15 Ağustos 2018 Çarşamba

Kaptan, gemiyi ‘bilinmeyen sulara’ doğru sürüklüyor - HAYRİ KOZANOĞLU

Kriz döneminde en çok sorulan 10 soruyu sizler için cevaplamaya çalıştık. Ne yazık ki iç açıcı bir manzara sunamıyoruz.


1) Hepimiz gerçekten aynı gemide miyiz?
Bir an emekçisiyle, emeklisiyle, yoksuluyla hepimizin aynı gemide bulunduğunu varsayalım. Sade yurttaşlar olsa olsa güvertede konuşlanmışlardır. Geminin kaptanı ise köşküne kurulmuş, gemiyi “Başkanlık Sistemi” dediği “bilinmeyen sulara” doğru sürüklemektedir. Parlamenter muhalefete gelince; bu kez dümeni inatla kayalıklara kıran kaptanı uyarmak yerine, “yanında bulunduğunu” beyan ederek suç ortaklığına yönelmektedir.

2) Trump’la kapışmak anti-emperyalizm midir?
Kuşkusuz Trump saldırgan bir emperyalisttir. Gelgelelim, sahici anti-emperyalizm de halkın ve ülkenin çıkarlarını emperyalizme karşı korumak, gerektiğinde gerçekçi stratejilerle emperyal emellerden en az zararla korunmasını sağlamaktır; yoksa memleketi, hesapsız kitapsız emperyalist saldırıya açık hale getirmek değil. Aklınıza emperyalizme karşı mücadele denince kim geliyor? Ben, Lenin, Mao, Mustafa Kemal diye sıralarım örneğin (devlet başkanlarını kastettiğimden yoksa Deniz’i, Mahir’i unuttuğumdan değil). Peki onlar 1918’de Brest Litovsk’ta, 1923’te Lozan’da ve 1971’de Pekin’de neden diplomatik uzlaşmayı seçtiler bir düşünmek gerekmez mi?

3) Türkiye ekonomisi başta Avrupa gerçekten dünyayı tir tir titretecek hale geldi mi?
Sizi çekemeyen komşular evinizin bakımlı ve albenili olmasından hoşlanmayabilirler. Ama asıl sizin hanede yangın çıkıp, alevlerin kendilerine de ulaşmasından korkarlar. Örneğin Avrupa, özellikle de Türkiye’de varlığı bulunan İspanyol BBVA (83.3 milyon dolar Garanti’nin ortağı), Fransız BNP Paribas (38.4 milyar dolar TEB’in ortağı) ve İtalyan UniCredit (17 milyar dolar Yapı Kredi’nin ortağı) endişe içindeler. “Bulaşma etkisi” tüm yükselen ülkelerde de hissediliyor. Çünkü bir yatırımcı panikle parasını çekmeye yeltendiğinde, Türkiye’de likidite kuruduğundan yatırım fonu sözgelimi Polonya ya da Güney Afrika borsasında satışa geçebiliyor. Dolayısıyla Türkiye onları da aşağı çekiyor.

4) Ekonomik kriz Pastör Brunson gerginliğiyle mi patlak verdi?
Kuşkusuz Brunson vakası, Trump’ın hasmane tweetleri süreci hızlandırdı. Ne var ki, cuma günü açıklanan haziran ayı cari işlemler rakamları da krizin ayak seslerinin habercisiydi. Hatırlatalım, Türkiye’nin cari açığı biraz gerileyerek 3 milyar dolar civarına gelmişti. Ancak asıl vahimi, bu açığı dış kaynaklarla finanse etmek bir yana, mevcut fonlama imkanları 4.5 milyar dolar daralmıştı. Kaynağı belli olmayan 455 milyon doların yanısıra Merkez Bankası rezervlerden tam 7 milyar dolar satmak zorunda kalmıştı. Kanımca bu başlı başına bir kriz göstergesiydi.

5) Türkiye’nin kamu borcunun düşüklüğü bir güvence mi?
Kriz tartışması söz konusu olunca, hemen Türkiye’nin kamu borcunun düşüklüğü gündeme getiriliyordu. Gerçekten GSMH’sinin yüzde 28,5 oranıyla ülkenin kamu borcu uluslararası ölçütlere göre düşük düzeyde bulunuyor. Ancak geçmişte de kamu çalışanlarına, emeklilere bol kepçe para dağıtılması nedeniyle değil, bankaları kurtarma operasyonlarını finanse ederken borç düzeyi fırlamıştı. İsterseniz bu noktada Yılmaz Akyüz hocanın “Ateşle Oynamak” kitabından, özel sektör borcunun üstlenilmesine ilişkin bir alıntıyla konuya açıklık getirelim:
“Örneğin Endonezya’da, o ana kadar yürütülen mali disipline karşın kurtarmalar kamu borcunu GSMH’nin yüzde 50’si kadar artırdı. Benzer oranlar Tayland ve Güney Kore için yüzde 42 ve yüzde 34 iken, Türkiye için yüzde 33’tü. Yani 2001 krizinde kamu borcu asıl destekleme alımlarından filan değil, özel bankaları kurtarma operasyonu sonucu sıçramıştı?”

6) IMF kucak açmış dört gözle Türkiye’yi mi bekliyor?
1999’dan başlayarak stand-by anlaşmaları kapsamında IMF Türkiye’ye 34 milyar dolar kredi açmış, yaklaşık 30 milyar dolar kaynak kullanılmıştı. Ne yazık ki şu aşamada böyle bir olasılık da söz konusu değil. Trump, IMF anlaşması bulunan Pakistan’a bile bu parayla Çin’e olan borçlarını öder gerekçesiyle şerh koyuyor. Hele kasım seçimleri yaklaşırken Trump kavgaya tutuştuğu Erdoğan’ı ferahlatacak bir çözüme hiç yanaşmaz. Hatırlatalım IMF Yönetim Kurulu’nda karar alınabilmesi için yüzde 85 çoğunluk aranıyor. ABD’nin yüzde 16,5 kotası fiili “veto hakkı” anlamına geliyor.

7) Çin panda bonoları Türkiye için bir çıkış olanağı sağlar mı?
Çin haliyle Atlantik İttifakı’ndaki çatlaklardan yararlanmaya çalışacak, Türkiye’nin ağzına bir parmak bal çalacaktır. Çin piyasasında panda bonoları ihracı 2018 programına alınmış ne var ki somut bir tarih verilmemiştir. Bu bonoların tüm ülkeler için şu ana kadar ki toplam miktarı 24 milyar dolardır. Bu küresel piyasalar için henüz küçük bir rakamdır. Türkiye’nin CDS primi cuma günü 437 puana yükselmişti. Bunun anlamı, Çin’den bir borçlanma olanağı da bulunsa, maliyetinin tipik yuan faizi + 437 baz puanla çok yüksek bir düzeyde gerçekleşmesidir.

8) ABD’nin çelik ve alüminyuma koyduğu vergiler Türkiye’nin ihracatını nasıl etkiler?
Türkiye, ABD’nin ticaret fazlası verdiği nadir ülkelerden birisidir. 2017’de 8.7 milyar dolar ihracata karşın, 12.2 milyar dolar ithalatla 3.5 milyar dolar açık verilmiştir. Ekonomik yönüyle Trump’ın hışmına uğramak için bir neden yoktur. Konu tamamen politiktir. Çeliğe yüzde 50, alüminyuma yüzde 20 vergi sırasıyla 1 milyar 40 milyon dolar ve 50 milyon dolar ihracatın fiilen son bulması demektir. Bunun makroekonomik etkisi sınırlı da kalsa, Trump’ın kararının ABD firmaları ve bankalarına yönelik “sinyal etkisi” daha vahim sonuçlar yaratabilir.

9) Döviz kuru risklerine karşı koruma tedbirleri uygulamaları nedeniyle bankaların emniyette oldukları söylenebilir mi?
Bankaların en büyük kaygısı, döviz mevduatlarının çekilmesi gündeme gelirse karşılaşacakları “likidite riskidir.” Özellikle bireysel 91.4 milyar dolar bir saatli bomba gibidir. Bu atlatılsa bile, bankaların döviz açık pozisyonlarının sınırlı olması ( 48.2 milyar dolar) onları kurtarmaya yeterli değildir. Çünkü bu kez de döviz borçlarını ödeyemeyen şirketlerin “kredi riskiyle” karşılaşacaklardır.

10) Döviz kurundaki sarsıntının yabancıların ülkeyi terk etmesinden kaynaklandığı söylenebilir mi?
Söylenemez. Yabancılar zaten usul usul ülkeyi terk etmişlerdi. 2014 yılı sonunda portföyleri 143.2 milyar dolarken, en son verilerin açıklandığı 3 Ağustos 2018’de 70 milyar dolara gerilemişti. Son bir haftada dolar kurunun 5 TL’den cuma günü 6.40’a gelmesiyle 31.6 milyar dolar hisse, 19.6 milyar dolar DİBS portföyünün, düşen borsa endeksinin ve yükselen faizin de etkisiyle değeri tahminen 40 milyar doların altına inmiştir. Bunun da çıkışa yönelen bölümü sınırlıdır ve piyasaları allak bullak etmez. Unutulan bir nokta, TL/Döviz bazındaki işlemlerin yaklaşık yüzde 70’inin yurtdışında, büyük ölçüde Londra’da gerçekleşmesidir. Tipik bir günde yüzde 89’u dolar cinsinden bir ayağı TL 71 milyar dolarlık işlem yapılmaktadır. Muhtemelen kriz anında herkes TL satmaya üşüştüğü için fiyat artışları daha keskin olmakta, operasyon Londra’dan yürütülmektedir.

 HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Siz mandacılığı ne zaman ittiniz?- Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Büyüğümüz(!), Türk Milleti'nin neden kimsenin tehdidine pabuç bırakmayacağını anlatırken, tarihi bir referans verdi ve şöyle haykırdı:
- Türk Milleti mandacılığı 100 yıl önce elinin tersiyle itti!

Doğru;
"Türk Milleti" mandacılığı elinin tersiyle itti; herhangi bir gücün himayesine girmek, sömürgesi olmak yerine "hür yaşamayı" tercih etti ve bu uğurda kaç nesil birden feda etti kendini; kimi seneler mezunu olmayan okullarımız var, göğsümüzü kabartan ve fakat gözlerimizi de yaşartan kahramanlık hikayelerini hepimiz biliyoruz…
Bilmediğimiz;
Siz "mandacılığı" yahut "mandacıların izinden gitmeyi" ne zaman terk ettiniz?
Ya da belki böyle mi sormak gerekli;
Terk ettiniz mi?
                                                                          ***
Zira…

Bugüne kadar siz  hep "mandacılığı elinin tersiyle iten Türk Milleti" yerine, bir İngiliz Savaş gemisiyle ülkesini terk etmezden evvel "Umutlarımı Allah'tan sonra İngiltere'ye bağladım" diyebilmiş bir Padişah/Halife'nin tarafında olmayı tercih ettiniz!

Türk Milleti'nin "mandacılığı elinin tersiyle iterek" kurduğu Cumhuriyeti yeri geldiği "zalim", yeri geldi "katil"likte itham edip, "mandacılığı elinin tersiyle iten" vatan kahramanları hakkında idam fermanları çıkaranlarla gururlandınız!

"Mandacılığı elinin tersiyle iten Türk Milleti"nin uğruna Kurtuluş Savaşı verdiği bu devletin bütünlüğünü korumak yerine mandacı "Haçlı Müslümanları"na "ne istedilerse verdiniz"Prens Sabahattin'in fikirlerini iktidara taşıyıp, ülkeyi bölmeye ve mandacıların elinde olduğu günlerine döndürmeye kalkıştınız!

Mandacılığı savunan, düşman dururken Kuvayı Milliye'yle mücadele eden Teali İslam Cemiyeti'nin kurucusu İskilipli Atıf'a iade-i itibar verdiniz!

"Mandacılığı elinin tersiyle iten Türk Milleti"nin yedi düvelle savaşan fertlerinin boynuna yağlı urgan geçirten Mustafa Sabri adına vakıf açtınız!

İngiliz himayesindeki Şeyh Sait'in heykellerini diktirdiniz, dikilmesini izlediniz!

Etnikçiler, Pontusçular, Taşnakçılarla dil birliği yaptınız; açıldınız, saçıldınız; kanlı hendeklere…

Daha büyük mandacı mı olur; "Keşke Yunan Galip gelseydi" diyen, "fesli meczup" diye anılan, adıyla köşemi kirletmek istemediğim canlı türünü onur etmelere doyamadınız!

"Türk Milleti" doğru diyorsunuz 100 yıl önce mandacılığı elinin tersiyle itti de asıl siz ne zaman ittiniz ki "Türk Milleti"ni cephede yalnız bıraktığınız o mücadelenin hatırasıyla kafa tutar hale geldiniz dünyaya!


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU  / YENİÇAĞ

Hatırladınız mı?.. Bir zamanlar parlamenter rejim vardı?.. - Ahmet TAKAN

Çoğu yerde soruluyor;
"Böyle bir zamanda Meclis neden olağanüstü toplanmıyor?"..
Bende soranlara soruyorum;
"Toplanıp ne yapacak?"
Yüzüme  Uganda'dan Türkiye'ye yaz tatiline  gelmiş gurbetçi edası ile bakan muhataplarıma, hepimizin tercihi(!) tek adam rejimini kısa ve anlayabileceği cümlelerle anlatmaya çalışıyorum;
"Diyelim, Meclis toplandı. Ne yapacak?.. Açın anayasayı dikkatlice okuyun. Yeni sistemde milletvekillerinin  belediye zabıtası kadar yetkisi yok. Milletvekilliği konu mankenliği konumuna getirildi..."
"Ya öyle mi?.."
Evet, aynen öyle hatta daha da fazlası!..
Meclis olağanüstü toplansa hangi kararları alabilecek?.. Krize müdahale edebilecek yaptırımları devreye sokabilme yetkisi var mı?..
Yok!..
Ha ne yapabilirler?.. Partiler ortak deklarasyon yayınlayıp, Trump'a "çok ayıp ettin bize" deyip kınayabilirler...
Trump'da çok duyar!..

Ortada Bakanlar Kurulu yok... Bakanlar Kurulu...
Demokratik rejimlerde parlamentolar sadece yasa yapma yeri değildir. Bir de olmazsa olmaz denetleme görevleri vardır. Meclis denetimi ağır ceza mahkemesi gibidir. Yürütme organları, Meclis denetiminin ağırlığı karşısında tir tir titrer.
Meclis'in, bir  Başbakana, bir Bakana, bir kamu kuruluşuna hesap sorması ortalığı ayağa kaldırır. Gel gör ki, benim güzel ülkemde, parlamenter rejim AKP iktidarı döneminde ustaca gayet güzel zaman dilimine yayılarak iğdiş edildi. Meclis'in bütün denetim mekanizmaları sulandırıldı, çalışamaz,iş göremez hale getirildi. Bunun en bariz örneklerinden biri KİT komisyonudur. Kamu kuruluşlarının KİT komisyonu öncesinde nasıl hazırlandığını, milletvekillerinin denetim ve soruları karşısında nasıl korkulu rüyalar gördüğüne, hatası olanların nasıl  hesap verdiğini yıllarca takip ettim. AKP iktidarı döneminde KİT komisyonu cıvata bir komisyon olmakla kalmadı milletvekillerinin iş takibi için en elverişli mecralardan biri haline getirildi...
 Ya sonra?...

Milletvekillerini yazılı ve sözlü soru önergelerine anayasa, yasa, içtüzük kuralları hiçe sayılarak cevap bile verilmeme dönemine girildi.
Daha sonra?..

Malum zatın, üstün katkı ve desteği ile  rejim değiştirildi. Parlamenter sistemin jübilesi yapıldı. İki dudak arasına bağlandı koca ülke....

Bir zamanlar gensoru müessesi vardı. Hükümet, Başbakan ve Bakanlar hakkında gensoru önergesi verilirdi. Muhalefetin gensoru önergesi hazırlığı duyulduğunda bile iktidarın uykuları kaçardı. Her ne kadar sayı üstünlüğü de olsa iktidarlar gensoru gibi ağır bir müessesenin işletilmesinden ve ortaya dökülecek ağır iddiaların kamuoyu nezdinde oluşturacağı itibar kaybından çok çekinirdi. Hoş, son 16 yılda muhalefeti iktidar işbirliği içinde gensoru mekanizması da laçkalaştırılıp cıvıtıldı!..

Şimdi gensoru yok!..
Hafızam beni yanıltmıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde 2 Hükümet gensoru önergeleri ile düşürüldü;
1979 yılında (31 Aralık) Süleyman Demirel başkanlığında kurulan MC Hükümeti. 25 Kasım 1998'de de Mesut  Yılmaz Hükümeti. Üstelik, bu Hükümet Türkbank ihalesi ve iş adamı Korkmaz Yiğit'in açıklamaları yüzünden verilen gensoru ile düşürülmüştü. Yer yerinden oynamıştı.
Gensoru ile düşürülen bakanlardan biri Demirel Hükümetinin Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, Mesut Yılmaz Hükümetinin Devlet Bakanı Güneş Taner idi.
Ortada Bakanlar Kurulu yok... Gensoru yok...

Meclis'i olağanüstü toplayıp ne yapacaksınız?..
Laf olsun torba dolsun mu?..
Veya dostlar alış verişte görsün muhabbeti mi?..
Çıkıp kürsüye papaz Brunson'a mı hakaretler yağdıracaklar?...
Türkiye'yi bu ekonomik krize ağır buhrana sokan sorumlulardan hesap sorma mekanizması nerede?...
Gensoru olamadan, nasıl sorulacak bu hesap?...
Yapılan hatalar belgeleriyle nasıl ortaya dökülecek?..

Bırakın yahu!.. Meclis olağanüstü toplanmasın!.. Mebuslar, tatil keyiflerini yarıda kesmesin.  Bu ağır ekonomik kriz altında Ankara'ya dönüp Meclis'i yeniden açtırıp hazinen masraflarını daha da ağırlaştırmasınlar. Tatilde maaşlarını alıp afiyetle yemeye devam etsinler. Hatta, Brunson ülkesine gönderilene kadar tatillerine devam etsinler. Sonra, Meclis'i açar kayıkçı kavgasına devam ederler!..
Şimdi, anladınız mı parlamenter sisteme neden son verildiğini?..

Sakın ha!..
Türk milliyetçiliğini temsil ettiğini, ileri süren bir partiye "Sen nasıl oluyor da partinin hesaplarını TL yerine döviz de tutuyorsun" diye sormayın.
Aynı, İslami değerlerin en katı savunucusu gibi görünen iktidar partisine "Neden paralarınızı faizde tutuyorsunuz. Haram değil mi?.. 
Neden Müslümanları dolarla Hac'a götürüp getiriyorsunuz?.. Neden Amerikan askerlerinin başarısı için dua ettiniz?.. 
Neden İsrail'in Mavi Marmara şehitlerinin aileleri, ne önerdiği dolarlı tazminat için anlaşma yaptınız" demediğiniz gibi!..

Başınıza taş düşse papazdan bilmeye devam edin!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Şok doktrini: Krizle rejim değiştirmek! - Arslan BULUT

Dolar krizinin sadece bir Amerikan saldırısı olarak yorumlanması, eleştirilere sebep oluyor. Bana da bu yönde eleştiriler geliyor.

Bir eleştiride "Neden bir anda herkes 'AKP ne kadar yanlış yapmış olursa olsun arkasında durmalıyız' diyor. Amerika mı dedi 'al kredileri kendine 1400 odalı saray yap' diye? Neden istifa çağrısında bulunmuyorsunuz. Boks ringine çıktıysanız, bu rakip bana yumruk atıyor diye ağlanıp zırlanmaz. 'Ben neyi yanlış yaptım, neden gardımı almıyorum' diye düşünülür..." deniliyor.

Oysa ben açıkça "Krizin sorumlusu Dolar değil, AKP iktidarının, 16 yıldır sıcak para ile durumu idare etmesi, ithalat-ihracat açığını kapatmaya dönük bir üretim ekonomisi kurmaması ve eroin bağımlısı gibi Dolar'a ihtiyaç duymasıdır. Sıcak para muslukları kesilince, Türkiye ekonomisi bir defa daha karaya oturmuştur." diye yazdım.
Fakat sıcak para musluklarını da bir kesen var değil mi?

                                                                          ***

Dr. Mustafa Ataç da "aynı gemideyiz" diyenleri eleştiriyor:
"Bizler cumhuriyeti iki tane sarhoşun kurduğunu söyleyenlerle aynı gemide değiliz. Türk olmaktan mutlu olanlarız biz. Kindar değiliz! İspanya, Portekiz ve Yunanistan'ın hesapsız kitapsız konut ve inşaat politikaları nedeni ile iflasın eşiğine geldikleri belliyken sıcak parayı betona yatırarak Türk milletinin geleceğini ipotek altına alanlarla ayni gemide değiliz."
İyi de Türkiye gemisi kayalara çarparsa, herkes zarar görmeyecek mi?

                                                                        ***

Emre Kongar ise Cumhuriyet'teki yazısında "Kriz kimin işine yarıyor?" diye sordu ve şu önemli değerlendirmeyi yaptı:
"2007 yılından beri yaşadığımız siyasal ve ekonomik şok ve krizler, Erdoğan/AKP iktidarının işine yaradı...
İktidar bu krizleri fırsata çevirdi: Rejimi değiştirdi.
Cumhuriyet Pazar Dergi'nin 6 Nisan 2008 tarihli sayısında Z. Kalkandelen, Naomi Klein'in 'The Shock Doctrine' adlı kitabından hareketle, 'felaket kapitalizmi' adı verilen Neoemperyalizmin toplumlara nasıl dayatıldığını anlatıyordu:
'Cameron adlı bir CIA psikiyatristinin insanlara şok tedavisi uygulayarak belleklerini silip yeni bir insan yaratma deneyleri, Neoemperyalizmin şok yöntemiyle toplumlara uygulanıyor.
Önce savaşlar, terör saldırıları, darbeler, ekonomik krizler ve doğal afetler yoluyla toplumlarda şok yaratılıyor, sonra da bu şokun yarattığı korku ve düzensizlik ortamını kullanan politikacılar ve şirketler aracılığıyla ikinci şok olarak Neoemperyalizm dayatılıyor. Bunlara direnenlere, polis ve hapis baskıları ile üçüncü şok uygulanıyor.' "

                                                                         ***

Aslında ABD, 1929 buhranından beri Kongar'ın atıfta bulunduğu "şok doktrini" ile yönetiliyor. Türkiye'de "Amerikan Merkez Bankası" diye tanıtılan Federal Reserv, 1910 yılında Ceykıl adalarında bir araya gelen dönemin Yahudi zenginlerinin kurduğu özel bir bankadır. 1907, 1920 ve1929 buhranlarını da bu zenginler meydana getirdi. Borsa oyunlarıyla birinci krizde 5400 bankayı iflas ettirdiler. 1929 buhranında ise Federal Reserv yöneticilerinin sahip olduğu bankalar dışında, Amerikan işadamlarının oluşturduğu bütün bankalar ve bütün Amerikan ekonomisi çökertildi. Tarım arazileri de dahil ABD'deki bütün servet, Federal Reserv sahiplerinin eline geçti. Ondan sonra da Amerikan devletini, bu bankaya borçlandırmaya başladılar. Federal Reserv sahipleri, daha sonra bütün dünya ekonomisi ve siyasetine ağırlık koydu. 11 Eylül komplosuna, Afganistan ve Irak işgallerine, Suriye'deki iç savaşa karar veren güç, işte bu yapılanmadır!

Bilindiği gibi Türkiye'de de bankaların, büyük şirketlerin ve toprakların mülkiyeti de benzer krizlerden sonra değişti!

Turuncu devrim çetelerinin finansörü George Soros da 2008 Nisan ayında "Şu an hâlâ servet yıkımı zamanıdır" demişti! Türkiye'de bugün tam bir servet yıkımı yaşanıyor. Mülkiyet el değiştiriyor! Rejim değişikliği dayatılıyor. Kriz, bunun için çıkarılmış olmasın?


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Ekonomide zihniyet değişimi!-Tuncay Mollaveisoğlu

O gece... geç saatlerde Asya piyasalarında başlatılan saldırıyı ve doların seyrini izliyordum...

Bir şeyler ters gidiyordu... 1998 yılında büyük Asya krizini öngören, 2007 de bugün yaşadığımız kriz için "geliyor" diyen CHP Milletvekili Haluk Pekşen'i aradım.

"Hiç normal değil" dedi... Bana ardı sıra gelen endişeli telefonları aktardım... "Dolar sabah 10 TL mi olacaktı?"

Pekşen biraz da risk alarak öngörüsünü sosyal medyadan, o geç saatlerde şöyle paylaştı:

"Döviz kurunun bu denli savrulmasının hiçbir ekonomik veriyle izahı mümkün değildir... Gelinen bu nokta AKP politikalarını eleştirmeyi aşmış; güzel ülkemize karşı asla kayıtsız kalamayacağımız ağır ve ahlaksız bir saldırıya dönüşmüştür. Söz konusu olan VATANDIR. Dolar 7.15"

Sosyal medyadaki paylaşım müthiş hızla yayıldı... Daha sonra hükümetin önlem alacağız açıklamaları duyuruldu... Sabah olduğunda beklenen en kötü senaryo gerçekleşmemişti...

Ancak felaketten bir önceki aşamada euro ve dolar takılmıştı...
Türk halkı bir gecede daha da yoksullaşmıştı...
Özel sektör, bankalar ve ailelerin borç yükü yüzde 30 oranında artmıştı!

CHP eski Trabzon Milletvekili ve PM üyesi olan Haluk Pekşen; Balyoz davalarından hatırladığımız, kumpasları çökerten hukukçuluğu yanında dünyayı çok iyi okuyan bir yatırım danışmanı ...

1998 Asya krizinin, memleketteki yaygın kanaatin aksine Türkiye'yi etkileyeceğini o günlerde söylemişti... 2001 yılında Pekşen'in tarif ettiği krizi yaşadık!

2007 yılında ise ABD merkezli ev kredilerinden kaynaklanan kriz patlamıştı... Telefonun ucunda yine Haluk Pekşen vardı... Pekşen Türkiye'deki sıcak paranın yüksek faiz tatlısını bırakıp ülkeyi  terk etmeyeceğini savunuyordu... Yani dünyayı kasıp kavuran ABD krizi Türkiye'ye uğramayacaktı...

Gerçekten de öyle oldu ve hükümet bunu "kriz Türkiye'ye teğet geçti" diyerek böbürlenerek anlattı o günlerde...

Oysa Haluk Pekşen yaptığı açıklamada şunu söylüyordu: "Türkiye'de 108 milyar dolar sıcak para var... Bu para TL'ye dönmüş ve yüksek faizin tadını çıkarıyor... Türkiye'den çıkmazlar, ancak eğer bu bol kaynağı katma değer yaratan işlere yatırmayı başaramazsak, üretim ve istihdam sağlayıcı kaynak olarak kullanamazsak bu rüya bir kabusa açılacak!... Ekonomideki açıklar ve döviz üzerinden bir kriz yaşanacak..."

Geçen sürede tam da böyle oldu... AKP iktidarları parayı betona ve Alman otomobillerine gömdü! Pekşen Kamuda 60 bin süper lüks Alman arabası olduğunu söylüyor!
Peki bundan sonrası?
Haluk Pekşen üretim odaklı bir zihniyet değişimi ve fırsatından söz ediyor:

"Tarihin ikinci büyük treninin kapısındayız... Ya bineriz ya da 100 yıl daha trenin dumanını bile görmeyiz... Türkiye yarın sabahtan tezi yok topraklarını ekmenin fabrikalarını tüttürmenin kararını vermeli... Halkın cebine kredi kartı koymaktansa traktörün deposuna mazot koymayı başardığımız anda yeni dünyanın kapıları açılacaktır."

                                                                         ***
Ecevit hatasının diyetini ödemişti!..
ABD Irak'a saldırı hazırlığı yapıyordu...


En güçlü senaryo Irak'ın Türkiye üzerinden işgal edilmesiydi.
Koalisyon hükümetinin Başbakanı Bülent Ecevit, komşu ülke toprağının parçalanmasının bölgeyi müthiş bir istikrarsızlığa sürükleyeceğini görüyor ve şunu söylüyordu:

"Irak'ın toprak bütünlüğü Türkiye'nin toprak bütünlüğüdür..."

ABD Ecevit'e rağmen Irak'ı işgal edemeyeceğini görüyordu.

Sonra aniden bir düğmeye basılmış gibi Ecevit yıpratılmaya başlandı.

Doğrusu Ecevit'in etrafında ve koalisyon ortaklarının arasında "akçeli" işleri sevenler vardı.

Banka yolsuzlukları başta olmak üzere hükümet ekonomide ciddi sorunlarla boğuşuyordu...

Kamu Bankaları, dönmeyen kredilerle boşaltılıyor, bazı özel banka sahipleri kurdukları bankaları soyuyordu.

Bugün olduğu gibi o yıllarda da bizler yolsuzlukların üzerine gidiyor, hükümeti eleştiriyorduk...

Ancak anlatıldığı üzere; "Kara Çarşamba" olarak tarihe geçen o büyük kriz, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması ile başlamadı.

Türkiye adım adım bu krize hazırlanmıştı! Denetim dışı bırakılan bankaların soyulmasına; hem yerli hem de yabancı denetim şirketleri göz yummuştu...

Bankacılık sistemi çok kırılgan bir haldeydi...

Sonra aniden bir yabancı banka, büyük miktarda para transferi yaptı yurt dışına... Onu başkaları izledi...

Döviz ve faizler tarihi rekorlar seviyelerine tırmandı...

Birileri önceden haber alıp -bir banka da var bunlar arasında- servetlerine servet kattı!

Halk yoksullaşıp perişan olurken kimileri olağanüstü servetlere kavuştu!

Ekonomik kriz Ecevit'i göndermek için yaratılmıştı; MHP Lideri Bahçeli aniden erken seçim istedi, seçime gidildi, "krizin hükümeti", sandığa gömüldü ve AKP ilk seçimde iktidar oldu!

Daha sonra Erdoğan ve Abdullah Gül'ün ABD'nin Irak işgaline TBMM'nin onay vermesi için ne kadar çaba harcadığını da buraya not düşelim...

Ecevit bir ABD darbesi ile hükümetten indirildi... Ancak ekonomideki kırılganlığın, yolsuzlukların, yoksulluğun nedeni de yine Ecevit hükümetinden başkası değildi...

Bugün Erdoğan da aynı şekilde bir ABD saldırısı ile sıkıştırılıyor. Ancak Erdoğan da her tarafı açıklarla dolu, sıcak paraya bağımlı hale getirdiği ekonominin, yolsuzlukların, yoksulluğun siyasi faturasını ödemek durumunda...


Tuncay Mollaveisoğlu / YENİÇAĞ

14 Ağustos 2018 Salı

Ekonomik krizi önlemenin tarımdaki rolü - Mustafa Kaymakçı / ODATV

Bu yazımda “Tarımsal Kitler Yeniden Açılmalı” önermesini yapacağım. Bununla birlikte konumuzla bağlantılı olduğu için yaşanmakta olan ekonomik krizin nedenine kısaca değinmek istiyorum.


Tarım ve Gıda Egemenliği İçin Çıkış Yolu-1 ve 2 numaralı yazılarımda sırasıyla “Tarım’da Aile İşgücü Temelinde Köylü İşletmeleri Desteklenmeli” ve “Tarımda Kooperatifleşme Sağlanmalı” önermelerinde bulunmuştum.
Bu yazımda “Tarımsal Kitler Yeniden Açılmalı” önermesini yapacağım.Bununla birlikte konumuzla bağlantılı olduğu için yaşanmakta olan ekonomik krizin nedenine kısaca değinmek istiyorum.
EKONOMİK KRİZİN TEMEL NEDENİ NE?
Kimileri, ekonomiyi düze çıkarmanın yegane yolunun; çağdaş demokrasi ve bağımsız yargıyı tesis etmekten geçtiğini inanıyor. Bu yaklaşımın gerçek payı var. Ancak ne kadar?
Kafalarımız öyle yıkandı ki büyük bir çoğunluğumuz, içinde yaşamakta olduğumuz ekonomik krizin dışa bağımlı neo-liberal politikalardan kaynaklandığı ya görmüyor ya da görmezlikten geliyor.
Yineleyelim; gelinen olumsuz noktanın temel nedeni, dışa bağımlı ara malı ve hammadde ithalatına dayalı ekonomi politikalarıdır.
Örnekleyelim;
Dışa satılan her 100 birim malın 60 birimini dışarıdan alıyoruz.Bu bağımlılık değil midir? Yaklaşık 20 milyar dolar devlet tahvili ve 33 milyar dolarlık Türk hisse seneti yabancıların denetimindedir. Bu bağımlılığı yaratmaz mı?  Türkiye, ihraç ettiğinden çok ithal ediyor. Bu yüzden sürekli artan cari açığın GSYİH'ya (Milli Gelir) göre oranı 2016'da yüzde 3.8'ken, 2017'de yüzde 5.5'e yükseldi. Bu bağımlılığı  körüklemez mi?
Diğer yandan yaşanmakta olan krizin önemli bir nedeni de Sanayi ve Tarım Kitleri’nin özelleştirilmesidir.
Özelleştirme ile kamunun elinde, ekonomiyi büyük çoğunluğun lehine olduğu kadar uluslararası sermayeye karşı koruyacak  bir araç bırakılmamıştır.Bir başka deyişle , devletin piyasa malları üretimi,piyasayı düzenlemede kural koyucu işlevi ve sosyal devletle ilgili kamu hizmetleri gibi başlıca üç müdahale alanından çekilmesi  gerçekleştirilmiştir.
Böylelikle, tekelci sermayeye yeni kar alanları açılmıştır. Devlet, sosyal niteliğinden uzaklaştırılarak, devlet-yurttaş ilişkisi yerine tüketici ilişkisi oluşmuş ve yurttaşın devletle bağı, en alt düzeye indirilmiştir.
Kitler ve de Tarımsal Kitlerin, karadelik olduğu aldatmacası ile kafalar yıkandı.
Türkiye’de özelleştirme politikaları,12 Eylül 1980 askeri darbesiyle toplumun gündemine girmiştir. Özal ile başlatılan,Kemal Derviş ile ivme kazanan ve sonraki iktidarlar ile sürdürülen özelleştirmeler  ile devletin ekonomideki sınai,tarım ve ticari etkinliğinin en aza indirilmesi hedeflenmiştir.
İşin ilginç tarafı bu konu, iktidar partilerinin, ana ve diğer  muhalefetin ve  de medyanın birleştikleri ender hedeflerden biri haline gelmiştir. Bu birleşmenin verdiği güçle, kamuoyu oluşturabilecek tüm araçlar tek yanlı bir şekilde kullanılarak, özelleştirmenin ülke sorunlarını çözebilecek tek yöntem olduğu sürekli vurgulanmıştır.
Bunu doğrulayabilmek için; Kamu Sektörünün verimsiz çalıştığı, kaynak israfı yaptığı, dünya'da yaşananların bu yargıyı doğruladığı, ülkemiz'de de KİT etkinliğinin azaldığı, KİT açıklarının arttığı,bunun da enflasyon ve istikrarsızlığa neden olduğu gibi bir dizi kuramsal ve ampirik "kanıt" ortaya konulmuştur. Politikacılar,yandaş akademisyenler ve medya aracılığı ile “Kit’ler Karadeliktir”tezi  toplumun gündemine sokulmuştur.
Gelelim Tarımsal Kitlere.
TARIMSAL KİT’LER NE İŞE YARAMIŞLARDI?
•      Tarımda verimliliği yükselterek önemli düzeyde üretim artışına neden oldular.
•      Kırsal kesimin alt yapısını ve hizmetlerini sağladılar, göreli zenginleştirilmesine katkıda bulundular.
•      Kırsal kesimin eğitim düzeyini yükselttiler.
•      Köylüyü ağaların ve yabancı güçlerin denetiminden kurtarmaya çalıştılar.
•      Köylü ile devlet arasında bağı güçlendirerek, ulusal bütünlüğün pekiştirilmesinde rol oynadılar.
Tarımsal KİT’ler ile kendine yeter duruma gelen Türkiye’nin, besin güvencesi açısından da çökertilmesi gerekiyordu.
Tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi de bu bağlamda gündeme getirilmiştir.
TARIMSAL KİTLER YENİDEN KURULMALI
Gelinen noktada Tarımsal Kitler’in özelleştirilmesi ile, tarımda  büyük çoğunluğu oluşturan aile işgücü temelli küçük ve orta ölçekli tarım işletmelerinin;aracılar,örgütlenmiş büyük sanayiciler ve dev Alış Veriş Merkezleri(AVM) karşısında pazarlık güçleri yok denecek düzeye indirilmiştir.
Örnekleyelim;
Bir kamu kiti olan SEK vardı, çiğ süt fiyatları belirlemede etkin bir rol oynuyordu.Şimdi fiyatı kim belirliyor? Bileniniz vardır.
Bu bilindiği halde siyaset ve ekonomiye yön veren gerek iktidar,gerekse muhalefet çevrelerince özelleştirilen,tasfiye edilen ya da işlevsiz duruma getirilen Tarımsal Kitlerin yeniden inşa edilmesi doğrultusunda herhangi bir önerme kamuoyunun önüne getirilmiş değildir.
Bununla birlikte kamunun yeniden, başta,SEK,ESK ve de Tekel gibi fiyat düzenleyici kitler, TİGEM, TGSAŞ/İGS AŞ gibi girdi üreten kitler ve Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri gibi tarımsal kredi kitlerin yerine geçecek yeni kitlerin kurulması kaçınılmaz bir zorunluluk olarak gündemdedir.
Özetlenirse çiftçilerin kooperatifler eliyle kendi sanayi kuruluşların kuruncaya ve güçlü oluncaya değin tarımsal kitler devreye girmelidir.
Sonuç; Dışa bağımlı neo-liberal ekonomi-politikaların seçeneği var mı?
Elbette var.
Bu politikalar; ikameci ve daha eşitlikçi ekonomi politika ve bu modelle bağlantılı sanayi,tarım ve hizmet politikalarını üretmekten geçmektedir.
Model, aynı zamanda insan-doğa eksenli çevreyi koruyan, sağlıklı gıdayı doğal kaynaklarından sağlayan ve kendisiyle barışık bir Planlı Kalkınma Modeli olmalıdır.
Bu bağlamda EKONOMİ KRİZLERİNİ ÖNLEMENİN ÖNEMLİ ARAÇLARINDAN BİRİSİ, DEVLETİN ÜRETEN BÜYÜK ÇOĞUNLUK İÇİN KİTLERİ YENİDEN KURARAK EKONOMİYE  MÜDAHALESİNDEN geçmektedir.
Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı / Odatv.com

Hamidiye basını - ORHAN GÖKDEMİR

Tarihin kuralı, istibdat varsa direniş de olur. “Hamt” olsun, Hamid’inki dâhil direnişi sonsuza dek kırabilmiş bir istibdadı kaydetmiyor tarih. Öyleyse tarihte istibdat değil direniş esastır. Kazandılar, kazanırız.

“Reformist” olacağı sanılarak tahta çıkarılan Sultan Hamid, Osmanlı Rus harbini bahane edip 1878’de Meclisi tatil ettikten sonra hızla tek adam haline geldi. Namık Kemal’i sürdü, Ahmet Vefik Paşayı azletti. Yerine sadık Sadık Paşayı atayarak baskı döneminin kapısını araladı. İlk işi aydınlara baskıyı arttırmak oldu. Savaş parayı pul etmişti, halk geçim derdi altında eziliyordu. Baskıcı tek adam kısa zamanda büyük bir nefret objesine dönüştü. Fakat görünüşe göre ortalıkta Hamid’e kafa tutacak kimse kalmamıştı.


Rüzgâr eken fırtına biçer. Fırtına aydınların ayaklanmasıydı. “Jön Türkler” kıpırdanmaya başlamıştı. Bazıları daha da ileri giderek bireysel girişimlerle Hamid’i alaşağı etmeye kalkıştı. Galatasaray Mektebi Müdürü Suavi ve Farmason Cemiyeti Üstadı Kleanti Skaliyeri kısa aralıklarla Hamid’e karşı şanslarını denedi. İki baskın da başarısız oldu, darbeciler öldürüldü veya hapse tıkıldı. Fakat Hamid’i çok korkutmayı başarmışlardı. O darbelerden sonra Hamid ölene kadar korkuyla yaşadı. Sonra korkusu derin bir paranoyaya dönüştü. O tarihten sonra bütün enerjisini hürriyet mücadelesini etkisiz kılmaya harcadı. Korkusu ve kini öylesine büyüktü ki İzmir Fransız Konsolosluğuna sığınan ilk anayasamızın yazıcısı Mithat Paşa’nın iadesi karşılığında Tunus’un Fransızlar tarafından işgaline göz yumdu. Bundan cesaret alan İngilizler Mısır’a çıktı. Tunus ve Mısır’ı verdi, bu ödemenin karşılığı Mithat ve Mahmud Celalettin Paşanın boğdurulması oldu. Hamid rejimidir.

Muhalefetin gözü karaydı ama Hamid’i indirmek dışında bir planları yoktu. Hamid’i indirip Murat’ı bindirince işlerin yoluna gireceğini sanıyorlardı. Başarısız oldular. Bir kısmı yurtdışına kaçtı, bir kısmı yakalanıp hapse tıkıldı, bir kısmı memuriyete atandı. Hangisi daha ağır bir ceza bilemiyoruz. Eylem kapısı kapanınca tek çıkar yol aleyhte neşriyat yapmakta bulundu. İçeride ve dışarıda pek çok gazete yayımlanmaya başlandı. Çıkan her gazete Hamid’in korkusunun daha da artmasına neden oluyordu. Baskı yaptı, bazılarını sudan sebeplerle kapattı, olmayınca satın aldı, yazarlarını maaşa bağladı. Yandaş basın Hamidli yılların icadıdır. 

Hamid’in istibdat yıllarında basın havuzuna akıttığı parayı kaynağından aktarayım.
“24 Eylül 1890 tarihli bir vesikada, Hariciye Mektupçusu Münir Bey vasıtasıyla gazetecilere 7 bin lira dağıtıldığı kaydedilmektedir. Bu paranın 2 bin lirası Osmanlı Bankası vasıtasıyla yabancı memleketlere gönderilmiştir. Ezcümle 200 frank Jil Plus isminde biri ve 500 frank da Alis namına gönderilmiştir. Bunlardan başka Paris’te çıkan İstikamet gazetesine 26 bin kuruş ve Oryan gazetesine 10 bin 400 kuruş, Peşte’de neşredilen Revü Doryan gazetesine 150 bin 600 kuruş havale edilmiş, ve İstanbul’da intişar eden Levant Herald gazetesine 100 bin kuruş, Monitör Oryan gazetesine 67 bin 600 kuruş, Saadet gazetesine 36 bin kuruş, La Türki gazetesine 84 bin 160 kuruş, İstanbul gazetesine de 24 bin kuruş verilmiştir.” Bunlar gazetelere susmaları karşılığı verilen rüşvetlerdir. Basın bu rüşvetler sayesinde o kadar arsızlaşmıştır ki, Levant Herald gazetesinin sahibi sadarete bir mektup yazarak 20 bin lira istemiş, verilmediği takdirde Yıldız Sarayı hakkında bütün bildiklerini yazmakla tehdit etmiştir. 

Hâlbuki Hamid havuzu parayla doldurup basını boğmaya çalışırken İstanbul’da basılan gazetelerin toplam tirajı 15 bini ancak bulmaktadır. Ama bu kadarcığı bile Hamid’in korkusunu tetiklemeye, beslemeye yetmektedir. Bu korku nedeniyle devletin bütün işi Hamid’in halline engel olmaktan ibaret olmuştur. Hamid’in istibdat dönemi Hamid’in korku dönemidir. 

Ahmed Bedevi Kuran’ın “Osmanlı İmparatorluğunda İnkılap hareketleri ve Milli Mücadele” adlı kitabından aktardım.

                                                                ***

Sonrası malum. Bütün bu baskılar İttihat ve Terakki’nin ebeliğini yaptı. Onca baskının ortasında kararlı, cüretkâr, üstelik korkusuz silahşorları olan devrimci bir örgüt yaratmıştı. Sonra, o örgütün marifetiyle 1908’de Hamid alaşağı edildi. Hamid gitti Hürriyet geldi. Hamid Selanik’te kapatıldığı köşkte akıbetini beklerken sokaklar “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” diye inliyordu. 

Rüşvet almayan, zalime teslim olmayan bir basın her şartta mümkündür. Yaptılar yaparız. Kazandılar, kazanırız.
                                                                 ***

1908’e ve bir başka kitaba geçeyim. Zafer Toprak’ın şahane “Türkiye’de Popülizm” adlı kitabından aktarıyorum. “Yayın hayatında II. Meşrutiyet bir dönüm noktası oldu. Hürriyetin ilanıyla birlikte yayın hayatında köklü dönüşümler izlendi. 1908-1909 yıllarında 353, 1910’da 130, 1911’de 124 gazete ve dergi yayımlandı.” Bu gerçek bir basın patlamasıydı. Çünkü artık Hürriyet vardı. Türkçü Sırat-ı Müstakim, İslamcı Sebilürreşad, Türk Yurdu, Genç Kalemler, Yeni Felsefe Mecmuası, İçtihad, Yeni Mecmua, Halka Doğru gibi tanıdık bütün önemli yayınlar bu dönemin getirisi oldu. Üniversitelerin kapısı bilime açıldı. O kapıdan Antropoloji, Etnografya, Psikoloji, Sosyoloji, Tarih bilimleri girdi. Türk Aydınlanmasının bütün kaynakları 1908’in Hürriyetinin getirisidir. Daha da önemlisi o kapıdan Fransız Devriminin esintisi ve Cumhuriyet fikri girmiştir. 

                                                                 ***

Döndük başa. Cumhuriyet yıkıldı, laiklik tepelendi. Onlarla birlikte Hürriyet de çekip gitti. Şimdi yeni Osmanlıcılık moda. Hamid’in o uğursuz ruhu dolaşıyor ortalıkta. Tek adam rejimi kurdular dediklerine göre. Meclis feshedilmiş değil ama adı var kendi yok. Tıpkı o yıllarda olduğu gibi para pul oldu, ağır bir ekonomik bunalım var. İstibdat ülkenin okuryazarlarının başı üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanıyor. Devlet dağıtıldı, her şey nevzuhur Hamid’in halledilmemesine ayarlı. 

Basın ise hakikaten eskisinin tıpkıbasımı. Saray halktan alıp onlara dağıtıyor. Hamid döneminde kime ne dağıtıldığı belli, şimdi belli değil. Tuhaf bir şekilde her bakımdan 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başına fırlatılmış gibiyiz. Havuz aynı havuz, neşriyat aynı neşriyat, istibdat aynı istibdat…

Önceki gece Asya borsaları açılıp da bizim Hamidiye Sikkesinin pula döndüğü anlaşılınca basının görüntülü kısmında döviz fiyatlarını gösteren köşe şak diye iptal edildi. Penguene bağladılar yine işi. Çünkü basın değil, Hamid’den para sızdırma organizasyonudur.
Ama olup bitende benzerlik bu kadar yüksek ise sonu da benzer. Farkında mısınız, bir Hürriyet esintisi başladı. Sanki önce Hürriyet, sonra arkasından yeni bir cumhuriyet gelecek gibi. 

O gün bu basını gömeceğiz elbirliğiyle, yeni, aklı hür vicdanı hür bir basın kuracağız yeniden. Hamidiye basını gider Hürriyet basını gelir. Yaptılar, yaparız.

Orhan Gökdemir / SOL

Adieu Camarade! Güneşi büyütmek için gidenlerin ardından - Serdal Bahçe

soL Haber yazarı Serdal Bahçe, dün hayata gözlerini yuman marksist düşünür Samir Amin'in ardından yazdı: Bilimin devrimci türüyle tanışmamda çok ama çok katkısı oldu. Örneğin beni en çok etkileyen kitapların listesini yapmak zorunda bırakılsam “Eşitsiz Gelişme”yi ilk sıralara koyardım. Kuramsal/tarihsel düzeyde kalarak, bu düzeyin kendine has, yer yer ezoterik olabilen dilini maharetle kullanarak azgelişmiş ülkelerin üzerine kader gibi çöken tahakküm ve sömürüye karşı siyasal ve devrimci bir reddiye yazılabileceğinin en açık kanıtı bu eserdir.


Ölenin ardından miras olarak bıraktıkları sayılır dökülür, sürekli artı çıkan bir bilanço ortalığa serilir. Hele hele giden büyük bir düşünür, sıcak bir yoldaş ise bu bilanço kabarır, kabartılır. Ancak giden gitmiştir bir kere. Zamanının içine sıcaklık yayan canlı bir beden mi, zamanı aşan fikriyat mı? Varlığı ile güven veren canlı bir yürek mi, zaman karanlığa gömülse bile karanlıkların içinden size seslenen aydınlık bir düşünce mi? Sıcak ve canlı bir gülümseme mi başkalarına aktarılan ve onları da seferber eden bir tahayyül mü? Ölüm trajik bir eylemdir, biraz önce sayılan ikilemlerde sizi hep ikincisi ile yetinmeye ve onunla acınızı dindirmeye zorunlu kılan yok oluştur. Menşeini hatırlamadığım bir inanca, bir mitolojiye göre bir insan öldüğünde hemen gökyüzünde yeni bir yıldız parlarmış. Yıldız sadece karanlıkta parlar ve naif astronomi bilgimize göre kütlesi büyük olsa da çok uzaktadır. Oysa güneş aydınlatır. Uzakta değildir, yakındır. Işık konusunda yıldız kadar cimri ve onun kadar huysuz değildir. Bu nedenle sorun yeni bir yıldız kondurmak değil, güneşi büyütmektir. Güneşi büyütmek için gitti Camarade Samir Amin, daha önce pek çoklarının yaptığı gibi.

Ancak ben şahsen fikriyatı bir yana bedeni ile bizimle olmaya devam etsin isterdim. Zor zamanlardan geçiyoruz. Gidenin yeri doldurulmuyor. Sorun eksik kadronun doldurulmaması değil sadece. Sorun yaşamın kendisinden kaynaklanan sıcaklığı muhafaza etmek. Her seferinde daha fazla üşüyoruz. Sırayla gidiyorlar. Benim çok uzun olmayan yaşam hikayem içinde kaçının arkasından üzüldüm, kaçının arkasından utangaç da olsa birkaç damla göz yaşı döktüm bilmiyorum. Aslında galiba kendim için üzülüyordum, kendi yazgıma ağlıyordum. Öyledir, insan ne için olursa olsun ağladığında aslında kendisi için ağlar. Çünkü her seferinde daha yalnız hissediyorum, hissediyoruz. Mandel, Hobsbawm, Frank, Arrighi ve bitmeyen inancıyla Sweezy, ve daha niceleri. Onlar güneşi büyütmeye gittiler. Belki sokaklarda kavga etmediler, belki kaba güce dayalı kahramanlık destanları bırakmadılar geride, belki Alberto Korda’nın ölümsüzleştirdiği haliyle Che gibi hüzünlü karelerle hatırlanmadılar, Allende gibi elde silah başkanlık sarayının balkonunda savaşmadılar gelen faşizmle. Ama daha zorunu becerdiler, tüm karamsarlıklara ve tüm geçici yenilgilere inat devrimci bir bilimin zarif yapıtaşlarını maharetle ve sabırla döşediler. Sonrası mı, bedenleri yok oldu ve güneşe gittiler. Güneş onlar katıldıkça büyüdü. Bir gün o kadar büyümüş olacak ki yenisi yetişsin, küllerin içinden Anka kuşu gibi yükselsin diye yakıp yıkacak bu adaletsiz ve köhne dünyayı. Güle güle git yoldaş ve usta Samir Amin.

Bir defa, yıllar önce, ODTÜ’de bir kongre sırasında tanışma fırsatım olmuştu. Biri beni takdim etmişti. Çok heyecanlanmıştım, iki buçuk İngilizcemle çat pat ve fakat benim bile anlamadığım bir soru sormuştum. Sıcak sıcak gülümsemiş ve elimi sıkmıştı. Böyle büyük bir yoldaş ve düşünürle yüz yüze gelince aklınızdaki en çözülmedik, cevaplanması en zor soruyu sormak istersiniz ya, işte ben o adımı atamamıştım. O ise sıcak sıcak gülümsemişti. Tecrübe ve bilgeliğin verdiği bir tevazu ile o bana Türkiye ile ilgili birkaç soru sormuştu. Güneşte aydınlık içinde yat yoldaş Amin.

Bir mühendislik öğrencisi iken çok erken bir vakitte aslında sosyal bilimlere, özelde ise iktisada karşı yükselen bir ilgi duymaya başladım. Bir insanın ilgisini bir yere çekebilmek kolay değildir. Okuduklarımdan ne anlıyordum o vakitler bilmem ancak sebat ediyordum. Mühendislik yapmayacağımı tez elden anlamıştım. Biraz da solculuk vardı, toplumu anlamlandırmanın en iyi yolunun onun iktisadi özünü anlamaktan geçtiği türünden safiyane bir düşünce gelip yerleşmişti. Kendi kendimi eğittiğimi sanacak kadar nobrandım. Oysa beni eğitiyorlarmış. Herhangi bir düzene ya da sıraya sadık olmayan bir okuma silsilesi takip ederken elime geçmişti “Genel Bunalımın Dinamikleri” isimli kitap. 1984 tarihli Belge Yayınları çevirisi idi; aslı daha önce Monthly Review Yayınları tarafından basılmıştı. Kitapta Dünya Sistemci okuldan ve Bağımlılık Okulundan dört büyük yazarın kapitalist kriz ve emperyalizm üzerine tartışmalarına yer verilmişti. Immanuel Walerstein, Giovanni Arrighi, Andre Gunder Frank ve Samir Amin önce kendi fikirlerini açıklıyor, sonra ise genel bir tartışma yürütüyorlardı. Kitabın beni çok etkilediğini hatırlıyorum. Emperyalizm ve kriz konusunda kafa patlatan pek çok solcuyu da etkilemiştir. Amin ile ilk tanışmam idi bu. Daha sonra pek çok eserini okudum, onu okumaktan hep keyif aldım. Bilimin devrimci türüyle tanışmamda çok ama çok katkısı oldu. Örneğin beni en çok etkileyen kitapların listesini yapmak zorunda bırakılsam “Eşitsiz Gelişme”yi ilk sıralara koyardım. Kuramsal/tarihsel düzeyde kalarak, bu düzeyin kendine has, yer yer ezoterik olabilen dilini maharetle kullanarak azgelişmiş ülkelerin üzerine kader gibi çöken tahakküm ve sömürüye karşı siyasal ve devrimci bir reddiye yazılabileceğinin en açık kanıtı bu eserdir. Bazen sözü söylemek, sözü hayata geçirmekten çok daha kıymetlidir. Işıklarla sarıl sarmalan yoldaş Samir Amin. 

Yazdığı her şeyle hemfikir olamadım. O ölene kadar Maocuydu, ben ise bir nebze Sovyetik idim. Fakat artık bu ayrımların anlamsızlaştığı bir zamandayız. Topyekün bir saldırı ile karşı karşıyayız. Onlar güneşte birleşiyorlar biz ise yeryüzünde birleşmeliyiz. Onlar güneşi büyütüyorlar, biz ise burada birleşmeli ve çoğalmalıyız. Güneşteki diğerlerine selam eyle Camarade Amin. 

Sıcak sıcak atan bir yürek mi, sorgulayan ve iz bırakan, davet eden bir akıl mı? Böyle bir ikilem yok aslında, her ikisine de ihtiyacımız var. Ölüm ilkini koparıp götürüyor bizden. Böylece topal kalıyoruz, yarım oluyoruz. Düşünce devindirici ancak soğuktur, yürek ise sıcaktır. Düşünce kayıtlara geçirilebilir ve çağlara seslenebilir. Yürek ise anlıktır, atması durunca diğer yüreklerin sıcaklığı da azalır. Adieu Camarade Samir Amin.  

Serdal Bahçe / SOL

3. Havalimanı’na nasıl gidilir? - ÇİĞDEM TOKER

3. Havalimanı’nın açılışına 75 gün kaldı. Türk Hava Yolları (THY) Yönetim Kurulu Başkanı İlker Aycı, zorlu taşınma operasyonunu anlattığı geçen haftaki basın toplantısında, “Metronun açılmasıyla şehir merkezine 26 dakikada ulaşılacağını”  söyledi. 

Aycı’nın cümlesindeki kritik unsuru, daha çekici görünen “26 dakika”   değil,  “metronun açılmasıyla” ifadesi oluşturuyor. Çünkü bu konudaki haberlere baktığınızda hayli utangaç ve kısa ifadelerle geçiştirilse de metronun açılış tarihi için 2019 sonu ve 2020 başı diye iki tarih verildiğini görüyorsunuz. 

Başka deyişle, dünyanın en büyüğü diye övünülen (ve şehrin en uzak noktasına inşa edilen) bir havalimanı yapacak, bu havalimanı için milyarlar akıtacaksınız. Ama düşmanların bizi kıskandığı bu havalimanına vatandaşı taşıyacak bir raylı sisteminiz olmayacak. 

Bu normal bir durum mudur? 
Dünyanın en büyük havalimanına metropolde yaşayan halkı taşıyacak raylı ristemin neden ve nasıl geciktiği, nasıl olup da ufacık projeciklere şaşaalı temel atma törenleri yapılırken milyar Avro’luk metronun temel atma töreninin yapılmayışı gibi konular tabu mudur? 

2020 başında açılacak bu metroyu yapan şirketlerin isimleri yok mu? Gayrettepe - 3. Havalimanı hattını yapan Kolin-Şenbay Madencilik ile Halkalı -3. Havalimanı hattını yapan Kolin-Özgün Yapı’nın isimlerinin bir haber içinde geçmesine dair bir dokunulmazlıkları mı var? 

Hiçbirinin yeri gelince övündükleri şirket kültüründe milyonlarca insanın hayatını uzun süreli etkileyecek bir projeye dair kamuya bilgi verme ihtiyacı bulunmuyor mu? Belki de yoktur. Onların bir kısmı eleştirel gazeteciye milyonluk manevi tazminat davası açarak “acılarını bir nebze gidermeyi” tercih ediyordur. 

Bu arada devletin ihalesini Avro üzerinden yapmayı uygun gördüğü Gayrettepe - 3. Havalimanı metro inşaatı konusunda eski Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan, 999 milyon 769 bin Avro’ya sonuçlanan ihale için o zamanlar “Yani 3.5 milyar TL” demişti. (Mayıs 2016) 

Gazeteci merak ediyor: Bugünkü kurla 7 milyar 800 milyon TL olan Gayrettepe-3 Havalimanı inşaatının mali profili acaba hâlâ Avro üzerinden mi gidiyordur? 
 
Dev sermaye artırımı 
Herkesin ekonomik krizin yaşatacağı kayıpları düşündüğü bugünlerde, kimi şirketler de sermayesini artırıyor. 3. Havalimanı’nı yapan ve beş şirketten oluşan İGA A.Ş. mesela. 
Cengiz, Limak, Kolin, Kalyon ve Mapa’dan oluşan İGA, geçen hafta büyük bir sermaye artırımına gitti. Bundan önceki son sermaye artırımını Aralık 2017’de yaparak 2.5 milyar TL sermayeyi 4 milyar 450 milyon TL’ye çıkarmıştı. Yeni sermaye artırımı 6 Ağustos tarihli Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlandı. 1 milyar 790 milyon TL daha artırıma giden şirketin toplam sermayesi böylece 6 milyar 240 milyon TL’ye yükseldi. 

Şirket kararında, her ortağa 358 milyon TL düşen bu payların, önceki artırımda avans olarak ödenen tutarlardan “nakden” karşılandığı belirtildi. 

6 milyar 240 milyon TL gibi iddialı bir sermayeye sahip bir şirketin eseri olarak tamamlanacak 3. Havalimanı’nın en az bir buçuk yıl metrosuz faaliyet gösterecek olması tam bir plansızlık örneğidir. Bu plansızlığın faturası pek de hafif olmayacağa benziyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Dolar imparatorluğu ve TR için yeni bir politik vizyon - ORHAN BURSALI

ABD şüphesiz ki dünya siyaset ve ekonomi arenasında istediği zaman tek başına keyfi hareket eden, bazen BM’yi araç olarak kullanan veya buna bile ihtiyaç duymadan kararlarını, senaryolarını uygulamaya koyan bir “haydut devlet” niteliğinde. 

Emperyalizmin şanında bu vardır.Özellikle “yara alan” bir “vahşi” saldırganlaşır. 
ABD’nin dünya tahtında tartışılmaz egemenliği artık yok. Ama dünya üzerinde askeri gücü bir tehdit. Bu gücün yanında ABD’nin egemenliğini ayakta tutan bir de dolar gücü var. Dolar imparatorluğu, tüm ABD’nin ana ekonomik gücü. Trilyonlarca doların mesela karşılığı yok ama bir imparatorluk parası olarak hâlâ büyük bir değişim aracı gücüne sahip. 


Her ülkenin depoları dolarla, Amerikan hazine bonolarıyla dolu. Mesela sadece Çin’in elinde 1.2 trilyon dolarlık Amerikan varlığı var. Ekim 2017’ye göre, Japonya 1 trilyon 93 milyar, İrlanda 312, Brezilya 320, Cayman Adaları 270, İsviçre 254, İngiltere 226, TR 60 milyar kadar Amerikan varlığına sahip. 

2015 rakamlarına göre (daha yenisi vardır) ülkelerde tutulan toplam 8 trilyon döviz rezervinin yüzde 63’ü dolar cinsinden. Başlı başına büyük bir ekonomik güç. 
Dolar varlığı ülkelerin de zenginlikleri durumunda! ABD bir süredir doları değerlendiriyor. Ekonomik milliyetçilik programı ve dünyaya açtığı ticaret savaşı sonuçlarının bir lehte göstergesi olarak da kalkınma hızı yüzde 4 oldu! Dolar faizi yüzde 2.5’e yaklaştı. ABD mesela çelik üretimini koruyor, ama ABD’de buna karşılık her şey pahalanıyor, mesela bir inşaat maliyeti bir yıl önceye kıyasla yüzde 25 kadar arttı! 
 
Dolar imparatorluğusınırlanmalı 
Çin’in bu konuda çok dikkatli gelişimi var. Bölgesel işbirliklerinde dolar yerine ulusal paraların dolaşımı sağlanabilir. 
ABD’nin keyfi kararları AB’yi de müthiş rahatsız ediyor. Mesela TL’ye Trump’ın körüklediği panik atak, AB’yi de endişelendirdi. ABD ile AB arasında her alanda makas açılıyor. 
Ticaret savaşları, askeri harcamalar, NATO, İran’a ambargo... 
Tüm bunlar, Vahşi Batı Kovboyuna karşı aslında neredeyse tüm dünyayı doğal müttefik yaptı. 
Burada İran somut bir durum. 
Bu örnekte Çin, Rusya ambargoya uymayacak. 
AB direniyor, yönetimler karşı çıkıyor ama bazı şirketler ilişkilerini askıya aldı, bunların ABD’de yatırımları - satışları fazla. 
 
Kaybeden Trump olmalı 
Bir dayanışma ağı ile, Trump’ın kovboy tehditlerini boşa çıkartacak bir dayanışmaya girilebilir. Trump’ın bu tehditleri sonunda ülkesine zarara dönüştürülebilir. ABD bu gidişle pahalandığı için ihracatı da darbe yiyor. 

Kovboy ambargoyu deleni kara listeye alırız diyor ya, o gücü yok. Eğer Trump saldırganına bir şekilde karşı çıkılmazsa, herkes kaybedecektir. 

Doları değişim aracı ve depo para olarak değerini azaltacak her adım önemli. Bu çerçevede kripto paraların önemi daha da artacak. 

ABD’nin dünyayı saran internet şirketlerine ve ürünlerine vergiler giderek artacak, artmalı.
 
Avrupa ile Rusya’nın ve Türkiye’nin çıkarları ortaktır. 
Türkiye şüphesiz ki AB ile ilişkilerini daha da güçlendirecek adımlar atarsa, hukuk devleti, kurumsal yönetişim ve iletişim, basın özgürlüğü konularında AB’ye yaklaşırsa, kendine sağlam bir kale yaratmış olur. Her türlü atağa karşı! 
 
Suriye kilidini açın! 
Rusya ile AB arasında da yeni bir dönem başlamalı, Türkiye akıllı yönetilirse, bu konuda Rusya ile ilişkileriyle aracı bile olabilir. 

Bu çerçevede Türkiye’nin önünde en önemli engel Suriye’deki artık bitirilmesi gereken politikasıdır. Şam - İran- Rusya - Türkiye dostluğu Ortadoğu’yu emperyalistin at koşturduğu bir kriz alanı olmaktan çıkartır.
 
Bunun için iktidara yeni bir ufuk çizgi gerekir.
RTEAtatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ politikası esasımızdır” dedi. Düne kadar bu politikayı pasif bulurdu, eğer Türkiye’yi bu bağlamda geleneksel çizgisine oturtma niyeti varsa, Suriye’de temel bir değişikliğe gitmek zorunda. 


Bu kilidi açarsa Ankara, önü açılır, rahatlar, yeni olanaklar ortaya çıkar. 
Açamazsa, Türkiye yalnız kurt olarak kalmaya mahkûmdur, her türlü saldırıya da açık olarak. 


Geçici, mevsimsel değil, uzun vadeli ittifaklara gidilmeli.


Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Neyin mücadelesi kimin savaşı? - KEMAL CAN

Kriz koşullarının ağırlığı ve yarattığı duyarlılık verilen tepkileri de etkiliyor. Bazen 24 Haziran sonrasında iktidarın tacizkâr imalarının rövanşını alma isteğini tetikliyor, bazen duyulan endişenin büyüklüğü yapay ortaklıklar yaratıyor. Aynı gemideyiz çağrıları, vatan haini nidalarına karışıyor. Eleştiri sevinç, çaresizlik, küstahlık olarak anlaşılıyor. Açıkcası insanlara yön verecek veya onları rahatlatacak liderlikler de rasyonel bir sağduyu yerine hamasete yaslanıyor.


Kriz zemini zaten fazla sarih olmayan kavram dünyasını da iyice karmaşıklaştırıyor. Biraz körün fili tarifi gibi, yaşanan durumun nedenleri, sonuçları, tarifi ve isimlendirilmesi konusunda kavramlar uçuşuyor, gelişi güzel kullanılıyor. En yaygın kullanılan ve galiba en çok kafa karıştıranların başında da “emperyalist saldırı” ve “anti-emperyalizm” meselesi geliyor. En temel soru hep ortada kalıyor: Saldıranın kimliği ve niyeti saldırıya uğrayanı ve çatışmanın niteliğini tanımlamaya yeter mi?

Sağın anti-emperyalist geçmişi
Türk sağını besleyen ve kökleri Osmanlı’nın çözülme dönemine uzanan ideolojik çizgilerde kuvvetli bir anti-emperyalist geri plandan bahsedilebilir. Çok kolay harekete geçirilebilen beka kaygıları da gerçek bir çöküş deneyiminin ürünüdür. Ancak Türk sağı içindeki anti-emperyalizm, sol kavramsallaştırmanın hayli uzağında bir “düşman” tanımı üzerinde biçimlenir. Bu dış düşman tarifi, sömürü ilişkisinden çok kültürel (dini-etnik) olarak kendisinden farklı olanı işaret eder.

Özellikle soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasında, Türk sağı kapitalist Batı’dan yana saf tuttu. Dönem dönem gerilimler ortaya çıkmış olsa da bu tercih sağ siyaset reflekslerini biçimlendirdi. 6. Filo’yu protesto edenlere saldırıdan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılmasına, 70’li yıllardaki çatışma döneminden 80’lerin neoliberal saldırısına kadar çok meselede bu tavır belirleyici oldu. NATO gibi Batı ile en kritik  anlaşmalar, sağ iktidarlarca zafer havasında yapıldı.

Türkiye sağının “işler yolundayken” değil de işler sarpa sardığında anti-emperyalizmi hatırladığı ve genellikle kendi savunmasını genişletmek için başvurduğu bir argüman olduğu söylenebilir. Hatta anti-emperyalizm şeklinde telaffuzundan da pek hoşlanılmaz. Genellikle sağ hareketlerin anti-emperyalist tutumları olduğuna ilişkin değerlendirmeler ya sol kavramları kullanarak iktidarları desteklemeye çalışan kalemlerden ya da anti-emperyalist damarı abartma eğilimindeki soldan gelir.

AKP’nin emperyalistlerle hikâyesi
Anti-emperyalist reflekslere söyleminde verdiği yer açısından AKP, sağ partiler yelpazesinde hayli gerilere düşer. AKP içinden çıktığı Milli Görüş hareketinden çok, farklı dönemlerde AP ve ANAP’ın temsil ettiği Batı kapitalizmiyle entegrasyon politikalarının heveslisi çizgiye daha yakındır. Zaten, sağ popülizm içindeki AB’ye ayak direyen Batı karşıtı direnci kırıp, küreselleşme için geniş bir rıza üretme iddiasıyla ortaya çıkmış ve dış muhataplarından destek görmüştü.  

Ekonomik programını dünyaya açılmak kadar, -belki daha çok- küresel sermayeye ülkeyi açmak olarak kurgulayan AKP, neoliberal model teklemeye başlayıp trend tersine dönene kadar emperyalizmi hiç mesele etmedi. Bu yoldaki uyarıları köhnemiş ideolojik takıntılar olarak aşağıladı, şimdikine benzer ablukalar geçirmiş iktidarları “ülkeyi bir tüpe muhtaç etmiş olmakla” daha 24 Haziran’da bile suçladı. Irak’ın işgalinde, Suriye ve Libya hamlelerinde de kampı belliydi. 

Bugün de Erdoğan’dan, anti-emperyalizm kavramını duymak pek mümkün değil. Onurdan, kıskançlıktan, saldırıdan veya dik durmaktan söz eder ama emperyalist sömürüden asla. Son olarak NYT makalesinde de vefa görmemiş kadim dost havasını bırakmadığı görüldü. Çünkü, Türkiye’ye diz çöktürmek isteyen ABD ’yi Suriye’ye, şimdi kendisini köşeye kıstıran finans hükümranlığını Türkiye’ye davet eden Erdoğan, bu tercihinden değil, sonuç alamamaktan pişman.

Anti-emperyalist olmak
Belirli bir tarihsel kesitte, belirli bir coğrafyada ve belirli bir durumda, söz konusu aktörlerin niyet ve sicillerinin uygun olup olmadığına bakılmaksızın onların pozisyonlarına ilişkin saptamalar yapılabilir. Yani bazen aktörlerinin tercihlerinden bağımsız ve bazen onların tercihleri hilafına bazı roller ortaya çıkabilir. Dolayısıyla, AKP ve Erdoğan da şimdiye kadar gösterdikleri performansa rağmen, ondan bağımsız ve zorunlu olarak bir emperyalist saldırı altında kalmış olabilir.

Peki bu durum Erdoğan’ı anti-emperyalist bir lider yapmaya ve herkesin etrafında kalkan oluşturması mecburiyetine yeter mi? Emperyalistlerle papaz olmak anti-emperyalist etiketini sağlar mı? Çeşitli gerekçelerle iktidarı desteklemeyi gerekli görenlerin bu kavramı istedikleri gibi kullanma hakkı var mı? Bir de ekonomik gerekçelerle açıklanamayacak sonuçlar saldırının kanıtıysa, savaşı ekonominin gerekleriyle açıklanamayacak kişi ve yöntemle yapma ısrarı neyin kanıtı sayılmalı? 

Kemal Can / CUMHURİYET