Önümde duran bordo mavi karar (Silivri'den 4. mektup) - Barış Terkoğlu


Yakışıklı oğlan ile güzel kız koridorda çarpışıyor. Eğilip dökülenleri toplarken ikisinin de eli aynı kitaba uzanıyor. Ortak noktaları meğer o yazarmış. 
Hep filmde izliyoruz. Ancak pek düşünmüyoruz. Tesadüfler kendiliğinden midir? Yoksa biz onları hazırlar mıyız? Yıllardır yakınımızda olanı fark etmek için o anı yaratır mıyız?
Gözaltına alınmadan iki gün önce gazetemizin avukatı aradı. Bakan Berat Albayrak’ın, Trabzonspor ilişkisini anlattığım yazıma dava açtığını haber verdi. İki gün sonra savcının odasına girdiğimde duvarda asılı çerçevelenmiş imzalı Trabzonspor formasını görmek gülümsememe neden oldu. Aklım, kendi vereceğim ifade kadar 27 Şubat’ta takip ettiğim o duruşmadaydı. 
Bakırköy 4. Asliye Ticaret Mahkemesi’ndeki duruşmanın konusu, adı üstünde bir “ticaret” davasıydı. Ama davanın içeriği, Trabzonspor ile devletin ekonomik imkânları arasındaki ilişkiye dair bir kapı açıyordu. Üstelik... Bir taraf delil olarak devletin resmi belgesini koyuyordu. Kafanız mı karıştı? Her şeyi baştan tane tane anlatayım...
Mahkemeye sunulan karar
Tartışmanın odağındaki şirketin adı Erfa Mühendislik Turizm İnşaat Taahhüt Sanayi ve Ticaret AŞ.. Erfa, ortaklı bir şirket. Yüzde 58’inin sahibi olduğu ortağın hakkındaki FETÖ iddiaları nedeniyle, şirketin yönetimine 21 Ekim 2016 İstanbul Anadolu 1. Sulh Ceza Hâkimliği kararıyla kayyım atandı. Şirketin kalan yüzde 42’sine ise Hat-San AŞ isimli bir başka grup sahipti. Haliyle kayyım kararıyla birlikte, büyük hisseleri TMSF’nin (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) atadığı kayyımların yönettiği bir tablo ortaya çıktı. Son yıllarda kayyımların yönetme şekillerine dair tartışmalar burada da baş gösterdi. 
Gelelim konumuza...
Önümde bir devlet raporu duruyor. Daha doğrusu TBMM Kamu Denetçiliği Kurumu’nun tavsiye kararı. Altında Kamu Başdenetçisi Şeref Malkoç’un imzası var. 22 Kasım 2019 tarihinde verilen karar, kayyım yönetimi ile Hat-San arasında Bakırköy 4. Asliye Ticaret Mahkemesi’nde süren davaya da sunulmuş. 
Bedelinin altında bordo-mavi satış 
Kuşkusuz ihtilafa neden olan birçok mesele var. Şeref Malkoç imzalı karar ise İstanbul’un Bakırköy ilçesinde Şenlik Mahallesi’nde 275 ada 24 parselde yer alan 2 bin 407 metrekarelik akaryakıt istasyonunun ve arazisinin satışını konu alıyor. Büyük hisseyi yöneten kayyım, 15 Kasım 2018 tarihinde çok kıymetli bu gayrimenkulü Trabzonspor bağlantılı Bordo Mavi Enerji Elektrik Üretim Ticaret AŞ isimli şirketine 65 milyon liraya sattı. İşte bu karar, TMSF’nin kayyımları ile küçük ortak Hat-San AŞ’nin arasındaki gerilimin devletin tepesine kadar çıkmasına neden oldu. 
Her iki tarafın görüşünü alan Şeref Malkoç’un kararından Bordo Mavi AŞ’ye yapılan satışa Hat-San’ın neden itiraz ettiğini aktaralım:
Şirket envanterinde bulunan konut, ofis ve akaryakıt istasyonu gibi mal varlıklarının yanında hiçbir borcunun olmadığı, şirketin mevcut halinin sürdürülebilmesi için akaryakıt istasyonunun satışının gerekmediği, satışın alıcının bir yıl önce verdiği teklif üzerinden yapıldığı, aradan geçen süre zarfındaki değer artışı, enflasyon, döviz kuru gibi değişikliklerin dikkate alınmadığı, açık ihale/teklif alma gibi usuller uygulanmadan, ilana çıkılmadan ve piyasa değeri oluşmasına imkân tanımadan satışın gerçekleştirildiği belirtilmiştir.
Kamu Denetçiliği Kurumu kararına yansıyan ifadelerde görüldüğü gibi; Hat-San AŞ, kayyımların akaryakıt istasyonunu şirketin satışa ihtiyacı olmadığı halde ederinin altındaki Bordo Mavi AŞ’ye verdiğini söylüyor. 
Şeref Malkoç’un tavsiye kararı
Peki, Kamu Denetçiliği Kurumu ne kadar verdi? 
TMSF’ye devredilen şirketlere atanan kayyımların “basiretli bir tüccar gibi yönetmesi” gerektiğine, kayyımların keyfi satış yapma yetkisinin olmadığına dair kanunları hatırlatan Şeref Malkoç kararını şöyle açıkladı: 
Şikâyet başvurusunun kabulü ile; başvuranın talebi çerçevesinde sürece ilişkin gerekli denetim yapılarak sonucuna göre işlem tesis edilmesi hususunda TMSF Başkanlığına tavsiyede bulunmasına...
Özetle Hat-San’ın şikâyet başvurusunu kabul eden Kamu Başdenetçisi Malkoç, TMSF’nin kayyımların satışına dair inceleme ve sonucuna göre işlem yapmasını istiyordu. 
Satışın altındaki bit yeniği
Bu kadar değil...
Asıl soruyu hâlâ sormadık: Kayyımlar neden bu satışı ısrarla Bordo Mavi AŞ’ye yapmak istedi? Ya da Bordo Mavi AŞ bu satıştan ne elde etmiş olabilir? Mesele, ederinin altında bir yer kapmaktan ibaret mi?
Şeref Malkoç’un kararının, kayyımlar ile Hat-San arasındaki davanın 27 Şubat tarihli duruşmasına sunulduğunu söylemiştim. 
Söz konusu duruşmada Hat-San avukatı bu sorulara yanıt verecek iddialarda bulundu. Söylediğine göre Bordo-Mavi AŞ 65 milyona satın aldığı gayrimenkulün bedelini uzun süre geçmesine rağmen ödememişti. Avukatın daha da ilginç iddiasına göre; 65 milyona aldığı gayrimenkulü ipotek ettirerek iki kamu bankasından 120 milyon lira civarında kredi çekmişti. Hat-San AŞ’nin avukatının anlattığına göre, kayyımlar yönettikleri şirketin varlığını Trabzonspor’a mali destek sağlayacak şekilde kullanmıştı. 
Futbolun ofsaytıyla, tacıyla, penaltısıyla pek de ilgilenmediğimi söylemiştim. Üstelik seçme şansım olsa futbolun İstanbul tekelinden kurtarılmasını, Anadolu takımlarının öne çıkmasını isterim. Tabii kimi bakanların, devlet yöneticilerinin, çıkar gruplarının gölgesinde kalmamak şartıyla. 
Yere düşen kitap mı? Yakışıklı oğlan önce davranıp Kazancakis’in Zorba’sını yerden kaldırdı. Kıvrılan sayfayı okudu: “Dünyayı bugünkü haline getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım sevdalar, yarım günahlar, yarım iyilikler...
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Çanakkale Zaferi neyin habercisiydi? - BARIŞ DOSTER

Çanakkale Zaferi’nin 105. yılını kutluyoruz. Tarihin gördüğü en büyük devrimci ve devlet adamı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün tarih sahnesine çıktığı gün bugün. Mehmetçiğin “Çanakkale geçilmez” sözünü kanıyla tarihe kazıdığı gün. O nedenle, kimilerinin Atatürk’ün adını anmadan Çanakkale belgeselleri yapmasının, Çanakkale kitapları yazmasının, Çanakkale Zaferi’ni anmasının, hatta Atatürk’ün Harbiye’ye girişinin kutlandığı törende, ayağa kalkmayarak saygısızlık yapmasının önemi yok. Çünkü tarih, onlar görmese de görüyor, anmasa da anıyor, yazmasa da yazıyor. Atatürk’ün, “Balkan Harbi’nde alnımıza sürülen lekeyi, Çanakkale’de temizledik” dediği Çanakkale Muharebelerinin, Türk tarihi dışında, emperyalizmin, mazlum milletlerin, Rusların, Avustralya ve Yeni Zelandalıların tarihinde de yeri büyük. Tartışalım...

- Çanakkale Muharebeleri, İstiklal Harbi öncesi, önemli bir çıkış, silkiniş ve zaferdir. Vatan savunması anlamında destansıdır. Milli bilinci ve uyanışı pekiştirmiştir. Balkan, Sarıkamış, Kanal harekâtlarındaki yenilgilerden sonra, Çanakkale’de millete ve orduya yeniden özgüven gelmiştir.
- Çanakkale, emperyalizmin yenilebileceğini kanıtlamıştır. Bu yönüyle de günceldir. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak nitelenen dönemin en büyük sömürge imparatorluğu İngiltere güç ve itibar kaybetmiştir. Denizlerdeki üstünlüğü darbe almış, yenilmez armadası yenilmiş, komutan ve siyasetçilerinin itibarı sarsılmıştır. Harekâtın sorumluları, kurulan özel komisyonda sorgulanmıştır. İngiltere’nin mali durumu bozulmuş, dış borcu olan bir ülke olmuştur. Savaşın uzaması, mali dengeleri de sarsmıştır. İngiliz emperyalizminin sömürdüğü topraklarda, mazlum milletlerde, ezilen dünyada milli bilincin, ulusal kimliğin uyanışı hızlanmıştır. Bağımsızlık talepleri yükselmiştir. İngiliz Savaş Bakanı Churchill siyaseten büyük darbe yemiştir. Hükümetten ayrılmış, bir piyade taburuna yarbay olarak atanmıştır. Fransız komutan ve siyasetçiler de büyük ölçüde sarsılmıştır.  
Mazlum milletlerin uyanışı
- Çanakkale Zaferi, Rusya’daki iç savaşta Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin elini güçlendirmiştir. Avrupa’dan gelecek yardıma bel bağlayan, ekonomik ve toplumsal bunalımı aşamayan Rusya’da, Çar devrilmiştir. Rusya’ya yardım yollayamamak, İngilizlerin planlarını bozmuştur. Çanakkale direnişi, savaşı en az 2 yıl uzatmıştır.
“Bitti, tükendi, çöktü” denilen Türkler, tarih sahnesine bir kez daha çıkmıştır. Osmanlı ordusunda çarpışanlar arasında, Rum, Yahudi gibi Osmanlı tebaasından azınlık mensubu askerler de vardır ki, o kahramanlar vasiyetlerine “Beni Mehmetçikten ayrı gömmeyin, yan yana gömün bizi” diye yazmışlardır. Osmanlı coğrafyasının farklı yerlerinden gelen ve birlikte savaşan insanlarda, ortak vatan savunması ve milletleşme bilinci güçlenmiştir. Şehit düşen kahramanlar arasında 13 - 14 yaşında çocukların olması, halkın nasıl bir fedakârlık ve gayret içinde olduğunun da kanıtıdır.
- Çanakkale’de, 24 ve 25 Nisan muharebeleri çok çetin geçmiştir. Anzakların torunları o nedenle, 25 Nisan sabahı Şafak Ayini yapar, o günü Anzak Günü olarak kutlarlar. Mustafa Kemal, Çanakkale’yi anlatırken, “Kazandığımız an, o andır” der. 57. Alayın kahramanlığını tarihe kaydeder. Çanakkale’de Mehmetçiğe “Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” demesi ise tarihte az görülen bir irade ve kahramanlığın kanıtıdır.   
Centilmenler savaşı
 - Harbi Umumi sonrası, Mehmetçiğe Osmanlı yönetimi sahip çıkamamıştır. Sokaklarda dilenen askerler vardır. Savaş gazilerinin, işgal İstanbul’unda azınlıklar tarafından dövülmesi, aşağılanması engellenememiştir.
 - İngiliz başbakanı Lloyd George’un “Harbi Umumi’nin yegâne sebebi Türkleri Boğazlardan atmaktır” derken, savaşın temel nedenini de açıklar. Mustafa Kemal’in tüm itiraz ve eleştirilerine karşın, Çanakkale’de ordunun komutasının Alman generali Otto Liman von Sanders’e verilmesi, Osmanlı ile Almanya’nın nasıl bir ittifak ve kader birliği yaptığının da kanıtıdır.
“Türkün Onur Savaşı” olarak tarihe geçen Çanakkale, pek çok kaynakta “Centilmenler Savaşı” olarak da anılır. Mehmetçik çok yiğit, mert savaşmıştır. Ateşkes sırasında taraflar su, sigara, konserve vermiştir birbirlerine. Anzakların “Cony Türk” dediği Mehmetçik ile Anzaklar arasında karşılıklı saygı oluşmuştur. Kendi sargı beziyle düşmanının yarasını saran çok Mehmetçik vardır. Seyit Onbaşılar, Ezineli Yahya Çavuşlar sadece kahramanlığın değil, insanlığın da en seçkin örneklerini vermişlerdir. İngilizlerin çekilirken Hintlilere, Anzaklara “yakın, imha edin” dedikleri erzakları, Hintli ve Anzak neferler çoğu zaman yakmamış, üzerine “Cony Türk zehirli değildir, yiyebilirsin” notu yazarak Mehmetçiğe bırakmışlardır.
-  Çanakkale’de deniz, hava ve kara unsurları ilk kez birlikte kullanılmıştır. Dönemin en ileri teknolojisiyle yüklenmiştir düşman. Müttefikler ayrıca boğucu gaz içeren patlayıcı maddeler, yeşil gaz çıkaran şarapneller de kullanmışlardır. 
- Kimi muharebelerde karşılıklı siper mesafesi, 7 - 8 metreye kadar inmiştir. Metrekareye 6 bin mermi düşmüştür. Osmanlı, Çanakkale’de iyi yetişmiş kadrolarını da şehit vermiştir. Kısa süre sonra başlayan Kurtuluş Savaşı’nda, ardından kurulan Cumhuriyette, Çanakkale’de şehit düşen nitelikli kadroların boşluğu çok hissedilmiştir.
 Sözün özü; İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, şiiriyle ölümsüzleştirdiği; devrimci ozanımız Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Çanakkale, Milli Mücadele’nin önsözüdür” dediği Çanakkale, Atatürk ve Mehmetçik tarafından yazılan büyük bir destandır.
Barış Doster / CUMHURİYET

105 yaşında Çanakkale destanı - İpek Özbey

Çanakkale Savaşı’nın 105’inci yıldönümünde zaferin önemini doktora tezini Çanakkale Muharebeleri üzerine yazan, “Çanakkale 1915 Almanların Büyük Tuzağı” ve “Kemalyeri” kitabının yazarı emekli Tuğgeneral Naim Babüroğlu ile konuştuk.


Çanakkale Muharebeleri neden önemli?  
Çanakkale Muharebeleri ya da Gelibolu Harekâtı, tarihte o ana kadar yapılan en büyük amfibi harekâttır. İkinci Dünya Savaşı’nda Müttefik kuvvetlerin yaptığı Normandiya Çıkarması’ndan önceki en büyük çıkarmadır. Her iki taraf kilometrekare için 4 bin 100 kayıp verir. Kilometrekareye 8 bin asker düşer. Çanakkale Harekâtı, başta Balkan Savaşı olmak üzere, uzun süren askeri yenilgiler döneminden sonra küçülen, yıkılış döneminde bulunan, önemli moral ve itibar kaybına uğrayan Osmanlı Devleti’nin kazandığı ilk büyük cephe savaşıdır. Çanakkale Zaferi, Milli Mücadelenin ve Cumhuriyet’in önsözüdür. Mustafa Kemal, Çanakkale’de Milli Mücadele’nin çekirdek kadrosunu oluşturur. Çanakkale, Mustafa Kemal’in tarih sahnesine ve Türk milletinin huzuruna çıktığı devler savaşıdır. Çanakkale Anafartalar Kahramanı’nı Türk milletine tanıtmıştır. Eğer Çanakkale zaferle sonuçlanmasaydı, Milli Mücadele yolculuğu başlatılamaz, Sakarya Meydan Muharebesi ya da Büyük Taarruz yapılamazdı.
Balkan Faciası Mustafa Kemal’i ve silah arkadaşlarını derinden yaralamıştı. Çanakkale’de verdiği emirlerde bunun izlerini görür müyüz?  
Mustafa Kemal, Balkan felaketini içine bir türlü sindiremez... Selanik, Manastır ve Üsküp’ü tek kurşun atmadan Yunanlılara teslim eden komutanları ve Osmanlı ordusunu ¨Subay ve Komutanla Konuşmalar¨ (Zabit ve Kumandanla Hasbı-hal) kitabında çok ağır eleştirir.  Mustafa Kemal, Çanakkale’de verdiği emirlerin hemen tümünde, “Balkan Faciasını’nın yaşanmaması için” şeklinde ifade kullanır. 1 Mayıs 1915’te de şöyle bir emir verir: “İçimizde ve komuta ettiğimiz askerlerimizde, Balkan Savaşı utancının tekrarını görmektense, burada ölmeyi istemeyenlerin bulunacağını asla kabul etmem. Eğer böyle kişilerin olduğunu görürseniz onları derhal kendi ellerimizle kurşuna dizmeliyiz...” O genç subay kadrosu, Balkan utancını bir daha yaşamamak için gerekli tüm önlemleri alır. Saldırıda askerinin başındadır, taarruzda en önde komutanlar vardır.

KAHRAMANLIK ABİDESİ 

Çanakkale Muharebeleri, iki tarafın kayıpları açısından savaş tarihinde nasıl bir öneme sahip?
Çanakkale Muharebeleri, denizde ve karada 287 gün sürdü. Karada, 25 Nisan 1915 tarihinden 9 Ocak 1916 gününe kadar 260 gün devam etti. İşgal kuvvetleri 252 bin, Türk kuvvetleri 213 bin 882 olmak üzere toplam 465 bin 882 zayiat verildi. Türk tarafı toplam 213.882 zayiat verir. 101 bin 279 kişi şehit, 102 bin 603 yaralı/kayıp ve 10 bin esir. Türkler, kara harekâtında günde, yaklaşık 825 zayiat verir... İşgal devletleri, toplam 252 bin kayıp verir. İngilizlerin zayiatı, 205 bin, Fransızların kaybı ise 47 bin. İşgal kuvvetleri günde, yaklaşık 970 zayiat verirler... İki taraf, günde yaklaşık 1800 zayiat verir. Çanakkale, bu nedenle muharebeden öte bir destandır, bir kahramanlık abidesidir. Ve Çanakkale, savaş sanatının zirve yaptığı devler savaşıdır. Çanakkale Muharebeleri’nin bu kadar yüksek zayiatla sonuçlanmasının ana nedeni, harekâtı yöneten Alman ordu komutanı ve Alman komutanlarını hatalı uygulamalarıdır. Almanların bir nevi Türk ordusuna tuzağıdır.
Kara muharebelerinde daha az zayiat verilebilir miydi?  
Alman General Liman von Sanders, 26 Mart 1915’te Gelibolu’da 5’inci Ordu Komutanlığı’na başladı. İlk işi, mevcut ve uygulanmakta olan Savunma Planı’nı değiştirmek oldu. Sanders, ordunun kuruluşu, konuşu ve savunma düzeniyle ilgili 26 Mart 1915’te, Başkomutanlığa görüş ve önerilerini sunar. Ancak, 26 Mart 1915 günü, Ordu Komutanı’nın Gelibolu’ya ulaştığı ve henüz savunma bölgesini görmediği tarihtir. Ordu Komutanı Alman General, savunma bölgesini görmeden, arazi incelemesini, düşman ve dost durumu mukayesesini yapmadan, harekâtı icra edecek komutanların tekliflerini bile almadan Enver Paşa’ya savunma düzeni konusunda teklifte bulunur. Hem bölgedeki Türk komutanların hem de Başkomutanlığın değerlendirmesi dışında bir savunma planına karar verir. Bu durum, Liman Paşa’nın askeri prensipler dışında bir tutum içinde olduğunun açık göstergesidir. Ordu Komutanı Sanders, teklifinde Türk komutanları tarafından hazırlanan Savunma Planı’nın tam tersi bir savunma şekli öngörüyordu. Kıyı hattını zayıf tutmak, geride ihtiyatlar bulundurmak ve düşmanın kıyıya çıkışına göre saldırıya geçmek. Türk komutanların planı ile çelişen bu savunma sistemi, düşmanın kıyıya çıkmasına adeta müsaade ediyordu. Alman Ordu Komutanı’nın bu savunma planı, Türk ordusu için bir tuzaktı. Bu tuzak, düşmanın karaya çıkmasını sağlayacak ve Türk askerinin çok sayıda zayiat vermesine neden olacaktı.

MUHAREBE 8.5 AY SÜRDÜ

Alman Ordu Komutanı’nın savaşı uzatmasındaki amacı neydi?
Liman Paşa’nın bu savunma planı ve Alman komutanların muharebe alanındaki uygulamaları, muharebelerin 8.5 ay kadar uzamasına ve Türk kanının oluk oluk akmasına neden olmuştur. Böylece, Almanlar Çanakkale Cephesi’ne İngiliz ve Fransız kuvvetlerini 8,5 ay kadar uzun bir süre bağlamayı başarmış ve Batı cephesini hafifletmişlerdir. Alman Genelkurmay Başkanı General von Moltke’nin, Enver Paşa’ya 10 Ağustos 1914’te gönderdiği yazısında, “Osmanlı müttefikinin vazifesi, mümkün olduğu kadar çok Rus ve İngiliz kuvvetlerini bağlamak... şeklinde açıkça belirtiyordu. Bu belge, Alman Genelkurmayı’nın, Türk ordusunu Alman çıkarları için kullanmak istediğinin ve Alman çıkarlarının Türk çıkarları önünde geldiğinin bir göstergesidir. Almanlar, Çanakkale Cephesi’nin 500 binden fazla düşman kuvvetini bağladığını ve bu kuvveti Batı Cephesi’nden uzakta tuttuğunu, Türkiye’nin bu suretle Almanya’ya Batı Cephesi’nde esaslı bir şekilde yardım ettiğini arşivlerinde böyle ifade ederler. İşte bu nedenlerle, Türk komutanlar tarafından hazırlanan Savunma Planı’nın Alman General Sanders tarafından değiştirilmesi sonucu, 25 Nisan 1915’te işgal kuvvetleri karaya çıkma imkânı bulurlar. Sonuç olarak, eğer Türk komutanların savunma planı ile harekât yapılsaydı, işgal kuvvetleri karaya çıkamayacak ve Alman komutanlar, muharebelerde verdikleri emir ve kararlarla Türk askerinin kanını bu kadar akıtmayacaklardı.

PAYİTAHTI KURTARDI

Çanakkale Cephesi’nde Mustafa Kemal Atatürk’ün rolü ve etkisinden bahseder misiniz?
Mustafa Kemal Çanakkale Cephesi’nde, 25 Şubat 1915’ten 10 Aralık 1915’e kadar, 9 ay 13 gün kalır. Çanakkale Muharebeleri’nde dört kez Osmanlı’nın başkenti İstanbul’u, padişahı ve payitahtı kurtarır. Birinci kurtarışı; 25 Nisan 1915’te Arıburnu’na çıkan düşmana 57 ve 27’inci Alaylarla yaptığı saldırıdır. Yarbay Mustafa Kemal, bu taarruzda bağlı olduğu Ordu Komutanlığı’ndan emir verilmemesine rağmen, 19’uncu Tümen Komutanı olarak inisiyatif kullanarak düşmanı püskürtür ve İstanbul’u kurtarır. Yani Padişahı kurtarır. Bu saldırıda, savaş tarihine geçen şu emri verir: “Ben size taarruz değil, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, başka kuvvetler ve komutanlar yerimizi alabilir.” İkinci kurtarışı; Albay rütbesiyle Anafartalar Grup komutanı olarak, saldırı yapan İngiliz Kolordusu’na, 9 Ağustos 1915’te 7 ve 12’nci tümenlerle yaptığı taarruzdur. Üçüncüsü; 10 Ağustos 1915 günü Conkbayırı’na kadar ilerlemiş İngiliz kuvvetlerine karşı sabah 4.30’da yaptığı süngü hücumudur. Ünlü Conkbayırı süngü hücumuyla İstanbul’u üçüncü kez kurtarır. Dördüncüsü, 21 Ağustos 1915’te, İkinci Anafartalar Muharebesi’nde çok daha güçlü İngiliz kuvvetlerine yaptığı karşı taarruzdur. Böylece işgal kuvvetlerinin İstanbul hayali son bulur. Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşı’ndaki başarısı sadece bunlar değildir elbette. Ancak, burada sadece stratejik sonuçlara neden olan zaferlere değinilmiştir. Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşı’ndan altı yıl sonra, 1683 yılında Viyana’da başlayan toprak kaybını ve Türk çekilmesini 238 yıl sonra, 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi’nde durduran Türk komutan olarak tarihe geçer.

‘BU SAAT CANIMI KURTARDI’

10 Ağustos 1915’te Conkbayırı’nda tepe bombardıman altında kalır ve Mustafa Kemal yaralanır. Anılarında bu olaya nasıl yer veriyor?
Şöyle yazıyor: “Savaş meydanında saldırıyı seyrederken bir şarapnel parçası göğsümün sağ tarafına çarptı. Cebimde bulunan saati parça parça etti. Vücuduma nüfuz etmedi. Yalnız derin bir kan lekesi bıraktı...” Bir şarapnel parçası göğsüne çarpmıştı. Yanında, çocukluk arkadaşı 24’üncü Alay Komutanı Nuri Conker ile 64’üncü Alay Komutanı Yarbay Servet Bey (Servet Yurdatapan) vardı. Servet Bey, olayı şöyle anlatır:
“Süngü hücumu sırasında, Conkbayırı Tepesi’nde onun yanındaydım. Düşmanın şiddetli topçu ateşi başladıktan biraz sonra, elini birden göğsüne götürdüğünü gördüm. Heyecanımı sezen o metin asker, parmağını ağzına götürerek sus işareti yaptı, sessiz olmamı istedi.” Annesinin hediye etmiş olduğu şarapnel parçasının parçaladığı saati, Alman Ordu Komutanı Liman Paşa’ya günün bir anısı olarak sunar ve şunları söyler: “Bir mermi parçası, göğsüme isabet etti. Saatimi kırdı. Bu saat canımı kurtardı. İzin verirseniz, bugünkü zaferin bir anısı olarak, bu saati size takdim etmek isterim.” Saati alırken Liman Paşa’nın gözleri yaşarır. Titrek sesle, Mustafa Kemal’in zaferini kutlar ve teşekkür eder. Alman General, karşılık olarak ailesinin adını taşıyan kendi saatini çıkarır ve yine bugünün anısı olarak Mustafa Kemal’e verir ve şöyle der: “Sizin de, benim büyük takdir ve tebriklerimin bir işareti ve üstün başarınızın bir anısı olarak şu saatimi kabul etmenizi rica ederim.” dedi.
‘Hey onbeşli onbeşli’ türküsünün hikâyesini anlatır mısınız?
Çanakkale Muharebeleri’nde fazla sayıda verilen zayiatın karşılanması için, Padişah tarafından  önlem alınır. Sultan Beşinci Reşad, 27 Mayıs 1915’te bir emir yayımlar. Lise öğrencileri de cepheye çağrılacaktı. Savunma Bakanlığı da, bu emre dayanarak 18 yaşındakilerin sağlam olanlarının birliklere teslim olmalarını ister. Küçük yaştaki erkeklerin askere çağrılması üzerine, ‘Hey Onbeşli Onbeşli’ türküsü yakılır:
Tokat yolları taşlı/Onbeşliler gidiyor/Kızların gözü yaşlı...”
Ne acıdır ki, günümüzde bu türkü çalındığında anlamını bilmeyenler, kalkıp karşılıklı göbek atmakta ve alkışla tempo tutmaktadır. Oysa, Çanakkale’de kanlarıyla Cumhuriyet’in önsözünü yazan kahramanların çığlıklarıdır bu türkü.
Mustafa Kemal Paşa, muharebelerin en yoğun olduğu Çanakkale’de bile kitap aşkından vazgeçmiyor. Peki, neler okuduğunu biliyor muyuz?
Çanakkale cephesinde, Mustafa Kemal’i ziyaret eden gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın, komuta yerinde masa üzerinde Balzac’ın Colonel Chabert’i, Maupassant’ın Boule De Suif’i, Lavendan’ın Servir kitaplarının bulunduğunu yazar. Mustafa Kemal, Çanakkale’de muharebeler sırasında, İstanbul’da tanıdığı Madam Corinne’ye yazdığı mektuplarda kendisinden çeşitli romanlar göndermesini de ister. Madam Corinne’ye, 28 Mart 1915’te cepheden Fransızca yazdığı mektuptan bir paragraf: “Tavsiye edeceğiniz romanları okumak isterim. Hulki Efendi’ye birkaç roman ismi verin, gidip satın alsın. Geçmiş ve geçmişin anıları ölümsüzdür.” Mesela, Büyük Taarruz’un en yoğun günlerde de Reşat Nuri Güntekin’in yeni çıkan romanını, 21-22 Ağustos 1922 gecesi okur.

TRUVA’NIN İNTİKAMI 

Son olarak Mustafa Kemal’in, Çanakkale’de, üç bin yıl sonra  Truva’nın intikamını aldığı savına katılır mısınız?
Elbette. Truva Savaşı’nda batıdan gelip saldıran Akalılar vardı; Çanakkale’de yine batıdan ve denizden gelen İngiliz ve Fransızlar var. Truva’da Aka kuvvetlerinin komutanı Agamemnon vardı. Çanakkale’de İngiliz donanmasının savaş gemilerinden birinin adı yine Agamemnon. Atatürk İlyada Destanı’nı okumuştu. 
Truva’dan 3 bin yıl sonra, 1915’te Çanakkale’ye saldıran işgal kuvvetlerini Mustafa Kemal durdurdu. Büyük Taarruz’da Yunan ordusunu Dumlupınar’da mağlup edip “Truva’nın öcünü aldık” demişti. Fatih Sultan Mehmet’in de 1462’de Truva’yı ziyaretinde, “Truva’nın öcünü aldım” dediği rivayet edilir. Fakat, savaş tarihi benzerlikleri açısından Mustafa Kemal Truva’nın intikamını Çanakkale’de ve Conkbayırı’nda alır.  
İpek Özbey / CUMHURİYET

Albert Camus’den iyi huylu ‘Veba’ya…- H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Kente giriş çıkışlar yasaklanmıştı. Ölü sayısı o kadar artmıştı ki artık mezarlar kadın ve erkek diye ayrılmıyor, toplu halde gömülme işlemleri yapılıyordu. Yakınlaşma, dokunma, kucaklaşma yasaklanmıştı. En kolay bulaşma yöntemi olduğu söyleniyordu. Karantinaya alınan şehirden, bir kurşunla ölmeyi göze alan kaçışlar başlamıştı. İnsanlar, umutla umutsuzluk arasında bir yerde hastaneye mi yoksa kiliseye mi sığınacaklarına karar veremiyordu…
Cezayir asıllı ünlü felsefi denemeleriyle tanınan edebiyatçı ve tiyatrocu Albert Camus’nün ‘Veba‘ romanının kurgusal çerçevesinden bahsediyoruz.
1947 yılında yazılan roman Cezayir’in Oran kentinde çıkan bir veba salgını kurmacasını anlatıyor. Romanın yazıldığı yıllar veba kadar kötücül; bütün dünyanın birbiriyle savaştığı, savaşın bulaşıcı şekilde bütün coğrafyalara yayıldığı zamanlardır…
Son birkaç haftanın dünya gündemi olan corona virüsünün, dünyada yarattığı çılgınca ve korkutucu oluşumlar aklımıza bu muhteşem romanı getirdi.
‘Veba’ sembollerle yüklü bir romandır. Öyküsünden daha çok o öyküde yazılan olay ve insanların neyi sembolize ettiği önemlidir bizce… Zaten Albert Camus gibi özgün düşünce sistemi olan bir edebiyatçıdan da başkası beklenmezdi.
Felaket ve salgın karşısında farklı insanlık hallerine büyüteç ile yaklaşan romanda, klasik bir kahraman yok. Başka bir deyişle romanın başrolünde kötü kahraman veba ile onun yarattığı salgın ve ölümler var. Romanda yer alan karakterler, bu salgının yarattığı durumla ilişkileri üzerinden çizilmişlerdir.
Doktor Rieux, yaşlı Tarrou, memur Grand, fırsatçı Cottard, gazeteci Rambert bütün bu karakterlerin salgına bakış açısı, sade fakat etkili bir dil ile işlenir.  “Bana bulaşmaz” diyerek kendini iyi hissedenler, umutla mücadele edenler, umutsuzluğa yenik düşenler, panik olmasın diye ölüm haberlerini küçülten hastane, her şeyi göze alarak şehre girmeye veya çıkmaya çalışanlar, bir süre haberleri abartan sonra da görmezden gelen basın… Yazgıya dönüşen bir felaketin çevresinde yer alan her insanı muhteşem yazmıştır Camus… Uzun, bazen yavaş aktığı ve sıkıcı olduğu söylense de, okuru irkilten ve ruhunda sıkıntı yaratan, hayata karşı duruşunda, kendisiyle yaptığı yüzleşmelerdir.
Böyle distopik ve salgına dönüşen felaketlerde hayatta kalma mücadelesi ile hayatta kalma seçimleri birbirinden o kadar farklı kavramlar ki… Televizyonların corona virüsüne ayrılan tartışma programları sosyologlar için bir cennet! Neler duyduk, neler… Paça çorbasından başladık, virüsün zarfı olduğunu öğrenip onun da bir kolonya dökümü canı olduğuna geldik. Ardından karantinalar, ülkelerin bir ay boyunca birbirlerine uçuş ve ziyaretlerinin yasaklanmasından, İtalyanların ülkelerinin can damarı turizme bomba atacak kararlar almasına, Fransızların yüz yıllık yaşam alışkanlığı kafelerinin kapatılmasına vardık. Bütün bunlar olurken, bilimsel tavır içinde SARS virüsünden ya da kuş gribinden ölenlerin istatistiklerini veren birileri ‘corona’nın henüz onların yanına bile yaklaşamadığından bahsedip abartılmaması gerektiğini söylediler.
Peki biz ne yapalım? Nasıl Davranalım? Bilim insanı, tıp doktoru olmayan bizim gibiler ne yapsın?
Cezayirli bir işçi ile evlere temizliğe giden bir İspanyol asıllı bir annenin çocuğu olan Albert Camus 1913’de doğmuş. Felsefe eğitimi almış. Erken yaşlarda yazmaya başlamış. 1930’lu yıllarda bir tiyatro kurmuş, dört yıl boyunca oyunlar yazmış, yönetmiş, sonra Fransa’ya gitmiş. Kendisine yakıştırılan varoluşçuluğu kabul etmemiş. Siyasal yelpazenin iki tarafıyla da tam anlaşamamış.  Belli bir tarafın savunucusu olmaya değil, insan olmaya, barıştan yana olmaya, insanlık vicdanına, yoksulluk ile mücadeleye, adalete değer vermiş.
En ünlü sözlerinden biri, “Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi, ölünceye kadar reddedeceğim.” Biz bugün Asya’daki çocuk işçiler sorunun da işkenceden farkı olmadığını biliyoruz. Nobel’i alan en genç ikinci yazar olurken, verilme nedeni olarak, ‘insan vicdanının sorunlarını aydınlatan eserler vermesi’ gösterilmiş. 46 yaşında bir trafik kazasında ölmüş.
“Hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırız” demiş. 
Biz ne yapacağız? Unutacak mıyız bugünleri? Yavaşlamalı mıyız, hızlanmalı mı? 
Dünyada alınan eşi benzeri görülmemiş önlemlere ve bunların dünya ekonomisinde ve ülkelerin iç siyasetlerin yaratacağı olumsuz etkilere rağmen alınan kararlara bakarak işi ciddiye mi alalım? 
Sarımsak ve kolonyayla hiçbir şey yokmuş gibi hayatımızı sürdürüp, kelle paçacıda mı buluşalım? 
Bugün yapmamız gereken ne? Bu iş ciddi mi, yoksa dünyanın önde gelen devletlerini yönetenler bizim yorumcular kadar okuyamıyor mu olan biteni? Bütün dünya ekonomilerini, insanların hayatlarına dokunan boyutuyla da yüz milyarlarca dolar etkileyecek bu durumu, büyütmeye gerek yok mu gerçekten? Bütün bu toplumsal ve ekonomik zorlu kararları alan dünya siyasileri, yüksek ateş altında mı kararnamelere imza attılar? İki ay gelirleri kesilse “Yangın var diye bağıracak olanların televizyon tartışma programlarında bu gevşek yorumları neyin göstergesi?
Gerçekten şimdi ve burada, yaşadığımız bugünlerde ne oluyor? Neden oluyor? Bunun yanıtını dürüstçe verecek bilim insanlarına ihtiyacımız var.
Alber Camus gibi büyük yazarları büyük yapan, onlara Nobel Ödülü kazandıran; insanoğlunun bu umutla umutsuzluk, gerçekle yalan, iyilikle kötülük, ciddiyetle aymazlık, vicdanla acımasızlık, bir felaketi kanıksamakla başkaldırmak arasında duran seçimleri… Doktor Rieux umutsuzluğa alışmamak için mücadele eder. Umursamama, hayrete düşme, korkuya kapılma ya da duyarsızlaşma her biri insana ait. Peki yakışan hangisi? 
UNICEF korkunç bir açıklama yaptı: “Üç milyar insanın, evinde elini sabunla yıkayacağı lavaboları yok!” Günümüz insanlığı olarak duyarsızlaşma aşamasında mıyız? 
Bir fare ölüsüyle ya da corona virüsüyle başlayan insanın çaresizliğinin sınırları nerede?
Romanda geçen en dehşetli düşünce Oran kentinde bazı insanların, “Bana bulaşmaz” düşüncesiyle hareket etmesi… Bir salgın varsa herkese bulaşır! Hele bu ‘Veba’ romanında, hastalıkla sembolize edilmiş olan kötülükse!
Asıl soru ‘Veba’ romanıyla Camus’nün de sorduğu; insanlık için hala ümit var mı? İnsanlığı iyileştirmek mümkün mü? 
Bir salgının kötülük gibi, kötülüğün bir salgın gibi herkese ve her şeye bulaşırken, bu kez olsun akıllanıp yeni bir dünya ve yeni bir insan diyecek miyiz? Yoksa vicdanımızın distopyalarında küçük hesaplar, kazanımlar, popüler olmalar, kendini kurtarmalar uğruna yok olup gidecek miyiz?
Kimlerin cebinde Mars yolculuğu bileti var? Kaçıp gitmeler de kimseyi kurtaramayacak belki… 
Hoşçakal Albert Camus, dileyelim ki bir gün; iyilik de iyi huylu bir veba gibi hızla bulaşır.

H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Sanat da var / Edebiyat-Toplum  

Bu kez gerçekten farklı - Hayri Kozanoğlu

Koronavirüs yayılıyor. Daha önce hiç yaşamadığımız, hâlâ sonuçlarını öngörmekte güçlük çektiğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Biz ancak işin ekonomik boyutu üzerine değerlendirme yapabiliriz. Gelin, 10 maddede neden bizleri ağır bir ekonomik fatura beklediğini özetleyelim.

Her ekonomik krizden önce aşırı iyimserliğin egemen olduğu bir dönem yaşanır. Kapitalist sistemin geçmişte yaşanan şokları soğuracak yöntemler geliştirdiği, konjonktürel dalgalanmaları yumuşatacak mekanizmalar keşfedildiği, zaten ortada ciddi bir sorun olsa bunun piyasa göstergelerine yansıyacağı söylenir. “Bu kez farklı” kanaati yaygınlaşır… Derken kapitalizmin krizlere açık doğası hükmünü icra eder, beklenmedik bir anda kriz patlak verir. Geçmiştekilere benzer bir kriz senaryosu yaşanmaya başlar…
Gelgelelim bu kez durum gerçekten farklı. Ne ortalıkta finansal bir çalkantı vardı, ne jeopolitik gerilimler sonucu ani bir cephe savaşı gündeme gelmişti, ne de ticaret savaşları krizi tetiklemişti. Çin’in Wuhan eyaletinde ortaya çıkan koronavirüsün hızla yerküreye yayılması sonucu birdenbire ani bir panik yaşanmaya başlandı.
Daha önce hiç yaşamadığımız, kimse tarafından tahmin edilmediği için üzerinde düşünmediğimiz, hâlâ sonuçlarını öngörmekte güçlük çektiğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Tarihteki veba, İspanyol gribi benzeri salgın örnekleri de, üretimin farklı aşamalarının “tedarik zincirleri” üzerinden değişik coğrafyalarda gerçekleştiği, insan hareketlerinin bu denli hızlı seyrettiği bir döneme denk gelmediği için emsal oluşturmuyor.
Ancak bu kısıtlar, ilk aşamalarını da gözlemleme olanağı bulduktan sonra, içinden geçtiğimiz çalkantılı süreci el yordamıyla da olsa ekonomi merceğinden değerlendirmemize engel değil.
Söylemeye bile gerek yok, birinci önceliğimiz, Dünya Sağlık Örgütü tarafından “pandemik” ilan edilen bu korkunç salgının en az insani kayıpla atlatılması. Biz ancak işin ekonomik boyutu üzerine değerlendirme yapabiliriz. İsterseniz gelin 10 maddede neden bizleri ağır bir ekonomik fatura beklediğini özetleyelim.
1-Dünya ekonomisi zaten bir durgunluk içerisindeydi. Küresel büyüme tahminleri aşağı çekilmiş (2020 için IMF yüzde 2,8, OECD yüzde 2,9 büyüme öngörmekteydi); yüksek borçluluk düzeyleri, düşen yatırımlar, yeni teknolojilerin üretkenlik artışı sağlayamaması, bozuk gelir ve servet dağılımı endişe yaratmaktaydı. Grip salgını böyle bir konjonktürde ortaya çıktı. Bir de üstüne üstlük, OPEC ile Rusya’nın petrol arzı konusunda anlaşamaması sonucu 9 Mart gününden başlayarak enerji fiyatlarının hızla düşüşünün gelmesi tabloyu ağırlaştırdı.
2-Ekonomik kriz dönemlerinde kamu otoriteleri insanlara paniğe kapılmamaları, fevri hareket etmemeleri, riskleri abartmamaları yönünde telkinde bulunur. Ancak bu kez, insanları sükûnete davet etmek, konunun tıbbi yönünü küçümsemek, kamu sağlığı riskini artırmak gibi daha vahim bir sonuç verebilir. O nedenle ekonomi örselenmesin diye yurttaşları olay karşısında rehavete yöneltecek açıklamalardan kaçınmak gerekiyor. Bu da ekonomik faaliyetlerin daha da yavaşlaması sonucunu doğuracak.
3-Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı UNCTAD’a göre krizin süresi ve derinliği üç değişkene bağlı bulunuyor: Krizin ne hızda ve ne ölçüde yayılacağına, aşının ne kadar zamanda bulunacağına, bir de politika yapıcıların fiziksel ve ekonomik sağlığımıza yönelik zararları en aza indirecek kararları etkin bir biçimde hayata geçireceğine. Ne yazık ki şu anda üç konuda da, Çin’de yeni vaka sayısının azalması bir yana bırakılırsa, iç açıcı bir gelişme sağlanamadı.
4-Ekonomide bir çalkantı yaşandığı zaman, önce bunun arz yönlü mü talep yönlü mü olduğu, yoksa finansal piyasalardan mı kaynaklandığı sorusuna cevap aranır. İçinden geçtiğimiz kriz talep yönlü; çünkü belirsizlik ve moralsizlik insanların satın alma isteklerini aşağı çekiyor. Üstelik eğlence yerleri kapalı olduğu, seyahat yasaklandığı, evden çıkmamak önerildiği için kişilerin para harcama kanalları gıda, temizlik maddeleri ve ilaçlara hapsoluyor.
Aynı zamanda arz yönlü; tedarik zincirleri belli halkalarda darboğazlarla karşılaşıyor, stoklardaki hammadde ve ara mallar tükendikçe üretimin daha da fazla aksaması olasılığı artıyor. Tam zamanında (just--in-time) imalat sistemleri de düşük stokla çalışmayı gerektirdiği için arz kesintilerinin kısa sürede ortaya çıkmasına neden oluyor.
Dünyada kamu ve özel borç stoklarının 229 trilyon dolara, küresel GSYH’nin 2,5 katına dayanması finans kanalından gelecek riskleri katmerli hale getiriyor. Özetle üç boyutlu bir kriz sözkonusu.
5-Salgınlarda deprem, kasırga, sel gibi doğal felaketlerin aksine fiziksel sermaye zarar görmüyor. Ekonomi salgının ardından kaldığı yerden yoluna devam ediyor. Buna karşın salgın süresince bıçak gibi kesilen talep telafi edilemiyor. İmalat sanayinde üretim kaybı fazla mesaiyle bir ölçüde giderilse de hizmetlerde, özellikle turizm, eğlence, yeme içme sektörlerinde kaybedilen gelir büyümeyi hızla aşağı çekiyor.
6-Karantina sürelerinin uzaması halinde özellikle hizmet sektöründe işten çıkarmalar başlayacak. Eksik çalışma, ücretlerin ödenmemesi veya geç ödenmesi durumu yaygınlaşacak. “Gig” ekonomi adı verilen düzensiz işlerde çalışanlar, yani ders vererek, takside çalışarak, sanatsal performanslar gerçekleştirerek geçimini sağlayanlar ise gelirlerinin bıçak gibi kesilmesiyle karşılaşacak.
7-Petrol fiyatlarının düşüşüyle birlikte kamu bütçeleri petrol ve doğalgaz fiyatlarına bağlı Körfez ülkeleri, başta Nijerya kimi Afrika ülkeleri, Rusya ciddi bir gelir kaybıyla karşılaşacak. Bu ülkelerin ithalat talebinin düşmesi diğer ülkeleri de olumsuz etkileyecek. Amerika’da da yüksek maliyetle kaya gazı ve petrolü üreten, düşük faizlerin etkisiyle tahvil piyasasında büyük montanlarda borçlanan firmaların temerrüte düşme riskleri gündeme gelecek.
8-Borsalarda, tahvil piyasasında, hatta altındaki düşüşler dikkat çekici. Başta havacılık ve otelcilik olmak üzere bazı sektörlerde işlerin yavaşlaması nedeniyle hisse senedi fiyatlarının çakılması, risk primleri artışıyla getirilerin yükselmesine ters oranlı tahvil fiyatlarının düşüşü büyük ölçüde “temel” nedenlerden kaynaklanıyor. Ayrıca “teknik” nedenlerle satışa geçenler de fiyatları daha da aşağı çekiyor. Çünkü kaldıraçlı işlem yapanların teminatları eriyor, pozisyonlarını korumak için nakit koymaları gerekiyor. Bu nedenle tüm finansal varlıklarda satışa geçebiliyorlar.
9-Salgın neoliberal rüzgârlarla birlikte sağlığın özelleşmesinin, kamusal sağlık hizmetinin gerilemesinin ağır faturasını toplumların önüne koyuyor. ABD gibi zenginlerin yüksek standartlı özel hastanelerden yararlandığı, buna karşın 28 milyon kişinin sigortasız çalıştığı, 11 milyon kaçak göçmenin bulunduğu zengin bir ülkede virüs testleri dahi yapılamıyor. İskandinav ülkelerinin aksine sağlık hizmetini bölük pörçük özel hastanelere emanet eden İtalya-İspanya gibi ülkelerde Korona salgınının çok daha büyük hasara yol açtığı görülüyor.
10-Bazı sektörlerin kalıcı bir biçimde daralmaları ihtimali ortaya çıkıyor. Son 10-15 yılda iyice yaygınlaşan turizm faaliyetlerinin ve iş seyahatlerinin azalması, havacılık şirketlerinde iflasları getirebilir. Toplantıların tele-konferans benzeri yollarla yapılması pratikleri bu süreçte iyice kalıcı hale gelebilir. Bu da sadece ulaşım değil, otelcilik, lokantacılık, kültür ve eğlence sektörlerinde gelir, buna bağlı olarak istihdam kaybına neden olur. Küresel iklim değişikliği tehlikesi açısından hayırlı sayılabilecek bu gelişmelerin olumsuz ekonomik ve sosyal sonuçları ortaya çıkar.
Ekonomik çözüm önerilerini isterseniz bir sonraki yazıya bırakalım. Sağlıcakla kalın.
Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Kuruluşunun 172. Yılında Öğretmen Okulları - TAHSİN DOĞAN* / BİRGÜN


16 Mart 1848 tarihinde Rüştiyelere öğretmen yetiştirmek üzere ilk “Öğretmen Okulu” kuruldu. Türkiye de bu tarih öğretmen okullarının kuruluş tarihi olarak kutlanır.
Darülmuallimin (1848), ardından Darülmuallimin-i Sıbyan (1870), Darülmuallimin-i İdadi (1877) ve Darülmuallimin-i Ali (1891) açıldılar. Bu süreçte öğretmenlik mesleğinin tüm kademelerine yönelik öğretmen yetiştiren okullar açılarak meslekte kısmi de olsa kurumlaşmaya doğru önemli adımlar atıldı.
1869 Nizamnamesi’nde kız ilkokullarına ve kız rüştiyelerine kadın öğretmen yetiştirmek üzere öngörülen “Darülmuallimat”ın ilki de 26 Nisan 1870’te İstanbul’da açıldı. Bu okul ilk kız öğretmen okulu oldu. 1922’de Maârif Vekâleti’ne bağlanan Dârülmuallimât’a 1924’te Kız Muallim Mektebi adı verildi. Dârülmuallimin okulları süreç içinde bünyesinde ilk, orta ve liselere öğretmen yetiştiren bir yüksekokula dönüşerek Cumhuriyet Dönemi’ne kadar varlığını sürdürdü.
CUMHURİYET DÖNEMİ
Cumhuriyetle birlikte Türkiye'de öğretmenlik mesleği yeniden yapılandırılarak daha çağdaş bir gelişim sürecine girmiştir. 1924'te çıkarılan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimi Birleştirme Yasası) ve 439 sayılı Orta Tedrisat Muallimleri Kanunu ile hem eğitim sistemine hem de öğretmenlik mesleğine çağdaş bir boyut kazandırılmıştır. Türkiye’de ilkokullara öğretmen yetiştirmenin kaynağı, Köy Eğitmen Kursları, İlköğretmen Okulları, Köy Enstitüleri, İki Yıllık Eğitim Enstitüleri ve günümüzde de Eğitim Fakülteleri olmuştur.
KÖY ENSTİTÜLERİ
17 Nisan 1940 tarihinde 3803 Sayılı Yasa ile kuruldu. Daha önce uygulanan eğitmen kursları ve Köy Öğretmen Okullarının yüklenmiş olduğu sorumluluğu biraz daha ileri taşıyarak, Türkiye’nin ilköğretim alanının tüm sorumluluğunu ve çözüm iddiasını da inançla taşıyordu. Köy Enstitülerinin kuruluşunda yer alan kadroların da inancı buydu.
İlk eğitim enstitüsü Türkçe öğretmeni yetiştirmek amacıyla 1926-27 öğretim yılında Konya’da açılan Orta Öğretmen Okulu (“Orta Öğretmen Yetiştirme ve Eğitim Fakülteleri Muallim Mektebi”) olmuştur.
Bir yıl sonra bu okul Ankara’ya taşınarak adı 1929-1930 öğretim yılında “Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü” olarak değiştirilmiştir. Daha sonra artan öğretmen açığını kapatmak için 1940’tan başlayarak yurdun çeşitli yerlerinde yeni eğitim enstitüler açılmıştır. Sonra öğretim süreleri 4 yıla çıkarılarak adları, “Yüksek Öğretmen Okulu” olarak değiştirilmiştir.
YÜKSEK ÖĞRETMEN OKULU
1959 da Ankara da 1964 yılında da İzmir’de olmak üzere iki yüksek öğretmen okulu açılmıştır. Bu okullara, ilköğretmen okullarının ikinci sınıfından, not ortalaması yüksek olan başarılı öğrenciler alınıyordu.
EĞİTİM FAKÜLTELERİ
Türkiye’de öğretmen yetiştirme görevi bütünüyle Millî Eğitim Bakanlığı’na verilmiş olmasına karşın, üniversitelerimiz başta edebiyat ve fen fakülteleri olmak üzere 1923 ten beri eğitim sistemimize öğretmen vermiştir. Bu durum üniversitelerimize kendiliğinden bir misyon yüklemiştir.
1970’li yıllardan sonra bazı üniversitelerimiz eğitim bölümleri açmış, eski ve yeni öğrencilerine “pedagojik formasyon” programı uygulamaya başlamıştır.
Eğitim fakültelerinin eğitim programları, ders sayısı ve içerik yönünden üniversiteler arası farklılıklar yaşanmaktadır. Eğitimi demokratik, laik ve özgür hale getirelim diyen anlayışla, okulları cemaatlere teslim etmek isteyen zihniyet hep çarpışmıştır. Çağdaş dünyanın tüm değerlerini Türkiye’de uygulayarak, öğretmeninin iş güvenliği sağlanmış, güvenli ve donanımlı bir ortamda öğrencileri ile kaynaşmış bir anlayışla on binlerce öğretmenini KHK’ler ile işinden ekmeğinden eden, öğretmenin güvenliği iki dudak arasında olan, öğretmenini ezmekten zevk alan bir zihniyet hep savaşmış, savaşacaktır köy enstitülerini ve eğitim anlayışını eğitim sistemimize ve toplumsal değerlerimize yaptığı katkılardan ötürü bayraklaştıran zihniyetle, nerdeyse yüz yıla yakın bir zaman geçmesine karşın köy enstitülerine ve çağdaş eğitim kurumlarına saldıran zihniyet savaşmış ve savaşacaktır.
Okul öncesinden, yükseköğrenime kadar tüm çocuklarımızı kapsayacak donanımlı kamu okullarıyla ücretsiz, nitelikli, çağdaş bir eğitim isteyenlerle, kamu okullarına ayırması gereken bütçeyi de özel okullara peşkeş çeken, eğitim alanını ticarileştiren, eğitim sistemini özel sektör ve cemaatlere bırakan zihniyet hep savaşmıştır, bundan sonra da savaşacaktır.
Öğretmen okullarımızın kuruluşunun 172. yılını, eğitim sistemimizin ve öğretmenlerimizin getirildiği vahim durumun kaygıları içinde kutluyoruz.
TAHSİN DOĞAN* - BİRGÜN
*TÖB-DER Yöneticisi

Halepçe: Saddam öldü kavga bitti mi? - Özkan Öztaş

Binlerce insanın katledildiği Halepçe Katliamı'nın yıldönümünde Özkan Öztaş yazdı ve 'Saddam öldü kavga bitti mi?' diye sordu.


16 Mart 1988 tarihinde Irak’ın Halepçe kasabasında ve çevresinde yaşananlar tüm dünyada yankı bulmuştu. Dönemin Irak lideri Saddam Hüseyin’in, Irak’ın kuzeyinde İran’la sürmekte olan savaşın parçası olarak Kürtlere dönük devam ettirdiği saldırılarda kimyasal silahlar kullanması, gelişmeleri yeni bir evreye taşıdı.

En bilinen anlatımıyla “bir sabah elma kokularıyla uyanan halk” soluduğu şeyin baharın değil de ölümün habercisi olduğunu gördüğünde yapacağı hiçbir şey kalmamıştı. Konu ile ilgili ilk teması kuran gazeteciler ve İran medyasından kimi muhabirler acının tablosunu gözler önüne sermişti. Tahammül edilir cinsten değildi basına yansıyan fotoğraflar. Yaşayanlar için durumun tarifi zaten mümkün değildi. Bir nice şey yazıldı bir nice ağıt yakıldı Halepçe için.

Gelenekleri coğrafyada yüz yıllara dayanan Newroz’dan tam beş gün önce yaşanan bu katliam, Irak Kürtlerine dönük bir mesaj da içeriyordu aynı zamanda.
Kürt şair Ahmed Hüseyni kaleme aldığı “Dar Mezarlar” şiirinde “Vedalaşma Newrozudur/ Ölüm bayramıdır bu/ Ve biz… Umudu ördük içimizde” diye betimler katliamı.

Aradan geçen yılların ardından ABD’nin Irak’ı işgali ve sonrasında yaşanan gelişmelerde Kürt emekçilerine dönük geçici umutlar vaat edildi. 2002 yılında ABD’nin Irak’ı işgalini Kürt dağlarında Newroz ateşleri yakarak selamlayan siyasi liderler en iyi ihtimalle saf bir beklenti içindeydiler. Hatta kimi köşe yazarları ABD’nin müdahale ettiği her yerde bir ABD liderinin heykelinin dikilmesinden yola çıkarak “Bir ABD başkanı heykeli de biz görmek isteriz” demeye kadar vardırdılar işi.

30 Aralık 2006 tarihinde Saddam idam edildi, Kürt emekçilerinde ise bir bayram havası... Nasıl olmasın? Bugüne değin binlerce Kürdün ölümüne neden olan ve bir nicesinin de göçüne vesile olan bir liderden hesap sorulduğu düşünülüyordu. Hatta Saddam’ın son günlerinde yaşadığı acıların nedeni Kürtlerin ahıydı buna göre!

Peki Saddam gidince kavga bitmiş miydi?

Saddam’ın ipini çekenler Saddam döneminde yaşanan acıları aratır cinsten faaliyetlere giriştiler. Ortadoğu’nun seküler birikimi tasfiye edilirken siyasal İslamcı grupların da önü açılıyordu. Irak’ta yaşayan emekçilerde “gün gelmiş, devran dönmüş, hesap sorulmuş” havası yaratılırken geçmiş olayların dosyaları açılmış ve Halepçe Katliamının faillerinden ve bizzat kimyasal silahları kullanan, Kimyasal Ali lakaplı Ali Hasan el Macid göstermelik mahkemelerde yargılanıp idam edilmişti.

İdam ediliyor oluşuna kimse üzülmedi ama sevinenler Kürtler dışında bir de katliamın başka tetikçileriydi. ABD ve onun yerel temsilcilerinin oluşturduğu mahkemelerde hem kırılan kalemin hem de kesilen ipin sahibi aynıydı.

Katliamın mağdurları için artık hesabın sorulmuş ve bir dönemin kapanmış olması isteniyordu. Saddam’ı yargılayan mahkemenin dosyalarının arasında Halepçe’ye dair hiçbir şey yoktu ama olsun. Göstermelik mahkemelerle sadece kendilerini değil aynı zamanda katliamda adı geçen ve katliama zemin hazırlayan, sessiz kalan Kürt siyasi liderlerin de izi siliniyordu.  Örneğin, Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi’ne karşı elini güçlendirmek pahasına kendi halkını ateşe atan Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Talabani’nin İran-ABD ve Saddam Hüseyin üçgeninde yaptığı görüşmelerin ve istişarelerin de kapanan dosya ile tarihe karışması böylece sağlanıyordu.

Saddam sonrasında emekçilerin süngüsü düşmüş, hesapların görüldüğü düşünülmüştü. Ortadoğu’da büyüyen siyasal İslam ile emekçiler için yeni felaket saatleri kurulmuştu. IŞİD ile başlayan süreç bugün hala devam etmektedir.
Ne Saddam ne IŞİD perdenin arkasındaki caniyi aklayabilmektedir. Ne de bunların sahnelerden indirilmesi ya da bir başka tarifle kendilerinden “hesap sorulması”.

Sorunun kendisine bakmadıkça yaşadığımız acıları bir başka acıyla mukayese edeceğiz. Öyle ya Halepçe katliamında ölenlerin sayısı Enfal adıyla sürdürülen katliamların sadece küçük bir parçasıydı. 5 bin kişinin yaşamını yitirdiği düşünülen bu olayların ilki 1986 yılında başlamıştı ve 1990 yılına gelindiğinde katledilenlerin sayısının 100 bini bulduğu düşünülüyordu.

Halepçe ve kimyasal silahlar bir eşikti esasında. Sabrın ve acının eşiği. Saddam da öyle. IŞİD de. Sahneye emekçiler çıkmadan kuklaların gösterisi bitmeyecek.

Özkan Öztaş / SOL

Yeniden devlet, bilim ve uzmanlar - Ergin Yıldızoğlu

İngiltere’de hükümet kamu harcamalarını, yatırımlarını büyük ölçüde artıran maliye politikasını açıkladıktan sonra, Muhafazakâr Daily Telegraph, “Thatcherizme sırt çevirdiler”; The Guardian, “Şimdi hepimiz Keynesçiyiz” diyordu.
Gerçekten de İklim Krizinin etkileri, Covid-19 ile gelen halk sağlığı krizi, devletin yönetici gücünün, bilimin ve uzmanlığın önemini vurgulayarak “zamanın ruhunu” yeniden şekillendiriyor: Krizlerin yönetimi bilimi ve uzmanlığı değersizleştiren (postmodern, dinci) şarlatanlara, serbest piyasa ayetullahlarına bırakılamaz!
Uğursuz ittifak
Bu ayetullahlar, 1980’lerden bu yana, “küreselleşme engellenemez”, “devlet müdahalesi piyasaların işleyişini çarpıtır”, “devlet piyasaların karşısında etkisizdir” savlarıyla devletin, uzun dönemli rasyonel planlar, bilimsel öneriler üreten uzmanlarını, üniversitelerdeki eleştirel sesleri susturdular.
Serbestlikle özgürlüğü birbirine karıştıran liberal entelijansiya, “hakikat” kavramını, teorik kesinliği yadsıyarak, kimlik siyaseti adına vatandaşlık kurumunu yıpratarak, bilimi ve tarihi rekabetçi söylemlere indirgeyen postmoderizm(ler)den aldığı destekle bu ayetullahların toplumsal yüzü, “yararlı salağı” oldu. 
Türkiye’de de “demokratikleştirme” fantezisiyle serbest piyasa ayetullahlarının ve emperyalist sistemi yönetenlerin gözlerini kamaştıran siyasal İslam, bu “yararlı salakları” devraldı, onların yardımıyla, bilimi sorgulayarak, kimlik siyasetini istismar ederek, kapitalist devleti, “atanmışlar seçilmişlere karşı”, “evrim teorisi de bir görüştür” safsatalarıyla işgal etti.
Serbest piyasa ayetullahlarının ideolojisi, 2008 yılında, ABD Merkez Bankası Başkanı Greenspan, ideolojisinin gerçeklikle uyuşmadığını Meclis Soruşturma Komisyonuna itiraf ettiğinde, iflas etti. Ancak, mali sermayenin örgütlü gücü, kısa sürede hükümetlerin 12 trilyon dolarlık yardım paketlerini hortumlayarak ayakta kalmayı başardı. Başardı ama piyasaların, devletin “koltuk değneğine” dayanmadan ayakta duramayacağı bir kez daha kanıtladı. Kapitalizmin yapısal krizinin sorunları da katlanarak birikmeye devam etti.

Serbest piyasa ayetullahlarının bir diğer mirası da giderek adeta felç olan kamu sağlığı sistemiydi. On yıllardır, özellikle, ABD ve İngiltere’de özelleştirmeler, finansal krizden sonra kurtarmaların deldiği bütçe açıklarını kapamak için kaynakların talan edilmesi, kamu sağlığı sistemini yangın yerine çevirmişti: Covid-19 bu yangının üzerine benzin döktü, kapitalizmin krizinin alevleri iyice büyüdü. Petrol piyasalarında fiyat savaşları başladı, gelişmiş ekonomilerin borsaları 19 Şubat-12 Mart arasında ortalama yüzde 35-40 değer kaybettiler. Küresel çapta bir resesyon başladı.
Bilim ve uzmanlar
Şimdi, insanların (“vatandaşlar”) beklentileri hızla değişiyor. Artık, hükümetlerin, bilim insanlarının, toplum sağlığının durumuna ve geleceğine ilişkin modeller, projeksiyonlar, planlar yapabilen uzmanların önerilerinin ışığında karar vermesi isteniyor. Bu krizin, okuyarak üfleyerek, kutsal emanetlere sürünerek aşılamayacağı ortaya çıkıyor, hurafelere sırtını dönme eğilimi yaygınlaşıyor. Zamanın ruhu, halk sağlığını, kamu çıkarını, devletin rolünü, bilimi, uzmanları önemseyen bir yönde yeniden şekilleniyor. Ancak, bir kapitalist devletler sisteminde yaşadığımızı, söz konusu bilimsel, akılcı önerilerin “kapitalist gerçekçilik” içinde şekilleneceğini yeni “ruhun” da “karanlık” (perşembe yazımda değineceğim) bir yanı olmasını beklemek gerekiyor.
Covid-19’un “şoku” yaşanırken, adeta insan aklını, yeniden, bilimin ışığıyla aydınlatabilecek bir pencere aralandı. Bunu sonuna kadar açmak, öncelikle bilime, felsefeye önem veren, toplum sağlığı çıkarıyla ekonomik çıkarlar arasındaki ilişkiyi kavrayan eleştirel entelijansiyaya düşüyor. Pencereyi kapatmak için harekete geçecek, Covid-19’dan yararlanmaya çalışacak “karanlık” güçleri, yalnızca siyasi olarak değil, kültür savaşı içinde, vatandaşları (işçi sınıfının her iki kanadını) harekete geçirmeyi başararak etkisizleştirmek gerekiyor. Sanırım büyük değişimlerin arifesindeyiz. 
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Bir kediciği bile yok - BARIŞ TERKOĞLU


Kapı ardımdan kapandı. İçeri baktım, “Yok” dedim, “burası erkeklerin kaldığı bir koğuş olamaz.” Yatılı okul hayatı, askerlik ya da hapislik yaşamış olanlar bilir. Erkeklerin toplu olarak yaşadığı yerin, anlatması zor bir kokusu vardır. 
Girişte bulunan mantar panodaki izlere baktım. İhtiyaç listesinde saç boyaları sıralanmıştı. Üst kata çıktım. Unutulmuş bir naylon çorap gördüm. Evet, emin oldum. Burası önceden kadınların kaldığı bir koğuştu. Yatak başında elle çizilmiş bir kedi resmi görünce, parçalar birleşmeye başladı. Duvara tahliye günü kazınmış not ise kesinleştirdi. Adnan Oktar’ın “kedicik” dediği üç kadının ismi yazıyordu. 18 ay tutuklu kaldıklarını belirttikten sonra not düşmüşlerdi: “Allah sabredenlerle beraberdir.” Savundukları dava ve usulleri, beni daha çok güldürüyordu. Ama kesin olan bir şey var ki benden önce bu yatakta yatanlar ona inanmıştı. 
Oturdum. İlerideki koğuşlardan slogan sesleri geliyordu. Devrimci bir grup tutuklu açlık grevindeydi. Aylardır eylemde olanlar vardı. Kiminin sesinden sanki hissediliyordu. Aç olsalar da slogan atmaya devam ediyorlardı. Belli zamanlarda koğuşlarının kapısına vurarak cezaevini inletiyorlardı. Yöntemleri benden farklıydı. Ama kesin olan bir şey var ki yaptıkları şeye inanıyorlardı. 
Diyelim ki avukatın geldi. Onunla görüşüp geri dönene kadar tam dört kez aranıyorsun. Üçünde ayakkabılarını çıkarıyorsun. Tutuklular arasında, haberini gazeteden okuduğunuz Çağdaş Hukukçular Derneği’nden avukatlar da var. Aranırken protesto ediyorlar: Keyfi aramaya hayır! İnsan haklarına aykırı her uygulamaya o an tepki veriyorlar. Duruşları benden farklı. Ama kesin olan bir şey var ki, verdikleri mücadeleye inanıyorlar. 
Avludaki tellerin arasından görülen gökyüzüne bakıp düşünüyorum: Acaba kendi yandaşları savundukları iktidara bu kadar inanıyor mu?
Dava partisinden çıkar örgütüne
Dokuz yıl önce hapse girerken, Barış Pehlivan ile ABD Dışişleri kriptolarındaki sızıntıları içeren kitabımızı yazıyorduk. İçeri düştük, her şeye baştan başladık. En çok ABD’lilerin AKP’yi nasıl tanımladığını merak ediyorduk. Tek başına iktidar olduğu ilk yıllarda AKP’yi “Koalisyon” olarak okuyorlardı. Muhafazakârların, İslamcıların, liberallerin, sağ milliyetçilerin, merkezdekilerin, tarikatların ittifakı…
Bu, parti gibi olmayan parti, zaman içinde homojenleşti. Omurgasını Milli Görüş’ten kopanların oluşturduğu, 1923 Cumhuriyeti ile hesaplaşmaya kilitlenmiş bir “dava partisi” haline geldi. 
Ancak parti, iktidara tam anlamıyla yerleştikten, devleti fethettikten sonra “yeni bir aşama”ya geçti. Partinin vitrinine konan isimler birer birer tasfiye oldu. AKP liderliği, Erdoğan ve diğerleri olarak tanımlanıyordu. Yalnız AKP mi? Devlet, yasalar, kurumlar Erdoğan’a göre yeniden şekilleniyordu. Tepesinde Erdoğan’ın tek başına tahtta oturduğu sistem; aşağıda hiziplerin, grupların, çetevari oluşumların Erdoğan adına düzen kurduğu bir rejime dönüştü.
Siyaset aynı zamanda çıkarları yönetme işidir. İktidar, çıkarın kendisini bile yeniden tanımlayan formdur. Davanın yerine, Erdoğan’ı, örgütün yerine hizipleri koyan sistem; rantın dağıtımını bir kez daha düzenledi. Kamu kaynakları, hizipler arasında bölüşüm savaşında harcandı. İhaleler, iktidar içindeki grupları besleyen sınıfların serpilmesine yaradı. Devlet kadroları, parti dışında kendi özel gündemleri olan yapılanmaların örgütlenme alanına dönüştü. İBB’nin kaybedilmesinin ardından hükümet medyasında rant için verilen iç savaşa bakın. Erdoğancı görülen bir medya grubu, kamu kurumları eliyle yaratılan geliri Reisçi olan öteki grupla bölüşmediği için kapanan gazeteler oldu. Nihayetinde “dava partisi”, grupların birbirini dengelediği “çıkar örgütü” halini aldı. 
Fotoğraflardan geriye ne kaldı
Bu dönüşümün insan tipini de başkalaştırması kaçınılmazdı. Örnek olsun, hemen aklıma gelen ilk üç ismi sayayım: Metin Külünk, Mehmet Metiner, Aydın Ünal. Üçü de Erdoğan’ın farklı dönemlerinde “dava şuuru” dedikleri formda onu savundular. Külünk’ün Akıncı Gençlik yıllarında Erdoğan’ın yanı başında, Metiner’in İstanbul Belediyesi günlerinde Erdoğan’la omuz omuza, Ünal’ın Erdoğan iktidarının sıkıntılı gecelerinde ağzında sigara ve taşmış bir küllükle konuşma metinleri yazdığı anların fotoğraflarından geriye ne kaldı? Külünk’ün İstanbul’da yerel seçim sürecinin örgütlenmesine müdahale etmemesi için parti içinde bir ekip mücadele etti, başarılı da oldu. Ünal, “dava” dediği toprağın heyelanla kaydığını söylüyordu. Pelikan denilen gruba dokununca ağır ifadelerle saldırıya uğradı. Sonunda Yeni Şafak’ta yazmayı bile bırakmak zorunda kaldı. Erdoğan’a bağlılığını en net ifadelerle dile getiren Metiner, bir süredir parti içinde yaptığı eleştirilerin ardından AKP yönetiminin hedefi oldu. “İhanetçilerin ve davayla alakasızların ödüllendirildiğini” söyleyen Metiner’e, Genel Başkan Yardımcısı Hamza Dağ, “Gelecekte ‘biz demiştik’ diyebilmeyi umutla bekleyen bu yanlış zihniyetin partimize hiçbir katkısı yoktur” ifadeleriyle yanıt verdi. Birbirinden farklı perspektifleri olan üç isim, çözülmeyi anlatmak için genel içinden seçilmiş bir örnek küme. Partinin “dava”dan “çıkar”a dönüşünün kurbanları.
Yukarıdan aşağıya ‘davasızlık’
Sovyetler Birliği’nin ardından sol, yıllarca çöküşün nedenini sorguladı. Hemen her tez ortaya atıldı, tartışıldı. Yalçın Küçük’ün yanıtı ise sistemi taşıyan elitlerin rejime olan inancını yitirmesiydi. Ona göre çöküş aşağıdan yukarı değil, yukarıdan aşağıya bir tür “dava terki”nin sonucuydu. Sahiden de sosyalizmden ilk vazgeçen halk değil, düzeni ileri doğru taşıması beklenen partinin yöneticileriydi. 
Çöküşün her düzen için bir kuralı var mı? “Davasızlık” içten çürümenin işareti mi? İnancını yitirmiş çıkar birliği ne kadar ayakta kalabilir? Eminim, bu soruları bu tek kişilik koğuştan başka yerlerde de soran vardır. Belki de tam hatırlayamadıkları o dizeleri söylüyorlardır:
“Bir kediciği bile yok!”
Barış TERKOĞLU / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+Gündem" -5 Temmuz 2025-

CHP'li belediyelere operasyon sürüyor: Adıyaman, Adana ve Antalya Belediye Başkanları gözaltında CHP'li Adıyaman Belediye Başkanı Ab...