9 Ağustos 2018 Perşembe

İlk hedefleri, Fırat ve Dicle havzası! - Arslan BULUT

Emekli yarbay Mustafa Dönmez, 2023-2030 yılları arasında başlamak üzere, dünyanın yeni bir buzul çağına gireceği yönündeki bilim adamlarının iddialarını hatırlattı, Türkiye ve Orta Doğu coğrafyasında terör örgütleri kullanılarak meydana getirilen kargaşanın ve "Fırat'ın doğusu" denilen sorunun, bir de bu açıdan değerlendirilmesi gerektiğini söyledi.


Bilimsel öngörülere göre, dünya buzul çağına girerse, insan hayatının devam edebileceği bölge olarak Türkiye'nin de içinde bulunduğu İslam coğrafyası kalacak. Mezopotamya ise dünyanın cenneti haline gelecek. Fırat ve Dicle boyları, ana yerleşim merkezi olacak!
Öyleyse nükleer güce sahip devletlerin, bu coğrafyaya el koyarak kendi nüfuslarını taşımak gibi projeleri olduğunu da düşünmek gerekir. Rusya ve ABD'nin Suriye'de özerk bölgeler planında anlaşmış olması manidardır.
Büyük Orta Doğu Projesi ise Evangelist kadrolar tarafından her ne kadar Tevrat temelinde dini bir ideoloji gibi tasarlanmış olsa da asıl hedef insanları birbirine kırdırarak coğrafyayı boşaltmak olabilir.

***

Dünyanın yakın zamanda buzul çağına gireceği bir varsayım olabilir. Fakat ABD'nin kendi belgelerinde, 2003 ve 2004 tarihli Rand Corporation raporlarında "İslam içi çatışma stratejisi" vardı. Bu, aslında büyük bir planlamaydı. Nitekim El Kaide'den sonra IŞİD markasını kullanarak, bölgede ciddi bir kaosa sebep oldular.
Türkiye'deki PKK açılımının ardında ise İsrail'in "Mezopotamya Projesi" vardı!
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 2009 yılı Ağustos ayında, Irak, Suriye gezisine çıkmadan önce "İki ülke arasında güçlü bir stratejik iş birliğinin ortaya çıkması, ortak bölge olan Mezopotamya Havzası ve Orta Doğu'yu refah ve istikrar alanı haline dönüştürecektir. Bu bizim vizyonumuzdur" demişti. Eski Amerikan Büyükelçisi Pearson da "Erzurum'dan Bağdat'a kadar uzanan bölge tek bir ekonomik bölge olacak" demiş, ayrıca Barzani'nin İnternet sitesinde, "Bu bölge aynı zamanda tek bir siyasi bölge haline gelecek, TSK bu topraklardan çekilecektir" yorumu yayınlanmıştı.

***

Bu arada, avukatları aracılığı ile konuşan terör örgütünün başı Abdullah Öcalan, şu iddiada bulunmuştu:
"AKP benim yol haritamdan yararlanıyor. Ben yol haritamda Orta Doğu'daki demokratik çözümleri belirtirken Dicle-Fırat Havzası Demokratik Konfederalizmini önermiştim. Davutoğlu şimdi bunun görüşmelerini yapıyor Irak ve Suriye'yle."
Öcalan'ın daha eski tarihli açıklamalarını araştırınca, gerçekten de "Dicle-Fırat havzasında tarım, su ve enerji konfederasyonu" ifadelerini kullandığını görmüştüm..
Avrupa Birliği Komisyonu'nun 6 Ekim 2004 günü açıklanan Türkiye İlerleme Raporu'nda, Dicle ve Fırat havzalarındaki barajların ve sulama tesislerinin İsrail'in de dahil olduğu uluslararası bir konsorsiyum tarafından yönetilmesinden söz ediliyordu.
AKP hükümeti, bir taraftan da GAP ve Orta Anadolu bölgelerinde İsrail yatırımlarının önünü açıyordu. İsrail ile imzalanan iki mutabakat metni 5 Ekim 2004 günü Resmi Gazete'de yayınlanıyordu.
Birincisinde, İsrail, GAP bölgesi ve Orta Anadolu'ya sulama tesisleri yatırımı için davet ediliyor, ikincisinde ise bu tesislerin uluslararası yönetime kavuşturulacağı belirtiliyordu!

***

Eski Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp, "Fırat ve Dicle'nin toplandığı suların havzası sadece Şanlıurfa veya Mardin'le sınırlı değildir. Kuzeyde Erzurum Palandöken Dağı'na kadar uzanır bu sınır. 'Suların idaresi 'ne demek? Bu, Palandöken'den itibaren, idareyi onların eline vermektir. Ayrıca bu konsorsiyumda İsrail'in işi ne?" demişti.
2018 yılı Mart ayında ise su kaynaklarının özelleştirilmesi, yasaya bağlandı!
CHP İstanbul Milletvekili Gülay Yedekçi, "Sularımızın özelleştirilmek istenmesiyle emperyalist güçlere hizmet mi edilmektedir? Sularımızı özelleştirme kararını veren iktidar mıdır, dış mihraklar mıdır?" diye sormuştu. Yedekçi, 24 Haziran seçimlerinde aday gösterilmedi!
Brunson konusu ise ABD'ye sunulan Türkiye'yi şeytanlaştırma kozu gibi işlev görüyor!
Kamuoyunun bilgisine sunulur!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Cemaatsiz olmak mı, cemaatsiz kalmak mı? - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Gazetecinin kovulmasının "haber değeri" kalmadığı için pek mevzusu olmadı ama Posta, gazetenin 20 yıllık yazarı Yazgülü Aldoğan'ın yazılarına resmen de son verdi. "De" çünkü zaten haftalardır Aldoğan'a aleni bir ambargo uygulanıyordu.
Veda yazısı yazmasına da izin verilmeyen Aldoğan, veda mesajını sosyal medya hesabından yayımladı. Mesajında tartışmaya değer bir de soru vardı:


"Yazgülü Aldoğan tek başına bir kadındır, arkası, cemaati, klübü, şusu busu yoktur, hak hukuk da malum, sürünsün biraz zihniyetine ne çabuk geldik?"

***

Aslında çok da çabuk gelmedik!

***

"Güler Kömürcü tek başına bir kadındır, arkası, cemaati, klübü, şusu busu yoktur, hak hukuk da malum, sürünsün biraz"la geldik mesela;
Ergenekon yaftalı kumpasta, hiçbir suç içermeyen "mahremi" üzerinden ve meslektaşları aracılığıyla linç edilip de, "aranılan bir yazar"ken kendisine yazacak gazete bulamaz hale "getirilişine" sessiz kalan "cemaatli" kadınların suskunluğu besledi bu zihniyeti...
"Banu Avar, tek başına bir kadındır, arkası, cemaati, klübü, şusu busu yoktur, hak hukuk da malum, sürünsün biraz"la geldik;
"Gerçek"le yüzleşecek, gerçeği sırtlayıp taşıyacak cesaretleri de omurgaları da olmadığından neredeyse "vebalı" muamelesi yapan "cemaatli" meslektaşlarımız besledi...
"Müyesser Yıldız tek başına bir kadındır, arkası, cemaati, klübü, şusu busu yoktur, hak hukuk da malum, sürünsün biraz"la geldik…
Oda TV kumpasındaki en ağır bedellerden birini ödediği halde, o dönem Emine Ülker Tarhan'ın duyarlılığı sayesindeki geçici "mecburi objektif yöneltiş" dışında yok sayan "cemaatli" gazetecilerin suskunluğu besledi...
Bugüne kadar hiç yazmamıştım ama etkilerini bugün hâlâ acı biçimde yaşadığım için Allah'ın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok;
"Selcan Taşçı tek başına bir kadındır, arkası, cemaati, klübü, şusu busu yoktur, hak hukuk da malum, sürünsün biraz"la geldik...
Sadece ama sadece "Yeniçağ'da yazıyor" gerekçesiyle bir de değil üst üste iki defa ekmeğim elimden alındığında haksızlığa uğradığımı bile bile susan, sineye çeken, böyle bir ayıp yaşanmamış gibi yapıp el âleme milliyetçi, toplumcu, ahlakçı iktidar masalları anlatan arkadaşlarımın suskunluğu besledi...
Her suskunun gerekçesi aynıydı;
Ya bana da dokunursa!

***

Mesele Yazgülü Aldoğan'ın cemaatsiz olması değil başını azıcık kaldıranın yılan muamelesi gördüğü bir dönemden geçiyor olmasak onu pekala sarıp sarmalayacak, hakkını hukukunu korumak için kora kor mücadele bayrağı açacak, dayanışacak meslektaşlarının onu "kamusal alandaki" terki diyarı; yoksa afişe olmayacak şekilde, perde arkasında arayıp soruyorlardır yine!
Velhasıl mesele;
Aldoğan yahut diğer gazetecilerin cemaatsiz (elbette malum cemaatleşme değil bahsettiğim) olması değil cemaatsiz kalması!
Mesele riyakarlık...
Haksızlık da olmasın, bir karakter zafiyetinin ötesine geçti hanidir bu ülkede "karakterli" duramamak!!!
Mesele "arkamızda", "yanımızda" sandığımız kişilerin, kurumların, grupların "korku" sopasıyla dizlerinin kırılması; adım atamaz olması...


 Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

8 Ağustos 2018 Çarşamba

‘Üniversite pazarı’nın düşündürdükleri - TAYFUN ATAY

“Üniversite pazarı” başlıklı yazıma geribildirimler geldi. Bunların bir kısmı benim bir vakıf üniversitesinde de çalışmakta olmam üzerinden ne hakla böyle yazabildiğimi sorup sorgulama cihetinde oldu. Bir kısmı yaptığım genel değerlendirme dışında kalan özel/istisna olumlu verilerden hareketle haksızlık vurgusunda bulundu. Ama tabii bir yandan da “fazlası yok eksiği var” diyen, hatta üniversite bağlamında öğrenci ve hocalara “sektör ve patronaj” karşısında “iltimas” geçtiğimden dem vurarak onların da masum olmadığına dikkatimi “haşince” geçen dostlar oldu. 


Ben yazdıklarımın noktasına virgülüne kadar arkasındayım; onların içerisinde savunamayacağım hiçbir şey yok ve bu geri bildirimlere dilim döndüğünce cevabî açıklamalarda bulundum. Ancak bunlar arasında bir tanesi var ki gerek üslubu gerek içeriği itibarıyla daha geniş bir ilgiye açılmayı hak ediyor. Bir “can dost”, Prof. Dr. Semih Bilgen yazdıklarımın “düşündürücü” olduğu değerlendirmesiyle (ki ben onun zarafet ve inceliği nedeniyle “üzücü” demek yerine düşündürücü demeyi seçtiğini kuvvetle tahmin ediyorum!) hem karşı çıktığı hem de katıldığı noktaları belirten bir mektup gönderdi. 

Sevgili hocamızın mektubuna cevabımı ona gönderdim. Burada ise bir   “asimetri”  yaratmaktan hassasiyetle kaçınarak yazdıklarını herhangi bir karşı görüş bildirmeden paylaşacağım. Sadece köşemizin sınırları doğrultusunda, kendisinin de onayını alarak bazı kısaltmalara gittim yazısında. 
Söz Prof. Bilgen’de…
***

“Çok değerli akademisyen, yazar, gazeteci Tayfun Atay’ın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ‘Üniversite Pazarı’ başlıklı yazısı beni düşündürdü. Bir vakıf üniversitesinde mühendislik fakültesi dekanı olarak görev yapıyorum. Biz de aynı onun değindiği gibi sanayi ile ilişkilerimizin yakınlığından, uluslararası bağlantılarımızın güçlülüğünden, akreditasyonlarımızdan söz ediyoruz. Öğrenci adaylarına ve ailelerine bunları anlatıyoruz. Görüşlerine içtenlikle çok değer verdiğim Tayfun Hoca, ‘İnanıyor musunuz; yoksa gülüyor musunuz bu yıllardır karşımızda sergilenen, artık kanıksadığımız trajikomediye’ diye soruyor.
 
Ben inanıyorum Tayfun Hocam. 
Ben insanlara inanmadığım şeyi anlatmıyorum. 20. yüzyılın öne çıkarttığı mesleklerden olan pazarlamacılık da bence saygın bir meslektir, ama ben kendimi pazarlamacı değil akademisyen olarak tanımlıyorum. Bana danışan ailelere, öğrencilere kendi fakültemi, kendi üniversitemi elbette anlatıyorum, ama üniversite nedir, ne olmalıdır, üniversite öğrenimi nasıl olur, nasıl olmalıdır, toplumla, doğayla ilişkilerde üniversitenin yeri nedir, bunlardan söz ediyorum. 

Evet, sanayi ile ilişkilerimizden söz ediyoruz. Bu sene yeni bir program başlatıyoruz; çeşitli sanayi kuruluşlarıyla birlikte öğrencilerimiz birinci sınıftan başlayarak her düzeydeki derslerinde doğrudan doğruya sanayicilerle bir araya gelecek, onlarla akademisyenlerin birlikte tanımlayacakları projelerde görev ve sorumluluk alacaklar. Evet, uluslararası ilişkilerimizden söz ediyoruz. Ama ‘Erasmus, Erasmus, Erasmus!’ diye tekrarlamıyoruz. Evet, bizim üniversitemiz de Erasmus kapsamında yurtdışı deneyimi kazanmak isteyen öğrencilerimize destek veriyor, ama başka programlarımız da var. Dünyanın her köşesindeki yüzlerce üniversite ile anlaşmalarımız var. Akademisyen değiş tokuşu yapıyoruz. ‘Trajikomedi’ bunun neresinde? 
Ya akreditasyon konusu? Yaptığınız işin sizin kendi tanımladığınız hedeflere uygun olup olmadığının evrensel ölçütlerle değerlendirilmesi gerçekten yalnızca ‘gel vatandaş, gel!’ çığırtkanlığından mı ibaret? Bence değil değerli Hocam! O akreditasyonu almak için kendi çalışmalarımıza nasıl emek harcayarak çekidüzen veriyoruz ve sonrasında da yaptığımız işin daha düzgün olması dolayısıyla kendi yüreğimizdeki, kendi sağ duyumuzdaki yargıç ile nasıl daha barışık yaşayabiliyoruz; bunlar hiç mi önemli değil? 

Ha, ‘-mış gibi yapmak’ konusuna gelince, bakın orada size yüzde yüz katılırım. Fildişi kulede değil, sanayi ile iş dünyası ile iç içe çalışmak; getirdiği tüm külfete katlanıp yaptığınız işin evrensel geçerliliğini kanıtlayarak akreditasyon almak ne kadar saygın işler ise, bunları ahbap çavuş ilişkileriyle kotarmak, yapmadığınız işleri yapmış gibi satmak ve sizin sözlerinizle ‘bilgi üretimini, eğitim disiplinini, eleştirel düşünceyi hiç mi hiç iplemeyen, kâr-zarar hesabı doğrultusunda ve birbiriyle yarışan girişimcilerden mürekkep bir üniversite sektörü’ içinde yer almak da o kadar utanılası, o kadar ayıptır. 
‘Mış gibi yapma’ hastalığı korkunç. Yazdığınız gibi ‘Baudrillard’ın simülasyon evreninin, yani her yerde, her alanda, her mecrada tıpkısının aynısı benzetimler dünyasının eğitim/bilim/üniversite dünyasına da bulaşmış olduğu acı bir gerçek. Çok haklısınız. Ama her hastalıkta olduğu gibi, bazı organlar, bazı dokular, hastalığın dışında kalmak için çırpınıyor. Hepsini bir kalemde silmek yerine o hastalıktan kendini korumaya çalışanları kollamak, çoğaltmak gerekiyor değerli Tayfun Hocam. Ayırt etmek kolay iş değil; ama sanırım buna çaba göstermek de benzetimler dünyasının kurbanı olmamanın ilk adımı. 
Saygıyla, sevgiyle… 
Semih Bilgen.”

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Krizimiz - CEYDA KARAN

Memleket ahalisi olarak yoksullaşmamızı anbean dehşet içerisinde izliyoruz. Türk Lirası’nın pula dönüşüverdiği dolar krizi nereye varacak derken, dün nihayet ‘iç ferahlatan’(!) haberler sökün etti... 

Ankara, verili ekonomik krizi kendisiyle ‘papaz olunca’ tetiklettiği ABD’yle ‘ön mutabakat’ sağlamış. Adalet, enerji ve dışişleri bakanlıklarından bir heyet Washington’a gidecekmiş. Hasılı, talimatı cumartesi günü verilmiş ‘misilleme’ yok, heyet var. 

Bunu dün ayrıca ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nin “Mevcut gerginliklere rağmen ABD, Türkiye’nin sağlam bir dostu ve müttefiki olmayı sürdürmektedir” beyanı izleyince, ahali ‘soluklanıverdi’. İzahata gerekçe olan –ismi belirsiz-Amerikalı yetkilinin doların 7 TL olacağı tahmininde bulunmuşluğunun da ‘temelsiz ve sorumsuz bir haber’ olduğunu da öğrenmiş(!) olduk. 

Döviz krizini ahaliye haber vermeye tenezzül etmezken, ‘ekonomik savaşa maruz kaldığımızı’ anlatan yandaş medyanın, dolar için moda tabirinden yola çıkarsak herhalde şu saptama yapılabilir: ‘Gevşeyebilirsiniz’.

***

Olup bitenler, memleketi yöneten zihniyetin, Batı’nın müesses nizamında gedikler oluşturan küresel sarsılma döneminde, ‘çok kutupluluğu’ zorlayan dağınık bloğa da oynayarak ‘şark kurnazlığına’ kalkışmasının sonucu gibi görünüyor... Trajikomik olanı Türkiye’yi bizatihi bu emperyalist sisteme tümden eklemlemişlerin bu işlere kalkışıp yüzüne gözüne bulaştırması.
***

Bu açıdan Türkiye için yapılan kıyaslamalar pek tuhaf. Misal son dönemde moda Rusya, İran ve Venezüella ‘öcülerini’ göstermek.
 
♦ Rusya dediğimiz Sovyetler mirası üzerinde, siyasi, askeri ve ekonomik kapasitesini ‘çok kutupluluğu’ zorlayarak kullanmaya çalışan bir nükleer güç. Çarlık ve Sovyetler’i harmanlayan ‘Putinizm’ üzerinden Batı’nın hegemonik sistemiyle bilek güreşinde. 2000’lerin başından bu yana ne vakit petrol fiyatları düşse ‘ekonomik çıkmazla batacağı’ söylenen ülke. Doğalgaz ve petrol üreticisi. Başta savunma olmak üzere gelişmiş sanayisi var. Bizim iki bakana konulan cinsten değil, hakiki yaptırım altında. Misal Ukrayna krizinin tetiklediği yaptırımlar sayesinde kendi tarımını dört senede geliştiriverdi. Ekonomik dertleri bitmese bile dış ticareti fazla vermekte. Yeltsinli kaos yıllarının sonucunda 1999’daki ekonomik verilerle bugün kıyas kabul etmez. 

♦ İran, İslam Devrimi’nden bu yana bizatihi sistemik tercihlerinden ötürü yaptırımlar altında. Yurtdışında mal varlıklarına el konulmuş, kısa süreli nükleer anlaşmanın aşamalı uygulanmasıyla nefes alması bile mümkün olmamışken yeniden topun ağzında. Petrol zengini ama petrolünü pazarlayıp satamıyor. Uluslararası bankacılık sistemine erişimi yok. Amerikalı yetkililer alenen rejim değişikliği ve hatta bu ülkeyi işgale kalkışmaktan dahi söz edebiliyorlar. 

♦ Venezüella, Güney Amerika’da Bolivarcı fırtınanın tersine çevrilmesiyle kalan neredeyse tek ‘sol eğilimli’ memleket. Kapitalist üretim biçimini ve tekelci oligarşik yapıyı dönüştürmeden petrol gelirini kullanarak paylaşımı kölelik koşullarında yaşayan nüfusunun ezici kısmından yana kullanan ‘mutabakatçı sol’ tarafından yönetiliyor. Kötü de yönetiliyor. Öyle ki solcuların takkeyi önlerine koyup düşünmesi gerekiyor.

***

Elbette ekonomistler temel parametreler üzerinden değerlendirmeler yapabilirler. Ancak üç ülkenin ne siyasi duruşları, ne ekonomik yapıları, ne de liderliklerinin Türkiye ile akrabalığı var. İçi boşaltılmış anti-emperyalizm retoriği üzerinden kıyaslamalar da, ‘otoriterlik’ ve ‘tek adamlık’ söylemleri üzerinden paralellikler kurmak da manasız. 
Batılıların Türkiye ile ‘tek adamlık’ yahut ‘otoriterlik’ derdi olduğunu iddia edenler önce bize ABD yönetimleri yahut Avrupa ülkelerinin 40 yıldır dünyanın dört yanındaki diktatörlerle veya örneğin Körfez’in mutlak monarşileriyle cicili bicili ilişkilerini izah etmeleri icap eder.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Suudilerin Kanada kızgınlığı - MUSTAFA K. ERDEMOL

Beklenmedik kriz denmesinde haklılık payı var. Suudi Arabistan’ın eleştiriye tahammülü olmadığı bilinir ama Kanada’ya bu kadar çok öfkeleneceği kimsenin aklına gelmemişti. Suudi Krallık, Kanada’nın Riyad Büyükelçisi Dennis Horak’ı kovdu, Kanada ile de ticari, siyasi tüm ilişkilerini dondurdu.
Kriz”in nedeni Kanada’nın, Suudi yetkililere, yakınlarda tutuklanan kadın hakları savunucusu Samar Bedevi’nin “serbest bırakılması” yönünde çağrılar yapması. Samar Bedevi halen Suudi Arabistan’da cezaevinde olan muhalif blog yazarı Raif Bedevi’nin de kız kardeşi.


Suudi Arabistan’ın böylesine ciddi adımlar atması Kanada üzerinde etkili olabilir mi? Yani Ottowa geri adım atabilir mi eleştirilerinde? Dün Kanada yetkilileri yaptıkları açıklamada, kendilerine “ içişlerimize karışıyor” diyen Suudi Arabistan’a “kadın hakları söz konusu oldu mu, aynı tutumu alırız” yanıtını verdi. Saygıdeğer bir tutum ama gerçekten sürdürebilir mi Kanada bu tutumunu?

Zor görülüyor. Çünkü Suudi Arabistan ile Kanada’nın geçen yıl yaptıkları ticaret hacmi 4 milyar doları aştı. Bu ticarette karlı çıkan taraf Kanada. Bu gelirin büyük kısmı 2014 yılında yapılan 15 milyar Kanada Doları tutarındaki anlaşma gereği Suudilere sattığı silahlardan gelmişti. Krallık’a anlaşma gereği daha 119 parça ağır silah satacak olan Kanada, Suudi Arabistan’ın ABD’den sonra silah satın aldığı en önemli silah üreticisi ülke.

Bu miktarda bir silah anlaşması Suudilerden çok Kanada için önemli. Bu Suudi Arabistan için büyük miktar sayılmaz, çünkü ABD ile yakın tarihte yaklaşık 110 milyar dolarlık silah anlaşması yapmış bir ülke Suudi Arabistan. Bir konu daha var o da şu; Suudi Arabistan, Arap Yarımadası’nın dokuz ülkesi arasında Kanada’nın en büyük ticaret ortağıdır. Orta Doğu’da da ikinci en büyük ihracat pazarı durumunda.

Kanada iç politikasında Suudi Arabistan’la yapılan silah anlaşmasına ciddi itirazlar oldu. Bu itirazlar “ilerici” Başbakan Justin Trudeau’nun anlaşmayı onaylamasına engel olmadı. Sol eğimli Yeni Demokrat PartiYemen’de Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon güçlerinin yaptıklarını hükümete hatırlatarak silah anlaşmasının iptalini istemişti. Kanada hükümeti yükselen baskılar sonucu anlaşmayla ilgili bir soruşturma başlattı. Ulaştığı sonuç, Kanada’nın Suudilere sattığı silahların hiçbir biçimde “insan hakları ihlalleri”nde kullanılmadığıydı.

Kanada’da anlaşmaya karşı çıkanlar birçok batı ülkesinin insan hakları ihlallerinden duydukları kaygıdan ötürü Suudi Arabistan’a silah satmaktan vazgeçtiklerini hatırlattılar hükümete. Haklıydılar, Almanya ile Belçika Suudi Arabistan’a silah satmayı reddetmiş, İsveç ise 2015 yılında Suudi Arabistan
ile uzun zamandır devam eden savunma anlaşmasını iptal etmişti.

İlişkilerin bozulmasından Kanada’nın daha çok zarar göreceği kesin. Suudi Arabistan, Kanada’ya karşı aldığı tutumu daha da ileri götürerek adı geçen ülkede Kraliyet bursu ile eğitim görmekte olan 8 bin Suudi öğrenci ile bu ülkeye gönderilmiş olan 6400 aileyi ülkeye geri çağırdı. Bu, Kanada için milyonlarca dolarlık bir kaynağın kesilmesi demek.

Suudi diplomatik hamlesi ile yarar mı peki? Kanada tüm bu kayıpları göze alarak tutumunu sürdürebilir belki. Çünkü Kanada hükümetine iç baskı çok yoğun. TrudeauSuudi Arabistan’la yapılan silah anlaşmasını onayladığı için bir seçim yenilgisi yaşamak istemez. Bu nedenle Suudi Arabistan’a Samar Bedevi üzerinden çıkış yapması gerektiği ortada.

Beni asıl şaşırtan Suudi Krallık’ın aldığı tavrı destekleyenler arasında Filistinyönetiminin de olması. BAE ve Bahreyn’in verdiği destek anlaşabilir de Filistin’in tavrını anlamak kolay değil.

Riyad’ın Kanada’ya karşı aldığı tutum, aslında sıkıştığı Yemen’de insan hakları ihlali yaptığı için kendisine tavır alıp silah anlaşmalarını iptal eden ya da silah satmayacağını söyleyen ülkelere bir gözdağı. Suudi Arabistan ekonomik gücünü kullanarak şimdilik Kanada’ya patladı.

Bakalım sıradaki ülke hangisi olacak?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Sayıların siyasi anlamı - SELİN SAYEK BÖKE

Peki şimdi kaç oldu? Bu hafta boyunca Türkiye’de en çok sorulan soru bu oldu. Kimimiz için ödeyeceğimiz borç yükünün artışı kaygısı, kimimiz için maliyetlerin artmasıyla üretim bantlarının devamını sağlayabilme endişesi, kimimiz için işten çıkarılabileceği korkusunun cisimleşmiş hali bu soru.
Dolar 5.40 TL’yi gördü. 

Siz bu yazıyı okurken kaçı görmüş olacak hiç belli değil.

Oysa belli olması çok önemli. Zira ekonomimiz 466,7 milyar dolar borçla dışarıya göbekten bağlı. Önümüzdeki 12 ayda geri ödenmesi gereken 180 milyar dolarlık borç ve 57 milyar dolarlık cari açığın doğurduğu döviz ihtiyacı, kurdaki bu değişikliğin sayısal yükünü açıkca ortaya seriveriyor.

TL sadece dolara karşı değer kaybetmiyor. TL’nin tüm para birimlerine karşı değer kaybediyor olması, sorunun Türkiye ekonomisinin yapısından kaynaklandığının en açık göstergesi. Bugün döviz ve faizdeki sarmal, dış güçlerin etkisiyle değil, dış güçlerin etkisini bu derece arttıran bir ekonomik düzen kurulmuş olduğu için yaşanıyor. Yani Türkiye ekonomisini göbekten dışarıya bağlayanlar nedeniyle…

TL’deki değer kaybı son günlerde çok hızlandığından olmalı, Türkiye ekonomisindeki bütün yapısal sorunlar unutulmuş sanki tek sebep bugün yaşanan ABD ile olan gerginlikmiş gibi sunuluyor. Oysa şu veri bile meselenin birkaç günün meselesi olmadığını çok açıkça ortaya koymaya yetiyor: 5 yıl önce bugünlerde döviz 1.92 düzeyindeydi. 1 yıl önce bugünlerde 3.54 düzeyindeydi. 6 ay önce 3.80 düzeyindeydi. Yani TL düzenli bir biçimde 5 yıldır dolara karşı değer kaybediyor. Esas anlamamız gereken, çare üretmemiz gereken işte bu süreklilik kazanmış olan değer kaybı eğilimi!

Sürekli borç almaya muhtaç olan ve ekonomik kapasitesine hiç yatırım yapmamış bir ülkeye dönüştürülen Türkiye’ye borç verecek olanlar, hangi saikle borç verir? Öyle ki ülkenin borcunu geri ödeyebilmesi için gereken geliri yaratacak üretimi yok. Varını yoğunu betonlara gömmüş. Kamu ihaleleri üç-beş rantçı müteahhiti zenginleştirecek şekilde dağıtılmış. Hukuk bitirilmiş. Ülkeye dair herhangi bir kararı tek kişinin vereceği başkanlık adı verilen bir yönetim anlayışı getirilmiş. Demokrasi ve o demokrasinin temsil edildiği Meclis tamamen etkisizleştirilmiş. Bu durumda borç verenler nasıl bir faiz talep ederler? Daha düşük mü yoksa fahiş şekilde yüksek mi? Değer kaybeden paradan ve yükselen faizden kim sorumlu?

Mesele belli. Başkanlık rejimini kuranlar, bu düzenin ortağı rantçılar ve talancılar bugün hızlanarak altında kaldığımız TL değer kaybının ve faiz artışının sorumlusudur. Bu ülkenin yüzde 1’ini oluşturanlar, kendi geleceklerini bu toplumunun yüzde 99’unun geleceğinden daha değerli gören bir pervasızlıkla ülkeyi bu krizin içine el birliğiyle sürüklediler. Üstelik kurdukları bu düzende yüzde 99’u hep yok sayarak!

Zamlar, peşi sıra geldi. Gelmeye devam edecek. Üretim ithal girdiye bağımlı olduğu için TL her değer kaybettiğinde daha pahalı. Maliyetler artıyor. TL’deki bu değer kaybı enflasyon demek.

Ücretleri reel olarak düşürmenin taşları da döşendi. Asla tutturulamayan enflasyon hedefini amacından saptırıp calışanların ücretlerini düşürecek bir araca dönüştürme niyetini ‘’bağımsız’’ Merkez Bankası başkanına açıklattılar.
Artan zamlar ve vergiler, döviz kurundaki sert değer kaybıyla veya doğrudan düşürülen reel ücretler, hepsi ‘’kemer sıkma’’ politikalarının parçası. Üstelik, bu içine girdiğimiz döviz ve muhtemel borç krizi derinleştikçe IMF’nin de kapısını çalacaklar. Yani bugün IMF’siz başlayan kemer sıkma politikaları IMF ile devam edecek.

Yani yine, neoliberal düzenin ve onun siyasetinin dayattığı reçeteyi koyacaklar önümüze: Kemer sıkılmalı! Ama sıkılan kemer vatandaşın, emekçinin, yüzde 99’un olmalı. O kemer sıkılırken sorunun üzerine kimliklerden oluşan bir siyasi sosu da boca ediverirler. Bu siyasi sos kimi ülkede göçmenler, kimi ülkede inançlar, kimi ülkede milliyetçi değerler olur.

Avrupa örneklerinde krizin faturasının da krizden çıkışın reçetesinin içeriğinin de merkez sol partilerin politika tercihleriyle şekillendiğini gördük. Krizler sonrasında meydanları acı reçete karşıtı gösteriler doldurdu. Bunun yarattığı siyasi dinamik kimi ülkelerde sol siyasetin iktidarına, kiminde aşırı milliyetçi ve aşırı sağ siyasetin büyümesine yol açtı. Sol siyasetin büyüdüğü ülkelerde “kemer sıkmanın” ve krizin faturasının emekçilere yüklenmesinin reddine zemin hazırlandı. Oysa ”sol”un dahi neoliberal reçeteleri kabul ettiği örneklerde kimlik siyaseti herşeyi yuttu.

Örneğin, 2000’ler boyunca Portekiz çöküşü diye adlandırılan bir ekonomik yavaşlamanın ve derin krizin ardından Portekiz örneği. Sol değerlere dayanan ekonomik çözümle ekonomi büyüdü, kamu yatırımları da özel sektör yatırımları da arttı, işsizlik azaldı. Özelleştirmeler tersine çevrildi. Asgari ücret arttırıldı. Yoksul ailelerin enerji yükü hafifletildi. Ve tüm bunları yapmak için sosyal demokrat bir ekonomik anlayışla, kazanca göre vergi getirildi.

Oysa Avrupa’da birçok ülkede kemer sıkma politikaları uygulandı. Ve o ülkelerde ekonomi büyümedi. Ücretler azaldı. İşsizlik arttı. Sağlık hizmetleri kısıldı, çocuk ölümleri ve intiharlar arttı. İnsanlar evsiz kaldı. Üstelik de kemer sıkma politikalarını sahiplenerek sağa benzemeye çalışan sosyal demokrat siyasi partiler de krizin altında yok oldular.

Şimdi bize de başka alternatif yok, diye dayatılacak, olağanüstü koşullar var mecburuz, diyerek üzerimize boca edilecek olan bu acı reçeteye karşı çıkma zamanı. Emek, verimlilik ve sosyal programlar odaklı bir sosyal devlet anlayışını kurmanın siyasetinden geçiyor bunun yolu. Kemer sıkmaya direnen, acı reçeteyi gerçek sorumlularına yükleyen bir siyasetle bu popülizm dalgasını siyasete alet eden anlayışın önüne geçmek de ekonomiyi ayağa kaldırmak da mümkün.

Kemeri sıkılan değil, giysisi yeniden dikilen bir ekonomi ve bunun siyaseti… Yaşamın dayattığı o acil ihtiyacı, sayıların ötesinde okumakla başlayacak. Karşısına çıkan sayıların siyasi anlamını okursa eğer siyasetçiler, işte o zaman açılacak belki de bu siyasetin ve Türkiye’nin önü…

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

7 Ağustos 2018 Salı

Sanat yoluyla işlenecek hiçbir suç yoktur…- ORHAN AYDIN

48 yıl öncesine savrulduk.
Yani 12 Mart faşist darbesi yıllarına.
Sıkıyönetim koşullarında; ülkenin tüm değerlerinin asker postalları, tanklarıyla, polis coplarıyla, zindanları ve işkence haneleriyle çiğnendiği, sanatın zincirlendiği, umut arayan işçinin emekçinin kelepçelendiği, tüm hak ve özgürlüklerin tırpanlandığı o kara günlere.
OHAL’in sürekli kılınması ve Yeni Türkiye masalı bana yalnızca bu kara günleri anımsatmakta kalmıyor, Cumhuriyet ve kazanımlarının yok edilmesiyle, dipsiz kuyunun akrep ve çıyanlardan oluşan bir zifiri karanlık olduğunun işaretlerini de sunuyor.
Yeni Türkiye denilen ucube, sanat hayatının sanatsal yaratma özgürlüğünün üstüne kezzap atarak yükselmeyi düşlüyor.
Artık bir kentte ya da her hangi bir yerleşim yerinde sanatsal etkinlik yapmak izne tabi.
Önce her biri Cumhurbaşkanına bağlanan mülki amire bir dilekçe ile başvuracaksınız, o uygun görürse emniyete bir yazı yazacak, emniyet tüm etkinliğin detaylarından bir dosya vermenizi isteyecek.
Bu bir tiyatro oyunuysa oyunun metni ile birlikte oyuncuların kimlik bilgilerini vereceksiniz. Dinleti ise müzisyenin kimlik bilgileri, söyleyeceği şarkılar listelenecek. Opera, bale ise yine öyle. Film çekeceksiniz senaryoyu ve yine oyuncu, yönetmen, yapımcının kimlik bilgilerini bir dosya ile ileteceksiniz.
Valilik iznine rağmen polis eğer uygun görürse yine polis denetiminde etkinliği yapabileceksiniz.
Heykel, resim sergisi mi açıyorsunuz, aynı yöntemi izleyeceksiniz.
Bu uygulama açık adıyla faşizmdir.

12 Mart ve 12 Eylül generalleri, işkencecileri, askeri savcı ve yargıçları sanat ve sanatçılardan nasıl korkuyor ve yasaklarla, sansürle susturmaya çalışıyorlardı iseler bugün yapılan birebir bunun aynısıdır.
Sanatçının, yaratıcının kim olduğunun önemi yoktur, ne yaptığının önemi vardır.
Bu akıl tiyatroları mühürlemiş, oyunları, filmleri sansürlemiş yasaklamış, yaratıcıları uydurma gerekçelerle, dönemin o çok bilinen 141-142-146 ve 163’üncü maddelerinden yargılamış, çoğumuzu içeri atmaktan geri durmamıştır.

Ben ve onlarca arkadaşım bu süreçleri birebir yaşadık.
Okuyucularımız, seyircilerimiz bileceklerdir, zaman zaman faşizmin sanata ve sanatçıya bu iğrenç saldırılarını tek tek yazdım.
Bugün yapılmak istenen budur.
Bir sanat ürününün denetçisi yalnızca seyircisi ya da alımlayıcısıdır. Bunun dışında hiçbir otoritenin ona müdahale hakkı yoktur.
Devletin yapması gereken sanatçının özgür koşullarda üretim yapmasını sağlamak ve üretilen sanat ürününün halkla buluşmasına katkı sunmaktır.
21. yüzyıldayız. İran mollalarının, Suudi krallarının, IŞİD canilerinin, Hitler ve Mussolini gibi soysuzluğun akıllarıyla sürdürülebilinir bir hayat mümkün değildir.
Bu aklın dayatmasında barış yoktur, eşitlik yoktur, aşk yoktur, kardeşlik yoktur, sevinç yoktur ama kin vardır, nefret vardır, düşmanlık vardır.
Yaşandı yaşanıyor, tanıklık edildi ediliyor.
O toplumlarda şiir ölür, edebiyat ölür, sinema, heykel, müzik, resim, tiyatro ölür.
Bu bir cinayettir.
Toplumlar kültürel zenginliklerini sanat yoluyla, hem kendi insanlığına hem dünya insanlığına taşıdıkça yaşarlar.
Sanatsal özgürlüğün korunması, güçlenerek tüm duvarların yıkılması bunun için önemlidir.
Ne çare ki suskunluğun bataklığında gezinen yaratıcılardan ışık saçacak ses çıkmıyor.
Öte yandan, AKP’nin Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeki dayatmasını reddeden sinema alanındaki vakıflar, dernekler gibi örgütlü çoğulun onurlu çıkışı bir umuttur.
Yapılması gereken bu ahlaklı davranışın izini sürerek, 12 Mart ve 12 Eylül günlerinin faşist aklını yere çalacak bir bildirge yayınlamak, sanat ve sanatçı özgürlüğünün önüne konan dayatmaların kabul edilmeyeceğini ülkeye ve dünyaya deklare etmektir.
Sanattan, sanatçıdan suçlu yaratmaya kalkma geriliği çöpe süpürülmelidir.
Çünkü sanat yoluyla işlenecek hiçbir suç yoktur.

Orhan Aydın / SOL

Hedefteki ülke İran - İBRAHİM VARLI

İran’ı çoktan ‘şeytan’ ilan eden Trump, Tahran’a karşı fiilen savaş başlattı. Tüm itirazlara rağmen nükleer anlaşmayı tek taraflı askıya alan ABD, İran’a yönelik iki aşamalı yeni yaptırımların birinci bölümü dün itibariyle uygulamaya soktu. Ambargo kapsamında, İran’ın dolar ile ticaret yapmasının önüne geçilerek, ülkenin en büyük gelir kaynağı olan petrol ticaretine darbe vurulmakla kalmayıp İran’ın, otomotiv yedek parça ticareti de sınırlandırılacak. İran’a yönelik ilk yaptırım paketinin ikinci bölümü ise 4 Kasım’da devreye girecek.
ABD ambargosundan üçüncü ülkeler de etkilenecek. AB, Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ABD’nin yakın müttefikleri dahi ambargo kararına sert tepki göstererek “AB hukuku ve BMGK kararı uyarınca İran ile meşru ticaret yürüten Avrupalı firmaları koruma konusunda kararlıyız” dedi.


İran’ı sıkıştırma çabası içerisinde olan ABD, ekonomik ve diğer yaptırımlarla İran içinde toplumsal çalkantıya neden olmayı hedefliyor. Böylelikle rejimi içeriden zayıflatmaya çalışacak. Uzun bir süredir hayat pahalılığının protesto edildiği ülkede iç huzursuzluk had safhada.

Bitmeyen kin, adım adım kuşatma
Washington’un uzunca bir süredir İran’a yönelik müdahale planları yaptığı sır değil. ABD’nin etkili dış politika dergilerinden Foreign Policy’de Mark Perry imzalı 28 Haziran tarihli yazıda hangi uçağın, ne cins bombanın nerede kullanılacağı, ne büyüklükte bir güce gereksinim duyulacağı konusunda hem RAND gibi düşünce kuruluşları, hem de ABD silahlı kuvvetleri tarafından yapılmış çalışmalar var.

Foreign Policy, İran’a yapılacak bir müdahalenin etkili olabilmesi için ABD’nin envanterindeki savaş filosunun yüzde 55’ini kullanması gerektiğini dahi yazdı. Öyle ki İran’a özel bir kin besleyen mevcut Savunma Bakanı Mattis, Amerikan güvenliğine yönelik en büyük üç tehdidi sıraladığında “İran, İran, İran” diyerek bu konudaki tavrını açıkça ortaya seriyor.

Yine Trump’ın yeni Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’ın “İran bombalansın da nasıl olursa öyle bombalansın” diye açıklamaları söz konusu.
Trump da seçildiği andan itibaren İran’ı özel hedef aldığını hiç sakınmadı. Her fırsatta yeni hedefin Tahran olduğunu deklare etti.

Neden düğmeye basıldı?
Irak, Yemen, Bahreyn ve Lübnan’da nüfuzunu artıran, Suriye’de de yeni kazanımlar elde eden İran, uzun bir süredir sadece ABD’nin değil, İsrail ve Suudi Arabistan’ın da hedefinde. ABD’nin planı İsrail ve Suudi Arabistan’la birlikte İran’ı kuşatmak ve boyun eğdirmek. Ortadoğu’da istediği oyunu kuramayan ABD’nin bölgesel çıkarlarının ve de Avrasya ile Güneybatı Asya’ya ulaşmasının önündeki en büyük engellerden birisi İran.

Meselenin enerji boyutunun yanı sıra İsrail’in bölgesel güvenliği faktörü de var. Beyaz Saray, Suriye yönetimini devirerek destekçisi İran’ı kuşatmayı ve İsrail için bir tehdit olarak görülen Lübnan Hizbullah’ını da dayanaklarından mahrum bırakmayı amaçlıyor. İran’dan Irak’a, Suriye’nin güneyinden Lübnan’a ulaşan ‘Şii hilali’nin merkez ülkesi İran. Bu bağı kesmek İsrail’in bölgesel güvenliğinin de olmazsa olmaz parçalarından. Suriye’den Filistin’e uzanan coğrafyada yeni planlamalar içerisinde olan ABD’nin bu emellerini gerçekleştirmek için Tahran’ın dize getirilmesi şart.

ABD’nin planlarına rağmen İran’ın Suriye ile birlikte Irak, Lübnan, Yemen ve Bahreyn başta olmak üzere bölgede etkisi hiç olmadığı kadar arttı. Washington için İran’ı kaosa dürüklemek aynı zamanda bölgedeki paylaşım mücadelesinde Tahran ile birlikte doğal bir ittifak kuran Rusya ve Çin’i de rahatsız etmek demek.

Sünni-Arap NATO’su devrede!
Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da istediği oyunu kuramayan Trump, bölgede daha büyük bir kapışmaya hazırlanıyor. Ancak hegemonyası gerileyen ABD’nin siyasi ve diplomatik açıdan başarı elde edebileceği çok fazla manevra alanı kalmadı. Direkt bir saldırıyı göze alabilmesi de kolay değil.

Eski, kudretinde olmadığının bilincinde olan ABD bu hedefine ulaşabilmek için bölge ülkelerini harekete geçirme niyetinde. Sünni-Arap NATO’su olarak adlandırılan askerî gücün oluşturulması da bu plan dahilinde.

S. Arabistan’ın öncülüğünde 6 Körfez Arap ülkesinin yanı sıra Mısır ve Ürdün’ün katılımıyla bir Sünni-Arap askeri gücünün oluşturulmasının temelleri atılmış durumda. Proje son olarak Mayıs ayında Trump’ın, S. Arabistan’a yaptığı ziyaret sırasında gündeme gelmişti. Kısa adı MESA olan “Ortadoğu Stratejik İttifakı” planı ve hedefleri etrafında bir araya gelen Körfez Arap Monarşileri hedeflerinin İran olduğunu açıktan ilan ediyorlar.

Türkiye fırtınanın merkezinde!
İran’a yönelik saldırgan politikalarını artıran ABD’nin ekonomik, mali, askeri planları Türkiye’yi doğrudan etkileyecek. Türkiye’nin bölgede yeni bir kaosa yelken açan ABD’nin yanında saf tutarak İran’ı kuşatmayı tercih etmesi her türlü büyük bir yıkıma yol açacaktır. Yeni Türkiye rejiminin mevcut politikaları fırtınanın ülkeyi teğet geçmeyeceğini gösteriyor.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

‘Kara kutu’da büyük gizlilik - NURCAN GÖKDEMİR

Geliri ile etki alanı giderek büyüyen, faaliyetleri ise Sayıştay tarafından denetlenemeyen Diyanet Vakfı’nın, bu yıl gelir ve giderinin göründüğü bütçe rakamları açıklanmadı.


Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hesaplarının denetlenememesi nedeniyle ‘kara kutu’ olarak isimlendirilen Türkiye Diyanet Vakfı’nın 2017 yılı faaliyet raporunda gelir ve gideri de yer almadı. Holding yapılanmasına sahip olan ve AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da kurban bağışlarını yaparak, işaret ettiği vakfın hesapları ile ilgili gizlilik daha da arttı.

Sayıştay’ın “denetlenmesi gerekir” tespitlerini raporlarına yansıtmasına karşın denetim dışı kalan Türkiye Diyanet Vakfı, 2017 yılı faaliyet raporunu yine gecikmeli açıkladı. Geçen yıl yayımladığı faaliyet raporunda bir önceki yıla göre bütçesi yüzde 90 artarak 791.5 milyona ulaşan vakfın bu yılki bütçe büyüklüğüne raporda yer verilmedi.

2016 yılı faaliyet raporunun son bölümünde yer alan “Mali Bilgiler” başlıklı bölüm bu yıl yazılmadı, bazı faaliyetlere ilişkin sınırlı harcamalar yansıtıldı.

Kısa süre önce özel televizyon kanalı da kuran Diyanet Vakfı’nın rapora yansıyan bazı faaliyetleri ve harcamalar ile gelirler şöyle:

»106 bin 568 kişiden 3 milyon 131 bin 538 TL fitre geliri elde edildi. Yüzde 67.2’lik artışla 453 bin 651 TL fidye bağışı alındı.
»Cami ve mescit inşaatları, eğitim ve yurt inşaatları ile Arakanı Yalnız Bırakma adıyla kampanyalar düzenlendi. 13 milyon 986 bin TL bağış yurtdışı cami inşaatlarına harcandı, eğitim faaliyetleri için toplanan 8 milyon 783 bin TL bağış dağıtıldı. Arakanı Yalnız Bırakma kampanyasında 44 milyon 934 bin TL, Halep’te İnsanlık Ölmesin kampanyasında da 172 milyon 477 bin TL yardım toplandı.
»2001’de 13 bin 408 olan kurban bağışı 2017’de 257 bin 789’a çıktı.
»14 ülkede 23 eğitim kurumunda 8 bin 65 öğrenci okutuldu. Yurtiçinde 19 bin 434 öğrenciye bir kereliğine 250TL, 23 bin 982 öğrenciye de 8 milyon 218 bin TL değerinde bursa ve eğitim yardımı yapıldı.
»7 ülkede 7 cami inşaatı tamamlanırken 8 ülkede de 10 cami projelendirildi.
»1 milyon 3 bin 852 Kuran bağışı yapıldı. 47 ülkede de 17 dilde hazırlanan 582 bin 969 Kuran dağıtıldı. 
»2017 yılına kadar Burkina Faso’da 29, Filistin’de 3, Gana’da 4, Somali’de 5, Gine Bissau’da 3, Kenya’da 10, Çad’da 8, Uganda’da 7, Nijer 6, Zimbabwe 4, Yemen 2, Ruanda, Togo, Sudan’da 1’er olmak üzere toplam 84 su kuyusu açtırıldı.
»73 ülkeden bin 121 öğrenciye eğitim verildi. Bu öğrencilerin ulaşım, sağlık, takviye kurs, kültürel ve sosyal etkinliklerle ilgili giderleri vakıf tarafından karşılandı, öğrencilere 150 TL burs ödemesi yapıldı.
»Yurt içinde bugüne kadar 3 bin 603 cami, 419 mescit, 2 bin 582 Kur’an Kursu, 5 eğitim merkezi, yurt dışında 25 ülkede 100’ün üzerinde cami ve eğitim binası yapan vakıf inşaatları bu yıl da sürdürdü.

                                                            ***
Diyanet Holding
Şirket yapılanmasına sahip olan vakıf bünyesinde şu kuruluş ve iştirakler yer alıyor: “Yayın konularında faaliyet gösteren İLKSAY, çok sayıda yurt ve sosyal tesis işletmesi, inşaat, ticaret ve eğitim konularında görevlendirilen KOMAŞ A.Ş, ticaret ve pazarlama faaliyetleri, lojistik merkezi, hac ve Umre organizasyonlarını yapan GİNTAŞ Turizm ve Seyahat Acentesi, kafeterya işletmeciliği, kolej ve anaokulları, radyo ve televizyon yayınları.”

 NURCAN GÖKDEMİR / BİRGÜN

Venezuela operasyonlarının merkezi Kolombiya: ABD’li General Tidd Bogoto’ya neden gitti? - MUSTAFA K. ERDEMOL

İskandinav ülkeleri geçen yıl Venezuela’daki “aşırı sağcı şiddeti” kınadı. İlerici basın dışında bu haberi bizim “ana akım medyamız” görmedi.

Şubat 2018’de Kolombiya’ya yapılan bir ziyaret çok dikkat çekmedi ama ne kadar önem taşıdığı önceki gün Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro’ya yönelik suikast girişiminden sonra anlaşıldı. ABD Güneysaha Komutanı Amiral Tidd’in Kolombiya Devlet Başkan Yardımcısıyla görüştüğü ziyaretin resmi gerekçesi “Kolombiya’nın Pasifik kıyısındaki uyuşturucu akışını durdurmak için ikili çabaları gözden geçirmek”.

Oysa Venezuela Başsavcısı Tareek William Saab bu konuda farklı bir açıklama yapmıştı. Saab’a göre ziyaretin nedeni “Venezuela ekonomisinin dış müdahalelerle çökertilmesi sonucu Kolombiya’ya başlayacak mülteci akımının bahane edilerek ülkeyi işgal planı hazırlamak.” Saab gibi düşünenlerden biri de Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales. O da Tidd’in ziyaretini “son derece kuşkulu bulduğunu” açıklamıştı.

Kısa bir süre başka bir toplantı daha gerçekleştirildi. Temmuz 2018’de yine ABD, Kolombiya, Meksika ve Panama yetkilileri Kolombiya’nın kıyı kenti Cartagena’da bir araya geldiler. Gerekçe, “yolsuzluk yaptıklarından kuşkulanılan Venezuela yetkilileri hakkında bilgi paylaşımı.” Venezuela’ya uzun zamandır ABD ve Kanada başta olmak üzere birçok ülke tarafından ekonomik yaptırım uygulandığını da anımsatayım. Bu yaptırımlar Venezuela hükümetini zayıflatmaya yönelik çabaların sadece bir parçası.

Dolayısıyla Maduro’ya yönelik suikast girişiminin tüm bu planlarla ilgili olmadığını kimse söyleyemez. ABD neden devirmek istiyor Venezuela’daki yönetimi? Çünkü Venezuela ABD egemenliğinin bölgeyi “rehabilite” etmesine engel. Barack Obama yönetimi Venezuela’yı “ABD’nin ulusal güvenliği ve dış politikası için olağandışı ve sıradışı bir tehdit” olarak nitelendirmişti. Maduro neden Kolombiya’yı suçladı suikast girişimiyle ilgili olarak? ABD için Venezuela engelinin aşılması, tehdidinin bertaraf edilmesi gerekiyor. Bu amaca yönelik operasyonlar için Kolombiya’yı açık açık merkez yapmış durumda ABD. Maduro’nun Kolombiya’yı suçlamasının nedeni bu. ABD, öte yandan siyasi/ekonomik çıkarlarını da Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) aracılığıyla koruyor. OAS aynı zamanda bölgede yaygın olan anti-Amerikancılığa karşı ABD’nin kalkanlarından biri durumda.

Hükümet yetkilileri, Tachira eyaletinde Kolombiya’dan ülkeye sızan altı kişinin gözaltına alındığını açıkladı geçen hafta. Ülkedeki sağcı gruplarla bağlantısı olduğu kanıtlanan bu kişilerin ülkeyi terörize etmek, ekonomik krizi şiddetlendirmek ve ABD’nin “insani” müdahalesini meşrulaştırmak için kaos yaratmayı amaçladığı belirtildi.


Venezuela sağcıları
Başkan Nicolas Maduro ,suikast girişiminden ötürü ABD ile Kolombiya’yı suçladı ama Venezuela sağcılarını da girişimden sorumlu tuttu. Batı medyasının “muhalifler” arasında sayarak ustaca gizlediği sağcı gruplar, oluşumlar bölgenin en berbat fanatiklerini içinde barındırıyor.

Bunun farkına ilk varanlar bölge dışından bazı ülkeler oldu. İskandinav ülkeleri örneğin, geçen yıl Venezuela’daki “aşırı sağcı şiddeti” kınadı. İlerici basın dışında bu haberi “medyamız” görmedi. Danimarka, Norveç, İsveç, Finlandiya ve İzlanda’dan çok sayıda parlamenter, dünyayı Venezuela’da 100’den fazla cana mal olan sağcı şiddeti kınamaya çağıran bir deklarasyon yayımladı. Kendilerini İskandinav Girişimi olarak nitelendiren imzacılar, deklarasyonda “diyalog ve barışçıl bir çözümün, hükümetle muhalefet arasındaki çatışmayı sona erdirmenin en iyi yolu olduğuna ikna olduk. Masum insanların ölümüne, kamu ve özel kurum binalarının tahrip olmasına yol açan şiddet eylemlerini kınıyoruz” demişlerdi.

Şimdi, bakın; deklarasyonda kamu ve özel kurum binaları denmesinin nedeni şu. ABD/Batı medyası muhalefetin barışçıl gösteriler yaptığını iddia ediyor ama şunu hiçbir gazetede okuyamadık. Muhalifler ülke çapında 115 işletmeye saldırıp yağmaladılar. Bolivar eyaletinde 54 halk otobüsü kundaklandı, 51 halk otobüsü de kullanılamayacak kadar tahrip edildi.

Bu arada Venezuela hükümeti muhalefeti bastırmak için hiç de söylendiği gibi hukuk dışına çıkmış da değil. Hükümet, birçok polisi “insan haklarını ihlal ettiği” gerekçesiyle tutukladı. Venezuela Analiz sitesine girip ayrıntılı bilgi edinebilir meraklısı. Venezüella Analizi sitesinin raporları göz ardı edilmemeli. Söz konusu raporlar Salvador Allende’yi düşürmek için kullanılan taktikleriin Venezuela’da da aynen uygulandığını gösteriyor.

Orlando José Figueras adlı 21 yaşındaki satıcı genç 21 Mart’ta, hükümet karşıtı bir gösteri sırasında Altamira’nın orta sınıf semtinde muhalif saldırganlarca dövüldü, bıçaklandı ve ateşe verildi. Suçu Chavez yanlısı olmaktı. Bu vahşetin görüntülerini profesyonel fotoğrafçı Marco Bello kaydetti fotoğraf makinesi ile.

Muhalif saldırganlar birden bire ortaya çıkmış değiller tabii. Aylarca süren bir nefret söylemi kullandılar ülkede. Chavismo (Chavez yanlılığı) sembollerine saldırılar gerçekleştirildi, hükümet binalarına saldırılar yapıldı. örneğin Hugo Chavez Doğum Hastanesi’ne yapılan saldırı bir hayli önemli. Merida eyaletinde yine çok sayıda halk otobüsü ateşe verildi. Chavez semparizanlarının ailelerine tacizler, tecavüzler sıradan olaylar durumunda ülkede.

Venezüella’yı kasıp kavuran politik kutuplaşmaya rağmen, Bolivarcı Cumhuriyet’te nefret/ şiddet geniş destek görmüyor yine de. Nisan 2017’de Hinterlaces kamuoyunun yaptığı bir ankete göre Venezüellalıların yüzde 80’i “bir protesto aracı” olarak şiddetten ve sokak çatışmalarından rahatsızlık duyuyor. Ankete göre Venezüellalıların çoğu barış istiyor ve muhalefetle hükümet arasında müzakereleri destekliyorlar.

Maduro yönetimine karşı muhalefet, aşırı sağdan sosyal demokratlara ve muhalefet partilerinin birçoğundan Birleşik Demokratik Platform (MUD) çatısı altında birtakım siyasi yönelimleri içeriyor. Solda da bir dizi muhalif grup var, fakat MUD’un aksine, bu grupların hiçbiri ABD’nin ülkeye doğrudan ya da dolaylı müdahalesini istemiyor.

Hükümet karşıtı göstericilerin çoğu, muhalefetlerini barışçıl bir şekilde ifade ediyor. Bunu yapmak için meşru endişeleri ve talepleri var. Ama ülkede ABD kaynaklı bir darbeyi destekleyenler de mevcut.

Maskeli çocuklar ‘cephede’
Tarafsız kuruluşların özellikle dikkat çektikleri bir konu da şu; ev yapımı Molotof kokteylleriyle gösterilerin ön safında yer alanlar küçük çocuklar. MUD liderleri tarafından yönlendiriliyor bu çocuklar. Hükümet bu çocukları “kurban” olarak tanımlıyor. Çocukları her türden sömürüye karşı koruyan yasaların ihlal edildiğini gösteren kapsamlı bir raporu UNICEF’e verdi hükümet.

Nefret suçları ve yabancı ülke özellikle Kolombiya kaynaklı paramiliterler güçlerin şiddeti, barikatlardaki pek çok çocuğun varlığı sadece Venezüellalılar için bir sorun değil; yakında, insan hakları ve demokratik değerler adına bir dış müdahale Washington ve müttefikleri için OAS’ta siyasi bir sorun oluşturabilir.

Bu suikastı atlattı Maduro. Diriliş Ertuğrul izlemekten zaman bulup önlem almazsa bir başka suikasttan kurtulması zor olabilir.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Çalışma Bakanlığı yerine aile sadaka bakanlığı mı? - ŞÜKRAN SONER

Dünya ölçeğinde otoriterleşme salgınında dahi, bir benzeri, beteri gösterilemeyecek, partili başkan - tek adam rejimi yetkilerinin üzerine, anayasal düzenin yasaklarından fiili dayatmalarla kaçışlar sayesinde gelinen noktada, dünün son haberi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 73 yıllık geçmişi olan kimliğinin katledilmesi oldu. 

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün olmazsa olmaz ilkeleri çerçevesinde, işçi sınıfı-işveren-devlet, üçlü tarafların örgütlülüklerinin ilişkilerinin düzenlenmesinde taraf olma işlevi yoka sayıldı. Tek adam rejimi adına yapılan son düzenleme ile Çalışma, Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanlığı’na dönüştürüldü. 

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın, hukuk devleti, demokratik düzenlerin olmazsa olmaz evrensel ilkeleri kapsamında, işçi sınıfının örgütleri sendikalar ile işveren örgütleri sendikaları, devletin ortak sorumluluklarında, BM çatısı altında, ILO’da, özgür sendikal haklar, toplu pazarlık düzenleri sözleşmeleri ile, işçilerin sosyal güvenlik kapsamındaki tüm çalışma hakları ve güvenliklerinden sorumlu, devlet adamı hesap vermekten sorumlu kurumu kimliği ayaklar altına alındı. Son Saray kararı karşısında DİSK’ten gelen ilk tepkide, Bakanlığın evrensel ilkeler, hukuk çerçevesindeki işlev ve sorumluluklarından vazgeçilmiş olarak, “aile, sadaka bakanlığına dönüştürülmek istendiği” saptaması yapıldı. 

Türkiye’nin altına imza atmış olduğu, uymak yükümlülüğü olan tüm sözleşmeleri başta, ILO ve BM’nin demokratik, evrensel sözleşmeleri genel ilkeleri, ILO kararları çerçevesinde yeni oluşturulmaya çalışılan birleştirilmiş bakanlık, en başından seçilmiş adı ile çok boyutlu sorunlar odağı olmaya aday görünüyor.

***

Geçmişimizden tanıklık ettiğim ILO genel kurulları kararları, sözleşmelerinden kimi örneklerle, son sürpriz birleştirilmiş bakanlık algısından ortaya çıkabilecek sorunlar için bir fikir vermeye çalışacağım. 

Türkiye, 12 Eylül askeri darbesinin ürünü anayasa ve sendikal haklar ile sosyal güvenlik hakları üzerinden yasaklarla ilişkili hukuk düzenlemeleri yüzünden yıllarca evrensel ölçeklerde çok ağır bedeller ödedi. Her yıl doğal olarak haziran ayı içinde yapılan ILO genel kurullarında ilgili uzmanlık komitelerinde Türkiye aleyhine verilen tarafların katıldıkları tartışmaların sonucu somut kararlar, sadece durum saptamalarının yazılı karar ve raporlarının bir parçasıydılar.
 
Dünyanın en demokratik ülkelerinin bile, çeşitli sözleşme ihlalleri, işçi sınıfının özgür örgütlenme, çalışma haklarının ihlalleri üzerinden hesap vermek zorunda kaldıkları oturumlarda alınan kararlar, sonuç olarak dünya ölçeğinde özgür ticaret ilişkilerinde, yatırımlarda belirleyici ölçümleme aracı olurken devletler adına sorumlu taraf olarak Çalışma bakanlıkları, Dışişleri desteğinde hesap veren konumda rol almaktalar. Türkiye 12 Eylül çalışan haklarına yönelik suçları kapsamında, sadece 1402’likler olarak bilinen üniversiteler ağırlıklı siyasi işten uzaklaştırmalar nedeniyle bile Sendikal Haklar Özgürlükleri Komitesi kararı ile kara listeye alınmıştı. 

DİSK tutuklamaları, işkenceler, yargılamalarıyla başlayan dünya sendikacılık örgütlerinin, Türkiye’nin sendikal haklarının gaspına yönelik sistematik dayanışmaları kapsamında, 12 Eylül sürecinin içinde yaşanan tüm uygulamalar, anayasa ve yasalara gelen sendikal yasaklanmalar bütün süreçleriyle, ayrıntılı gelen yasaklar kapsamlarıyla önce yıl içi, dünya ülkelerindeki gelişmeleri izleyen uzmanlık komitelerinin raporlarına, sonra da haziran genel kurul, ilgili uzmanlık komiteleri çalışmaları, kararlarına birbirinden sert uyarılarla, kararlarla alınmış, Türkiye günümüze kadar sendikal hakları gaspları, geriye gidişi uygulamalarından hesap veren ülke olma konumundan çıkamamıştı.
 
Çarpıcı bir örnek olarak Amerikan siyasi erki tarafından siyaseten çok desteklenmiş sivil Özal iktidarları, hükümetinin, Amerika’dan çok istediği tekstil kotalarını alamadığına tanıklığımı da paylaşmalıyım. Dönemin Türkiye ilişkilerinden sorumlu masanın başkanının birinci ağzından, gazetemizde de yayımlanmış açıklamadaki; “Biz Amerika olarak Türkiye’de bir tek sendikal konfederasyonun varlığını benimsemiştik. Ancak Avrupalı sendikal dostlarımız DİSK’in başına gelenlere çok tepki verdiler. Onları daha fazla üzmek istemiyoruz. Bizde demokrasi var. Meclis’te işçi sendikaları Türkiye’deki sendikal haklar yasakları nedeniyle, tekstil kotalarına, Türkiye’nin korumaya mazhar ülkeler listesine alınmalarına karşı çıkıyorlar..” cümlelerini hiç unutmadım. 

Çalışma Bakanlığı’nın varlık nedeni, işlevleri ile çelişkili “sosyal güvenlik” yerine “sosyal hizmetler” kavramının oturtulması üzerine işçi sınıfı örgütlenme haklarının bir kenara atılıp “aile” kavramı ile sadaka kavramına ağırlık verilmesinin ilanının sonuçlarını çok merak ediyorum...

Şükran Soner / Cumhuriyet