Yemen’deki kıyımı kim durduracak? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) başını çektiği koalisyon güçlerinin Yemen’in kuzeyindeki Sada iline yönelik hava saldırısında çocukları taşıyan bir otobüsü vurup çoğu çocuk 50 kişiyi öldürmelerine bakalım dünyadan ne tepki gelecek? Suriye’de sonradan gerçek olmadığı ortaya çıkan onca yalan katliam haberleri için harekete geçen dünya vicdanı (!) bakalım Suudi-BAE katilliği için de sızlayacak mı?
Bunun yanıtı bence malum, hiçbir şey olmayacak. Olmayacak çünkü Yemen’deki son katliam dahil yaşanan trajedide başta ABD-İngiltere olmak üzere tüm Batı sorumlu. 2015’te Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon güçlerinin Yemen’i işgaline ABD’nin başından beri istihbarat paylaşımı yapıp, hava yakıt ikmali sağlayıp, mühimmat verip desteklediğini, İngiltere’nin Suudi Arabistan’a Yemen’de kullanılmak üzere silah sattığını, Yemen’deki işgal güçlerini eğittiğini bilen herkes son katliama da göz yumulacağını bilir.

Önce şunu netleştirelim; hava saldırılarının liderliğini Suudi Arabistan yapmakta ama şu sıra Yemen’de inisiyatif tamamen Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE). Buradan Suudi’nin bu işte parmağı olmadığı sonucu çıkmasın, ancak Suudi Arabistan, Yemen’deki kirli işlerini artık BAE’ye yaptırmakta. Yemen’in güneyinde 1.000’den fazla Emirlik kuvveti var. Güneydeki yerlileri eğiten de BAE. BAE’nin Kolombiya’dan kiraladığı paralı askerleri de Husi güçlerine karşı kullandığı sır değil. Suudi Arabistan’ın Sudan’dan asker getirtip savaştırdığı gibi yani. BAE liderliğindeki güçler, Husiler için çok önemli olan Hudeyde limanını ele geçirdikten sonra Husi bölgelerinde ciddi bir kıtlık sorunu da baş gösterdi. Çıbanın başı Suudi ise, alt tarafı da BAE’dir.

Biz son müdahaleyi biliyoruz ama Suudi Arabistan’ın Yemen’e müdahalesi yeni değil. İki ülke 1943’te bir de sınır savaşı yaşadı. Bu sınır anlaşmazlığı 1990’lara kadar çatışmalar halinde devam edegeldi hep. 2000 yılında yapılan bir anlaşmayla sözümona sonuçlandı bu çatışmalar ama 2015’te İran etkisini bahane ederek Suudi Arabistan müttefikleriyle beraber yeniden ancak bu kez çok vahşice çullandı bu güzel ülkeye. Suudi krallığının Vahhabi ideolojiyi yaymak için okullar, medreseler açmasına rağmen Husileri etkisizleştirememesi ilk etken tabii.

İran’ın yönlendirdiği iddia edilen Husilerin İran çıkarları için faaliyet gösterdiği gerçek değil. Husiler, hem Sana’nın kendilerini yok sayan politikalarına hem de Suudilerin hem ülkeyi hem de kendilerini Vahabileştirme projesine isyan ettiler. 2011’de patlak veren “Arap Baharı”nın Yemen’de bir iktidar değişikliği gerçekleştireceğine yönelik umutlarını yitirdiklerinde de silaha sarıldılar.
BAE destekli kuvvetlerin silah, sayı ve para konusunda muazzam bir avantajı var, ama Suudi-BAE’nin bir zafer kazanmasına yine de olanak yok. Husiler Yemen nüfusunun çoğunun yaşadığı topraklarda hâlâ çok güçlü. Herkes kabul ediyor ki Husiler gerilla savaşında da düzenli ordulara kök söktürecek bir başarı sergiliyor. O nedenle krizin siyasi müzakereden başka çözümü yok. Bunu özellikle işgal ettikleri günden bugüne çok sayıda kayıp veren Suudi-BAE ikilisi iyi bilmekte.

Bu iki ülkenin Yemen işgali tam bir başarısızlık oldu. Yemen bu ikili için tam bir bataklık durumunda. Hadi iktidarda değil, müttefikleri birbiriyle savaşıyorlar, ayrıca El Kaide de yeniden güçlenmiş durumda. İran’ın emirleriyle hareket etmemelerine rağmen Husiler İran’dan elbette destek alıyorlar. Bu destek Riyad’a askeri anlamda her geçen gün güç kaybettiriyor.

Yarısı siviller olmak üzere 20 bin kişi savaşta yaşamını yitirdi. Hastalık, kıtlık ileri düzeyde, artık bir insani felakete dönüşmüş durumda. Geçen yıl açlıktan, hastalıktan ölen çocukların sayısı 50 bini geçti. Birleşmiş Milletler’e göre, Yemen nüfusunun yüzde 75’inin yardıma ihtiyacı var,11 milyondan fazla insan “akut ihtiyaç” kategorisine giriyor. Yemen geçen yıl dünyanın en büyük kolera salgınını yaşadı.

Suudi-BAE insan hakları örgütlerince, sivil toplum kuruluşlarınca insan hakları ihlali yapmakla suçlandılar defalarca. BM bu konuda kılını bile kıpırdatmadı. İngiltere’de Suudilere verilen silahların Yemen’de kullanıldığını söyleyip baskı yapan milletvekillerine, İngiliz hükümetinin verdiği yanıt “Suudilere satılan silahlar silah satış politikamıza uygundur” oldu sadece.

Bunlar mı durduracak Yemen’deki kıyımı? 
Ya da Ahed Tamimi’nin saçıyla başıyla uğraşan, Yemen’deki savaşa kendi mezhebinden bakan İslamcılar mı? Bunların varoluşları zaten bütün savaşların nedenidir, ne durdurması?

Dünyayı aklı havada olanlar değil, sol yumruğu havada olanlar kurtaracak.

Bir gün mutlaka.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Ekonomik krize girilirken... - KORKUT BORATAV

Bu yazı kaleme alınırken (10 Ağustos’ta) Türkiye, çalkantı içinde ekonomik krize sürüklenmektedir. Günceli yazıya dökmenin anlamı yok; ortaya çıkan politika seçeneklerine yazı sonunda değineceğim.

Kriz ortamına gidişin ana etkenlerini, verilerini tartışmanın daha yararlı olacağını düşünüyorum. Bunlara “serin kanlılıkla” bakalım; ipuçlarını izleyelim; belki de bugünün (10 Ağustos’un) çöküntüsüne ulaşırız.

Tipik Bir Kriz Senaryosu
“Dış kaynak girişlerinde ani duruş veya tersine dönüş…”

Bu ifade, neoliberal dönemde sermaye hareketlerini serbestleştiren; ekonomilerini finans kapitale sınırsızca açan ülkelerde ortaya çıkan bir kriz türünün nedeniolarak kullanılıyor.
Bu tür kriz örnekleri “Güney” coğrafyasında, çevre ekonomilerinde yoğunlaştı: 1980’li yıllarda Latin Amerika’nın borç bunalımı; 1997-2001’de Doğu Asya’da patlak verip hızla yaygınlaşan kriz dalgası; 2008’de Batı’daki büyük finansal bunalımın kırılgan çevre ekonomilerine yansıması; bazı özellikleriyle 2011 sonrasında Avro Bölgesi’nin çeperini, zayıf halkalarını sarsan borç krizi…

Türkiye, “serbest sermaye hareketleri” dalgasına 1989’da katıldı. 1994, 1998/99, 2001 ve 2008/9’da bu tür dört krizden geçti.

Nasıl tetikleniyor; gelişiyor?
Uluslararası finans kapital, sistemin çevresine taşarken, hem ekonomik canlılık getirir; hem de yapısal çarpıklıklar, kırılganlıklar yaratır. Böylece, ileri tarihlerdeki bunalımın tohumlarını da taşımış olur.

Örneği bizzat yaşadık: 2003-2007 Türkiyesi’nde yüksek tempolu yabancı sermaye girişleri, hem büyüme hızını yukarı çekti; hem de üretimin ithalata bağımlılığını tırmandırdı; durgunlukta bile ortadan kalkmayan dış açıkları ekonominin yapısal bir özelliği haline getirdi.

“Dış kaynaklarda sert durma ve çıkışın” bunalıma yol açıp açmayacağı, “giriş” aşamasında oluşan dış kırılganlıkların, yapısal çarpıklıkların yoğunluğuna bağlıdır. Örneğin 1997-98’deki krizden ders alan Doğu Asya ülkelerinin çoğu, cari açıklarını adım adım ortadan kaldırmayı başardı; 2008’de ABD’de patlak veren finansal krizden pek etkilenmedi.

Türkiye bu “dersi” öğrenmedi. Aynı koşullarla yoğun dış kırılganlıklar içinde karşılaştı. 2008-2009’da küçülen az sayıda çevre ekonomisinden biri olarak dikkat çekti.

2018 Konjonktürüne Geliş
2009 sonrasında Batı merkez bankalarının ölçüsüz likidite genişlemesi ile beslenen finans kapital, emperyalizmin çevresine de taştı; buralarda ekonomik canlanmayı besledi. FED 2013’te bu konjonktüre son verme işareti verdi; 2016’da parasal daralmayı başlattı. Şubat 2018’de Batı borsalarında sert düşüşler, finansal balonlaşmanın son bulma işareti olarak algılandı. 10 yıllık ABD tahvili kritik bir eşik olarak görülen yüzde 3 sınırına ulaştı.

Uluslararası finans kapitalin ilk tepkisi, çevre ekonomilerinden adım adım çekilmek olur. En zayıf, “kırılgan” halkalardan başlayarak… Hangileri? 2013’te Morgan Stanley, “yükselen ekonomilerin beş kırılganı” başlığı altında bir liste yaptı: Türkiye, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya… Sonraki yıllarda bu liste güncelleştirdi; Türkiye daima yerini korudu.

2018’inin ilk yarısında bu listenin durumunu Morgan Stanley’den değil, döviz piyasalarından izleyelim. Bank of International Settlements (BIS), ülke döviz piyasalarının verilerini derler; yayımlar. BIS’in Ocak-Haziran 2018 istatistiklerinde  doların fiyatına veya ülkeler-arası enflasyon farklarını da dikkate alan döviz sepetinin reel efektif kuruna göz atalım. Türkiye, Arjantin’in arkasından “ikinci en kötü” durumdadır. Meksika, Endonezya, Hindistan ve Brezilya bu iki ülkeyi bir hayli geriden izlemektedir. Morgan Stanley’in ilk listesindeki kırılganlara Meksika ve Arjantin eklenmiş; Güney Afrika çıkmıştır.

Tam da o tarihte (Haziran 2018’de) Arjantin, krize girdiğini resmen ilan etti; 50 milyar dolarlık bir kredi anlaşması imzalayarak IMF’ye teslim oldu. Haziran sonrasında tamamen “çılgınlaşan” döviz piyasaları ile Türkiye sıraya girdi.

Arka planda elbette  sermaye hareketleri yatıyor. Son ödemeler dengesi istatistiklerine odaklanalım.

Ocak-Şubat 2018’de “Balonlaşma”…
Birkaç ay önce bu köşede, Ocak-Şubat 2018 ödemeler dengesi istatistiklerini, “ekonomide balonlaşma” başlığı altında incelemiştim. Gerçekten de bu iki ayda, Türkiye ekonomisi sermaye hareketleri bakımından coşkulu bir konjonktürde görünüyordu.
Bir önceki yılın (2017’nin) aynı aylarıyla karşılaştırarak özetleyelim:
Dış borçlanmanın pompaladığı yabancı sermaye girişleri yüzde 78 oranında artıyordu. Kayıt dışı sermaye çıkışları son buluyor; TCMB rezervleri yükseliyordu. Yabancı, yerli ve kayıt dışı öğelerinden oluşan toplam sermaye hareketleri de 2017’deki “net çıkış” olgusuna son veriyordu.

AKP seçim konjonktürü uygulamaktaydı. 2018 başında Batı piyasalarındaki canlılık hâlâ sürmekteydi ve yüksek tempolu büyümenin dış kaynak gereksinimi şimdilik karşılanabiliyordu.  

Ne var ki, iç talep genişlemesi üretim sınırlarına tosladı. Enflasyon, ithalat tırmandı. Ocak-Şubat cari açığı yüzde 100’ü aşan bir tempoda genişledi. Sermaye girişleri, “balonlaşma”yı besledi.

IMF, canlanmanın sürdürülemeyeceği teşhisini ve  ekonomideki “sıcaklaşma” olgusunu Mart’ta bir Türkiye Raporu’nda ortaya koydu. Ana öğelerini ve politika önerilerini burada aktarmış; tartışmıştım.

Mart-Haziran 2018 Gerilimi
Ödemeler dengesinin Mart-Haziran 2018 verilerini tabloda bir önceki yılla karşılaştırıyorum. Son dört aylık veriler ekonominin küçülmesini tetikleyecek bir krizin ön işaretlerini taşıyor mu?

Yazının başında ifade ettiğim “yükselen piyasa krizlerini tetikleyen ana etken”, yani dış kaynak girişlerinde, bir önceki yıla göre ani duruş veya tersine dönüş, Mart-Haziran 2018’de gözlenmekte midir? 

Yanıt, tablonun ilk satırında yer alıyor: Yabancı sermaye girişleri Mart-Haziran 2018’de on iki ay öncesine göre yüzde 85 oranında daralmıştır (Satır 1). Bu sert yavaşlamayı “duruş” olarak, bir krizin başlangıç dürtüsü olarak nitelendirebiliriz.  İki yılın dört ayında dış kaynak girişlerindeki azalma 19 milyar dolardır; 2017 dolarlı milli gelir toplamının yüzde 2,2’sine ulaşan olumsuz bir şok...


Toplamda “net çıkış” göstermeyen yabancı sermaye, Haziran’da “eksi” değer vermiştir. Bu durumun Temmuz-Ağustos’ta da süregeldiği anlaşılıyor. Yani, “tam gaz kriz” süreci içindeyiz.  

Dış kaynak girişlerindeki daralma, hangi tür akımlara yansımıştır? Bunları, “sıcak, dış borçlanma ve doğrudan yatırım” türlerine ayıralım.

Sıcak para ve dış borçlanmada, daralma ötesine geçilmiş; net çıkış başlamıştır. Dış kredilerin döndürülmesinde krizi derinleştirici güçlükler gündemdedir. Yabancı sermayenin en istikrarlı türü olan doğrudan yatırımlarda ise, ılımlı bir artış gerçekleşmiştir.

Yabancı, yerli ve kayıt dışı öğelerin tümünü oluşturan toplam sermaye hareketleri de kriz işareti vermektedir: On iki ay öncesine göre %52’lik gerileme (Satır 6)… 
Türkiye ödemeler dengesi istatistiklerinin “esrarengiz” bir öğesiyle tekrar karşılaşıyoruz: Kayıt dışı sermaye girişlerinde 6,9 milyar dolarlık net giriş (Satır 2)... AKP’li yıllarda dış kaynak hareketlerinde gözlenen her olumsuz dönemde, kayıt dışı para girişleri “can kurtaran simidi” olmuştur. Bu karanlık öğenin kaynaklarını uzun yıllar tartışacağımız anlaşılıyor.

Ekonominin küçülmeye başlaması, Haziran ithalatını ve cari işlem açığını aşağı çekmiştir. Ne var ki, önceki ivme sayesinde dört aylık dış açık yüzde 20 civarında artırmıştır (Satır 5). Rezervlerdeki aşırı (11,9 milyar dolarlık) erime, cari açığın yüzde 62’sini karşılamıştır (Satır 4). Elbette sürdürülemeyecek bir durum…

Finans kapitale teslimiyet biçimleri
İktidar, finans kapitale teslim olacaktır. Tek hamlede mi? Aşamalı olarak mı? IMF’li mi? IMF’siz mi? Birkaç seçenek gündemdedir.

IMF’li programın önceliği, bir dış borç krizini önlemektir. Hazine, TC bankalarının dış kredilerini devralır; bu borçlar IMF kredi taksitleriyle ödenir. Kemer sıkma politikaları milli geliri küçültür, cari açık bu sayede “sürdürülebilir” düzeye indirilir. Böylece, bir borç krizi önlenir; ama “kemer sıkma” ve “yapısal reform”, öncelikle emekçilere yüklenir. Finans kapital, emekçilerin sırtından kurtarılmış olur.

Bu program, emeğin gelirleri ve kazanımları dışında kamu yatırımlarını kısacak; iktidarın kader ve çıkar birliği yaptığı ayrıcalıklı sermaye çevrelerini de bunalıma sürükleyecektir. İktidar bu nedenle IMF’siz ve aşamalı seçenekler arayacaktır.

IMF’siz ve “aşamalı” seçenekler, topu TCMB’ye atan “kozmetik” bir programla başlayabilir. Rahip Brunson operasyonuyla birleşirse sıcak para girişinin hızlanması umulur. Ne var ki, spekülatif sermaye girişleriyle dış kredilerin döndürülmesi, finansmanı sağlanamaz. Uluslararası bankaların güvence arayışları, talepleri farklı aşamaları gündeme getirebilir.

Köşeye sıkıştığında iktidar, döviz kısıtlarına zorlanabilir. Cumhurbaşkanı Bayburt’ta bu seçeneğe değinmiştir. Döviz kısıtları, sistematik, yaygın bir model olan sermaye hareketlerinin denetlenmesi değildir. Yozlaşmış faşizme uyan, kapkaççı, keyfî, kayırmacı, cezalandırmacı uygulamalara dönüşür. AKP geleneği ile uyumludur. “Yarenler” takımı kriz ortamında kurtarılır; mümkünse daha da ihya edilir. Döviz tahsisleri, transferleri, şirket kurtarma operasyonları, yukarıya, emir-komuta zincirine bağlanır.

Krizin tüm ön koşullarını yaratan; alkışlayan; bunlardan nemalanan iktidar ve sermaye çevreleri köşeye sıkışmıştır. Bugünün yozlaşmış ortamında iktidarın, burjuvazinin siyasî ve iktisadî seçeneklerini sadece teşhir etmekle yükümlüyüz. Karşılaştıkları seçeneklerden “halkçı, doğru” öğeler türetilemez.

Korkut Boratav / SOL

Bedel - ORHAN GÖKDEMİR

2001 kriziyle başladı 2018 kriziyle bitiyor. 2008’de bir ara kriz var, “teğet geçirmeyi” başardılar. Şimdi doğrudan kafamıza kafamıza iniyor her şey. AKP iktidarının sonudur.

Zaten ne yaptılar ki patronların önünü biraz daha açmaktan başka. Neo liberal politikaların en azgın halinde yakalandık büyük krize. Sendikaları ele geçirdiler, çoğunun başında memurları var. OHAL’i bindirdiler indirdiler. Grev yaptırmıyorlar emekçilere. Kafasını kaldıranın kafasını kırıyorlar. Devleti toplayıp, sıkıştırıp sarayın bir odasına tıktılar. Tek kişilik hükumet, tek kişilik, yargı, tek kişilik yasama, tek kişilik yürütme rejimine geçtik bir gecede. Tek kişinin hırsının sonucu sanılmasın bütün bunlar. O tek kişi açıkça söyledi nedenini: Her şey patronlar için!

O patronlar Damat Berat’ın önünde dizildiler dün. Türk lirası pul olurken “yeni ekonomi modeli” açıklanacaktı söylenenlere göre. Modelin yenisi ne? “Bugüne kadar iyi yediniz ama artık deniz bitti. Çaktırmadan faturayı emekçilerin önüne bırakıp kaçalım” politikasıdır o, eskidir, tanıdıktır. Nitekim güzide iş kadınımız Güler Sabancı toplantıdan sonra çıktı, “bakanı tanıyoruz, güvenimiz tam” dedi. Özeti budur. Onların güvenleri tam ve biz ise hiç güvenmiyoruz. Bilmem sınıfsal bakış açısını, sınıf mücadelesini bundan daha iyi nasıl anlatabiliriz?

Ama işte deniz bitti. Damat Berat konuşmasına başlayıp bitirene kadar Dolar karşısında 1 lira daha değer kaybetti Türk Lirası. Yani artık patronlardan başka kimse inanmıyor İslamcı iktidara. Papazı bulmuş imam düzeninin acınası halidir.

2001’de bir darbeyle başladı, 16 yıl sonra bir başka darbeyle bitiyor. AKP iktidarının sonudur.
                                                                  ***

“Yeni ekonomik model” açıklamasından bir gün önce Diyanet’in bütçeden kendisine ayrılan payı tükettiği ve ek bütçe istediği haber veriliyordu. Bu istek üzerine 7,7 milyar olan bütçeleri 8,3 milyar olarak güncellendi. İlavesi 600 milyondur. Peki, nedir güya ruhani bir organizasyonun maddiyata olan bu düşkünlüğünün sebebi. Ne yapıyor olabilirler bu kadar parayla?

Toplum dinselleştirdiler evet. Bir imamlar ülkesi halinde Türkiye. Peki, daha ne? Bu istek sadece dinselleşme ile açıklanamaz öyleyse. Onun da arkasında, devletin bütün organlarını tek adamın organı haline dönüştürme arzusu var. Bu arzu da kişisel bir şey değil. Devleti bir sopa olarak kullanan sınıfın “hız” ihtiyacı ile ilgilidir. Daha hızlı devlet, düzenin gereksinimidir. Tayyip Erdoğan yeni sistemi şöyle açıklamıştı 24 Haziran’dan sonra: “Daha hızlı karar alacağız, tüm hizmetlerde sonuç odaklı olacağız… Devleti adeta bir anonim şirket gibi yöneteceğiz…” Bakın şimdi yeni hükumete; Patronlar doğrudan bakan oldu. “Devletin görece özerkliği” gibi kuramların kocaman bir palavra olduğu ortaya çıktı. Devlet egemen sınıfın sopasıdır ve artık sopa doğrudan patronların elindedir. Öyleyse hep ezilenlerin, yoksulların, emekçilerin kafasına inecektir. Buna yeni Türkiye modeli diyoruz.

Dönelim başa. Daha hızlı devlet istiyorsanız eğer ve hep ezilenlerin kafasına inecekse sopa, daha dinsel bir toplum da istemelisiniz. Diyanet ezilenlerin kafasına inen sopanın acısını katlanabilir kılmak üzere devrede. Afyonlu bir halk yarattılar ve bunun sürdürülebilir olması için dozu her geçen gün arttırmak zorundalar. Ek bütçenin gerekçesidir.
                                                                  ***

Ek bütçe için gerekçeleri vardır ancak kendi varoluşlarının gerekçesi düşmüştür. Diyanet de bunun farkında. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın, "Dinin sivil yapısına gölge düşürmeyecek, özgürlüklere halel getirmeyecek ve din güvenliğini sağlayacak bir kontrol ve rehberlik mekanizması kurulmalıdır" demesinin nedeni varoluşlarına yeni bir gerekçe arayışının ürünüdür. Dediği şu; Çok tarikat var ve kontrolden çıkıyorlar. Onları kontrol etme görevi bize düşüyor. Bu değilse, “din güvenliği”nden kasıt ne olabilir ki? Devlet dinin güvenliğidir sözü edilen ve artık Diyanet’e düşen görev din polisliğinden ibarettir.

Haliyle “Diyanet kapatılsın” talebi acil ve haklı bir taleptir. Sağlam gerekçelerimiz var bunu söylemek için. 
Sıralayayım:
Diyanet devletin eskisinin dini kontrol etmek için oluşturduğu bir kurumdu. Artık din devleti kontrol ettiğine göre gerek kalmamıştır. Yoksulların omuzlarında ağır bir yüktür ve vakit geçirmeden derhal kapatılmalıdır.
100 bin cami var ve fakat buna rağmen ahlakı kıt bir toplum olduysak bu denklemde bir sorun vardır. Din ile ahlak arasındaki bağ onarılmaz bir biçimde kopmuştur ve bunda Diyanet’in payı büyüktür. Ahlakla bağı koparılmış bir dini ise kimse koruyamaz. “Din güvenliği” imkânsız bir görevdir.
Açıkken yol açtığı tahribat ortada. Kapatalım, bir de böyle deneyelim. Ayrıca “bonus”u da var. Diyaneti bu gün kapatsak hiçbir şey kaybetmeyeceğimiz gibi 8,3 milyarlık bir bütçe gideri kaleminden kurtuluyoruz. Gürültü kirliliğini önlemek de cabasıdır.

Anlamı şu; İslamizasyon politikasının da sonuna geliyoruz. Devlet, ordu, tarikat, patron örgütleri, düzen partileri hep birlikte yüklendiler. Sonuç ortada; bütün laikleri imam yapmaya çalışıyorlardı, neredeyse bütün imamlar laik olmak üzere. AKP iktidarının sonudur.
                                                                 ***

Sadece Türkiye’de değil, son on altı yılda İslamcılar eliyle bir parçası haline getirildiği Ortadoğu’da bir dönem kapanıyor. AKP, İhvan, Ilımlı İslam, BOP’a ayarlı bütün aktörler bitmiş bir dönemin ölüleri olarak geçmişin çöplüğündeki yerini alıyor. Çünkü Suriye direndi, Mısır’da İhvan düştü. Suriye’de zafer kesindir. Darbeden sonra yaprak kımıldamıyor Mısır’da. Önleri açılmazsa İslamcı İhvanın içi boş bir teneke olduğu anlaşılmıştır. Burada hep tekrarlıyoruz; Suriye direnmiş ve Mısır ayakta kalmışsa, İslamcı Türkiye düşer. Düşüyorlar. İslamcı iktidarının sonudur.
Fakat kendileri yıkılırken ülkeyi de yıktılar. Ayakta kalan sağlam tek bir kurum yok. Kriz kapıda. 

Haliyle patronlar Damat Berat’ın önünde dizildiler, yeni ekonomik model açıklanmasını beklediler. Açıklandı mı peki? Modele ne gerek var, yediler içtiler, faturayı her zamanki gibi fukara halkımıza ödetecekler.

Kriz kapıda, sopa patronların elinde, fatura önlerinde. Kafamıza vurup bize ödetmeye hazırlanıyorlar yine.
                                                                   ***

Bedel ödeyeceğiz evet. Yapamadıklarımızın, eksik kaldıklarımızın, beceriksizliklerimizin bedelidir bu. Çürümüş bir düzeni değiştirememenin bedelidir. Akıldışı bir sistemi ezilenlere hakkıyla anlatamamanın bedeli, örgütlenememenin bedeli, birleşememenin bedelidir.

Oyunda olmamak da suçtur, biliyoruz.

Ama işte kriz yine kapıda. Oyuna girme zamanı. Ya ayağa kalkarsın ya altında kalırsın. Gerisi sana kalmış…

Orhan Gökdemir / SOL

Hasta adam - ERK ACARER



Hasta Adam” ifadesini ‘bir ülke için ilk kez’ Rus Çarı I. Nikolay, art arda gelen savaşlar nedeni ile toprak kaybeden ve Avrupa’nın ekonomik denetimine giren Osmanlı İmparatorluğu için kullandı. Nikolay’ın 9 Ocak 1853’te, Rusya, St. Petersburg’da sarf ettiği sözler tam olarak şöyleydi: “Kollarımız arasında, hasta, ağır hasta bir adam var.” Tanım, 12 Mayıs 1860’ta The New York Times’ta yer buldu. Osmanlı İmparatorluğu; I. Dünya Savaşı yıllarında bu deyimle küçümsendi.

Bir kez daha
Yıllar sonra, Avrupa’nın Türkiye’yi bir kez daha “Hasta Adam” olarak adlandırması, AKP iktidarı yıllarına denk geldi. Robert Pollock’un, The Wall Street Journal’daki, 16 Şubat 2005 tarihli makalesi, “Yeniden Hasta Adam” başlığı ile yayımlandı. 2015’te, İngiliz Times gazetesinde Roger Boyes imzasıyla çıkan analizde de Türkiye’den ‘Avrupa’nın hasta adamı’ olarak söz edildi.

2016’da Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zararova, Türkiye’nin Suriye politikasını sert dille eleştirirken bir kez daha aynı deyimi tekrarladı. Yine aynı yıl, İtalya’nın en önemli sermaye kuruluşu Confindustria’nın yayın organı “Il Sole 24 Ore” gazetesinin Ortadoğu uzmanı Alberto Negri; “Türkiye müşahade altındaki bir hasta” diye yazdı. 2017’nin yılbaşı gecesi İstanbul Reina’daki gece kulübüne düzenlenen ve 39 kişinin yaşamını kaybetmesine neden olan IŞİD katliamının ardından, Daily Telegraph ise; “Türkiye Osmanlı dönemindeki gibi bir hasta adamdır artık” diye yazdı.

Hem ABD hem Avrupa
Ne yazık ki dış basın da Avrupa ve Amerika siyasetçisi de Türkiye’ye yeniden bu pencereden bakmaktan çekinmiyor. Üstelik, “Hasta Adam” betimlemesi laftan çıkıp, hızla ete kemiğe bürünüyor. İçinde bulunduğumuz günleri anlatan iki önemli örnek var.

Amerika’da Rahip Andrew Craig Brunson’un ev hapsi ile başlayan kriz, heyetler arası temaslarla çözülmeye çalışılıyor. Fakat rahip krizinin ötesindeki meseleleri görmemek olanaksız. ABD tarafında, yaptırımlar, ambargolar konuşuluyor. Tartışılmaya değer bir başka önemli konu; Birleşmiş Milletler’in (BM) ‘İdlib’ çağrısı.

Cihatçılar meselesi: Sizin sorununuz!
BM Suriye Danışmanı Jan Egeland, Suriye’nin İdlib’te savaş çıkması durumunda Türkiye’den sınırlarını açmasını ve kaçan sivilleri kabul etmesini talep edeceklerini duyurdu. Bu İdi̇lib’den Hatay’a girecek binlerce cihatçı ve ailesi demek. Nüfusunun yarısı Alevi olan Hatay’ın başına gelecek ve Türkiye’yi etkileyecek bir gelişme.

İçeride üzüntü, dışarıda kaygı
Köprüler, yollar çöküyor, toplum sel suları ile boğuşuyor. Ekonomi çöküyor, halk yoksullukla uğraşıyor. Akıl çöküyor, ülke 21. yüzyılın ortasında inanılması olanaksız yöntemleri tartışıyor. İçeriden, hastalanmış Türkiye’yi izlemek tatsız. Hem aklını, hem bedenini hem de ruhunu kaybetmiş bir ülke resmi var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sarf ettiği sözlerde bile bunu görebilmek mümkün: “Onların doları varsa, bizim Allahımız var!” Avrupa ve Amerika tarafından uygulanan 5. dünya ülkesi muamelesi tavrına tanık olmak ise kaygı verici.

Masallarla gerçekler
Maalesef Türkiye direnen, dik duran, eğilmeyen bir ülke değil, her yönüyle sadece iktidar ve temsilcilerinin bekası için her şeyi vermeye hazır bir ülke artık. İçeriye anlatılan masallar, dışarıdaki gereklerle çelişkili.
Demokrasi ve insan hakları sıfır notasında. Eğitim, kültür sosyal yaşam çağın gerisinde, toplumsal barış ve uzlaşı yok. Dış politika yıllardır hayal aleminden bir arpa boyu ileriye gidemedi. Sonunda ve sonuç olarak ekonomi de çöktü.
Abdülhamid’in yalnızlığı mı ülkenin felaketi mi?
Bir kez daha, yıllardır yapılan “Abdülhamid-Erdoğan” benzetmesini anımsatalım. Gerçekten de benzerlik büyük!

II. Abdülhamid, 622 senelik Osmanlı tarihinde en çok toprak kaybeden padişah oldu. Türkiye’nin iki katına denk düşen 1 milyon 592 bin 808 kilometre kare yitirildi. Öte yandan Abdülhamid zamanda Galata bankerlerinden alınan paralarla, devletin en sağlam gelirleri adeta yok pahasına ipotek edildi. Fakat Sultan henüz şehzadeliğinde tanıştığı danışman-tefeciler sayesinde servetini arttırarak, Osmanlı Bankası ile birlikte Deutsche Bank, Swissbank, Kredi Lione isimli yabancı bankalarda tuttu. Koca bir imparatorluk borç batağında boğulup gitti. Abdülhamid’in yalnızlığı ve Erdoğan’a benzerliği… ‘Mazlum, mahsun, gerçekdışı bir öykü değil, 100 yıllık bir ülkenin yalnızlığa ve felakete sürüklenişi daha çok.

Ülke baba malı değil
Evet Türkiye hasta adam. Her yanıyla çöken bir ülkenin makul tanımı bu. Erdoğan’a da, kendilerini ülkenin tek sahibi sanma arsızlığına kapılmış yandaşlarına da bağırarak gerçeğin anımsatılması gereken bir noktadayız. Bu ülke kimsenin tapulu malı değil! Erdoğan’a da dedesi Bakatalı Tayyip Efendi’den ya da babası Ahmet Bey’den miras kalmadı.

Artık akıl başta gerek!

Erk Acarer / BİRGÜN

CHP’nin krizi - TARIK ŞENGÜL

Türkiye, tarihine kazınacak ekonomik ve siyasi krize doğru dolu dizgin giderken, “ne olacak bu CHP?” sorusunun ne önemi var? CHP’de olup biteni iki türlü önemsemek gerektiğini düşünüyorum; birincisi, CHP bu vahim gidişi önleyememekten doğan bir sorumluluğa sahip, ikincisi, önümüzdeki dönemde bu krizden Türkiye çıkacaksa, bu konuda CHP’ye önemli sorumluluk düşüyor.
Ama bunu yapabilmesi için, geçen dönemden CHP’yi de sorumlu hale getiren bazı anlayış ve kabullerin değişmesi gerekiyor. Kaygı verici olan, mevcut gidişatın tam tersi yönde olması! 

O nedenle, bir CHP’li ve bir aydın olarak bu yazıyı bir kez daha uyarma ihtiyacı duyarak yazıyorum.

Geçenlerde, bir miktar psikanaliz alanı üzerinden CHP’nin uzun süredir heyecan yaratamadığını, yenilgisinin büyük ölçüde, CHP’nin toplumu harekete geçirecek bir projenin sahibi olmamasından kaynaklandığını yazdım. Bu izi, biraz gerilere giderek sürmek istiyorum.

CHP 12 Eylül sonrası siyasete geri döndüğünden bugüne, yaşadığı yenilginin yarattığı travmayı atlatamadı. Bu durum uzadıkça büyük bir ideolojik yenilgiye dönüştü ve günün sonunda karşımıza siyasi yenilgiler olarak çıkıyor!
Yenilginin iki boyutu var; birinci başarısızlık 12 Eylül sonrasında neo-liberalizm olarak önümüze konulan birikim stratejileri karşısında başka bir dünya tahayyül edememekten kaynaklanıyor. Ekonominin iflas noktasında olduğu bugün dahi bu sessizlik bozulamamıştır. İkincisi ise, 12 Eylül ile başlayıp giderek derinlik kazanan muhafazakârlık-dincilik karşısında yaşanan ideolojik-siyasi yenilgidir.
Bu sorunların Kılıçdaroğlu öncesine gittiğini biliyoruz. Ancak Kılıçdaroğlu ile birlikte, bu iki alanda yaşanan yenilgi doğallaştırılmış; Parti bu eksende yeniden konumlandırılmaya ve kurumsallaştırılmaya çalışılmıştır.

Kılıçdaroğlu’nun siyaset yapma anlayışının siyaset değil sosyolojide temellendiğini uzun süredir söylüyorum. Mesele şudur; siyaset, toplumun önüne düşmek, radikal müdahaleler yapmak demektir. Topluma heyecan veren de budur. Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet Projesi, 1970’lerdeki Ecevit çıkışı CHP’nin kendi tarihi ile ilişkili radikal eylemlerdir.

Oysa, CHP’de son yıllarda bariz hale gelen anlayış, toplumsal eğilimleri ölçüp, biçerek bu eğilimlerin arkasından gitmeyi ve sonra da travmatik hale gelen yenilgi duygusunu yaşamayı bir huy haline getirmiş bulunuyor. Ekmeleddin İhsanoğlu, Abdullah Gül gibi arayışlar tam da bu bakış açısının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Öte yandan, CHP’ye haksızlık etmeyelim; bu tür bir yenilgi psikolojisi yakın dönemde CHP dışındaki (liberal) solda da kendini göstermedi mi? “Yetmez ama evet”çilik, travma sonrası davranış bozukluğu örneği olarak en kritik zamanda AKP destekçiliğine dönüşmedi mi? Aynı yenilgi duygusuyla 10 Aralık Hareketi, sol siyaseti, Türkiye’nin yeni toplumsal ortalamasına hitap edecek biçimde konumlandırmak istemedi mi? Kendini solcu gören bazı kesimler Abant Toplantıları’na çağrılmayı ayrıcalık olarak görmedi mi? Yenilgi ortak paydasıyla, solculuğu toplumculuk, toplumculuğu ise çoğunluk olma olarak görenler, AKP iktidarının ve projesinin inşasına harç ve tuğla koymadılar mı?
Bir kez daha CHP’ye dönersek; Kılıçdaroğlu CHP’yi sağa çekerek, muhafazakar isim ve kesimleri partiye getirerek, neoliberalizm karşısında sessizliği tercih ederek, başarısızlığı sürekli hale getirdi. Şimdi, “başka türlü bir şey benim istediğim”, diyen geniş halk kesimleri CHP’de değişim istiyor. Değişimin ne olması gerektiği belki iyi ifade edilemiyor; ama beklenti liderlik ötesi bir değişim yönünde.

Geldiğimiz noktada, CHP Genel Merkezi bu talebi yönetmeye çalışıyor; MYK toplu halde istifa etti ve Genel Başkan daha önce de birçok kez yaptığı gibi, MYK’yı yenileyerek değişim taleplerini yanıtlamaya çalışacak. Tabandaki beklenti MYK değişikliği ötesinde ama MYK değişikliğinin bile beklentiler yönünde olmayacağı anlaşılıyor. Yansıyan bilgiler Kılıçdaroğlu’nun yeni MYK’sında yukarıda sözünü ettiğim yenilgi kabulüyle siyaset yapanların sayısını artıracağını gösteriyor. Anlaşılan o ki CHP, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu derin krizi içlerinde “evet ama yetmez” diyenlerin de olduğu bir MYK ile karşılayacak.

Hepimize kolay gelsin!

Tarık Şengül / BİRGÜN

Not: Bu yazı MYK değişikliği ilan edilmeden önce yazılmıştır.


Allah, Dolar basmıyor ki! - Arslan Bulut

Doların 6-7 lira arasına kadar yükselmesi üzerine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, "Şunu bilin; bugün dünden daha iyiyiz, yarın bugünden de iyi olacağız. Hiç bundan endişeniz olmasın. Çeşitli kampanyalar sürdürülüyor. Bu kampanyalara kulak asmayın. Şunu unutmayın, onların dolarları varsa bizim de halkımız, hakkımız, Allah'ımız var. Bizler çok çalışıyoruz. 16 yıl önce neydik, bugün neyiz. İnşallah sizlere sabır, gayret diliyorum. Çok çalışacağız, çok koşacağız. İnşallah 2023'e farklı gireceğiz. Benim buna imanım, inancım var. 24 Haziran'da siz bizi yalnız bırakmadınız." diyebildi.

Elbette bir Cumhurbaşkanı "yandık, bittik, kül olduk" diyecek değildir. Fakat Dolar'a karşı Allah'ı öne sürmek, mantıklı bir yaklaşım değil. İlahiyatçı Cemil Kılıç, "Dolar'a karşı ancak Lira'yı ileri sürebilirsiniz, Allah ile Dolar karşılaştırması yapılmaz" diyor.
Hem Dolar'ı veya Lira'yı Allah'ın kurduğu darphanelerde basmıyorlar. Allah Dolar basmıyor yani?

                                                                          ***

Krizin sorumlusu da Dolar değil, AKP iktidarının, 16 yıldır sıcak para ile durumu idare etmesi, ithalat-ihracat açığını kapatmaya dönük bir üretim ekonomisi kurmaması ve eroin bağımlısı gibi Dolar'a ihtiyaç duymasıdır.
Doların iç piyasadan çekilmesine sebep olan ise yanlış siyasi kararlardır. Bir siyasi iktidar, meşruiyetini, halktan aldığı oylarla değil, ABD ve Avrupa'nın desteğini alarak sağlamışsa, bağımlılıktan kurtulamaz. Ekonomiyi yönlendirecek kurum ve kuruluşların mülkiyetini yabancılara devretmişse, artık o ülkenin kontrolü elden çıkmış demektir. Şu anda yaşanan budur. Sıcak para muslukları kesilince, Türkiye ekonomisi bir defa daha karaya oturmuştur. Şimdi, geminin dış yardım almadan kurtulması için dış borçları silecek ölçüde petrol, doğal gaz veya altın gibi yeni bir rezerv bulmak veya Türkiye'yi krize sürükleyenler dışında başka bir devletten en az 250 milyar Dolar hibe almak gerekir!

Ya da ABD'yi yöneten güçlere boyun eğecek, siyasi dayatmalarını da kabul edeceksiniz.
Siyasi dayatmaların başında ise Fırat-Dicle havzasını ve etrafını ABD'nin "kara kuvvetlerim" dediği piyonlara devretmek gelmektedir. Böylece ABD, Büyük İsrail coğrafyasının sınırlarını çizecektir. Erzurum'dan hatta Hopa'dan Bağdat'a kadar tek bir siyasi bölge kurmak, bölgedeki nüfusu, Suriye'de olduğu gibi terör ve kaos politikalarıyla sürmek... Bir taraftan da İran'a karşı girişilecek operasyonda Türkiye'nin desteği... İstenen budur.
Yani ABD'nin dayatması, "ölümlerden ölüm beğen" demektir.
Krizle Türkiye kendi mahvına "evet" demeye zorlanmaktadır.

                                                                        ***

Bu ikilemin içinden çıkmanın denge politikalarıyla mümkün olmadığını yazıp çiziyoruz ama iktidar, yumurta kapıya gelene kadar bu konuda ciddi bir çözüm üretmedi. Bu yüzden, sadece ABD değil Avrupa, Rusya, Çin ve İran nezdinde de güven kaybetti.
"İktidar değişirse bir çözüm geliştirilebilir mi?" diye düşünmek de mümkün ama muhalefet de darmadağın. Üstelik muhalefetin, ABD ve AB'ye açık açık "Biz senin projelerini daha iyi uygularız" diye mesaj verdiği de bir sır değil. "Yerel yönetimlere özerklik" demenin başka ne amacı olabilir?
AKP iktidarının ömrünü uzatan, sistemi değiştirmesine imkân veren de muhalefetin içler acısı bu durumu oldu.

                                                                          ***

Türk Milleti tarihte birçok badire atlattı. Bunu da atlatabilir ama halkın ortak bir hedef etrafında toparlanması, millî bir hükümet kurulması gerekiyor. Şimdi, ideolojik bağnazlık veya partizanlık yapmanın zamanı değil!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Bu sefer teğet geçmedi!.. Sarayda inşaatlar çöktü.. - Ahmet TAKAN

"Çeşitli kampanyalar sürdürülüyor. Bu kampanyalara kulak asmayın. Onların dolarları varsa bizim de halkımız, hakkımız, Allahımız var. Hiç endişelenmeyin."


Bu nasıl bir ruh hali?..
Cesareti olan uzmanların çıkıp millete anlatmaları gerek ama bana gerçeklerden oldukça kopmuş ve uzaklaşmış bir ruh halinin yansıması gibi geliyor. Cayır cayır yanıyor ekonomi. Hâlâ "iç düşman", "dış düşman" söylemleri... Algı operasyonları ile nereye  kadar?.. Düşman kamplar stratejisi ekonomiyi düzeltir mi?
Doları tepetaklak eder mi?..
Yoksa!.. Gerçekten Türkiye'de her şey güllük gülistanlık, ekonomi toz pembe de iç ve dış hainler mi algı operasyonu çekiyor?..

O görkemli, oda sayısının binli rakamlarla ifade edildiği, "itibar" için hiçbir masraftan kaçınılmayan Ankara'daki sarayı bilirsiniz. Çankaya Köşkü'nün yerini alan!.. Projeye göre, sarayda bazı inşaatlar hâlâ devam ediyor. Aslında "ediyordu" demek daha doğru. Çünkü, önceki gün hâlâ devam eden saray içi inşaatlarda çalışan işçilerin yüzde yetmişinin işine son verildi. Nedeni ise ödeneksizlik. Saray inşaatlarını yapan R... İnşaat firması ödenek alamadığı için işçilerine yol verdi. Biraz daha örnekleyelim;
R.... İnşaat sarayın ana kompleksinin hemen birkaç yüz metre ötesindeki Millî Kütüphane inşaatını da yapan firma. İlk başta az bir ödenek almış, sonra para musluğu kesilmiş. Aynı firma, R. Erdoğan için Marmaris Okluk Koyu'nda yaptırılan 300 odalık sarayın inşaatını da yürütüyor. Saray kaynaklarından aldığım bilgiye göre, firma ödeneklerini tahsil edemediği için orası da durma noktasında.

Ne kadar acıdır ki!.. Seçimde önce saray inşaatlarında çalışan işçilerle yapılan toplantılarda, "oyunuzu Cumhurbaşkanımıza ve Cumhur ittifakına kullanmazsanız kim gelirse gelsin inşaatı durdurur işsiz kalırsınız" deniyordu. Şimdi, kapının önüne konulan o gariban işçiler dertlerini anlatacak yer bulamıyor.

Eğer, R. Erdoğan da ekonomin gerçek durumunu merak ediyorsa çok fazla uzağa gitmesine, ekonomi kurmaylarını toplamasına gerek yok. Saraydaki odasından çıkıp nizamiyeye kadar gelmesi oradaki kayıtlara bakması yeter de artar. "Yok oraya kadar gidemem. Yorulurum" diyorsa, saraydaki taklacılardan 3 gün önce saray inşatlarında kaç işçi çalışıyordu bugün kaç işçi çalışıyorun kayıtlarını istesin ve de sorgulasın...

Sarayda durum böyle... Varın gerisini siz tahmin edin!.. Belki de saray işçileri iç ve dış mihrakların hain oyunları yüzünden işsiz kalmışlardır!..

                                                                          ***

İngilizce bilmeyen heyet!..
Dışişleri Bakan Yardımcısı Sedat Önal başkanlığında ABD'ye giden 9 kişilik "çözüm heyeti"(!) kovulmaktan beter olup yurda döndü. Dışişleri koridorlarından kulağıma gelen fısıltılara göre, Hazine ve Maliye, Adalet ve Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden oluşan 9 kişilik heyetin müzakereleri yürütecek seviyede İngilizce bilgisi yoktu. Hatta içlerinde yeterli derecede İngilizce bilmeyen isimler vardı.  Konuştuğum bir diplomat şunları söyledi;"Türk heyeti ABD'ye müzakere yapacağını, hatta pazarlık yapacağını düşünerek gitti. Bunun için hazırlandılar. Ancak bunu yapamayacaklarını hiç kestiremediler. Öyle gidildi ki, ABD'ye giden heyette doğru dürüst İngilizce bilen adam yoktu. Derdini doğru düzgün anlatamadı heyet. ABD ise açık ve net konuştu. Rahip Brunson ve ABD konsolosluğunda çalışanlar ve ABD vatandaşı olan toplam 15 kişinin serbest bırakılmasını istedi ve başka da bir şey söylemedi. Türk tarafı ise bunların karşılığında hiçbir söyleyemedi, bunun aksine kısa görüşmelerle yetinmek zorunda kaldı. Müzakereye giden heyet doğru düzgün görüşme yapmadan kısa kısa görüşmelerle yetinmek zorunda kaldı ve döndü. Kısa görüşmelerin ardından hiçbir sonuç alamayınca tüm görüşmeler olumsuz geçti."

Dolar dün tarihi rekorlar kırarken ABD'deki görüşmeleri yakından takip eden bir ekonomi bürokratı ile de görüştüm. O da şunları kaydetti;"Şu anda Türkiye'de bir çok firma iflasını vermiş durumda. Türkiye iflasa doğru sürükleniyor. ABD temasları da, başka görüşmeler de sonuç vermeyecekti. Dolayısıyla bu sonucu herkes bekliyordu. Ancak buradaki sorun görüşmelerden sonuç alınamamasından çok Türk ekonomisinin bir kişinin kibri ve egosu nedeniyle bu noktaya gelmesi.

Türkiye'de ne siyasette, ne bürokraside liyakat kaldı. Her şey alt üst oldu. Oysa bu tür zamanlarda Türk ekonomisi ne yapacağını gayet iyi bilir, bu tecrübeleri çok yaşamış bir ekonomidir. Türk ekonomisinin yeterli tecrübesi bulunuyor. Ancak bu derece tek kişiye bağlı kalırsanız hiçbir şey yapamıyorsunuz. ABD'deki görüşmelerden çıkan olumsuz sonuç, firmaların ve bankaların iflas noktasına gelmesinin ardından yeni ekonomi modeli açıklayacaklar. Ancak bu da yetmeyecek.

Bundan sonra banka iflasları da gelecektir. Kamunun durumu da bundan iyi değil. Ancak yine de Türkiye bu süreci atlatır, yeter ki tek kişiye bağlı olmasın kararlar. Tüm bunlar oluyor, sorumsuz bakanlar var Türkiye'de. Atanmış bakanlar var. Peki ne olacak? Kaybedilen noktalar bunlar. Şu anda TL ile ticaret yapılmıyor . Ayakta kalan firmalar dolar ile ticaret yapıyor. Bu bile Türk ekonomisinin geldiği noktayı gösteriyor."

ABD; Türkiye'de tutuklu vatandaşlarının derhal serbest bırakılması dışında başka restler de çekmiş olabilir mi?.. Mesela, "Suriye'yi en kısa sürede terk edin" gibi...

Allah yardımcımız olsun!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Ne oturup ağlarız… - MESUT ODMAN

Hâlâ seçim olarak anılan en son “şey”in üzerinden dört gün geçtiği sırada yazmıştım.
Buradaki “şey” sözcüğünü, hem dilin kendisi hem kullanan açısından bir yoksulluk  göstergesi saydığım için, özellikle de öyle ayak üstü konuşurken değil, oturup düşüne düşüne yazarken kullanmamaya özen gösteririm. Ama burada bilerek kullanıyorum; çünkü, bizdeki seçimleri nitelemek için ne kadar düşünülse, yeterli uygunlukta bir sözcük bulunamaz oldu. Bu sözcük ise anlatım güçlüğünün doruğa çıktığına da işaret ediyor bir bakıma; diyeceğim, basbayağı işe yarıyor.  

İşte kısacık bir süre geçmişken yazdığım satırlar arasında, ülkemizin “Allah selamet versin” hayır duasını en çok akla getiren kuruluşlarından biri olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin çok yakın geleceğine ilişkin şöyle bir soru da bulunuyordu; daha doğrusu, soru biçiminde bir öngörü: “(…) bizim klişeleştirdiğimiz saptamamızla, yıkılmış ama yerine bir başkası konulamamış cumhuriyetin kurucu partisi,  bu seçimin öncesi, sonuçları ve sonrası ile, yeni bir dağılma yönünde büyük bir adım daha atmış değil midir?”
Oysa, o sırada, ne İnce partisini iktidara götürecek çıkışını başlatmıştı ne de son kurultay delegelerinin yaklaşık yarısının  ve bir bölük milletvekilinin kendisini lider kabul eden atılımları ortaya çıkmıştı. Üstelik, bir de bıyık bıraksa büsbütün Ecevit’i hatırlatır olacak,  meydanları doldurmakta pek mahir ve kitlelerin yeni sevgilisi olarak gösterilen bu hazırcevap siyasetçinin bir sözü de çok tazeydi: Kılıçdaroğlu’nun kendisini cumhurbaşkanı adayı yapan yüce gönüllülüğü karşısında duyduğu minnettarlığın onunla genel başkanlık yarışına girmesini imkânsızlaştırdığını açıklamıştı; aşağı yukarı bu sözlerle. Kısacası, ortalığın böylesine karışacağına ilişkin pek fazla işaret de görünmüyordu sanki.

Ortada fol yok yumurta yokken amma da esaslı öngörüde bulunmuşum, mu demek istiyorum? 

Kesinlikle hayır.

Bu köklü parti söz konusu olduğunda, her zaman fol da vardır yumurta da… Önce partide başa geçip, elbette daha sonra ülke yönetimine gelip partiye adını vermiş halka hizmet etmeye hazır, bunun için her türlü özveride bulunmak için can atan kişiler, gruplar, ekipler, anlayamayan ve çekemeyenlerin diliyle hizipler, klikler, kanatlar hiç eksik olmaz. Bu kadar canlı, bu kadar dinamik, bu kadar demokrasiye bağlı bir partide hareketlilik son derece doğaldır. Dolayısıyla, siyasetin içindekiler kolayca, dışarıdan izleyenler ise biraz daha çekinerek de olsa benimkine benzer  tahminlerde bulunabilirler.

Gırgırı tadında bırakırsak, asıl üzerinde durmak istediğim şu: Tarihsel kökeninden kaynaklanan önemini git gide azaltan bu partinin hem kendisi hem izleyicileri açısından çok uzun süredir alışılmış perişanlığı, düzenin kökten değiştirilmesi peşindeki insanlar, sınıflar, partiler için dert edilecek bir durum değildir. Başlangıçta andığım yazımda, bunun olumlu bir yanı da bulunduğuna değinerek, yukarıda başlık olarak seçtiğim sözlerin sonunu getirirken, ne oturur ağlar ne de zil takıp oynarız, demiştim. Doğrudur, ne karalar bağlarız, ne de zil takıp oynamanın ayıplığı bir yana, öyle anlatılabilecek kadar olumlu karşılarız.

Önce, neden öylesine sevinçli bir olumlama içinde olamayacağımız üzerinde durmalı: Bütün burjuva devrimlerinden sonra olduğu gibi, belki çoğundan daha erken  bir zamanda, gelişmeye çabalarken ilericiliğini kaybetmiş burjuva sınıfının yeni rejimin sağladığı tarihsel ilerlemeye katkıları sözü edilmeye değmeyecek düzeyde kalırken, asıl işi bu partinin kurucu önderleri yapmıştır. Yapılan iş ve hâlâ tümüyle ortadan kaldırılamayan kazanımlar, emekçi sınıfların ve onların temsilcisi olma iddiasındakilerin saygısızlık göstermelerini bağışlatmayacak kadar önemlidir.  

Sonra, neden çok da üzüntü duymayacağımıza gelebiliriz: Bizim burjuva devrimimiz de, bütün benzerleri gibi, emekçi sınıfları satmış, onun da ötesinde, ağır biçimde ezmekten çekinmemiştir. Bu dediğimin itiraz edilebilir yanları vardır. Örneğin, hemen akla gelebilen bir itiraz olarak, esasen emekçi sınıfların toplumsal ve siyasal yetersizliği ile güçsüzlüğünün bu durumun nesnel dayanaklarından birini oluşturduğu ileri sürülebilir. Ama, sonuç olarak, şu da tartışma götürmez bir gerçektir: Cumhuriyet devrimi, tarihsel bir ilerlemeyi gerçekleştirmenin yanı sıra, emekçileri hem toplumsal-iktisadi hem siyasal anlamda baskı altına almayı da hiç ihmal etmemiştir ve adı geçen kurucu partinin buradaki rolü apaçıktır. Aynı açıklık, cumhuriyet rejimiyle emekçilerin elde ettikleri kazanımların törpülenmesinde de kendini göstermiştir.

Bu kadarla bırakırsak yanlış anlaşılabilir; bir intikam peşinde, üstelik de kendi gücümüzle gerçekleştiremediğimiz bir intikam peşinde olduğumuz düşünülebilir. Bunu düşünmekten de düşünülmesine yol açmaktan da kesinlikle kaçınmamız gerekir. Toplumsal sınıfların, haklı bile olsalar, bir zamanlar birlikte mücadele ettikleri sınıflardan intikam almak peşine düşmeleri gerçeklikle bağdaşmaz. Bağdaşmaz derken, siyasal mücadele sırasında bu amaçla davranmanın gerçeklikte bir karşılığı yoktur, olmadığı için de kalıcı mevziler elde edilmesini kolaylaştırmaz. Başka bir anlatımla, aldatılmış ya da, az önceki argo deyişle, satılmış sınıfların bunun öcünü almak için harekete geçmeleri ne görülüp işitilmiş ne de yazılıp çizilmiştir.

Zaten konu, zil takıp oynama deyiminin anlattığı aşırı sevinç durumuyla ilgili değildir; hatta, aşırısı bir yana, sevinmekten bile söz edilemez. Ancak, bir gerçeğin daha büyük bir açıklıkla ortaya çıkmasına doğru gidişin belli bir hız kazanması söz konusudur ve bu iyidir.

Gittikçe daha büyük bir açıklıkla kavranabilecek olan gerçek, yazımıza konu ettiğimiz partinin, iktidarı kaybettikten sonraki çok uzun yıllar boyunca, düzen açısından ön plana çıkan yeni işleviyle ilgilidir. CHP, ülkemizde emekçi sınıfların toplumsal ve siyasal gelişmelerinin şaşırtıcı denebilecek bir ivme kazandığı altmışlı yılların ortalarında resmileştirdiği “ortanın solu” politikası ile, o uyanışı düzen sınırları içinde tutmayı başlıca işlevleri arasına, hatta arasına değil, onların başına yerleştirmiştir. Bu işlevini, karşısına çıktığı emekçi sınıflar mücadelesinin içinden gelen istemli istemsiz katkıların da kolaylaştırıcı etkisiyle, en az iktidar dönemlerinin bastırma ve engelleme işlevi kadar başarıyla yerine getirdiği rahatça ileri sürülebilir.

Şimdi bu başarının sonuna doğru yaklaşıldığını söylemekse, temelsiz bir iyimserlik sayılmamalıdır. Uzak olmayan zamanlarda içeriden gözlemler yapabileceği görevlerde bulunmuş bir bilim ve siyaset adamı olarak Oğuz Oyan’ın Salı günü burada yazdığı satırlar, daha çok söze gerek bırakmıyor:  “Aydınlanma mücadelesi vermeyen ve vermeyeceğini her tavır alışıyla açıkça beyan eden, iktidarla milliyetçilik yarışına girmeyi ve dinsel duyarlılıklara öncelik vermeyi bir politika marifeti sanan, neoliberal düzeni daha iyi yönetmeye talip olmak dışında ekonomik seçenek geliştirmeyi reddeden teslimiyetçi bir siyasal hareketin, merkez solda tanımlanması artık olanaksızlaşmıştır.”

Uzun söze gerek kalmıyor dediysek de şu kadarını eklemeden bitirmeyelim: Solu sağı bir doğru üzerine yatırıp iki ucuna aşırı, ortasına merkez diyerek betimlemeler yapmanın hiç de  açıklayıcı olmadığını dikkate almakta ve CHP söz konusu ise “merkez” sözcüğü eklenerek de olsa içinde “sol” geçen bir tanımlamayı tümüyle terk etmekte yarar var. Bu partinin sol ile bir ilgisinin olmadığını, ille de bir ilgi kurulacaksa, bunun emekçi sınıfların kurtuluş arayışlarını saptırmak, yanıltmak ve sosyalizm yönelişli örgütlenmelerini engellemekten ibaret olduğunu ve pek özendiği benzerleriyle umarsız bir rekabet içindeki bir düzen partisiyle karşı karşıya bulunduğumuzu yeterince sergilemek gerekiyor.   

Mesut Odman / SOL

Dolar... Yaptırımlar... Metal savaşları... - ÖZLEM YÜZAK

Galyum, Tantal, Kobalt, Seryum, İridyum... Devam edelim... Skandiyum, Neodimyum, Disporsiyum... 


Bu saydıklarım nadir metal ve elementler... Şimdi Türkiye’de dolar almış başını giderken, ekonomi baş aşağı olmuşken bu da nereden çıktı demeyin. Anlatayım... 
Dünyada oda sıcaklığında sıvı halde bulunabilen sadece 4 metal var. Onlardan biri Galyum. Bor grubu elementlerinden biri. İçinde bulunduğumuz dönemin ileri teknoloji metallerinden. 

Tantal, cep telefonları başta olmak üzere birçok elektronik cihazda kullanılan kondansatörlerin yapı taşı. Stent ve yapay kemik üretiminde, uçak ve roket parçalarında, kamera merceklerinde de kullanılıyor. Kongo’daki bitmeyen iç savaş tantal cevheri yüzünden sürekli körükleniyor. 

Kobalt yine en stratejik metallerden. Süper alaşımlar için kullanılıyor. Lityum iyon bataryalarda, elektrikli otomobillerde vs. kullanılıyor. Altından daha fazla kazandırıyor. Şubat 2016’da ton başına fiyatı 21 bin 750 dolardı. 2018 Mart ayında 95 bin dolara ulaştı. Bunları niye anlatıyorum? 
 
Nadir metallerin yüzde 80’i Çin topraklarında 
Çünkü artık bu nadir metaller günlük yaşantımızın her yerindeler. Cep telefonlarımızda, bilgisayarlarımızda... Yeni nesil rüzgâr türbinlerinde, güneş panellerinde, F-16 uçaklarında, füze savunma sistemlerinde, hibrid arabalarda, hatta televizyonlarda kırmızı rengi veren de onlar, kulaklıkların bu kadar küçük olmasını sağlayan da.. tıbbi cihazlarda da varlar... 

Bu metaller içinde bulunduğumuz çağın olmazsa olmazlarından. Ve dünyada nadir metallerin yüzde 80’i Çin’in topraklarında. Ağırlıklı olarak İç Moğolistan’da çıkıyor. Dünya kobalt ve tantal rezervlerinin yüzde 59’u Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ve Çin şirketleri ön anlaşmalarla oradaki kobaltın da önemli bir kısmını kapatmış vaziyette. 
Ayrıca Çin bu nadir metallerin ihracatını her yıl biraz daha azaltıyor. Bunları kendi üretiminde kullanıyor. 2015 yılında bir stratejik plan hazırladı ve 2025 yılında dünyadaki elektrikli araçların pillerinin tümünün “Made in China” olmasını hedefledi. Sadece nadir metaller değil; bugün dünyada tüketilen magnezyumun yüzde 94’ü, doğal grafit’in yüzde 69’u ve tungsten’in yüzde 84’ü Çin’den geliyor. Ve Çin bu stratejik hammadde üstünlüğünü kullanarak yabancı müşterilerine yüzde 20 daha pahalıya satıyor. Böylece Çinli şirketlerin rekabet üstünlüğünü de koruyor. 

Dünya karşılıklı yaptırım savaşlarına doğru itiliyor, ABD kaynaklı olarak. İran’la nükleer anlaşmadan çekilmenin ardından bu ülkeye yeniden koyduğu ambargo ve üçüncü ülkeleri de buna zorunlu kılması; Çin ile dış ticaret açığını gerekçe göstererek ithal ettiği ürünlere ek vergiler getirmesi; Rusya ile, eski Rus ajan Sergei Skripal ve kızının Novichok adlı sinir gazı ile zehirlemesini gerekçe göstererek başlattığı yaptırımlar; Türkiye ile ABD’li rahip Brunson’ın iade edilmemesini gerekçe göstererek uygulayacağını açıkladığı yaptırımlar... 
 
Türkiye... Maden ruhsatları ABD’ye mi? 
Türkiye 80 milyon nüfusu ile kurbanlık koyun gibi bekleyişte. Doların hızına bir türlü yetişemiyoruz. Herkesin gözü son dakika haberlerinde. ABD ile görüşmelerde ilerleme sağlanamadığı, yeni yaptırımların gündemde olduğu söyleniyor. Freni bozuk kamyon gibi hızla yokuş aşağı inişe geçmiş olan bir ekonomide kimse önünü göremez halde, bekleşiyoruz. İşin kötüsü gelinen noktada yapacak pek bir şey de yok. 

Eli güçlü olan pazarlığını yapıyor. Güçsüz olan önce kıskaca alınıyor, ardından tavizler vermeye zorlanıyor. Her şey karşılıklı çıkar üzerine kurulu. Çin bu açıdan elini daima üçlü tutmayı beceriyor. Türkiye’nin elinde ne var? Hiçbir şey olmadığı gibi, ekonomik olarak dışa bağımlılığımız da hızla artıyor. Pardon şunu unutmayalım. 2 yıl kadar önce Enerji Bakanlığı başta nadir toprak elementleri olmak üzere Türkiye’de yer alan hammaddelerin aranması ve üretilmesine yönelik arama programı başlatacaklarını ve 5 trilyon dolarlık yeraltı zenginliğini hayata geçirecek uygulamalara hız vereceklerini açıklamıştı. Ne olacak size söyleyeyim mi? 

Maden arama ve çıkarma ruhsatları ABD’li şirketlere verilecek. Ekonomik olarak çökme noktasına gelen Türkiye kendini ve günü kurtarmak için bu kez yeraltını peşkeş çekecek. Tabii şunu da ısrarla vurgulayalım. Bu nadir elementlerin çıkartılması hem çok zahmetli hem de çok tehlikeli... 


Söylemedi demeyin...

Özlem Yüzak /CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...