FETÖ’cülükle nasıl mücadele edilir? - BARIŞ DOSTER


“Tarihimizle yüzleşelim”, “geçmişimizle hesaplaşalım” gibisinden sözler, bir zamanlar numaracı Cumhuriyetçilerin ve FETÖ’cülerin en sevdiği laflardı. 

Darbeye kalkışan, Meclis’i bombalayan, halkın üzerine tankla yürüyen, 251 yurttaşı şehit eden bir terör örgütünü, uzun süre “hizmet hareketi”“emekli vaizin liderlik ettiği cemaat”“sivil toplum kuruluşu” olarak pazarlamışlardı. 

Cemaatin kanallarına çıkar, gazetelerinde yazar, Abant’ta toplanır, bol bol sivil toplumculuk oynarlardı. Demokrasi, özgürlük, insan hakları nutukları atarlardı.  

Atatürk’e, Cumhuriyete, Kemalizme söverlerdi. O günler iktidar blokuyla aralarından su sızmazdı. FETÖ’cülerin beslediği bu zevat, eğitim ve sağlık kurumlarından holdinglere, medya organlarından bürokrasiye, işçi sendikalarından spor kulüplerine dek geniş bir alana yayılan örgütün gücünü, aldığı dış desteğin çapını, mali kaynaklarının çeşitliliğini hiç sorgulamazdı.

Ne zaman ki, 15 Temmuz 2016’da FETÖ darbeye kalkıştı, Türkiye o zaman gerçeği anladı. Arkasına emperyalizmi alan, bir darbe girişiminin ötesinde, Türkiye’yi işgal etmek, iç savaş çıkarmak için programlanan darbecilerin siyasette, iş dünyasında, sivil-asker bürokraside nasıl örgütlendiklerini öğrendi. 

Peki, geçen sürede darbecilerle hesaplaşmak, bir daha darbe yaşamamak için gerekli dersler çıkarıldı mı? 
Tarihsel muhasebe yapıldı mı? 
Siyasal ve toplumsal özeleştiri verildi mi? 

Birlikte tartışalım...

Birincisi; darbecilerle mücadele için etkin ve yetkin bir hukuk sistemi, tarafsız ve bağımsız bir yargı düzeni, halka güven veren, hızlı, saygın bir adalet mekanizması şart. Bu olgunluğa ulaşmış bir hukuk devleti, Batı’nın hukuk ve insan haklarını gerekçe gösterip, Türkiye’nin içişlerine karışmasını da baştan engeller. 

İkincisi; devlet yönetiminde, bürokraside ehliyeti, liyakati, Cumhuriyete, millete sadakati, hukukun üstünlüğüne bağlılığı esas alan bir işleyiş zorunlu. Devlet yönetiminin, bürokrasinin tarikat-cemaat kota ve kompartımanları üzerinden parsellenmesi; tarikat aidiyetinin, cemaat mensubiyetinin, parti vesayetinin öne çıkması, bürokrasinin siyasallaşması, devleti işlemez hale getiriyor. Yurttaşın devlete olan güvenini, saygısını, bağını zayıflatıyor.

NATO’culuk ve FETÖ’cülük
Üçüncüsü; Atatürk’ün “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” diyerek vurguladığı gibi, Cumhuriyetin halkçı, kamucu, eşitlikçi, toplumcu karakterine dönmesi gerekli. Yoksul ailelerin zeki, akıllı, başarılı çocuklarına devletin okulları, yurtları sahip çıkmazsa, bu çocukların kimlerin eline düştüğünü, nasıl yetiştirildiğini, beyinlerinin ne ölçüde yıkandığını 3 yıl önce yaşadı Türkiye. 

Dördüncüsü; emperyalizm destekli tüm terör örgütlerinin yurtdışı destekleri ve mali kaynakları çökertilmeli. 15 Temmuz 2016’dan beri darbecilerin ABD ve Almanya tarafından nasıl kollandığı malum. Darbe gecesi İncirlik Üssü’nde Türkiye aleyhine ne dolapların çevrildiği biliniyor. NATO’culukla hesaplaşmadan, FETÖ’cülükle mücadele eksik kalıyor.

Beşincisi; laikliğin, laik eğitimin, laik toplumun, laik devlet yapısının zayıf düşmesiyle, ABD destekli FETÖ’nün güçlenmesi arasındaki ilişki doğru kurulmalı. Aklı ve bilimi dışlayıp, dini özünden uzaklaştırıp, kerameti kendinden menkul tarikat şeyhlerinin önünü açınca, ülkemizin başına ne belaların geldiğini, hem 15 Temmuz gecesinden hem çocuk istismarından, tacizden, tecavüzden, badeci şeyhlerden biliyoruz. 

Sözün özü; Cumhuriyetten uzaklaşmak, darbeleri önlemiyor. Tersine, önünü açıyor.

Barış Doster / CUMHURİYET

İmamoğlu-Babacan partisi - Volkan Algan

Adam en son 4 yıl önce bir tweet atmış. Sonra mı? Gören duyan yok. Gel gör ki şimdi herkesin dilinde, 23 Haziran sonrasındaki tüm senaryolarda adı geçiyor. Ama hâlâ tek kelime etmedi. Olsun, onun adına konuşmaya hevesli çok kişi var. 

Demek artık konuşmadan da, hatta görünmeden de siyaset yapılabiliyor. Tabii bu durum yönetimine talip olduğu memleket için böyle. Yoksa dünya sermayesiyle ilişkiler alabildiğine sürüyor. En son G20 raporunun hazırlanmasında imzası olanlar arasında adını duyduk. Erdoğan yönetiminin Batı sermayesiyle gerilimli ilişkisi sürerken, aileden birisinin onun kontrolü dışında böyle işlere girmesinin canını sıktığını tahmin etmek zor değil. Tıpkı emperyalizmin isim tercihlerinin tesadüf olamayacağını tahmin edebileceğimiz gibi.

Ali Babacan’dan bahsediyoruz. Ziyadesiyle sıkıcı, bırakın lider olmayı en fazla görev adamı olabilecek piyasacı bir ekonomist. Normalde en önde olacak bir kumaş taşımadığı belli. Ama bu yüzden de uygun bir isim olduğu anlaşılıyor. En önde mi olur orası ayrı, o kadar da mühendislik tutmaz bu işlerde, ama bir rol almasının istendiği belli.

Davutoğlu böyle ol(a)madığı için aynı ekip tarafından istenmiyor. Kifayetsiz muhterisliği, fazla ideoloji yüklü olması nedeniyle iktidarın geçmiş günahlarına ortak olduğu gerçeğini gizlemesi zor Davutoğlu’nun. Babacan'ın renksizliği ve sıkıcılığı ama en çok da piyasa ile diyaloğu nedeniyle, AKP iktidarının suçlarına en az Davutoğlu kadar ortak olmasına rağmen, gözlerden kaçabileceği düşünülüyor. Arkasındaki gücün Gül olduğu gerçeği de bu söylenenleri tamamlıyor. Birbirlerine çok yakışıyorlar.

Erdoğan’ın hareketin önderi, devletin başında olması, sanılanın aksine onu daha kararsız, zaman zaman uzlaşmacı ve genelde ittifaklara açık bir pozisyona itti. Oysa Gül ekibinin böyle bir sorunu pek olmadı. Perde gerisinden, Erdoğan’a göre daha rahat bir ajandayla hareket etme, hem emperyalizme hem de gerici ilişkiler ağına daha sadık olma imkanına sahip oldular. Erdoğan’ın pozisyonuysa herhangi bir ittifaka uzun süreli sadakate izin vermiyor.

Geçtiğimiz günlerde Barış Terkoğlu’nun eski AKP’li bakanlardan Erkan Mumcu’yla Odatv’de yayınlanan röportajı, kendi bilgilerimizle tabloya bakınca söylediklerimizi doğruluyor.

Mumcu, Gül’ün Cumhurbaşkanı seçildiği seçimlerde Erdoğan’ın askerlerle bir başka isimde ortaklaşmaya hazır olduğunu, ancak Gül ve Arınç ikilisinin Cemaat’in de desteğiyle 367 krizini tetiklediğini ve Gül’ü köşke çıkaran süreci yönettiğini iddia etti.

Mumcu’nun röportajda Erdoğan’ı kollamasındaki amacın ne olduğunu şimdi bir kenara bırakalım. O ayrı bir konu.

Gül’ün Erdoğan’a kıyasla Cemaat’le daha istikrarlı bir ilişkisi olduğunu anlıyoruz. Bunun aynı zamanda ABD ve AB ile de daha “uyumlu” olmak anlamına geldiğini düşünebiliriz. Bunu görebiliyorduk.

Aslında bu tür ifşaatlarda, belli bir akıl süzgecinden geçirdikten sonra, doğruluk payı olduğunu kabul etmekte sakınca yok. 
Çünkü birbirlerini gammazlıyorlar. 

Gelelim bugüne...
Bu renk vermeyen sinsilerin zemininin olgunlaşmasında Erdoğan’ın önemli bir payı var. 

Onun lider rolünün yönetim sistemindeki değişiklikle birlikte giderek tek ve yalnız adamlığa evrilmesi sürecinden bahsediyoruz. 

“Halkın demokratik özlemleri var”, “tek adamlığa tepki var” gibi sığ değerlendirmeleri liberallere bırakalım. Öyle olsa AKP çoktan gönderilirdi. 
Kapitalizm bu, eninde sonunda ekonomi tekleyecek, çatışmalar çıkacak, insanlar ölecek, birileri hapse girecek, baskı olacak. Bugün değilse yarın. Dolayısıyla sistem teklemeye başlayınca bir zamanlar Erdoğan’la iktidarı paylaşanların bile “demokrasi” havarisi kesilebileceği bir zemin ortaya çıktı. Zaten uzun süredir aportta bekliyorlardı.

Söylemiştik, Gül’ün kendini temize çekmesi, ya da öyle olduğunun kabulü Erdoğan’ın arkasında saklanmasıyla mümkün olabilmişti. Şimdi tüm bir sistem Erdoğan’ın arkasında kendisini temize çekmeye çalışıyor. 

Cumhurbaşkanlığı sisteminin Meclis’i işlevsizleştirmesi, yürütme ile partiler ve dolayısıyla kitleler arasındaki bağı zayıflatması, Türkiye gibi çok dinamikli bir ülkede dengeleri tutmakla yükümlü hukuk ve bürokrasinin altını boşaltması ve son karar mercii olarak tek kişiyi tarif etmesi, icrayı siyasetten kopardı. 

Özetlersek siyaset kurumunu alabildiğine tasfiye edip, daha apolitik, piyasayı önceleyen ve denetlenmesi asgariye indirilmiş bir yürütme sistemi Türkiye’ye dayatıldı.

Şimdi bu sistem tartışmaya açılıyor, aksaklıkları düzelteceklermiş. Ama sermaye için asıl önemli olan özü yerinde kalması kaydıyla. Kılıçdaroğlu da eskiye dönmek istemediklerini belirtmişti. 

Oysa Erdoğan’ın anlamadığı ya da kabul etmek istemediği şey bu sistemdeki önemli aksaklığın kendisi olduğu gerçeği. 

Siyasetin etkisizleştirildiği, denge mekanizmalarının ortadan kaldırıldığı bir devlet sistemi kuracaksınız, bunun başında da gelmiş geçmiş en köşeli ve politik figürlerden birisi olacak! 

Siyasetin kanallarını tıkayacaksınız, ama beri yandan memleketteki tüm siyaset damarlarını canlı tutacak bir figür orada durmaya devam edecek. 
Bu olmazdı, olmuyor da. 

Bu çelişkiyi Erdoğan kendisi yarattı. Belki de buraya ittirildi. Bunun bir önemi yok. Buradan dönebilir mi? Müneccimlik yapamayız, bu saatten sonra zor, ama manevra kabiliyeti yüksek bir siyasetçi olduğunu da biliyoruz. Hâlâ gücü var.
Sonuç olarak devlet yönetiminin kişiselleştirildiği ve apolitikleştirildiği bir mekanizma hazırlanmış oldu.

Sermaye açısından apolitikleşmede sorun yoktu. Ama kişiselleştirme, hele ki bu kişi Erdoğan’sa handikaplı.

İmamoğlu, Babacan vs... İsimler değil ama onlara yüklenen anlamlar tartışmaya değer. Çünkü isimler değişebilir, üç günde sahneye çıkabildikleri gibi, aynı hızla uzaklaşabilirler.

Genelde kimin iktidara geldiğinin daha az önemli olduğu bir politik atmosferde mutabık kalındığı anlaşılıyor. Normalleşme-kucaklaşma dedikleri bu. O yüzden bu seçenekler arasında da belirgin farklar olmaması, ama piyasanın ihtiyaçlarının öncelenmesi şimdilik tercih sebebi. En azından Erdoğan’a kıyasla böyle denebilir. Zira kapitalizm suni ayrımlar yaratarak esas olanı gizlemede beceriklidir.

Bu pilav daha çok su kaldırır. Kolay çözümse, çözümsüzlüğün devamını garanti altına alıyor sadece. 

Volkan Algan / SOL

Kıbrıs etrafında sorunu dönüştürmek - Mustafa Türkeş

Kıbrıs adası etrafında bulunduğu ve/veya var olduğuna inanılan fosil yakıt rezervleri üzerinden yaşanan gerginlik giderilemiyor, ilgili ilgisiz diğer aktörlerin devreye girmesiyle taraflar mevzi kazanmaya çalışıyorlar.

Geçtiğimiz ay AB Konseyi Türkiye’yi Kıbrıs adası etrafında petrol ve doğal gaz arama faaliyetlerini uluslararası hukuka aykırı olarak yürütmekle itham etti. İki gün önce biraz daha ileri giderek, AB Konseyi dışişleri bakanları toplantısında, Türkiye’ye karşı yaptırım uygulama kararı alındı.


Türkiye dışişleri bakanı yaptırımları ciddiye almadığını açık bir dille belirtti ve "oraya daha çok arama gemisi göndereceğiz" dedi. 

Hamasi duyguları okşama ve körükleme yalnızca bizimkilere mahsus değil, Yunanistan’ın merkez sağ hükümetinin yeni dışişleri bakanı da benzer bir tutum takındı. AB Konseyi dışişleri bakanları toplantısında Türkiye’ye karşı yaptırım kararı alınmasından övgüyle bahseden Yunanistan dışişleri bakanı Türkiye’yi AB üzerinden cezalandıralım demekte.

Bütün bunlar yaşanırken Kıbrıslı Türk lider Mustafa Akıncı, Kıbrıslı Rum lider Anastasiadis’e BM’nin Kıbrıs özel temsilcisi üzerinden fosil yakıtların paylaşımı konusunda bir öneri sunduğu haberi yer aldı.
  
9 Maddeden oluşan öneri şunları kapsıyor: (Bkz: Akıncı’nın 9 maddelik önerileri)
“Öneride, adanın iki ortak sahibi olarak Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumların doğal gaz kaynaklarında da eşit haklara sahip oldukları ve her iki toplumun da bu kaynaklardan eş zamanlı olarak adilane bir şekilde yararlanması gerektiği vurgulanıyor.”

“Kararların uzlaşı ve oybirliği ile alınacağı, iki toplumun eşit temsil edileceği, BM gözetiminde ve AB’nin gözlemci olarak katılacağı ortak bir hidrokarbon komitesi kurulması öneriliyor. Komiteye ayrıca gerek görülmesi halinde uluslararası bağımsız enerji uzmanlarının davet edilebilmeleri de yer alıyor.”

“Hidrokarbon konusunda varılacak bir uzlaşmanın, Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümüne ilişkin Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum taraflarının mevcut pozisyonlarına halel getirmeyeceğinin” altı çiziliyor.

Öneride çakışan deniz yetki alanlarındaki “lisanslandırma, arama ve çıkarma faaliyetlerine” ilişkin bazı öneriler var.

Çıkarılacak doğal gaz ve petrol gelirlerinin nasıl dağıtılacağını kararlaştırmak üzere bir komite oluşturulması ve yapılacak ilk toplantıda bu komitenin bir oran belirlemesi gerektiği belirtiliyor.

Öneride, oluşturulacak ortak komitenin çıkarılacak doğal gaz ve petrolün dünya pazarına nasıl ulaştırılacağı hakkında planlama yapmaya yetkili olmasının altı çiziliyor.

Önemli bir başka madde de doğal gaz ve petrol “gelirlerinin toplanacağı ortak bir fonun oluşturulması ve gelecekte bu fonun önemli bir kısmının kapsamlı çözüm çerçevesinde mülkiyet sorununun çözümü ve iki tarafın dengeli gelişimine yönelik projeler için kullanılması önerisi” bulunuyor.

Akıncı’nın önerisi rasyonel gözükmekle birlikte karşı tarafın, Rum yönetiminin, bu öneriyi kabul etmeyeceği baştan biliniyordur. 

Rum tarafı hiçbir koşulda tek, üniter devlet modelinden vazgeçmiş değil, bu nedenle böyle bir öneriyi tartışmaya açacağını varsaymak mümkün değil.
Akıncı’nın önerisi Rum yönetimi tarafından hızla reddedildi.

Ortada ciddi bir sorun var, fakat çözülemiyor.

Peki, bu sistem içinde böylesi bir konu çözülebilir mi?

Hiç ihtimal yok.
Kapitalist sistem içinde üreteceğiniz önerisi ne kadar adilane olursa olsun sorunu çözmez, olsa olsa sorunu bir formdan başkasına dönüştürür.

Bu örnekte görüldüğü üzere Yunanistan tarafı AB’nin desteği üzerinden kendi pozisyonunu sağlamlaştırmaya çalışmakta, Türkiye tarafı ise adada bulunan Türklerin mağduriyeti üzerinden hak talebinde bulunuyor ve bu haktan vazgeçmeyeceğinin altını çiziyor.

Bölgede fosil yatakların olduğu kokusunu alan enerji devleri devreye girerek durumu kendi çıkarlarına dönüştürmek istiyorlar. 

Kısaca, sorun yalnızca ikili, Rum-Türk; Yunanistan-Türkiye veya üçlü, Türkiye, Yunanistan, İngiltere; arasında bir mesele olmaktan çıkıp, İsrail, Mısır, Katar, Almanya ve Rusya’nın dâhil olduğu ve daha vahimi ABD, İngiltere, İtalya, Fransa kökenli dev enerji tekellerinin devreye girdiği çoklu çıkar çatışmasına gebe büyük bir soruna dönüşmesidir. 

Kapitalizm bu sorunu çözemez, emperyalizm ise bölge aktörlerini çatıştırır, hatta halkları birbirine kırdırır. Bu sorun ancak kapitalizme alternatif bir sistem içinde çözülebilir. Aksi halde dönüştürülmüş sorunlarla boğuşmaya devam eder, dışarda emperyalizm, içerde hamasete boğulur kalırız.

Mustafa Türkeş / SOL

S-400’ler kimi vuracak? - Kemal Okuyan

Bir hükümetin iç politikası dış politikasından tamamen farklı bir doğrultuda gelişebilir mi? Esas itibariyle halk düşmanı olan bir siyasi iktidar, uluslararası alanda mazlumların yoksulların çıkarlarını savunup, dünyadaki eşitsizliklere karşı konum alabilir mi?

Kestirme yanıt yanlışa götürse de, hemen her örnek için geçerli bazı önermeleri baştan sıralayabiliriz.

Bir hükümet, gündüz insan gece kurt adam olamaz. Onun bastığı sınıfsal zemin içeride de dışarıda da aynıdır. Dolayısıyla bir ülkenin içinden bakıldığında iç politikası olumsuzlanan bir hükümete dış politikada bir erdem yakıştırmak ancak ve ancak milliyetçi bir kirlenmenin ürünü olabilir. Milliyetçilikle yurtseverlik arasındaki farkı ısrarla vurguluyoruz: Milliyetçilik, “benim sömürücüm, benim hırsızım, benim zorbam iyidir” demekken, yurtseverlik “memleket sevgisini ülkeyi sömürücülerden, hırsızlardan, zorbalardan temizleme iradesi”yle taçlandırmaktır.

Bir kural olarak, hiçbir hükümet iç politikasından taban tabana zıt bir dış politika pratiği geliştiremediği gibi, iç politika ile dış politika arasında sanıldığı kadar ciddi bir kopukluk da bulunmuyor. Dış politika iç politikanın uzantısıdır.

Ancak…
İç politikada, bazen kağıt üzerinde kalsa da, tek bir otorite, tek bir iktidar odağı vardır. Dış politika ise, çok sayıda aktörün iradesinin karşı karşıya geldiği ve bu iradelerin her birinin meşruiyet kaynağını şu ya da bu ölçüde uluslararası hukuktan aldığı bir ortamda yürütülür. Dolayısıyla bir hükümet iç politika tercihlerini olduğu gibi dış politikaya taşıyamaz. Kuşkusuz iç politikada da hükümetleri kısıtlayan toplumsal, siyasal, ideolojik faktörlerden söz edebiliriz ama uluslararası alanda bu kısıtların karakteri değişir. Dış politika, her biri tanımlanmış sınırlar içinde bir silah tekelini elinde bulunduran ve olağanüstü durum ve örnekler dışında meşruiyeti uluslararası alanda kabullenilmiş onlarca, hatta yüzlerce birimin var olduğu bir platformda sürdürülür.

Bu platformun bir hiyerarşisi vardır, en güçlü emperyalist ülkeler hiyerarşinin tepesindedir ancak en güçlüsünün dahi otoritesinin ya da iktidarının sınırları vardır ve bu hiyerarşik yapıda kesintisiz bir rekabet, zaman zaman açık çatışmaya dönüşen bir rekabet söz konusudur.

Şimdi bu önermelerden hareketle, AKP örneğini değerlendirebiliriz. İçeride AKP’ye karşı olup, dış politikada AKP’yle birlikte davranmak, onu desteklemek tutarsızlıktır, dahası içeride AKP’ye sanıldığı kadar “muhalif” olmamaktır. Bununla birlikte uluslararası alandaki hiyerarşik yapı ve bu yapı içindeki çelişkileri göz önüne almadan iç politikanın bakış açısını uluslararası alana taşımak çoğu kez yanlış sonuç verir.

Örnek olsun, AKP’nin Latin Amerika’daki bazı ilerici iktidarlarla iyi geçinmeye çalışmasının siyasal ve ekonomik nedenleri olduğu açıktır. Sürekli olarak bu nedenleri vurgulamak ya da Türkiye burjuvazisinin bencil çıkarlarına işaret edip, uluslararası kamuoyunu uyarmak yeterli değildir. Yeterli değildir çünkü uluslararası alanda devrimci hareketin çıkarları tek bir ülkede sürmekte olan mücadelenin ihtiyaçlarıyla değil, çok farklı dengelerin hesaplanmasıyla belirlenebilir. 

Bir ülkede devrimci hareket, uluslararası alandaki gelişmelere yaklaşırken şu parametreleri hesaba katmak zorundadır: 
- Ülke içinde emekçi halkın çıkarlarının savunulması.
- Başka ülkelerde emekçi halkın çıkarlarının savunulması.
- Emperyalist saldırganlığın dizginlenmesi ve geriletilmesi; emperyalist ülke ve kurumların müdahale yeteneğinin azalması.
- Emperyalist sistem içindeki çelişkilerin o sistemi zayıflatacak olanaklar yaratması.
- Devrimci hareketin ulusal, bölgesel ve uluslararası ölçekte yükselmesi.

Bunlar her zaman aynı doğrultuyu vermeyebilir ama devrimci bir hareket mümkün olduğunca bütün bu parametreleri değerlendirip, onlar arasında uyumu gözetmek durumundadır.

Bunları söyledikten sonra Türkiye’nin Rusya’dan S-400’leri almasına nasıl bakabiliriz?

AKP hükümetiyle mücadeleyi bir kenara koymaksızın, onun Rusya ile ilişkilerinin mantığını sergilemeyi ihmal etmeksizin ve Rusya’daki Putin iktidarının sınıfsal ve ideolojik karakterine ilişkin bir yanılsama içine girmeksizin şu söylenmelidir:
Türkiye’nin S-400 silah sistemini alması dünyanın en güçlü terör örgütü NATO’nun iç çelişkilerini derinleştirdiği, NATO’nun müdahale yeteneğini azalttığı, Türkiye’de ABD emperyalizminin etkisini sarstığı için, halkın  çıkarları doğrultusunda değerlendirilebilecek bir gelişmedir.

Halk yararına bir gelişme demiyorum, halk çıkarına değerlendirilebilecek bir gelişme diyorum. Türkiye’de emekçiler, emperyalist sistem içindeki rekabette, pazarlıklarda taraf olamaz. Ancak Türkiye’de bugünkü sömürü düzenine, adaletsizlik ve eşitsizliğe ortak olan batılı emperyalist ülkelerin, NATO ve Avrupa Birliği gibi kurumların etki ve müdahale yeteneğinin kırılması için her fırsat değerlendirilmelidir. Bu anlamda S-400’ler bir hava savunma sistemi olarak değil, emperyalist sistem içinde büyükçe bir çatlak olarak görülmelidir.

Türkiye’nin NATO’dan çıkması ve AB’ye adaylık statüsünü terk etmesi, komünistlerin yıllardır dillendirdiği bir taleptir. Bu talep günceldir ve şimdi daha fazla dillendirilmelidir. AKP hükümetinin, sırtını yerli ve yabancı tekellere dayayarak, NATO ve AB’yi sorgulamaksızın girdiği S-400 oyunu emperyalist ülkelerin Türkiye’deki varlığının daha da güçlendiği bir felaketle sonuçlanabilir. Bu felaketi püskürtmenin yolu ABD emperyalizmine, NATO’ya karşı mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir. Ve bu mücadele ülkenin bütün kaynaklarını yağmalayan sömürücü patron sınıfına, o sınıfı yıllardır ihya eden zorba ve yobaz iktidara karşı mücadeleden asla ayrı düşünülmemelidir.

S-400’ler ezilenlerin tepesine düşmemeli, ezenlerin elinde patlamalıdır.

Kemal Okuyan / SOL

Gökçek'in ''çok sevdiği''ailenin dikkat çeken bağlantıları - Murat AĞIREL

Melih Gökçek dönemini aydınlatmak için ulaştığım belgeleyebildiğim her bilgiyi paylaşacağımı hem sizlere hem de Melih Gökçek'e söz vermiştim.

En son yazdığım yazıda da bilgiler vermeye devam etmiştim. Okumamış olanlar için son yazım ile ilgili kısa bir bilgilendirme yapmam gerekir.

Melih Gökçek dönemini anlatmak için Muradiye Vakfı ile olan bağlantısını ortaya koymak gerekiyor. Vakfın, Refah Partisi'nin Ankara Büyükşehir Belediyesini kazandıktan sonra kurduğu 29 şirketin yöneticisi ve Melih Gökçek'in gözaltına alınış sürecini yazmıştım.

Buna ek olarak kurulan firmaların Ankara Büyükşehir Belediyesinden aldıkları ihaleler sonrasında dinci vakıflara yaptıkları bağışlar, mahkemeden aldıkları cezaları ve bu süreçten yıllar sonra aynı firmaların ve aynı yöneticilerinin Ankara Büyükşehir Belediyesinden ihale almaya devam ettiklerini de dile getirmiştim.
Şimdi gelin tam da buradan devam edelim...

Refah Partisi'nin ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanan Melih Gökçek'in icraatları o dönem Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulmuş olan Türkiye'deki irticai gelişmeleri izlemek üzere oluşturulan Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) da dikkatini çekti.

Milliyet gazetesinin 22.09.1997 tarihindeki haberinde bu konu hakkında geniş bilgi yer alıyor.

Haberin bir kısmı şöyle:
"Refahyol'un, Gençlik Parkı'nı 99 yıllığına bedelsiz olarak Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne devretmesiyle belediye bünyesindeki Başkent Ulaşım ve Gaz Hizmetleri A.Ş.'nin (BUGSAŞ) çalışmalarının, Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) 25 Eylül'deki toplantısında, generallerce gündeme getirileceği öğrenildi. Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) son toplantısında, RP'li Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin çalışmaları da değerlendirildi. Refahyol döneminde RP'li belediyelere geniş parasal olanaklar sağlandığı belirtilen toplantıda, belediyelerin de irtica yanlısı kuruluşlara kaynak sağladığına işaret edildi.

Toplantıda, Ankara Büyükşehir Belediyesi bünyesinde kurulan BUGSAŞ'ın elinde bulundurduğu Ankara Şehirlerarası Terminal İşletmeleri'nde, Muradiye Vakfı başta olmak üzere irticai faaliyetleri saptanan çeşitli kuruluşlara büfe kiralayarak kazanç yolu sağladığı belirtildi. Toplantıda, Refahyol hükümetinin, belediyenin irtica yanlısı kuruluşlara yardımı karşılığında, Gençlik Parkı'nın 99 yıllığına bedelsiz olarak Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne devrettiğine de dikkat çekilerek, 'Hükümet ve belediyelerin karşılıklı çalışmaları sonucu, irticaya destek veren sermayenin daha da güçlenmesi sağlanmıştır' görüşü vurgulandı.

BÇG toplantısında RP'li belediyelerin bu yöndeki faaliyetleri konusunda araştırmanın daha da genişletilmesi amacıyla konunun MGK gündemine getirilmesi istendi. MGK'nın 25 Eylül'de gerçekleştirilecek toplantısında, kurulun asker kanadının, BÇG toplantısında ele alınan konuları gündeme getirecekleri öğrenildi."


Aynı tarihlerde…
Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi bağımsız üyesi Muzaffer Saraç, BUGSAŞ'ın Mayıs 1996'da ASKİ'den 376 milyar liralık ihale aldığını da bildirdi. Belediyeye bağlı diğer kuruluşlardan da bu şirkete kaynak aktarıldığını söyledi. Saraç, BUGSAŞ'a bağlı birimlerde çalışan personelin hangi yollarla alındığı ve bunlarla ilgili güvenlik soruşturması yapılıp yapılmadığı sorusunu da gündeme getirdi.
Saraç, RP Bingöl Milletvekili Hüsamettin Korkutata'nın kayınbiraderi Cevat Evliyaoğlu'nun, genel müdürü olduğu BUGSAŞ'ta, RP Sivas Milletvekili (Bugün Saadet Partisi Genel Başkanı) Temel Karamollaoğlu'nun oğlu Zait Karamollaoğlu'nun da çalıştığını söyledi.

Saraç, bu şirketin AŞTİ'de Muradiye Vakfı başta olmak üzere çeşitli irtica yanlısı kuruluşlara büfe işletmesi verdiğini anlattı.
Bir nefes alalım.
Hatırlayalım.
Melih Gökçek'in geçmiş dönemi ile son yıllarının sentezini sizlere anlatmaya çalışıyorum. Önceki yazımda Muradiye Vakfı'nın kuruluşunu ve şirketlerinin Melih Gökçek döneminde aldığı ihalelerinden bahsetmiştim.
Bugüne dönersek…

Eski RP Milletvekili Hüsamettin Korkutata, Refah Partisi 19 dönem Refah Partisi 20 ve 21. Dönem Fazilet Partisi Milletvekili, Numan Kurtulmuş zamanında  HAS Parti Genel Başkan Yardımcısıydı.

Daha önce Sayın Korkutata ismini sizlere mezar yeri ile ilgili anlatmıştım.
Melih Gökçek görevden alınmadan çok kısa süre önce Ankara Belediye Meclisinde bir karar alındı. Meclis Başkan Vekili Ali İhsan Ölmez kararda "Korunması Gerekli Kültür Varlığı" olarak tescilli olan türbelerin bir kısmının mezar yeri olarak düzenlenmesi ve bunun komisyonda görüşülmeden kabul edilmesini istedi.

Böylelikle komisyonda görüşülmeden kabul ediliyor ve türbe, kümbet alanı olan Hacı Bayram Veli türbesine mezar yeri tahsis ediliyor.
Peki, kimlere?
Muradiye Vakfı Kurucularından Mustafa Ahmet Kalfaoğlu ve eşi Müşerref Kalfaoğlu, Hüsamettin Korkutata, Korkutata'nın eşi Zehra Korkutata, oğlu Muhammed Korkutata, Serkan Korkutata, kızı Sinem Şenbaş, damadı Ali Sedat Şenbaş, Serhat Can Korkutata, Fuat Korkutata olmak üzere 34 mezar yeri tahsis edildi.
Özel mezar yeri tahsis edilecek kadar Melih Gökçek ve yönetimi tarafından el üstünde tutulan Hüsamettin Korkutata ve ailesinin Ankara Büyükşehir Belediyesinden aldığı ihaleler var mı diye baktım.
Bingo.
Hiç şaşmıyor.
Korkutata ailesinin Ankara Büyükşehir Belediyesi ve iştiraki olan ANFA'dan aldığı ihale rakamını okuyunca dudağınız uçuklayacak.

2013-2017 yılları arasında 9 farklı şirket ile 56 ihale almış ve toplam tutarı 256 milyon TL! İşin daha da enteresanı Melih Gökçek görevden alınınca ihale alımları kesilmiş.

İnanılmaz değil mi?
Gökçek'in ihya ettiği bu ailenin hangi firmayla hangi ihaleyi kaç milyon liraya aldığına dair belgeler ve ihale numaraları bende var. Fakat yazıyı uzatmamak için eklemiyorum.

İhaleyi alan şirketlerin isimlerinin bazıları şöyle:
Ayaz Taahhüt İnşaat Peyzaj
Binko İnşaat İth. İhr. Şti.
Elit Kent Mobilyaları
Koru Grup İnşaat San. Ve Tic. Ltd. Şti.
Poyraz İmar İnşaat Tic. Ltd. Şti
Zencefil İnşaat Taahhüt San. Tic. Ltd. Şti
Vs. vs.

Görüyorsunuz değil mi?
İnanılmaz.
Sayın Korkutata'nın tüm aile bireyleri sadece koruma altındaki türbeden mezar yeri almamışlar, Ankara Büyükşehir Belediyesi ve iştiraki ANFA'dan çoğunluğu adrese teslim ihale yöntemi olan 4734 ihale kanunun 3-g maddesi ile ihaleleri almışlar.

Bir kişi de çıkıp "siz kimsiniz, nereden çıktınız" dememiş.
Daha önce de dedim. Gökçek dönemi karanlık dipsiz bir kuyu. Milletin parasıyla kim neden nasıl bu kadar zengin olmuş belli değil.
Gökçek'in bu işten çıkarı-komisyonu ne anlaşılmaz.
Söz verdiğim gibi yazmaya devam edeceğim…

Sayın Melih Gökçek ve Korkutata ailesi cevap haklarını kullanmak isterlerse bu köşeden seve seve yayınlayacağımı belirtmek isterim.


Murat Ağırel / Yeniçağ

Temmuz günlükleri - OĞUZ OYAN

Bu yılki 15 Temmuz anmaları geçen yıldakinin çok üzerinde bir seferberlikle yürütüldü. Bunun yakın nedeni, 2019’un yerel seçimlerindeki hezimetlerdi. 

Seçmen, 15 Temmuz 2016 sonrasındaki sivil darbe sürecine tepkisini Nisan 2017 ve Haziran 2018 oylamalarındaki seferberliğiyle kısmen ortaya oymuştu gerçi; ama değişen anayasa hükümlerinin tümüyle yürürlüğe girdiği 9 Temmuz 2018 sonrasında gerçekler daha bir billurlaşmış olarak yurttaş bilincine yansımaya başlamıştı: İstediği her yetki kendisine verilen tek adam durmak bilmeyecekti. Merkezi iktidarın tüm yetkilerini elinde toplayan otokrat, yerel yetkileri de istiyordu. Orada dahi duracağı şüpheliydi. Millet 23 Haziran’da buna “dur” demişti.

23 Haziran’dan üç hafta sonra anılan 15 Temmuz’un üçüncü yıldönümünün bu kadar parlatılmasının asıl nedeni, dolayısıyla, bu hezimeti unutturacak güçlü bir mesaja duyulan ihtiyaçtı. İktidarın dimdik ayakta durduğunun, “dava”nın bütün görkemiyle sürdüğünün, Türkiye üzerine oynanan oyunlara karşı teyakkuzda olunmasına ihtiyacın devam ettiğinin, yenilenen bir coşkuyla cümle âleme gösterilmesi gerekliydi. S-400’lerin sevkıyatının 15 Temmuz öncesine yetiştirilmesi de esasen içeriye ve dışarıya mesaj vermenin görkemli bir aracı olarak seçilmişti.
Halkın bir süreliğine de olsa bir yıldır derinleşen ekonomik krizin gölgesinden çıkarılması, geleceğe ilişkin umutsuzluklarının daha yüce amaçlar (gene beka sorunu) için seferber edilebilmesinin yeniden denenmesi gerekiyordu. Bunun derde deva olamayacağı ayrı meseleydi; ekonomik/sosyal hak taleplerinin hangi gerekçelerle savuşturulacağının/durdurulacağının kitlesel bir yandaş gösterisiyle akıllara kazınması şarttı. İyi ama bu yandaşların dahi ekonomik talepleri vardı, onlar nasıl karşılanacaktı?

Tabii daha derinden süren birikimli nedenler de vardı: FETÖ denilen örgütün gerçek siyasi sorumluları ortaya çıkarılamamıştı; esasen çıkarılması da olanaksızdı. Çünkü uçları iktidara çıkan yaygın bir ilişkiler yumağı söz konusuydu; Fethullahçılar siyasi iktidarın ortağı olarak onunla uzun süre birlikte yürümüşler, orduya ve cumhuriyet kurumlarına birlikte kumpas kurmuşlardı; genelkurmay başkanı ile ordu komutanlarının istifası bile sonradan darbeci olacak FETÖ’cü subayların generalliğe terfi ettirilmelerini durduramamıştı. Bu sorumluluklardan “aldatıldık” savunmasıyla kurtulma olanağı yoktu. Bu yüzden TBMM’de kurulan “15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu” çalıştırılmamış ve “araştırmaları” üç ayda sonlandırılmıştı. Şehit yakınlarını ve gazileri daha fazla üzen ve gözlerinin gerçekleri görmesine neden olan diğer olaylar ise, FETÖ’cülüğü tescilli birtakım işadamlarının ve siyaset erbabının el üstünde tutulmaya devam edilmesiydi. İkiyüzlülüğün teşhir olmadığı gün geçmiyordu.
Darbe girişiminin “Allah’ın lütfu” olarak kabul edilerek hem iktidarın eski siyasi ortaklarını / şimdiki siyasi karşıtlarını ayıklama vesilesi yapılması hem de otokratik bir tek adam rejiminin son hızla inşasının gerekçesinin oluşturulması, çok fazla göze batan bir “devlete el koyma” operasyonuna dönüştürülmüştü. Toplumun önemli bir bölümünün buna rızasının alınamadığı, özellikle de rejim değişikliğinin görünür olduğu Temmuz 2018 sonrasında giderek açığa çıkmaktaydı.

***

Bütün bu belirtilerin somutlaşması için herhalde dün akşam İstanbul’da Atatürk Havalimanında yapılan toplantının izlenimleri kadar öğretici işaretler bir arada zor bulunurdu. Neredeyse tüm görsel ve yazılı basının günlerdir duyurup kitleleri seferber etmeye çalıştığı 15 Temmuz’un üçüncü yıldönümü buluşması beklenenden sönüktü. İmamoğlu’nun 23 Haziran akşamı spontane olarak topladığı kalabalıklarla mukayese edildiğinde, dün akşamki toplama kalabalık pek yetersiz ve coşkusuz kalıyordu. Bunu zaten Tayyip Erdoğan’ın moralsiz ifadelerinden, kalabalığı eskiden yapabildiği gibi kolayca coşturamamasından, konuşması bitmeden toplantı alanından kopmaların hızlanmasından, nihayet konuşmasını 50 dakikayı bulmadan bitirmesinden anlamak mümkündü. Konuşmasının daha ikinci dakikasında Kılıçdaroğlu’nu yuhalatmaktan medet umması, aslında bir çaresizliğin yansımasıydı. (Tam karşıt konumda ise, 15 Temmuz’a yol açanları suçlu sandalyesine oturtmak yerine Yenikapı’ya sürüklenmenin bitmeyen bir bedeli ödenmekteydi).

Aynı çaresizlik, 15 Temmuz şehitleri için kurulan vakfın işlemlerinin tamamlandığı müjdesi verilirken ortaya dökülüyordu. İki yıl önce yasası çıkarılan bir vakfın harekete geçirilmesi kararı ancak bu konudaki eleştirilerin iktidarı yıpratması üzerine verilebilmişti. Bundan sonrasında, şehitler ve gaziler için toplanan paraların gerçek hedefine ne ölçüde ulaşacağı da bir muammaydı.
Erdoğan’ın Türkiye’ye söyleyeceği yeni bir şey kalmamıştı ama artık aynı şey giderek kendi kitlesi için de geçerli oluyordu. Bu, iniş çizgisindeki bir iktidar partisinin, tükeniş haline giren bir liderin resmiydi. Simgesel olarak seçilen İstanbul daha üç hafta önce bütün zorlamalara/bindirmelere rağmen RTE’ye ikinci hezimetini tattırmıştı. Konuşmasında, darbecilere gönderme yaparak, “milli iradenin önünde hiçbir güç duramaz” diyordu ama 31 Mart’ta İstanbul için oluşan seçmen iradesi yok sayılmıştı. Şimdi de 23 Haziran’da perçinlenen bu irade, başka illerde de denendiği gibi, adaletsiz bir temsilin sonucu olarak oluşan belediye meclisi çoğunluğu ve belediye şirketleri üzerinden çiğnenmek istenmekteydi. Halkın 23 Haziran tepkisinin bütün dersleri alınmış gözükmüyordu; belki de hiçbir zaman alın(a)mayacaktı.

Erdoğan’ın dün akşamki moralsizliğinin bir kaynağı da kuşkusuz AB’nin Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmaları konusunda Yunanistan ve G. Kıbrıs’ın talebi üzerine yaptırım kararı almasıydı. 15 Temmuz anma törenleri bitene kadar AB’den bu kararın duyurulmasını ertelemesi talebi bile, yeni dış politika restleşmelerinin çetin geçeceği ve bunun zaten bozuk olan ekonomik göstergelere hızla yansıyacağıydı. Sırada S-400 yaptırımları da olacaksa, ekonomi üzerinde “mükemmel bir fırtına” oluşuyor demekti. AB ve ABD’nin kararlarının ikiyüzlü olarak nitelenmesi (ki bize göre de öyle), durumu kurtaracak bir etki yaratmayacaktı. Hem ekonominin nesnel gerçekleri milliyetçi hamasete duyarsızdı, hem de milliyetçi tepkileri harekete geçirmenin de zaman aşımları vardı.

***

İktidar partisi, yerel seçimlerin gösterdiğinin ötesinde bir gerileme sürecine girmiş gibidir. İdeolojik hegemonyasını kurmakta artık ciddi zaafları vardır ve bunu onarabilecek araçlara da artık sahip gözükmemektedir.

Böyle bir durumda yapılabilecek en kötü muhalefet biçimi, iktidarın dini siyasete alet etme yolunu hoş görerek veya iktidarın dinci söylemiyle örtülü bir ittifak içindeymiş gibi yaparak onun tabanını kendine çekmeye çalışmak olacaktır. Bu yol, inandırıcı bir siyaset oluşturmanın önünde en büyük engel olduğu gibi kendi laik/cumhuriyetçi tabanını da peşinden sürükleyemez. Yerel seçimlerden bu sayede başarılı çıkıldığı izlenimine sahip olmak büyük bir yanılgı olacaktır.

İktidar yolunu açmak için kendi cumhuriyetçi tabanına muhafazakâr kesimleri eklemek hayalinden vazgeçmek gerekir. Yapılması gereken, cumhuriyetçi kitleler ile emekçi kitleleri buluşturmaktır ki bu kesimler arasında zaten (kamu emekçileri üzerinden) önemli bir kesişme alanı vardır; asıl hedef bu kesişme alanını büyütmekten ve işçi sınıfını da içermekten geçmektedir. İktidarın emek karşıtı sert bir sermaye programını uygulamaya hazırlandığı günlerde, bütün mesele sermaye kesimini karşıya almayı göze alıp almamaya gelip dayanmaktadır.

Oğuz Oyan / SOL

Syriza dersleri: Yılgınlığa yer yok! - ERGİN YILDIZOĞLU

Yunanistan’da genel seçimlerde Syriza’nın oyları yüzde 31.5’e geriledi. Yeni hükümeti yüzde 39.8 oy alan Yeni Demokrasi Partisi (YDP) kuracak. Şimdi, ana akım medya her yerde, bakınız bir kez daha kanıtlandı: Yönetemiyorlar. Boşuna oy vermeyin davulunu çalacak.

Bardağın yarısından fazlası hâlâ dolu
Bu davulun sesini dinleyerek, sonuçları düşünürken yılgınlığa kapılmamak gerekiyor. Çünkü, durum, aslında o kadar kötü değil! Meclisteki iskemle sayısı, “bardağın  yarısından fazlasının hâlâ dolu” olduğunu söylüyor. 

Seçim sonuçları YDP’ye 108, yabancı düşmanı Yunan Seçeneği isimli partiye de 10 iskemle getirdi. Faşist Altın Şafak barajın altında kalarak meclise giremedi. Sağın oyları toplam 118 iskemle ediyor. Buna karşılık mecliste “sol”un, Syriza (86), Pasok (22), Komünist Parti (15), Varufakis’in partisi MeRa25 (9) toplam 132 iskemlesi var.
Yunan seçim sistemi, en yüksek oyu alan partiye mecliste, fazladan 50 iskemle verdiği için sağın oyları 118’den 168’e çıkıyor. Dahası, İsrail’de sosyal demokrat Haarezt’in aktardığına göre, 2012’de Altın Şafak yerine, YDP’ye katılan  VoridisGeorgiadisPlevis gibi Yahudi düşmanı faşist politikacıların, YDP’nin Samaras hükümeti ve sonra Miçotakis başkanlığı döneminde, parti içinde popülaritelerinin artmasına, görüşlerinin kabul görmeye başlamasına paralel, faşist Altın Şafak’tan YDP’ye geçişler hızlanmış. 

Özetle, Yunanistan’da hükümeti, Altın Şafak yağına bulanmış bir sağ kuracak, ama sol yelpaze içindeki partilerin ve akımların aldıkları oyların toplamı yüzde51.35; toplumda hâlâ güçlü bir desteğe sahipler. Şimdi, Yunanistan toplumunu etkilemeye devam eden ekonomik kriz içinde, sol partiler ve hareketler, üzerlerine gelecek saldırıya direnebilir, Syriza yükselirken yaptıkları hataları tekrarlamazlarsa, yeniden hükümete gelme olasılığını yakalayabilirler.

Yanılgı ve fırsat
Syriza yükselirken, ekonomik ve toplumsal krizin içinde, ortaya çıkan bir  “tarihsel blok” kurma fırsatı kaçırıldı. Bu fırsatın kaçmasında solun Syriza’nın niteliğini kavramaktaki yetersizliği yatıyordu. 

Syriza, klasik sosyal demokrasiye benzeyen (kapitalizmi emekçi sınıflar için daha katlanılır kılmak isteyen), içinde radikal (kapitalizmin ufkunun ötesine geçmek isteyen) unsurları da barındıran, henüz evrimini tamamlamamış bir partiydi. Syriza’nın dışındaki sosyalist hareket açısından doğru olanı Syriza’yı desteklemek, birlikte bir “tarihsel blok” oluşturmanın yollarını arayarak, hükümete daha güçlü biçimde gelmesini, bu evrimin sola doğru devam etmesini sağlamaktı. Bu hareketler Syriza’yı hedef alarak, sürekli sağ yanını vurgulayarak zayıflatmaya böylece kendilerini güçlendirmeye çalıştılar. Syriza’yı zayıflattılar, ama kendileri de güçlenemediler.

Yalnız kalan Syriza, Yunanistan’ın ve Avrupa’nın egemen sermayesiyle pazarlık sürecinde giderek daha sağa kaydı, egemen sermayenin programını, seçmenin yüzde 61’inin “Hayır” demesine karşın benimsedi. Sol-reformist damarı da kimlik siyaseti arkasına sığındı.

Syriza dışındaki solun tutumu, kendi arzularıyla tarihsel “durumu” (güçlerin dizilişinin mekaniğini) birbirine karıştıran, Hegel’in “Güzel Ruh”Lenin’in “çocukluk hastalığı”  olarak nitelediği zaaftan kaynaklanıyordu. 

Syriza’nın liderliği de kendi arzularını gerçeklik sanıyordu. Bu liderliğin, “ekonomiyi işletmeye”, kriz içinde iyileştirmek için gereken kaynakları bulmaya ilişkin, borç erteleme, daha fazla borç alma dışında bir fikirleri yoktu. Varoufakis dahil, hiçbiri, bu yolun teslimiyetle sonuçlanacağını göremiyordu. 

Böyle bir teslimiyete yol açmayacak bir kaynak transferi, “Grexit”, gündeme getirerek, sermaye sınıfının en güçlü kesimi hedef alarak gerçekleştirilebilirdi. O zaman da Syriza’nın karşısına kapitalizmin egemen sınıfları, bunların uluslararası destekçileri, devletin elindeki şiddet araçları, kilise ve sağ faşist partiler çıkacaktı. 

Daha iyi bir gelecek vaat eden tek yol, Syriza’nın evriminin sola doğru ilerlemesini, daha geniş kitlelerin politize olmasını sağlayacak bir “tarihsel blok”un yaratılması için çalışmaktı. Bu fırsat o zaman kaçtı. Şimdi, yeni “durum” içinde yılgınlığa düşmeden, yeniden denemek gerekiyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Sistemin adı: Mursi sistemi! - ARSLAN BULUT

Devlet Bahçeli, Kastamonu'da yaptığı konuşmada "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, ülkemizin gelecek umududur, milli güvenlik ve beka sorunlarına yegâne çözüm ve çaredir. 'Eski sisteme dönelim' diyenlerin FETÖ'yle irtibat ve iltisakları vardır. Eski sistemden medet umanların PKK'ya diyet borçları bulunmaktadır." dedi.

YENİÇAĞ, konu ile ilgili haberinde "FETÖ elebaşı Fetullah Gülen ise, 1997'de FETÖ'nün yayın organı Samanyolu TV'de katıldığı programda, 'Başkanlık sistemine de, bu gerçekleşmezse geniş yetkili Cumhurbaşkanlığına da' sıcak baktığını söylemişti" hatırlatmasında bulundu.

Aynı haberde şu hatırlatmaya da yer verildi:"PKK terör örgütünün elebaşı Abdullah Öcalan ise 2013 yılında İmralı'da kendisini ziyarete gelen heyete 'AKP ile bir başkanlık ittifakına girebiliriz. Tayyip beyin başkanlığını destekleriz' demişti."

***

Burada akla şu soru gelebilir: Bahçeli, Fetullah Gülen ve Abdullah Öcalan'ın başkanlık sistemine destek verdiğini hatırlamıyor mu?

Bahçeli açısından konu bu değil. Tekrarlanan İstanbul seçiminde AKP-MHP ittifakı ağır bir yenilgi aldı. Kemal Kılıçdaroğlu da "ABD'deki başkanlık sistemi ile birlikte parlamenter demokratik sistemi de gündeme getirdi.

Bahçeli de buna karşılık, "CHP Genel Başkanı'nın bir yanda Amerika tipi başkanlık sistemini önerip, diğer yanda parlamenter sisteme vurgu yapması kurnazlıktır, kumpastır, tuzaktır. Eski sistem darbelere kucak açmadı mı? Eski sistem ekonomik krizlere, sert kutuplaşmalara kapı aralamadı mı? Hangi dönem huzur gördük? Koalisyon tartışmaları ülkemizin gelecek ümitlerini tahrip etmedi mi?" ifadelerini kullandı.

Bahçeli konunun bu şekilde tartışılmasını "kurnazlık, kumpas veya tuzak" olarak görüyor ama bir taraftan da bu konuşmayla tencerenin altındaki kısık ateşi sonuna kadar açmış oluyor!

Eski sistemde darbeler oluyordu… Doğru… Fakat 15 Temmuz darbe girişimine karşı iktidara verilen destek MHP tarafından ittifaka dönüştürülerek sistem değişikliğine gidilmiştir. Meclis'te gizli oylama yerine fiilen açık oylama yapılarak kabul edilen; oylama sürerken mühürsüz oyların geçerli sayılıp atı alanın Üsküdar'ı geçmesiyle kurulan yeni sistemin kendisi de demokrasiye bir darbedir.
Çünkü bu, başkanlık sistemi de değil, kuvvetler ayrılığını yok eden, yasama, yürütme ve yargı yetkilerini bir kişide toplayan tek adam sistemidir ve bir yılda tıkandığını herkes görmektedir.

***

Yeniçağ muhabiri Ümit Karadağ ise MHP tüzüğünün 18'inci maddesini hatırlatıyor: "Milliyetçi Hareket Partisi, hukukun üstünlüğünü esas alan, çok partili, demokratik ve hür parlâmenter rejim içinde siyasi faaliyetlerin yürütülmesi gereğine, parlamenter demokrasilerde egemenliğin yegâne sahibinin millet olduğuna, siyasi iktidarların meşruiyetinin milli iradeye dayandığına, milli iradenin tecelli ettiği yegâne merciin ise Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğuna inanır."

Tüzük kurultayı yaparak bu tür maddeleri değiştirmekte geç kaldıkları söylenebilir ama galiba Bahçeli, FETÖ ve PKK ile ilişkilendirilmek korkusu yayarak, "kimse parlamenter sistemi savunamasın" istiyor!

***

Peki yeni sistem neye benziyor?

Sivas Belediyesi'nin, şehirdeki İstiklâl Caddesi'nin adını "Şehit Muhammed Mursi Caddesi" olarak değiştirmesinden ve Rabia selamından anlaşılan o ki her ne kadar "eşi benzeri yok" denilse de cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin, Mursi'nin kısa süren iktidarındaki sistemle en azından istikamet ve ideoloji olarak aynı çizgide olduğu söylenebilir.

Zaten Mursi'nin iktidarda olduğu zaman, AKP "Müslüman Kardeşler Enternasyonali" diye sosyalist enternasyonalden esinti bir hedefin peşindeydi. Oysa Müslüman Kardeşler denilen İhvan örgütünü İngiliz istihbaratı kurdurmuştu ve halen Londra'da merkezleri vardır.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

15 Temmuz'da bunlar aklınızda olsun. - Orhan UĞUROĞLU

23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim'de neden aynı heyecan, aynı törenler, aynı coşkunuz yok?

15 Temmuz'u 450'den fazlası yurtdışında olmak üzere toplam 1500 civarında etkinlik ile kutlayacakmışız…

Çok güzel de;

Kahpe, alçak, şerefsiz hain, terörist başı ve 15 Temmuz'da demokrasiye darbe planlayan Amerikan uşağı Fethullah Gülen'in iadesi için Amerika'da tek bir dava dahi açamadınız ya…

1500 kutlamayı yaparken bu yazdıklarımı aklınıza getirin…
Amerika'dan alamadınız ya…
1500 kutlamayı yaparken bu yazdıklarımı aklınıza getirin…
"Yurtta Sulh Konseyi" denilen yapıdan tek bir kişiyi bulup yakalayıp yargı önüne çıkartamadınız ya…
1500 kutlamayı yaparken bu yazdıklarımı aklınıza getirin…
FETÖ'nün siyasi ayağını bulup çıkartamadınız ya…
1500 kutlamayı yaparken bu yazdıklarımı aklınıza getirin…
Avucunuzun içinden tıpış tıpış kaçırdığınız Adil Öksüz'ü ölü ya da diri hala yakalayamadınız ya…
1500 kutlamayı yaparken bu yazdıklarımı aklınıza getirin…
FETÖ'nün 15 Temmuz'da Türkiye'deki darbe kalkışmasını planlayan 1 numaralı terörist başını hala ortaya çıkaramadınız ya…
1500 kutlamayı yaparken bu yazdıklarımı aklınıza getirin…
Gerçek FETÖ'cü teröristlerin yanında saf vatandaşları mağdur ederken yandaşlarınızı "FETÖ borsası" ile affettiniz ya…
1500 kutlamayı yaparken bu yazdıklarımı aklınıza getirin…

Değerli okurlarım
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı 15 Temmuz bayramı kutlamaları için etkinlik haritası oluşturdu… Resmi açıklamaya göre;

- Dünyaya bunu anlatabilmek için farklı dillerden videolar hazırlandı.
- Yabancı ülkelerdeki gençlere de demokratik bilinç konusunda bilgi vermek için çeşitli hazırlıklar var.
- Network belgeseli dünyanın önemli şehirlerde yayına girmiş durumdadır.
- Sayın Cumhurbaşkanımız 15 Temmuz günü saat 13.00'de Millet Camii'nde hatm-i şerife katılacaklar.
- Daha sonra TBMM'de özel oturum söz konusudur.
- 16.00'da Ankara Emniyet binasının açılış töreni vardır.
- Akşam büyük bir program var. Saat 20.00'de Atatürk Havalimanı'nda anma programı gerçekleştirecek. Sayın Cumhurbaşkanımız bu programa da katılacaklar…
Ne kadar anlamlı bir program değil mi?

BAYRAMLAR VE ATATÜRK'Ü ANMA…
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşun temelini oluşturan resmi bayramlarımıza gelelim.
19 Mayıs 1919 - Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihindeki dönüm noktalarından biridir. Atatürk'ün Samsun'a ayak bastığı tarih olan 19 Mayıs'ı Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanmaktadır.

23 Nisan 1920 - Türk milletinin iradesini temsil eden Birinci Büyük Millet Meclisi'nin açıldığı ve Türk halkının egemenliğini ilân ettiği tarih Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanmaktadır.

30 Ağustos 1922 - Dumlupınar'da Mustafa Kemal'in başkumandanlığında 7 düveli Anadolu'dan püskürtüp denize döktüğümüz zaferle sonuçlanan Büyük Taarruzu anmak için Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır.

29 Ekim 1923 - Asla unutulmayacak bu tarihtir. Atatürk ve silah arkadaşlarının Türkiye Büyük Millet Meclisinde Cumhuriyet ilan etmeleridir. Yalnız Türk devletinin Cumhuriyet'in ilanı değil, aynı zamanda Türk devletinin yeniden doğuşunun da simgesidir. Ulu Önder Atatürk'ün 10. Yıl Nutkunda da belirttiği gibi "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" temel ilkesi doğrultusunda demokrasimizin ilanıdır. 29 Ekim Cumhuriyet bayramı en büyük bayramımız olarak kutlanmaktadır.

Değerli okurlarım,
15 Temmuz'u 450'den fazlası yurtdışında olmak üzere toplam 1500 civarında etkinlik ile kutlayacağız ya…
19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramını; 450'den fazlası yurtdışında olmak üzere 1900 etkinlikle,
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını; 450'den fazlası yurtdışında olmak üzere 2300 etkinlikle,
30 Ağustos Zafer Bayramını; 450'den fazlası yurtdışında olmak üzere 3000 etkinlikle,
29 Ekim 1923 Cumhuriyet bayramı: 450'den fazlası yurtdışında olmak üzere 2900 etkinlikle kutlanmalıdır…

Haksız mıyım?

Değerli okurlarım,

Türkiye Cumhuriyeti Devleti aşığı olarak yüce önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün askeri, cumhuriyetimizin ve demokrasimizin yılmaz savunucusuyum.
Elbette şiddetle nefretle 15 Temmuz kahpe darbe girişimini bütün benliğimle kınıyorum.

Ama şu da bilinsin ki resmi bayramlarımızı etkinlik haritası dahi olmayacak çok düşük şekilde kutlanmasına da tepki gösteriyorum…

Bu arada şu çağrıyı da yapayım.
15 Temmuz günü saat 13.00'de Millet Camii'nde hatm-i şerife katılacak olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a sesleniyorum: 10 Kasım'da da Mustafa Kemal Atatürk ve tüm şehitlerimiz için Millet Camii'nde düzenlenecek hatm-i şerife katılın…10 Kasım, Çanakkale zaferi ve resmi ile dini bayramlar haftalarında da Diyanet İşleri Başkanlığının camilerde okunan hutbelerinde de Atatürk'ün anılmasını sağlayın…


Orhan UĞUROĞLU / YENİÇAĞ

S-400’lerin gelişi nelere yol açacak? - BARIŞ DOSTER

Milli Savunma Bakanlığı, Rusya’dan alınan S-400 Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi’nin birinci grup malzemelerinin Ankara’da Mürted Hava Meydanı’na intikaline başlandığını açıkladı. Neresinden bakılırsa bakılsın askeri, siyasi, diplomatik ve teknolojik açıdan önemli bir gelişme bu. Etkilerini ve sonuçlarını; sistemin alınmasını savunanların ve karşı çıkanların tezlerini, gerekçelerini daha uzun süre tartışacağız. Bu aşamada öncelikle üzerinde durulması gereken, Türkiye’nin bu adımının stratejik bir tercihe dönüşüp dönüşmeyeceği. Kalıcı olup olmayacağı. Batı’yla, Atlantik cephesiyle, ABD ve NATO’yla bir süredir yaşanan gerilimi daha ne kadar tırmandıracağı. Yani kısa, orta ve uzun vadeli, çok yönlü sonuçlarının neler olacağı... 


Tartışmayı zenginleştirmek adına, öncelikle şu diplomatik yasayı vurgulayalım. Bir ülke zayıf düştüğü, yönetimi istikrarsız, ekonomisi güçsüz, toplumsal yapısı kırılgan hale geldiği zaman, hasımları, rakipleri, muhalifleri onu daha da güçsüz kılmak için fırsat kollarlar. Türlü çeşitli yollarla, araçlarla baskı yaparlar. Öte yandan dost, müttefik devletler de o ülkenin bu zayıf halinden yararlanmaya çalışırlar. Onun üzerindeki etkilerini, nüfuzlarını artırmaya gayret ederler. Güçsüzleşmiş, yön duygusunu yitirmiş ülke ise büyük güçler, farklı bloklar arasındaki bu mücadelede arada kalır, bocalar. Bizde, Tanzimat sürecinden itibaren Osmanlı diplomasisi, bir büyük gücü, bir başka büyük güçle dengeleme konusunda hayli deneyim kazanmıştır. Tanzimat paşaları da, ardından uzun süren iktidarı boyunca Sultan Abdülhamit de, bu politikayı izlemiştir. Yeni Osmanlıcı ve Abdülhamit hayranı AKP de, bunu yapmaya çalışıyor.

Dış politikanın açmazı
Ne var ki açmazları var AKP’nin dış politikasının. Çünkü Türkiye’nin en büyük dış ticaret ortağı Almanya. Doğalgazda bağımlı olduğu ülke ve en büyük üç dış ticaret ortağından biri Rusya. İç ve dış siyaseti, savunma ve güvenlik politikası üzerinde en çok nüfuz sahibi olan ülke ise ABD. Türkiye; bunlardan biriyle gerilim yaşayınca, diğerleriyle yakınlaşıp denge kurmaya çalışıyor. Bazen aynı anda ikisiyle sorun yaşayınca, denge kurmakta zorlanıyor. Dahası; dış politikayı fazlasıyla iç siyaset malzemesi yaptığı, diplomatik üslup yerine hamaseti öne çıkardığı, sorunları fazlasıyla kişiselleştirip duygusal tepkiler verdiği, dış politikaya ideolojik, mezhepsel gözlüklerle baktığı için de; bu ülkelerin hiçbiri tarafından güvenilir ve öngörülebilir bulunmuyor. Yani ne ABD Türkiye’nin NATO’dan kopmayı göze alacağına inanıyor ne Rusya Türkiye’nin sahici, samimi, kararlı bir Avrasya siyaseti güttüğünü düşünüyor.

“S-400 mü, F-35 mi?” gerilimi üzerinden Rusya ile ABD arasında kalan Türkiye, bu tercihiyle, Rusya’nın siyasi, iktisadi, askeri, teknolojik nüfuzuna daha açık hale gelirken, ABD başkanına “dostum” demeyi de sürdürüyor. Topraklarında üs kurduğu, uğruna Suudi Arabistan’la gerilim yaşadığı, yatırım yapmasını beklediği Katar’ın, Doğu Akdeniz’de karşı cepheyle işbirliği yaptığını gördüğü halde, Türkiye, Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge (MEB) ilan etmiyor. Suriye konusunda, ABD etkisinden kurtulamıyor. İngiltere bile Avrupa Birliği’nden (AB) çıkmışken, Türkiye AB aday üyeliğinin, Gümrük Birliği’nin zararlarını tartışmıyor. 

Kısacası, Doğu Akdeniz’de sondaj yapan gemilerin adı Fatih ve Yavuz olsa da, izlenen dış politika Osmanlı’nın son dönemini anımsatıyor.

Barış Doster / CUMHURİYET

Çin-İsrail ilişkileri ABD’yi tedirgin ediyor - Erhan Nalçacı

İsrail 1948’deki kuruluşundan itibaren önce İngiliz sonra ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya başlıca müdahale aracı oldu. İsrail muhakkak bir “araç”a indirgenemeyecek, kendi yayılmacı politikaları olan bir oluşumdu ama bu emperyalist dünyadaki yerini değiştirmiyor. 

Emperyalizm her zaman etnik/dini karşıtlıkların, korkusu olan sınıf mücadelelerine zarar verdiğini bilerek davrandı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Arap coğrafyasında SSCB’nin desteğini alarak sömürge karşıtı, halkçı, kamucu, aydınlanmacı uyanışa İsrail’i öne sürerek müdahale etti.

Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki etkisinin kırılmasında önemli bir rol oynadı.
Emperyalist hegemonyanın İngiltere’den ABD’ye geçtiği dönemde ayrıca roller üstlendi. Kendisi yakın zamana kadar petrol/doğalgaz zengini bir ülke olmamasına rağmen ABD’nin petrol piyasalarına egemen olmasında bir kılıç rolü üstlendi. ABD, başta Suudi Arabistan üzerinde olmak üzere petrolün dolar üzerinden satılması için İsrail tehdidini hep kullandı. Özellikle 1970 sonrası ABD’nin dünya üzerindeki mali egemenliğinin sürdürülmesinde bu mekanizmanın önemini hep vurguladık.

Son dönemde ise ABD’nin yakın tarih içinde oluşmuş eğilimleri yok sayarak adımlar attığı ve ABD-İsrail ittifakına abartılı bir biçim verdiği görüldü. Kudüs İsrail’in başkenti ilan edildi, Golan Tepeleri’nin İsrail’e ait olduğuna hükmedildi, İsrail Suriye’yi keyfi bir şekilde bombalamaya devam etti vb..

Ancak bir yandan da giderek artan bir homurdanmayla ABD’nin gelişen Çin-İsrail ilişkilerinden şikâyet ettiği fark edildi.

ABD’nin en yetkili ağızları, bu bir tehdit değil deseler bile, Çin’in İsrail ile geliştirdiği ekonomik ilişkinin, özellikle Çin’in İsrail’e yaptığı yatırımların sonlandırılmasını istediler.

1992’den bugüne Çin ile İsrail’in ticaret hacminin 200 kat arttığı söyleniyor, bu Çin’i İsrail’in ikinci ticari ortağı yapıyor.

Çin’in hızlı büyümesinin çok ciddi bir hava ve su kirliliğine yol açtığı biliniyor. Çin’in bu sorunla başa çıkabilmek için İsrailli firmaların yardımına başvurduğu ve bu yatırım alanını İsrail’e açtığı söyleniyor. Kısa bir süre önce Çin yüksek teknoloji üretmeye başladı ancak bunun öncesinde İsrail’den füze teknolojisinde yardım aldığı yazılıyor.

Çin’in İsrail’e yaptığı doğrudan yatırımların ise dünya kapitalizminde bir dönüm noktası olan 2008 krizinden sonra defalarca katlandığı görülüyor.

Tel Aviv tramvay ağı Çin şirketleri tarafından yapılıyor. Hayfa limanının ticari kısmı ise Çinli bir şirketin eline geçmiş, oysa hemen yanında İsrail donanmasının üssü olmasının yanı sıra ABD 6. Filosunu sık sık ağırlayan askeri liman bulunuyor. Amerikalılar eğer bu böyle devam ederse 6. Filo’nun Hayfa Limanı’nı güvenlik gerekçesiyle kullanmayacağını söylüyorlar.

Ama asıl ilginç olan proje aşağıdaki haritada görülüyor.

Çin’in dev bir hacme ulaşan dünya ticaretini sürdürebilmek için kritik ticaret yolarına alternatifler yaratmaya çalıştığı biliniyor. Dünya ticaretinin neredeyse üçte birinin yapıldığı Süveyş Kanalı ise inşa edildiğinden bu yana jeopolitik önemini koruyor. Çin'in Kızıldeniz’i Akdeniz’e İsrail üzerinden bağlayacak bir hızlı tren hattı ile alternatif bir ticaret yolu yaratmaya çalıştığı anlaşılıyor. 








Haritada İsrail’in Kızıldeniz’deki liman kenti Eylat ile Akdeniz’deki liman kenti plan Aşdod arasında planlanan hızlı tren hattı görülüyor.







Saatte 350 km/saat hızla yük taşıyacak bu hattın Süveyş kanalına ciddi bir alternatif ve Yeni İpek Yolu’nun stratejik bir parçası olacağı tartışma götürmez. Gerçi dünyada hemen bütün sermaye sınıfları ve devletlerinin içinde buna benzer başlıkların çatışma konusu olması gibi, İsrail’de de bu projeyi engellemek isteyenlerle gerçekleştirmek isteyenler arasında örtülü bir kavganın sürdüğü dışarıya yansıyor.

Çin ile İsrail arasındaki bu işbirliğinin nereden kökenlendiğini söylersek konu daha iyi anlaşılacak.

Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’nde karşı devrimi önlemek için Sovyetler Birliği’nin 1979’da Afganistan’a asker yollaması, İsrail ve Çin arasındaki pek bilinmeyen bağdaşıklığın başlangıcını oluşturuyor. ABD öncülüğünde Pakistan, İsrail ve Çin arasında bir ittifak kurulur. Birlikte cihatçı çetelere silah yardımı yaparlar. Çin sonradan başına bela olacak şekilde ülkesindeki Müslümanları cihada davet eder. 

Artık tarihe mal olan bu olayı ileride daha ayrıntılı inceleyebiliriz. Ancak şu an İsrail ile olan ilişkiler Çin’in ABD’nin altındaki halıyı nasıl usulca çektiğini gösteriyor.

Erhan Nalçacı / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -5 Haziran 2025-

  KRT’de neler oluyor; görünen ve görünmeyenler…-Candan Yıldız- CHP’ye yakınlığı ile bilinen kanalın yayın çizgisi zaman içerisinde değişti,...