7 Haziran 2021 Pazartesi

Metin Külünk ülkeden büyük! - Timur Soykan / BİRGÜN

Ülkenin adalet sistemi, milletin iradesi gasp edildi. Daha büyük hırsızlık, daha büyük yolsuzluk olabilir mi? AKP Merkez Karar Yönetim Kurulu Üyesi Metin Külünk, bu mafya düzeni sayesinde Türkiye’den büyük oldu.

Bu ülke nasıl bu kadar zavallı hale geldi?

Metin Külünk nasıl Türkiye’den büyük oldu?

Suç örgütü lideri Sedat Peker iddia etmedi, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu devlet televizyonunda söyledi:

“Suç örgütü liderinden ayda 10 bin dolar alan siyasi var.”

Suçları aydınlatmak, suçluları adalete teslim etmek birinci görevi olan İçişleri Bakanı suçlunun adını gizledi.

Siyasal İslam iktidarında organları parçalanmış devlet, haftalarca “Kim” diye soramadı.

Saray’da altın varaklı tahtında oturan, halka hesap vermekten kendini muaf kılmış Tek Adam, devlete talimat vermişti:

“Kimse konuşmasın, ciddiye almayın.”

Bataklığın içinde, sefalette boğulan halk ekranda devasa skandalı izliyor, sadece izleyebiliyor.

Halk, binlerce yargı mensubunun maaşını ödüyor ama yargısı yok.

Halk, milletvekillerinin, bakanların maaşlarını, lüks makam araçlarının parasını, her türlü masraflarını ödüyor ama Meclis’i yok. Skandalı araştıracak bir komisyonu bile yok.

Vatandaşın bir devleti yok.

Sedat Peker’in anlattığı skandallardan çok daha acı gerçek budur işte.

Ülkenin adalet sistemi, milletin iradesi gasp edildi. Daha büyük bir hırsızlık, daha büyük yolsuzluk olabilir mi?

Eski AKP milletvekili, AKP Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK) Üyesi Metin Külünk işte bu mafya düzeni sayesinde Türkiye’den büyük oldu.

Yeni sistemde vatandaşlıktan çıkarılıp tebaaya çevrilmiş 84 milyon, AKP MKYK üyesinden bile yanıt alamayacak kadar aciz duruma düştü.

ELÇİNİN MESAJI SUÇUN TUTKALI

Sedat Peker dün 9. videoyu yayınlamasından saatler önce Metin Külünk, Twitter’da bu devlete övgüler düzerek sanki alay ediyordu. Seçilenlerin devletin elçisi olduğunu anlattığı tweet serisindeki “Elçi sözcüdür. Elçinin hukukunun korunması çok değerlidir” sözleri elbette bir yerlere mesajdı.

Acaba Hürriyet Baskını’nı ya da karakolda milletvekilinin dövülmesini Sedat Peker’den isterken birilerinin elçisi olduğunu mu kastediyordu? Mafya liderinden parayı birilerinin talimatıyla aldığını mı ima etmişti? Konuşurum mesajı mı veriyordu?

Yani…

TRT ekranında açıkladığı suçun suçlusunu gizleyen İçişleri Bakanı’yla aynı taktiği mi uyguluyordu?

Sedat Peker’in Serdar Ekşioğlu ile görüşmesini yayınladıktan sonra Twitter’da yazdığı cümle özetliyor galiba hepsini:

“Biz hepimiz bir aileyiz her suçta beraberiz.”

İşte bu; suç ortaklığı en güçlü tutkaldır.

Organize işlerde herkes birbirine bağlıdır.

Örneğin…

Metin Külünk, Hürriyet gazetesine Sedat Peker’i saldırtırken çok yukarıdan birileri kamu bankasından Demirören’e medya grubunu satın alması için kredi verdirir.

Zincir bir yerinden koparsa hepsi ortaya dökülür… Mafya düzeninde ‘Omerta’ (sessizlik kuralı) böyle sürdürülür.

Ve zavallı ülke, beslediği kurumlardan, bakanlardan, devletten değil, suç örgütü liderinden almak zorunda kalır yanıtları.

Peker, 9. videoda ‘10 bin dolar’ gibi düşük meblağın kendisine hakaret olduğunu söyledi. Siyasilere çok daha fazlasını verdiğini öne sürdü. Metin Külünk’ün akrabasının 300 bin TL’lik borcu için alacaklıyı tehdit etmesini istediğini anlattı. Mafya suçlamalarından çekinip borcu kendisinin ödediğini iddia etti. Hangisi mafyaydı hangisi siyasetçiydi? Yetmedi, seçim döneminde Külünk’ün arabasına para bıraktıklarını anlattı.

Bu da yetmedi… Suç örgütü lideri, kendi fabrikasından bedava verdiği kahveleri iktidarın seçim kampanyasında dağıttığını söyledi.

Düşünün…

Bu bile detay olarak kalıyor yaşanan büyük rezilliğin içinde.

Bir gram demokrasi olan ülkede bu skandalın 40 yıllık yıkımı olur.

YARGIYI SİLAH YAPANLAR

Sedat Peker’in 9. videosundaki en önemli iddia şu:

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, SBK Holding’in sahibi Sezgin Baran Korkmaz’ı bakanlığa çağırıp 45 milyon dolar alacağından vazgeçmesini istedi. Hakkındaki soruşturmayı söyledi ve yurtdışına kaçmasını sağladı.

Peker, Sezgin Baran Korkmaz’ın bakanlığa geldiği tarihi, saatine kadar söyledi. Böylece iddiasının gerçek değilse kolayca yalanlanabileceğini ortaya koyuyordu. Daha önce defalarca aynı yöntemi izledi. Ama ülkede yargı olsa 15 dakikada doğru mu yalan mı ortaya çıkarılacak suçlamalar hep derin sessizliğe gömüldü.

Bu tarihi skandal günleri, Susurluk Skandalı’na benzetiliyor. “En büyük fark 1990’larda yargının harekete geçmesi” deniliyor. Bence değil.

Daha büyük fark; artık yargının skandal olaylarda silah olarak kullanılması.

Sezgin Baran Korkmaz’ın mal varlıklarına önce tedbir konup 3 hafta sonra kaldırılması, yurtdışına çıkış yasağı kararı verilip kısa süre sonra iptal edilmesi, örgüt suçlamalarının düşürülmesi gibi adımlarla firarın yolları açılmıştı. Kaçıp İsviçre’de göl manzarasında görüntüler paylaştıktan sonra dosyalar eski haline dönüyordu.

Sedat Peker skandal zincirinde suçluların, suç faaliyetlerinde silah olarak yargıyı kullandığına dair çok sayıda iddia var. Mübariz Mansimov’un Bodrum Yalıkavak’taki hisselerine çökülmesi, Altınbaşlar’a operasyon, Bataklık Operasyonu’nda Nevzat Kaya’nın davaya dahil edilmesi gibi çok sayıda olayda soruşturmalar ve dava dosyalarıyla şantaj yapıldığı öne sürülüyor.

Belki de yeni Türkiye’nin eski Türkiye’den en büyük farkı bu…

Onlar aile, halk kimsesiz…

Timur Soykan / BİRGÜN

                                                                      ***

Sedat Peker'in 'çanta çanta' para gönderdiği iddiasında bulunduğu Metin Külünk kimdir? (BİRGÜN)

Suç örgütü lideri Sedat Peker’in iddialarıyla gündem olan Metin Külünk, şimdiye kadar hiçbir açıklama yapmadı. Peki Külük kimdir? Hakkındaki iddialar neler?


Sedat Peker'in ilk kez isim vererek "çanta çanta para verdiğini" açıkladığı AKP Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK) Üyesi Metin Külünk, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a yakın isimler arasında yer alıyor.

Erdoğan gibi Rize Güneysu doğumlu olan Külünk, Yıldız Teknik Üniversitesi mezunu. Siyasete girmeden önce özel sektörde çalıştı. İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri (İTKİB) komitelerinde görev yaptı.

1995-2000 yıllarında İstanbul Sanayi Odası (İSO) Hazır Giyim Meslek Komitesi üyeliği ve meclis görevlerinde bulundu. Milli Türk Talebe Birliği Orta Öğrenim Yönetim Kurulu Üyeliği, Akıncılar Teşkilatı, Milli Selamet Partisi İl Gençlik Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundu.

AKP'nin kuruluşunun ardından da siyasete bu partide devam etti. Önce AKP İl Yönetim Kurulu üyeliği, daha sonra da İl Teşkilat Başkanlığı görevini üstlendi. 2011 seçimlerinde parlamentoya giren Külünk, üç dönem; 24, 25 ve 26. dönemlerde İstanbul milletvekilliği yaptı.

İL BAŞKANLIĞI YERİNE MKYK ÜYELİĞİ

Külünk, 2018 seçimlerinde milletvekili adayı gösterilmedi.

2019 yerel seçimlerinden sonra o dönem İstanbul İl Başkanlığı için adı geçti. Bu iddialar üzerine kendisi de "Sayın cumhurbaşkanımızın lider olarak bize resmi anlamda bir ihtiyacı varsa çağırır der ki Metin geç. Ama ben hiçbir şekilde öyle kongre adaylığı falan yapmam" diyerek açık kapı bıraktı.

Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın il başkanlığı için tercihi Osman Nuri Kabaktepe oldu. Erdoğan bunun yerine Külünk'ü parti yönetimine aldı ve AKP'nin 24 Mart'ta yapılan 7. Olağan Kongresi'nde, MKYK üyesi oldu.

GÜLEN'LE FOTOĞRAF ÇEKTİRENLERİN ÖZÜR DİLEMESİNİ İSTEDİ

Külünk, 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimi sonrasında Fethullah Gülen yapılanmasına karşı sert çıkışlarıyla dikkat çeken isimdi.

Darbe girişimi sonrasında Gülen yapılanmasına yönelik soruşturmalarla ilgili "yargı ve emniyete baskı yapan iller listesini" açıkladı ve bunların başında Ordu'nun geldiğini iddia etti. Ordu'da adım başı mobese olduğunu belirten Külünk, "Mobese kayıtları üzerinden FETÖ'ye alt yazılımla bilgi transferi yapıldığı" iddiasıyla dikkat çekti.

2019 yılında katıldığı bir toplantıda, kamuoyunda da çokça tartışılan Fethullah Gülen'le fotoğraf çektiren AKP'li siyasetçilere "O dönem fotoğraf çektiren arkadaşlarımız 2007'de vs ne zaman gitmişlerse çıkın bu topluma özeleştirinizi yapın. Özür dileyin" çağrısı yaptı.

SOYLU'YA YAKIN VAKFA BASKIN İDDİASI

Parti içinde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile yıldızının barışmadığı belirtilen Külünk'ün adı geçen yıl 22 Ağustos'ta bir vakıf baskınıyla gündeme geldi.

Soylu'ya yakın olduğu iddia edilen Milli Beka Hareketi Derneği Başkanı Murat Şahin, sosyal medya hesabından bir video paylaşarak, "@maske3g hesabının İçişleri Bakanımıza hakaretlerine karşılık verdiğimiz için Metin Külünk önce arayarak bizi tehdit etti, sonra da Milli Beka Hareketi Derneğimize 5-6 kişiyle gelerek bize saldırdı" iddiasında bulundu.

Şahin'in hesabın sahibi olarak açıkladığı Erdal Yılmaz'ın yanı sıra Şahin'in de gözaltına alındığı haberleri kamuoyuna yansıdı.

HÜRRİYET GAZETESİ BASKINI

Külünk'ün adı son dönemde Sedat Peker'in videoları nedeniyle kriminal olaylar ve Soylu'nun gündeme getirdiği "Peker'den 10 bin dolar maaş alan siyasetçi" tartışmasıyla bir kez daha gündeme geldi.

Peker eski AKP Milletvekili olan Feyzi İşbaşaran'ı, bir AKP milletvekilinin isteğiyle karakolda dövdürdüğü iddiasını dile getirdi. Peker, Feyzi İşbaşaran'ın dövülmesini isteyen milletvekilinin ismini vermedi ancak, "İyi bir dostumuz, hemşerimiz. Onu da pasifize etmişlerdi, şimdi tekrardan MKYK'ya aldılar" diye tarif etti.

İŞBAŞARAN'A SALDIRI ANI

Feyzi İşbaşaran ise gazeteci Erk Acarer'e yaptığı açıklamada, kendisini dövdüren kişinin Metin Külünk olduğunu söyledi. Külünk'ün Peker'in "en önemli ayağı" olduğu iddiasında bulunan İşbaşaran, "Erdoğan ile Peker arasındaki tek arabulucudur. İlişkileri o düzenliyordu. Beyoğlu Emniyet Amirliği'nde bana saldırı yaptıran da Metin Külünk'tür, zaten Sedat Peker doğruladı" açıklaması yaptı.

İşbaşaran ayrıca 8 Eylül 2015'de Hürriyet gazetesine baskın olayının da Külünk'ün isteğiyle yapıldığını söyledi.

Peker'in açıklamalarının ardından, o dönem Hürriyet gazetesi baskınını organize ettiği iddialarıyla adı gündeme gelen AKP'li Abdurrahim Boynukalın, sosyal medya hesabından, "Açıkçası çok rahatladım. Yıllardır üzerimize yapışan cam, kamera, turnike kırma gibi kriminal meselelerin bizimle alakası olmadığı açıkça ifade edilmiş" açıklaması yaptı. Ancak Boynukalın daha sonra bu mesajını sildi.

PEKER'DEN 10 BİN DOLAR MAAŞ İDDİASI

Son olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Habertürk ve TRT'de katıldığı programlarda, "Peker'den her ay 10 bin dolar maaş alan siyasetçi" olduğunu açıkladı ancak isim vermedi. Soylu'nun bu iddialarının ardından CHP, Peker'den 10 bin dolar alan siyasetçinin açıklanması için kampanya başlatırken, TBMM Başkanı Şentop'a da yazılı başvurarak bu ismin açıklanmasını istedi.

Şentop, bu konunun muhatabının kendisi olmadığını ve muhatabının açıklaması gerektiğini söyledi. Ancak Şentop'un bu konuyla ilgili İçişleri Bakanlığı'na yazı göndererek, "hukuki sürecin başlatılması için "tüm bilgi ve belgelerin hem adli makamlara hem de TBMM Başkanlığı'na gönderilmesini istediği" ortaya çıktı. Peker, 9. Videoda ise söz konusu siyasetçinin Metin Külünk olduğunu açıkladı ve 10 bin dolar değil, "çanta çanta" para verdiği iddiasında bulundu.

Külünk iddialara şimdiye kadar yanıt vermedi.

BİRGÜN




 

Av Turizmi Uygulama Talimatı yayınlandı | Cinayet takvimi belli oldu! - Özer AKDEMİR / Evrensel

 


Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nce 2021-2022 Av Yılı Av Turizmi Uygulama Talimatı yayınlandı.

TBMM'ye beş siyasi partinin uzlaşısı ile sunulan ancak 1,5 yıldır bekletilen Hayvan Hakları Yasasının çıkarılması için eylemler, kampanyalar düzenlenirken Tarım ve Orman Bakanlığı'na bağlı Doğa Koruma Ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nce 2021-2022 Av Yılı Av Turizmi Uygulama Talimatı yayınlandı.

Avlanmayı bir turizm şekli olarak tanımlayan talimat ile avlanmasına izin verilen türler, av şekli, zamanı, fiyatları ve kotaları belirlendi.

"HAYVAN HAKLARI YASASI ÇIKSIN" DERKEN

Geçtiğimiz aylarda hayvan istismarından kâr sağlayan sektörlere KOSGEB teşviki verilmesine yönelik tepkilerle birlikte av katliamının yasa kapsamından çıkarılması gibi taleplerle sokağa çıkan doğa ve yaşam hakkı savunucuları yasa beklerken yeni bir Av Turizm Talimatı ile karşılaştılar. Geçtiğimiz yıl da benzeri yayınlanan talimat avlanacak hayvanların türlerini, sayılarını ve fiyatlarını belirtirken, talimata tepkiler sonrası birçok ildeki av ihaleleri iptal edilmek durumunda kalmıştı.

2021-2022 Av Yılı Av Turizmi Uygulama Talimatına göre, avına izin verilen türler, belirtilen avlanma tarihleri arasında bedeli ödenerek avlanabilecek. Talimat yazısında avına izin verilen türler ve avlanma tarihleri şu tablo ile belirtildi:

DEVLET MİSAFİRİ VE DİPLOMATLARA ÖZEL AV TARİFESİ!

Talimat yazısında avına izin verilen türlerin cinsiyeti, avlanma şekli ve süresi de bir başlık altında belirlenmiş. Buna göre yaban domuzunun dişi ve erkek bireyleri ile diğer türlerin erkek bireyleri avlanabiliyor. Yaban domuzu avlamalarında yemleme ve av köpeği de kullanılabiliyor.

Talimat yazısının "Kota ücretlendirmesi, kullanımı ve değerlendirmesi" başlığı altında avın ücretlendirilme ölçütleri şu şekilde belirlenmiş;

a) Devlet misafiri ve diplomat kotaları ile acentelerin karaca ve yaban domuzu kotalarında ücretin % 100’ü peşin tahsil edilir. Yerli avcı yaban domuzu kotalarında ücretin % 100’ü peşin tahsil edilir.

b) Yerli avcı kotalarında ise kotaya ait avlama ücretinin %50 si peşin olarak, av ve yaban hayvanının avlanması durumunda avlama ücretinin geriye kalan %50 si ilgili tarafından ödenir.

h) Anadolu yaban koyunu, yaban keçisi, çengelboynuzlu dağ keçisi, kızıl geyik, melez yaban keçisi, Hatalı Boynuz/ Çelek ve ceylan acente kotaları “Av Turizmi İzin Belgeli” acentelere ihale edilir.

CEZA BEDELİNİ ÖDEYEREK SINIRSIZ CİNAYET İŞLEME HAKKI!

Yazıda avlanma kotasına, avlanan hayvanın yaş ve cinsiyetine bağlı olarak verilebilecek cezalar da belirtilmiş. Buna göre "avlanma kotası ihale edilen avlaklarda, izin verilen av veya yaban hayvanın tür ve sayıdan fazla avlanması durumunda (dişi, yavru, erkek); bir kotanın ihale bedelinin 2 katı bedel ödenir. Ayrıca tazminat bedeli de" uygulanacak. Yaban domuzu hariç izin verilen av veya yaban hayvanının kotasından fazla dişi, yavru veya erkek birey avlanması durumunda; yerli için yerli, acenteler için ise belirlenen avlama ücretinin 2 katı bedel ödenecek.

Talimat yazısına göre "Av Turizminde Katılım Payı" tüm türlerde Büyükşehir belediyesi olan illerde Bakanlık payı % 60, Katılım payı %40 olarak, Büyükşehir Belediyesi olmayan illerde Bakanlık payı % 40, Katılım payı %60 olarak uygulanacak.

CİNAYETLERDE KULLANILABİLECEK SİLAH TÜRLERİ

Talimat yazısında av sırasında yaban domuzu, tilki ve çakal avında yivli ya da yivsiz, küçük memeli av hayvanı ve kuş avında yivsiz, diğer büyük av ve yaban hayvanlarının avında ise çapı asgari 6,5 mm, azami 9,8 mm olan yivli av tüfeği veya ok ve yay kullanılabileceği dile getirilmiş.

 Avına İzin verilen tür, cinsiyet ve yaş durumları ile ilgili bazı bilgiler ise aşağıdaki tabloda belirtilmiş:


NAMLUNUN UCUNDAKİ CAN SAYILARI

Talimat yazısına göre ülkenin çeşitli yerlerinde belirlenen avlaklarda toplamda 233 yaban Keçisi (Teke), 26 Hatalı Boynuzlu/Çelek Yaban Keçisi, 9 melez yaban keçisi, 22 Çengelboynuzlu Dağ Keçisi, 8 Anadolu Yaban Koyunu, 3 Ceylan (Sadece Şanlıurfa'da avlanabilecek), 67 Kızıl Geyik, 174 Karaca öldürülebilecek.

Özer AKDEMİR / Evrensel


SETA, ABD’den taşeronluk talep ediyor - Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

 


Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı SETA, AKP’nin düşünce merkezi olarak 2006’da kuruldu. SETA’nın kurucu direktörü İbrahim KalınErdoğan’ın sözcüsü olarak Saray’ın en etkili adamlarının başında gelir. SETA’nın eski genel koordinatör yardımcısı Fahrettin Altun, İletişim Başkanı olarak yine Saray’ın etkili adamlarından biridir. SETA’yı bugün aynı ekipten Burhanettin Duran yönetmektedir.

Neden mi kısa bir SETA tanıtımı yaptık? SETA’nın analistlerinden Ömer Özkızılcık’ın TRTWorld’de yer alan bir analizi nedeniyle.

SETA, ‘TÜRK MODELİ’ PAZARLIYOR

SETA analisti Ömer Özkızılcık, 2 Haziran’da “Türk modeli Doğu Avrupa’da yankılanıyor ve Moskova endişeli” başlıklı bir makale yazdı.

Özkızılcık, “Türkiye’nin ABD ve Batı Avrupa güçlerinin yardımı olmadan Rusya’yı sınırlayabileceğini gösterdiğini” savunuyor ve bunun da ortaya bir “Türk modeli” çıkardığını belirtiyor. O modeli de şöyle tarif ediyor: “Türkiye’nin Rusya’yı Suriye’de durdurma yeteneği, Türkiye’nin Libya’daki askeri güç dengesini Rus destekli savaş ağası Halife Hafter’e karşı tersine çevirmedeki başarısı ve Türkiye’nin Dağlık Karabağ’da oynadığı önemli rol sadece askeri zaferler değildir; ABD’nin yardımı olmadan Rusya’yı sınırlamak için bir modeldir.”

SETA analisti Özkızılcık, Türkiye’nin “Ukrayna, Azerbaycan, Libya, Suriye Geçici Hükümeti ve Doğu Avrupa’daki ülkelerle ilişkilerini ve işbirliğini geliştirdiğini, bunu yaparak Rusya’yı sınırlamak için küçük bir ittifak kurduğunu” belirtiyor.

Özkızılcık, Doğu Avrupa ülkelerinden Ukrayna ve Polonya’nın, Rusya’yı sınırlandıran “Türk modeli” nedeniyle Ankara’nın Silahlı İnsansız Hava Araçlarına (SİHA) ilgi duyduğunu belirtiyor ve bu iki ülkeyi Macaristan, Romanya ve Baltık ülkelerinin izleyeceğini söylüyor.

SETA’NIN BİDEN’DAN BEKLENTİSİ

SETA analisti Ömer Özkızılcık, Türkiye’nin bu modeli ihraç etmeye başladığını, Rusya’nın da bu nedenle Türkiye’ye yaptırım uyguladığını (uçuş yasağı, tarım vb.) belirtiyor.

Özkızılcık’a göre Moskova yaptırımların işe yaramadığını görecek ve “ya Ankara’yla karşı karşıya gelme riskini alacak, ya da Rusya-Türkiye sınırdaşlığını yöneten yazılı olmayan kurallara göre oynamaya devam etmek için zor bir karar vermek durumunda kalacak.”

Ve Özkızılcık, analizinin sonunda, buradan hareketle şu iki seçeneğe işaret ediyor: “Moskova’nın ikinci şıkkı seçmesi için Türkiye, Rusya’ya ortak proje gibi teşvikler sunabilir. Veya Biden yönetimi, Varşova Paktı’nın eski üyelerinin ve Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de gördüklerini görür ve hesap tamamen değişir.”

SETA’NIN RUSYA KARŞITLIĞI

Erdoğan ile Biden arasında 14 Haziran’da yapılacak kritik görüşmeden önce bu fikirlerin, hem de TRTWorld’de yayımlanması, meseleyi kişisel bir görüşün ifadesinden öteye taşıyor.

Kaldı ki medyada yer alan SETA’cılar, bir süredir Türk-Rus işbirliğinin karşısına Türk-Amerikan işbirliğini oturtmaya çalışan görüşler yayımlıyorlar.

Örneğin Burhanettin Duran “ABD ve AB’nin Rusya’nın karşısında ve Türkiye’nin yanında İdlib’de devreye girmesini” istiyor; örneğin Kemal İnat“Rusya’nın Türkiye için güvenilir ortak olmadığını” savunuyor. AKP’ye yakın medya, bu türden onlarca görüşle dolu ne yazık ki.

Kısacası Ömer Özkızılcık’ın Washington’a pazarlamaya çalıştığı “Rusya’ya karşı Türk modeli”, uzun bir süredir SETA mutfağında pişiriliyor.

AKP’NİN ÜÇÜNCÜ TAŞERONLUK HEVESİ

Doğu Avrupa, Karadeniz, Ortadoğu ve Kafkasya’da Rusya’ya karşı bir model iddiası, haliyle kendisini ABD’nin yanında konumlandıran bir modeldir.

“Rusya’ya karşı Türk modeli” aslında AKP iktidarının SETA üzerinden ABD’den “üçüncü taşeronluk” talebidir. Biden yönetimindeki ABD’nin Çin’e ağırlık vereceği koşullarda, Ankara’nın bölgede kalan işleri ABD adına yüklenmek istemesinin ifadesidir.

Birinci taşeronluk; doğrudan Erdoğan’ın Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığı yaptığı dönemdi.

İkinci taşeronluk; Davutoğlu’nun “Küresel düzenin altında alt bölgesel düzenler kurma” diye nitelediği taşeronluktu, komşularla düşmanlığa dönüştü.

Şimdi de Rusya’ya karşı dengeleyici rol üzerinden Washington’un desteğini almaya, ABD’nin bölgedeki işlerinin taşeronu olmaya hevesleniyorlar.

İlk iki taşeronluk gibi bu taşeronluğun hedefi de ham hayaldir; zira Asya çağı başladı, yeni bir dünya kuruluyor ve ayağı doğuda kafası batıda olanların tarihin akışını değiştirme şansı sıfırdır!

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET


Sedat Peker’in verdiği tarih - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Deniz kenarında saatlerce yürüyorsun ama denizi görmüyorsun. Duvarlarla çevrili yalılar engel oluyor. Her yanı suyla çevrili şehirde maviye bakmak da bir ayrıcalık. Servet hareket ettikçe yalı sahipleri de değişiyor. Emlakçılara göre son yıllarda olağanüstü bir hızda satılıyor.

Sedat Peker bu kez, adı SBK diye kısaltılan Sezgin Baran Korkmaz’ın, bir işadamıyla yaşadığı alacak-verecek krizine, İçişleri Bakanı’nın müdahale ettiğini anlattı. İddiasına göre, 5 Aralık 2020’de, SBK, bakanlığa çağrılmıştı. Bakan Soylu, SBK’nin 45 milyon dolarlık alacağından vazgeçmesini istemişti. Peker’in iddiasına göre, bakanlıkta SBK’ye, kendisi hakkındaki tahkikat haberi verildi. Yurtdışına çıkması istendi. Bunun yanı sıra Peker, SBK’nin Paramount Oteli’nde yargının, bürokrasinin ve medyanın kritik isimlerinin hiçbir ücret ödemeden tatil yaptığını da söyledi.

Aslında “Vay arkadaş” dedirtmiyor. Sebebi basit. Zira SBK hakkında, yargının tuhaf kararları bunları düşündürmüştü. Ayrıca bunları uçan kuşlar bile konuşuyordu.

‘DEVLET MESELESİ’ OLAN PARA

Peker’in açıklamalarının ardından meseleyi bilen kritik isimleri aradım. Bir tanesi şunu anlattı:

“İçişleri Bakanlığı’na bir kez değil aynı gün iki kez gitti. Telefonla çağrıldı. İlk gidişinde elindeki senedi şimdilik icraya koymaması istendi. O da tamam dedi. Bakanlıktan çıktı. Derken kısa süre sonra telefon geldi. Tekrar bakanlığa çağrıldı. Gittiğinde ‘devlet meselesi, bu parayı hiç alma’ denildi.

İkinci kaynak da aynı hikâyeyi başka benzer detaylarla anlattı. Onun anlattığında tekrar bakanlığa dönme yoktu. Bakan telefonla konuşmak için odadan çıkıyor, sonra tekrar geriye dönüyordu. Eklediği bir ayrıntı daha vardı:

İçişleri Bakanı görüşmede SBK’ye ‘Biz seni Çakıcı’nın elinden almadık mı’ dedi. Gerçekten de Kervansaray Otelleri’nin satışı sırasında SBK’ye karşı Alaattin Çakıcı devreye girmişti. Çakıcı, SBK’yi görüşmeye çağırmıştı. Ancak Çakıcı’nın adamlarının telefonları o sırada polis tarafından dinleniyordu. Hem bu görüşme hem de SBK’nin ofisinin basılması bu sayede önlendi. Arkasında devlet desteği olduğunu düşünen SBK, Çakıcı’ya meydan okuyabildi.”

Kısacası kaynaklar Peker’in anlattıklarını nüanslarla doğruluyor. Devletin, hukuk kılıcını herkese karşı eşit kullanmak yerine mafya, işadamları, yargı, siyaset arasında düzenleyici olmayı seçtiği bu yol, aslında devleti de çökertiyor. İşin ilginç yanı, İçişleri Bakanlığı’ndaki o görüşmede SBK’ye, “Bu bir devlet kararı” deniliyor. Haliyle devlet ile mafya arasındaki çizgi iyice belirsizleşiyor.

ÖLÜ ALICILIĞI YAPIYOR

Biliyorum. Anlamakta zorlanıyorsunuz. “Kim bu adamlar, nereden çıktı”, diyorsunuz.

Özetlersek, ABD’de “Kingston Kardeşler” olarak bilinen Jacop Ortell Kingston, Isaiah Kingston, Rachel Kingston, Sally Kingston’un yargılandığı dava, Türkiye ile ilişkilendiriliyor. Suçlarını itiraf eden ve mahkûm olan Kingston kardeşler, ABD hazinesini dolandırarak 500 milyon doları ülke dışına çıkarmıştı. ABD makamları, bu paranın en az 132 milyon dolarının Türkiye’ye gönderildiğini düşünüyor. Gerçekten de Kingston kardeşler, Türkiye’de kurdukları şirket aracılığıyla, Türkiye’ye para taşıdı. İşte SBK de Türkiye’deki mahkemeler tarafından bu parayı kullanmakla suçlanıyor.

Peki, SBK ne iş yapıyor? Kendisi şöyle anlatıyor: “Batmış olan, kapanmış olan şirketleri satın alıyorum, onları yeniden üretime kazandırıyorum, insanlar çalıştırıyorum, ekonomiye katıyorum.”

Kısacası SBK, Türkiye’de “zor durumda” olan şirketleri ucuza alıyor. Sonra “bir şekilde” düze çıkarıp pahalıya satıyor. Haliyle Korkmaz’ın hem alışları hem satışları tartışma yaratıyor.

YARGI NASIL YÖN DEĞİŞTİRDİ?

Peker’in iddialarının peşine düşmek için hukuk serüvenini takip etmek gerekiyor…

30 Eylül 2020’de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, SBK’nin de aralarında olduğu 14 kişi hakkında, malvarlıklarına el konulması talebinde bulundu. Aynı gün 10. Sulh Ceza Hâkimliği kabul etti. Ayrıca SBK hakkında da yurtdışına çıkış yasağı kararı aldı.

5 Kasım 2020’de yeni bir gelişme oldu. Mali Suçlar Araştırma Kurulu Başkanlığı (MASAK), SBK’nin serveti hakkında “suç bulunamadı” raporu verdi. Ertesi gün, 6 Kasım’da, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı bu kez el koyma kararının kaldırılmasını istedi. Aynı gün, İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliği, SBK hakkındaki tedbir kararını kaldırdı. Yetmedi, 17 Kasım 2020’de de İstanbul 7. Sulh Ceza Hâkimliği, SBK hakkındaki yurtdışına çıkış yasağını bitirdi.

Kısacası yargı, çok tuhaf şekilde, bir buçuk ayda tersine döndü. SBK’nin üstüne giderken bir anda rüzgâr ters esmişti.

Ardından ilginç bir şey daha oldu. 5 Aralık 2020 günü “ne oldu ise” o gün SBK bir anda yurtdışına çıkmaya karar verdi. İstanbul Havalimanı’ndan hiçbir engele takılmadan Türkiye’yi terk etti. Peker’in verdiği tarihin (5 Aralık) aynı olduğunu hatırladınız mı?

Tuhaflıklar burada bitmedi. Aralık sonuna gelindiğinde tablo yine değişti. 29 Aralık 2020 günü, SBK’nin de aralarında olduğu 19 kişi hakkında gözaltı kararı alındı. Üstelik bu kararı alan, kasımda SBK’ye “temiz” diyen İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ydı. Ama aynı yargının önceki kararı sayesinde, SBK çoktan Türkiye’yi terk etmişti.

Söz konusu takvime, yargının gel-gitli tablosuna, aynı kişiyle ilgili verilen kararlardaki çelişkilere bakılınca, “çok yukarıdan” bir elin sürece müdahale ettiği, gözle değilse de akılla görülebiliyor.

Üstelik…

Söz konusu kararların ardından, yargıda ilginç değişiklikler de oldu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan, 27 Kasım 2020’de Yargıtay’a, oradan tek dosya açmadan jet hızıyla Anayasa Mahkemesi üyeliğine atandı. Soruşturmada kritik kararları alan vekili Hasan Yılmaz da Adalet Bakan Yardımcılığı’na getirildi. Satrançta hem beyaz hem siyah taşlar aynı anda yer değiştiriyordu.

AYNI ANDA SATILAN YALILAR

Hikâyenin özeti böyle…

Her şey bu kadar derken, elime dün ilginç bir belge geçti. 21 Mayıs 2021’de, yani iki hafta önce, İstanbul 10. İcra Müdürlüğü Mezat Salonu’nda bir açık artırma yapılmıştı. İstanbul Boğazı’nda, Beşiktaş-Ortaköy bölgesinde, üç değerli bina icrayla satılmıştı. Saat 14.00’te satılanı 25 milyona, 14.20’de satılanı 52 milyon 100 bin liraya, 14.40’ta satılanı 40 milyon 150 bin liraya aynı kişi almıştı. Zaten başka talipli de çıkmamıştı. Üçünün de alıcısı Bugaraj Elektronik Ticaret görünüyordu. Ne mi o? Aylar önce SBK ile ilişkili olmakla suçlanan ve bu nedenle hakkında tedbir kararı alınan şirketten başkası değil.

Peki, satılan yalılar kimin? Yıllar önce, SBK ile Borajet satışı yüzünden mahkemelik olan Yalçın Ayaslı’nın çocuklarının. Yaklaşık 14 milyon dolar civarında olan rakam züğürdün dilini yorsa da konuştuğum emlakçılar “ucuza gitti” diyor. Ayaslı ailesinin bu nedenle kızgın olduğu söyleniyor.

Biz Peker’i tartışırken, ucuza kapatma hikâyesi, yalıların sessizce el 

değiştirme öyküsü sürüyor. Parayı takip edemezsek yalıları ederiz. Yargıdaki 

zikzakları, siyasetteki entrikaları, Peker’in videolarını, mafyanın 

hesaplaşmalarını konuşurken adını sıkça andığımız “Pelikancılar”dan 

bahsederken de hep “yalıdakiler” demiyor muyuz zaten?

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

'Kozmik' ilişkiler ve Sedat Peker'in videoları - Turgay Develi / SOL

Elbette Sedat Peker'in ortaya saçtıkları önemli ama bunu neden yaptığı, işin ucunun nereye uzandığı ve neden bu yola girildiğini de anlamamız gerekiyor. 

Sedat Peker'in artık siyasi olduğu kadar kültürel ve tarihi bir fenomen haline dönüşmüş videolarında birbiriyle iç içe geçmiş kirli isimler ve ilişkiler yumağındaki olayların hangisine kim ne kadar inanıyor, kim ne kadar kanıta ihtiyaç duyuyor bilemem ama, anlatılan olayların özellikle devleti, hukuk ve adalet gibi insanlığın ortak idealleri üzerine inşa edilmiş kutsal bir varlık gibi kabul edenlerin ezberini bozduğu ortada. 

Dolayısıyla Sedat Peker'i, zaman, tarih ve mekan kavramlarını nedensellik zinciri ile birbirine bağlayarak kozmik dengeyi bozmaya çalışan edebiyatın çağdaş bir hikaye anlatıcısı olarak kabul edersek, anlattığı hikayeleri de yeni bir toplumsal konsensüs arayanlar adına iş gören birer saha düzenleme aracı olarak kabul edebiliriz.

Meseleye bu açıdan bakmaya devam edersek, yaşananları da edebiyatın kilometre taşları olan meddahlık, masal, destan, roman anlatıcılığında esas olan "Kelimeler bir fikir, hikayeler ise bir bakış açısı ifade eder" mantığına göre değerlendirmemiz gerekiyor. Kimin neyi niye yaptığı ortaya çıkarılmazsa da eğer ortaya saçılan bu kirli ilişkilerden yayılarak ülkenin üzerine çöken pis kokuları boşuna içimize çektiğimizle kalacağız.

Elbette Sedat Peker'in ortaya saçtıkları önemli ama bunu neden yaptığı, işin ucunun nereye uzandığı ve neden bu yola girildiğini de anlamamız gerekiyor.

Bu yolda, Peker'in, Binali Yıldırım ile Mehmet Ağar ve oğulları başta olmak üzere uyuşturucu, silah, külah ve ilişkili bütün kir ve suçları iddia ve ifşa ederek muhatap olarak Soylu'yu hedefliyor görünse de, gerçek hedefine, Erdoğan'a ulaşmaya çalıştığı anlaşılıyor. 

Süleyman Soylu, işin mafyadan para alan milletvekili vs. gibi magazinsel yönleri biraz daha çok konuşulsa da iki ateş üzerinde yürümenin imkansızlığını bilerek, kendisini savunmak adına çıktığı televizyon programında çok stratejik olarak tasarlandığı anlaşılan Ahmet Davutoğlu kartını açarak sadece Erdoğan, kendisi ve belki birkaç kişinin daha bilebileceği 'geçmişi' ve 'operasyonu' münasip bir dille muhatabına hatırlatmış oldu. 

Bu 'münasip' dilin anlatımıyla kozmik ilişkinin gösterdiği isim Ahmet Davutoğlu.

Türkiye'nin en çok okunan yazarı Yılmaz Özdil'in de TELE 1 televizyonunda Tuba Emlek ile yaptığı söyleşide, aslında bir başka gerekçeyle seslendirdiği ve bütün bu hengamenin altında yatan sebebi ortaya çıkarma potansiyeli taşıyan, 'Erdoğan ile Davutoğlu ilişkisi Türkiye'nin kozmik odasıdır' tespiti, anlaşılan yeterince magazin soslu olmadığından ilgi çekmedi. 

Oysa sadece son 20 yılında yaşananların müsebbibi olmanın haricinde, gelecekteki uzun yılları da ipotek altına almış olan Tayyip Erdoğan ile Ahmet Davutoğlu arasındaki ilişki, ülkemizin karanlıkta kalan tarihini aydınlatacak en önemli sırları barındırma potansiyeli taşıyor.

Tam da böyle olduğu içindir ki, Süleyman Soylu'nun, Sedat Peker'in, kendisini hedefe oturttuğu videolara yanıt için çıktığı televizyon programında, ısrarlı sorular yerine, konuyla hiç bağlantısı olmadığı halde Ahmet Davutoğlu ismini ortaya atarak onu partiden kazımasını anlatması, açıkça verilen bir 'koltuğunu ben korudum, partiyi ben kurtardım' mesajından fazlası olmalı. 

Buna delalet eden en önemli göstergelerden birisi de Erdoğan'ın, Davutoğlu'na karşı tükenmeyen hiddeti. 20 yıllık iktidarında şimdiye kadar hiçbir muhalifine beslemediği bir kinle onu partiden atıp başbakanlıktan uzaklaştırdığı halde içindeki yangın sönmemiş olacak ki, kurucusu olduğu üniversiteyi kapatmak dahil, toplumda hiçbir karşılık bırakmayacak şekilde hâlâ da kazımaya çalışıyor. 

Dolayısıyla Erdoğan'ın bu zayıf noktasını, bu kozmik ilişkiyi bildiğini ve gereğini yaptığını cümle aleme açıklayan Soylu, muhatabınca, Peker'in videolarıyla anlattıklarının hangisinin ne kadar doğru olduğuna ve halkın bunun ne kadarına inanıp inanmadığına bakılmadan, bir an bile tereddüt edilmeden koruma çemberine alındı. 

Soylu'nun Davutoğlu çıkışı ile Erdoğan'a hatırlattığı, partiyi ve dolayısıyla Başbakanlığı bırakırken topluma sunulan Davutoğlu tercihinin öyle yazıldığı, çizildiği, anlatıldığı gibi onun edilgen, öne çıkmaya çalışmayacak ya da silik bir isim olmasının değil, 1990/95 yıllarını kapsayan ve kamuoyunca da bilinmeyen Malezya'daki yaşamında edindiği, kendisinin bilgisi ve izni ile hızla tırmandırılan 'referanslar'ın katkısının olması daha yüksek olasılık olabilir. 

Yani lafın kısası, ortalıktaki bilgi bombardımanına, kirli ilişkiler yumağına ve bunların magazinsel yönüne kapılmadan bakarsak Türkiye, gelenin gidenin 'yöneticilerini' ve 'devlet aklını' bir piyon gibi bir oraya bir buraya oynattığı bir hal almış durumda.

Hayatı boyunca birileri tarafından kullanılan bir (kime hangi dönemde sorduğunuza bağlı olarak) mafya babası veya iş adamının iyi 'kurgulanmış' 3-5 videoyla iskambil kağıtlarından yapılmış bir ev gibi salladığı siyaset ve bu ilişkilerle kurulan iktidarlar çürümeye ve çürütmeye mahkumdur. 

Bu çürüme kişilerle istisnai değildir. Yoksulu daha yoksul zengini daha zengin yapan ve düzene rıza üreten siyaseti ve bu anlayışı besleyen çürümüşlüğün yerine eşit, adil ve özgür bir geleceği aramaya devam etmeliyiz. 

Yani, yeniden Cumhuriyet'i.

Turgay Develi / SOL


6 Haziran 2021 Pazar

Gezi’den bugüne iktidarın travmaları - Oğuz Oyan / Birgün-Pazar

 

2013 yılı, aynı zamanda, iktidar içi koalisyonda çok sert bir kırılmanın ortaya çıktığı yıldı. Gezi’de en sert tepkileri verenlerden olan Fethullahçı ortak, aynı yılın 17-25 Aralık tarihlerinde kendi operasyonunu gerçekleştirecekti. Normal bir ülkede iktidarı yıkabilecek olan ses kayıtlı yolsuzluk suçlamaları, iktidarın karşı saldırısıyla, emrindeki yargıyı seferber etmesiyle ve dört bakanının -başbakanı kurtarmak adına- istifaya zorlanmasıyla püskürtüldü ama toplumda derin izler bıraktı.


Gezi Parkı’ndan başlayan ve dalga dalga tüm toplumu saran Gezi/Haziran Direnişi, iktidarın 2002-2013 döneminin en büyük siyasi travmasını oluşturmuştu. Nasıl oluşturmasındı? İktidar, 2007 baharında karşılaştığı beklemediği kadar güçlü Cumhuriyet mitingleri protestolarının tekrarlanmasını önleyebilmek için izleyen dönemde devletin tüm baskılama aygıtlarını harekete geçirmiş ve bu mitingleri kriminalize etmek için yargı kumpasları yanında o dönemdeki siyasi müttefiklerini de kullanmıştı.

TSK’ye kumpaslar da aynı dönemde başlatılmıştı. AKP’yi kapatma davasının 2008’de kıl payıyla savuşturulması da iktidarı cesaretlendiren bir olay olacaktı: Artık, yargının AKP’yi laiklik karşıtı veya diğer hukuk dışı eylemlerinden dolayı kapatması imkân dahilinden çıkmıştı. Esasen çok geçmeden kapsamlı bir anayasa değişikliğiyle parti kapatmalar güçleştirilecek, yüksek yargı iktidarın güdümüne alınacaktı.

İKTİDARIN GEZİ TRAVMASI

İktidar partisinin 2011 Genel Seçimlerinde oyunu tarihi bir zirve olan yüzde 49,8’e yükselttiği; kurmak istediği rejime engel çıkarabilecek olan parlamento dışı kurumsal yapıları (TSK, yargı) hizaya çektiği veya kendine tâbi kıldığı; bunların ortak etkisiyle halk kitlelerini iyice sindirdiğini düşündüğü bir dönemde Gezi Olayı’nın patlak verebilmesi, iktidar açısından tam bir travma oluşturmuştu. Yargı terörünün zirve yaptığı 2013 yılında rejimin yönetici kadrosu, adeta neye uğradığını şaşırmıştı.

O kadar ki bu kadro Gezi süreci boyunca kendi partisi içinden bile farklı sesler çıkmasına engel olamamış, olaylara sertlikle değil hoşgörüyle karşılık verilmesi taleplerini güçlükle bastırabilmişti. Toplumsal tepkiler o kadar yaygındı ki, o zaman Meclis’te grubu bulunan dört partiden (AKP, CHP, MHP, BDP) milliyetçi sağda ve henüz muhalif konumlanan MHP saflarından da Direniş’e önemli destekler gelmekteydi. S. Demirtaş yönetimindeki Barış ve Demokrasi Partisi (sonradan HDP) ise, başlangıçta Gezi Olayı’nı AKP ile Kürt hareketi arasındaki müzakere sürecine (“2007’de olduğu gibi”) Kemalist-ulusalcı bir müdahale olarak değerlendirip olumsuzlama ve uzak durma yolunu seçerken, bu duruşun tepkiler doğurması üzerine daha sonra kısmen tutum değiştirecekti.

Gezi Direnişi neydi ve hangi toplumsal bileşenlerden oluşmuştu sorusunun yanıtı da buraya kadar söylenenlerden çıkarılabilir: Gezi Direnişi tüm siyasetleri ve tüm toplum katmanlarını kesen bir toplumsal hareketti, dolayısıyla toplumun tüm kesimlerini derinden etkilemişti. Ama herhalde en çok etkilenen ve Gezi’yi de en çok etkileyen kesimler, iktidarın laiklik ve Cumhuriyet karşıtlığından, emek ve doğa düşmanı tavrından, yaşam tarzına müdahalelerinden derin kaygı duyan Alevi kesimler ile çoğunluğu beyaz yakalı ücretli kesimler ve geleceğin emekçisi gençlerdi. Mavi yakalılar yani işçiler ve onların aileleri de Gezi’nin önemsiz sayılmayacak bileşenlerindendi. Alevi ve emekçi kesimler de önemli ölçüde kesişmekteydi. Ama şunu unutmamak gerekir: Gezi Direnişi’nde yitirilen canların hepsi Alevi kökenli gençlerdi. Bu bir rastlantı değildi kuşkusuz; Gezi’nin toplumsal tabanının önemli bir bölümünü oluşturmak yanında Alevi gençleri aynı zamanda Gezi aktivistlerinin de başını çekmekteydiler.

Gezi Olayı sadece iktidarın geçmiş uygulamalarına karşı oluşan tepkilerin birikimi değildi; aynı zamanda geleceğe olan derin güvensizliğin sonucuydu. İktidarın dışladığı toplum kesimlerinin, özellikle gençliğin, toplumu bölerek ilerleyen AKP yönetimi altında kendilerine sunulan gelecek projesine karşı oluşan ön-tepkilerin bir yansımasıydı. AKP, en güçlü olduğu dönemde dahi toplumun genel onayını alabilecek bir meşruiyet kazanamamıştı. Aslında, toplumun bütününü kucaklayacak bir dili hiçbir zaman benimsememiş ve gücünü kibre dönüştürmüştü. Tepkiler bir bakıma bu aşırı güç yoğunlaşmasına ve kibirli siyaset tarzına karşı da oluşmuştu.

Erdoğan ve AKP yönetimi, halkın kendiliğinden tepkileri olarak ortaya çıkan 2013 olaylarını ne o zaman ne de sonrasında doğru dürüst anlamlandırabildi. Hem bunu yapamadığından hem kendi ideolojik çizgisinden ve yönetme tarzından geri adım atmak seçeneğini asla gündemine almadığından (alamayacağından), 2013 sonrasındaki sekiz yıllık dönemin tamamında Gezi travmasını üzerinden atamadı. Onu oy tabanının gerilemesi kadar tedirgin eden şey, halkın öngörülemez ve kontrol edilemez tepkileriydi. Böyle bir olasılığa karşı 2013 sonrasında aldığı bütün önlemlere rağmen (resmi kolluk ve yargıda olduğu kadar paralel paramiliter güçler ve tarikatlar düzlemindeki tahkimata, Gezi’yi kriminalize etmeye ve Osman Kavala gibi bazı “suçlular” icat etmeye rağmen), emekçi kesimlere dayanan Gezi ruhunun nesnel sınıfsal karakteri, bu geri iktidarın uykularını kaçırmaya devam ediyordu.

İFŞAAT TRAVMASI

2013 yılı, aynı zamanda, iktidar içi koalisyonda çok sert bir kırılmanın ortaya çıktığı yıldı. Gezi’de en sert tepkileri verenlerden olan Fethullahçı ortak, aynı yılın 17-25 Aralık tarihlerinde kendi operasyonunu gerçekleştirecekti. Normal bir ülkede iktidarı yıkabilecek olan ses kayıtlı yolsuzluk suçlamaları, iktidarın karşı saldırısıyla, emrindeki yargıyı seferber etmesiyle ve dört bakanının -başbakanı kurtarmak adına- istifaya zorlanmasıyla püskürtüldü ama toplumda derin izler bıraktı.

Yolsuzluk ifşaatını gene Fethullahçıların açığa çıkardığı MİT TIR›ları operasyonu izledi. Burada da faturanın bir kısmı, “devlet sırlarını açıklamak” suçlamasıyla, olayı haberleştiren gazetecilere kesildi. Olayın gerçek içeriğinin tartışılmasıysa yargı sopasıyla engellendi. Daha sonra, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi dahi kalıcı bir travmaya dönüşmeden hızla fırsata çevrilebildi.

Şimdilerde ise bir süre önce iktidarla yolları ayrılan, ama uzun yıllardır devletin suç aparatı olarak karanlık işler çeviren Sedat Peker’in açıklamalarıyla toplumun sarsıldığını görüyoruz. Bu olay, iktidar içi hesaplaşmaların da bir yansımasıyken, toplum buradan daha büyük sonuçlar beklemeye itilmiş görünüyor. İktidardan siyaseten ve hukuken hesap sorulmasının sürekli ertelendiği, Meclis-içi muhalefetin iktidarla ve ideolojisiyle cepheden bir mücadeleyi göze alamadığı bir ülkede, bir zamanlar 17-25 Aralık “suçüstü” ifşaatına bağlanan umutlar bu defa Peker’in açıklamalarına bağlanmış görünüyor.

Peker gündeminin, iktidarın iç ve dış itibarını daha sert bir aşınmaya uğrattığı söylenebilir. Ancak bunun son derece kırılgan ve kaygan bir zemin oluşturduğunu görebilmek gerekiyor. Bir kere ifşaatı yapan kişinin suç sicili daha az kabarık değildir; yakalanıp yeniden saf değiştirmeye zorlanabilir veya susturulabilir. İkincisi, bir suç örgütü liderine yaslanarak iktidardan açıklama beklemenin, bazı özel durumlar dışında, iktidar tarafından kolayca itibarsızlaştırılıp savuşturulacağını hesaba katmak gerekir. Üçüncüsü, bu ifşaat halkaları bir yerde bitecek, arkası gelmeyecektir. O zaman iktidara yapılan muhalefetin mühimmatı da tükenmiş mi olacaktır? Bu bakımlardan, iktidara karşı muhalefeti onun artık toplumca fark edilen yolsuzluk ekonomisine yeni dosyalar eklemekten öteye taşımak, sınıfsal bir eksene oturtmak gerekmektedir. Bu çürüyen iktidarı gerçekten tedirgin edecek yol buradan geçmektedir.

EKONOMİ TRAVMASI

Dinci siyasetin kaygı düzeyinin yüksek olduğu bir diğer alan da ekonomidir. Bu sadece son üç yıldır bir döviz krizinden diğerine savrulmaktan, TL’nin değerini bir türlü koruyamamak hatta oynaklığını kabul edilebilir sınırlar içinde tutmaktan ibaret değildir. Geçmişten hiç ders almadan, faiz oranlarını baskılayarak döviz kurlarını düşük tutmaya yönelen iktidar, sonuçta TCMB’nin döviz rezervlerini üç yılda tüketmiş ve muhalefetin “128 milyar dolar nerede?” sorusu karşısında sıkışıp kalmıştır. Erdoğan geçen haftaki danışıklı TRT programında bu konuda beşinci farklı açıklama yapabilme rekorunu kırmayı “becerebilirken”, aynı zamanda rezervlerin “alt yapı yatırımları ve geçmiş afetlerde” kullanıldığını iddia ederek “ekonomik safsata” rekorunu da kırmıştır. Tabii, mesele taraftarının ağzına laf vermekten ibaret olarak görülünce, cehalet denizine yatırım yapmanın şehvetine kapılanabilir; ama bunun da bir sınırı vardır.

Aslında ekonomide istikrarlı (fazla iniş çıkışlı olmayan) ve kabul edilebilir bir büyüme oranının son yıllarda yakalanamaması; büyüme, enflasyon ve işsizlik başlıklarında TÜİK manipülasyonları dışında çarelerin tükenmiş olması, Türkiye›nin dünyanın en kırılgan beşlisinin müdavimi olması, dış borçların çevrilmesi sorunları yanında kamu dış borcunun hızla yükselmesi, bankaların donuk alacaklarının potansiyel yükünün endişe vermesi ve tüm diğer kırılganlık etkenleri, AKP rejimini ekonomide çözümsüzlük girdabına sürüklemektedir. Ekonomi alanındaki çıkmazların kuşkusuz 2018 sonrasının yönetim yapısı değişikliğiyle de ilişkisi vardır. Bu yeni yönetim yapılanmasının sermayenin taleplerine yanıt verdiği de artık çok kuşkulu hale gelmiştir.

***

1 Haziran tarihli yazımda (Sol Gazete), “2013 ekonomisi ile 2020-21 ekonomisi karşılaştırılınca, Gezi İsyanı’nın asıl şimdi ortaya çıkması için çok daha fazla neden var” demiştim. Önce bu karşılaştırmaya bazı eklemeler yapalım. 2013 yılı, 2010 sonrasındaki dört büyüme yılının (hatta bugünden bakınca AKP’nin tüm zamanlarının) tepe noktasını oluşturmaktaydı. GSYH her yıl artarak 2013’te bir trilyon dolara yaklaşmıştı. Kuşkusuz bunun arkasında yüksek değerli TL üzerinden dolara çevrilen şişirilmiş bir milli hesap da vardı. Dolar cinsi GSMH, TL cinsinden daha hızlı artıyor görünüyordu. Ama AKP’nin ilk 10 yılı, 2009 hariç, zaten hep aynı senaryoya girmekteydi. Son yıllarda ise bu denklem tersine dönmüş, TL’nin enflasyonu aşan değer kayıplarına uğramasıyla dolar cinsinden GSYH artışları artık daha düşük (hatta bazen eksi değerde) gerçekleşmeye başlamıştı. 2020 yılı GSYH’si 717 milyar dolarla 2008 düzeyinin bile gerisine düşmüştü!.

2021 yılının ilk çeyreği de bunun kanıtıydı: Sabit fiyatlarla TL cinsinden yüzde 7 gibi hormonlu bir büyümeye konu olan ilk çeyrekte yıllık GSMH 728,5 milyar dolar olmuştu. Oysa 2020 yılının ilk çeyreğinin yıllık GSMH’si 765 milyar dolardı; dolayısıyla dolar cinsinden GSMH bir önceki yılın aynı dönemine göre aslında yüzde 4,8 küçülmüştü! 2013’te kişi başına düşen GSYH da 12 bin 582 dolarken, 2021 ilk çeyreğinde 8 bin 711 dolardı. (Ki nüfusa sığınmacılar eklenseydi ortalama daha da düşerdi).

AKP’nin sahte büyüme algısı son bulmuştu. Gerçi iktidar “yüzde 7 sanal büyüme başarısı” üzerinden reklam yapmaya çalışıyordu. Ama birinci çeyrek itibarıyla yıllık milli gelir hesaplarında “işgücü ödemeleri” yüzde 16›lık bir artışla reel olarak yerinde sayarken, “net işlem artığı” denilen kâr-faiz-rant gelirlerindeki artışın yüzde 39,1’i bulması bile bu yoksullaştırıcı büyümenin sınıfsal karakterini açığa vuruyordu. Bunu görmek için enflasyon ve işsizlik oranları da eklenmelidir: 2013’de yüzde 7,4 olan enflasyonun 2021 Mayıs’ında, açık manipülasyona rağmen yüzde 16,6 düzeyinde olması; ÜFE›nin TÜFE›nin 2,5 katına yaklaşması ve döviz kurunun baskısı nedeniyle yılsonunda bu düzeyin de üzerine çıkma olasılığının yükselmesi; işsizlik oranının ise 2013’te yüzde 9’dan 2021 Şubat’ında yüzde 13,4’e (geniş tanımla yüzde 27’ye) çıkması, AKP’nin yoksullaştırıcı ekonomisinin diğer yüzleridir.

Gene de salt ekonomiye takılmayalım; ekonomik karşılaştırmayı zihin açıcı bir alıştırma olarak görmekle yetinelim. Çünkü Gezi, ağırlıklı olarak “bir kültürel dayatmaya karşı çıkış” olarak kodlanmazsa, hatalı değerlendirmeler yapılabilir. 2013 yılı, AKP rejiminin 10. yılıydı ve toplumda hâlâ AKP rejimini toplumsal protestolarla geriletme umudu canlıydı. Rejim, bu umudu kırmak için Direniş sırasında ve sonrasında tüm olanaklarını kullandı. Etkili olamadı denilemez; ama kendi kaygılarını dindirebilecek kadar değil.

TRAVMALARIN TELAFİSİ

Toplumsal tabanı sürekli gerileyen, ciddi bir inandırıcılık ve güven kaybına uğrayan, kendi dar gündemine/radikal tabanına sıkışmak dışında toplumun bütününe söyleyecek sözü kalmayan, fazlasıyla uzun sürmüş bir iktidar yıpranmışlığının altında ezilen, aşınmış bir din istismarı silahı dışında halka ve onun sorunlarına bütünüyle yabancılaşan bir sahte dinci siyaseti temsil eden hareketin, iktidara tutunabilmek için tehlikeli yollara savrulmak dışında seçeneği kalmamış gibidir. Travmalarının telafisi için bulabileceği yollar, faşist baskıları yoğunlaştırmak ve dış tavizleri çoğaltmaktan başkası değildir.

Ancak işler bu noktaya geldiğinde, çürümüş bir iktidarın artık sermayeyi ve dış dünyayı güçlü bir biçimde arkasına alması da o kadar kolay değildir. AKP rejiminin bu çelişkileri aşabilme umudu bize göre tükenmiştir. Bunu hızlandırmak artık hem siyasal hem toplumsal bir görevdir.

Oğuz Oyan / Birgün-Pazar

Ağaca sarılan Amrita’ya selam - Mehmet ERDEM / BİRGÜN

Ormanın yok edileceği haberi yayıldığında Bishnoiler toplanırlar. Bu eylemlerin öncüsü kabul edilen Amrita Devi çok önemlidir. Mihrace ormanı yok etmek için askerlerini yolladığında bir ağaca sarılan ilk odur, dininin ağaç kesmeyi yasakladığını anlatmaya çalışır.


Marmara’yı onca uyarıya rağmen önlem alınamayan deniz salyası yüzünden kaybetmek üzereyken bugün Dünya Çevre Günü’nü kutluyor olacağız. Dünyanın bundan haberi var mı bilemem ama yine günün anlamına, önemine dikkatlerin çekildiği özellikle “resmi” nutuklar duyacağız. Bıkkınlık verdiği için kendi adıma söylüyorum, kulaklarımı elbette tıkayacağım. Bu kadar ikiyüzlülük katlanır gibi değil çünkü.

Akıllı adam tabii Zeno. MÖ 450’li yıllarda kalk “yaşamın amacı doğayla uyum içinde olmaktır” gibi bir cümle kur. Herkesin elbette katıldığı, “aman ne güzel söylemiş” dediği bu vecizenin üzerinden yüz yıllar geçmesine rağmen “doğayla uyum içinde yaşamak için” ne yaptığımız ortada. Bu “uyumu” sağlama amacıyla önce doğanın korunması gerektiğini anlamamız bile yüz yılları buldu. Çevreyi, doğayı koruma mücadelemizin öyle çok da eski bir tarihi yok yani. En fazla 18. yüzyılda doruğa çıkmış olabildiğini varsayıyoruz. Öncesi yok, varsa bile çok da gerisi getirilmiş değil doğrusu, söz konusu yüzyıla kadar.

KÖMÜR ÖNLEMİ

Ha…şu başlangıç sayılabilir belki. Bıçak kemiğe öyle dayanmış ki, zaten o dönemler daha da karanlık, sisli olan İngiltere’de çevre felaketinden nefes alınamaz hale gelince Kral I. Edward kömür kullanımına sınırlama getirmişti. Çevre bilinci denir miydi bilemem tabii, yıl ne de olsa 1306. Beş yüz yıl sonra 17’nci yüzyılda, doğa bilimci John Evelyn, Londra’nın “Cehennemin varoşlarına” benzediğini yazdığına göre önlemler pek işe yaramamış demek ki. Önce sanatçılar fark eder tabii. 16’ncı yüzyılın Hollanda’sının büyük ressamı Pieter Bruegel ülkenin nehirlerine dökülen lağımları, kirliliğe yol açan diğer unsurları tablolarına yansıtmıştır çokça. Aynı dönemin büyük hukukçusu Hollandalı Gugo Grotius’u da unutmayalım tabii. Bize çevre kirliliğinin doğal hukuku ihlal ettiğini öğreten odur. Özgür Deniz kitabını yazmıştır bu düşüncesi doğrultusunda.

19’uncu yüzyılda çevre bilinci biraz olsun gelişmişse, 1835’te Ralph Waldo Emerson’un, Nature’u yazmasının da bunda etkisi olmalı. Ardından kendilerini doğanın yaşamasına, yaşatılmasına adayan Amerikalı Botanikçi William Bartram ile kuş bilimci James Audubon gelir. Henry David Thoreau, o zamandan beri çevrecilere ilham veren ekolojik incelemesi Walden’ı yazar.

Yani, duyarlılığının belki ama mücadelesinin öyle çok da uzun bir geçmişi yoktur çevre sorununun. Hatta öyle ki 22 Nisan 1970’te ABD’de yaklaşık 20 milyon kişinin çevre tahribatına duydukları öfkeyle sokağa taşınmış olmaları ilk önemli eylem kabul edilir. Tabii ki değerlidir, elbette önemlidir ama bu kadar yakın zamana kadar bir tepki olmayışına şaşırıyor insan. Mutlaka çok çok önceleri de, belki çevre bilinciyle değil de, sadece ağacı, yeşili seviyor oluşlarından ötürü de olsa ortaya atılanlar da vardır herhalde.

SARAY TUTKUSU

Belki de ilk çevre aktivistleri Bishnoi Hinduları’ydı. Öyledir diyenler de var. Bence de sanki öyledir. Bishnoi’ler aslında bir tür dinin mensupları. Guruları da Jambeshwar adlı biri 13’üncü yüzyılda doğmuş, 14’üncü yüzyılın başlarında ölmüş. Bunun ilkelerini takip ediyor Bishnoiler. Dinlerinin Hinduizm’den de Jainizm’den de farklı bir din olduğu yazılıdır kaynaklarda. Son derece çevreci oldukları söylenir. Bunu güçlendiren bir olay da vardır hatta. O yüzden belki de ilk çevrecilerdir deniyor zaten. Yaşadıkları bölgede bir mihrace, kendisine bir saray yaptırmaya niyetlenir. Gözüne kestirdiği yer de bir orman. İşte bu ormanı korumak isteyen yüzlerce Bishnoi’yi katlettirir uğursuz mihrace. Bishnoiler, 12 Eylül 1730’da ağaçların kesilmesini protesto etmek için ölüme giderler yani.

AĞACA SARILARAK ÖLMEK

Ormanın yok edileceği haberi yayıldığında Bishnoiler toplanırlar hemen. Kesilecek her ağaç için canını vermeye hazır gönüllüler belirlenir hemen. Önce yaşlılardır gönüllü olanlar. Her biri bir ağaca sarılır. Birçoğu hayatını kaybeder tabii. Ne yazık ki istenen etkiyi yaratmaz bu fedakârlık. Hatta mihracenin adamları “işe yaramaz yaşlılardan kurtulmak için” Bishnoilerin bunu özellikle yaptığını söyleyip dalga da geçerler. Ama ardından kadınlı, erkekli gençler, evliler, bekarlar, hepsi bir ağaca sarılır, hayatlarını kaybederler.

Bu eylemlerin öncüsü kabul edilen Amrita Devi çok önemlidir. Mihrace ormanı yok etmek için askerlerini yolladığında bir ağaca sarılan ilk odur. Askerlere yaptıklarının kendisi ile halkının dini inançlarına aykırı olduğunu, dininin ağaç kesmeyi yasakladığını anlatmaya çalışır. Bu uğurda ölmeye hazır olduğunu da söyler tabii. Güç sahibi ile hempalarının umurunda mı bu tür inançlar, ilkeler. Askerler, eğer ağaçların kesilmesini istemiyorsa rüşvet vermeleri gerektiğini söylerler. Bu da dinleri açısından kabul edilecek bir öneri değildir tabii.

Ağzından çıkan son sözlerin “Bir ağaç, kişinin hayatı pahasına bile olsa kurtarılmaya değer” olduğunu söylerler Devi’nin. Başını baltalarla gövdesinden ayırır askerler. Onunla beraber Asu, Ratni, Bhagu adlı arkadaşları da kafalarını baltalara teslim ederler gönüllü olarak. Ardından Devi ile beraber hareket eden tam 363 Bishnoi’yi de öldürürler oracıkta. Büyük katliam tabii. İnsafsızca, alçakça.

Ağaçları korurken öldürülen Bishnoilerden bazıları şimdi Hecarli adını taşıyan bölgede dört sütunlu basit bir anıt mezarda uyumaktalar. Kutsal bir mekan olarak hâlâ ziyaret edilir. Her yıl eylül ayında sayıları azalsa da var olan Bishnoiler dinlerini korumak için canlarını veren bu insanları anarlar, toplu, görkemli törenlerle. Tabii dünyanın her yöresinden çevrecilerin de katılımıyla. Hükümet, doğanın korunmasına, vahşi hayvanların yaşatılmasına yaptığı katkılarından ötürü Amrita Devi Vishnoi Smriti Ödülü verir her yıl.Çevre için mücadelemizin tarihi gerçekten eski değildir. Ama kanlıdır işte. Bugün zorluklar olsa da iyi kötü veriliyor çevre mücadelesi ne mutlu ki. Ha bu arada, Amrita Devi ile o üç arkadaşı gencecik kadınlardı. Yine kadınlar yani.

İyi. Hadi bakalım. Deniz salyalı Çevre Günü’nüz kutlu olsun.

Mehmet ERDEM / BİRGÜN



 

5 Haziran 2021 Cumartesi

Ne güzel hayat - İzzettin Önder / EVRENSEL

Belirli aralıklarla işsizlik, istihdam, enflasyon, ekonomik büyüme gibi makro büyüklükler güzide kuruluşumuz TÜİK tarafından içimizi ferahlatır rakamlarla açıklanıyor. İşsizliği işsiz vatandaşların, enflasyonu tüm halkımızın, büyüme rakamlarını ise borç batağındaki esnaf vatandaşların gereği şekilde değerlendirmekte olduğunu düşünüyorum. 

Gerçeği, sadece “hakiki gerçeği” masa üzerinde yüksek bilgisayar programları ve ileri matematikçilerin yardımı ile en hassas şekilde hesaplayarak halkımıza sunan bu güzide kurumun adını, bence, ‘Türkiye istatistik masası’ olarak değiştirip, yeni adını da kısaltılmış şekliyle TÜİM olarak belirleyelim. 

Böylece, eleman ve mekan tasarrufu yaparak, siyasilerin ağzından düşürmediği ve itibardan dahi iç burkacak kadar önemli fedakarlıklarda bulunarak harfiyen uyguladıkları tasarruf zincirine bu kurumu da katmış oluruz.

Eksik olmasın, TÜİK verileriyle içimize inşirah dolduruyor da, sabah sokağa çıktığımızda ulaştırma maliyetinden başlayıp, kahvaltı için bir simit alırken dahi TÜİK ortadan yok oluveriyor. Mesele TÜİK ile de bitmiyor. Zira bu huy bir kere içimize yerleştikten sonra, sağlıkta da, eğitimde de, yoksulluk sınırında da artık ortada ölçü falan kalmıyor. Esnafa yardım diye açıklanan program da, hem miktarı hem de niteliği itibarıyla, bir kısmıyla ufak bir yardım, önemli bölümüyle ise kredi, yani geri ödemesi yapılacak olan para olarak karşımıza çıkıyor. Hal böyle olunca, yazının başlığı da, halkımızın değil, siyasilerin, özellikle de iktidar mensuplarının ruh halini yansıtıyor olabilir. Tüm politikanın red ve inkar üzerine oturtulduğu yönetim biçiminde, bir mafya liderinin söylediklerine karşı tek politika olarak geliştirilen red ve inkar yaklaşımı da içte siyaseti, uluslararası alanda ülkeyi yıpratıcı olmaktadır.    

Ülke sorunlarının üzerini örterek bir seçim dönemi geçiştirilebilir. Hatta diyelim ki, halkımızın inayetiyle(!) ikinci seçim dönemi de atlatılabilir. Peki, sonra ne olacak? İşlerin gerçek yüzü ortaya çıkınca siyasilere rahmet okunmayacak mı? Muhtemelen, hayır, okunmayacak! Zaten, Keynes politikalarının Batı hükümetlerini sürüklediği gibi, siyasileri gaza getiren de budur. Çünkü siyasilerin aldığı kimi israfçı politika kararları siyasilere kısa süreli rant oluştururken, uzun dönemde ceremesi halka yansır, çünkü siyasilerin rantını yediği avantajın maliyeti yıllar sonrasında, kararı alan siyasilerin ortadan yok olduğu dönemde su yüzüne çıkar. Hatta çoğu zaman halk üzerine yıkılan zamların, fiyat artışlarının ve işsizliğin gerçek sebebi anlaşılmadan, yaşanılanların tümü ekonomik sıkıntı ya da kriz olarak algılanır ve bundan dolayı kimse suçlanmaz. Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki, özellikle de devletçilik dönemindeki siyasetin halka saygı anlayışı ile 1950 sonralarında ve günümüze doğru giderek yükselen halka saygısız siyaset anlayışları arasındaki fark budur.

Yaşanan olumsuzluklar karşısında iktidar sahiplerinin halka tüm süreci en doğru şekliyle anlat(a)mamaları, konuyu saptırmaları ya da çoğu zaman yapıldığı gibi konuya hiç girmemeleri siyasi etik anlayışı açısından savunma değil, zavallılık olarak algılanır. Oysa özellikle enflasyon ya da işsizlik vb. gibi ekonomik olaylarda halkın gözü kulağı TÜİK’te değil, bizzat yaşananlardadır. Ondan dolayıdır ki, gerçeklerin saptırılmasını siyasi manevra olarak gören halkımızın siyasi kadroya güveni her geçen gün sarsılmaktadır. Bu alanda siyasetçinin sessizliği halk nezdinde aldatma olarak algılanır ve ona göre değerlendirilir.

Son dönemde söylemleri ile adeta dizileşen mafya liderinin sözleri üzerine siyasilerce takınılan tavır da birçok yönleriyle bizzat siyasetçi aleyhine yorumlanmaya muhtaçtır. Her devletin bazı örtülü işlerinde örtülü para ve örtülü eleman kullandığı düşünülür, fakat ciddi bir devlet bu süreci de kamu görevi bilinci ile götürür ve kişisel servet yığma vesilesine dönüştürmez. Feodal ve ağalık döneminden ulus devlet yapısına geçişte henüz bilinçten silinememiş eski kalıntıların tipik yansıması olan siyasetin servet yığma kapısı görülmesi mafya liderinin karşısına güçle çıkılmamasını zorlaştırması, siyasi itibar yanında ülke itibarının da zedelenmesine yol açar. Zira siyaseti aklayıcı ve halkı aydınlatıcı önlemler alınmadığı, kırılan kolun yen içinde kalması yoluna gidildiği sürece ileri sürülen savlar ya da saldırılar doğru olarak görülür ve sorunu geçiştirdiğini sanan siyasi yapı da buna göre değerlendirilir. Üstelik bu değerlendirmeyi salt ülke içinde seçmenler değil, ülke itibarının kantara koyulduğu uluslararası arenada da uluslararası kamuoyu yapar. Çünkü, bir mafya liderinin uluslararası arenada böylesi doğru ya da yanlış ciddi iddialarda bulunması karşısında, bu iddiaları, arkasını kurcalamadan salt ileri süren kişinin kişisel iradesi ve çabası olarak görmek fevkalade isabetsiz bir bakış açısıdır. Meseleye böyle bakıldığında iddialar karşısında takınılan sessizlik iddiayı savuşturmaz, güçlendirmese de, geçerlilik payını yükselterek, içte siyaseti, ondan da öte uluslararası düzlemde ülke itibarını sarsar. Bu nedenle, siyasilerin bu konuyu kişisel bir mesele olarak ele almamaları ve ülke itibarı açısından yönlendirmeleri kaçınılmazdır. Bu görüş ilgili kişinin eyleminin bir şekilde sonlandırılmasında dahi geçerliliğini korur. Bu ince geçiş noktasında siyasi kadronun ya da sorumluların bekası değil, ülkenin bekası söz konusudur. Sepetteki çürüklerin ayıklanmasıyla sepetin güçleneceği görüşünden sapan bir siyasi erk, bizatihi sepeti ve o sepeti taşıyan seçmen tabanını kuşkulu konuma sokar. 

Bu yol ayrımında siyasi kadroya doğru yola girmede tek müşir ise seçmen bilinci ve ona dayalı siyasi kararı olacaktır.

 İzzettin Önder / EVRENSEL

Ayasofya kemirgenlerinin kısa tarihi - Orhan Gökdemir / SOL

 Tarihinin gösterdiği gibi zaman zaman böyle dev Ayasofya kemirgenleri ürer. Geriye ne kaldıysa kemirir, üstüne pisler. Binanın tarihindeki kısa parantezlerden biridir…

Eskiden de ibadete açıktı, Cumhuriyet bu çok kültürlü, çok inançlı yapıyı müze yapmayı tercih etti. Kilise olarak biliniyor ama esasında bir pagan mabedidir. Ayasofya’dan söz ediyoruz.

Bugünkü şeklini alana kadar birkaç kere yıkıldı yapıldı. Temelleri altında bir pagan mabedi -Güneş tapınağı- olduğu sanılıyor. Sütunları Efes’teki Artemis Tapınağından, Mısır’daki Güneş Tapınağından, Lübnan’daki Baalbek Tapınağından ödünç alınmış. Yapı taşları Mısır’dan, Yunanistan’dan, Marmara (mermer) Adasından, Suriye’den, Afyon’dan, Kuzey Afrika’dan devşirilip İstanbul’a taşınmış. Eski kiliselerin çoğunluğu, eski pagan mabetleri üzerine kurulu zaten. İlk Hıristiyanlar kendileri ile rekabet eden eski inançlarla mücadele içindeydiler. Devlet tarafından kabul görünce mazlumluktan zalimliğe terfi ettiler, yüzyıllar boyunca pagan inançlıları kovaladılar, vurdular, öldürdüler. Mabetlerini yıkıp üzerlerine kiliseler yaptılar. 

Ayasofya’nın benzer bir tarihi var. Altında yatanı bilmesek bile yapıtaşları eski mabetlerin yağmalanmasından bakiye. Zaten adı da bir tür sentez; Ayasofya, Agia Sofia, Hacı Sofya o senteze işaret ediyor. Gelgelelim Hıristiyanlık tarihinde böyle önemli bir yapıya adını verecek “Sofia” adında herhangi bir “hacı” yok. Haliyle “bilgelik” anlamındaki “Sophos” kaynağı. Bilgi kilisesi veya kutsal bilgi kilisesi anlamına geliyor olmalı. Hıristiyanlıkta ne “sophos”u olacak? Bildiğiniz pagan bilgeliği bu. “İsis”in arada aziz ilan edilmiş hali olması yüksek ihtimal. İsis, bir bakıma “Meryem” söylencesinin de kaynağıdır. Her ne ise, Hıristiyanlar o bilgeliğin üzerinden silindir gibi geçince kendi gitmiş adı kalmış yadigâr.

Biraz aşağısında, deniz kenarında bir adaşı var, “Küçük Ayasofya Camii”dir. O da bir kilise ve büyük olasılık onun da temellerinin altında bir pagan mabedinin kalıntıları var. Zaten kitabesinde yapının “Bakhos”a adandığı yazıyor ki, Bakhos, bizim “şarap tanrısı” Dionysos’un Roma versiyonudur. Osmanlılar şehri “feth” edince eskileri yıkmaya gerek duymadılar. Yanlarına birer minare dikip camiye dönüştürdüler. Bakmayın abarttıklarına, dinler arasında geçişler bu kadar kolaydır. 
Türkiye’de aynı adı taşıyan pek çok kilise-cami var. Edirne Kaleiçi’ndeki Ayasofya Kilisesi böyle. Kırklareli’nin Vize ilçesindeki Küçük Ayasofya orijinal hali büyük ölçüde korunmuş bir Doğu Roma kilisesi. Trabzon’un Ayasofya’sı müze ile cami olma arasında gidip geliyor. Yakınlarda AKP’li müteahhide verdiler, kazıp bahçeyi her türlü yeşillikten arındırdı o da. Turistler bu ucubeyi görüp eli eteği çekince esnaf “yeniden müze olsun” diye kampanya başlattı. Gümüşhane, Zonguldak ve İznik’te de var birer tane. Büyük Ayasofya’nın hemen arkasında Aya İrini var, fetihten sonra camiye çevrilmemiş kiliselerdendir. Fatih’in Hıristiyan olan annesinin ibadeti için kilise olarak koruduğu iddia ediliyor. Eski kaynaklara göre, burada bulunan Roma döneminden kalma Artemis, Afrodit ve Apollon mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak inşa edildi. Yani esasında o da bir pagan mabedi.

***

Eski zamanlarda Osmanlı topraklarında olup şimdi başka devletlerin sınırlarında kalan Ayasofyalar da var. Bunlardan en bilineni Selanik’tedir. Fatih, Ayasofya Kilisesini ibadete açarken, Selanik'teki Ayasofya Kilisesini Sırp Kralı Brankoviç’in kızı Despina’ya hediye etti. Despina, ölene kadar dinine bağlı kaldı, evladı veya evlatlığının sorun etmediğini biliyoruz. Selanik Ayasofya’sı 1912’de, şehrin Helenlere tesliminden pek az sonra camiden kiliseye çevrildi. İçindeki eklentileri dışarı çıkardılar, sağ tarafına bitişik uzun gövdeli minareyi yıktılar. Müezzin mahfili avlunun bir köşesine gömüldü, içine toprak doldurulup çiçeklik biçimine sokuldu. Böylece aslına rücu etti. Bu da başka türlü bir dönüşümdür.

AKP döneminin modası oldu. Büyük Ayasofya’dan sonra Hora kilise müzesini de, Khora-Kariye, ibadete açtılar. Böyle pek çok dönüşüm var. “Un Kapısı”nda Pantokrator Manastır Kilisesi ibadete açıldı misal. Fatih bu yapıyı medreseye çevirmeye karar vermişti. Molla Zeyrek Mehmet Efendi’yi görevlendirdi “dönüşüm” için. Mehmet Efendi biraz hazırcevaptı, zeyrek lakabını o yüzden takmışlardı. Bir semtin adıdır şimdi.

Camiye çevirme dedikleri ne? Kilise içindeki ikonaları boşaltıyorsun, fresklerin üzerini badana ile kapatıyorsun, al sana cami! Büyüğünü de alay-ı vâlâ ile ibadete böyle açtılar. “Ayasofya Cami-i Kebiri” diyorlar şimdi. Öyle bir ad ki bu içinde Yunan bilgeliği, Paganizm, Hıristiyanlık ve İslam barış içinde bir arada yaşayabiliyor! Dinler tarihinin cilvelerindendir…

***

“Ayasofya” bu dönüşümlere alışık aslında. Tarihi boyunca o inanç senin bu inanç benim dolaşıp durmuş. İlk gençliğini katedral olarak tamamlamış. Bu arada şehirde çıkan ayaklanmalarda birkaç kez yakılıp yıkılmış. Her defasında yeniden ayağa kalkmış. Roma kilisesi bölününce Ortodoks kilisesine dönüşmüş. Haçlılar şehri “feth” edince Katolik kilisesi olmuş. Tabii fırsat o fırsat yağmalamışlar, soyup soğana çevirmişler, eski sahiplerine kılıç göstermişler. Ortodokslar geri alınca yeniden Ortodoksluğa duhul. 1453’te “cami oldun sen” demişler, sesini çıkarmamış. 1934’te bakımını yapıp, elini ayağını düzelttikten sonra kapısına “müze” tabelası asmışlar. Cumhuriyetin ilanıdır. Şimdi yeniden cami. Cumhuriyetin yıkıldığını ilan ettiler böylece. Ama tabii yeniden müze veya kilise olma şansı var. Tarihinin gösterdiği bu.

Yunan bilgeliği, Paganizm, Hıristiyanlık ve İslam “Ayasofya”da barış içinde bir arada yaşayabiliyor ama müze iken camiye dönüştürenler çok öfkeli. Bütçesi hormonlu Diyanet Başkanı Ali Erbaş müzenin camiye açılışında hutbeye elinde kılıçla çıktı. Cumhuriyete, kurucusuna ve halka kılıç gösterdi, beddua etti. Ardından Ayasofya başimamı olarak atanan Mehmet Boynukalın nam tuhaf kişi, laikliğin kaldırılmasını, devletin dininin İslam olarak anayasaya konulmasını istedi. O gitti gitmedi tartışması sürerken AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı “hafızlık” töreninde vaaz veren imam Mustafa Demirkan, kurucu Mustafa Kemal’e “zalim ve kafir” dedi. Küfrünün görünüşteki sebebi kiliseyi müze yapması…

Zamanımızın şişirilmiş kahramanları bunlar. İsimleri farklı olmakla birlikte bunlar aynı cemaatin üyeleri. Düzenin resmi ideoloğu Püsküllü Kadir’in paltosundan çıkma hepsi. Kinleri sadece Mustafa Kemal’e değil haliyle. Cumhuriyete, laikliğe, “seküler yaşam biçimini benimseyen halka” dinmeyen öfkeleri ve bitmeyen bir kinleri var. 

***

Ama Ayasofya’nın anlamı bütün bu itiş kakışın ötesinde. Uzun yıllar üstü kapalı en büyük cami olma rekorunu elinde tuttu. Büyük kubbesinin sağladığı geniş açıklık sebebiyle sanat tarihinin ve mimarinin köşe taşlarından biridir. Bu mimari Yunan “basilika” tipinin yerine geçerek mimaride çığır açmıştır. Tuğla ile inşa edilen büyük ilk yapılardan biridir. Yapımından sonra Asya ve Avrupa’daki kilise mimarisine esini vermiştir. Bütün Rumeli’ndeki cami mimarisi de bu binanın minyatür kopyalarından ibarettir. 

Yani kilise, müze veya cami olarak tanımlanması insanlık tarihindeki önemini ne arttırır ne azaltır. Ayasofya insanlığa bırakılmış büyük bir kültür mirasıdır. 

Elde kılıç mirasın gerçek sahibi halka kabadayılık taslayan “fetihçi” şişirilmiş kahramanlara gelince; tarihinin gösterdiği gibi zaman zaman böyle dev Ayasofya kemirgenleri ürer. Geriye ne kaldıysa kemirir, üstüne pisler. Binanın tarihindeki kısa parantezlerden biridir…

Orhan Gökdemir / SOL