Üniversite pazarı - TAYFUN ATAY

Eskiden üniversite sınav dönemi, sınavın stresini liseden itibaren yaşamaya başlayan öğrenciler ve onların velileri için öncesiyle sonrasıyla telaşlı, heyecanlı bir süreci beraberinde getirirdi. 

Artık öyle değil. Sınava giren öğrencilerden de çocuklarını sınav kapılarında bekleyen, sonrasındaki gelişmeleri onlarla aynı heyecanla yaşayan anne-babalardan da daha büyük bir stresle, içleri pır pır, “Allahım n’olcak, sen hayırlısını bol bolamaç ver” diyerek bu dönemi geçiren bir kesim daha var.  

Popüler deyişle “özel üniversiteler”, daha formel deyişle, yüksek öğrenimin paralı olduğu vakıf üniversiteleri bunlar.
***

Üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık billboardlarda araba, ayakkabı, çorap, eşarp, parfüm, kozmetik, film, dizi, bikini afişlerinin yerini falanca filanca üniversitenin “Gel vatandaş gel” nev’inden renkli, albenili tanıtımları alıyor.
Üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık gazete sayfalarında da boy boy, çarşaf çarşaf ve art arda “seç beğen al” nev’inden kendilerini anlata anlata bitiremeyen falanca filanca üniversite ilanlarından geçilmiyor. 

Ve üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık televizyon ekranlarında da hareketli mi hareketli, kıpır mı kıpır, fıkır mı fıkır, lafın belini kırmacasına mı kırmacasına ve baş döndürücü tempoda art arda falanca filanca üniversite tanıtım programlarından, daha doğrusu “program paketleri”nden geçilmiyor.

***

Ne billboardlarda ne gazetelerde ne de ekranlarda tabii ki hiç kimse “malım kötü”  demiyor. Şu ara sık sık trafikte o televizyon yayınlarının radyodan sürümlerini dinliyorum. Her gün bir başka üniversitenin yetkilisi konuşuyor da konuşuyor. 

Lâkin dinlerken bir tuhaf oluyorum, kafam karışıyor. “Yahu ben bunu dün de evvelsi gün de dinlemedim mi” diye soruyorum kendime: 
“Bizde bol miktarda çift ana dal imkânı var. O yoksa yan dal var.” 
“İş dünyasıyla içli dışlıyız, şahane mi şahane staj imkânlarımız var, diplomasını alanın işi hazır!” 
“Dünyanın en önde gelen üniversiteleriyle anlaştık; öğrenci/hoca değiş tokuşumuz var; burada başla, git, dünyanın öbür ucunda bitir üniversiteyi!..” 
“Erasmus, Erasmus; Erasmus!” 
“Akrediteyiz, akrediteyiz, akrediteyiz!” 
“Yüzde 25 burs, yüzde 30 burs, yüzde 50 burs, yüzde 100, yüzde 200, yüzde bin 500 burs!..”
***
Hepsinin ağzında aynı terane. 
Ve hepsi memleketin, toplumun, gençlerin üniversite ihtiyacını karşılamak, nüfus artışıyla giderek büyüyen yüksek öğrenim sorununun üstesinden gelmek için kolları sıvamış, kamu yararına gönüllü seferberlik sergiliyor havasındalar. 

İnanıyor musunuz?.. 

Yoksa gülüyor musunuz bu yıllardır karşımızda sergilenen, artık kanıksadığımız trajikomediye?!..

Önceki yıllarda kimsenin inanmadığını, tercih dönemi sonrası koca bir kara delik gibi açık kalan kontenjanlardan ve gençlerin hatırı sayılır bir kesiminin o ya da bu üniversiteye burslu dahi olsa kayıt yaptırmayı reddedip tekrar sınava hazırlanma hedefine yönelmesinden biliyoruz. 

Yani papaz pilav yemiyor!.. 

“Geeel vatandaş gel, çift ana dala, Erasmus’a, staj imkânına, akreditasyona, yüzde 50 bursa gel” çığırtkanlığı, kubbede bir boş seda olarak kalıyor.

***

Olan gayet açık: Öğrenci ile alım-satım ilişkisine girmiş “üniversite” tabelalı ticarethaneler var ortada. 

Öğrenciyi tüm masumiyetiyle “müşteri”, öğretim üyesini de tüm iyi niyetiyle; bilime, düşünceye, eğitime inancıyla içine çekip bir “beyaz-yakalı işçi” kılmış diploma fabrikaları var ortada. 

Bilgi üretimini, eğitim disiplinini, eleştirel düşünceyi hiç mi hiç iplemeyen, kâr-zarar hesabı doğrultusunda ve siyasi iktidara yaranma yahut onu ürkütmeme derdinde birbiriyle yarışan girişimcilerden mürekkep bir “üniversite sektörü” var ortada...

***

“Üniversite” adı altında bir rezaleti yaşıyoruz; içinden, içeriden, içten mi içten şekilde hem de!.. 

“Eğitim-öğretim” adı altında bir bitişi, tükenişi, yok oluşu yaşıyoruz.
 
Baudrillard’ın “simülasyon evreni”nin, yani her yerde, her alanda, her mecrada  “tıpkısının aynısı benzetimler” dünyasının, “-mış gibi”liğin eğitim/bilim/üniversite eksenindeki dışavurumlarına şahitlik ediyoruz.

Üniversitenin eğitsel değil endüstriyel öncelikli işlerlik kazandığı bir tekno-ekonomik düzenin kaçınılmaz sonucu bu. 

İnsanlığın değil, sadece ve sadece teknolojinin durmaksızın geliştiği, büyük iletişim/eğitim bilimci Neil Postman’ın niteliğini “Teknopoli” olarak netleştirdiği bugünün dünyasında... 

“Bilgi endüstrisi”nin; yani bilginin (daha doğrusu “enformasyon”un) bir seri üretim sürecinde ha bire sunulması sonucu bilgi nasıl ihtiyaç olmaktan çıkıp “atık” haline geldiyse... 

Bir “üniversite endüstrisi”nden söz eder olduğumuz şu “hali pürmelal” içinde üniversitenin de ihtiyaç olmaktan çıkıp atık haline gelmek üzere olduğu bir noktaya hızla ilerliyoruz. 

Daha yazacak çok şey var; hele şu tercihler bir belli olsun bakalım!.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Evet, Ahed onlardan değil - MUSTAFA K. ERDEMOL

‘Din’ ile ‘direniş’in aynı şey olmadığını hem İslamcılara hem dünyaya Ahed gösterdi.



Üç yıl önce, öfkeyle sıktığı yumruğuyla İsrail askerinin karşısına dikilmişken çekilen o fotoğrafı gören herkes “neden bu kadar öfkeli?” diye sormuş olabilir. Nihayetinde henüz 14 yaşında, halen oyun çağında olan küçük bir kız çocuğuydu bu. Neden sorusuna başkaları ne yanıt verebilir bilemem ama benim için bu kadar küçük yaşta bu tür bir öfkenin nedeni, ‘elden bir şey gelmemesi’yle ilgilidir. Çocuğun elinden bir şey gelmez, biliriz bunu, hepimiz çocuk olduk çünkü. Sadece bağırabilir, yumruğunu sıkabilir, o yumrukla karşısındakine vurmayı deneyebilir, nihayet çığlık çığlığa ağlayabilir bir çocuk. Hepsi bu.

Kendisiyle aynı yaştaki kuzeninin İsrail askerleri tarafından kafasından vurulduğu gün Ahed Bassem Muhammed Al Tamimi bunların hepsini yaptı. Başka bir şey yapacak gücü yoktu. Bağırdı, yumruğunu sıktı, o yumrukla karşısındakine vurdu, nihayet çığlık çığlığa ağladı. Biz bu hallerini gösteren o fotoğrafla tanıyabildik Ahed’i ama o, çok çok küçük yaşlardan beri hep böyle davrandı.

Babası Bassem Tamimi, tüm yaşamını İsrail zorbalığına karşı mücadeleyle geçiren bir direnişçi. Tam dokuz kez tutuklanmış, 2012’de 13 ay hapse, 40 gün de ev hapsine mahkûm edilmiş bir direnişçi. Annesi Neriman da öyle. O da 5 kez tutuklanmış, İsrail askerlerince sayısız kere darp edilmiş, 2014’te kurşunlanmış bir Filistin özgürlük savaşçısı. Anne, baba, amcalar, dayılar, kuzenler hep böyle. Aralarında yaşamını İsrail askerlerinin kurşunlarıyla yitirmiş olanlar da var. Ahed’in tüm bunlara karşı ‘bir şey yapamaması’dır öfkesinin nedeni.

O İsrail askerinin karşısındaki ‘sıkılı yumruğu’yla çekilen fotoğrafından başka bir fotoğrafı daha vardır. 2012 yılında, henüz 11 yaşındayken annesinin tutuklanmasını önlemek için İsrail askerlerini durdurmaya çalışırken çekilen bir fotoğraftır bu. Yani ‘direniş’in erken olgunlaştırdığı, her geçen gün de bilinçlendirdiği dünya güzeli bir çocuktur Ahed.

Futbol düşkünü bir kız
Bir İsrail askerini tokatladığı için sekiz ay hapse mahkûm edilen Ahed’in önünde çizdiği yol sadece bir aktivist olarak kalmak değil. Okuyup avukat olmak istiyor. Filistin davasına böyle katkıda bulunacak. Başka hayalleri de var. Futbol oynamayı o kadar seviyor ki, erkek çocuklarıyla dakikalarca top peşinde koşuyor. Filistin özgür olduğunda yapacağı ilk iş, Neymar’ın oğluyla karşlıklı futbol oynamak.

Hayalleri çocuk, öfkesi “olgun” Ahed’e iki kesim çok kızdı: İsrailliler ile İslamcılar. İsrail’in “şahin” Savunma Bakanı Avigdor Lieberman onun için “Ömrü hapiste geçecek” dedi. Kızgın İslamcılar da bu küçücük çocuğun yeterince İslamcı olmadığını söyledi. Lieberman’ın neden kızdığı malum. İslamcıların kızmalarının nedeni, Ahed’in Filistin mücadelesinde kimsenin tahmin edemeyeceği kadar öne çıkması. Daha doğrusu dalgalı, kabarık saçları, jean pantolunu, kısa kollu tişörtüyle görünür olması. Filistin’in direnişçi çocuklarını temsil etmiyor İslamcılara göre Ahed.

Öyle anlaşılıyor ki İslamcılar; başı, bedeni sımsıkı kapalı, çarşaflı, “Allahu ekber” diye bağıran çocukları direnişçi kabul ediyor. Onlar da öyledir ama tüm İslamileştirme çabalarına rağmen Filistinlilerdeki laik damar yok edilemiyor. Yeni direnişçi tipi hem de çok uzun zamandır Ahed benzeridir. Ahed, o çok bilinen İslamcı direnişçi modeline uymuyor. Ağzından “şehitlik”, “ölüm” vs gibi sözcükler dökülmemesi, hapisten çıkar çıkmaz koştuğu Yaser Arafat’ın mezarında kolları çıplak dua etmesi, tüm bunlar hep birlikte Filistin direnişinin laik özünü Ahed’le ortaya koyuyor.

Dolayısıyla Filistin’deki direnişin aslında İslami tonlar taşıdığını iddia eden İslamcıların bu iddiasını varlığıyla, eylemleriyle yalanlıyor Ahed Tamimi. Şimdi 17 yaşındaki bu genç kız Filistin’de uzun zamandır var olan pasif, barışçıl direnişin sembolüdür. Dünya artık Hamas’ı değil, Ahed ile arkadaşlarını tanıyor. Ahed sayesinde Filistin Direnişi’nin laik tarafı görünür oldu yeniden. Filistin Direnişi, Hamas’tan önce de hep Ahed görüntüsündeydi, biliniyor. Ahed sayesinde bence El Fetih, FHKC laikliği yeniden boy gösterdi Filistin’de. Belki bilinçli değil, belki farkında olmayarak “din” ile “direniş”in aynı şey olmadığını özellikle İslamcılara öğreten Ahed oldu. Artık anlaşılmalıdır ki, Filistin Davası bir İslam davası değil bir hak davasıdır. Filistin’te yaşayan, müslüman olmayaların da kapsayan bir hak davası. Ahed İslamcı direnişin değil, topyekûn Filistin Direnişi’nin sembolüdür. İslamcılar delirmekte haklılar.

Batı’nın Ahed’e yaklaşımı çok iki yüzlüce oldu. Sosyal medyadaki destek ile bir kaç aktivistin sergilediği dayanışmanın dışında Ahed Tamimi’ye, Pakistan’da Taliban’ın saldırısına uğrayan Malala kadar ilgi gösterilmedi. Batı Malala’yı ılımlı barışçıl İslamın temsilcisi bir figür olarak benimsedi. Ama Ahed, işgalciye karşı laik ancak yine de “şiddet uyugulamaya” eğimli biri olarak değerlendirildi. İsrail’e barışçıl da karşı çıkılsa, karşı çıkan çocuk da olsa kolay destek gelmiyor batıdan. Ahed’in adının Hollanda’da bir sokağa verilmesi de herhalde yeterli sayılmaz.

Kadınların, genç kızların özgürlüklerini/haklarını tanımayarak Filistin’in özgürlüğünden söz eden İslamcılara, bireysel hak/özgürlük mücadelesinin, özgür Filistin mücadelesinden bağımsız olamayacağını 17 yaşındaki Ahed öğretiyor yavaş yavaş. Hem de 11 yaşından beri… Ahed de, babası da Suriye’de İslamcılara karşı verilen mücadelede Esad’ı destekliyorlar. Baba Tamimi bu konuda fikrini saklamayanlardan. Ahed de babası gibi. Hem İsrail’e karşı olduğunu söyleyen hem de İsrail’e meydan okuyan Suriye’ye savaş açan İslamcıların yanında değil Ahed de.

Ahed kazanırsa özgür Filistin’de bir kız çocuğu olarak futbol oynayabilecek. Saçlarını yine dalgalandıracak, jean pantolon, kısa kollu tişört giyebilecek.

İslamcılar doğru söylüyor. Ahed onlardan değil.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Ekonomik kriz forumu: Çarkın dönmesi imkânsız, yolun sonu IMF - BİRGÜN

Dünyadaki ve Türkiye’deki ekonomik ve siyasal durumu, kriz koşullarını, krize karşı emekçilerin çözüm stratejilerini Korkut Boratav, Hayri Kozanoğlu, Serdal Bahçe, Aslı Aydın ve Kansu Yıldırım ile konuştuk.

‘Zayıf halklarda sert çöküşler beklenebilir’

» Kansu Yıldırım: 
Küresel siyasal ve iktisadi iklimden başlayabiliriz. Kapitalist metropollerdeki gelişmeler Türkiye’yi de etkiliyor. Türkiye’deki siyasal rejimin dönüşümü ve devlet ölçeğindeki hukuki ve idari düzenlemeler ise, söz konusu etkileri çeşitlendiriyor ve kuvvetlendiriyor.
“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile atipik başkanlık modelinin yerleşmesi ekonomi yönetiminde de merkezileşmeyi gerektiriyor. Faiz tartışmalarında olduğu üzere hükümetin ekonomiye müdahalesi, başta Batı finans çevreleri olmak üzere liberal iktisatçılar arasında rahatsızlığa yol açıyor. Batı’yla entegre Türkiye egemen sınıfları, dönemsel reflekslerle utangaç eleştiriler getirdikleri yeni modele övgüler düzmekten, bekleyip görelim demekten, yapısal reform beklentilerini yinelemekten başka çare bulamıyorlar. Finans kapital, bu puslu iklimde kendi kurallarını dayatıyor, finansal oligarşik düzen pekiştiriliyor. Ekonomideki yapısal tahribat ortadayken IMF programıyla çıkış yolu arayıp aramayacakları soruları gündeme geliyor. Özetlemeye çalıştığım bu iklimi detaylandırabilir misiniz?

» Korkut Boratav: Emperyalist sistemin çevresinde yer alan zayıf halkalar için olumlu ortam son bulmaktadır. Bu durum, hem Amerikan ekonomisindeki hem de Avrupa’daki eğilimlerle bağlantılı. Amerika’da FED’in faiz artırımlarını sürdüreceği biliniyor. Avrupa Merkez Bankası da 2019’dan itibaren tahvil alımlarına son vereceğini ilan etti. Faiz ayarlaması yapıp yapmayacağı bilinmiyor. Metropolde parasal daralma başladığı anda en güvenceli faiz getirileri –mesela 10 yıllık Amerikan tahvil getirisi– yüzde 3’e doğru gelir. Yüzde 3’ün üstü birçok çevre ekonomisinin sıcak para için getiri marjıdır. Mesela T.C. devlet tahvili faizleriyle 2017’de on iki aylık sıcak para getirisi dolar üzerinden yüzde 3,9 idi. Bu şu anlama geliyor: Hiçbir olumsuz gösterge gözlenmezken 2017’de Türkiye’den yüzde 3,9 kazanan bir yatırımcı, 2018’in riskli koşullarında Türkiye’den cayacak; Amerika’daki yüzde 3 getiriye yönelecektir.

Genellikle çevre ekonomilerinden bir miktar para çıkışı başladı ve bu da bir belirsizlik getirdi. Bu, emperyalist sistemin merkezinin normale dönmesinin yarattığı bir belirsizliktir. 2008–2009 krizinden sonra bütün dünya piyasalarını anormal bir likiditeye boğan konjonktür sistemin normal bir durumu değildi. Normale dönme bu konjonktürün son bulması anlamına geliyor. Zayıf halkalarda sert sonuçlar yaratabilir. Bunu Arjantin’de gördük. Türkiye de bu eşiğe geldi mi gelmedi mi? İşte dış dünyanın bize yansıması budur. Benim tespitim bu.


» Hayri Kozanoğlu: Küçük bir katkı olarak, Türkiye özellikle yurt-dışı borçlanmalarda, kamunun borçlanmalarında Amerika’nın benzer vadedeki kâğıdının faizi artı ülkeye ilişkin bir risk birimi üzerinden borçlanıyordu. Amerika’da faizler yüzde birken likidite ortamı da uygunken bir artı iki yüzde üç ile borçlanırken şimdi risk birimi de arttı, üç artı üçten borçlanıyor. Yani borçlanmada zorlanması bir yana borçlandığı zaman da maliyeti iki misline çıktı. Bu da cari açığı zaman içerisinde etkileyecek bir unsur. Bunun TL cinsinden Hazine Bonolarına yansıması çok dramatik oldu. Şöyle ki gösterge tahmin olarak nitelenen, iki yıldır tahvillerin faiz oranı yüzde 20’yi geçti.

Çalkantı ortamlarında gündelik faizler düşebilir de çıkabilir de ama Temmuz ayında Hazine yanılmıyorsam yüzde 20.21 ile ciddi bir borçlanma yaptı. Bu önümüzdeki dönemde bütçeyi de zorlayacak bir faiz yükünün gelmekte olduğunun işareti.

Ticaret Savaşları ile 1920’lere dönüş

» Aslı Aydın: Şöyle bir ekleme yaparak yeni bir soruyla Serdal Hoca’ya pası atacağım. Güncel küresel eğilimde hem sıcak para dediğimiz kısa dönemli portföy yatırımlarının hem de doğrudan yatırımların gelişmiş ülkelere geri dönmesini izliyoruz. Bu eğilimi ticaret savaşlarında, endüstri 4.0 tabelalı yeni teknolojilerin ‘yerinde üretime’ verdiği olanaklarda gözlemlemek mümkün. Korumacılık eğilimlerinin yanı sıra gelişmiş ülkelerin sanayiyi yeni dijital teknolojilerle ayağa kaldırma arayışları, ucuz işgücü ve hammaddenin bulunduğu az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri cazip olmaktan çıkaracak bir ortamı da beraberinde getiriyor. Bu ortam sağlanırsa üretimin her aşamasının parçalanmış olduğu ve Türkiye gibi montaj sanayi halkalarının yer aldığı sistemden tüm aşamalarının birleştiği bir yapının koşulları oluşacak. Türkiye’nin bu koşullarda rekabetçiliği nereye kuracağı, böylesi bir tabloda nasıl bir küresel aktör olarak hayatta kalabileceği sorusu ileride çok tartışılacağa benziyor. Siz ne dersiniz Serdal hocam?

» Serdal Bahçe: Geçenlerde bir yerde şöyle bir şey okudum, “Dünya 1920’ler ve 1930’lardaki dünyaya pek benzemeye başladı.” Bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Yavaş yavaş oraya doğru bir gidişat var. Hem merkez ülkelerde izolasyonist eğilimlerin güçlenmesi hem de merkez kaynaklı sermayenin geriye çekilmesi, ricat etmesi bu benzerlik vurgusunun haklı olduğuna dair işaretlerdir. Üretimin küresel organizasyonunda senin dediğin türden bir yeniden yapılanma, eğer gerçekleşecek ise, uzun vadeli bir süreç olacaktır. Tekrardan tüm üretimin ara aşamalarının merkeze çekilmesi çok olanaklı bir şey değil ama belirli aşamalarının çekilmesi mümkün olabilir. Trump’ın ABD menşeili şirketleri anavatana geri çağırma gibi bir vaadi vardı. Bunun ötesinde olası kur ve ticaret savaşları gerçekten 1920’ler ve 30’larla benzerlik iddiasını haklı çıkaracak gibidir.

Mutlaka ki bu sermayenin geri çekilmesi, suyun geri çekildiği anda çatlamış toprak üzerinde sıçrayan balıklara benzer çaresiz ülkeler yığını yaratacaktır. Türkiye ve bir dizi ülkenin durumu buna benziyor. Bu önemli bir gelişme. Bu izolasyonizm en azından Türkiye gibi bu sürece çok yüksek açıklar vererek yakalanan aktörler açısından çok ciddi riskler içeriyor. Arjantin belki bunun ilk kurbanıdır, ama bu silsile halinde devam edecek. Hem küresel ekonomideki gelişmeler hem de emperyalizmin yeni şekillenmeleri bunun bir süre daha devam edeceğini gösteriyor. Üretimin yeniden şekillenmesi sürecinde belki Türkiye değil ama başka ülkeler çok daha derin etkilenebilir, Doğu ve Güney Asya ülkeleri gibi. Türkiye üretim ağlarına en azından onlar kadar eklemlenmemişti. Türkiye’nin eklemlenme tarzı biraz daha farklıdır ama hem o tür ülkeler için hem de Türkiye gibi ülkeler için çok ciddi riskler içeren yeni bir perdenin açıldığını söyleyebiliriz.

» Hayri Kozanoğlu: Bununla ilgili bir not ekleyeceğim. Geçtiğimiz hafta bu yarı iletken sektöründeki büyük bir şirket evlenmesini Çin veto etti. Rekabet kurallarına göre burada söz konusu olan dokuz ülkenin dokuzunun da onay vermesi gerekiyordu. Dokuzuncu halka olarak Çin, ABD şirketi Qualcomm’un bir Hollanda firmasına yönelik birleşme ve şirket ele geçirme operasyonunu veto etti. Bunun önümüzdeki dönemdeki sermaye akışlarını çok ciddi etkileyeceği, Amerika’nın bunu Çin’in yanına bırakmayacağı yorumu yapıldı. Bu gelişme Türkiye gibi ülkelere gelecek doğrudan sermaye yatırımları açısından da olumsuz sinyal olabilir.

» Korkut Boratav: Bir ufak ekleme de ben yapayım. Amerika’da Trump’ın getirdiği vergi sistemindeki hafifletmeler, doğrudan yatırımları da Amerika’ya doğru çekecek özellikler taşıyor. Bundan önce çevre ekonomilerindeki vergi avantajları doğrudan yatırımların çevreye taşmasındaki etkenlerden biri idi. Dolayısıyla, doğrudan yatırımların ana kaynaklarından biri Amerika olduğuna göre, Trump’ın vergi reformu Türkiye’ye dönük bu yatırımları frenleyecek bir etkendir.

» Serdal Bahçe: Biraz önce referans verdiğim çalışmadan hareketle başka ilginç bir belirleme daha yapmak mümkün. İktisatçılara göre merkez kapitalist ülkelerden Türkiye ya da Asya ülkelerine doğru genişletilen üretim ağının altında yatan en temel etmen iş gücü maliyetlerinin ucuzluğudur. BM’nin uluslararası göç rakamlarına göre merkez kapitalist ülkelerde yabancı göçmen sayısı hızla atıyor. Bu doğal olarak küresel üretimin organizasyonun gelecekte yeniden şekillenmesine dair ek bir girdi olabilir. Gelişmiş kapitalist ülkeler ucuz emek gücünü artık kendi vatanlarında bulabiliyorlar.

‘Türkiye finans kapitale teslim oldu…’

» Aslı Aydın: Türkiye ekonomisine geçebiliriz. Bugün ekonomide kriz dinamiklerinden en fazla öne çıkanları dış borçlar, cari açığın finansmanı, durgunluk içinde enflasyon koşulları yani stagflasyon ve TL’deki değer kaybının dış ticareti olumsuz etkilemesi. Türkiye’nin örneğin bir yıllık ödemesi gereken borç rakamı 240 milyar dolar civarında. Sıcak paraya ihtiyaç var. Ayrıca sıcak para bol olmadığında büyüme hızında ciddi bir gerileme bizleri bekliyor olacak, hem de yüksek enflasyon ve yüksek faiz eşliğinde. İşsizlik yüksek, bunun yanında zam üzerine zam söz konusu. İç talepte gerileme başladı bile. Ortada çözüm diye sadece parasal politikalar veya günü kurtarmaya dönük ‘eylem planları’ görüyoruz. Ekonomi bu sıkışmaya daha ne kadar dayanır?

» Korkut Boratav: Sosyalistler olarak finans kapitalin hakimiyetine övgü getirecek halimiz yok. Merkez Bankası özerkliği finans kapitalin özellikle 21. yüzyılda sadece çevre ekonomilerine değil metropol merkez bankalarına da ısrarla telkin ettiği bir durumdur. Bunu ihlal edenler de oldu tabiatıyla. Mesela Arjantin, Kirchner döneminde bilinçli olarak ihlal etti. Merkez Bankası rezervleri Arjantin devletine, kullanım yetkisi de siyasi iktidara intikal etti.

Bu bizim de savunacağımız bir şeydi. Siyasi iktidar izleyeceği ekonomi politikalarında kaderine hakim olmalıdır.

Ne var ki, uluslararası finans kapitalin ana kurallarına AKP 2002’den bu yana teslim olmuştur. Bu bağlamda Merkez Bankası’nın özerkliğini devralmıştır. 2001’in IMF programını devralmış; sürdürmüştür. Ayrıca 2005’te yeni bir IMF programı imzalayıp 2008’e kadar uzatmıştır. Sermaye hareketlerinin serbestliğini devralmıştır; dahası, enflasyon hedeflenmesini de benimsemiştir. Merkez Bankası’nın özerkliğini, “Merkez Bankası’nın ana görevi fiyat istikrarıdır” ilkesiyle kabul etmiştir. 2008’e kadar açıkça, sonra da dolaylı olarak “Merkez Bankası’nın enflasyonun üstünde politika faizi uygulama” ilkesini de uygulamıştır. Sonuna kadar teslim olmuşsanız, şimdi isyan etmeye kalktığınızda finans kapital size şamarı vurur. Yani yeni bakanın ifadesiyle, “kavga etmeye gücünüz yetmez…” TCMB faizleri değiştirmediği son kararında da bağımsızlığını göstermeyip hükümete teslim olunca, finans kapitalin şamarını da davet etmiş oldu. Sonucunu göreceğiz.

Merkez Bankası niçin faizleri yüksek ve enflasyonun üstünde tutuyor? Yanıt açık: Finans kapitalin aradığı güvenceler için… Türkiye’ye dönük yabancı sermayenin önemli bir bölümü sıcak paradır. Bu fonlar, yerli parayla güvenceli bir asgari getiriyi bilerek girmek ister. Sonrası kendi hesaplarına ve önlemlerine bağlıdır. Nedir tek risk? Döviz riskidir. Döviz pahalılaşırsa zarara girebilir. Büyük finans kapitalin döviz riskine karşı güvence yöntemleri vardır. Yerli getirinin garantiye alınması onun için önemlidir. Eğer bu tür yatırımcılarla kavga edecekseniz başa dönün ve sermaye hareketlerini kontrole geçin. Kontrol edemezsiniz; çünkü ekonominin sıfır büyüme ortamında, hatta küçüldüğü yıllarda bile cari açık veren bir yapısal zafiyet içindesiniz. Dolayısıyla başta sıcak paraya, türlü–çeşitli yabancı fonlara mahkumsunuz.

Çarkın dönmesi artık imkânsız
» Hayri Kozanoğlu: Korkut hocanın söylediklerine destek olarak, AKP iktidara geldiği zaman 122 milyar dolar dış borçtan şimdi en son rakamlarla 467 milyar dolar dış borca gelindi. İlaveten hocanın söylediği gibi giderek aynı büyümeyi daha büyük bir cari açıkla Türkiye finanse eder hale geldi. Daha evvel yüzde 5-6-7 büyümeleri, yüzde bir buçuk–iki cari açıkla finanse ederken şimdi yüzde 7 büyümeyi ancak yüzde 6 cari açıkla finanse ediyor.2014–2016 aralığında ortalama yüzde 4.8 büyüme, 109 milyar dolarlık cari açıkla sağlanabildi. Bu da sadece dış borç değil, Türkiye’nin çeşitli kaynaklarla finans kapitale olan bağımlılığının artması anlamına geliyor. Zaten bunun da en net örneğini net uluslararası yatırım pozisyonunun çok yüksek düzeyde eksilerde olması gösteriyor. Bu istatistikte son aylarda bir düşüş var; bunun da tek nedeni borsanın düşmesi, döviz kurlarının yükselmesiyle TL cinsinden kağıtların döviz karşılığı gerilemesi. Korkut hocanın söylediği gibi giderek risk algılaması artıyor, gelseler de artık çok daha yüksek getiriler bekliyorlar. Yani bu çarkın dönmesi giderek zor hatta imkansız hale geliyor.

» Serdal Bahçe: Bu bir bağımlılık hikayesi. Bizim 1950’lerden ve 60’lardan bildiğimiz bağımlılık hikayesi yepyeni bir tarzla ortaya çıkıyor. Bu anlamda Merkez Bankası’nın yasal bağımsızlığı finansal sermayenin çıkarlarına teslimiyetin açık ifadesidir. Dünyanın her yerinde de bu hayata geçirilir. Doğal olarak bu anlamda faizi arttırmayarak Merkez Bankası’nın bağımsızlığını tescil ettiğini söylemek her zaman uyumlu davranan çocuğun bir kere şımarmasının aslında şımarık olduğunu tescil ettiğini düşünmek türünden bir naifliktir. Faizi arttıracaklar, daha da arttıracaklar. Sürekli açık veren bir ekonomi olarak Türkiye’nin küresel ekonomiye eklemlenme tarzı bu eklemlenmenin sürekli daha yüksek maliyetle sürdürebilirliğini zorunlu kılıyor. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı da Türkiye’nin bir dinamik yapısal bağımlılığını sürdüren ana unsurlardan bir tanesi. O nedenle Merkez Bankası ile AKP arasındaki gerilim aslında görünüşte bir gerilim. Türkiye’nin finans kapitale teslimiyetinin yarattığı doğal sonuç yeniden ve yeniden gözlemlenecektir. Bu anlamda bir kaçış yolu olduğunu zannetmiyorum.

» Aslı Aydın: Bu teslimiyet, yarın öbür gün karşımıza yine yüksek faizlerin çıkacağı, belki yüzde 30’ları aşan, 94’lerdeki krize benzetiliyor mesela, bu faizleri görebileceğimiz bir ortama mı sürükleniyor Türkiye; çünkü, Korkut Hoca’nın da dediği gibi kavga etmeye de gücü yetmiyor ama sıcak parayı da çekmenin tek formülü faiz gibi gözüküyor.

» Korkut Boratav: Verdiğim örneği sayısallaştırabilirim. 1994 Krizinde dövize yönelik talep yığılmasında enflasyon yüzde 60’lar civarındaydı ve Tansu Çiller Hükümeti galiba yüzde 104’lük devlet tahvili ihraç ederek bunu durdurabildi. Döviz piyasalarına yığılmayı kestirme yolla durdurma yöntemi budur. Dolaylı durdurma yöntemi rezerv eritmektir, onun da sonu yoktur.

» Hayri Kozanoğlu: Yanlış hatırlamıyorsam 3 aylık yüzde 50 faizle kâğıt sattılar, bunun yıllık faizi yüzde 500’e geliyordu. Vatandaş bankalara hücum etti, bankalar kendileri ve en hatırlı müşterisi holdinglere verdi, onun için vatandaş yüzde 50 faizden sebeplenememiş oldu.

» Korkut Boratav: Finans kapital ile mücadele edemeyecek olan hükümetin karşısına IMF ile anlaşma ve kemer sıkma seçeneği çıkacak. Ancak AKP’nin kendi öncelikleri bu noktaya gitmesini güçleştiriyor. Bu noktada bu güçlükleri nasıl çözecek?

Yolun sonu IMF

» Serdal Bahçe: Öngörüme göre eninde sonunda IMF’ye gidilecek. AKP’nin İslamcı sağ-popülizmi açısından bir risk var, süreci geciktiren de bu risk. IMF mutlaka bütçe disiplini isteyecek, harcama kalemlerinin bazılarının kısılması gerekecek. Kısılmasını isteyeceği kalemler, aslında AKP iktidarı açısından çok hayati kalemler olacak. Şimdi buna dayanabilecek mi, bunu göğüsleyebilecek mi, AKP iktidarı açısından en büyük risk bu. Aslında 2002’den beri IMF programını uyguluyorlar zaten, yapısal unsurlarda tahminen çok kolay anlaşacaklardır. Esas anlaşmazlık kamunun kontrol ettiği rantlar ve yardımlar meselesinde ortaya çıkacak. Bu işin gecikmesini sağlayan bence bu konudaki tereddüt. Eğer bu tereddüt aşılırsa, öyle ya da böyle bence Arjantin’in gittiği kapıya Türkiye de gidecektir diye düşünüyorum.

» Korkut Boratav: IMF’siz IMF programı uygulanabilir. Ama nereye kadar? Tansu Çiller döneminde dolaylı olarak yapılan hamlelerden hatırlayalım, yüksek faizli tahvil ihracı sonunda yerli aktörlerin dövize talebi bitince, problem de çözüldü. Dolayısıyla IMF’siz IMF programı faizleri yukarı çekmek zorundadır.

Öte yandan IMF’siz bir IMF programında, kamu açıklarının frenlenmesi gerekli, çünkü iç talebi pompalayan ana etken kamu açıklarıdır. Kamu dengesi göstergeleri bakımından karnesi temiz çıkan AKP yönetimi, bu bilançoyu gizleme yöntemleri de oluşturmuştu. Özellikle bu yap-işlet ve Kamu Özel Ortaklığı tipi mega yatırımlar bu işe yaradı. Ama IMF’nin birkaç ay önceki Türkiye raporu, bu kaçamaklara not düşüyor. Vurguluyor ki mega yatırımlara verilen ciro vb. türü güvenceler arka kapıdan kamunun açıklarını beslemektedir ve disiplin altına alınması gerekmektedir. Bu disiplin, ancak açık bir IMF programı ile sağlanır.

Şimdi, Serdal arkadaşımın söylediği tespite de gelelim. Bu yönetimin ana problemlerinden biri yatırım platformunun/profilinin döviz getirmeyen sektörlerde, yani inşaatta ve altyapıda yoğunlaşmasıdır. İnşaat ve altyapı elbette son tahlilde döviz getiren sektörleri dolaylı olarak besler; ama Türkiye o noktaya henüz gelmedi.

Örneğin büyük AVM’lerin de dahil olduğu konut– gayrimenkul yatırımlarının bütün gelirleri, aslında Türk Lirası’dır. Döviz borçlusu mal sahibi kira sözleşmelerini dövizle yapıyor; AVM’lerde döviz geliri yok; ama döviz riski kiracıya aktarılmış oluyor. Bir başka örnek, otoyol-köprü geçiş bedelleri dolara bağlanarak döviz borçlusu yatırımcıya güvence sağlanıyor; ama bu tesisleri kullanan vatandaşlardan Türk lirası alınıyor. Kur riski Hazine’ye taşınıyor. Döviz geliri, getirisi olmayan ve önemli ölçülerde dövizle borçlanılarak gerçekleşen yatırımların döviz riski nasıl paylaşılacak? Bu soru gündemdedir. Dövizin pahalılaşması eski Türkiye ortamında sanayici ve ihracatçıyı coşkuya sürüklerken bir durumdu. Bugün Türkiye burjuvazisi endişe içindedir. Çünkü dövizli borçları yüksektir; ama döviz getirmeyen sektörlerde yoğunlaşmıştır.

Bugün kritik sorun, yabancı sermaye girişlerindeki durgunlaşmadır. Bu durumu telafi eden ve açıklanması imkânsız olan kayıt-dışı para giriyor. 2018 Mart–Mayıs döneminde kayıt–dışı sermaye girişi 6,5 milyar dolardır.

2017’nin aynı dönemi içinde ise, toplam 3,8 milyar dolar kayıt dışı sermaye çıkışı vardı. Türkiye ekonomisinin yarım kriz ortamına girdiği her konjonktürde, bizim deşifre edemediğimiz kayıt–dışı para girişi meydana gelmektedir. Yukarıda verdiğim rakam şunu söylüyor, 3,8 milyar dolarlık bir kayıt–dışı çıkış, 6,5 milyar dolarlık esrarengiz, karanlık sermaye girişine dönüşüyor. Net olarak 10 milyar doları aşan kayıtsız dış kaynak eklentisi geliyor. Bu kayıt dışı kaynak ne kadar devam eder? İç yüzünü bilemiyoruz. Ek olarak, Türkiyeli bankalar yurtdışındaki rezervlerini son üç ayda içeri taşıyorlar. 2 milyar dolara yakın bir katkı da buradan geliyor.

O yüzden bu tarihlerde yabancı sermaye girişlerinin bütün kalemleri düşmesine rağmen; sermaye hareketlerinin toplamı, kayıt dışı para girişi nedeniyle pozitife dönüyor. Bu iki kalem Türkiye’nin hızla krizin dibine doğru sürüklenme etkenini frenliyor ama durduramıyor.

Son iki ayda da yabancıların portföy yatırımlarının olumsuz seyri devam ediyor: Haziran’da menkul kıymetlerden net 238 milyon dolar çıkış var. Temmuz’un ilk 3 haftasında da 318 milyon dolar çıkış var.

Çözüm halkçı program

» Hayri Kozanoğlu: 
Kabataslak ben de Türkiye’nin önünde iki yol olduğunu düşünüyorum. Birisi IMF’li veya IMF’siz istikrar programı, bu da sıkı para ve sıkı maliye politikası anlamına gelecek. Özellikle önümüzdeki aylarda maliye politikasını çok konuşacağımızı düşünüyorum. Onun nedeni şu, bir dolu mali yükümlülükler, Korkut Hoca’nın söylediği kamu–özel ortaklıkları, kredi garanti fonu, reeskont kredilerinin TL cinsinden sabitlenmesi, uzlaşmalı döviz alımları gibi bir dolu yükümlülük ki ekonomiyi canlandırma için asgari ücret sübvansiyonu, yeni eleman alındığı zaman buna destek, bunların hepsinin yükleri önümüzdeki dönemde artacak ve ekonomide otomatik istikrar unsurları dediğimiz, yani kriz döneminde vergi gelirlerinin düşmesi, harcamaların artmasıyla da bu durum birleşecek. Ve Türkiye’de hepimizin bildiği gibi, vergi gelirlerinin büyük kısmını KDV, ÖTV gibi sade vatandaşlara da yük bindiren günlük harcamalardan elde edilen vergiler oluşturuyor. 2017’de de kamu bütçesinin kendi tahmin ettiklerinden de daha iyi bir performans gösteriyor görünmesi, ekonominin ısınması ile ilgiliydi. Şimdi bütün bu mekanizmalar devreye girdiği zaman çok büyük bir açık ortaya çıkacak.

Bunun da bu açıkları kapatılmasına ancak işte kamu çalışanlarının emeklilerin gelirlerinin düşmesi ki IMF raporunda da, hocalarım okumuştur, geriye doğru endekslenmenin kaldırılması, kıdem tazminatı yükünün yeni bir hamleyle farklı mecralara aktarılması gibi “emek karşıtı” ifadeler var, ya onlar devreye girecek. İkinci seçenek, çok IMF’ye laf ettiği için Başkan bu yolu seçmeyecek, esip üfürerek günü idare etme yoluna gidecek. Bunun da geleceği nokta gene aynı IMF’ninki benzeri bir istikrar programının daha büyük bir maliyetle, ekonomik daha büyük bedeller ödedikten sonra yürürlüğe girmesinde. O zaman ne öneriyorsunuz? derseniz, bir ekonomiyi 16 yılda dibe çökertmişler, gemi batma noktasına gelmiş, tabii ki şapkadan tavşan çıkartamayız. Ama önceden sorsalar gemiyi karaya oturtma noktasına getirtmezdik, zaman da verilse “halkçı bir programla” ekonomiyi daha iyi idare ederiz, diyebiliriz.

Türkiye bir şirket gibi yönetilemez
» Kansu Yıldırım: Birbiriyle bağlantılı iki soru soracağım. Başkanlık rejimlerindeki referans modele uymayan bir yapı kademeli olarak inşa ediliyor. Yeni siyasi tabloyu finans kapital, küresel sermaye nasıl karşılamaktadır? Dönem dönem AKP’yi “hukukun üstünlüğü”nü ve burjuva demokrasinin biçimsel özelliklerini çiğnemekle eleştiren Türkiye büyük burjuvazisi açısından yeni model ne anlam ifade etmektedir? Bununla ilişikli olarak ekonominin yapısal olarak bozulduğunu söyledik, krizden söz ettik. Burada bir anti-kriz programı oluşturmaya çalışacak olursak bunun temel yapı taşları neler olmalı; böyle bir program emekçi sınıflar açısından açısından hangi başlıklara odaklanmalı?

» Serdal Bahçe: Bütün dünyada kapitalist devletlerde böyle bir süreç işliyor. Yönetim, yürütme giderek tekilleşiyor, bu Türkiye’de de var. Peki, piyasalar nasıl tepki verir? Marx’ın teşhis ettiği sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması eninde sonunda burjuva temsili demokrasisinin güdük temellerini örseleyerek onu yozlaştırmaktadır. Bu anlamda aşırı liberteryen sağ ile liberal sağın piyasaların dinamizmi ve kurumlarının bir otoriterleşmeyi engelleyeceği türünden olumlu beklentilerini paylaşıyor değilim. Türkiye sermayesi, Türkiye burjuvazisi bu dönemlere alışkın, bu dönemleri bazen ister üstelik. Çok mu rahatsız olur piyasalar, çok emin değilim. Bana sorarsanız tıkır tıkır işlerler, o anlamda bir rahatsızlık olacağını çok zannetmiyorum.

İkinci sorunuza gelince, krizden çıkış programı nasıl bir şey olmalı? Bizim sihirli reçetemiz yok, bizimki türden kapitalizmlerin kendilerine has sınırları vardır, sistemin içinde kalarak yapılabilecek olanlar var yapılamayacak olanlar var. Ama biz entelektüel olarak onların veremeyeceğini de istemekle mükellefiz. Mutlaka, hem ücret payını hem de ücretleri arttırmaya yönelik, borçların yeniden yapılandırılmasını hedefleyen, para politikasının başka türden düzenlenmesini öngören, maliye politikasının mutlaka emek yanlı yeniden düzenlenmesine yönelik de adımlar içeren bir yeni programın hayata geçirilmesi lazım. Bir dipnot olarak şunu söyleyeyim, 24 Haziran seçimine giderken en azından görünürde bile olsa solda yer alan muhalefetin böyle bir programı önermekten kaçındığına şahit olduk. Böyle bir programla ortaya çıkmak lazım, bu programın ana detayları defalarca konuşulabilir. Başka deneyimlerden yararlanılarak reformist bir program kurgulanabilir, bu yönde bir toplumsal taleple ortaya çıkılabilir diye düşünüyorum.

» Korkut Boratav: Arjantin bunu yaptı. Dış borçlarını, büyük ölçüde yapılandırdı, kırptı. Ve 2003–2015 döneminde tam zıt yönü seçmiş olan Türkiye’den daha yüksek bir büyüme temposunu da sağladı. Şimdi Türkiye, üçte ikisi özel ve üçte biri devlete ait dış borç yükü ile karşı karşıya. Bunu yeniden yapılandırmadan normal bir büyüme sürecine geçmesi mümkün değil. Bu, sermaye hareketlerinin kontrolü ile birlikte olmak zorundadır. Burjuvazinin, sermayenin vergilenmesi de olmazsa olmaz bir önlemdir. Çünkü emekçi sınıflar krizin tüm yükünü üstlenemezler. Özel sektörün dış borçları alacaklının sorunudur; siyasi iktidar sermaye hareketlerini denetlerken döviz tahsisinde alacaklıya öncelik vermeyebilir. Özel sektörün, bankaların dış borçları 2001’de olduğu gibi devlet güvencesine alınamaz. Bunlar müzakere süreci içinde belirlenir. Türkiye, bu sorunların çözümünde zor bir noktadadır.

» Hayri Kozanoğlu: Şimdi bu borçlara ilişkin Türkiye’nin şöyle bir açmazı var; geçmişteki borç krizlerine kıyasla, işte 70’lerin sonunda Türkiye’nin Paris Kulübü’ne gitmesi, 80’li yıllardaki Dünya borç krizi, benzeri örneklerden daha vahim bir tablo ile karşı karşıyayız. Çünkü Korkut Hoca’nın da dediği gibi özel sektörün borçlarını, finansal olmayan şirketlerin borçlarını ki bu 340 Milyar dolar civarında; kabataslak yarısı Türkiye bankacılık sektörünün. Tahminim Türkiye böyle bir tabloyla, yani bankacılık sisteminin de sarsıldığı bir tabloyla karşı karşıya gelebilecek. Benim kişisel görüşüm bu Cumhurbaşkanlığı sisteminin KHK’larla yürüyen bu sistemin yönetilemez olduğu, kısa sürede çok ciddi açmazlarla karşılaşacağı. Çünkü şirket gibi yönetmekten bahsediliyor. Bir aile şirketi görüntüsü var, ancak aile şirketlerinin yerine niye kapitalizm anonim şirketleri tercih etti? Çünkü şirket yapıları büyüdü ve bir aile tarafından yönetilemez hale geldi. Türkiye gibi büyük bir ekonominin böyle tek merkezli, tek seçiciyle, bir kişinin kabineyi kendi seçtiği ve bunun AKP örgütü, cemaatler, tarikatlar, seçimlerde işbirliği/ittifak yaptığı MHP dahi bağımsızlaşmış, tek adama sadakati olan insanlardan seçilmesi bu sistemin devam edemeyeceğini gösteriyor. Biz kapitalizmin piyasa sistemini eleştiririz ama onun da kendine göre kuralları vardır, kurumları vardır. Türkiye’deki bütün kurumsal yapılar çökertiliyor. Bizim kapitalizme yönelik eleştirimizin en önemli bir noktası, piyasa sistemlerinde üste kalanlara, işine yarayanlara kapitalizmin sahip çıkması, altta kalanları ezmesi ve onların sorunlarına taleplerine duyarsız kalmasıdır. Şimdi burada liyakatin hiç olmadığı, kapitalizmin kendi mekanizmaları içerisinde makbul sayılabilecek insanların dahi KHK’ler ile işinden edildiği, kamuda hizmet etmelerinin engellendiği bir ortamda kapitalizmin kuralları da işlemez. 

Onun için bu sistemin çok kısa sürede işlemediğinin ortaya çıkacağını düşünüyorum. Bu siyasi yönetilememe süreci ile ekonomik krizin birbirleri ile çakışması, birbirlerini tetiklemesi olasılığının çok yüksek olduğu kanaatindeyim.

BİRGÜN

ABD prizmasında siyasal İslam ve sol - ÖNDER İŞLEYEN

Türkiye’de gerçek bir demokrasi ve özgürlükler için mücadele edenler, öncelikle emperyalizmin ülkemizi ve bölgemizi sürüklediği bu büyük kuşatmayı reddetmeli. Siyasal İslamcıların ülkemizi emperyalizme bağımlılık içinde sürüklediği bu büyük çaresizlikten kurtarmanın yolu da buradan geçiyor.

Türkiye-ABD ilişkileri Rahip Brunson üzerinden yeni bir gerilim hattında ilerliyor. Gerilimin nedenleri, nasıl bir seyir izleyeceği konusuyla birlikte, bu konu etrafında siyasette ve elbette soldaki tutumlar üzerinde durmak gerekiyor.

BirGün Pazar, üç haftadır muhalefetin yol haritası üzerine tartışmalar yürütüyor. Bu konuda yayınlanan yazılarda da vurgulanan konulardan birisi de soldaki ideolojik bulanıklık oldu. Her konuda olduğu üzere bugün ABD ile devam eden gerilimli sürecin içinde ABD ve iktidara karşı tavır alışlarda da bu bulanıklık görülüyor. O nedenle, ABD-Türkiye geriliminin arka planına ilişkin tartışmalarla birlikte solun tutumlarına ilişkin bir kaç hatırlatma yapmaya ihtiyaç var. 



ABD hegemonyası sonrasında kaotik bir geçiş dönemindeyiz. ABD hegemonyası altında şekillenen sistem (dünya düzeni) değişikliklere uğruyor. Değişen noktalardan birisi tek kutuplu dünyanın sona ererek çok kutuplu bir sisteme geçiş sürecinin başlaması. Bugün bunun gerilimi O. Doğu’da bir paylaşım savaşı biçimini alırken bir başka yanıyla da ticaret savaşı ekseninde bloklaşmalarla ilerliyor. 

Çin, Rusya ile birlikte bir karşı kutup olarak belirginleşiyor. ABD’nin, Çin ve Rusya’yı kuşatma siyaseti ile birlikte Avrupalı müttefikleriyle de ilişkileri çelişkili bir düzlemde ilerliyor. Bu gerilim noktaları geçici, arızi bir durum olmanın ötesinde yeni dünyanın uzun sürecek hegemonya mücadelesinin ilk işaretleri olarak değerlendirilmeli.
 
Bu gelişmeler kuşkusuz Türkiye dahil pek çok emperyalizme bağımlı ülke için sistem içindeki boşluklarda özerk hareket etme alanlarını çoğaltıyor. Emperyalizm bağımlılık ilişkisinin doğasında da olan özerk alanlarda hareket imkanı, ABD hegemonyası sonrası dönemde daha da çoğalıyor. Çok kutuplu bir bloklaşma içinde ABD ile pazarlık yürütme ve kimi noktalarda ondan ayrı tutum alabilmeye olanak tanıyacak- alanlar bu dönemin bir özelliği olarak ele alınmalı. 



Türkiye-ABD arasındaki gerilimli ilişkinin nedenlerinden birisi tam da burası. O. Doğu’da, ABD politikaları çerçevesindeki süreç, bir süredir Rusya-İran dengesinin oluşturduğu boşluklarda hareket etmeye çalışıyor. Ekonomik sıkışmalar karşısında da (en son Çin’den alınan kredi ya da daha önce Körfez ülkeleriyle ilişkilerde olduğu üzere) yeni ilişki damarları oluşturulmaya çalışıyor. 

Bu noktalar, ABD ile ilişkilerdeki gerilim dozajını arttırırken aynı zamanda pazarlık alanı da açabiliyor. İktidarın, ABD karşısında bağımsız bir askeri-ekonomik politika izlemeye çalıştığı varsayımı üzerinden, AKP etrafında kurulmaya çalışılan ‘milli mevzi’ yanılsamasının arkasında da bu var. AKP’nin, emperyalizme bağımlı tarihsel gelişimi ile birlikte ılımlı İslamcılık-BOP stratejisiyle döşenen iktidar bugün de Trump’ın başı bozuk hışmına uğramadan gölgesi altına sığınmanın yolları aranıyor. Bunlar bir yana asıl vurgulanması gereken nokta bu geçiş döneminin kimi özerk alanlar yaratmaya (ve hatta burada bağımsızlık mevzileri de kazanmaya) imkan tanıyabilecek boşluklarında hareket etmenin her zaman için mümkün olup olmadığını da düşünmek gerekir. 



AKP, bir süredir O. Doğu üzerinden tam da bu tür taktik hamleler yapıyor. Rusya ile Astana süreci... Afrin operasyonu... Menbiç’te ABD ile ortak kontrol vb adımlar bu şekilde atılabildi. Öte yandan NATO ile gerilimi de yükselterek S-400 alımı... Kimi zaman Şangay’a katılma talebi bu gerilimin unsurları olarak gündeme geliyor. Bunun bir ucunda da R. Zarrab başta olmak üzere ABD’nin taktik hamle kozları var. Bunlar zaman zaman ileri sürülüp geri çekiliyor. Bu tür hamlelerinin, hem Trump için hem de Erdoğan için iç siyasetteki ihtiyaçları çerçevesinde da kimi zaman köpürtüldüğünü hesaba katmak gerekir. Dolayısıyla, olup bitine anlamaya çalışırken konjonktürel faktörlerle yaratılan spekülatif köpükleri gözden kaçırmamak gerekir.

Bunların ötesinde bakarsak Türkiye için bu tür taktik hareket imkanının sınırları bugünlerde belirginleşiyor. Bu sınırın belirleyici noktası ise ekonomik bağımlılık ilişkileri. Herkesin yakından bildiği üzere ekonomi geri dönüşü olmayan bir çöküş yolunda ilerliyor. Geri dönüşsüz diyoruz çünkü tüm üretim dinamikleri bu iktidar eliyle tasfiye edildi. Şimdi, ‘dış güçler ekonomik operasyon çekiyor’ dedikleri yaygaralar bir yana, emperyalizm asıl operasyonunu on yıllardır (ve elbette AKP iktidarları döneminde yoğunlaştırılarak) çekti ! Türkiye şimdi bu operasyonların sonucunda emperyalizme bağımlılık zincirlerini daha derinleşmiş... batık bir ekonomi ile çaresizliğe sürüklenmiş durumda. IMF ile açık ya da gizli bir kredinin de gündemde olduğu bir zamanda bu özerk alanın sınırları tam da burada bitiyor. Ekonomide bağımsızlık dinamiklerini tümüyle kaybetmiş, kapitalist sistemin içinde hareket etmeye devam eden bir ülkenin, bu özerk alanlarda uzun süre kalabilmesi de buralardan yol bularak bağımsızlıkçı nüveler yaratabilmesi de mümkün değil. 



Rahip Brunson gerilimi bu bağlamda, ABD’nin bir güç gösterisi olarak düşünülebilir. Bir yandan kapalı diplomasi-pazarlık sürecindeki mutabakata uyulmaması ama asıl olarak da önümüzdeki günlerde O. Doğu’da İran merkezli yeni kuşatma adımları konusuyla birlikte –genel anlamda bir hiza verme çabasından söz etmek mümkün. Bu gerilimin seyrini önümüzdeki günlerde daha net görmek mümkün olabilecek. Ancak şu aşamada (AKP’nin, kuyruğu dik tutalım minvalindeki açıklamaları bir yana) B. Albayrak’ın yorumu iktidarın (aslında 6.Filo önünde kıbleye duran geleneğin 50 yıllık yorumu) yaklaşımının sarih bir özeti : ‘İpler hiçbir zaman kopmaz. İşte Amerika Kuzey Kore, görüşüyorlar. Toplum ve kamuoyu şunu bilmeli, hepten kopmak ve yakınlaşmak değil. Aynı evin içinde iki kardeş bile, 40 yıllık karı koca eşler bile her konuda anlaşamıyorlar. Bazen tartışıyorlar, sonra anlaşıyorlar.”

Siyasal İslamcılar, NATO zirvesinde Trump-Erdoğan fotoğrafları üzerinden "dünya lideri" PR 'ı yaptıktan sonra şimdi ‘tutuklayın’ manşetleri atarak ancak içine düştükleri çaresizliği ortaya koyuyorlar. Tüm bunlara rağmen Erdoğan ve AKP’yi anti-emperyalizm adına savunduklarını söyleyen şaşkınlık konusunda söylenebilecek pek bir şey kalmadı! Ancak, bu bir tür gerekçe dahi uydurmadan, ana muhalefetin (!) bir noter edasıyla her kritik konuda iktidar destekçiliğine soyunması ülkenin neden bu durumda olduğunu da anlatıyor!



Siyasal İslamcıların durumu 50 yıldır böyle… AKP’de anti-emperyalizm arayanların durumu da farksız… Ancak altı çizilmesi gereken noktalardan birisi de solda, şimdi ABD’nin ekonomik amborgo ya da benzer adımlarıyla iktidara ‘gol atma’ telaşındaki liberal acizlik! Aynı akıl daha önce AKP’yi de (elbette ABD’nin desteğiyle) Türkiye’yi demokratikleştireceği iddiasıyla desteklemişti! Şimdi de, ABD’nin hamleleriyle yeni bir demokratikleşme sürecini bekliyorlar ! O.Doğu’da ABD müdahalelerini bir imkan olarak gören, Kürt hareketi ile birlikte pek çok aktörün yaklaşımına benzer bir şey! Bu şekilde demokrasi ve özgürlükler adına hiçbir şey kazanılamayacağı gerçeği bir yana böylesi bir yaklaşımın solla ilgisinin olmadığı da ortada. 

Türkiye’de gerçek bir demokrasi ve özgürlükler için mücadele edenler, öncelikle emperyalizmin ülkemizi ve bölgemizi sürüklediği bu büyük kuşatmayı reddetmeli. Siyasal İslamcıların ülkemizi emperyalizme bağımlılık içinde sürüklediği bu büyük çaresizlikten kurtarmanın yolu da buradan geçiyor.

6.Filo’nun denize dökülmesinin yıl dönümünde... Bugün de yapılması gereken devrimcilerin 50 yıl önce yaptığını yapmaktan başka bir şey değil!

Önder İşleyen / BİRGÜN

Tevrat, Sevr, BOP ve "Fırat'ın doğusu!" - Arslan BULUT

Nejat Eslen hatırlattı; "ABD'nin güncel hale getirdiği 'Fırat'ın doğusu' tabiri, 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması'nda var" dedi.

Konuyu geçmişte defalarca inceledim ama yeniden bir durum değerlendirmesi yapmak gerekiyor.
Sevr Antlaşması'nın 62 ve 64'üncü maddelerine göre "İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon, Fırat'ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne plebisit yaparak bağımsızlık ilân etmek için başvurabilecek..."ti...

Sevr'in 88-93. maddelerine göre de Osmanlı, Ermenistan Cumhuriyeti'ni tanıyacak; Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecekti. ABD Başkanı Wilson, 22 Kasım 1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerinin Ermenistan'a verildiğini açıklamıştı.

                                                                          ***

Aslında Fırat'ın siyaset dilindeki yeri çok daha eskidir! Tahrif edilmiş Tevrat'ta Yahudilerin vatanı olarak gösterilen yer, Nil'den Fırat'a kadar uzanan topraklardır.

Tevrat'ta çok açık bir şekilde İsrailoğullarına, en Batı'da Akdeniz kıyısındaki bugünkü İsrail topraklarından, doğuda Fırat'a kadar olan bölgeyi işgal etmeleri çağrısında bulunuluyor. Bugünkü planların ana temasını bu ideoloji oluşturuyor ve ABD'nin çıkarları ile bütünleştirilip başka bir renge boyanarak dünya kamuoyuna sunuluyor!

O başka renk Büyük Orta Doğu Projesidir. BOP haritasında "Free Kürdistan" denilen hayali devletin kuzey sınırlarını, Türkiye'den başlamak üzere Fırat oluşturuyor. Yani, o hayali devletin haritası, Erzurum'a hatta Hopa limanına kadar uzanıyor. (Şimdi Ovit ve yeni Zigana tünelleri ile ulaşım da kolaylaştı!) Bu hayali devletin kuzey sınırları, Barzani'nin İnternet sitesinde yayınlanan harita ile birebir örtüşüyor. Ayrıca ADML adıyla Türkiye'de kurulan şirketin "Doğu Anadolu maden arama imtiyaz haritası" ile de tıpatıp aynı! Bu şirketin, "Doğu Karadeniz maden arama imtiyaz haritası"yla da Wilson'a sunulan "Pontus haritası" da birebir aynı... Doğu Karadeniz'deki PKK girişimlerinin stratejik sebebi budur.
                                                                          ***

Bu haritaların hayata geçirilmesi için Türk kimliğinin çözülmesi şarttı. BOP'u geliştiren ve Amerikan devlet stratejisi haline getiren, ünlü tarihçi, Yahudi asıllı Bernard Lewis, 1996 yılında İstanbul'da "Orta Doğu kimliği oluşturmak" üzerine konferans vermiş, Türk, Arap, Fars gibi kimliklerin yerini Orta Doğu kimliğinin alabileceğini savunmuş, hatta bir harita da göstermişti. Harita, Tevrat'taki Büyük İsrail topraklarını gösteriyordu.

İşte Anayasa'dan "Türk kimliği"nin çıkarılarak yerine "Türkiye vatandaşlığı" kimliğinin getirilmek istenmesi, T.C. ibaresinin resmi tabelalardan kaldırılması, "Ne mutlu Türk'üm diyene" felsefesine savaş açılması, "Türk'üm Doğruyum" andının ilkokullardan kaldırılmasının asıl sebebi, BOP haritasını uygulamaktır.

BOP haritasında, "Free Kurdistan" yani "Bağımsız Kürdistan" diye gösterilen bölgede Afrin ve El Bab'ın yer almadığı açıkça görülüyor. Buna karşılık Kürdistan denilen bölgenin, Türkiye'nin de topraklarını kapsayacak şekilde ve "Fırat'ın doğusunda" yer aldığı görülüyor. Haritada Afrin ve El Bab yer almadığı için, Kürdistan'a deniz çıkışı Karadeniz'den; Hopa Limanı'na denk gelecek şekilde veriliyor. Güncel hale gelen İdlip ise daha yeni haritalarda özerk bir devlet olarak gösteriliyor!

                                                                          ***

Bu haritaların hayata geçirilmesi için TSK'ya operasyon yapılması, Doğu ve Güneydoğu illerinde yığınak yapılması, hendekler kazılarak kurtarılmış şehirler oluşturulması da gerekiyordu. Yani Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi FETÖ operasyonları ile Kürt açılımı, Ermeni açılımı gibi süreçler, doğrudan doğruya, BOP haritasının hayata geçirilmesine hizmet ediyor; böylece Tevrat ve Sevr'deki hedefler takip ediliyordu.

Kısacası, Tevrat'tan Sevr'e, Sevr'den BOP'a kadar oyun hep aynı! Sadece kullanılan aktörler ve taktikler değişiyor!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

Adnancı mafyanın sindirdiği yargı! - Mine G. Kırıkkanat

Adnan Hoca mafyasının gençken iyi okullardan derlediği bendeleri arasında doktorlar, mühendisler, akademisyenler vb. olduğu gibi bir de avukat ordusu vardır. 

Beni sanık olarak yargılattıkları davalara bizzat giren Ahmet GündelFatih DoğanGülcan KarakaşTuğba BalNihan Toklu dışında; medyada adları yayımlanan Sinem MollahasanoğluNecati ÖzdemirPelin DurmuşAyfer BayerAysu YılmazAtanur Demir ve Heyam Fidan; kuşkusuz ordunun vitrin kurmayları olup, geri planda daha onlarcası çalışmaktadır. 

Bir davayı kaybedeceklerini anladıkları zaman, bazıları karşılarında devleti temsil eden namuslu yargıçlarla başka bir ülkenin adalet sarayında derdest edilmeleriyle sonuçlanacak bir cüretle kavgaya girmekten çekinmeyen bu avukatlar ile müvekkilleri Adnan Oktar’a yöneltilmesi gereken suçlardan çok ciddi ikisi; “adliyeleri aşırı sayıda gereksiz davayla işgal ederek devleti mali zarara uğratmak” ve “yargıyı haraç aracı olarak kullanmak” olmalıydı! 

Uluslararası hukukta, ota çöpe dava açanlara “litigius” denir. Türkçesiyle “manik davacı” diyebileceğimiz bu kişiler, daha şikâyet aşamasında soruşturma savcısı tarafından engellenerek yargıyı boğmaları önlenir. Ama Adnan Hoca mafyasının, ya “bana bulaşmasın” korkusuyla topu mahkemeye atan ya da bir şekilde pasifize edilen Cumhuriyet savcıları sayesinde, yalnız İstanbul Anadolu Adliyesi’nde 5 binden fazla dava açtığı söyleniyor!
***

Bu davaların yarısı, sosyal medyada çıplak popolarını, silikonla şişirilmiş memelerini bizzat yayımlayan Adnancı dişilere alaycı yorum yazanlara, bu yorumu sadece paylaşmakla yetinenlere; diğer yarısı da Adnan Oktar’ın “yüksek” şahsiyetini ciddi yorum ve yazılarla konu edenlere açılır. Ezici çoğunluğu, ceza davasıdır. 

Oysa ceza davalarında, yargılama giderleri kamu üzerine bırakılır. Ve sanığın avukatı varsa, 2180 TL’lik maktu vekâlet ücreti de hazineden ödenir. 

Adnan Oktar’ın avukatları, bu ülkede binlerce masum ve düzgün insanın hayatını hapis ya da para cezasına çarptırılmak korkusuyla kararttı.

Ama bu avukatlar, kedicik popoları ve çakma mehdinin olmayan onuru adına açtıkları binlerce davayla; sizin benim vergilerimiz demek olan hazineye de milyarlarca liraya mal oldu! 

Bu suç değil midir? 

Gelelim Adnancıların “hukuki” gelir kaynağı, “yargıyı haraç aracı olarak” kullandıkları vurgun tezgâhına… 

Cumhuriyet savcılığına şikâyet başvurusu yapıldığında, savcı soruşturmayı kabul ederse -ki, Adnancıların ciddiyetten uzak şikâyet dilekçelerini reddeden cesur ve dürüst savcı sayısı çok az- dosyayı mahkemeye havale etmeden önce, tam da yargıyı eften püften davalarla boğmamak için kurulan Uzlaştırma’ya gönderir. Uzlaştırmacının amacı, zanlının müştekiye tazminat ödemesi karşılığında dosyayı kapatmaktır. Zanlı uzlaşmayı reddederse, dosya yargıya intikal eder. Kabul ederse, müştekiye istediği parayı öder ve dava açılmaz…
***

Adnancı çetenin mağdurları arasında yaygın bir söylentiye göre; haklarında soruşturma açılan çoğu kişi de Adnancı mafyayla başa çıkamayacaklarını düşünerek, kimi mahkemeye, kimi medyanın diline düşmemek için ‘uzlaştırma’ aşamasında üç bin, beş bin ne istenirse vermekte ve haklarında dava açılmasından böyle kurtulmaktadırlar. 

Mahkemelerde süründürülen binlerce davalı mağdur dışında, pek çok dosyada dava açılmadan uzlaşma sağlandığı düşünülürse; Adnancı mafyanın hukuki    ‘uzlaştırma’  mekanizmasından da milyonlarca lira gelir elde ettiği kolayca anlaşılır! 

Böylesi bir tezgâh, “yargıyı haraç aracı olarak kullanmak” ve bu çok ağır bir suç değilse, ağır suç nedir?

Üstelik bu tezgâh doğruysa, kimse böylesine rodajlı bir vurgunun yargı mensuplarının bilgisi haricinde çalıştırıldığını iddia edemez! 

Kuşkusuz çoğu korkup susmakta, bazıları da şaibelidir. 

Şimdi bu zaten FETÖ’nün çürütüp Adnancıların korkutmadıysa korkuttuğu yargıdan, Adnan Oktar ve mafyasının suçlarını ortaya serip cezalandırması bekleniyor… 

Hadi canım siz de! 

Ben gördüklerimi bilirim, devam gelecek haftaya.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...