2018-2019’un tekrarı mı? - Korkut Boratav / SOL

Kimi iktisatçılarımızın, uluslararası finans uzmanlarının övgüsünü alan son ekonomik kararların kaderi de, YEP 1’in benzeri olacaktır.  

Berat Albayrak, bir döviz krizi içinde Maliye Bakanı oldu. Yirmi altı ay sonra bir başka döviz krizi içinde görevinden “af” edildi. 

2018 başına uzanalım; dört perdelik tatsız bir gezinti yapalım. 

Ocak-Temmuz 2018: İlk kriz ve Albayrak’ın gelişi…

2018, Türkiye ekonomisi için olumsuz bir dış konjonktürle başladı. FED’in 2016’da başlattığı parasal daralmanın ilk ciddi yansıması, Şubat  2018’de gözlendi: Batı borsalarında sert bir daralma dalgası… Çevre ekonomilerinde hızlı para çıkışlarını tetikledi. Türkiye de bu olgudan fazlasıyla payını aldı. 

Niçin “fazlasıyla”? Bir kere dış politika nedenleriyle...  ABD ile ilişkiler Rahip Bronson gerilimi nedeniyle sertleşmişti. Trump’ın, Erdoğan’a ekonomik tehdit içeren iletileri hatırlardadır. 

Ekonomik etkenler daha da önemliydi: 24 Haziran seçimleri arifesinde, Cumhurbaşkanı’nın neoliberal reçetelere açıkça karşı çıkan söylemleri dikkat çekti. Bir bölümü seçim kampanyasının “olağan hallerinden” sayılabilirdi. Ama Erdoğan ölçüyü kaçırdı. Mayıs’ta, üstelik Londra’da, finans çevrelerinin temsilcilerine adeta “ders verdi”; TCMB özerkliğine ilke olarak karşı çıktı; faiz-enflasyon “teorisi”ni açıkça savundu. 

Seçim sonrasında bu “aykırı” söylemlerin ciddi olduğu anlaşıldı. Temmuz’da Maliye bakanlığına damat Albayrak’ın atanması “bardağı taşıran damla” oldu. Sorun, o tarihte Albayrak’ta değil, görevden alınan Mehmet Şimşek’in kimliğinde yatıyordu: Merrill Lynch kadrolarından siyasete girmiş olan Şimşek, uluslararası finans çevreleri için 2015’e kadar Ali Babacan’ın üstlendiği bir “güvence” olmaktaydı: Erdoğan’ın siyasal gündeminden kaynaklanan ekonomik ölçüsüzlükleri etkisiz kılmak… Neoliberal model, onlar sayesinde fazla arıza vermeden sürdürülmüştü. 

Bu olumsuz etkenler, Türkiye’ye dönük yabancı sermaye girişlerinin hızla gerilemesine yol açtı. Bank of International Settlements (BIS) verilerine göre Türkiye bu aylarda, ulusal parası en hızlı değer yitiren yükselen ekonomiler arasında Arjantin’den sonra ikinci sıradadır.  Arjantin, Haziran 2018’de 50 milyar dolarlık bir kredi anlaşması imzalayarak IMF’ye teslim olacaktır. 

Albayrak, Maliye Bakanlığı’na Temmuz 2018’de atanacak; 31 Ağustos’ta dolar 6,56 TL’ye tırmanacaktır. Damat, böylece, ekonomi  yönetimini bir döviz krizi içinde devralacaktır. Kasım 2020’deki bir diğer kriz  ortamında “görevden affedileceği” gibi… 

Eylül 2018: McKinsey denetiminde bir IMF programı… 

Saray’ın iç dünyasını bilemeyiz; ama Ağustos’taki döviz krizinin en azından yeni bakanı paniğe sürüklediği anlaşıldı. Berat Albayrak Eylül başında Londra’ya gitti. İşlem hacimleri 15 trilyona ulaşan finans kuruluşlarının yetkilileri ile topluca ve birebir görüşmeler yaptı. 

Görüşme  sonuçları basına açıklanmadı; ancak Bakan’ın dönüşünden hemen sonra (13 Eylül’de) TCMB, politika faizini %24’e çıkardı. Ertesi gün Financial Times, “Albayrak’ın Londra toplantısında bütün yatırımcıları dikkatle dinlediği; gerekenleri hızla kavradığı; Erdoğan’ı da faiz kararında de ikna ettiği” bilgisini haberleştirecektir. 

20 Eylül’de de Albayrak 2019-2021 yıllarını kapsayacak Orta Vadeli Programı, Yeni Ekonomi Programı: Dengelenme, Disiplin, Değişim (YEP 1) olarak açıklayacaktır.

Albayrak birer yıl arayla YEP 2 ve YEP 3’ü de sahiplenecektir. Ancak YEP 1 diğerlerinden tamamen  farklıdır. Londra ziyaretinin damgasını taşımaktadır. Daha da  önemlisi, önlemleri ve nicel hedefleri büyük ölçüde  IMF’nin Nisan 2018 tarihli Türkiye Raporu (Turkey: Article 4 Consultation- Staff Report; No. 18/110) dikkate alınarak hazırlanmıştır. 

Bu iki belgeyi 28 Eylül 2018’de Sol Portal’da yayımlanan “YEP: IMF’siz Bir IMF Programı” başlıklı bir yazıda karşılaştırmış; IMF Türkiye Raporu’nda yer alan kemer sıkma önlemleri ile YEP 1 arasındaki paralellikleri aktarmıştım.  Örneğin IMF Raporu 2019’da kamu maliyesinde millî gelirin yüzde 1,7 oranında daralma önermekte; bu öneri Albayrak’ın YEP’inde aynen (ve bir “hedef” olarak) yer almaktadır. YEP 1, IMF programlarının geleneksel faiz dışı fazla hedeflerini içeren bir kemer sıkma belgesidir. 

28 Eylül’de Berat Albayrak “şapkasından yeni bir tavşan daha” çıkardı. “IMF’siz IMF programı”nın bir eksikliğini giderdi. Dev uluslararası finans kuruluşu McKinsey  & Company ile YEP’in denetimi için bir anlaşma yaptığını duyurdu. Buna göre 2019 ve sonrasında program uygulaması, 16 bakanlık temsilcisinin katılacağı bir Maliye ve Dönüşüm Ofisi’nce izlenecek; McKinsey de üçer aylık raporlarla YEP’i denetleyecektir. 

Bu adımları iki hafta sonra “iyi bir haber” daha izledi: Rahip Bronson serbest bırakıldı; ABD’ye döndü. Erdoğan ile Trump arasındaki buzlar çözüldü. 

2019 ve sonra: Uygulanmayan, ciddiye alınmayan YEP’ler

Sonra ne oldu? Ana ilkeleri, hedefleri Albayrak’ın “Londra eğitimi” sonrasında belirlenen YEP 1, adım adım, fiilen rafa kaldırıldı. Hızla ortaya çıktı ki, ekonominin komutası, sürekli vitrine çıkan Albayrak’ta değil, Cumhurbaşkanı’ndadır. 

Erdoğan, önce Mc Kinsey ile yapılan “dışsal denetim” anlaşmasını veto etti.  Kasım 2015 ile başlayan seçim takviminin son sayfası, 2019 yerel seçimlerinde çevrilecekti. YEP 1’in kemer sıkma hedefleri, Cumhurbaşkanı için büyük öncelik taşıyan yatırım bütçesini 30,9 milyar TL kısmakta; mega projeleri fiilen askıya almakta; “yaren” çevrelerin nemalandığı teşviklerde 14 milyar TL’lik  kesinti içermekteydi. Erdoğan, elbette bunları göze almayacaktı.

Kamu maliyesi hedefleri bakımından YEP 1 fiilen uygulanmadı. Sonraki iki YEP’in de nicel hedefleri ciddiye alınmayacak; gerçekleşmeyecektir. 

TCMB’nin %24’lük faiz ayarlaması ve bu adımı izleyen IMF’siz IMF programı (YEP 1), uluslararası finans çevreleri tarafından nasıl karşılandı? 

Programın “denetimi”, fiilen ve “hariçten” Moody’s gibi uluslararası derecelendirme kuruluşları ve fon yöneticisi şirketlerin danışmanları (“ayak takımı”) tarafından üstlenildi.

Finans kapitalin parazit, spekülatif katmanları için faiz kararı kritiktir; “kemer sıkma” önemli, ama  ikincildir. Bunlar, dolar / TL kurunun tırmandığı dönemde (Ocak-Temmuz 2018’de) pusuda yatmaktaydı. TCMB faiz kararı ve IMF hedefleri içeren YEP, Türkiye’ye dönüş işareti oldu. 

Yabancı sermaye  hareketlerinden Türkiye’ye yansıyan dışsal şok 2019’a uzamayacaktır. BIS’in aylık verilerine göre TCMB’nin Eylül 2018 kararından 2019 sonuna kadar TL reel olarak değerlenecek; dolar ucuzlayacaktır. 

Adım adım ikinci kriz ve Albayrak’ın gidişi… 

Ta ki, Albayrak, ikinci bir döviz krizi ile tekrar karşılaşsın... İlk kriz onu Maliye Bakanlığı’na getirmişti; ikincisi götürdü. 

Türkiye, 2018’deki bunalıma katkı yapan parasal-mali uygulamaları, ilk YEP’i fiilen rafa kaldırarak tekrarlamaya başladı; sürdürdü. 2019 boyunca TCMB, politika  faizlerini ılımlı bir tempoyla aşağı çekiyordu; 2020’de ise enflasyonun altına yerleştirdi. Mayıs’ta %8,25’e indirdi; dört ay sabit tuttu. 

2020’de yepyeni “ekonomik saçmalıklar” icat edildi. Türkiye’nin (başta TCMB olmak üzere kamunun) döviz varlıkları kısa dönemde telafi edilmeyecek boyutta tüketildi. “Bıçak kemiğe dayanınca” Albayrak sorumlu tutuldu; görevinden “af edildi”. 

YEP 1’in serencamı, belirleyici kişinin Cumhurbaşkanı olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Albayrak’ın 2018’deki rolünü Naci Ağbal ve Lütfi Elvan devraldı. O tarihteki gibi TCMB faizleri sıçratıldı; finansal/malî politikalarda “ciddiyete dönüş” anlamına gelen kararlar alındı. 

Bu kararlara, ayrıca hukukta “reform” söylemlerine bakarak iyimserliğe savrulanlar yanılıyor. Cumhurbaşkanı, tüm bu alanlarda komuta mevkiinde olduğunu peşinen veya anında açıklamaktadır. Temel değişiklik yoktur. 

Kimi iktisatçılarımızın, uluslararası finans uzmanlarının övgüsünü alan son ekonomik kararların kaderi de, YEP 1’in benzeri olacaktır. 

Üstelik sonuçları hızlanarak, çok daha ağırlaşarak… Nedenlerini ayrıca tartışmak üzere… 

Korkut Boratav / SOL

Bir Tık’ın arkasındakiler - Burçak Özoğlu / SOL

 Bir Tık’la açılan dünya, ek iş, ek mesai, ek zor, ek yük anlamına geliyor. Bugün, emekçilerin Kara Cuması. Bakarsınız yarın o tıkları keyifle sayanlar için kararır...

Yalanım yok, alışveriş yapmayı severim. Alayım benim olsun, tüketeyim bitsin diye değil ama, hayal kurayım, plan yapayım, hevesleneyim, değişiklik yenilik gelsin diye severim. Hatta çoğu zaman alma verme kısmını değil de seçip beğenme işini yapar bırakırım.

Daha önceden de vardı elbette ama şu Korona günlerinde hayatımıza internet alışverişi yerleşti. Üstelik öyle zevk olsun, değişiklik olsun diye değil basbayağı gündelik temel gereksinimlerimizin karşılanması için de kullanır olduk bu yöntemi.

Çarşı pazar alışverişi için ben de sanal marketleri kullanıyorum ve artık hiç de sevdiğim uğraşlardan değil. Hayal kurma, heves etme kısımları çoktandır bitti de seçme beğenmede de pek kötüyüm. Geçen gün, sanal manavda kiloydu adetti kafam karışmış, sipariş eve bir geldi, koca poşette tek adet badem hıyar! Meğer, bir kilo yerine bir adet tıklamışım, üstelik daha önce tam tersini anne babama alışverişte yapmışlığım da oldu, haftalarca kivi yediydik iki evde... 

Her neyse, bırakalım benim hıyarı, esas konu etmek istediğim şeye gelelim. Malum bugün Kara Cuma. ABD çıkışlı, artık dünyaca ünlü, alışveriş karmaşası günü. Tüm Dünya utanıp sıkılmadan bu itiş kakış gününe Kara Cuma derken, Türkiye’de Şahane Cuma diye bir isim uydurmayı uygun bulmuşlar, öyle kullanılıyor.

Nerden çıkmış bu Kara Cuma?

Her Kasım ayının dördüncü Cuması, mağazalar, marketler, markalar alışveriş yapılmasını teşvik etmek için, büyük indirimler, kolaylaştırıcı uygulamalar ilan ediyorlar, sonrasında da arkalarına yaslanıp kopan kıyameti ellerini ovuşturarak izliyorlar. İndirim dediklerinin bir tür rakam oyunu olduğunu, sepetlere düşenlerin öncelikle elden çıkarmak istedikleri parçalar olduğunu, satıştaki ürünlerin hemen hiçbirinin insanların temel gereksinimlerini karşılamaya dönük olmadığını alan da satan da biliyor, yine de her yıl bu Kara Cumalar yaşanıyor.

Bu günün uydurulması ABD’de İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllardan 1960’ların başına kadar gelen “Baby Boom”- Nüfus Patlaması (Patlatılması da denebilir) dönemine dayanıyor. 

1950’lerde Kasımın dördüncü Perşembesine denk düşen Şükran Günü kutlamalarının hemen ertesi gününü, Aralık ayı boyunca sürecek Noel alışverişlerinin başlama vuruşu ilan ediyorlar. Kapitalist piyasalar açısından tadından yenmez bir gün olduğundan olsa gerek, sadece ABD’de kalmıyor, dünyanın hemen her yerine hızlıca ve kolayca yayılıyor.

Kara Cuma böyle doğuyor. Karalığını nereden aldığına ilişkin rivayetler muhtelif, ancak hangisi gerçek olursa olsun, bu günün simgelediği ve yol açtığı karmaşanın daha iyi ifade edilemeyeceğini düşünüyorum şahsen. 

Bu yıla kadar, insanların sokaklarda sabahladığı, birbirini ezerek mağazalara doluştuğu, bir uyduruk kumaş parçası için saç saça baş başa girdiği görüntüleri içimiz kalkarak izledik. Bu yıl bu itiş kakışı sosyal mesafelenmiş biçimde sanal alemde izliyoruz. E-ticaret yöntemlerinin bayramı oldu 2020 Kara Cuması, indirimler, taksitler, sepete ürün atmalar internet mağazaları üzerinden yapılıyor. 

Koltuğundan kalkmadan site site dolaş tıkla gelsin!

Tıklamayla olmuyor

Fakat işte o iş öyle olmuyor, tıklayınca gelmiyor. Ekrana parmak basınca, farenin sol kulağını ittirince ışınlanıp gelmiyor ürünler kapımıza. O her tık’ın arkasında onlarca insan var, saatler süren emek var.

Ekrana açtığınız internet mağazasının arayüzünün, uygulamasının, veri tabanının, müşteri ilişki ve iletişim ağının, abonelik sisteminin, ödeme sisteminin analizini, kodlamasını, tasarımını, testini, işletimini yapan yazılım emekçileri var.

Kimi zaman telefonun ucunda kimi zaman klavye başında saatlerce bu alışveriş karmaşasını idare etmek zorunda kalan, karşılarındaki sorun ne kadar anlamsız olursa olsun, seslerinde sözlerinde en ufak sitem, ima, öfke belirtmeden renksizleşmek zorunda kalan çağrı merkezi çalışanları var.

Toptan ya da perakende, bizim rahat koltuğumuzda tıklamayla seçiverdiğimiz ürünü, doğru boyda, doğru renkte, doğru adette rafından bulacak seçecek, paketleyecek, çalışanlar var.

Sonra, zaten şu Korona günlerinde canları burunlarında her gün binlerce paket kayıt etmek, kategorize etmek, dağıtmak, teslim etmekte çalışan kargo şirketi emekçileri var, kuryeler var.

Tıklamayla açılan dünyada bu insanlar var, her biri için bu alışveriş provokasyonu, ek iş, ek mesai, ek zor, ek yük anlamına geliyor. 

Bugün, bu emekçilerin Kara Cuması.

Bakarsınız yarın tıkları keyifle sayanlar için kararır...

Burçak Özoğlu / SOL

Trump dersleri - II - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Geçen hafta, ABD kapitalizminin zirvesindekiler Trump’ın artık gitmesi gerektiğini söyledi. Bu hafta Trump, direnmekten vazgeçti. Peki, ona oy veren 70+ milyon seçmene ne olacak?

Sermaye isterse...

Trump, sermaye üzerindeki denetimleri daha da azaltıp büyük bir vergi indirimini devreye sokarken sermaye sınıfının neredeyse tamamının desteğini alıyordu. Trump yanlısı toplumsal tabanın “acayiplikleri” o sırada göze batmıyordu.

Ancak Trump, ABD’de siyasi kültürel kutuplaşmayı daha da derinleştirdi, “seçkinlere”, mali sermayeye yönelik bir öfkeyi, Yahudi düşmanı komplo teorileriyle besleyerek kışkırttı, ekonomiyi paramparça eden Covid-19 krizini yönetemedi. ABD’de “güvenlik bürokrasisi” de Trump’ın aşırı sağcı gruplarla ilişkilerinden, dış politikasından tedirgin olmaya başladı.

ABD seçimlerinde bir adayın kampanya kasasındakiler, sermaye sınıfının o adaya verdiği desteğin ölçüsüdür, seçimlerin olası sonuçlarına ilişkin önemli bir göstergedir. Başkanlık seçimlerinde, Trump’ın karşısına Biden gibi egemen sınıfların yakından tanıdığı, güvendiği, devlet deneyimli bir aday çıkınca, mali destek bu adaya doğru akmaya başladı. Buna ana akım medyanın desteği, CNN’nin adeta Biden kampanya kanalı gibi çalışması eklendi.

Bu ortamda, Trump seçimleri kaybetti ama önemli bir kısmı fanatik yandaş, çoğunlukla, proletarya, lümpen proletarya ve kırsal bölgelerin küçük işletme sahiplerinden oluşan 70+ milyon seçmenin oyunu aldı. Trump, seçim sonuçlarını kabullenmeyerek bir siyasi krizin kapısını araladı.

Trump istikrar, güvence kaynağı olarak değil, istikrarsızlık, siyasi kriz kaynağı olarak belirmeye başlayınca, diğer bir deyişle “süreç olarak faşizmin” tabanının (alt sınıfların) sesi kabul edilebilir düzeyin ötesine geçmeye başlayınca, egemen sınıflar desteklerini çekti.

Geçen hafta ABD’nin en büyük çokuluslu şirketlerinden 30 CEO, bir telekonferansta bir araya gelerek Trump’ın seçim sonuçları karşısındaki tutumunun etkilerini tartıştılar; devir teslim sürecini bir an evvel başlatmasını istediklerini belirttiler. İş çevrelerinin, ABD Ticaret Odası, İş Çevreleri Yuvarlak Masası gibi güçlü kurumları da bu yönde açıklamalar yapıyordu.

Yüzde 10’luk demokrasi

Financial Times’tan Rana Foroohar, bu görüntü, Trump tabanının “ABD’yi çok zengin ve güçlü bir çete yönetiyor algısını güçlendirmeyecek mi” diye soruyor ve ekliyordu: “Zaten neredeyse herkes, ABD siyasi sisteminin zengin ve güçlüden yana çalıştığını bilir”. Foroohar, Gillens ve Page adında iki araştırmacının 2014 yılında yayımlanan, Amerika’da seçkinlerin ABD yönetimlerinin aldıkları kararları etkileme oranlarını, 20 yıllık bir dönemde 1700 vakayı sorgulayarak araştıran çalışmasını da anımsatıyordu. Araştırma, sıradan vatandaşların (seçimlerin) siyasi kararların şekillenmesini hiçbir biçimde belirleme gücü olmadığını ortaya koymuştu. Yönetimde bir politika değişikliği söz konusu olduğunda bu, gelir dağılımı piramidinin en üst yüzde 10’luk kesiminin eğilimindeki bir değişimden kaynaklanıyordu. Gillen ve Page’in çalışmasını “yapay zekâya” dayanan bir modelle yeniden gözden geçiren bir araştırmanın, bu yıl ekim ayında, Institute for Economic Thinking tarafından yayımlanan sonuçları, ilk araştırmanın bulgularını çok daha etkin biçimde doğruladı.

Bu yüzde 10’luk iktidar, şimdi kendi içinde gelmiş, yönetimini, eski Merkez Bankası Başkanı Yellen, eski savunma bakanlarından John Kerry, savunma endüstrisine yakınlığıyla bilinen Blinken ve Sullivan gibi düzenin bildik kadrolarıyla inşa etmeye başlayan bir siyasetçi olarak Biden’ın, ekonomi, Covid-19 salgını ve dış politika alanlarında istikrar getirmesini bekliyor. Ancak Trump’a oy vermiş seçmen, tüm kaygıları, korkularıyla, sadakatleriyle, dahası, “kandırılmış olmanın” öfkesiyle ortada duruyor. Trump’ın da 2024 seçimlerine, bu tabanın basıncıyla Cumhuriyetçi Parti’yi şekillendirerek gitmeye niyetli olduğu anlaşılıyor.

Trump’ın toplumsal tabanındaki emekçi sınıflarla, ilerici güçlerin konuşmasına olanak verecek bir “arayüz” kurulamazsa “süreç olarak faşizmin” Biden döneminde de gelişmeye devam ederek 2024 seçimlerine çok daha güçlü biçimde girmesi zayıf bir olasılık değildir.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Bülent Arınç’ı bırak, Fatih Ürek’e bak - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Eğer ben, yasak meyve konusunda meleklerle istişare etseydim, musibete maruz kalmazdım”.

Rivayete göre insanın ilk günahının sorumlusu, şeytan kandırığı ısırık değil, konuşmamaktı. Bir kişinin her şeyin en iyisini bildiği suskun düzenlerin akıbeti hep kötü oldu.

Bülent Arınç’ın istifa ettiği sırada, gazeteci İsmail Küçükkaya’nın yeni kitabı “Fikri Hür Vicdanı Hür”ü okuyordum. (Nemesis Kitap)

Bir yanlışlık olmasın. Arınç, AKP’den ayrılmadı. “Helalleşerek ayrıldım” dediği, Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu (YİK) üyeliği. Kurul, 15 Mayıs 2019 tarihli kararnameyle kuruldu. Gerekçesine göre, “millete ve devlete hizmeti geçmiş, bilgi ve birikim sahibi kişilerin bu kazanımlarından istifade edilebilme” amacı taşıyor. Haliyle Erdoğan için yaşanan bütün zikzaklara rağmen Arınç bu özellikleri sağlıyor.

Birçok kişiye göre YİK; AKP’nin vitrinden indirilmiş ağır toplarını, Erdoğan’a yakın tutmak için tasarlandı. Yine de Küçükkaya’nın kitabını okuduğumda sormadan edemedim:

Erdoğan sahiden hiç istişare ediyor mu?

Öyle ya, biz “istişare”yi Arapçadan aldık. Bir başkasına görüş sormayı, danışmayı anlatıyor. Haliyle farklı fikirdekileri dinlemeyi gerektiriyor. Ancak Küçükkaya’nın kişisel hikâyesi gösteriyor ki Erdoğan başka görüşleri dinlemek bir yana, onların yaşamaması için elinden geleni yapıyor.

Üstelik...

Küçükkaya’nın, minibüs parası yetişmediği için gazete kanepesinde uyuyacak kadar aşkla başladığı meslekteki derdi, “muhalif gazeteci olmak” da değildi. Kendisinin ifadesiyle o, iyiye iyi, kötüye kötü demeyi istiyordu. Merkez medyada kalarak, iktidarla mesafeli ama çatışmasız bir ilişki kurmaya çalışıyordu. Ancak ne zaman hoşa gitmeyen bir şey söylese karşılığını “susturulmak” ile ödedi.

‘Gazeteni kapatacaksın’

En meşhuru, 2008 yılında olanlar...

Yönettiği Akşam gazetesi, 20 Aralık’ta “Doğalgazı kıstık, seçim kömürüne yüklendik: Bedava Zehir” manşetiyle çıkmıştı.

Aslında haberin mantığı basitti. Bir yıl içinde doğalgaza yüzde 80 zam gelmişti. Buna karşın yoksul halkın geliri artmamıştı. Kömür yardımlarına dayanan halk, kombiyi kapatmıştı. Doğalgaz aboneliğinin sayısı yüzde 300 arttığı halde, doğalgaz kullanımı yüzde 35 azalmıştı. Tabii ki yanan kömür, büyükşehirlere hava kirliliği olarak geri döndü. Haber, ölçüm sonuçlarını da veriyordu.

Peki Erdoğan, kendi yönetimini uyaran, açıkçası Türkiye’nin fotoğrafını çeken bu haber karşısında ne yaptı?

Aynı gün kürsüye çıktı. Küçükkaya’yı patronu Karamehmet’e şikâyet etti. “Ya gazeteni kapatacaksın ya da yalan yazmayacaksın” diye bağırdı. Erdoğan’a göre kömür dağıtılan bölgede doğalgaz yoktu.

Mehmet Emin Bey ilk defa o gün arayarak kibar bir şekilde yanıt vermememi rica etti” diyor Küçükkaya, “imkânsızdı” diye de ekliyor.

Erdoğan, “Eğer iddialıysan gel seninle o eve ben gideyim” diye sesleniyordu. Küçükkaya, aynı gün beklemeden yapmıştı. Ertesi günkü yazısı şöyle bitiyordu:

“Sayın Başbakan biri sizi yanıltmış. Üzgünüm. O eve biz bir daha gittik. Gelin beraber de gidelim”.

Fotoğraflar da Küçükkaya’yı doğruluyordu. Gazetenin manşetindeki evin duvarında, doğalgaz dönüşümünü yapan firmanın adı dahi yazıyordu.

Nasıl ‘sakıncalı’ oldu?

Yayın yönetmeniyken Erdoğan’ın gezilerine katılabilen Küçükkaya, sık sık sakıncalı oluşunun öykülerini anlatıyor.

Örnek mi?

Erdoğan’ın değil Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı olacağını Türkiye’ye duyuran Küçükkaya, sonrasını şöyle aktarıyor:

“Erdoğan’ın bir danışmanı ‘Beyefendi çok sinirli’ demişti ve bu manşetten sonra uzun süre seyahatlere davet edilmedim.”

Ya da Erdoğan’ın katıldığı programın reytingiyle Kılıçdaroğlu’nunkini karşılaştırınca neler yaşadığını:

Ertesi gün başbakanın ekibinden ve ona en yakın isimlerden olan biri beni davet etti. Başbakanın bu manşete çok sinirlendiğini söyleyip böyle bir mukayeseye neden gerek duyduğumuzu sordu.”

Erdoğan’ın müdahaleciliği öyle hale geliyor ki Küçükkaya trajikomik durumu aktarıyor:

Mehmet Nazif Günal’ın TV8’in sahibi olduğu dönemdi. Erdoğan, Günal’a ‘Benim ulusa seslenişimi neden yayımlamıyorsun’ diye çıkışmıştı. ‘Yayımlıyoruz efendim’ diye yanıtladı Günal. Erdoğan’ın yanıtı ilginçti: Hayır, gecenin bir yarısında yayımlamışsın.”

Fatih Ürek’i bile susturan düzen

Türkiye “istişaresiz” bir topluma dönüşürken bundan herkes nasibini alıyor:

Şaşıracaksınız ama 2020 Eylülü’nde Ankara’dan gelen bir telefonla büyük bir televizyon kanalı Fatih Ürek’in sunduğu bir televizyon programına müdahale etmiş ve sunucuyu değiştirtmiştir. Fatih Ürek’le birlikte 9-10 yedek program çeken kanal bunların hiçbirini yayımlayamamıştır.

Erdoğan’ın bu “her şeyi bilen” düzeni yılların gazetecilerine bile nizam veriyor, susturuyor:

Bir yurtdışı seyahatinde diğer gazetecilerle birlikte Erdoğan’a eşlik ederken, Erdoğan’ın bir haberi kullanma biçimi konusunda Enis Berberoğluna çıkıştığına şahit olduk. Berberoğlu haberi kullandıklarını, ama iç sayfada olduğunu söyleyince Erdoğan, ‘İnsanlar içeriye bakmazlar, birinci sayfada kullanmalıydınız!’ diyerek yanıtladı onu. Gazeteciler ve patronlar, Erdoğan’ın bu tutumunu bildikleri için şu an Türkiye’de birinci sayfa mühendisliği yapılıyor. İktidar medyası, Erdoğan’ın hoşuna gidecek bütün haberleri birinci sayfadan verirken, Erdoğan’ın hoşuna gitmeyecek veya onu kızdıracak haberleri de küçülterek iç sayfalarda kullanıyor.

Medyanın yüzde 90’ını kontrol eden Erdoğan’ın, buna rağmen hâlâ neden FOX TV’ye takıntılı olduğunu İsmail Küçükkaya’nın anılarından okuyoruz:

Erdoğan’ın yanında kendimizi neden anlatamıyoruz konusu açılmış. Biri, ‘efendim bizim evde hanımlar sabahları FOX’u izliyor.’ Bir başkası ise ‘Sayın Cumhurbaşkanım, çocuklar bizim partiye ilgi duymuyor, oy vermiyorlar’ demiş.

Polis müdürü mü, parti çalışanı mı?

Yerel seçimde, Ekrem İmamoğlu-Binali Yıldırım tartışması öncesine ait, The Marmara görüntülerinin nasıl servis edildiğini Küçükkaya şöyle anlatıyor:

Ankara’dan ve İstanbul’dan benim de bildiğim üst düzey yöneticiler devreye girince otel yönetimi, ‘Bir soruşturma olmadan ve biz bu soruşturma yazısını görmeden görüntüleri veremeyiz’ diye karşı çıkıyor. Ancak ismini yine bizim bildiğimiz bir emniyet yetkilisi, bir ilçe emniyet müdürüne telefon açıp otele böyle bir yazı göndertiyorOtel bunu dayanak yaparak, o tarihe ait 24 saatlik kamera görüntülerini polise veriyor. Sonra da Sabah grubu yayınlara başlıyor. Ve akabinde acımasız bir algı operasyonu...

Devletin gömleği kullanılarak Türkiye, “istişaresiz bir toplum”a dönüştürülüyor.

Demokrasi, konuşma düzenidir. Meclislidir. Bir insanın dostlarıyla karar alması gibi, anayasaya dayalı sistemlerde kurumlar ve toplum birbiriyle konuşur. Bu yüzden düzen yavaş ama emin adımlarla ilerler. Otoriter düzen ise konuşmayı lüks kılar. Hızlı ilerleyen sistemde, bir kişinin arzusuna göre her gün her şey yıkılıp kurulur. Bugün en tepede olan yarın tepetaklak olurken vasat, biadının mükâfatını hızlı yükselişle alır.

İsmail Küçükkaya’nın “Fikri Hür Vicdanı Hür”deki anıları bize aslında kendi hikâyemizi anlatıyor. “İstişare”yi öldüren düzen, Bülent Arınç’ın “istişare öyküsü”nü film gibi izletiyor. Boş verin. İstifa etmiş ya da etmemiş. Hepimizin kurtuluşu, her şeyi baştan oturup konuştuğumuz gün olacak.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Bir, iki, üç: Daha fazla Vietnam! - HAKAN AYDIN / SOL-Görüş

 

Tarih, devrimcilerin ve komünistlerin önderliğinde örgütlenmiş bir halkın emperyalist mekanizmaları dağıttığını, “yenilmezliğin” yenildiğini göstermiştir.

19. yüzyılın ikinci diliminde; sanayi devriminin ve telgrafın yayılması, petrolün kullanımı, elektrik enerjisi ile kimya alnındaki gelişmelerle birlikte İngiliz ekonomik egemenliği Latin Amerika’ya girmişti. İngiltere; demiryolu ve buharlı gemilerle geldikleri Latin Amerika’yı demir, karbon, çelik ve inşaat sözleşmeleriyle kendine bağladı. Demiryolu, ticaret, maden ve bankacılık gibi dinamik sektörleri bu şekilde ele geçirdi. Devletlere verilen borçlar ve ithal ürünlere bağımlılık arttırıldı, girdikleri ülkelerin borçlarının katlanması sağlandı. 

Kapitalist ekonomideki gelişme tarım ve madencilik alanındaki yabancı sermaye yatırımları ile gerçekleşti. Mevsimsel tarım üretimi ile Tropikal tarım üretimi ve maden üretimleri yabancı sermayenin kontrolündeydi. Tarımın bir kısmı “Latifundio” denilen egemen sınıfın elindeki geniş topraklarla, “Minifundio” denilen küçük çiftlikler eliyle yürütülse de; Minifundiolar, üretimlerine çok düşük fiyatlar veren egemen sınıflar tarafından iflasa sürüklenerek yutuluyordu. Böylece; halkın büyük bir çoğunluğu patronlara hizmet etmek üzere ucuz iş gücü ya da büyük toprak sahiplerinin topraklarında kiracı haline getiriliyordu. 

Liberal reformlarla kölelik biçimsel olarak kaldırılmış olsa da yoksullaşan halkın “özgür” köleliği hâkim kılınıyordu. Halkın çalışma isteğini “teşvik” etmek üzere; uzak doğudan bilfiil köle olan insanlar yedek işgücünü artırmak için getiriliyordu. Köle göçmenler, ayrıca toplumun demografik yapısının değiştirilmesi, kültürel benzerliklerin kırılması ve yeni bir kültür yaratılması için kullanılıyordu. 

Latin Amerika’da İngiltere ile gelişmeye başlayan emperyalizm; Almanya, Fransa, Belçika ve ABD’nin mal ve para ihracatına dayalı ticari ilişkileri ile büyüyordu. Yeni “bağımsız” devletleri uzun dönemli borçlarla yönetme süreci başlamıştı. Kıta devletlerinin, vadesi gelen borçlarını ödeyememeleri halinde yönetimin değiştirilmesi ya da belirlenen toprakların çeşitli yatırımlarda kullanılmak üzere alacaklı ülkelerin sermaye gruplarına devredilmesi sağlanabiliyordu. Milyonlarca hektarlık topraklarda bulunan ormanlar kesiliyor, sular tüketiliyor, topraklar çölleşene kadar hem yeraltından hem de yer üstünden kemiriliyordu. 

1830’da hayatını kaybeden “Kurtarıcıların kurtarıcısı” Simon Bolivar ile 1824 tarihinde Fransa’ya sürgüne gönderilerek 1850 yılında sürgünde hayatını kaybeden “Güneyin büyük kurtarıcısı” Jose de San Martin’in mücadele ettiği eski tip sömürgecilik biçim değiştiriyordu. Kapitalizmin kıtadaki gelişimi emperyalizmi, emperyalizm ise yavaş yavaş ABD’nin hamiliğini doğuruyordu. Emperyalizmin kıtadaki gelişim sürecini Küba’nın ‘Havari’si, Jose Marti yorumlamaya çalışacaktı. 

Jose Marti, Meksika’da Diaz Rejimine karşı köylü mücadelesi ile ABD’nin bu ülke üzerindeki etkinliği konusunda epeyce kafa yormuştur. Bunun yanı sıra; Guatemala ve Venezuela’ya yönelik doğrudan ABD askeri müdahalelerini emperyalizmin ilk işaretleri olarak görmüştür. Tespiti yerindedir: “Latin Amerika’nın en özgür ve refah içindeki halkları ABD’den uzak duranlardır.”

Jose Marti, Latin Amerika’nın tarihsel liderlerinden çok farklıydı. O, daha 17 yaşındayken siyasete girmişti. Hemen ardından 6 yıl boyunca ağır çalışma koşullarına mahkûm edilmişti. Küba Özgürlük Partisi’ni emperyalizme karşı mücadeleyi toparlamak için kurmuştu. ABD emperyalizmine karşı düşlediği devrimin aydını, emekçisi ve savaşçısıydı. Havariliği buradan geliyordu. 1895 yılında; Dominik’te, Maximo Gomez ile birlikte ‘Montecristi Manifestosu’nu yazarken emperyalizmi ve ona karşı savaşı işaret ettiler. Küba’ya döndüler ve bu savaşın stratejisini çizdiler. 

Jose Marti, 14 Mayıs 1895’te “Kurtarıcı Ordu’nun Subay ve Şeflerine Genelge” adındaki bildiriyi yayınladıktan sadece beş gün sonra İspanyol askerleri tarafından kurulan pusuda vatansever yoldaşları ile birlikte can verdi. 1876 yılının Aralık ayında yazdığı şu cümlelerde geleceği işaret etmişti: “Hâlâ bir devrime ihtiyaç var ki; onu, başkan kendi şefleri için yapmayacak. Barışçıl tüm insanlar ayaklanacak ve bir seferliğine asker olacak. Bir daha geri gelmesinler diye…” 

Meksika Devrimi

1876-1910 yılları arasında Meksika’yı yöneten Porfirio Diaz; 9 milyon köylüyü yersiz yurtsuz bırakarak, bu toprakları tarım, maden ve ticaret girişimleri için ABD’li şirketlere peşkeş çekti. Topraklar yabancı sermayelerin işletmesine, halk ise açlığa terkedildi. Meksika’nın başında olduğu dönem korkunç bir yıkımdı. Açlık ve yokluğun başkaldırı tehdidi olduğunu bilirlerdi. Diaz’ın ordusu, olası bir devrim tehdidini bertaraf edebilmek için zaman zaman kitlesel kıyımlar yaptı.  

ABD şirketleri tarafından kurulan fabrikalarda yoğunlaşan insanlık dışı uygulamalar sonucunda; 1905 yılında başlayan işçi sınıfı grevleri ile köylü protestoları Diaz’ın diktatörlüğünü sarsmaya başladı. 1909 yılına gelindiğinde; büyük toprak sahibi bir ailenin üyesi olan Francisco Madero, Diaz’a karşı geniş bir muhalefet cephesi oluşturma iddiasındaydı, tutuklanarak hapse atıldı. Nasıl olduğu belirsiz bir şekilde hapisten kaçmayı başardı. 

Ülkenin ABD sınırında Françisco “Panço” Villa ile başkent Meksiko yakınlarındaki köylerde Emiliano Zapata köylüleri silahlandırıyordu. Madero ülkenin kuzeyinden girerek halka silahlanma çağrısı yaptı. Çağrı süreçle örtüşüyordu. Silahlanan halk kitleleri ile birlikte başkent Meksiko’ya girdi. Diaz, Fransa’ya kaçıp hayatını kurtaracak zamanı bulabilmişti. 

Modero, sosyal demokrat tavrıyla; iktidara gelir gelmez, kendisini iktidara taşıyanları ve bu arada Zapata’nın komutasındaki silahlı köylüleri silahsızlandırdı. Ardından; ABD’li petrol şirketlerinin vergilerini düşürdü ve köylüye dağıtılan toprakların bir kısmını köylüden geri aldı. Köylüler yeniden ayaklanmak üzereyken, Venustiano Carranza bir darbe ile iktidara geçti ve Modero’yu kurşuna dizdirdi. Seremoni, köylülerce inandırıcı bulunmamıştı. 

Yeniden silahlanan Emiliano Zapata ve Panço Villa; büyük topraklara el koyarak, köylülere yeniden dağıttı. Panço Villa, hâkimiyet bölgesindeki ABD şirketlerinin tren ve demiryolu hatlarına el koyarak silahlı köylüleri trenlerle başkente taşıdı. 1914 yılında Panço Villa ve Emiliano Zapata birlikleri başkent Meksiko’ya girerken, Carranza ABD’ye kaçtı.

Geçmiş Latin Amerika halk hareketleri içerisinde en uzun süren ve iç içe geçmiş birçok devrimi halkın silahlı şiddetiyle gerçekleştiren Meksika’da yönetim halkın elindeydi. Meksika Devrimi, çoğu eksikli ve gedikli de olsa; Şili, Paraguay, Guatemala ve Paraguay devrimlerinin ruhu oldu. ABD emperyalizminin ilk yenilgisidir. 

Küba Devrimi ve ABD’nin Domuzlar Körfezi Çıkarması


Küba’nın başındaki Batista; kendi diktatörlüğünü, geniş siyasal kesimlerle kurduğu çıkar ortaklığıyla koruyordu. Yaygın rüşvet ağı rejimin temel karakteriydi. Küba, ABD’nin para aklama merkezine dönüşmüştü. Kumar (şans oyunları diyelim!), fuhuş ve uyuşturucu tarım üretiminden daha önemliydi. 

Batista’nın güvenlik teşkilatlarının nasıl çalışacağı ABD’li danışmanlar tarafından belirleniyordu. Basın yayın tekeli ile birlikte genişletilmiş sansür Batista’nın, ekonomideki tüm kilit sektörler ise ABD’li şirketlerin denetimindeydi. Küba,1955 yılı itibariyle Latin Amerika’da doğrudan ABD yatırımları açısından üçüncü sırada yer alıyordu. Kübalı işçilerin yüzde 90’ından fazlası ABD’ye bağlı yan şirketlerde çalışıyordu. Bu şirketler ise donanım ve malzeme açısından ABD’deki şirketlere bağımlıydı. Ülkedeki küçük yerli üretici, yabancı rekabet karşısında korumaya sahip değildi. ABD sermayesine tanınan ithalat özgürlüğü karşısında yerli üreticilerin yaşama şansı kalmamıştı. Turizm sektörü ABD eliyle gelişiyor, bu gelişme yolsuzluklarla el ele gidiyordu. 


Fidel Castro ve sürgündeki arkadaşları, Meksika’da Latin Amerikan’nın her yerinden gelen devrimcilerle bir araya geldi. Meksika devriminin kazanımları ile Guatemala devriminin hatalarını birlikte değerlendirdiler. Castro; Jose Marti ve Maximo Gomez’in takipçisi olacak bir ideolojik hat kurmuştu. Batista’nın düşmanlığını kazanan kesimlerle işbirliği geliştirip silahlı bir ayaklanmayla diktatörlüğü devirmeyi hedefliyordu. 

26 Temmuz 1953’te Moncada Kışlası baskını ile mücadeleye başlayan Fidel Castro ve yoldaşları; düşerek, kalkarak, köylü ve emekçilerin desteği ile büyüyerek kazandı. 1 Ocak 1959’da Havana’ya giren gerilla kolları Küba Devrimi’ni ilan etti. Fulgencio Batista Zaldívar, yurt dışına kaçtı. İspanya Hayat Sigortası şirketinde yönetim kurulu başkanı oldu.

Diktatörlük yıkılmıştı ancak Küba’nın zenginleri ile mülk sahibi küçük burjuvalar yeni devrimci politikalardan rahatsızlardı. Yaklaşık bir milyon kişi olarak Küba’yı terk ettiler. Birçoğu ABD’ye kabul edildi.

1959 yılında çıkarılan toprak reformu yasası ile kooperatifleşmeler ABD şirketlerini rahatsız etmeye başladı. Devrim, halkın en temel ihtiyaçlarını inşa etmeye başladı, telefon ve elektrik fiyatlarını yok denecek seviyelere indirdi. Kent reformu yoluyla kiraları düşürdü, istemeyenlerin evlerinden taşınmaya zorlanmayacağını ilan etti, arsa rantının önünü kesti. 

ABD, sosyalizmin ayak seslerini duydu ve bunun, kendilerine karşı bir meydan okuma olduğunu kabul etti. 3 Ocak 1961’de büyükelçisini çekti, vatandaşlarının Küba’ya gitmesini yasakladı. 19 Ocak 1961’de Küba’yı istila etmeye karar verdi. Devrimden sonra Küba’yı terk ederek ABD’ye yerleşen göçmenlerin içerisinden eski asker, politikacı ya da kilise unsurlarını “Devrimci Demokratik Cephe” adını verdiği kontrgerilla gruplarında topladı. “Kübalı’ların Küba’yı kurtaracağı” hikâyesi yazılacaktı. Bu grupların bir kısmının, CIA yönetiminde adaya sızmasını sağladı ancak bunlar, Küba yönetimi tarafından ele geçirildi. Bunun üzerine; ABD, büyük operasyona karar verdi: “Domuzlar Körfezi Çıkarması”

Operasyon 15 Şubat’ta başladı. Küba’nın hava desteğinin kesilmesi için üç önemli havalimanı ABD uçakları tarafından vuruldu. Küba yönetimi, 16 Şubat’ta adaya yeni sızmalar olduğunu belirledi ve bu emperyalist istila girişimini ikinci kez Birleşmiş Milletler’e şikâyet ettikten sonra 35 bin asker ve 200 bin milisle ülke savunmasına çekildi.

17 Şubat günü; 1.500’den fazla ağır silahlı ve özel eğitim görmüş karşı devrimci; 5 gemi, 15 çıkarma teknesi, 5 tank, kamyonlar, toplar ve 16 tane B-26 bombardıman uçağının desteğiyle Giron sahiline çıkarma harekâtı başlattı. ABD’yi burada; Camilo Cienfuegos’un komutasındaki tabur karşıladı. Fidel Castro, Doğu cephesinde; Raul Castro, Batı cephesinde devrimci silahlı kuvvetlerin başındaydı. 66 gün süren muharebelerde; Küba Devrimci Silahlı Kuvvetleri, özgür insanlar gibi savaştı ve muharebeyi zaferle noktaladı. 

CIA’nın “tüm gücümüzle saldıralım!” önerisini reddeden Kennedy hükümeti, ABD’nin istila girişimdeki sorumluluğunu ve yenilgiyi kabul etti. ABD emperyalizminin ikinci yenilgisidir.

ABD’ye Karşı Direniş Savaşından Çinhindi Devrimlerine   

Vietnam, Kamboçya ve Laos’u kapsayan Fransız Çinhindi sömürüsüne karşı mücadele sürerken 2. Dünya Savaşı’nın başında Japon işgaline karşı ikinci cephe açıldı. 1944 ve 1945’te yaşanan büyük kıtlık bu mücadeleyi belirgin şekilde yükseltince; Hanoi’yi ele geçiren Ho Chi Minh önderliğindeki Viet Minh birlikleri, 1945’te Vietnam Demokratik Cumhuriyeti ile Ağustos Devrimi’ni ilan etti. 

Fransız emperyalizminin bağımsızlığı red ederek, 1946 yılında açık işgale girişmesi ile Vietnamlıların Fransız Savaşı olarak andıkları Birinci Çinhindi Savaşı başladı. Fransa’nın silah desteği ABD tarafından “Truman Domino Teorisi” gereğince sağlanıyordu. 1954’te Fransız ordusu kesin olarak yenilgiye uğratıldı ancak yaşananlar emperyalizmin son müdahalesi olmayacaktı. Aynı yıl düzenlenen Cenevre Konferansı’nda, Vietnam’ı 17’nci paralelden “geçici olarak” ikiye ayırıldı. Diğer yandan; bağımsız Kuzey Vietnam, bütün dünyaya kabul ettirilmişti. Bir yıl sonra yapılacak seçimler ile Güney Vietnam ile birleşilecekti. Güneydeki ABD işbirlikçisi yönetim, birleşmeden önce siyasi muhaliflerini yani komünistleri ezmeye yöneldi ve kendi “bağımsızlığını” ilan etti. Buna karşılık olarak; ülkenin güneyinde örgütlenen Viet Conglar (Ulusal Kurtuluş Cephesi), kuzeydeki komünistlerin de desteğini alarak ABD emperyalizminin ülkeyi terk etmesini istedi. 

ABD, yıllardır Fransa’ya yaptığı silah desteğinin karşılığını almak ve SSCB etrafında gelişmekte olan komünist ağı kırmak (Truman Domino Teorisi) üzere bölgede askeri güç biriktirmeye başladı. Vietnam ve çevresini yutacağına kanaat getirdiğinde “düzmece” bir olay icat etti: “Tonkin Körfezi’nde Kuzey Vietnam hücumbotları bir ABD muhribine saldırdı!” ABD kongresi, 1964 yılında, hem güneydeki Viet Cong’lara hem de kuzeydeki Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’ne karşı savaş kararını almıştı.  

ABD, bu savaşı; sivil katliamlardan, kadınlara öldürdükten sonra tecavüz etmeye; savaş esirleri üzerinde işkence yöntemleri geliştirmekten, “serbest atış bölgeleri” belirleyerek askerlere dilediği gibi adam öldürme hakkı vermeye kadar tarifsiz insanlık suçları işleyerek sürdürdü. Kendi askeri gücüne dâhil olan Güney Vietnamlılar ile Güney Korelileri bu suçları işlerken kullandı. Kimyasal yağmurlarla Vietnam’ı, Kamboçya’yı ve Laos’u yıkadı. Napalm bombaları ile ormanları yaktı, tarım alanlarını kullanılamaz hale getirdi. Bölgeye 7 milyon tondan fazla bomba attı. Vietnamlıların Direniş Savaşı veya Amerikan Savaşı olarak andıkları bu savaş; 4 milyon insanın ölümüne ve bir o kadar insanın da yaralanmasına ya da sakat kalmasına sebep oldu. Emperyalist vahşetin etkileri yıllarca sürdü.   

Ekonomik güç, uluslararası işbirlikleri ve teknolojik üstünlüğe rağmen; 27 Ocak 1973 tarihinde Paris’te imzalanan ateşkes ile ABD Vietnam’da yenildiğini kabul etti. Emperyalist müdahaleler sonucu 1945 yılında başlayan bu olağanüstü direniş; Vietnam, Kamboçya ve Laos’ta sosyalist iktidarları getirdi. ABD emperyalizminin üçüncü yenilgisidir.

İnsan algısının yönetimi, emperyalizmin uzman yetiştirdiği özel alanlardandır. Algı oyunları ile hedefte olan bireylerin, grupların ya da toplumların düşüncelerinin istenilen biçimde yönlendirilmesi, emperyalizmin dünya genelinde uyguladığı yaygın bir durumdur. Hollywood’un ürettiği “Rambo” serisi gibi filmler, emperyalizmin yenilebileceği düşüncesini ortadan kaldırmak üzere tasarlanmış algı çalışmalarının en basit örnekleridir. En gelişkin örneği ise “demokrasinin” önemi üzerine kurgulanır. Yerli işbirlikçiler, bu demokrasinin hizmetkârlarıdır. Düzen değişmez, kimin yöneteceği de! Nasıl yönetileceği üzerine beyin yakan tartışmalar, tanıtımlar, öneriler, yayınlar, yazınlar… üretilir. 

Emperyalizm; özellikle SSCB’nin yıkılmasından sonra açığa çıkan, dünyadaki dengesizliği denetim altına almak için çaba gösteriyor. Varlığının biricik teminatı olan kapitalizmin yarattığı kontrolsüz üretimin, aşırı birikiminin, servet eşitsizliğinin getirdiği krizleri denetim altına almak için çaba gösteriyor. Tüm dünyada işleyen sistemin basit bir sömürü çarkından ibaret olduğunu saklamak için çaba gösteriyor. Bu büyük mekanizma için en çok algı yönetimine ihtiyaç duyuyor.  

Diğer yandan; tarih, devrimcilerin ve komünistlerin önderliğinde örgütlenmiş bir halkın emperyalist mekanizmaları dağıttığını, “yenilmezliğin” yenildiğini göstermiştir. Bunu anlamak için algı yönetimine ihtiyaç yoktur. Biraz eğitim, iki satır da okuma kültürü edinmek yeterlidir. 

Emperyalizmi çok iyi tanıyoruz. Daha önce yendik, yine yeneriz!

Bir, iki, üç: Daha fazla Vietnam!


HAKAN AYDIN / SOL-Görüş

Maradona'nın takımında oynamak ister misiniz? - İSMAİL SARP AYKURT / SOL

 'Futbol oynarken yine, adını sayıklamaya, anmaya devam edeceğiz. Aynı takımda yer almaya da…'

Fidel ile her sohbetinden sonra onun hakkında bir şey söylemeyi ihmal etmezdi Maradona. Fidel’e çok şey borçlu olduğunu biliyordu ve “Castro, benim ikinci babam gibiydi” diyordu. Onun için o günlerde sağ olmasının tek kaynağı Fidel’di. “Tanrının yanı sıra, bugün sağ olmamın nedenidir” diyordu.

Bizim Fidel için de o “büyük dost” ve futbolun yaşayan efsanesiydi. Bugün artık yaşayan en büyük futbol efsanesinin aramızdan ayrılışına tanıklık ediyoruz. Hem de Fidel’i yitirdiğimiz günün yıl dönümünde…

Bu kadar bağlı oldukları için midir bugünü seçmek bilinmez ama mektuplaşacak kadar sıkı bir dostluktu onlarınki.

İlginçtir ki Maradona, Küba'da uyuşturucu tedavisi görürken tanışma fırsatı bulmuşlardı. Ancak arkadaşlığı ilerletmeleri için Maradona’nın emekliliğini bekleyeceklerdi.

Maradona’nın Küba Devrimi’ne dönük hayranlığı, koluna Che Guevara, bacağına Fidel Castro dövmesi yapacak kadar ileri gidiyordu. Zaten tarafını hiç saklamadı. Futbolunu yazmaya ne hacet, o zaten bize düşmezdi.

Gördüğümüz kadarıyla yetinsek de onun hep en iyi olduğunu biliyorduk. 

Maradona, Fidel’e “Tanrı” benzetmesi yapıyordu, Fidel ise ona “sporun Che Guevara’sı”…

Fidel, Maradona’nın hayatını kurtarmıştı. Uyuşturucuya karşı mücadelesinde ona kol kanat germişti. Zaten ifadesinden anlaşılıyordu: “Benim için bir baba gibiydi. Turnuva bitince Küba’ya giderek dostuma veda edeceğim. O, Arjantin bana sırtını dönerken Küba’nın kapılarını bana açtı”.

Maradona, 30 Ekim 1960’ta dünyaya geldi. O günden bu zamana kadar gerek futbolu gerekse de enerjik yaşamı ile gündemde kaldı Maradona. Sorunlar ve zor zamanlar yaşasa da bir Boca Juniors efsanesi oldu önce, ardından dünyaya müthiş bir futbol mirası bıraktı. Bu mirasın doldurulması gerçekten olanaksız.

Çocukluk hayali yoksul mahallelerin sembol takımı Boca Juniors’ta forma giymesi en büyük hayalinin gerçekleştiği an olsa da böyle kalmayacaktı yaşamı. Dünya kupaları kazandı, futbola adeta yeni bir kimlik kazandırdı. Bizim özendiğimiz, futbolu arsada oynadığımız günlerde ağzımızdan düşmeyen, alfabeden, aileden bir kişi oldu Maradona.

1986 Dünya Kupası’nda Arjantin’in İngiltere’yi 2-1 yenerek kupayı kazandığı gün elle attığı o golün unutulmazlığı ve meşruluğu açıktır ki ona özgüydü. Onun “sol eli” Tanrı’nın eli olarak hafızalara kazındı ve hiçbir gol, elle atılsa dahi onun kadar meşru olamadı.

Falkland Adaları gerginliğinin henüz taze olduğu zamanlardaydı. Golünü soranlara verdiği yanıt, çoktan unutulmazların en başına yerleşmişti:

“Biraz Maradona'nın kafası, biraz da Tanrı'nın eli…”

O, Arjantin futbolunun en bütünleştirici ve bazen de en ayrıştırıcı kişisi oldu.

Maradona, dedikleri, yaptıkları ve ele avuca sığmaz kişiliği ile ama en çok da "bizdenliğiyle" derin bir iz bırakarak ayrılıyor aramızdan…

Gariptir ki ölümü, hem “büyük dostu” Fidel’i yitirdiğimiz hem de bir diğer büyük futbolcu George Best’in hayatını kaybettiği güne denk geldi.

Kimbilir, belki de denk gelmemiştir; yalnızca ufak bir seçimdir.

Boca Juniors’un maçlarını oynadığı La Bombonera Stadyumu’nun girişine onun vedasından sonra şu yazı yazılmıştı, şimdi ise kalıcı bir mittir artık yazılanlar:

“Boca es mi religion, Maradona es mi dios, La Bombonera es mi iglesia” (Dinim Boca, Tanrım Maradona, Mabedim La Bombonera)

Futbol oynarken yine, adını sayıklamaya, anmaya devam edeceğiz.

Aynı takımda yer almaya da…

İSMAİL SARP AYKURT / SOL

Filistin, Abdülhamid efsanesi ve gerçekler - İslam Özkan / duvaR.


Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, ilk göçler 1882 yılında başlıyor ve hemen ardından düzenli bir şekilde koloniler kuruluyor. Ancak asıl büyük göçlerin Abdülhamid döneminin sonlarında, 1900’den sonra başladığını ifade etmek gerekir.

Artık resmi anlatı haline gelen Sultan Abdülhamid’in Theodor Herlz’in Filistin’den toprak talebine karşılık vermektense kendi hayatından vazgeçmeyi tercih ettiğini söylediğine dair muhayyel anlatı, muhafazakâr sağcı aklın hayal dünyasında bir gergef gibi işlenen, tarihsel gerçeklerden uzak bir tapınma ayinine dönüşmüş görünüyor.

Halbuki tarihi belgelere inildiğinde gerçekliğin çok farklı yüzleriyle karşılaşmak mümkün. Her şeyden önce şayet Osmanlı yönetimi gerçekten Siyonist göçü ve Siyonist kuruluşlara toprak satışını engellediyse ve buna karşı var güçleriyle mücadele ettilerse o zaman ilk Siyonist yerleşim birimleri nasıl oluyor da Abdülhamid tahta geçmeden hemen önce 1882 yılında kuruluyor ve 1890 yılında göçler büyük bir hız kazanıyor?

Geçtiğimiz yıllarda Arap dünyasının önde gelen yayınevlerinden, merkezi Beyrut’taki Arap Birliği Araştırmaları Merkezi (Merkezu’d Dirasati’l Vahdeti’l Arabiyye) II. Abdülhamid dönemini (1876-1909) ele alan bir çalışma yayınladı: “Devru Teshili Abdülhamid es Sani fi Teshili’s Seytarati’s Suhyuniyye Ala Fılıstin” (Siyonizmin Filistin Üzerindeki Hakimiyetini Kolaylaştırmada II. Abdülhamid’in Rolü). Kitabın Yazarı Fedva Nusayrat Ürdünlü bir kadın akademisyen.

Eser Sultan II. Abdülhamid'in Siyonist harekete karşı nasıl bir tutum aldığını, Siyonist devletin önünü açan ilk yerleşim birimlerinde o dönemdeki gözle görülür artışın nedenlerini, Osmanlı yönetiminin Siyonist faaliyetin genişlemesini önlemekte ne kadar başarılı olduğunu ortaya çıkarmayı amaçlıyor.

Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, ilk göçler 1882 yılında başlıyor ve hemen ardından düzenli bir şekilde koloniler kuruluyor. Ancak asıl büyük göçlerin Abdülhamid döneminin sonlarında, 1900’den sonra başladığını ifade etmek gerekir. Tahta geçtiğinde Abdülhamid, ülkeyi imparatorluğun toprak bütünlüğünü tehdit eden uluslararası ve iç krizlerle karşı karşıya kalmıştı. Hazine boştu, imparatorluk sürekli kan kaybediyordu, ordu disiplini kaybetmiş ve yabancı özel şirketler (başta Rothschild olmak üzere) imparatorluğun ekonomik kaynaklarına el koymuştu (Düyun-u Umumiye’nin bu süreçte kurulduğunu biliyoruz). Bütün bu ekonomik ve siyasi zorlukların yanı sıra güçsüzleşen devlet üzerindeki yabancı baskılar, Abdülhamid’in Filistin’le ilgili kararlarında önemli rol oynuyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun Arap ülkelerinde hüküm sürdüğü dönemde Yahudi tebaa, serbestçe Filistin'e gidip gelebiliyor ve Kudüs, Safed, Tiberya ve el Halil kentinde kendilerine göre kutsal sayılan yerlerde ikamet edebiliyordu.

1869 yılında yani, Abdülaziz döneminde yabancıların Hicaz bölgesi hariç imparatorluğun her yerinde mülk edinebileceği yönünde ferman çıkınca aralarında Siyonistlerin de bulunduğu yabancılar Filistin’den rahatlıkla toprak almaya başladılar. İlk başta Osmanlı Devleti bunun nedenini araştırmadı. Bunun birkaç nedeni vardı. 1881 yılında Yahudilerin Rusya’da maruz kaldığı uğradığı pogrom (büyük katliam), Rotschild ve Hirsch gibi bazı zengin Yahudilerin Yahudi göçünü finanse etmesinin yanı sıra bazı Siyonist kuruluşların göçe desteğiydi. İmparatorluk, Filistin'e Yahudi göçünün artmasının ardından 1882 Nisan'ında Yahudilerin Filistin'e yerleşmesine izin verilmeyeceğini ilan etmişti. Aynı karara göre fermanları kabul etmek şartıyla Yahudiler, yerleşmek istedikleri herhangi bir eyalete göç edebilir, almak istedikleri araziyi harç ve vergilerden muaf bir şekilde satın alabilir, askerlik hizmetinden muaf tutulabilir ve diğer konularda olduğu gibi ibadetlerini yerine getirebilirlerdi. Yurtdışından gelen Yahudiler, 150 aileden fazla olmamak üzere herhangi bir bölgeye yerleşme iznine sahipti.

Araplar ve Yahudiler arasındaki çatışmalar 1886'da alevlenince Arapların payitahta tepkisinin artması üzerine bir süreliğine Filistin'e Yahudi göçü yasaklandı ve Yahudilere, 1888 yılında sadece üç aylık bir süre için Kudüs'ü ziyaret etmelerine izin veren bir ferman yayınlandı. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa, vatandaşları ile ilgili getirilen bu kısıtlamaları protesto edince Osmanlı İmparatorluğu söz konusu sınırlama ve yasaklardan feragat etmek zorunda kaldı.

1877 yılında Kudüs mutasarrıfı olan Rauf Paşa’nın Osmanlı vatandaşlığı almak isteyenlere yüksek vergiler getirerek ve kanunlara aykırı bir şekilde Filistin’de ikamet eden yabancıların önlerine engeller koyduğu kayıtlarda geçiyor. Rauf Paşa, Bab-ı Ali’den Filistin’in yabancı göçmenlerin özgürce ikamet edebileceği ve yaşayabileceği bölgeler arasından çıkarılmasını talep etmiştir. Bab-ı Ali’nin bu talebe yanıtı “Filistin'e hac ve ticaret için gelen Yahudiler orada bir aydan fazla kalamazlar ve bu süre dolar dolmaz ülkeyi terk ederler” şeklinde bir karar çıkarmak olsa da Rauf Paşa’ya göre Filistin’e Yahudi göçünü hızlandıran bu tür kararlardır.

1890 yılı Yahudi göçünün görece ivme kazandığı bir yıldır. Sultan Abdülhamid, 1896'da Yahudilerin bir İsrail Devleti kuracaklarından korktuğu için Filistin'e yerleşmelerini engellemek amacıyla kendi el yazısıyla bir ferman yazar. Ancak bütün bunlar hiçbir işe yaramayacak ve Yahudi göçü bir yıl içinde üçe katlanacak, Yahudi nüfusu oranı yüzde 5’ten yüzde 11’e çıkacaktır. Abdülhamid, Avrupa ülkelerinin bakısı sonucunda Yahudilerin tamamen özgür bir şekilde olmasa da Filistin’e sınırlı bir şekilde yerleşmesine izin vermek durumunda kalacaktır. Bu ise Siyonistlerin önce siyasi ve ekonomik nüfuzlarını güçlendirmek daha sonra da Siyonist bir devlet kurmak için elinde güçlü bir dayanak oluşturacaktır.

Nitekim bütün tarihçiler ilk Siyonist yerleşim birimlerinin Abdülhamid’in tahta geçmesinden altı yıl sonra 1882 yılında kurulduğunda hemfikirdir. Ancak bu zamana kadar düzensiz bir şekilde başlayan ve 1900 yılına kadar devam eden Yahudi göçü, bu yıldan sonra sistematik bir hal almıştır. Bu süreçte kurulan Yahudi yerleşim birimleri, Mikfaya İsrail (1870), Bitah Tekva (1878), Zahron Yakub, Rişon Litsuyun (Bu yerleşim birimine ait toprakları Osmanlı yönetimi ahalinin vergileri ödeyememesi nedeniyle Rusya’dan gelen Yahudilere açık mezat usulü satmıştır) ve daha birçok yerleşke…

İşin garip tarafı Yahudi göçünü engellemek amacıyla çıkarılan fermanlar, yerleşim birimlerinin artışını ve Yahudi göçünün hızlanmasını engellememiş, tersine artırmıştır. Bir başka husus ise Yahudi göçünün engellenmesine ilişkin fermanlar, aslında fermandan önce satın alınan yerleşkeleri meşrulaştıran bir işlev görmüş ve Osmanlı hükümeti bu yerleşkelerin yasallığını tanımıştır. Siyonist iş adamı Baron Rotschild bu durumdan faydalanarak başkaları adına satın aldığı araziyi kendi adına tescil ettirmiş ve Yahudiler bu kez Filistin yakınlarındaki bölgelerde özellikle de bugünkü Suriye sınırları içerisinde toprak alımını hızlandırmıştır.

Bu gelişmeler üzerine yerli Arap ahalinin tepkisi doruğa çıkmış ve arazi satışına izin verilmesi nedeniyle 1895 öncesinde bölgede isyan patlak vermiştir. 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde Theodor Herlz önderliğindeki meşhur Dünya Siyonist Kongresi yapıldığı sırada Filistin toprakları üzerinde 45 bin dönüm arazi üzerinde 4 bin 530 nüfusa sahip 19 yerleşke kurulmuştu bile. Buna Siyonistlerin Şeria Nehri’nin batısında almış olduğu 10 bin dönümlük ve doğusunda almış olduğu 20 bin dönümlük arazi dahil değildir. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde sadece 28 bini Kudüs’te olmak üzere Yahudi nüfusu toplam 50 bine ulaşmıştır.

Rothschild'in Abdülhamid ve yönetimi ile iyi bir ilişkisi vardı, çünkü Londra'daki Rothschild Bankası Osmanlı İmparatorluğu'na büyük krediler temin etmişti ve bu da Osmanlı İmparatorluğu'nun politikasını etkilemişti. Dolayısıyla Abdülhamid döneminde Filistin'deki nesnel koşullar, yabancı Yahudilerin Filistin'e gelip toprak satın almaları ve ikamet etmeleri için büyük bir fırsat sunmaktaydı. Yahudi göçünün önlenmesi için önce ferman çıkartılıp ardından bunların değiştirilmesi, Filistin'e Yahudi yerleşimini hızlandırmak isteyen Siyonist hareket için müthiş bir kanuni boşluk doğurmuştu ve yerel yöneticilerin elini kolunu bağlayan bir durumdu. Yabancı ülkeler, Bab-ı Ali'den Yahudilerin yerleşmesine kısmî izin veren imtiyazlar alarak elde ettikleri gayrimeşru hakları kalıcı hale getirmiş oldular.

Kısacası padişah, araziyi doğrudan satmayı reddetmiş olsa da, bazen göçleri görmezden gelerek bazen de arzularına cevap veren yasalar çıkararak aslında Yahudilerin isteklerine zımni olarak onay vermiş oluyordu.

 İslam Özkan / duvaR.


Sizde değil bizde - Kaan Sezyum / BİRGÜN

750 milyon dolar gömüzlendi Ankara’da… Ne için? Dinozorlu ortam için. Niye? O dönemin fıskiye sevdalısı belediye reyizi seviyor diye… Şimdi ne oldu? Gitti, bitti, kül oldu. Fısss diye… 750 milyon dolar ya. Kaç doz korona aşısı alınırdı acaba? FATİH projesi gibi kayboldu gitti vallahi. UFO’lar aldı götürdü neredeyse.

Neyse ki kafası kopmuş dinozorlara, kimsenin ilgilenmediği hayalet tema parkında bu paralar gitti. Fıssss kıye.

Sorumlusu kim? Yok. Bu para hepimizin, bu para hepimizin cebinden çıktı gitti. Gidenlerdeeeen bir tek dinozoru bekledim, bir tek dinozoru düşledim gidenlerden…

Yüksek İstişare Komitesi’nde çalışan bireylerin hiçbir şekilde hiçkimsenin görüş ve fikirlerini yansıtmadığını da öğrendik ya Allah razı olsun. Peki o komiteye yerleştirilmiş bireylerin fikirlerini, sözlerinin, açıklamalarının hiçkimseyi bağlamadığı bir ortamda o komiteye ne gerek var? Alınan maaşlar, ödenekler filan da bizim cepten çıkıyor. Bizi de temsil etmiyor komite, adını taşıdığı makamı da temsil etmiyor. Peki neyi temsil ediyor o zaman?

Bir Barınç ağlıyor bak gözleri yaşlı. Twitter, Instagram, Tiktok, Snepçet ya da YouTube üzerinden değil. Telefon hattından. Neyse ki makamlar kimseyi temsil etmiyormuş. Peki kim kimi temsil ediyor? Birisi bizimle eğleniyor mudur nedir? Peki eğlenenlerin makamları da o makamları temsil etmiyor mudur acaba? Müdür müdür müdür gibi bir ortam.

Daha iki gün önce ya, yine demokrasi, hak, hukuk rüzgarı yapıldı. Ertesi gün hemen geri vitese takıldı. Ne şanzıman kaldı, ne dişli. Döne döne vallahi de Hadron çarpıştırısında dönen atom altı parçacıklar gibi olduk. Ne nerede olduğumuz bellli, ne nereye gittiğimiz… Hayzenberg’in demokrasisi gibi bir şey. Ya vardır, ya yoktur ama nerededir, bak işte onu bilemeyiz. Çok güzel kafa vallahi, bravo canım. Ey Nobel, gör bizi gör.

Geldi iki gözümün Paris’te sokya yemeyi bilemeyeni. Geldi püskevit admin, geldi klasik araba koleksiyoneri her şeyi uç uca ekleyip kırh yapan memleket sevdalısı… Püskevit admin diyor ki: Cumhur İttifakı; cukka ittifakı değildir, curcuna ittifakı değildir, çukur ittifakı değildir, çuval ittifakı değildir, çuvallamış bir ittifak hiç değildir… dedi… Ya vallahi de dedi. Laf oyunlu cin açıklamalar zamanı geldiyse, o açıklamalarla her şey yoluna giriyorsa tamam aşkım, tamam bi tanem…. Kesinlikle cukka yok. Cukka kesinlikle yok ya. O beş tane malum şirket alın teri ve geçiş garantisiyle kazanıyor. Cukka yokkkk, vallahi yok. Varsa şu ateşe kör bakalım. Cucurna yokkkk. Kesinlikle yok. Kimse curcuna yapmıyor. Kimse açıktan gelen ölüm tehditlerine, kazığa oturtma önerilerine filan laf etmiyor. Karambol yok, tertemiziz. Sorun sizde değil, bizde vallahi de. Bu illeti bizim başımıza biz getirdik. Sizin tavrını belliydi zaten. O yüzden gerçekten de size suç bulamayız. Aynı hatayı sürekli yapıp farklı sonuçlara ulaşmaya çalışan da biziz biz. Her seferinde oradan buradan ve hatta naaa şuralardan kandırıldıktan sonra size yine güvenen, her dediğinizi gerçek kabul edip gözümüzün önündekileri göremeyen de biziz. Sizin tarzınız, tavrınız belliydi aşko.

Çuval ittifakı da değildir, çuval sadece bizim askerlerimizin başına geçirirlirdi zamanında Amerikalılar tarafından hem de. Bizim başımıza çuval geçmedi, biz çuvalları gördük ama size güvenmeye devam ettik. Suç sizde değil bizde.

Kaç çocuktan, hangi internet sitesine gireceğimize, nerede ne zaman duracağımıza, durmayacağımıza, nereye ne kadar yol yapılacağına filan hep siz karar verdiniz, ormanları, dağları ona buna paketlediniz, köylüyü köyünde, çiftçiyi tarlasından ettiniz. Her şeyin ne olacağına siz karar verdiniz ama hiçbir şeyin de sorumluluğunu kabul etmediniz. Horolop şorolop diyen, daha iki lafı bir araya getiremeyen, neredeyse adını yazamayan, sahte kullanıcı açıp kendisini öven bireyleri filan hep siz gözümüze soktunuz. Biz de bunlara trene bakar gibi baktık.

Sorun sizde değil bizde vallahi. 

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...