Doların saltanatı yıkılıyormuş - Özgür Şen / SOL

'...Türkiye’de düzen Batının parasına ve parayla birlikte dünyadaki sistemin mekanizmalarına ihtiyaç duyuyor. Türkiye’deki toplumsal düzen iktisadi açıdan sermaye akışının yanı sıra, Batının ideolojik, siyasi ve askeri desteğine de mahkum...

Türkiye’de doların saltanatının yıkıldığının iddia edildiği saatlerde dolar, lira karşısında bir kez daha tarihi seviyeleri test ediyordu. Paramızın değer kaybının günlük yaşantımızı nasıl etkileyeceğini ilerleyen günlerde hep birlikte tekrar göreceğiz. Süreci tekrar anlatmaya gerek yok, çünkü herkes Ağustos 2018’den sonra yaşananları hatırlıyor.
Baştan aşağı dışa bağımlı bir ekonomide çarklar daha hızlı dönmeye başladığında fiyatlardaki kur etkisine, hayatın nasıl pahalılaştığına tanık olacağız. Birileri dalga geçer gibi doların saltanatı hakkında hamaset yaparken, bizim için ağır ve acılı bir fatura hazırlanıyor.
Ama mesele bundan ibaret değil. Çünkü Batı karşıtı söylem hazırda tutulurken harıl harıl Batıdan borç dolar arayanların yönettiği bir ülke burası.
Evet, Türkiye’yi yönetenler ekonomiyi finanse etmek için dolar arıyorlar. Bu ihtiyaç yalnızca muhalifler tarafından dillendirilmiyor artık. Bu arayışı iktidar da saklamıyor. Çünkü işin saklanabilir bir tarafı kalmamış, AKP de Türkiye’nin dışarıdan kaynak bulma zorunluluğunu kabul etmiş durumda.
Bu kaynak için IMF’yle çeşitli gerekçelerle gerçekten görüşmemiş olabilirler. Ancak IMF’ye dair itirazı dillendirirken dahi, başka odaklarla görüştüklerini söylüyor ve aslında kaynak ihtiyacını itiraf ediyorlar. AKP çevreleri farklı merkez bankalarıyla görüşmeler yaptıklarını yalanlamıyor ve AKP’li siyasetçiler hummalı bir şekilde borç para arıyor.
Bu amaçla, ABD ve Fransız bankalarının liderliğinde, basına kapalı bir toplantıda bir grup bankerle bir araya gelen Berat Albayrak toplantıyı açarken üç gün önce attığı meşhur twitinde olduğu gibi ezanımızı susturamazsınız diyerek söze başlamamıştır herhalde.
Türkiye ekonomisi Albayrak’ın görüştüğü o bankerlerin sağlayabileceği paraya kökten bağımlı. Bu bağımlılık da bir günde veya birkaç yılda oluşmadı. Ancak AKP, kendi iktidarı sırasında yaptıklarıyla bu bağımlılığı tarihte görülmedik biçimde derinleştirdi. Kamuya ait işletmeler özelleştirildi, yabancı sermayenin önündeki tüm engeller kaldırıldı, sanayi ithalata bağımlı hale getirildi, kamunun kaynakları bir avuç patrona peşkeş çekildi, tarım çökertildi…
Türkiye’yi yöneten AKP, Batıya karşı işine geldiği zaman hamaset dolu nutuklar atarken, Türkiye’nin ekonomik yapısının Batıya bağımlılığı derinleşti.
Bu yapısal zorunluluklar nedeniyle şimdi AKP’li yöneticiler, merkez bankası veya başka bir kurum aracılığıyla finansman sağlaması için yalvaran gözlerle ABD’nin kapısında bekliyor.
AKP geçmişte Batılı merkezlerle yaptığı benzer pazarlıklarda farklı yöntemler izledi. Bu pazarlık sürecinde Batıyla mesafe bazen söylemsel olarak açıldı, bazen kapandı. Zaman zaman Batılı ülkelerin arasındaki çelişkilere oynanırken zaman zaman da Batı ittifakının birliğine vurgu yapıldı. Dünyanın içinde olduğu karmaşık durumdan, stratejik yarılmalardan, dünya düzeninin hegemonik bunalımlarından, savaş ve çatışmadan, göçmen ve mültecilerden faydalanıldı. Hakim ton değişse de öz değişmedi. Türkiye bazen sınırları zorlasa da Batıyla olan bağlarını koparmadı, çünkü farklı düzlemlerde kurulmuş bağımlılık zinciri orada aynı şekilde duruyordu.
AKP’nin bir kez daha cephanelikte ne varsa kullanacağı, Batıyla yürüttüğü pazarlıkta siyasi, iktisadi veya askeri her türlü yönteme başvuracağı aşikar. Bu süreçte geçmişte olduğu gibi dalgalı, inişli çıkışlı bir söylem tutturacağı da…
Ama ortada yapısal bir gerçek var. Her kritik dönemeçte hatırlanan veya dışarıdan AKP’ye hatırlatılan bu yapısal gerçek Türkiye’nin uzun vadeli yönelimlerine damgasını vuruyor. Türkiye’de düzen Batının parasına ve parayla birlikte dünyadaki sistemin mekanizmalarına ihtiyaç duyuyor. Türkiye’deki toplumsal düzen iktisadi açıdan sermaye akışının yanı sıra, Batının ideolojik, siyasi ve askeri desteğine de mahkum. Emperyalizm dediğimiz dünya sistemi bu mahkumiyetin üzerine kurulu zaten.
Ama AKP bu konuda yalnız değil. Türkiye’deki tüm düzen partileri bu gerçeği veri alarak siyaset yapıyor. Muhalefet AKP’yi Türkiye’nin bağımlılık zincirlerinden dolayı eleştirmiyor. Başta CHP olmak üzere düzen muhalefeti AKP’nin dış siyasette attığı stratejik adımlara ve içerideki otoriter yönelimlere karşı çıkıyor, çünkü yabancı sermayenin ve genel olarak Batılı hükümetlerin tedirgin edilmesinin yanlış olduğunu düşünüyor.
Hem içeride hem dışarıda siyasi ve toplumsal gerilimler azaltılacak. Bir tür normalleşmeyle sağlanacak huzur ve güven ortamında Türkiye ekonomisinin finansmanının maliyeti düşürülecek. Başka bir deyişle daha yüksek miktarda sermaye girişi, daha ucuza sağlanacak. CHP’nin merkezinde durduğu muhalif bloğun iktidar planının, yapısal reformlar diye adlandırdıkları programın özü bu.
Bu program her başlıkta kendisini Türkiye’nin dışa bağımlılığını yeniden üreterek somutluyor.
AKP’ye bu ekonomik felaketten dolayı kızarken çıkış yolu olarak IMF ve benzeri çözümleri gösteriliyor. Kapı arkasında harıl harıl dolar ararken bayrak, ezan edebiyatı yapan AKP’nin ikiyüzlülüğü teşhir ediliyor ama bu teşhir sırasında herkesin dolara mecbur olduğu söyleniyor. Bir yandan Batıya üstünlük taslayıp öte yandan ABD’li yetkililere adeta yalvaran AKP’li yöneticilerden bahsederken, AKP, ABD ile arayı bozmakla suçlanıyor.
Bu yaklaşımda derin bir problem var. Türkiye’nin adım adım oluşturulmuş dışa bağımlılığının değişmez bir kader olduğunu telkin eden problemli bir yaklaşım bu. Bu değişmez bağımlılığı veri aldığı için de üretilen her kurtuluş reçetesi dışarıyla bağlantılı oluyor. Doların saltanatını yıkan büyük ülke hayaliyle ortalıkta gezen AKP’lilerle dalga geçerken dahi aslında doların saltanatının kalıcılığına iman ediliyor.
Bu siyaset tarzıyla Türkiye’yi karanlıktan çıkarmak ve memleketi kapıda bekleyen büyük iktisadi ve siyasi felaketlerden korumak imkansız.
Oysa doların saltanatını yıkmak mümkün. Üstelik ülkenin kurtuluşu da tam orada. Asıl mesele AKP’nin bunu yapamayacağı gerçeği. Esas sorun piyasanın kurallarını değişmez bir mekanizma gibi gören kim varsa doların ve paranın saltanatını yıkamayacak olması.
Ama bunu yapabilecek olanlar var. Paranın saltanatını değil emekçi halkın ihtiyaçlarını esas alan bir toplumsal düzen kurmak isteyenlere kulak vermenin şimdi tam vakti.
Özgür Şen / SOL

Fatsa, bir siyasetin cisimleşmiş halidir - OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU / BİRGÜN

Fatsa ülke çapındaki devrimci siyasi mücadelenin bir parçası olmasının yanında halkın komiteler vasıtasıyla yönetime katılımıyla, bürokratik sosyalizm anlayışlarına eleştirel bir yaklaşımın da ifadesi oldu.


Fatsa’nın sadece bir belediyecilik hikâyesi olmadığı biliniyor. Ama bunu burada bir kere daha ifade etmekte yarar var. Fatsa bir belediyecilik anlayışından çok, onun dayandığı bir devrimci mücadelenin, devrim anlayışının ve devrimci bir hayat tarzının anlatısıdır.
Bu bakımdan Fatsa, esas olarak o zamana kadar ülkenin her yanında sürdürülen o devrimci mücadele anlayışının bir ‘dışa vurumu’ oldu.
O tarihte sıkıyönetim koşulları ve ülke sathında yaygın faşist saldırılar altında gerçekleştirilen parlamento ara seçimlerini (iktidardaki Ecevit hükümetinin tutarsız ve teslimiyetçi politikalarını da protestoyu amaçlayan) bir boykot kararı almıştık. Aynı zamanda bazı nedenlerle yenilenen belediye seçimlerinde ise, yerel yönetimlerin görece özerk yapılanışını dikkate alarak ve bölgede çalışan arkadaşlarımızın da talepleri doğrultusunda seçimlere katılmayı uygun bulduk.
Malatya ve Tunceli’de yapılan seçimlerden farklı olarak Fatsa’da, seçime katılan diğer partilerin aldığı oyların iki katına yakın oy alınarak seçim kazanıldı. Bunda, o döneme kadar bölgede yürütülen devrimci mücadele anlayışının ve örgütlenmenin başarısı kadar, kuşkusuz bölgenin (12 Mart’lardan Kızıldere’ye geçip gelen mücadele arkadaşlarıyla birlikte) bir halk önderi olan adayımız Fikri Sönmez’in özelliklerinin de büyük bir rolü-katkısı vardı.
Fatsa’nın kamunun gündemine oturması biraz da devlete hâkim olan faşist gerici zihniyetin hazımsızlıklarının da bir sonucu oldu. Biraz sessiz sedasız, mahallelerde, köylerde örgütlenmemizi pekiştirip yaygınlaştırmaya çalışırken, mücadelenin civar illerde ve ilçelerde etkinlik kazanmaya başladığı bir ortamda Fatsa’ya saldırılar başladı. Faşizmin medyadaki borazan başlarından biri “Bırakırsanız tüm Türkiye Fatsa olur” dedi. Gazeteciler Demirel’e Çorum’daki katliam girişimini sorunca “Arkadaş Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın” dedi! Ordu iline özel olarak atanan vali, mücadeleyi Nokta Operasyonu’na doğru bir karanlık tünele soktu. Bırakmadılar!
Aslında bırakmayacaklarını biz de elbet biliyorduk. Böyle faşist bir devlet egemenliği etrafında kurulu düzenlerinden bu şekilde radikal bir kopuşa tahammül edemeyeceklerini tahmin etmek zor da değildi. Operasyondan epey önce yaptığım Fatsa ziyaretlerinin birinde arkadaşlarla konuşurken “Burayı böyle bırakmazlar, önemli olan bizim yukarılara çekilmek zorunda kaldığımızda geride nasıl bir iz bırakacağımız” diye konuşmuştuk.
FATSA’DAN GERİYE KALANLAR
Fatsa konusunda da, genel olarak geçmiş konusunda olduğu gibi öznel yaklaşımlardan kaçınılmalı. Doğrular kadar yanlışlarımız ve eksiklerimiz de vardı. Yapılabilenler kadar yapamadıklarımız da…* Bu yüzden inkârcılık kadar boş hamasetlerden ve öykünmeciliklerden de kaçınmalıyız. Geçmişimizi de Fatsa’yı da böyle savunmalı, değerlendirmeliyiz. Direniş Komiteleri’ni gelecek toplumun nüveleri olarak, doğrudan demokrasi doğrultusunda bir anlayış olarak savunduk. Bu anlayış, son dönemlerin modası post liberal, mikropolitik parçacılık vb. yaklaşımlardan olduğu kadar ütopyacılıktan da uzak bir anlayışın ifadesidir. Bu yüzden Fatsa’nın ülke çapındaki devrimci siyasi mücadelenin bir parçası olmasının altını bir kez daha çiziyoruz.
Sosyalizm, sınıfsız topluma proletarya iktidarı altındaki bir geçiş süreci olarak tanımlanır. Sovyetler’de de böyle başladı, giderek Komünist Parti bürokrasisinin tekelci iktidarına dönüşerek yabancılaştı. Fatsa’da halkın komiteler vasıtasıyla yönetime katılımı, aynı zamanda bürokratik sosyalizm anlayışlarına eleştirel bir yaklaşımın da ifadesi oldu. 12 Eylül, Fatsa’ya iki ay önce geldi. Anlaşılan faşist cuntanın bu konuda bir acelesi varmış. O noktada yapılanlar ve yapılamayanlar, yanlışlar ve eksikler konusunda söylenecek elbette çok şey var.
THKP-C’nin, Fatsa’nın hemen yanı başında gerçekleşen Kızıldere’nin ertesinde yeniden başlayarak gelişen ve bugüne Fatsa gibi nice değerler bırakan o büyük mücadele döneminde yer alan içerideki ve dışarıdaki herkese, sevgili Fikri gibi, hayatını kaybeden bütün devrimci arkadaşlarımıza bin selam olsun!
*Bu konuya dair bir başlangıç için Bitmeyen Yolculuk sayfa 208 vd. bakılabilir.

OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU / BİRGÜN


♦♦♦♦♦
FATSA’NIN ÇAĞRISI
Yurt çapında yürütülen direniş mücadelesinin bir parçası olarak, Fatsa halkının ve Fatsalı devrimcilerin o mücadeleyi en ileri boyutlara ulaştırdığı bir örnek oldu.
1979 yılında Fatsa’da halkın kendi kendini yönetmeye başlaması, sorunlarını elbirliğiyle çözmesi, bütün Türkiye bir kan gölüne dönerken bu küçük Karadeniz kentinin bir huzur ortamına sahip olması, devrimciler için bir başarı, yönetenler içinse bir korku kaynağıydı.
Faşist güçlerin saldırılarıyla yaratılan iç savaş ortamı bütün Türkiye‘de hayatı bir karabasana çevirmişken Fatsa’da Terzi Fikri ve arkadaşları o kan denizinin içinde bir umut çığlığı gibiydi. Kan davalarını, karaborsayı ve kısa bir süre sonra tank paletlerinin işgal edeceği yolların çamurunu yok etmişlerdi. Orada kötülüğe direnmenin ve haksızlığa aman vermemenin, yeni bir hayatı yaratmanın yolunu açtılar.
Bu yüzden bir avuç sömürücü adına ülkeyi despotlukla yöneten ve eğer kendileri olmasa halkın kendi kendisini asla yönetemeyeceğini iddia edenlere karşı en zor koşullar altında yaratılarak tarihe düşülen muhteşem bir manifestodur Fatsa.
Fatsa gerçeği, bize bugün en çok ihtiyaç duyulan şeyleri hatırlatırken, paranın ve baskının esiri olmuş bu toplumda, her türden gericiliğin ortalığı boğucu bir duman gibi sardığı ülkemizde, bir zamanlar yanan bir umut ışığını gönderiyor bize.
Fatsa’nın hikâyesi, aslında o iyiliği ve güzelliği bugün çoğaltmanın çağrısıdır.


Cumhuriyet’in uzun intiharı ve Diyanet - Fatih Yaşlı / SOL

Fatih Yaşlı 23 Nisan'ın ardından diyanet ve cumhuriyetin durumunu yazdı.


23 Nisan 1920’de Ankara’da açıldığında, her ne kadar amacını sadece vatanı değil “saltanat ve hilafeti de kurtarmak” olarak ortaya koymuşsa da, Türkiye Büyük Millet Meclisi açıkça bir “karşı-iktidar odağı” olarak ortaya çıkmıştır. Zaten çok geçmeden, İstanbul’da bir hükümet olduğu halde, 3 Mayıs’ta Ankara’da da TBMM hükümeti kurulacak, işgale karşı direnişi bu hükümet yürütecektir.
Dolayısıyla TBMM’nin açılışı bir “ikili iktidar” durumuna tekabül etmektedir. Artık ülkede hem iki ayrı hükümet, hem de iki ayrı zihniyet, iki farklı siyasi pozisyon vardır: İstanbul’daki işbirlikçi Saray’a ve hükümete karşı Ankara’daki işgale karşı direnişi örgütlemek için kurulan TBMM ve Meclis hükümeti, İstanbul’daki saltanata ve hanedana karşı Ankara’daki “milli irade”, İstanbul’daki “eski”ye karşı Ankara’daki “yeni”. 
“İkili iktidar”ın yansıdığı alanlardan biri, hem TBMM’nin hem de Kurtuluş Savaşı’nın meşruluğu üzerine verilen mücadelede taşıdığı önemden dolayı, kaçınılmaz bir şekilde din olmuştur. Henüz ulusal bilincin şekillenmediği, okuma yazma ve kentleşme oranının son derece düşük olduğu, modern kurumların tam anlamıyla hayata geçirilemediği, sekülerleşmenin kitlelerle buluşmadığı bir kölü toplumunda, kolektif kimliğin kurucu unsuru din olacaktır ve Mustafa Kemal, Milli Mücadele’nin meşruluğunun ancak din üzerinden tesis edilebileceğinin farkındadır. Dolayısıyla hem Saray’a karşı verilen mücadelede hem de halkın Milli Mücadele’ye örgütlenmesinde dinin etkili bir araç olarak kullanılması ve “ikili iktidar”ın bir boyutunda dinin bulunması bir zarurettir. 
İşte bunun için, 3 Mayıs 1920’de TBMM hükümeti kurulurken, İstanbul’daki Şeyhülislamlık makamının karşısına Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti adlı bir bakanlık konulmuştur. Şeyhülislamlığın Anadolu direnişi karşıtı tutumuna mukabil, TBMM çatısı altındaki bu bakanlığın asli görevi, din ve ibadet işlerinin düzenlenmesinin ötesinde, Milli Mücadele’nin dinin emri olduğunu anlatan fetvalar hazırlamak ve böylece halkı “gavura karşı direniş” üzerinden mücadeleye katmak olmuş, bu görevi de büyük ölçüde yerine getirmiştir.  

3 Mart: Kopuş ve süreklilik 

Söz konusu bakanlık, 3 Mart 1924’e kadar görevini sürdürmüş, bu tarihte ise hilafetle birlikte kaldırılmıştır, yerine ise Diyanet İşleri Reisliği kurulacaktır. 3 Mart günü alınan kararlar, “1923 devrimi”nin karakteristiğini anlamak açısından son derece önemlidir. Çünkü o gün alınan kararlar, arkasından gelecek icraatlarla birlikte düşünüldüğünde, Osmanlı zihniyet dünyasından çok büyük bir “kopuş”a tekabül etmekte, Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinin zirve noktasını oluşturmakta ve 1923’ün radikalizmini –sınırlarıyla birlikte- ortaya koymaktadır.
3 Mart günü halifelik ilga edilmiş ve böylece tüm İslam dünyasını ve tüm Müslümanları temsil ettiği varsayılan bir makam ortadan kaldırılmıştır; bu, bir yandan dinle siyaset arasındaki bağın koparılması, yani “laiklik” açısından son derece radikal bir adım anlamına gelirken, öte yandan ise hem Türkiye’nin Batı yönelimli dış politikası hem de İslam coğrafyası ile kurduğu ilişkiler açısından büyük bir kırılmaya tekabül etmektedir. 
3 Mart’ta alınan kararlar hilafetin ve Şer’iyye Vekâleti’nin kaldırılmasıyla ve Diyanet İşleri Reisliği’nin kurulmasıyla sınırlı değildir, aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu da kabul edilmiştir. Böylece eğitim, tarikat ve cemaatlerin elinden alınarak devlet tekeline geçirilmiş, aynı kanunla din adamlarının yetiştirilmesi görevi Maarif Vekâleti’ne, sonraki adıyla Milli Eğitim Bakanlığı’na verilmiştir. Ayrıca daha sonradan kapatılacak olan tekke ve zaviyelerin ise Diyanet İşleri Reisliği’ne bağlanması kararlaştırılmıştır. 
Dolayısıyla, Cumhuriyet 3 Mart günü sadece hilafeti ortadan kaldırmamış, aynı zamanda din işlerini başbakanlığa bağlı bir kurum olan Diyanet üzerinden tekeline almış, böylece dinin devletçe kontrolünü din-siyaset ilişkisinin koparılmasının garantisi olarak görmüş, dinin yeni rejime/yeni devlete uygun bir versiyonunu inşa etme sürecine girişmiş, “ulema”yı tasfiye etme, tarikat örgütlenmelerine ise büyük bir darbe anlamına gelen düzenlemelere gitmiştir. Bunların hepsinin “kopuş” nitelikli ve son derece radikal kararlar olduğu ise açıktır.  
Ancak bu büyük “kopuş”, yine de birtakım “süreklilikler”in olmadığı anlamına gelmez. Hilafet kaldırılıp tarikatların tasfiyesine girişilirken ve din devletin kontrolü altına sokulurken, “makbul mezhep” tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi “Sünnilik” olarak görülmüş, “devletin dini” olarak Sünni İslam seçilmiştir, bu nedenle de “Diyanet işleri”, “Sünniliğin işleri” anlamına gelmiştir.
Kuşkusuz bunun gerisinde Sünniliğin devletleşmeye ve medenileşmeye en uygun mezhep olduğu yönündeki yüz yıllardır devam eden anlayış vardır; Alevilik hem “devlet-dışı” hem de “medeniyet-dışı” olarak görülmüş, “devletli, kentli ve yerleşik” olanın karşısında, “devlet karşıtlığı, kırsallık ve konargöçerlik” üzerinden kodlanmıştır.  Hem modernleşmeci padişahlar, hem İttihat-Terakki hem de Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’i kuran kadrolar meseleye böyle bakmışlar, bu da beraberinde bir sürekliliği getirmiştir. 
Öte yandan, yeni rejim açısından en önemli meselelerden biri “homojen” bir ulus yaratmak olduğundan, halkın büyük bir bölümünün Sünni olması, yeni rejimin kadrolarını dinsel homojenliğin de Sünnilik üzerinden tesis edilebileceği sonucuna ulaştırmış, “Türklük” kimliğinin kuruluş sürecinde Sünnilik, Türklüğün “mütemmim cüzü” olarak görülmüştür. Elbette ki Osmanlı’nın ve tarikatların Sünnilik yorumundan farklılaşan, dinle bilimi uzlaştırmaya, dini modernleştirmeye ve İslam’ı bir “vatandaşlık dini” haline getirmeye çalışan bir yaklaşımdır burada söz konusu olan ve Diyanet de bunun en önemli aracı olarak yapılandırılmıştır. 
(Geçerken not edelim, 1937-1938’de Dersim’de yaşanan katliam ve büyük trajedi çok büyük ölçüde bu “süreklikle” ilgilidir; uluslaşma, medenileşme ve Sünnilik arasında kurulan ilişkiyle ve Aleviliğin bunların dışında kodlanmasıyla yani.)  
Tam da bu nedenle, bu noktada, Diyanet’in kuruluş hedefleri itibariyle bir “Cumhuriyet kurumu” olduğunu ve dolayısıyla kaderinin de Cumhuriyet’le ortak olduğunu söyleyebiliriz. Diyanet, Cumhuriyet’in uluslaşma, laikleşme, medenileşme projesinin bir parçası olarak kurulmuştur ve serüvenini belirleyen de bu projenin serüveni olmuştur. 

Antikomünizm ve bir uzun intihar 

Cumhuriyet’in radikalizminin gevşemesini ve “gerileme süreci”nin başlamasını 2. Dünya Savaşı yıllarına kadar geri götürebiliriz ama esas kırılma noktası olarak Soğuk Savaş’ın başlangıcını işaretleyebiliriz. Dünyanın kapitalizm ve sosyalizm arasında bölünüp iki kutuplu hale gelmesinin ardından Türkiye yönetici sınıfının yaptığı tercih, yani emperyalizme yeniden ve daha derin bir şekilde entegre olma süreci, beraberinde din politikalarındaki değişikliği de getirmiştir; çünkü emperyalizme entegrasyon ve dinselleşme iç içe geçmiş süreçler olarak şekillenmiştir ve buradaki “bağlantı noktası” da antikomünizmdir. 
Dinselleşmenin sola ve komünizme karşı en etkili araç olduğu daha 1947’deki 7. CHP Kurultayı’nda tespit edilmiş, gerisi bu tespitin ardından bir çorap söküğü gibi gelmiştir. Türkiye’nin Soğuk Savaş’a girişi, başka yerlerde birçok kere dile getirdiğim üzere “Cumhuriyet’in uzun intiharı”nın başlangıcı olmuştur. Cumhuriyet’in “ilerici” karakterini yitirmesiyle “sınıfsallığı” arasında doğrudan bir bağlantı vardır ve bu bağlantı beraberinde sözünü ettiğim o uzun intiharı getirmiştir; emperyalizm ve dinselleşme yıkım demektir.  
Çok partili hayata geçilmesi ve sonrasındaki Menderes dönemiyle birlikte ise Diyanet artık bir “Cumhuriyet kurumu” olmaktan çıkacak, Cumhuriyet’in uzun intiharına paralel bir şekilde, giderek Cumhuriyet’in yıkımına giden yolun taşlarını döşeyecek kurumlardan biri haline gelecek, bir “Truva Atı”na dönüşecektir. Menderes döneminde antikomünizmin dozajı arttıkça, Diyanet’in giderek önem kazanması elbette ki bir tesadüf değildir; din sömürüsü ile antikomünizmin dozajı arasında her zaman doğrusal bir ilişki olmuştur çünkü.
Türkiye’de solun yükselişe geçtiği 1960’lı yıllarda dinselleşme politikaları hız kazanırken, Diyanet de buna uygun bir dönüşüm yaşayacak ve etkisini artıracak, 12 Eylül darbecileri ise onu darbenin resmi ideolojisi olan Türk-İslam sentezine uygun bir şekilde dönüştürecekler, devlet içerisinde çok daha etkili, çok daha güçlü bir kurum haline getireceklerdir. Dinselleşme bir bütün olarak devlet aygıtının dönüşümünü beraberinde getirirken, kendisi bizzat dini bir devlet kurumu olan Diyanet, kaçınılmaz bir şekilde, bu dönüşümün en çok sirayet ettiği ve somutlaştığı yer haline gelecektir.   

'Diyanet eşittir rejim'

Devletin dini kontrol altında tutması amacıyla kurulan bir kurumun zamanla dinin devleti kontrol altına almasının en önemli araçlarından birine dönüşmesi, hiç şüphesiz ki muazzam bir ironidir; ancak mesele sadece bununla sınırlı değildir. Mesele antikomünizm adına açılan kapılardan girenlerin bugün bildiğimiz anlamıyla Cumhuriyet’i yıkmış ve rejimi değiştirmiş olmalarıdır. Bunu söylemek günümüz Türkiye’sinde adeta Galileo misali “yine de dönüyor” demek gibi bir anlam taşısa da gerçek olan budur.
Türkiye’de AKP iktidarıyla birlikte Cumhuriyet’in anti-tezi diyebileceğimiz yeni bir rejim inşa edilmiştir ve Diyanet İşleri o yeni rejimin yönetme, rıza tesis etme, hegemonya kurma araçlarının en önemlisidir. Diyanet, kadrosuyla, bütçesiyle, örgütlenme ağıyla yeni rejimin ideolojik aygıtlarının en tepesinde yer almaktadır. Dolayısıyla, “Diyanet’e yönelik saldırı devlete yöneliktir” sözü temelsiz değildir, gerçeği anlatmaktadır ve barolara verilen sert tepki de bu bağlama yerleştirilmelidir; yani “Diyanet eşittir rejim” bağlamına. 
Meselenin basitçe “gündem değiştirme” ile açıklanamayacak olmasının nedeni de budur. İktidar eşcinsellik üzerinden yürüyen Diyanet tartışmasını ekonomik krizin üzerini örtmek için son derece kullanışlı bir araç olarak görmüş olabilir ama dinselleşme iktidarın asli gündemidir ve ortada rejim tarafından doğrudan kendi varoluşuna yönelik bir saldırı olarak görülen bir durum vardır, verilen sert tepkinin nedeni de budur.     
Tam da bu nedenle, genel olarak Türkiye’ye özel olarak da Diyanet’e dair herhangi bir tartışmanın, gözünü sözünü ettiğimiz gerçeğe kapaması mümkün değildir. Türkiye’de rejim değişikliği bir olgu olarak kabul edilmediği sürece devleti, iktidarı ve aygıtlarını anlamak söz konusu olmayacağı gibi, “ne yapmalı” sorusuna da doğru bir yanıt verilemez. Çünkü “doğru tedavi” için başlangıç her zaman “doğru teşhis”tir.    
Fatih Yaşlı / SOL


Bir ‘milli değer’ olarak Zeki Müren…- Murat Sevinç / DİKEN

Son yazıda iktidarın, bir siyaset yapma biçimi olarak ‘muhalifi değersizleştirme’ çabasından söz etmiştim. Muhalefetin bir kesimini de bir çırpıda iktidarın kenarına teyelleyen ‘milli ve manevi değerler’ meselesiyle devam…
İktidar ve ‘trol’ sürüsü, ‘değersizleştirme’ işini, bıkkınlık veren ve az sayıda sözcükten ibaret klişelere başvurarak yapıyor. O klişelerin sırtını yasladığı bir ‘değerlerimiz’ propagandasından beslenerek. Mütemadiyen milli ve manevi değerlere vurgu yapılıp o değerlere zarar verdiği iddia edilenlerle mücadeleye davet ediliyor ahali. 
Nedir milli ve manevi değerlerimiz ve kimdir o değerleri temsil ettiğini iddia edenler? Nasıl olur da bir kesim yurttaş, herkesi hizaya sokma hakkını kendinde görür? Ayrıca, bugüne dek böyle mutlak bir ‘hiza’ mümkün olmuş mudur? 
Bir dindarın, kendi inancını ‘en iyi ve yüce’ kabul etmesi kuşkusuz anlaşılabilir, aksi halde inanmazdı. Buna mukabil, dindar (ya da olmayan) bir insanın yaşamı kendisinden ibaret sayması ve örneğin, hâlihazırdaki dünya nüfusunun neredeyse yarısının çok tanrılı dinlere inandığını hiç hesaba katmamasına ne ad vermeli? Eğer Türkiye’de hâkim inanç olan İslam’dan söz ediyorsak, dünyanın ne kadarının Müslüman, ne kadarının Sünni, ne kadarının Hanefi olduğunu ve o Hanefilerin de ne kadarının birbirine benzediğini düşünmez mi insan? 
Kuşkusuz biri, kendi dinine inanmayan milyarlarca insanın büyük gaflet içinde olduğunu iddia edebilir. Yine örneğin, Rahibe Teresa’nın Katolik olduğu için cehenneme, inşaatçı olup adı bir ilahiyat fakültesine verilen Mehmet Cengiz’in ise dini nedeniyle cennete gideceğini de savunabilir. Kendi bilir. Kendisine benzemeyenlere soğukluk duyması, farklı olanla iletişim kurmak istememesi, onlardan hiç hazzetmemesi vs. haktır. 
Sorun, o ‘biri’nin diğerleriyle birlikte boğazlaşmadan ortak yaşamı kabullenip kabullenmediğinde. ‘Değer’ sözcüğüyle tanımladığı her neyse, onu diğerlerine zorla kabul ettirip ettirmeme niyetinde. Kendi değerinin herkesin değeri olmadığını, olmayabileceğini idrak edip etmemesinde. 
Hâlihazırdaki iktidar temsilcileri ve muhalefette olmakla birlikte çoğu durumda iktidar değirmenine su taşıyanlar, toplumsal-siyasal baskıyı içi büyük ölçüde boş bir ‘değerler’ söylemi üzerinden kuruyor. İçi boş, çünkü ne milyonlarca birörnek insandan oluşan bir ‘millet’, ne de o milyonlarda hâkim olan tek bir dünya görüşü var.
Kuşkusuz bu toprakta, büyük ölçüde kabul görmüş, inanmayan ya da ‘aynı biçimde’ inanmayanların da bir ‘değer’ olarak benimsediği, saygıda kusur edilmeyen dini ilke ve uygulamalar var. Örneğin günde beş vakit hoparlörlerden ‘namaza davet’ edilen bir toplumun herhangi bir ferdinin, penceresini açıp da “Gitmeyin, gitmeyin” dediğine tanık olunmadı bugüne dek. Cenaze törenleri, dini bayramlar, oruç tutanlara gösterilen asgari özen, vesaire… Çok şey saymak mümkün. 
Buna mukabil bugün karşı karşıya olduğumuz sorun, yaygın ve geleneksel dinsel-kültürel kodların genel anlamda kabul görüp görmemesi değil. Bir siyasi gücün, ‘milli manevi değer’ adını verdiği her ne varsa muhalife ‘dayatıp’ kendi dünyasının doğrularını ‘temel norm’ haline getirmeye çalışması. 
İktidar mensuplarının tanımladığı ‘millet’in, içi yine iktidarca doldurulan ‘değerleri.’ 
‘Millet’ kavramı, Fransız devrimcilerinin icadı ve 1920’lerde Türk devrimciler tarafından da benimsendi. Türk devrimciler diyorum ama malumunuz ‘Türk’ sıfatı Balkan Savaşları’na dek hiç de muteber değildi, 1910’larla birlikte biraz da mecburiyetten başvuruldu. 
Nitekim kendi ‘tarihimiz’le asgari düzeyde ve hamasete meyletmeden ilgilenme ihtiyacı hisseden herkes, on yıllardır cümlemize zerk edilmeye çalışılan ‘milli değerler’in önemlice bir kısmının 1920’lerle birlikte tercih edilen ‘siyaset, toplum ve devlet’ modelinin bir sonucu olduğunu bilir. 
Tabii her zaman olduğu gibi görkemli ‘milli eğitim tornası’nı ihmal etmeyelim. Hani şu Osmanlı’dan kalan ve günümüz İstanbul’unu süsleyen güzelim yapılar, saraylar ve pek çok camiyle övünmemizi sağlayıp onların mimarlarının önemlice bir kısmının Ermeni, Levanten vb. olduğunu söyleme gereği duymayan şanlı milli eğitim! Bir gün, aracının arka camına Mustafa Kemal imzası yapıştırmış bir yurttaşa, o imzayı bir Ermeni kaligrafın çizdiğini söylemeyi denemek ister misiniz?
Cumhuriyetle birlikte, imparatorluk bakiyesi bir ‘ulus devlet’ yaratmaya çabalarken bazı ‘değerlerin’ zorla da olsa belletilmeye çalışıldığı ve zaman içinde ‘hep varmış gibi’ kabullenildiği doğru. Fakat Sünni Türk kimliği üzerine inşa edilmeye çalışılan Türkiye Cumhuriyeti hâlâ, doğal olarak ve neyse ki ‘homojen/birörnek’ değil. Son derece karmaşık bir yer burası ve değeri, o karmaşıklığında.
Hal böyleyken Cumhuriyet, bir yandan keskin sınıf mücadelesi, diğer yandan o sınıfları kendi içinde bölen çeşitli kimliklerin kavgasına sahne olmuş bir tarihe sahip. Bastırılmaya çalışılan her ne varsa aslında tümüyle ‘yok edilemediği’ ise son çeyrek yüzyılda daha açık görülmüş olmalı. 
Söz konusu tarihi ve o tarihin farz edilen sonuçlarını, ‘tek ve gerçek tarih’ olarak ezber ettirmeye çalışanların beklentilerinden ve başvurmak zorunda olduğu araçlardan biri, kaçınılmaz biçimde ‘riya’dır. 
Görmemek, duymamak, anlamazdan ve bilmezden gelmek, üstünü örtmek, hiçbir günahla hesaplaşmamak, inkârcılık… Ortalama yurttaşın yaşam pratiğinin ve o pratik üzerine inşa edilen sistemin yapı taşları bunlar. Türlü yalanlarla yaşamak ve bunu hiç dert etmemek. Dert edilmediği ölçüde hırçınlaşıp kötücülleşmek. Nüfus ve ideoloji bakımından üstün konumda olanların diğerlerini ezip yok etme arzusu. İnkâr zorunluluğundan kaynaklanan, bir tür ‘tarihsel şirretlik’ durumu bu. 
Yalanlarla yaşamak ve yalanı sıradanlaştırmak, yaşamın her alanına nüfuz etmiş halde. Etmek zorunda. Hâlihazırdaki yapı başka türlü ayakta kalamaz. Çoğu insan için gerçeğin, olup bitenin ne olduğunun önemi yok, o esnada görmek istediğini gördüğü sürece mutlu mesut.
Haliyle, Diyanet’in başındaki devlet memuru, bir cuma hutbesinde, salgın hastalıklarla eşcinsellik ve evlilik dışı ilişki arasında bağ kurduğunda, çoğu insanın sorun etmeyeceğini, takdir edileceğini, sözlerinin bir mantığı olup olmamasının sorgulanmayacağını biliyor. 
Aynı başkan, yarın bir gün Erdoğan’ın bir davetine gidecek cüppesiyle. Orada, memleketin en meşhur trans bireyi olan şarkıcı ile yıllardır ‘hayat arkadaşı’yla evlilik dışı yaşam süren şöhretli arabeskçi de olacak. Muhtemelen benzer niteliklere sahip başkalarıyla birlikte. Geçen cuma o konuşmayı yapan Diyanet başkanı devlet memuru, tahmin edersiniz ki, söz konusu şöhretlerin masasına gidip “Salgını sizin gibiler bulaştırıyor” demeyecek. 
Mesele, yalanla yaşamayı dert etmemekte. Hatta dert etmek bir yana; insanların yalana, gizliliğe, karnından konuşmaya, ‘miş’ gibi davranmaya teşvik edilmesinde. Haliyle, sorun eşcinsel birey olmak değil, eşcinsel kimliğiyle yaşamayı istemek ve bunu cesaretle dile getirmekte. Şu, fotoğrafları çekilirken ellerindeki rakı bardaklarını masanın altına saklayan zavallı dizi oyuncularını düşünün. Ya da Saray’a ziyarete giderken rahibe gibi giyinmeyi tercih eden tanınmış medyatik kadınları.
Kendi yaşamını, yaşam biçimini, düşüncelerini sahiplenemeyenler. Hakikaten ne feci bir durum ve ne yazık ki muteber olan bu. Elinde siyasal güç olan ve hâkim ortalamayı temsil edenlerin belirlediği ‘değerler’ her neyse, uymak zorunda hissetmek. En konforlu olanı seçmek. Aynı yaşamın ‘burnunun dikine giden’ ya da ‘açık konuşanlar’ için tahammül edilmez hale gelmesi. 

Zeki Müren, bu nedenle başlıkta yer aldı. Benim de çok sevdiğim, dinlediğim, ne olursa olsun cesur bulduğum bir ses sanatçısı. Türkiye ahalisi birkaç isim üzerinde uzlaşacak olsa muhtemelen biri Zeki Müren olurdu. Yaşamı boyunca ‘bir konuda’ hiç açık olmayan, içten davranmayan Zeki Müren! Davransaydı? Aynı saygı ve sevgiyle karşılanır mıydı? Herkes hep bildi, ama hiç kimse biliyormuş gibi davranmadı. Diğer pek çok konuda, toplumsal, siyasal, tarihsel sorunumuzda olduğu gibi.
Yıllar önce Yıldırım Türker, Radikal’de hayli açık sözlü bir yazı kaleme almıştı Zeki Müren hakkında. Yazının başlığı, ‘Öpsün seni Zeki Müren’di. Bir yerde şöyle diyordu Türker: “Zeki Müren büyük bir sanatçı mıydı? Bilemem. Bildiğim tek şey, Zeki Müren’i büyük kılan şeylerin başında, içinde yaşadığı toplumun ikiyüzlülüğünü bilmesi, oyunu kuralına göre oynamasının geldiği. Zeki Müren, serüveninin başından itibaren toplumumuzun riya aynası oldu. O aynayı sırlayarak büyüdü, şimdiye dek kimsenin, hele hele şarkı söyleyerek kazanamadığı bir dokunulmazlık halesi edindi. O aynayı sırlamak bence Zeki Müren’in en büyük başarısıydı. Besbelli Neyzen Tevfik okumuştu. İnsanoğlunun tuhaf olduğunu, her bir sözü kaldıramayacağını biliyordu. Dolayısıyla sözlerine dikkat etti. Her tarihte, her toplumda, ışıyan yıldızlar gibi, çevresinde oluşturulan mitosların harcını kendi elleriyle attı.”         
Bence büyük sanatçıydı Müren. Toplumun ‘riya aynası’ da olan büyük bir sanatçı. Türkiye’nin en önemli ‘milli’ değerlerinden biri.
Bana kalırsa Diyanet’teki devlet memurunun, Ramazan’ın ilk cuma hutbesinde, şu vahim günlerde söyleyecek başka bir şey kalmamış gibi akıl almaz bağlantılarla eşcinsel yurttaşı hedef haline getirmesi, aşikâr siyasi niyetten öte, toplum ortalamasına bir ‘kerteriz’ gösteriyor. Neyin doğru ve ideal ‘kabul edildiğine’ dair. Hizaya çekmek istiyorlar, zaten büyük ölçüde hizada olan herkesi! Onların değerlerini ‘tümüyle’ benimsemeyenler ‘millet’ tanımından çıkarılalı hayli zaman oldu.
Diyanet’teki kamu görevlisinin Anayasa’ya, hukuka, AİHM kararlarına aykırı söylemine ‘tek söz’ etmeyip ezcümle hukuku ve Anayasa’yı bir cümleyle olsun sahiplenmeyip yalnızca Ankara Barosu’nu eleştiren muhalefet partilerine gelince…
Davranışları ve şiddet eğilimiyle eşine ve çocuklarına illallah dedirten erkek türünün, sülalede mutlaka müttefikleri olur. Şu ya da bu biçimde iyi ilişkiler kurduğu birkaç kişi. Bir ara enişteyle maça gidip arayı düzeltmiştir. Büyük halaya doğum gününde güzel bir hediye almıştır. Amcayı yazlığa davet edip ağırlamıştır. Dayı, hiddetinden çekinir, vs.
Bıkkın kadın ne zaman çığlık çığlığa evden kaçmaya çalışsa, ‘iyi geçinilmiş’ hısım akraba araya girer; “Yahu biraz sinirlenmiştir, idare et… Canım sen de bir düşün, belki senin hatan vardır… Allah bilir ne dedin de adamın damarına bastın… Öyle deme iyi insan aslında… Onu da anlamak lazım, işleri kötüdür belki… Kızım, kocanın hiç mi haklı olduğu bir nokta yok…” Erkek, duygusal ve fiziksel şiddete devam eder…
Okuma önerileri: ‘Nefret söylemi’ üzerine Rıza Türmen’in bilgilendirici yazısını ve Behçet Çelik’in, içinden Refik Halid Karay geçen nefis 1 Mayıs yazısını buraya bırakıyorum.   
Murat Sevinç / DİKEN

Komşuluk ve selamsız komşular üzerine…- Murat Sevinç / duvaR.

Rezidanslarda komşuluk nasıldır, hiçbir fikrim yok. Kırk yılın başı bir eş dost davet ettiğinde, insan pek öyle konu komşu sohbetine müsaitmiş duygusu yaşamıyor. Sitenin dış güvenliğinden başlayarak öyle bir ‘tedbir’ ağına dâhilsiniz ki, önceliğiniz sağa sola bakmak yerine birine ‘enselenmeden’ aradığınız daireye varmak haline geliyor!

Ne kadar çok söz var komşulukla ilgili. Şöyle bir düşünün, hemen hepsi komşuluğun yaşamımızda ne kadar kritik bir yer işgal ettiğini anlatır. Olumlu ve olumsuz yanlarıyla! İster külüne muhtaç olalım, ister aç iken tok yatalım, ister ev değil de komşu alalım. Nihayetinde hepimizin hayatında, istesek de istemesek de yer alan insanlar, ilişkiler…
Bir yanıyla, ne önemi var! Diğer yandan iyisi ile kötüsü arasında insanın yaşam kalitesini kökten değiştirecek ölçüde büyük fark söz konusu. Biraz tercihlerimizin sonucu, biraz da piyango. Aslında kabul etmek gerek tercihimiz bir yere kadar belirleyici, büyük ölçüde şans.
Bir süredir yazmak üzere bu konuyu düşünüyorum ve not çıkardıkça ne kadar çeşitli boyutları olduğunu fark ettim. Kent mi kırsal mı, mahalleler arasındaki sınıfsal ayrımlar, başta cinsiyetler olmak üzere muhtelif kimlik farkları… Öyle ya, büyük şehirde ve daha ziyade eğitimli-varlıklı kesimin yaşadığı bir muhitte yaşamakla, bir kasabada ya da büyük şehrin kenarında olmak arasında dağlar kadar fark var. Biri diğerinden daha matah mıdır, bilemem. Kim olduğumuzla ilgili, diğer her şey gibi.
Kentsel dönüşümle birlikte sözünü ettiğim ayrımlar bulanıklaşırmış gibi görünürken, aslında keskinleşti. Malum, mahalle sakinleri topraklarını müteahhitlere verirken aynı mekânda oturmamayı kabul etti çoğu zaman. Bu kabul, o toprakta yapılacak yeni yapının niteliğiyle ilgiliydi. Çok pahalı rezidans daireleri için anlaşıldığında eski sahiplerin oturması bir yandan ‘uygun’ görülmedi, diğer yandan zaten o sitelerin giderini karşılamayı göze alamadılar. Tabii, kendi yaşam tarzlarına uymayan yeni komşuluk ilişkilerini reddedenler de oldu. Herkes şu ya da bu biçimde benzerleriyle yaşamak istiyor. Benzerleriyle yaşadıkça ‘diğerleriyle’ bağ iyiden iyiye kopuyor. Aynı şehirde yaşayan farklı toplumsal kesimler, birbirleri hakkındaki bilgiyi kitaplardan, gazete yazılarından ve belki adres ararken yanlış caddeye saptığında alıyor. Kuşkusuz, almak isteyenler.
Yeni yapılarda oturmaya devam eden sakinlerin bir kısmı ise, yine muhitten muhite değişmekle birlikte kan uyuşmazlığı sorununa neden oldu. Hani şu ‘kapının önünde ayakkabı bırakma’ konusu. Kapı önünde bırakılan ayakkabılar üzerine doktora tezi yazılabilir! Memlekete ilişkin o kadar çok şeyi aynı anda söylüyor ki. Fakat hayatın matrak sürprizleri de sona ermiyor işte! Şu virüs günlerinde kapı önlerinde daha çok ayakkabı görmeye başladım, herhalde sizin için de geçerlidir. Bırakılmasa dahi kapı önünde ‘çıkarılıyor’ artık. Can korkusu.
Yinelemek gerekirse, ‘bulanıklaşma’ belli belirsiz ve daha görünür olan hiç kuşkusuz ‘keskinleşen’ ayrım. Artık iki farklı muhitte büyüyen iki çocuğun, aynı şehirde yaşamalarına karşın yaşamları boyunca birbiriyle karşılaşma ihtimali, örneğin AVM gibi (tezgâhtar/işçi-müşteri) türlü hizmet mekânları haricinde, neredeyse kalmadı. Bu durum ‘komşuluğun’ niteliğini de belirleyen köklü değişimin sonucu. Kuşkusuz tek etmen değil, ancak siyasal süreçlerle yeniden ve yeniden şekillenen ‘mekânın’ insan ilişkilerini biçimlendirdiği malum.
Rezidanslarda komşuluk nasıldır, hiçbir fikrim yok. Kırk yılın başı bir eş dost davet ettiğinde, insan pek öyle konu komşu sohbetine müsaitmiş duygusu yaşamıyor. Sitenin dış güvenliğinden başlayarak öyle bir ‘tedbir’ ağına dâhilsiniz ki, önceliğiniz sağa sola bakmak yerine birine ‘enselenmeden’ aradığınız daireye varmak haline geliyor! Hani sokakta yürürken, polis oldukları yelekleri ve tavırlarından anlaşılabilen genç polis memurları durup dururken önünüzü kesip kimliğinizi soruyor ve kimliğiniz iade edildiğinde o gün de suçlu çıkmamış olmanın mutluluğuyla yolunuza devam ediyorsunuz ya; işte böyle bir durum ve duygu.
‘Ana kapı güvenliğinin’ soruları, o sorulara doğru yanıt verip veremeyeceğiniz konusunda yaşanılan gerilim! Bazen adı sorulan yakınımın adını soyadını unutuyorum heyecandan. Muhtemelen yan mahalledeki yoksul evinde yaşayan güvenlikçi arkadaşımızın sorularını başarıyla, hiç takılmadan yanıtladıktan sonra bariyer açılıyor. Ardından ‘ilgili’ apartmanı, ‘ilgili’ zili ve ‘ilgili’ asansörü bulma aşamaları… Böyle bir yerde nasıl bir komşuluk olur, bilemem. Muhtemelen pek birbirini tanımıyordur insanlar. Ayrıca ‘komşu’ sözcüğü gayriihtiyari biraz külüstürlük, eskilik, yıllanmışlık andırır. Yeni sitelerin yapısı, kapıyı çalıp tuz isteyebileceğiniz ya da bir tabakta kek götürebileceğiniz ilişkilerin kurulmasını engellemek bir yana, zaten bunlar olamasın diye var gibi.
Bizimkiler, Perihan Abla ya da Yeditepe İstanbul gibi dizilerin üzerinden çok da geçmedi aslında ama yaklaşık çeyrek yüzyılda her açıdan baş döndürücü bir değişim yaşandı. Söz konusu değişimin ne kadarı olağan yani zamanın gereği olan dönüşümün sonucu, ne kadarı tümüyle bize ve mevcut siyasal iktidara özgü nitelikler barındırıyor, ayırt etmek her zaman o kadar kolay değil sanırım. Her ne olduysa oldu ve insan, ülke, şehirler, sokaklar, evler, diziler değişti. TV dizilerine bakarsak; ülkenin yarısı, birbirinin gözünü oymak dışında bir gelecek planı olmayan fertlerden oluşan aileler halinde yalı ve rezidansta yaşıyor, kalan yarısı da mahalle ortasında birbirini öldürüyor. Dönemin ruhu, demek ki. Ya da senaristlerin ruhu, bilemiyorum.
Her neyse, bir yazıda bitip tükenecek konu değil bu… Ayrıca, okuduğunuz satırlardan bir komşu ve komşuluk övgüsü sonucu çıkmasın. Fazlaca insan canlısı olmamak da bana kalırsa çok fena bir tercih değil. Ancak mesele şu ki komşuluk ilişkilerinden hiç hazzetmeyen, insan canlısı olmayanlar da, komşu! Ev müstakil değilse birileriyle yaşamak durumundayız, istesek de istemesek de.
İşte o birileri, hayatımızda hiç olmayabileceği gibi, katkı sunabilir ya da zarar verebilir.
‘Görünmeyen’ komşu tipi hakkında söyleyecek fazla bir şey yok, yararları da yoktur zararları da. Zararları olmadığı için genel olarak yararlı insanlar. Mesafeli bir sevgi ve saygıyı hak eden kategori. ‘Katkı/yarar sunan’ iyi komşuluk ise hakikaten değerli bir ‘kurum.’ Diğer tüm ilişki biçimlerinde de olduğu gibi, ilişkinin sağlıklı devam edebilmesi için gerekli başat nitelik olan ‘ölçülülük’ ilkesine sadık insanlar arasında yaşanabilir ancak. Gerek duyduğunda ‘orada’ el uzatabilecek ve elini uzatabileceğin birilerinin olduğunu bilip hissetmek iyi geliyor insana. Karantina günlerinde hele. Birer, ikişer, üçer kişi tıkılıp kaldığımız nohut kadar evlerimizde. İnsanız nihayetinde ve yakınımızda bir yerlerde dost birilerinin varlığı mutluluk, güven veriyor.
İnsanın canına okuyan, ‘Allah’ın cezası komşu’ konusuna girmeyeceğim. Hepimiz en az birkaç kez yaşamışızdır bu deneyimi. Hayattan bezdirirler hakikaten ve hâlihazırda yeteri kadar dert var başımızda, tadımız kaçmasın. Fakat söylemeden geçemeyeceğim, beni en çok ürküten, komşunun eşine ve çocuğuna şiddet uygulayanına çatma düşüncesi. Neyse ki bugüne dek hiç olmadı, herhalde çok zordur ve çaresizlik hissi yaşatıyordur insana.
Komşuluk, yalnızca bina sakinleriyle de ilgili bir konu değil ayrıca. Mahalle esnafı konunun mütemmim cüzü. Tüm bu ayrıntılar, başka haftaların konusu olsun…
Yazıyı, özel ilgi alanıma giren ‘selam vermeyen komşular’ konusuyla bitirmek istiyorum!
Çok çeşitli komşum olduğu gibi, çok çeşitli selam vermeme hallerine de tanık oldum. Hani, ‘insan ayıkken neyse sarhoş olduğunda da odur’ derler. Çok doğru. İnsan ‘karantina öncesinde neyse, karantinada da o oluyor,’ haliyle. Karantina günlerinde de değişmediler vesselam. Benim için en ilginç ve anlaşılması güç komşu, ‘selam vermeyen’ tür. Aynı sitede, aynı apartmanda yaşıyorsanız, karşılaştığınız o daracık alanlarda selam vermemek çok özel çaba gerektiriyor. Konuşmaktan, hal hatır sormaktan, gereksiz jestlerden değil; yalnızca başı hafifçe bir yana eğip belli belirsiz bir gülümsemeden söz ediyorum. Olabilecek en basit, naif ve insani temas için gerekli beden hareketi. Yolda izde selam vermemek ve bunu çaktırmadan yapmak mümkün belki. Oysa bir apartman girişinde değil! Olmadığı için, selam vermek istemeyen insanın, bunu ‘selam vermek istemediğini özellikle belli ederek’ yapması gerekiyor. Saatine bakarak, durup dururken tavana odaklanarak, manasızca ve sert bir hareketle zemine kilitlenerek, gözlerini kısıp ileriyi süzerek…
Selam vermek istemediğini ‘sergileyen’ insan kadar tuhaf görünen pek az şey vardır herhalde. Hâlihazırda yaşadığım sitede de böyle insanlar var. Sanki o gün evlerinden “Dur şu insanlığa bir selam vermeyeyim de görsünler günlerini,” diyerek çıkmış gibi bir halleri oluyor. İşin gülünç yanı, insan zaman içinde ‘baka baka kararıyor.’ ‘Selam alamayan’ apartman sakini bir süre sonra, selam vermeyenden daha önce ve hızlı selam vermemeye çabalıyor! Bende de oldu böyle bir etki. Metrelerce öteden ‘ilgili şahsı’ fark ettiğim anda, gözlerimi telaşla başka bir yere sabitliyorum ki, bu da ona ders olsun!
Eğer yetkin bir edebiyatçı vb. olsaydım, karşılaştığı insana göstere göstere selam vermeyenlerdeki temel sorunun ne olabileceği, bu davranışlarının altındaki hatıralar, içlerinde kopan ve tanımlamakta zorlandıkları fırtına, hayattaki anlam arayışları vs. üzerine kafa yorardım herhalde. Değilim ama. Belki de bu yüzen bende, deşmeye değer hiçbir gizleri olmayan, yavan mı yavan bir insan izlenimi uyandırıyorlar…
Murat Sevinç / duvaR. 

Karl Marx: Devrim için düşündü, devrim için yazdı, devrim için yaşadı - Özgür Şen / SOL

Bugün Karl Marx'ın doğum günü. Hiç kimse 202 yıl önce gözlerini dünyaya açan bu çocuğun, tarihin bilmecesini çözen eylem ve düşünce adamı Karl Marx olacağını elbette tahmin edemezdi. Özgür Şen, Marx'ın fikirlerinin neden hala güncelliğini koruduğunu yazdı.


Karl Marx, 5 Mayıs 1818’de doğdu. Görüşlerini kendi yaşadığı asırda, 19. yüzyılda tanık oldukları biçimlendirdi. Ama Marx’ın fikirleri yaşadığı yüzyıla sıkışmadı. Hem de her yüzyıl dönemecinde tersi yönde yapılan kehanetlere rağmen…
Marx, hayata gözlerini yumduğunda düşüncelerinin çok alıcısı olduğu söylenemezdi. Tanınan bir fikir ve eylem adamıydı. Özellikle Paris Komünü sırasında, dönemin iktidarlarının kendisini hedefe oturtması nedeniyle ismi pek çok çevrede duyulmuştu. Kurduğu teorik sistem, 19. yüzyılın sonunda insanları etkilemeye başlamıştı. Eserleri birkaç dile de çevrilmişti. Ancak kitaplarının ne kadar okunduğuna, mütevazi cenazesine, işçi sınıfı hareketi içindeki takipçilerinin sayısına bakıldığında Marx’ın da pek çok çağdaşı gibi 19. yüzyılın bir düşünce insanı olarak tarihe geçeceği düşünülebilirdi. Çoğunluk da bu görüşteydi. Ama dostu ve yoldaşı Engels başta olmak üzere tersini düşünen bir avuç insan haklı çıktı.
Marx’ın düşünceleri 20. yüzyıla damgasını vurdu. Onun fikirlerinin öncülüğünde ülkeler kuruldu ve insanlığın eşitlik ve özgürlüğe doğru yürüyüşünde devasa adımlar atıldı. İşçi sınıfı iktidara gelemediği ülkelerde de Marx’ın kurduğu teorik sistemin rehberliğinde büyük mücadeleler verdi ve kazanımlar elde etti.

Korona günlerine tanıklık etse ölesiye kin duyduğu burjuvaziye keskin kalemiyle saldırırdı. Ancak Marx bununla yetinmezdi. Bugün bu koşullarda devrim hedefini dillendirmeyenlere, bu düzenin ıslah edilebileceğini düşünenlere, daha iyi bir kapitalizm hayal edenlere karşı öfkesini asla sınırlamazdı.

Sonra, bu mücadelelerde geriye düşülmesi ve sosyalist bloğun çözülmesiyle, yüzyılın sonunda bir kez daha aynı kehanet gündeme geldi. İddiaya göre marksizm bu defa ömrünü kesin olarak doldurmuştu. Sınıf mücadeleleri bitmiş, tarihin sonuna gelinmiş, Marx’ın tüm insanlığın düşmanı olarak gördüğü ve nefret ettiği sınıf olan burjuvazi kazanmıştı.
2020 yılındayız ve 20. asrın sonunda yapılan bu kehanetin de yanlışlandığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.
Marksizm 19. yüzyıla hapsedilememişti. Ardından 20. yüzyılda da kalmadı ve 21. yüzyıla taşındı. Marx’ın fikirleri hâlâ canlı, yaşıyor ve işçi sınıfının mücadelesi sürüyor.
Marksizm halen çağımızın aşılmamış ufku…
Ama kapitalizm koşullarında yaşadığımız ve kapitalizmi en iyi çözümleyen teorik sistem olduğu için değil… Kapitalizmi yıkmak zorunda olduğumuz için Marx’ın fikirleri hâlâ aşılamadı.
Evet Marx, kapitalizmi dahiyane bir şekilde analiz ediyordu, ama analizin keskinliği, analizin nesnesinin bir başlangıcı ve sonu olması saptamasına dayanıyordu. Marx’ın çözümlemesi o sonun bir an önce gelmesi için bir araçtı. Çözümlemenin bu denli etkili olmasının nedeni, kapitalizmi bitirmek için yapılmasıydı.
Kapitalizmi her yönüyle anlamak aslında Marx’ın umurunda değildi. Tüm hayatı boyunca devrimden başka bir şey düşünmedi. Devrim için düşündü, devrim için yazdı, devrim için mücadele etti, devrim için yaşadı.
Kapitalizm insanlığın tanık olacağı sömürüye dayanan son sınıflı toplumdu ve kapitalizmi takip edebilecek tek toplumsal sistem sosyalizmdi. Bu dönüşüm de bir devrim yoluyla gerçekleşecekti.

Marx, devrimci teoriyi gerçek bir özneyle, işçi sınıfıyla buluşturduğunda hepimizin varoluşuna bir anlam kattı. Felsefeden bilime, teoriden eyleme bir daha kapanmayan kapılar açtı. İnsana, insandan büyük insanlığa giden yolu, tarihi avucunun içine almanın yolunu tarif etti.


Marksizm hâlâ aşılmamış bir ufuk çünkü bizim hâlâ bir devrime ihtiyacımız var.
İnsanlık kapitalizmi yıkmakta Marx’ı çıldırtacak kadar geç kaldı. Bu geç kalmanın faturasının kendisine kesilmesine değil, koşullar bu kadar uygunken, onun deyişiyle üretici güçler bu denli gelişmiş, sosyalizmin maddi altyapısı bu denli olgunlaşmışken insanlığın bu saçma sapan düzende acı çekmesine kızardı.
Daha 19. yüzyılda devrim için acele eden bir insan, iki yüzyıl sonra kapitalizmin yarattığı benzer sorunlarla, hâlâ aynı şeylerle uğraşıyor olmamızı kabullenemezdi. Öngörülerinde haksız çıktığını iddia eden aptallara da onların öngörü değil insanlığın önüne konan devrimci hedefler olduğunu ve hep devrimci bir tavırla sosyalizmin nesnel koşullarına işaret ettiğini hatırlatırdı.
Marx bir devrimciydi. Ömrü boyunca ele aldığı her soruna, her başlığa bir devrimci gibi yaklaştı. Bu düzenden de bir devrimci gibi nefret etti. Yine bugün korona günlerine tanıklık etse ölesiye kin duyduğu burjuvaziye keskin kalemiyle saldırırdı. Ancak Marx bununla yetinmezdi. Bugün bu koşullarda devrim hedefini dillendirmeyenlere, bu düzenin ıslah edilebileceğini düşünenlere, daha iyi bir kapitalizm hayal edenlere karşı öfkesini asla sınırlamazdı.
Kapitalizmin yıkılacağını bildiği için değil, yıkılmak zorunda olduğuna inandığı için bunu yapardı. Marx, kapitalizmin kendi sonunu nasıl hazırladığını defalarca yazdı. Ama onun geliştirdiği tarih görüşünde tarihin belirlenmiş bir hedefe yönelmiş ilahi bir aklı yoktu. Sınıflar mücadelesinin gerçekleştiği nesnel zemini tarif ediyor, mücadelenin dinamikleriyle kapitalizmin işleyiş yasaları arasındaki bağlantıyı çözümlüyordu. Marx için merkezde hep tarihsel bir görev üstlenen işçi sınıfı ve onun mücadelesi vardı.
Kendisinin ve tüm sınıfların sonunu getirecek olan işçi sınıfı… Bunu yaparken bu formülü ortaya atmış tarih görüşünü, adlı adınca marksizmin de sonunu getirecek olan sınıf, Marx’ın devrimci ilhamının ve umudunun kaynağıydı.
Marx, o umudu hiç kaybetmedi. Her daim işçi sınıfına saldıranlar, sınıfın varlığını sorgulayanlar aslında ne yaptıklarını gayet iyi biliyordu. İşçi sınıfı ve onun devrimci rolü yoksa, insanlığın umudu da yoktu.
Ama işçi sınıfı var. Dolayısıyla umut da…
Marx, devrimci teoriyi gerçek bir özneyle, işçi sınıfıyla buluşturduğunda hepimizin varoluşuna bir anlam kattı. Felsefeden bilime, teoriden eyleme bir daha kapanmayan kapılar açtı. İnsana, insandan büyük insanlığa giden yolu, tarihi avucunun içine almanın yolunu tarif etti.
Değeri yaratana geleceği nasıl yaratacağını anlattı.
Komünizm tarihin çözülmüş bilmecesiydi ve Marx, komünizm için dünyanın bütün işçilerine aynı çağrıyı yaptı: Birleşin! Marx’ın fikirleri halen canlı, komünizm hedefi ve çağrısı da öyle.
Çok geciktik, ama neyse ki Marx’ın sayesinde yolu da varacağımız yeri de iyi biliyoruz.
Özgür Şen / SOL

İyi ki doğdun Karl Marx - İbrahim Varlı / BİRGÜN


Eşsiz, rakipsiz bir hikâye anlatıcısıydı. Halalarımdan duyardım; henüz küçük bir çocukken kız kardeşlerine korkunç bir despot gibi davranır, at niyetine üzerlerine binip onları dört nala Trier’deki Markusberg’e doğru sürermiş. Daha da beteri, kirli hamurla ve hamurdan da kirli elleriyle yaptığı kurabiyeleri yemeleri için diretirmiş. Fakat onlar karşılığında anlatacağı hikâyeler hatırına “sürülmeye” katlanır ve kurabiyeleri mızırdanmadan yerlermiş…

Kızı Eleanor babasının daha küçük çocukken hikâye anlatıcılığındaki maharetini halalarından duyduğu kadarıyla böyle anlatır.

Okul arkadaşları da kolayca hicivsel mısralar ve taşlamalar oluşturma mahareti nedeniyle ondan çekinir, korkarlarmış.

Yordam Kitap’tan çıkan “Karl Marx ve Dünya Edebiyatı” kitabı bu ve benzeri anekdotlarla dolu.

★ ★ ★

Marx'la ilgili hikâye çok.

Ancak çocukluğu hakkında çok az bilgi mevcut. Kısıtlı bilgiler dahi Marx’ın ne kadar renkli bir karakter olduğunu gösteriyor.

Arkadaşları koyu ten rengi ve dalgalı saçlarına atfen onun Kuzey Afrika halkı Moor'lara benzediğini düşünerek "Moor" diye çağırırken o da çocuklarının kendisini "Yaşlı Nick" ve "Charley" diye çağırmalarını istermiş mesela!

Evde kızları tarafından yapılan oyun anketinde çoğuna da şakayla karışık verdiği yanıtlarda sevdiği rengin kırmızı, sevdiği yemeğin balık, sevdiği bitkinin defne ağacı olduğunu şairlerden Shakespeare ve Goethe’nin favorisi olduğunu biliyoruz.

★ ★ ★

Marx’ın hayatının ilk dönemlerinde ona bir edebiyat kariyeri bahşeder gibi görünen pek çok şey vardır. Bu olağanüstü beynin edebi yanının oldukça güçlü olduğu kabul edilir. Yazdığı şiirlerden kaleme aldığı oyunlara, hikâyelerden makalelere çok yönlü kişiliği kendisini her alanda gösterir.

Hayatının çeşitli dönemlerinde edebiyatla ilgili söyledikleri, kendi zevki, eğlencesi ve öğrenimi için okuduğu pek çok romanı, şiiri, oyunu nasıl kullandığını edebiyat eleştirisinin terminolojisini ve kavramlarını edebiyatla doğrudan ilgili olmayan çalışmalara nasıl dâhil ettiği bilinir.

Hukukun yanında felsefe, tarih okuması, birçok dil öğrenmesi düşünsel yapısını geliştiren unsurlardan.

İnsanlık tarihin en önemli şahsiyetlerinden birine dönüşmesinin, insanlık tarihine yön vermesinin temelinde de bu çok yönlü yeteneği var.

Tembellik Hakkı kitabının yazarı da olan damadı Paul Lafargue, asıl dinlenme biçiminin matematik olduğunu söyler. Sadece dinlenmek için değil, yine Lafargue’nin dediğine göre sevgili eşi Jenny’nin hastalığı sırasında Marx üzüntüsünü unutmak için de matematiğe sığınır.

★ ★ ★

Trier’de doğan Marx’ın büyük bir düşünce insanı olmasının yanı sıra bir de özel yaşamı var. Gençken sarhoş olup halkın huzurunu bozmaktan gözaltına alınması Bonn sokaklarını birbirine katmışlığı da bulunuyor.

Bonn Üniversitesi'ndeyken polis tarafından takibe alınan “sakıncalı” Şairler Kulübü’ne katılması, bir dönem Trier Taverna Kulübü İçiciler Derneğine eş başkanlık yapması kavgalara karışması, üniversitede düello yapması gibi.

Bonn’daki bütün bu “sakıncalı” halleri ve derslerindeki başarısızlıklar nedeniyle babası tarafından Berlin Üniversitesi'ne gönderilse de bir şey değişmez. Hukuk fakültesine kaydolmasına rağmen "felsefe olmaksızın hiçbir şeyin tamamlanamayacağını" düşündüğü için bu iki disiplini bir şekilde birleştirme yolunu bulur.
Felsefe hayranlığı onu Hegel'in düşüncelerini tartışan Doktor Kulübü (Doktorklub) isimli öğrenci grubuna yolunu düşürür. Burada Genç Hegelciler olarak bilinen radikal düşünürlerden oluşan grupla tanışır. Ve bir anlamda bu onun hayatının dönüm noktası olur. Genç Hegelciler Hegel'in metafizik öngörülerini eleştirir, sol bir perspektiften diyalektik yöntemini geliştirir.

★ ★ ★

Sonrası malum. Bilinen bir hikayedir.
Bilimsel Sosyalizmin kurucusu ömrünü, eserlerini insanlığın kurtuluşuna adar. Izdırap içinde, sürgünlerde, yoksulluk içinde bir ömür geçirse de davasından dönmez.

Bugün 5 Mayıs. Marx’ın 202’nci doğum günü. 5 Mayıs 1818 tarihinde Almanya’nın batısındaki Trier’de başlayan yaşam öyküsü Londra’da sürgünde sona erse de hayaleti bütün dünyada dolaşmaya devam ediyor.

İyi ki doğdun Karl Marx… İyi ki Das Kapital’i, Komünist Manifesto’yu yazdın, insanlığa kurtuluşun reçetesini gösterdin…

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...