17 Ağustos 2018 Cuma

Deprem - GÖZDE BEDELOĞLU

Bugün Marmara depreminin 19. yıl dönümü. 7.4 büyüklüğündeki depremde 17 binden fazla insan öldü, 23 binden fazlası yaralandı. Bilim insanları benzer şiddette yaşanacak bir sonraki depremin merkez üssünün Marmara Denizi’nin içi olacağını, dolayısıyla en büyük yıkımın sınır tanımaz bir hırçınlıkla betona kurban edilen, imar affıyla birlikte yapı kalite ve güvenliğinin bir kez daha göz ardı edildiği İstanbul’da yaşanacağını yıllardır söylüyor. Ancak depreme hala hazır değiliz; çünkü 19 yıl önce yaşanan o acı deneyim, halkta maddi-manevi güçlü bir dayanışmanın örgütlenmesine neden olduysa bile, yönetimde neden bu felaketi yaşadığımız üzerine ne yazık ki kafa yordurmadı. Nerede hata yaptık, sorusunun üzerlerine düşen sorumluluğundan kaçan kamu görevlileri-siyasetçiler-imza ve yetki sahipleri çözüm yerine bahane üretti. Günün sonunda binlerce insanın ölümü alışık olunduğu üzere üç beş müteahhitin üzerine yıkıldı.


Bu depremin yaşanacağı, kaybın da çok büyük olacağı açık ve net bir bilgi. Ancak, 99 depreminden sonra toplanan deprem vergileriyle yol yapıldığından ve o yolları da sel götürdüğü için, dahası İstanbul 19 yıl öncesine göre artık daha kalabalık, daha beton, daha mega projeli bir kent haline dönüştürüldüğünden elde var sıfır! Olası bir depremde yaşanacak ölümlerin ve yıkılacak binaların sayısının ve risklerin azaltılmasına yönelik planların raporlaştırıldığı son yıl ise 2009! Bugün, bir yandan binaların güçlendirilmesi gerektiğini konuşmaya devam ediyoruz, diğer yandan siyasi hesaplar uğruna yağmurdan, depreme her doğa olayının katliama dönüşmesine olanak sağlayan plansız kentleşmenin önüne, ucu sınırı açık imar aflarıyla kırmızı halı seriyoruz. Deprem toplanma alanları ya da olabilecek yeşil alanlar imara açıldı. Kentsel dönüşüm inşaat kalitesinin düşük, yıkılma riskinin çok olduğu yerlerde değil, satışı kolay, parası bol gözde muhitlerde yapıldı. Ne kadar çok bina, o kadar çok insan; ne kadar çok insan o kadar çok para denkleminin olası İstanbul depremi için bugün tek bir karşılığı var. Ne kadar çok insan, o kadar çok ölüm!

Bilimsel ve rasyonel bilginin ışığında öngörülü bir hizmet ve diplomasi yürütmek yerine hamaset ve rant ekonomisini büyütme tercihi günün sonunda hepimizi iki büyük depremin kıyısına fena halde hazırlıksız ve savunmasız bir şekilde fırlattı. Alınan kredilerin betona gömülmesiyle hem olası Marmara depreminin yıkıcılığı büyütüldü hem de üretimden doğacak sürdürülebilir güç yerine, tüketime ve borçlanmaya dayalı bir sistem tercih edilerek ekonomik deprem tetiklendi. Millete hakaret eden müteahhitlerin devlet ihaleleriyle zengin edildiği, buna karşılık şeker fabrikalarının satışıyla işçilerin kapı dışarı edildiği bir iktisadi kalkınma modelinin nesnel sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Tıpkı Marmara depremine sebep olacak enerjinin siz üzerine gökdelenler dikerken de biriktiği ve bir gün açığa çıkacağı gibi; hukuki ve idari anlamda bağımsızlığını ve çok sesliliğini yitirmiş Türkiye’nin ekonomisi de gittikçe kırılganlaştı. Dolayısıyla, bütün ciddi uyarılara rağmen savunmasız bırakılmış bir hatta saldırı düzenleyen kadar, buna kimlerin ve nasıl fırsat verdiğini de konuşmamız gerekir. Ağız kulaklarda “Trump’la hiç olmadığımız kadar yakınız” manşetleri atmakla, yerde iPhone kurşunlamak arası gidip gelen bir diplomasi trafiğinde olduğumuz için Amerikalı rahip meselesinin, gerek düşük faiz ısrarı, gerek merkez bankasının bağımlılığı, gerek üretimden çok tüketimi ve borçlanmayı teşvik eden ekonomi politikaları sebebiyle, krizin nedeni değil ancak ikaz fişeği olabileceğini konuşmak Amerikancı olmakla eş tutulmaya başlandı bile.

Yerli ve milli kusursuzlar ile yersiz ve gayri milli düşmanların hayalle, hamasetle, yalanla örülü hikayesinin içinde serbest düşüşteyiz. Mağdurların bahaneleri tükenmez. Diğer yandan hayat sürekli bir sızlanmayı da imkansız kılar. Madem ki ortada bir düşman var, onunla nasıl baş edilecek? Milli ve yerli mücadeleyi düşük kurdan aldığı hazine yardımını yüksek kurdan bozan MHP tarzında mı yürüteceğiz, yoksa 1 trilyon dolar değeriyle Türkiye’deki bütün şirketlerin toplam değerini bir hamlede yutan Apple’ı Güney Kore ürünü Samsung’la korkutan AKP tarzıyla mı? Sadece yanlışını kabul edenler krizleri aşar, sorunları çözer. 

Düşmanın bu kadar çok olduğu bir savaşta, neden bu kadar çok ve savunmasız cephe olduğunu sorgulamak hainlik değil aksine yurtseverliktir.

GÖZDE  BEDELOĞLU / BİRGÜN

Anılar ve toplumsalın eleştirisi - SAİT ÇETİNOĞLU

Kadir Cangızbay’ın okuyucusuyla buluşan anıları, bir sosyoloğun gözüyle Türkiye tarihine, başka bir açıdan bakışın ötesinde, değişik bir anlam ve tat katıyor.


Her türlü beşeri faaliyetin meşruluk temelini ihtiyaca endeksleyen hümanist bir aile ortamında, hiçbir şeyle korkutmadan... Bebeklikten beri adam sayarak büyütülüp geliştirilen ve zekânın varlıksal temelini dikkate yükleyen Kadir Cangızbay, dikkatli bir çocuğun, çocukluktan ergenliğe ve olgunluğa giden doğrultuyu kucaklayan anılarını okuyucusuyla sevimli üslupla ve samimiyetle paylaşır.

Gelişiminde katkısını, bütün Hıristiyanlığına, Katolikliğine ve de papazlığına rağmen ‘tanrı’ kelimesini telaffuz etti miydi, hemen her defasında hafifçe gülümseyerek “s’il existe yani eğer varsa’yı ilave etmeden edemeyen hocaların lisesi” sözleriyle rahle-i tedrisinden geçtiği okulu özetler. Bu sözleri günümüz eğitim sisteminin eleştirisi olarak okumakta sakınca yoktur. Okulunun hakkını teslim ederken günümüz sistemini eleştirmekten geri kalmamaktadır. Tam bir Türk çocuğu metaforunu kullanarak, günümüzde insan evladının maymunlaştırılmasına verdiği örnek pedagoji eleştirisinin yanında tam da sistemin özetidir.

Tesbih taneleri gibi birbirine eklemlenen kısa ve özlü bir özyaşamöyküsü olarak anılar, İstanbul’dan bozkırın Ankarası ile harmanlanmıştır. -Bunca yıl yaşadığım bir şehir ancak bu kadar sevimli kılınabilirdi- Bir nazar atarak geçtiğim ne muhteşem yerler varmış meğer. Kadir Hoca, sadece okuyucusuna içini açmaz. Anılar, yer yer bir anlamda son yüzyılın tarihsel özeti olduğu kadar, bir sosyologun tarihsel eleştirisi biçimine dönüşür. Eleştirilerinde her zaman olduğu gibi ince ve acımasızdır. “Kazım Orbay’ın, köpeğini kocasının makam arabasına bindiren ‘ne oldum delisi, görgüsüz’ karısı…” gibi… Mediha Hanım’ın babası Ahmet Efendi de, “Enver Paşa’nın babası” unvanlı kartvizit bastırmıştı.

Aile anılarında büyük yeri olan Bahçeli 35. Sokak, 103 yıl önce bu coğrafyadaki soykırımın kolektif sorumluluğunun göstergesi gibidir. Sokak, 1940’larda İttihat ve Terakki - halk kucaklaşmasını temsil eder; Örnek olsun, Patrik rehin alınarak Bekirağa bölüğünden kurtarılan, soykırımın en önemli figürlerinden Muhacirin Müdüriyeti Müdürü Abdülahad Nuri’nin kardeşi, 1909 Kilikya Katliamı inceleme heyetinden ve Kemalist dönemin Hariciye vekili Tengirşenk 35. Sokak’ta herhangi biri gibi, halkın arasındadır. Komisyonun diğer Ermeni üyesi ve aynı zamanda İTC mebusu Babikyan, ‘Kemal, çocuklarıma acırsın değil mi?’ sorusunun ardından ölü bulunmuştur.

Sosyal tarihe giriş
Çevresini naklederken tarihi gelişimi özetler. Bekçi Bekir Efendi örneğinde toplumsal statü ve gelir dengesizliğinin aldığı boyutu anlatır. Bir anlamda sosyal tarihe giriş gibi okunabilir. Sermayenin Türkleştirilmesinin aparatlarından olan Milli koruma Kanunu ve memurları, gazeteciliğin dönüşümü: kendisi gazeteci olmayan bir ‘tüccar’ın gazete patronu olması... İzzet Bey, haber alma özgürlüğünden, devletin hakikatinin nakşedilmesine giden yolu çok veciz şekilde anlatıyor. Türkiye’nin son yarım yüzyıllık tarihsel özeti içinde, dönüm noktalarının da altını çizerek, toplumsal değişimi, sanat ve edebiyat çevresini, akademik yaşamı muhteşem bağlantılar kurarak resmederken, kişiler özlü portreleriyle kitap sayfalarında sürprizlerle belirirler. Nesnelerin ve oyunların da kısa hikâyeleri vardır. Bu hikâyeler de, öğretici bir yanı olan anılar demetidir: Özellikle, Kadir Hoca’nın yaşamının parçası olan bisiklet, oyuncak arabalar… Tavla ve bilardonun bir kurmay oyunu olması ve paşayla oynamak bir başka…

Acı, öfke, utanç...
Tehcir, soykırım, mübadele/kovulma, pogrom… Anılara acı, öfke, utanç katılmış bir başka boyutudur. “Hiç zanaatkâr kalmadı, şimdi ne yapacağız” cümlesi bir bakıma gelinen durumun/etnik temizliğin özeti gibidir: Ailesini paylaşırken koruyuculuğunu paylaşır. Tehlikede olan terlikçi Rum komşularına sahip çıkıp bir hafta kadar evlerinde saklamışlardır. İzzet Bey’in kolundan tutup Beyoğlu’na götürmesi 6/7 Eylül 1955 pogromunun tanıklığının ötesinde öğreticidir.

6-7 Eylül’den sonraki ilk pazar günü de beni alıp önce İstiklal Caddesi’ne götürmüştü; oradaki dükkanı yakılıp yıkılmış, malı talan edilmiş esnaftan demek epey bir tanıdığı varmış ki “işte şu, piyasadaki en iyi ipekliyi satardı”, “bu da en iyi dericiydi”, “hele şunun tezgâhtarlığı bir taneydi” vb... diye bana bir şeyler anla­tırken sesi hep titredi, hep ağlamak üzereydi; daha sonra Bağlarbaşı’ndaki Ermeni mahallesindeki bir kiliseye de girdik tahrip edilmiş; ancak en utanç vericisi yine Bağlarbaşı’ndaki Hıristiyan mezarlığının haliydi: Bütün mezarların taşlarını kırmış, toprak­larını da boşaltmaya çalışmışlardı.

Enerjisini utandırılmış olmanın öfkesinden aldığının altını çizen Kadir Hoca, utanç yaşantısı / deneyimi sayesindedir ki, Cumhuriyet modernleşmesinin, resmî ide­olojinin kutsal ilke ve inkılaplarının ne menem şeyler olduğunu çözmekte bana yol gösteren en denmişinden bir fenerle do­nanmış oldum. Cümlesiyle eleştirel düşünce donanımının kaynağına atıf yaparken bağlantısı muhteşemdir.

Sitem ve acı yüklü
Alfabesini kullanıp kendisini bilmediğimiz, Türk diline eserleriyle katkıda bulunan, asıl adını söylemeden andığımız ve A. Dilaçar/Agop Martanyan, muhteşem ansiklopedisini kullanıp kendisini tanımadığımız, ansiklopedi gibi anıt eserler sahibi Pars(eh) Tuğlacı(yan), Nâzım’ın, … ‘Affetmedi bu Ermeni vatandaş/Kürt dağlarında babasının kesilmesini…’ dizeleriyle söz ettiği Bakkal Karabet’i, adı ‘abok’a çevrilerek alay konusu olan komşu çocuğu ve yaşıtı Agop, ismi vatan’a çevrilmeye zorlanan Vartan, sıra arkadaşı Yervant’ın gönüllü tehcirinden... Hrant’a kadar birçok Ermeni kitabın sayfalarından trajik kaderleri, sitemleri ve acılarının yüküyle geçerler sanki…

Yaşayan efsane Aznavour’dan, Montand’a… Malraux’ya... dışarıdan portreler çizer. Potemkin’i seslendiren Jean Ferrat’nın militanca eleştirilerini özetlerken, Matador metaforu üzerinden matadorun bireysel dramı ile bir anlamda onu tamamlayan Aznavour’un toreadorunun toplumsal dramı ile bağlantılandırır.
Adamın bahsedeceği bir Komün’ü var ya da bir ihtilali, bir direnişi; ama daha da önemlisi küfrettiği, küfredebildiği bir Vi­etnam Savaşı var. Ama farkı şurada: generallerle, askerlerle, ora­daki sömürgenlerle, sadece alay etmek değil, onlara küfreden, in­sanları böyle bir pis savaşa katılmamak için askerden kaçmaya teşvik eden müzik yapmış, diyerek özetlediği Boris Vian... Ve tabii ki Gurvitch…

Edith Piaf ve bir ağıt
Üniversite senatosunda yumruğunu masaya vurup, fikriyatından ötürü üniversiteye adam alınmazdı, ama yine fikriyatından ötürü üniversiteden adam atılmaz da sözleriyle dostumuz Tuncer Tuğcu Hoca’nın 12 Mart 1971 sürecinde okuldan atılmasına karşı çıkan sağcı Necati Öner… Doğan Ergun, Cemil Meriç… gibi içeriden portreler çizerken, Altın Boynuz’dan Münir Nureddin’in buğulu notalarının yanında, Paris sokaklarında çığlıkla Edith Piaf bir ağıtı seslendirir. Bilir misiniz, Piaf’ın büyükannesi Faslı bir berberidir; Fatma Hanım.

Halep doğumlu Yahudi Avram Levi, alaturka (alla turca/türk usulü) ‘sırma saçlı yârimin, can bahşederken işvesi’ üzerinden Türkîleşip Mısırlı İbrahim Efendi’ye dönüşürken, herkesi Türkleştirme peşindeki Cumhuriyet’in alaturkayı konservatuvardan gazinolara kadar yasaklaması ve de çapsız bir kasaba avukatının, içinde ‘rakı’ geçiyor diye ‘Vardar Ovası’na tahammül edememesine, günümüz de eleştiriden nasibini alır.


SAİT ÇETİNOĞLU / BİRGÜN



Fisk: 'Brunson' krizinin tek kelimesine dahi inanmayın - BİRGÜN

İngiliz Independent gazetesinin kıdemli Ortadoğu muhabirlerinden Robert Fisk, Türkiye ile ABD arasındaki 'Brunson' krizini mercek altına aldı.

Gazete Duvar'ın aktardığına göre Fisk, Independent’ta yayımlanan yazısında,“Az bilinen bir pastör yüzünden ABD Türkiye ile ticaret savaşına mı girecek? Tek bir kelimesine bile inanmayın” başlığını kullandı. Fisk, iki ülke arasındaki krizin Pastör Brunson’ın tutukluğu nedeniyle yaşandığına inanmadığını vurguladı.

İngiliz yazar, makalesinde, “Erdoğan’ın kafayı biraz üşüttüğüne inanan bizler için bile, Türk versiyonundan çok daha çatlak olan bir ABD başkanının NATO’nun ikinci büyük ordusunu zayıflatmaya çalışması şaşkınlık verici” dedikten sonra şöyle devam etti:
“Evet, Erdoğan, aralarında bir Amerikalı pastörün de bulunduğu 50 binden fazla kişiyi iki yıl önceki darbe girişiminden sonra hapse attı. Fakat Mısır’ın Cumhurbaşkanı/Albayı Abdülfettah Sisi 60 binden fazla sözde İslamcıyı kendi ülkesinin hapishanelerine tıkarak bu rekoru kırmadı mı? Peki Haydar Abadi’nin Irak’taki toplu idamlarına ne demeli? Ya da, Yemen’de sürekli çocukların öldürüldüğü korkunç savaş bir yana, Suudi Arabistan’da bu hafta yaşanan idamlara? Veya İsraillilerin Gazze’de onlarca silahsız Filistinliyi öldürme alışkanlığına? Ya da Trump’ın espri anlaşıyışına hitap eden Kuzey Kore’deki o saksıya?”

‘TEK KELİMESİNE BİLE İNANMIYORUM’
“Hapse atılan ya da öldürülen masumları zerre kadar umursamayan Trump, bir anda Türkiye’yi iğdiş etmeye çalışıyor ve bunların hepsi Pastör Andrew Brunson ev hapsinde tutulduğu için yaşanıyor” diyen Fisk, “Tek kelimesine bile inanmıyorum. Trump, Brunson’ın aylar süren tutukluluğu hakkında pek az ses çıkardı” ifadelerini kullandı. ABD’deki evanjelik Hıristiyanların bu tutuklamayı ‘Hıristiyanlığın yargılanması’ gibi sunduğunu belirten Fisk, Trump’ın yaptırım kararlarını ve TL’deki değer kaybını aktardıktan sonra şöyle devam etti:

‘İŞTE ERDOĞAN’IN SUÇLARI…’
“Fakat makul olalım. Tüm bunlar bir Piresbiteryen pastör nedeniyle mi yaşanıyor? Hayır. Erdoğan’ın asıl suçlarının listesi şöyle: Türkiye’ye, Rus yapımı S-40 füze sistemi alıyor. ABD’nin Kürt müttefiki YPG’ye desteğini kabullenmeyi reddediyor. İslamcı savaşçıların Türkiye sınırından çok sayıda silah, havan topu ve füze ile akmasına izin verdi. Ki, O dönem Erdoğan’ın eski dostu Beşar Esad’ı devirmeye çalışan ABD’nin bu hiçbir itirazı olmadı. Ardından, bir Rus savaş uçağını Kasım 2015’te düşürmesi -Moskova bunu hemen boykot etti- sonrasında Erdoğan Putin’e yanaştı. Bu şekilde, Ruslar ve İranlılar, Erdoğan’ Temmuz2016’daki Gülen darbesi konusunda ilk uyaranlar oldu. Türk ordusunun iç radyo trafiğini dinliyorlardı ve İstanbul’un Sultanı’na haber verdiler.”

‘İRAN YAPTIRIMLARINI HAFİFLETECEK’
Robert Fisk bu listeye, Türkiye’nin İran’a yönelik yeni Amerikan yaptırımlarını kabul etmeyerek Tahran’dan petrol almayı sürdürmesinin Trump’ın planlarını bozduğunu da ekledi. “Trump’ın en yakın müttefiklerinden biri olan ve Pastör Brunson’ın benzerleri için din özgürlüğünün hiç var olmadığı Suudi Arabistan da Erdoğan’a öfkeli” diyen Fisk, Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman’ın ‘Türkiye’nin İran ve İslamcı militanlarla birlikte şeytan üçgeninin bir parçası olduğu söylediğini’ yazdı.

‘KRİZİN KAZANANI ESAD OLABİLİR’
Erdoğan’ın Rusya ve İran’ın yanı sıra Suudi Arabistan’ın abluka uyguladığı Katar’la da arasının iyi olduğuna dikkat çeken Fisk, yazısına şu dikkat çekici yorumla son verdi:
“Ve, Suriye ile Katar arasındaki ilişkilerin çok yavaş olmakla beraber düzenli olarak yeniden ısındığı düşünüldüğünde, tüm bunlardan en büyük yararı kimin sağlayacağını merak ediyorum.

Belki de Beşar Esad? Rus askerleri şu an işgal altındaki Golan Tepeleri’nin güneyindeki Suriye-İsrail hattında devriye geziyor. Ruslar İsrail’e, Suriye’deki az sayıda İran gücünün bu bölgenin en az 50 mil uzağında tutulacağına söz verdi. Rusya’nın müttefiki Suriye’nin İdlib’deki son İslamcı kalesini Rus yardımıyla ezmesi ve vilayetteki savaşçıların inatçı olanlarını tekrar Türkiye’ye göndermesi gerekiyor. Katar, Suriye’yi yeniden inşa edecek ve böylece nüfuzunu Levant topraklarından Akdeniz’e genişletecek nakit paraya sahip. 

Eğer Katar Türkiye’ye daha da fazla para akıtacaksa, o zaman Doha ile Ankara arasında bir tür stratejik dengeye tanık olabiliriz. Ve belki de Erdoğan ile Esad arasındaki aile dostluğunun yeniden keşfedilmesine?…”

BİRGÜN

İstanbul metrolarının geleceği - ÇİĞDEM TOKER

Bayrama günler kala Ataköy-İkitelli metro hattı şantiyesinde 700 işçi işten çıkarıldı. Cumhuriyet’teki Leyla Kılıç imzalı habere göre hattın inşaatını üstlenen Bayburt Group, devletten hak edişini alamamış. Yozgat’tan dört ay önce gelen İslam Güneş, firma çalışanlarının belinde silahla gezdiğini, şantiye içinde ateş ettiğini söylüyor.

700 kişinin işsizliğini aileleriyle birlikte düşünür, İstanbul’un dört bir yanında yüzlerce km metro inşaatı sürdüğünü hatırlarsanız durumun vahameti daha iyi anlaşılır.

***

Ataköy-İkitelli metro hattı 2015’te ihale edildi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Raylı Sistem Daire Başkanlığı’nın açtığı ihalede teklifleri Avro üzerindenverilmişti.
Yaklaşık maliyeti 490 milyon 904 bin 389.87 Avro olan ihaleyi Aga Enerji, 338milyon 272 bin 200 Avro teklifle kazandı. Bayburt Group’un web sitesinde grup şirketleri arasında görünmemesine karşın, birçok kaynakta Bayburt Group iştiraki olarak anılan Aga Enerji ile İBB sözleşme imzaladığı sırada bir Avro, ortalama 3.4 TL’ydi. (Aga Enerji, Bakırköy-Kirazlı metro hattını da yapıyor.)
Yani o dönemki maliyeti 1 milyar 150 milyon TL olan bu hattın, bugünkü kurlarla maliyeti 2 milyar 160 milyon TL’yi geçmiş durumda...

***

İBB’nin, kentin dört bir yanında çok sayıda metro projesi yürüyor. Eğer İBB, müteahhitlere hak edişlerini ödemekte zorlanıyorsa, bu darboğazın sadece Ataköy- İkitelli projesini ilgilendirdiğini düşünmek yanılgı olur. 

Oysa bundan tam da bir yıl önce, -istifa ettirilen- eski İBB Başkanı Kadir Topbaş, bu hattın inşaat alanında görüntü de vererek yaptığı açıklamada, “Şu an çoğunluğu metro olmak üzere 257.3 kilometre raylı sistemin yapımına devam ediyoruz. Dünyanın hiçbir şehrinde bu kadar yoğun metro yatırımı yok” demiş ve bütçenin yüzde 55’ini ulaştırma yatırımlarına ayırdıklarını söylemişti. 

O hesaba göre Bakırköy, Bahçelievler, Küçükçekmece, Başakşehir ve Bağcılar ilçelerini birbirine bağlayacak 13.4 kilometrelik Ataköy - Basın Ekspres - İkitelli Metro Hattı bu tarihlerde açılmış olmalıydı..

Artan 1 milyar kimin cebinden?
Evdeki hesabın kim bilir kaçıncı kez çarşıya uymadığı, uymayacağı ortada.
Gelinen noktada bütün bu sözlerin ve projelerin, sözleşmeleri. Hak edişleri, para birimleri ve yatırım süreleri bakımından gözden geçirilmesi gerektiği açık.
Çekiçle yahut pahalı erkek iskarpin topukları altında akıllı telefon parçalama gibi deli saçması gösteriler yerine, 2019 bütçe hazırlıklarının başladığı şu günlerde ülkeyi yönetenlerden rasyonel açıklamalar bekliyoruz.

Ataköy-İkitelli arasını 19.5 dakikaya indireceği açıklanan 12 istasyonlu bir metro milyonlarca insanı ilgilendirir. Devlete, zaten çok sayıda metro, havalimanı, demiryolu taahhüt etmiş bir gruba bu proje karşılığında bir de 338 milyon 272 bin Avro ödemek üzere sözleşme yapmışsanız bu açıklama daha zorunlu bir hale gelir.

İBB Başkanı Mevlüt Uysal göreve başladıktan sonra, metro hatlarını iptal etmediklerini, yaptıkları müdahale ile çalışmalara 2-3 yıl kazandırdıklarını, hepsinin zamanında biteceğini iktidara yakın bir gazeteye açıklamıştı.

İstanbul halkının metrobüslerde ziyan olduğu şu yaz günlerinde, giderek daha fazla insanın işini kaybedeceği sinyali gelen metro projelerinde hızdan ve Avro’lu yatırımlardan bir haber bekliyoruz. 

Ataköy-İkitelli ihalesinin Avro üzerinden yapılması sebebiyle, üç yılda en az 1 milyar TL artan maliyet, hangi kaynaklardan karşılanacak mesela?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Trump’ın medya savaşı - CEYDA KARAN

Küresel neo-liberal nizamın sözcüsü CNN International’ı önceki akşam ikaz üzerine açtım. Şaştım kaldım! 

Ekranda ABD Başkanı Trump ve AKP’li Başkan Erdoğan’ın ‘eski iyi günlerinden’ kalma görüntüleri eşliğinde, Amerikalı bir ekonomi analisti yorum yapmaktaydı. Altyazıda “Türkiye Amerikan mallarına ağır yeni gümrük vergileri koydu”, yanında
‘Dow’un görünümünün’ altında “Türkiye ile ticaret savaşı Amerikan piyasalarını batırıyor” diye vurgulanmaktaydı. “Vay be, memleket Amerika’yı batırmaya hiç bu denli yaklaşmamıştı” diyerek gidip yüzüme su çarptım. 

ABD’nin GSYH’si 19 trilyon dolar, Türkiye’nin 700 milyar dolar kadar. Türkiye’nin ABD’ye ihracatı 8.7 milyar dolar, ABD’den Türkiye’ye ihracat 11.9 milyar dolar. Türkiye’nin diğer ortaklarla ticaret açıkları düşünülürse, normal koşullarda zaten ticaret savaşı açmaması gerektiği düşünülür. Tabii ekonomik mantık ve rasyonel akılla…

***

Amerikan ana akım medyasının, Türkiye’nin ABD’yi ‘batırmakta olduğu’ algısı yaratması da pek tuhaf! Haliyle, peki niye diyor insan? Ve ilk akla gelen asıl derdin Trump olduğu... Haksız değiller. Amerikan medyası, siyasi gelenekler açısından sıra dışının ötesindeki Trump ile açık savaşta. 

Nitekim dün sabah, bir baktık ne görelim? ABD’de 350 gazete, Trump’ın gazetecileri  'yalan haber’ yapmakla suçlayıp ‘halk düşmanı, hain’ ilan etmesi karşısında ‘Halk düşmanı değiliz’ sloganıyla kampanya başlatmışlar. Başını Boston Globe çekiyor. Yayımlanan editoryallerde ve sosyal medyada #EnemyofNone (Kimsenin düşmanı değiliz) etiketiyle Trump’ın medyaya saldırılarını kınıyorlar ve özgür medyanın toplum için önemini vurguluyorlar. 

Bir tek has liberal Wall Street Journal katılmamış. Onun yerine James Freeman imzalı editoryalde, bu girişimin yazı işleri bağımsızlığına aykırı olduğu savunulurken, Trump’ın da muhalif medya kadar ifade özgürlüğü hakkı bulunduğunun altını çizmiş. İşte liberal diye buna denilir! 

Tabii ABD medyasından nefret edip Trump şakşakçılığından geçilmeyen bizim yandaşlar da sabah kalkıp “Trump’a kendi medyası da sırt çevirdi. Amerikan medyası Trump’a karşı ayaklandı” diyerek 180 derece dönmeyi yine başarmışlar. ‘Bozacının şahidi şıracı’ diye boş yere dememişler.
***

Elbette açık savaş var. Trump yalanları ve şuursuzluğunu sergileyecek soru soranların Beyaz Saray akreditasyonlarını engellerken, ‘Yalan haber ödülleri’ bile açıkladı. Ama iklim o ki, Fort Drum, New York’ta ‘yalancı medya’ söylemi muvazzaf askerler tarafından alkışlanmakta. Halkın yarısı arkasında. Diğer yarısı, basın özgürlüğünü garanti eden ABD Anayasası’nı anımsayıp utanç içinde dizlerini dövmekte. Çuvaldızı en başta ana akıma batırsalar yeridir.
***

ABD’deki bu haşin iktidar savaşında, ana akım gazetecilik açısından pek gurur duyulacak işlere imza atmadı. Rusyagate’te yalan yahut manipülasyon çıkan pek çok habere düzeltme ve özür getirmek zorunda kaldılar. Aralarında ABC, CNN, TIME, Washington Post eksik değil. Amerikan halkı nezdinde itibarlarının zedelenmesi ise en başta düşünce ve ifade özgürlüğü adına hayıflanılacak mesele.

***

ABD iç politikasında ekseriyetle büyük sermayeden yana durmuş ana akım, dış politikada da hep emperyalist liberal müdahaleciliğinin arkasında hizalandı. Yakın tarihte Irak savaşı yalanlarından Suriye’ye uzanan kırık notları ortada. Suud/Körfez sermayesinin paydaş olduğu medya şirketlerinin çalışanları, Ortadoğu’ya ‘demokrasi’  yerine El Kaide ve IŞİD barbarlığının taşınmasının baş sorumlularından. 

Buna Britanya’yı da ekleyip Anglo-Amerikan diyelim, Trump işte bu ana akımın yapısal patolojik halini ortaya serdi. Düne kadar yalanları ustalıkla eğip bükenler, şimdi göstere göstere yalan söyleyen hakiki bir yalancı buldular. Sistemin temsilcileri olarak şimdi onlar ‘muhalif’. Kasabanın şerifi tarafından ‘hainlikle’ suçlanıyorlar. Oysa misyonları hakikatleri gizleyip eğip bükmek olanlar zaten mesleklerine, ülkelerine ve insanlığa ihanet içindedirler. 

Halk adına sorgu sual eden, hesap soran, hakikatlerin peşinde koşmaktan vazgeçmeyen gazetecilik herkese lazım. Neyse ki, ABD’de topunun kirli çamaşırlarını seren hakiki sol muhalif medya var.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Emperyalizm ile savaş mı? - ALİ SİRMEN

İsmet İnönü’nün Harbiye’den sınıf arkadaşı olan, okul birincisi ve İnönü hakkında bir de kitap yazmış olan General Ali Fuat Erden, “Paris’ten TİH Sahrasına” adlı otobiyografik yapıtında 1. Dünya Savaşı’na giden günlerde, Alman subaylarının Osmanlı meslektaşlarını, harita başında toplayıp, kendilerinin yanında savaşa girmeleri halinde nerelere yeniden sahip olacakları konusunda nasıl gaza getirdiklerini anlatırken, diğer arkadaşları gibi bu hayallerden heyecana kapılamadığı için ne kadar üzüldüğünü söyler. 

Son günlerde kendi halim bana Ali Fuat Erden Paşa’yı hatırlattı. 

Gazete sütunlarında, nutuk kürsülerinde, TV ekranlarında bir seferberlik havası var ki sormayın! 

Bu çığlıklara bakarsanız, küstah kovboy Trump’ın kişiliğinde somutlaşan emperyalizme karşı yeni bir beka savaşı vermekteyiz. 
Ben de Ali Fuat Paşa gibi, ortada anti emperyalist bir direniş falan göremiyor, bu çığlıklarla heyecanlanamıyorum. 
Olay ne? 
Olay yeni Cumhuriyet ile birlikte, TL’nin olağanüstü değer yitirmesi, enflasyonun baş döndürücü şekilde fırlaması ve yoksullaşmamız.

***

Endişeli değil misin derseniz, fevkalade endişeleyim, TL’nin feci düşüşünün nerelere kadar varacağını, ekonominin ne hale geleceğini, daha ne kadar yoksullaşacağımızı kara kara düşünüyorum. 

Uzun süredir, geleceği bilinen ama zamanı tam olarak kestirilemeyen kriz tabii ki, sürpriz olmadığı gibi sadece, Trump’ın çıkışının sonucu meydana gelmiş de değil. 
Brunson olayı ve Trump’ın çılgınlığı olmasa da kriz olacaktı. Bunu da, “aman kriz geldikten sonra sandığa gömülürüz, iyisi mi seçimleri bir an önceye alalım” diyen AKP ve MHP önderleri de gayet iyi görüyorlardı. 

Olay tıpkı 2001 krizini andırıyor. 19 Şubat 2001’de Sezer ile Ecevit arasındaki anayasa kitapçığı olayının, çok daha önceden bütün emareleri belirmiş olan krizin nedeni olduğunu söyleyenler kurnazca oyunlarla kendi sorumluluklarını gizleme çabası içinde olanlardı. 

Şu anda yaşadığımız ve boyutları henüz tam olarak belli olmayan kriz de, Trump’ın çıkışının ürünü değildir. TL’nin baş döndürücü düşüşü bu olaydan önce kendini belli etmişti. 

Kriz, Osmanlı’dan bu yana toplumuzun sık sık duçar olduğu kaçınılmaz bir akıbettir. 
Genel kuraldır, ürettiğinden çok üreyen ve tüketen toplumlar, eninde sonunda duvara toslarlar. 

Bu kaçınılmaz akıbete duçar olanların, başlarına gelenden emperyalizmi sorumlu tutmaya çalışmaları, kendi kusurunu kabul edip, yapısal bozuklukluklarını giderecek yerde, “Emperyalizmin şu bana ettiğine bak” diye sızlanmaları ya safdilliktir ya da herkesi enayi yerine koyan bir sözde kurnazlık.

***

Ekonomisinin çarklarını başka toplumların birikimiyle çevirmeye yönelenler, anti emperyalist bir mücadele veremezler. Çünkü onlar ekonomik yapıları gereği emperyalizmin kucağına oturmuşlardır.
 
Borcu borçla ödemekten başka umar bulamayacak kadar yabancı kaynak bağımlısı olmuş olan toplumların emperyalizme karşı savaş açmalarına olanak yoktur. 
Çünkü o toplumlar o savaşın finansmanı için de emperyalizme avuç açmak durumundadır. 

O tür toplumlar ile onları yöneten iktidarların finansörleri ile aralarındaki çelişki bir anti emperyalist çelişki değildir. 

Alt emperyalist ile efendi arasındaki çelişki de anti emperyalist çelişki değildir. 
Kavramları birbirlerine karıştırmamak gerekir. Kendi lagarlığının, kısırlığının sorumluluğunu etrafı vaveylaya vererek, emperyalizmin sırtına yüklemek anti emperyalizm değildir. 


Emperyalizme karşı mücadeleyi, ancak birleşmiş, bütünleşmiş toplumlar başarıya eriştirebilirler. Emperyalizme karşı mücadele ancak, onunla eşit veya yakın güçte, onunla baş edebilecek bir değerler bütünü ve birikim yaratmakla kazanılabilir. 
Bu durumda ben şu anda ortada emperyalizme karşı mücadele falan görmüyorum.
 
Siz görüyor musunuz?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Muhabbet sokağı numara doksan! - Servet AVCI

İyi değilim bu aralar…

Mazgallara kola dökerek yaptığım büyük eylemden sonra memleketimde törenlerle kola fabrikası açıldığını görünce psikolojim bozulmuştu…

Bi ara toplamıştım kendimi… Dâvâm için gerekirse güneşte amele gibi yanacak ama o Yahudi malı güneş kremini orama burama sürmeyecektim… Deterjan yerine Arap sabunu kullanacaktım… Hazır çorbayı ağzıma sürmeyerek Siyonizm'i ayaklarımın altına alacaktım…

Ardından petrol ticaretini öğrenince yıkıldım resmen… Mücadeleyi bıraktım mı? Bırakmadım tabii ama kalbimde bir ufak kırıklık oluşmadı dersem yalan olur…

                                                                         ***

Amerikalılar konusu kafamı çok karıştırıyor… Öyle bir hava esiyor ki, medyanın gazına gelip, tam balta-nacak eşliğinde Pasifik'ten çıkarma yapacağımızı zannederken, bir anda 'hiç olmadığımız kadar yakın' olduğumuzu okuyorum, şaşırıyorum…

'Türk Lirası korkusuna kapılmış ABD' haberlerini inceledikçe rahatlıyor, onların nasıl diz çöktüğünü gördükçe gururlanıyorum… Trumph'ı, harfler benziyor diye 'turp' yapıp dişleyerek ağır mesajlar veren vatandaşımıza şahit oldukça göğsüm kabarıyor…

Tam havaya giriyorum, sonra birden bire ABD'den ithal pirincin vergisini yükseltirken Pirinçlik'in ve de İncirlik'in neden kapatılmadığını dert ediyorum… Ardından protesto için kendimi vergisi yüzde 140'a çıkarılmış olan ABD menşeli alkollü içkiler yerine ucuz yerli ispirtoya veriyorum…

'Stratejik ortak', 'hiç olmadığımız kadar yakın dost', 'PKK'yı silahlandıran düşman', 'İsrail'in koruyucusu emperyalist' gibi git geller yaşıyorum ispirtoyu çektikçe… Hayal kırıklığımı ve ümidim, kızgınlığım ve aşkım birbirine geçtikçe "Bir daha denesem mi? Elimde çiçekle kapıyı tıklasam mı?" diyorum ama aklıma o dizeler geliyor, tedirgin oluyorum:
"Yanlış mı aklımda kalmış acaba / 
  Muhabbet sokağı numara doksan / 
  Boşa mı gidecek bu kadar çaba / 
  İçim ürperiyor ya evde yoksan…"

                                       ***

Resmi Gazete'de son olarak yayımlanan karardaki ABD'den ithal manikür ve pedikür malzemelerine yüzde 60 vergi konulması muazzam bir şey… Halkımızın, Amerikan malı manikür ve pedikür malzemesi kullanmayarak ABD ekonomisine ağır darbe vuracağından hiç şüphem yok…
Bundan sonrasını artık onlar düşünsün düşünmesine de 11 milyar Dolarlık Boeing siparişimizi neden iptal etmediğimizi kafam bir türlü almıyor… İşte o zaman da yine vergisini yüzde 60'a çıkardığımız ABD malı 'yaprak tütün ve tütün döküntüleri' yerine mısır püskülü sarıp, derin derin ciğerlerime çekiyorum…
                                                                         ***

Neyse ki Almanya biraz hizaya geldi… Topraklarında bizi konuşturmayıp, PKK'ya yer verince çok kızmıştık… Galiba hatasını anladı…

O yüzden boykotu kaldırıyorum… Ve daha önceki yaptırımlarımı iptal ediyorum… Söz: Dr. Oetker'in doktorluk lisansını iptal etmeyeceğim, emeklilik hakları kendisine tekrar verilecek… Seçim akşamları turlar Mercedes'lerle, Ford'larla, BMW'lerle, Audi'lerle, Wolksvagen'lerle, Skoda'larla atılacak... Braun'a kapılarımız sonuna kadar açılacak, oraya buraya Nivea sürülebilecek...
Adidas giyen yağlı kurşunlara gelmeyecek, Bayer marka ilaçlardan şifa aranacak… Siemens kullanan asla çarpılmayacak… Deutsche Bank "Açlıktan ölüyoruz" diye kapımıza düşerse 'dost ve kardeş banka' muamelesi görecek… Dünya kupalarında Almanya tutulmaya devam edecek ve hepsinden önemlisi bundan sonra hangi savaşta olursak olalım Almanya yenildi diye biz de yine kendimizi yenilmiş sayacağız!..

Bu arada Hollanda'yla da arayı düzeltmek lâzım… Onlara kızgınlıkla sokaklarda kameralar karşısında az portakal hacamat etmedik hani… Bizim her şarta uyum sağlama üstadı kıvrak gazetecilerimiz ve de aydınlarımız için Amsterdam hukukuna göre evlenme izni verirseler neden olmasın…

                                                                          ***

Yazımın başında her ne kadar "İyi değilim bu aralar" dediysem de hepten ümitsiz değilim… Parası döviz cinsinden zaten ödenmiş Iphone'a mermi yağdıran, balyozla girişen, tamamen yerli ve millî hakiki Çengelköy hıyarlarını gördükçe gelecekten ümitleniyor insan… Ayrıca Samsung'u Osmanlı sikkeleriyle ithal ettiğimiz için bir nebze de olsa rahatlıyorum…


Servet Avcı / YENİÇAĞ

16 Ağustos 2018 Perşembe

Papazı verip zamları alacağız - Ayşe Yıldırım

Kimi halay çekiyor, kimi yakıyor, kimi çocuğunun üstüne takıyor, kimi ayaklarının altında eziyor… 
Kendilerince protesto ediyorlar. 
Kimi de düşsün diye yağmur duasına çıkar gibi dolar duasına çıkıyor… 
Yükselen kur, daha doğrusu değersizleşen Türk Lirası’yla halkın mücadele yöntemi bu. 


En yetkili yani tek yetkili, dolarlarınızı, Avro’larınızı bozun diyor. Bozduranların fotoğrafları, görüntüleri yandaş medyada çarşaf çarşaf yer alıyor. Ne hikmetse kimi illerde -ki o iller AKP’nin en yüksek oy aldığı iller- insanlar döviz ve altına hücum ediyor. Elbette bu görüntüler yandaşlarda yer bulmuyor. 

Kimi de rüyasında dolar görmeye başlıyor. Ve Google’a Türkiye’den en çok sorulan konuların başında “Rüyada dolar görmek ne anlama geliyor” oluyor. 
Dolarla yatıp dolarla uyandığımız günlerde normal mi bilemedim… 


Her şey gelip rahip Brunson’a dayandırılmaya çalışılıyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diye yutturulmaya çalışılan başkanlık seçimlerinin baskın seçime çevrilmesinin arkasında yaklaşan ekonomik kriz olduğu muhalefet çevrelerinde dillendirilmişti. Ama bunun önemi yok. Önemli olan AKP’nin algı operasyonunun çerçevesi sonuçta. 
Ve öyle de oldu. 

Her krizi fırsata çeviren muktedir aynı yöntemi yine devreye soktu. Muhalefet de kendisini ve ne yazık ki bizi şaşırtmadı. 

Gerçekleri dile getirmeye çalışanlar da bizzat İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma ile tehdit edildi. 

Dedim ya bildiğimiz hikâye… 

Erdoğan, boykot edin dedi diye ABD menşeli telefonlar kırılmaya başlandı. 
Hatta sosyal medyada dolaşan görüntülere göre kimi iPhone’una kurşun sıkıyor, kimi balyozla vuruyor. 

Bazıları da ikinci el sitelerine ilan veriyor. “Reisin boykot kararına uymak için iPhone’umu satışa çıkartıyorum” diye.
 
Oysa bir yandaş bile “iPhone boykotu demek şu saatten sonra almayın demek. Sahip olduğunu kırıp milli servete zarar vermek değil” diyordu. Muhtemelen, boykot edilecek telefonları kullanan devlet büyüklerini korumaya yönelik bir refleksti arkadaşın sözleri.. 
Bakalım o devlet büyükleri iPhone’larını ne yapacak? Kıracaklar mı yoksa internetten ikinci el sitelerinden protesto amaçlı satışa mı çıkaracaklar. 

Malum, bazı kişiler böyle yapıyor ya. 

Hakikaten akıl tutulmasına alışkın bir toplumuz ama bu kadarına pes dediğimiz şeylerden biri bu. Arkadaş, protesto ettiği için ABD malı telefonunu elinden çıkarıyor. Para karşılığı satıyor. 

Muhtemelen sattıktan sonra da o telefonu alan kişiyi en hafifiyle vatan hainliğiyle suçlayacak. 

Kendisinin protesto edip kullanmadığı ABD malını kullanıyor çünkü. 
Nitekim bunun ilk ipucunu da havuz yazarı Mehmet Barlas dün köşesinden verdi. 
“Bu iş böyle giderse mesela iPhoe’u sadece FETÖ’cüler kullanacaklar.” 

ABD’nin yaptırımları, ona karşı Türkiye’nin yaptırımları. Yani ithalata gelen ek vergiler sanıyor musunuz ki fiyatlara yansımayacak.
 
Elektriğe, doğalgaza gelen zamlar kısa süre sonra iğneden ipliğe dönüşecek. Mutfaktaki yangın her yanı saracak… İnanmıyorsanız dün açıklanan ek vergi gelen ABD ürünlerine bir göz atın… 
Yok, yok… 
Sonuçta ne mi olacak? 
Elbette rahip Brunson serbest bırakılacak ve biz bu süreçte sanki yapılması normalmiş gibi gösterilen zamlarla baş başa kalacağız. 

Evet, Brunson bırakıldıktan sonra zamlar geri alınmayacak… 

Dolar belki bir yerde duracak ama ekonomik tablo aynen devam edecek. Yapılan zamların sorumlusu ABD olarak gösterilecek. 

AKP, Pirus zaferini gerçek zafermiş gibi yutturmaya devam edecek.
 
Ne diyordu dün Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın
“Türkiye krizi fırsata dönüştürmek üzere.”

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Mahmut Makal’ın önemi.. - SELÇUK EREZ

Geçenlerde yitirdiğimiz Mahmut Makal, bu ülkede önemine orantılı olarak tanınmayan, bilinmeyen bir insandır. Oysa 1950’de yazdığı “Bizim Köy” ve köylerimizin durumunu, o tarihe kadar görülmemiş gerçekçi bir üslupla anlatan diğer yapıtları, Almanca, Rusça, Fransız, İngilizce vb. birçok dillere çevrilmiş, 1967’de UNESCO tarafından “Dünya Gençliğine Örnek İnsan” seçilmiş bir köy enstitüsü mezunudur. 


Köy Enstitülerinin kapanmasının memlekette bilgi ve kültürün yayılmasını nasıl kısıtladığını bilmek isteyenler Mahmut Makal’ın kitaplarını okumalıdırlar.

Demokrasimizin bu günkü yoz haline nasıl geldiğini öğrenmek isteyenler de onun kitaplarını okumalıdırlar. 

Mahmat Makal anlatır: 
Aksu Köy Enstitüsü’ne Sağlık Bakanı gelir bir gün. Öğrenciler okul alanına toplanacak, Bakan da onlara nutuk atacak.. Kampana çalıp alan dolunca başlar Bakan, “Siz ne biçim öğrencisiniz? Kiminizin paçası, kiminizin yeni sallanıyor..” demeye. 
Bir öğrenci fırlar: “Toplantınıza yetişmek için koştum, paçamın lastiği koptu. Sözünü ettiğiniz öğrenci benim. Herkesi suçlamayın” der... 
Paçasının lastiği kopan öğrenci Abdullah Aksakal’dır.... 
Aksakal’ın böyle uluorta yanıtına kızan Bakan, konuşmayı da keserek Aksakal’a, “Sen benimle idareye gel” der. Lastikle birlikte yüzyılların alışkanlığı da kopmuş, bir öğrenci bir bakanın karşısına çıkmıştır. Bu durum Köy Enstitülerinde doğaldır... Saygı-sevgi sınırı içinde müdürü de, öğretmenleri de eleştirmek doğaldır. Düşündüklerini söylemekten onları alıkoyacak hiçbir engel yaratılmadığı gibi olan engeller de ortadan kaldırılmıştır. 

Mahmut Makal, Köy Enstitülerini şöyle tanımlamıştı: “Köy Enstitülerindeki özgür düşünme ve tartışma ortamı, öğrencilerin toplum sorunları üstünde düşünmelerine yol açıyordu. Yeri geldiğinde, çekinmeden düşüncelerini açıklıyorlardı. Köydeki haksızlıkları önleyeceklerini, köylünün eğitim yoluyla uyandırılıp haklarına sahip çıkmasını sağlayacaklarını, çağa uygun bir yaşam düzeyinin sağlanması açısından düşünsel ve ekonomik yeniliklerin köye girmesi için uğraşacaklarını söyleyip yazıyorlardı.” 


Bugün kocaman kurumları yöneten işadamlarının ve kadınlarının, köşe yazarının, üniversite yöneticisinin sergileyemediği uygar cesareti sergileyebiliyordu Köy Enstitüsü öğrencileri. 


Sadece bunları öğreneceğimiz kaynakları bize bıraktığı için değil yaşamı boyunca demokrasi uğrunda, köy kalkınması uğrunda sergilemiş olduğu örnek tutumu nedeniyle de saygı ile, hayranlıkla anmamız gerekir Mahmut Makal’ı. 

Bu ara Makal’ın değerini o henüz bir Köy Enstitüsü öğrencisiyken sezmiş, yazılarını 1948’den başlayarak Varlık dergisinde yayımlamış olan Yaşar Nabi Nayır’ı da anmamız gerekir: Başka önemli bir yayımcının, Ahmet Halit Yaşaroğlu’nun Nayır’a, “Bu yazılar bana gelse çöpe atardım” demiş olduğunu Mahmut Makal’dan dinlemiştim. 

Nayır’ı da birçoğumuzun değerini henüz kavramamış olduğu Makal’ın önemini bunca yıl önce bilip onu gün ışığına çıkarmış olduğu için bu vesileyle anmalıyız.

SELÇUK EREZ / CUMHURİYET

İşte Es-Es gerçeği - Arif Kızılyalın

Belediye altyapı için benzinlik verdi, otopark verdi, yönetimler transferde parayı çarçur etti ve kulüp tarihi zarara imza attı.

Aslında Türk futbolunun en önemli motifi Eskişehirspor... Hatta “futbolun 68 kuşağı” benzetmesi yapan bile vardı. Futbolla alakası olmayanların dahi diline pelesenk olmuştur “Es-Es, Ki-Ki-Ki, Eski, Eski, Es..” sloganı.

Fethi-Nihat-Ender üçlüsü de Türkiye’nin değil, Avrupa kupalarının tozunu atmıştı. Ve şimdi o Eskişehirspor, neredeyse kapısına kilit vurma noktasına geldi.

Peki niçin?

Elbette ki, Türk futbolunun sorunu, “savurganlık”, Es-Es’i kapanma noktasına getirdi. Oysa, daha 8-10 yıl önce Türkiye’nin ‘kendi kendine yeten’ kulübüydü. Çünkü Altay, Gençlerbirliği, Trabzon gibi sağlam bir altyapısı vardı, daha önemlisi futbolcu izleme komiteleri çevredeki yıldız adaylarını Es-Es altyapısına kazandırıyordu.

Üstelik arkalarında da Belediye gücü vardı. ‘Önce otopark’, sonra da ‘benzinlik tahsisi ile altyapısını, tesislerini, günlük ödemelerini garanti altına almıştı Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, Eskişehirspor’un...

Ne var ki, Türk futbolunun yakasına yapışan savurganlık virüsü Eskişehirspor ’a da sirayet edecekti. Sorumsuz, hesapsız harcamalar, derken kulübü 3 milyon borçla devralan Halil Ünal’la 200 milyon liraya çıkan borç yükü.

Üstelik bu arada Alper’i F.Bahçe’ye, Tarık’ı G.Saray’a satıp 12.5 milyon Avro’yu da kasalarına koymuşlardı.

Bugün ise yönetime göre 130, 140, denetçilere göre 200 milyonluk borç ve transfer yasağı, ardından Kulüp Başkanı Halil Ünal ’ın, “Kulübün anahtarını Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’e vereceğim, kapıyı o kapatsın” demeci.

Öncelikle şunu belirtmekte yarar var ki, Türkiye’deki yasalar gereği bir belediye başkanının spor kulüplerinde bırakın başkan, yönetici olması bile yasak. Yine yerel yönetimler yasası gereği, Belediyeler, profesyonel takım istihdam edemezler, spora ayrılan binde 8’lik payı da o bölgedeki halkın spor ihtiyacı için harcamak zorundalar. Gel gelelim, Ümraniye Belediyespor başta olmak üzere birçok AKP’li Belediye bu yasayı öyle ya da böyle delmiş.
İşte mesele de burada kilitleniyor.

Rivayete göre Eskişehirspor ’daki Halil Ünal yönetimi, “Sen niye delmiyorsun yasayı” diyor Yılmaz Büyükerşen’e. Hatta kulağımıza geldiği kadarıyla, “3-5 müteahhitle anlaşsan, toprak zemin ihalesi kaya zemin olarak gösterilse, aradaki işçilik hak ediş farkı da kulübe verilse” diye çirkin tekliflerin bile yapıldığı iddiaları var.

Elbette iddialar bununla da sınırlı değil. Örneğin, Halil Ünal yönetiminin, Eskişehirspor’u 2019 yerel seçimleri öncesi bir siyaset merkezine çevirmek istediği yolunda. Yanaştıkları liman ise iktidar partisi AKP ve bu partinin Eskişehir’e aday olarak koymayı düşündüğü eski Milli Eğitim Bakanı Bilecikli Nabi Avcı. Öyle ki Gençlik Spor Bakanlığı aracılığı ile yapılan Yeni Eskişehir Stadı’na asılan, “Teşekkürler Nabi Avcı” posteri bile Eskişehirsporyönetimi ile AKP arasındaki teması doğrular nitelikte. Yine önceki yıl Eskişehirspor’un sürekli puan kayıpları yaşadığı haftalarda teknik direktörlüğünü yapan Alpay Özalan’ın AKP’den milletvekili seçilmesi, Eskişehirspor yönetimi ile iktidar arasındaki önemli bir köprü. Hatta iddialara göre, TFF de Yıldırım Demirören aracılığı ile bu yakınlaşmanın bir parçası. Bir başka iddia ise Halil Ünal’a ait olduğu söylenen benzin istasyonunun Demirören grubunun bayiliğini yapması.

Başkan ne diyor?

Eskişehirspor ile Eskişehir Belediyesi arasında yaratılmaya çalışılan ‘suni’ kavgadan ise en çok Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen şikâyetçi. Eskişehirspor’un ilk gözağrısı olduğuna, Fethi Heper’ler başta olmak üzere tüm efsaneleri izlemiş, beraber çalışmış yönetici kimliğine vurgu yapan Büyükerşen, “ Eskişehirspor’a canım feda, ama yasalar çerçevesinde. Şimdi biz kulübe kaynak yaratıyoruz, hatta kullanım şartnamesine madde koyuyoruz, ama son 10 yıldaki yönetimler bir yolunu bulup bizim kulübün altyapısı, tesisi, ödemeleri için yarattığımız bu kaynağı çarçur ediyor. Başarısız olunca da ‘Belediye Başkanı suçlu’ böyle bir şey yok” diyor.
Soruyoruz, kulüp için ne yaptınız diye.

Yanıtlıyor: “Yıllarca önce bir otopark veriliyor Belediyeden. Ama yönetim hemen o otoparkı mafyatik tiplere satıyor aldığı parayı transferde batırıyor. Daha yeni kurtardık o alanı. Sonra benzinlik açalım kalıcı gelir olsun diyoruz, hatta istasyonun idaresine de memur koyuyoruz, onlar da bu kez istasyonu kiralayıp toplu para alıp yine transferde tüketiyor. Aldıkları futbolcular da kulübü mahkemeye verince Eskişehirspor zarar görüyor. Yine yıllarca önce dedim ki, AŞ olalım, Vakıf olalım, üniversite ile birlikte yürüyelim, Fethi Hocalar, Gegic (Abdullah), İngiltere ve Fransa’dan hoca getirelim, yerli antrenörleri ve futbolcuları yetiştirelim, akademi olalım dedik, hiçbiri kabul görmedi. Yine de tüm desteği verdik, en son bizi karalamak isteyen başkan kulübü 3 milyon borçla aldı, şimdi 200 milyon. Ayrıca kulağımıza Eskişehirspor’un siyasi malzeme olarak kullanılmak istendiği iddiaları geliyor. Ben dahil kimse Eskişehirspor’u siyasete alet edemez.  Eskişehirspor siyaset üstüdür. Ne mutlu ki, gerçek taraftar bizi tanıyor.”

Ve Yılmaz Büyükerşen daha çok şeyler söylüyor. Ama “Kulüp zarar görür” diye yazılmaması ricasını düşüyor kayda.

Evet, görüldüğü gibi başarılı bir kulüp nasıl battı Yılmaz Hoca’nın söylediklerinde gizli. Artık iş Spor Bakanı ve TFF’de. “Para bitti, belediye versin, olmadı iktidara yanaşırız”  yaklaşımı bitmezse Türk sporu zarar görür...

 Arif Kızılyalın / CUMHURİYET