22 Ağustos 2021 Pazar

Doğa değil asıl bu kafa ıslaha muhtaç - Mustafa BİLDİRCİN / BİRGÜN


 

Beton sevgisi rant hırsıyla birleşince “doğanın yatak odası” dere yatakları betona gömüldü. Her yağış sonrası yaşanan sel felaketleri acı gerçeği gözler önüne serse de ders çıkarılmıyor. Dere yatakları daraltılarak imara açılırken kamu binaları dahi dere yataklarına yapılıyor.

Batı Karadeniz’de Kastamonu, Sinop ve Bartın’ı vuran taşkınlar, dere yataklarına yapılan müdahaleleri bir kez daha gündeme taşıdı. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Belediye Başkanlığı dönemimden beri dere yatağına konut yapımını onaylamıyorum” dese de Türkiye, AKP iktidarları döneminde dere yataklarına müdahaleler nedeniyle çok sayıda felaket yaşadı.

Ülkenin en büyük sorunları arasında yer alan çarpık kentleşme, akarsu havzalarının yakınlarındaki insan yoğunluğunu da artırdı. Kentlerin ortasından geçen dere yatakları artan nüfusa barınma olanağı sağlamak amacıyla imara açıldı, daraltıldı. Bu yerleşimler, havza bütünündeki hidrolojik dengeyi bozarken can ve mal kayıplarına yol açan taşkınlara davetiye çıkarıldı. İktidar ise olası afetlere karşı önleyici mekanizmaları hayata geçirmedi. Erdoğan, “Kısa sürede yağan büyük miktarda yağışı” Batı Karadeniz’de yaşananların tek sorumlusu olarak gösterdi. AKP bürokratları da hiçbir altyapı sisteminin Batı Karadeniz’de yaşanan yoğun yağışı kaldıramayacağını savunarak sorumluluk almaktan kaçındı.

ACI SONUÇLAR DOĞURDU

Son selden en çok etkilenen Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinden geçen derenin genişliğinin 400 metreden 15 metreye düşürüldüğü belirlendi. Dere yatağının kenarına dikilen binalar, su karşısında yapay bir baraj görevi görürken sağanak yağışla birlikte gelen sel, bu baraja takılarak felaketi tetikledi.

Batı Karadeniz’de yaşanan felaket ilk değil. 2006’da Batman’da, 2007’de Elazığ’da, 2009’da İstanbul’da, 2012’de Samsun’da ve 2014 yılında Hatay’da yaşanan taşkınlar, büyük kayıplara neden oldu.

RİSKLİ ALAN İMARA AÇILDI

31 Ekim 2006 tarihinde Batman’da başlayan yoğun yağış tam bir gün sürdü. Yağmur suyunu taşıyamayan İluh Deresi taştı. Jeoloji mühendislerinin taşkının nedenlerine yönelik hazırladığı raporlar, felaketin dere yatağına müdahale nedeniyle geldiğini ortaya koydu. Raporlara göre, şehrin kuruluş ve gelişme sürecinde dere yatağı ve kolları dikkate alınmadı. Taşkının nedenlerine yönelik şu çarpıcı bulgular ifade edildi:

• Taşkın riski taşıyan alanların yerleşime açılması...
• Dere yatağının daraltılması, taşkın yatağının tarım arazisi olarak kullanılması…
• Kent çöplerinin dere yatağına atılması…
• 2007 yılında ise Elazığ kent merkezinden geçen dereler sağanak yağışla birlikte taştı. 4 Mayıs 2007 günü kent, sel baskınına maruz kaldı.

DERE YATAĞI KAPATILDI

4 Mayıs 2007’de Elazığ’da aşırı sağanak ve etkili dolu yağışının ardından meydana gelen taşkın neticesinde, Zübeyde Hanım Caddesi ile Sürsürü Mahallesi Çay Sokak’ta çok sayıda konut, sel baskınlarına maruz kaldı. Kent haritaları, merkezden geçen dereye müdahaleyi gözler önüne serdi. DSİ’nin verilerine göre, şehir merkezinin zamanla genişlemesiyle dere yatağının 2 bin 300 metrelik kısmının üzeri kapatıldı. 8 Eylül 2009’da ise Türkiye, İstanbul’daki sel felaketiyle güne başladı. Dört gün süren felaket, İstanbul Ayamama Deresi’nin taşması sonucu gerçekleşti. Selde 32 can kaybı yaşanırken binlerce konut büyük hasar aldı. Selin ardından gazetelerde yayımlanan fotoğraflar, dere yatağına yakın yerlere kurulan fabrikaların ve köprülerin gördüğü zararı ülkenin yüzüne vurdu. Salgının ardından uzmanlarca hazırlanan raporlar, yaşanan afetlerden ders alınmadığını gösterdi. Raporlarda, geniş alanların asfaltla kaplanması nedeniyle yağmur suyunun toprakla buluşamadığı kaydedildi. Afetin ardından yetkililer, “Dere yataklarına müdahaleyi engelleyeceğiz” açıklamaları yapsa da sorunun çözümüne katkı sağlayacak politikalar hayata geçirilmedi. Sel felaketi, 3 Temmuz 2012 tarihinde ise Samsun’u etkiledi. Taşkın sonucunda 14 kişi yaşamını yitirdi. Canik ilçesinden geçen dere, kenarında inşa edilen TOKİ konutlarını vurdu. DSİ, sele neden olan ihmaller zincirini şöyle sıraladı:

• Şiddetli ve yoğun yağışlar…
• Taşkından öncede devam eden yağışların toprağın doygunluğunu artırması…
• Dere yataklarına çöp dökülmesi…
• Dere yatağında akış için gerekli koşulların yeterince sağlanmaması…

doga-degil-asil-bu-kafa-islaha-muhtac-912993-1.

ÇAY ÜSTÜNE İLÇE KURULDU

Hatay, kent tarihinin en büyük su baskınını Eylül 2014’te yaşadı. Gece saatlerinde başlayan ve dört buçuk saat süren yağış sonunda Sarı Çayı taştı. Taşkında beş yurttaş yaşamını yitirirken DSİ, “Taşkının nedenleri” isimli raporunda şu bulgulara yer verdi:

• İçmeler beldesinin Sarı Çay taşkın yatağında kurulması…
• Dere yatağı kesitinin daraltılması…
• Dere yatağı üzerindeki sanat yapılarının kapasitelerinin yetersizliği…

TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Hatay İl Temsilciliği’nin felaketin ardından hazırladığı raporda ise şu ifadelere yer verildi:

• Dere yatakları üzerinde yer alan menfez ve köprülerin taşkın riski göz önüne alınmaksızın inşa edilmesi…
• Dere yatağı kenarlarının plansız olarak konut ve işyeri yapılmasına açılarak dere yatağı kesitlerin daraltılması…

Giresun Dereli’de 22 Ağustos 2020 tarihinde yaşanan gelen sel felaketine ise dere üzerine kurulan barajların patlaması neden oldu. İlçede yüzlerce konutun ağır hasar almasına yol açan afetin ardından yapılan incelemeler, şu çarpıcı bulguları gözler önüne serdi:

• Dere üzerindeki kesit daraltılan köprüler…
• Betonlaştırılan ve daraltılan dere yatakları…
• Taşkın debileri hesaplanmadan dere yatağı üzerine yapılan binalar…

SELE TESLİM ETTİLER

Hiçbir felaketten ders alınmadan yürütülen kentleşme politikaları, 2021’de de Türkiye’yi sele teslim etti. Karadeniz’deki kentler başta olmak üzere pek çok noktada seller yaşandı. Temmuz’da Rize ve Artvin’de seller birbirini izlerken Rize, Temmuz ayında bir haftada iki afet yaşadı, kentin üçte biri sel ve taşkınlardan etkilendi.

doga-degil-asil-bu-kafa-islaha-muhtac-912992-1.

DEREDE KAMU BİNASI

Batı Karadeniz’de yaşanan sel felaketi, iktidarın hemen her felaketin ardından verdiği ancak tutmadığı sözleri akla getirdi. Doğu Karadeniz’de Arhavi, Fındıklı, Ardeşen, Güneysu ile Muradiye ve Rize’nin diğer bölgelerinde yaşanan sel ve heyelanlar ile yaşanan can kayıpları sonrası verilen sözler ilk akla gelenler oldu. Su taşkınlarının ardından, “Acil Uyarı Sistemi” vurgusu yapan iktidar, bu konuda somut bir adım atmadı. Yaptırım içermeyen uyarılar nedeniyle Rize ve Artvin başta olmak üzere, su taşkını tehlikesine açık birçok kentte kamu binaları dere yatakları üzerine kurulmaya devam edildi.

SİYASET ISLAH EDİLMELİ

Derelerin Kardeşliği Platformu Sözcüsü Ömer Şan, iktidarın çevre politikasını ve mevcut durumu BirGün’e değerlendirdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çözüm önerisi olarak sunduğu, “Kemer köprü” ile sorunların halledilemeyeceğini kaydeden Şan, “Şu anda yapılması gereken bütün dere yataklarının derelere teslim edilmesidir. Siyasetin kendisini ıslah etmesi gerekiyor” dedi.

DOĞANIN YATAK ODASI

Şan, “Siyasetin dere yataklarından, doğal yaşam alanlarından, ormanlardan, göllerden elini çekmesi gerekiyor” diyerek başladığı sözlerini ise şöyle tamamladı: “Dere yatağı, doğanın yatak odasıdır. Doğal olarak o suyun o yataktan akması gerekiyor. O yatağı mülkiyet hakkınıza geçirmezsiniz. Burada bütün sorun mülkiyet hakkıdır. Toplumun ısrarla, çılgınca tüketime zorlanmasıdır. Bütün HES’lerin, deniz doldurularak yapılan tesislerin tamamının durdurulması, geri çekilmesi lazım. Dere, yıkıyor geçiyor kentleri. Doğa kendisine verilen zararı iyileştirmeye çalışıyor. Bizden sonraki nesiller rahat etsin, kuşlar ötsün, toprak yeşersin diye. Doğa, yarasını iyileştirmeye çalışıyor. Doğa, pisliklerini süpürüyor. Ekosistemin yaşaması çok önemli... Ekosistem olmazsa insan olmaz. İnsanoğlu olarak kendimizi doğanın efendisi olmaktan görmekten vazgeçmeliyiz. Böyle yaparsak İklim Krizi’ni önleyebiliriz.”

ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI KURUM’A SORULDU

Küresel İklim Değişikliği Araştırma Komisyonu CHP Sözcüsü Murat Bakan, iktidarın afetler ve kuraklığa karşı planını Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’a sordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “İmardan ve yapıdan kaynaklanan sorunlar var. İklim değişikliğinin yol açtığı tabiat olaylarının artacağı öngörülüyor” sözlerini anımsatan Bakan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Kurum’a şunları sordu:

• Dere yataklarındaki yapılaşmaya yönelik Bakanlığınızda hangi veri ve bilgiler mevcuttur?
• Ülkemizde dere yatağına ya da kenarına inşa edilmiş/konumlanmış kaç il, ilçe ve mahalle vardır? Bunların taşınması noktasında bir çalışma var mıdır? Ya da bu alanlarda olası bir afete karşı alınması gereken hangi tedbirler alınmıştır/alınmaktadır/alınacaktır?
• Dere yataklarındaki yapılaşmalara dair tespit ve bu tespitlere yönelik alınacak tedbirlerin belirlenmesi çerçevesinde bir çalışma planlanmakta mıdır? Planlanıyorsa detayları nedir? Planlanmıyorsa gerekçesi nedir?

Risk belirlendi, adım atılmadı

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 2019’da Trabzon, Rize, Artvin, Giresun, Ordu ve Samsun’a yönelik, “İklim Değişikliği Eylem” Planı hazırladı. Bölgede dere yataklarına kurulan ve birinci derece risk grubunda olan 367 dere tarandı. Çıkan sonuçlara göre, dere yatağında bulunan ve iklim krizi nedeniyle risk altında olan bin 950 bina tespit edilerek acil taşınması gerektiği belirlendi. Trabzon’da 446, Rize’de ise 40 bina, dere yatağında olması itibarıyla “Acil ve öncelikli boşaltılması gereken” olarak işaretlendi. 2019 yılında sel ve heyelan bölgelerinde yapılaşmanın önüne geçmek amacıyla hazırlanan planın ardından hiçbir somut adım ise atılmadı.

Sayısız can gitti

Resmi verilere göre, Türkiye’deki sel felaketlerinin yüzde 52’si Karadeniz’de meydana geldi. Can kaybı ve yerleşim yerleri açısından sel felaketinin etkisi yüzde 10 olarak hesaplandı. Türkiye’de 1975-2002 arasındaki 487 taşkında toplam 493 can yitirilirken 2003-2015 döneminde yaşanan 722 taşkında toplam 227 can kaybedildi.

Mustafa BİLDİRCİN / BİRGÜN

Proje proje AKP'nin 19 yıllık yıkımı (VI-VII) - Hazırlıyan İbrahim Ekinci /BİRGÜN

 VI- Akkuyu NGS'nin garanti yükü 18 milyar dolar: Yine bir ‘ilk’i başardılar!

Akkuyu Nükleer AŞ’nin internet sitesindeki ifadelere göre AKP, yine dünyada bir ilki “başarmış” gözüküyor. Sitedeki cümle şöyle: “Akkuyu projesi, dünyada ‘Yap-İşlet- Sahip ol’ modeliyle inşa edilen ilk NGS projesidir.” Bizim anlayacağımız şu: Diğer garantili projelerin aksine, Akkuyu NGS’yi Rus şirketi yapacak ve ömrü boyunca işletecek.



Santralın denenmemiş yeni nesil bir reaktör teknolojisi ile kurulduğu, Rusya’nın kendi nükleer santral teknolojisini modernleştirme projesinin bir parçası olarak Türkiye’yi deneme alanı haline getirdiği, anlaşmanın aslında teknoloji transferi de içermediği, kamuoyu; santralın YİD modeli ile yapıldığı için sonunda Türkiye’ye devredileceğini sanırken, uygulama modelinin aslında “yap–sahip ol–işlet” olduğu; Türkiye’de kurulu gücün TEDAŞ’ın 2027 projeksiyonunda dahi yüzde 10 fazla olduğu, başka bir ifade ile bu santrala ihtiyaç da olmadığı; dünyada nükleer santrallerin kapatıldığı(1), birçok ülkenin hızla güneş, rüzgârdan üretimi artırmak için büyük yatırımlar yaptığı; ülkelerden elektriğin pahalı olduğu ve bu tip santralların büyük riskler yarattığı gibi çok fazla tartışma alanı vardır. 

Bizim yazı dizisi bakımından en önemli konu ise yarattığı garanti yüküdür. Hesabını birlikte yapalım. Proje ile ilgili bildiklerimizi not edelim:
12 Mayıs 2010’da Türkiye-Rusya arasında Akkuyu’da bir nükleer güç santralının (NGS) kurulması ve işletilmesi ile ilgili anlaşma imzalandı. Anlaşma 6 Ekim 2010 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. Anlaşmaya göre Rus tarafı VVER 1200 (AES 2006 tasarımı) tipi 4 reaktör (toplamda 4.800 MW) kuracak. Hizmet ömrü 60 yıl olacak, 20 yıl daha uzatılabilecek.

Anlaşma metninde sanılanın aksine, santralın “yap–işlet–devret” (YİD) modeli ile yapılacağı yer almadı. 4’üncü maddenin 2. Fıkrası, sahipliği şöyle tanımladı: “Proje Şirketi, üretilen elektrik de dahil olmak üzere, NGS’nin sahibidir.”

NGS’nin sahibini “proje şirketi” olarak tanımlayan anlaşma bu şirketin ana hissedarının da Rus tarafı olacağını hükme bağladı. 4’üncü fıkra şöyle: “Rus Yetkili Kuruluşları'nın Proje Şirketi'ndeki toplam payları, hiçbir zaman yüzde 51’den az olamaz.”(2)

SÜREKLİ İŞLETECEKLER

Akkuyu Nükleer AŞ’nin resmi internet sitesindeki ifadelere göre AKP, yine dünyada bir ilki “başarmış” gözüküyor. İnternet sitesindeki cümle şöyle: “Akkuyu NGS inşaat projesi, dünyada “Yap İşlet, Sahip ol” modeliyle inşa edilen ilk NGS projesidir.” Bizim anlayacağımız şu: Diğer garantili projelerin aksine, Akkuyu NGS’yi Rus şirketi yapacak ve ömrü boyunca işletecektir.

CÜNEYD ZAPSU VAR
Devam edelim… 13 Aralık 2010’da proje şirketi olarak yüzde 100 Rus sermayeli (devlet şirketi Rosatom’a bağlı) Akkuyu NGS Elektrik Üretim AŞ kuruldu. Halen 6 hissedarın 6’sı da Rus şirketleri. Dolaylı ve doğrudan sahip oldukları ile birlikte Rosatom’un projedeki payı yüzde 99.2.

Sekiz kişilik yönetim kurulunda Türkiye’den tek isim var: AKP’li Hasan Cüneyd Zapsu!(3)

2011’de proje sahası tahsis edildi. 01.12.2014’te ÇED Raporu olumlu kararı alındı. 17.11.2017’de 1 no’lu reaktörün temel atımı işleri tamamlandı. 30.12.2017’de Elektrik Satınalma Anlaşması (ESA) imzalandı. İlk ünite 2023’te elektrik üretecek. Diğerleri birer yıl arayla devreye alınacak. Proje, “stratejik yatırım” teşviklerinden yararlanacak.(4) Santralın inşaatına Rus Titan-2 ile İçtaş İnşaat ortaklığı 2018’de başladı.

Gelelim işin “garanti” boyutuna... İlgili anlaşmanın 10’uncu madde, 5’inci fıkrası şöyle: “TETAŞ, Proje Şirketi’nden (...) üretilmesi planlanan elektriğin Ünite 1 ve Ünite 2 için yüzde 70’ine (yüzde yetmiş) ve Ünite 3 ve Ünite 4 için yüzde 30’una tekabül eden sabit miktarlarını her bir güç ünitesinin ticari işletmeye alınma tarihinden itibaren 15 (on beş) yıl boyunca 12.35 (on iki nokta otuz beş) ABD senti/kWh ağırlıklı ortalama fiyattan (KDV dahil değildir) satın almayı garanti eder.”

Yani devlet, Akkuyu’nun ürettiği elektriğe 15 yıl boyunca miktar ve fiyat garantisi vermiştir. Enerji Atlası’nın yaptığı hesaplamaya göre, bu “yıllık ortalama 17,5 milyar kilovatsaat, 15 yılda 262,5 milyar kilovatsaat elektrik enerjisini sözleşmede belirlenen fiyatla alım garantisi” anlamına geliyor. 2020 yılı bütçe görüşmelerinde yıllık alım garantisinin 19 milyar metreküp olduğu belirtilmiştir. Arada büyük fark yoktur.

Önemli bir nokta… Alım fiyatı artabilecektir! ESA’da ilgili fıkra şöyledir: “…mutabakata varılan tarife kademelerinde, elektrik fiyatındaki yıllık değişim, projenin geri ödemesinin sağlanması açısından, fiyat limiti üst tavanı 15.33 ABD senti/kWh olmak üzere Proje Şirketi tarafından hesaplanır.” TMMOB raporlarında yatırımın geri dönüşü için ilk yıllar bu yüksek fiyatın uygulanacağı belirtilmektedir. Yani… “Üretilen 1 kWs enerji için sözleşmede 12,35 dolar sent fiyat olduğu belirtilmekle beraber, inisiyatif Rusya tarafında olmak üzere Akkuyu projesinin geri ödemesinin sağlanması amacıyla fiyat 15,33 dolar sent kWs’e kadar çıkabilecektir.”(Enerji Atlası)

TÜRKİYE İÇİN ÇOK PAHALI

Bu fiyat çok yüksektir. TMMOB raporundan aktarıyoruz: “Bilindiği gibi elektrik toptan satış fiyatları EPİAŞ tarafından yönetilen elektrik piyasasında belirlenmektedir. Bunun yanında devletin alım garantisi verdiği için elektrik satın aldığı yenilenebilir, kömür, Yİ ve YİD santralları vardır. Ancak genel belirleyici unsur EPİAŞ serbest piyasa koşulları ile oluşan EPİAŞ fiyatı olmaktadır. EPİAŞ’ta oluşan 2001-2018 Kasım fiyatları incelendiğinde son 9 yılda fiyatların 13 kuruştan 29.5 kuruşa yükseldiğini görmekteyiz. ABD Doları cinsinden ise fiyatların bu süre içerisinde 4-5 cent/kWh bandında hareket ettiği görülmektedir. Kasım 2018’de Piyasa Takas Ortalama Fiyatı (PTF) 29,5 kr/kWh olmuştur. ABD dolar centi olarak bu değer 5.56 cent/kWh’a tekabül etmektedir. (…) Yani Akkuyu’dan alınacak elektrik ilk yıllarda bugünkü elektrik fiyatının 2,75 katı, 15 yıllık ortalamada 2,22 katı fiyat ile satın alınacaktır. (..) Akkuyu NGS elektrik alım fiyatları Türkiye için çok pahalıdır.”

TMMOB raporundaki rakamlar 2018 Kasım itibarıyla. Yüksek zamlarından sonra (19 Ağustos PTF ortalaması değeri olarak) halen piyasada elektrik MWh fiyatı TL 500,67, dolar olarak 59.16’dır. Bu da 5.916 dolar sente gelmektedir. Akkuyu için garanti edilen fiyat (12.35) bunun iki katından fazladır. Devlet, Akkuyu’dan alacağı elektriği eğer piyasadan alsaydı 1 milyar 124 milyon dolar ödeyecekti. Akkuyu’dan 12.35 sente alarak yılda 1 milyar 222 milyon dolar fazla ödemeye yapacak. Bu da 15 yılda 18,3 milyar dolar zarar anlamına geliyor. (5) Eğer 15.33 dolar sentten alırsa garanti yükü yıllıkta 2.9 milyar dolara, toplamda 24 milyar dolara çıkabilir. Biz tabloda düşük değeri (12.35) baz alalım. Bu durumda hesap şu:

akkuyu-ngs-nin-garanti-yuku-18-milyar-dolar-yine-bir-ilk-i-basardilar-912740-1.



Anlaşmadaki “Her bir Güç Ünitesi için Elektrik Satınalma Anlaşması'nın sona ermesini müteakip, (…) 15 yıldan daha erken olmamak kaydıyla, Proje Şirketi, NGS ömrü boyunca, Türk Tarafı'na yıllık bazda Proje Şirketi'nin net kârının yüzde 20'sini verecektir” hükmü var. Bunun ne miktarda bir kâr aktarımı olacağını, 16 milyar dolarlık garanti yükünü ne ölçüde azaltabileceğini kestirmek güç.

Peki, devlet bu yüksek fiyata, acaba, nükleer teknolojiye sahip olmanın maliyeti olarak katlanıyor olabilir mi? Anlaşma teknoloji transferini içeriyor mu? Anlaşmanın 3’üncü maddesinde amaçlar sayılırken, “teknoloji transferi” de sayılmaktadır. Fakat işin garip tarafı, izleyen 3. fıkrada bu konunun ayrı bir anlaşma ile yürütüleceği belirtilmektedir. O fıkra şöyle: “3. (...) Türkiye Cumhuriyeti’nde (…) nükleer yakıt döngüsü hakkındaki işbirliği ve teknoloji transferi taraflarca mutabakata varılacak ayrı koşullar çerçevesinde yürütülecektir.” Mevcut durumda sadece öğrenci eğitimleri yapılmaktadır.

Santral depremsellik açısından riskli bölgede yapılmaktadır. Jeoloji Mühendisleri Odası’nın görüşleri aşağıdadır: “Santralın 20-25 km yakınından geçen yaklaşık 300 km uzunluğundaki Ecemiş fay hattının sismik karakteri ciddi kaygılar oluşturmaktadır. Fay hattının uzun dönemdir suskun olması tehlikeli bir enerji birikimi olduğuna işaret etmektedir. Akkuyu yöresi aynı zamanda, çalışma mekanizması son Japonya depremini yaratan tektonik sistemi ile aynı olan; Japonya’daki kadar büyük olmasa da tarihsel dönemlerde yıkıcı büyüklükte sığ odaklı depremler ve tsunamiler üretmiş Helenik-Kıbrıs yayının da etkisi altındadır. Diğer taraftan bölgenin, önemli bir deprem beklentisi olan Doğu Anadolu ve Ölüdeniz Fay zonundan etkilenme olasılığı da bulunmaktadır.”


Avrupa Parlamentosu da Türkiye’de yapılmakta olan Akkuyu NGS’nin fay hattı üzerinde bulunması nedeni ile derin kaygı duyduğunu belirtmiş ve Türkiye’yi nükleer güvenlikle ilgili olarak yakın komşuları ve kendi halkının kaygılarını dikkate almaya, Sınır Aşan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ESPOO) sözleşmesine katılmaya çağırmıştı. Hükümet, her zamanki gibi, hiçbir uyarıya kulak asmadı.

Son bir not… Sinop’ta da santral kurulması için Japonya ile 2013’te anlaşma imzalamıştı. Ancak, Haziran 2018’de durdurulduğu açıklandı. Japon tarafı, proje üzerine çalışmayı bıraktığını duyurdu. Enerji Bakanı Fatih Dönmez, “Sinop’la ilgili henüz şu anda görüşülen bir ülke de yok. Burada Trakya daha öne çıkıyor. Çin’le görüşmelerimiz var" dedi.

akkuyu-ngs-nin-garanti-yuku-18-milyar-dolar-yine-bir-ilk-i-basardilar-912741-1.

***

[1] Dünyada, 2018 yılı ortasına kadar kapatılmış olan 173 adet reaktörden 115’inde durdurma işlemleri devam ediyor.
[2] Rus şirketi kendi açıklamalarında, internet sitesinde açıkça, modelin “yap – sahip ol – işlet” olduğunu vurgulamaktadır. Anlaşmadaki muğlaklığa dayanan bir oldu bitti var gibi gözükmektedir. Bu konunun ileride sorun çıkarma potansiyeli de vardır.
[3] Bir ara Rus şirketinin, anlaşmadaki “yüzde 49’unu satabilir” maddesine göre Cengiz – Kolin ortaklığına hisse satacağına ilişkin haberler çıktı. Ancak bu satış gerçekleşmemiş gözüküyor. Ticaret Sicile göre halen ortakların tamamı Rus şirketleri.
[4] Stratejik yatırımlar çok sayıda muafiyet, indirim içeriyor. Bu projelerdeki destekler şöyle: KDV İstisnası, gümrük vergisi muafiyeti, vergi indirimi, sigorta primi işveren hissesi desteği, yatırım yeri tahsisi, KDV iadesi, sigorta primi (işçi hissesi) desteği ve gelir vergisi stopajı desteği. Bu arada not edelim. Sözcü yazarı Çiğdem Toker, Off-shore alanlarda kurulmuş tüzel kişilerle işlem yapabilmek için şirketin sicil kaydı değişikliğine gittiğine dikkat çekerek, “Buna göre Akkuyu NGS A.Ş. sermaye ve para operasyonlarını vergi cennetleri üzerinden gerçekleştirebilecek. Bu da şirkete sağlanan vergi kolaylıklarının yanı sıra ülkenin bir başka ‘kapitülasyon’ benzeri projesi olan Akkuyu’da finansman işlerinin kapalı ve karanlıkta kalması anlamına gelecek” diye yazdı.
[5] AKP Ekonomide Ne Yaptı isimli kitabımda, o dönemin fiyatlarıyla saptadığım zarar 19 milyar dolardı. Elektrik fiyatlarının aşırı zamlanması hesaplama sonucunu haliyle değiştirdi. Halen devlet, bugünkü elektrik fiyatlarıyla 18,3 milyar dolar zararda gözükmektedir. İleride de elektrik fiyatlarının değişmesi, kur artışı, düşüşü gibi parametreler bu rakamı etkileyecektir.

                                                                       ***

VII- Zafer Havalimanı’nda garanti ödeme faciası

Devletin 33 yıl boyunca firmaya garanti ödemesi, bugünkü verilerle yapılan projeksiyona göre 196 milyon avroyu buluyor. Eğer 2044 yılı tam yıl olarak alınmazsa, rakam birkaç milyon avro daha düşük gerçekleşecektir. Ciddi bir kamu zararı vardır. Devlet yönünden hesaba kitaba gelir tarafı yoktur.


Garanti faciası derken… En yüksek garanti ödenecek projelerden biri olması anlamında değil, hesap kitap boyutundaki akılalmazlıkları kastediyorum. 5 - 10 yolcu gelen yere 100 yolcu garantisi verilir mi? 

Verilmiş! 

AKP’nin “proce” anlayışını anlatmaya kalksanız, Zafer Havalimanı’ndaki faciayı ilkokul çocukları bile anlayabilir.

DHMİ verilerine göre 2017, 2018, 2019 yolcu sayıları sırasıyla 103 bin, 99 bin, 82 bindir. Buna karşılık aynı yıllar için verilen yolcu garantisi sayıları şöyledir: 1 milyon 83 bin, 1 milyon 137 bin, 1 milyon 171 bin…

2020 yılında salgın etkisiyle yolcu sayısı 16 bin 450’dir. Garanti edilen yolcu sayısı 1,2 milyon yolcudur. Salgın nedeniyle İstanbul Havalimanı’nda olana benzer bir uygulamaya gidilip gidilmediği hakkında bilgi yok. Devlet bu limandan kira almıyor. 2021 Temmuz ayı verisine göre yolcu sayısı 7 bin 280 gözüküyor. Ağustos ve izleyen aylarda yoğun gurbetçi ziyaretiyle rakam biraz daha hızlı yükselebilecektir. Ancak hangi yıl ele alınırsa alınsın, verilen garantinin gerçekleşme ile uzak yakın ilişkisi yoktur. Bu tablo karşısında haliyle şu soru akla geliyor: Acaba, bu liman için yolcu garantisini ‘makul, gerçekleşebilir’ bulan ve taahhüt eden kamu bürokratları kimlerdi? Bu hesabın bir kontrolü oldu mu? Onu kim ya da kimler yaptı? Nasıl olabilir bu?

YÜZDE 90 SAPMA İYİ NİYET OLABİLİR Mİ?

Bir ölçüde yanılmak da mümkün. 1 milyon garanti verdiniz ama 900 bin oldu.

100 bin yanıldınız. 200 bin yanılın, garanti ödeyin. Bu faturayı da “önemli bir altyapı yatırımıydı, kamu yararına bir - iki yıllık ödemenin zararı olmaz” diye savunun. Yine olur, olabilir diyelim. Ama 1 milyon yolcu garantisi verdiğiniz yere... Eğer 70 - 80 bin yolcu geliyorsa, hesabınızda yüzde 90 - 95 sapma olmuşsa... 

En başta kamu yönetimi, bunda kötü niyet aramaz mı? 

Kötü niyet de olmasın. Peki, hesap kitap bilmeyen biri ya da birilerinin ne işi var o karar mercilerinde? 

Hadi onu da atladınız! Bu yanlış hesabı yapandan bir hesap sordunuz mu? 

Kamuyu zarara uğratmanın bedeli ne oldu onun için?

Şimdi biz de bir hesap yapalım... 

Bu liman hakkında neler biliyoruz? Resmi açıklamaları not edelim:

İhalesini 29 yıl 11 ay işletme süresi ile IC İçtaş kazandı. Öngörülen yapım süresi erken tamamlandı, 24 Kasım 2012’de açıldı. Projenin yatırım maliyeti 61,1 milyon avro. Bakanlık bir soru önergesine verdiği cevapta yatırımın 150 milyon avro olduğunu belirtiyor. Oysaki yine bir başka kamu belgesinde (KÖİ 2018 raporu, ekran görüntüsü sayfada) yatırım tutarı 2019 yılı fiyatlarıyla 78.482.497 dolar olarak verilmiş. 2012 paritesine göre bu rakamın avro değeri 61,1 milyon avro.

Firma 2044 yılına kadar işletecek.

İç hat yolcusunda 2, dış hat yolcusundan 10 avro hizmet ücreti alacak.

2012 yılından 1 aylık işletme döneminde 50 bin yolcu garantisi vardı. Tam yıl olarak 2013 itibariyle 850 bin yolcu garantisi ile başladı (500 bin iç hat, 350 bin dış hat olmak üzere).

İzleyen yıllarda yüzde 3 gibi küçük oranlı artışlarla garanti edilen yolcu sayısı artırıldı (2022’de 1 milyon 317 bin yolcu seviyesinden sonra, garantili yolcu sayısı artırılmayacak).

zafer-havalimani-nda-garanti-odeme-faciasi-912978-1.

İlk dönem gerçekleşmeleri ile ilgili bildiklerimiz şunlar:

“Sayıştay raporunda, Zafer Havalimanı iç hatlarda 2012-2016 yılları arasında 2 milyon 395 bin 916 yolcu sayısının garanti edilmesine karşın gerçekleşme oranının yüzde 3 ila 5 arasında kalarak 124 bin 867 yolcunun uçuş yaptığı vurgulandı. Firmaya garanti yolcu farkı olarak 4 milyon 542 bin euro ödendi. Aynı tarihleri kapsayan dış hatlarda 1 milyon 677 bin 142 yolcunun garanti edilmesine rağ-men sadece 45 bin 667 yolcunun seyahat ettiği anlaşıldı. Gerçekleşme oranı yüzde 3’te kalarak fir-maya garanti yolcu farkı olarak 16 milyon 314 bin euro ödeme yapıldı.” (Kamil Elibol’un haberi)

Denizli Milletvekili Yasin Öztürk’ün soru önergesine cevap:

“2017 yılından bu yana yedi (7) yıldır işletilen Zafer Havalimanı için ödenen garanti tutarı 26.692.626 euro olup bu süre içerisinde havalimanının işletme giderleri ise 32.822.290 euro. Ödenen garanti tutarı havalimanının işletme giderlerinin dahi altında olup devletin herhangi bir zararı söz-konusu değildir. Üstelik bu hesaplamalara finansman maliyeti dahil toplam 150.000.000 euroluk yatırım tutarı da dahil değildir.”

Yatırım tutarının 61 milyon avro olduğunu belirttik. Şimdi bu veriler üzerinden hareket etmek ve kaba çıkarsamalar yapmak mümkün.

Çok çok sağlam, kesin hesaplamalar için elimizde daha fazla bilgi olması gerekirdi. Garanti edilen yolcu sayısının 2022’den sonra aynı kalacağı dolaylı bir bilgidir. Yine bir soru önergesinin soru kısmındaki ifadeden anlıyoruz bunu. Yolcu sayısında, kampanyalarla, mantıklı tedbirlerle artış sağlanabilir. Bu konuda çalışmalar olduğu da belirtilmektedir. Dolayısıyla 7 yıllık gerçekleşme ortalamalarından gelecek için yaptığımız tahminler kısmen geçersizleşebilir. Kamunun garanti ödemesi daha az olabilir. İhtiyat kaydını belirtelim.

Firma, finansman gideri dahil yatırım tutarı 61,1 milyon avrodur. İşletme gideri soru önergesine verilen cevaba göre yıllık 4,7 milyon avroya gelmektedir. Ancak bu rakam, yatırım tutarını da 150 milyon avro olarak bildiren cevapla birlikte verilmiştir. Ayrıca, liman yüzde 10 kapasite ile çalıştığı için yolcuya bağlı giderlerin de çok düşük olacağını düşünmek gerekir. Bununla birlikte pisti hazır bulundurmak gibi yolcuya bağlı olmayan standart giderleri de dikkate alırsak, işletme giderini de bakanlığın cevabındaki rakamın yarısı düzeyinde almak hakkaniyetli görünüyor.

BÜYÜK PROJE MERAKI ZARARA SEBEP OLDU

Bir de havalimanının “havacılık dışı” gelirleri vardır. Limanda yeme içme üniteleri, sağlık, bebek bakım, yöreye has ürünlerin ve el sanatlarının satışa sunulduğu hediyelik eşya mağazaları, 3 adet araç kiralama yeri açılmıştır (Duty-Free mekanları posta hizmetleri ve 1adet banka şubesi açılacağı belirtilmektedir). Otopark gelirleri vardır.

Havacılık dışı gelirler, normalde, uluslararası ölçülerde havacılık gelirlerine yakındır. Zafer’de “havacılık (yolcu) geliri” garanti ödemeleri düzeyindedir. Ancak gerçekleşen yolcu sayısı bunun yüzde 10’unu bile aşamadığı için yolcuların limanda alış verişlerinden, araç kiralamadan, servislerden otopark kullanımlarından gelirleri de düşük kalacaktır. Bu bağlamda, havacılık dışı gelirleri hesaplamada rakamları gerçekleşme seviyelerinden yıllık 1 milyon avro olarak hesaba kattık (Konuya yakın bölge milletvekilleri de bu rakamın mantıklı olduğu fikrindedir). Yolcu sayısındaki kıpırdamaya bağlı olarak liman hizmet gelirleri artabilir. Eğer garanti edilen kadar yolcu olsaydı bu rakam 150 milyon avro üzerinde olacaktı.

Devletin 33 yıl boyunca firmaya garanti ödemesi, bugünkü verilerle yapılan projeksiyona göre 196 milyon avroyu buluyor. Eğer 2044 yılı tam yıl olarak alınmazsa, rakam birkaç milyon avro daha düşük gerçekleşecektir. Ciddi bir kamu zararı vardır. Devlet yönünden hesaba kitaba gelir tarafı yoktur.

2 milyon yolcu kapasitesi yerine 100 – 200 bin, hadi 300 bin diyelim yolcu kapasiteli küçük bir liman yapılabilirdi. Hatta bugünkü gerçekleşme düzeyine göre gerekli bir yatırım olduğu da tartışmalıdır. Büyük bir atıl kapasite liman devlete geçtikten sonra da yıllar yılı taşınacaktır. Zararın kaynağı, en masum ifadeyle “büyük proje merakı”nın, matematiği yenmesidir.

Şirket yönünden de durum şöyledir:

IC İçtaş, 2044 devir yılını baz alırsak, garanti parası olarak devletten 196 milyon avro tahsil edecek, 33 milyon avro da havacılık dışı gelir sağlayacaktır. Genel geliri 228 milyon avro civarında gerçekleşebilir.

Yatırımı 61,1 milyon avrodur. Yıllık işletme gideri olarak yılda 2,3 milyon avro da işletme dönemi boyunca 77 milyon euro harcaması düşünülebilir. Bu takdirde toplam gideri 138,3 milyon avro olarak gözükmektedir. İşletme dönemi sonunda 100 milyon avroya yakın bir brüt karlılık gerçekleşebilir.

Bu konunun takipçilerinden CHP Uşak Milletvekili Özkan Yalım da kendi hesaplarına göre şirketin 100 milyon avro gelir sağlayacağını söyledi. Yalım, “Biz, bu tür projelere karşı değiliz. Köprü de yol da lazım elbette. Ulaşıma, modernizasyona ihtiyaç vardır. Fakat, Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim’in için birkaç yılda ödenen garanti parası Çanakkale Köprüsü’nün maliyetine eşit olunca, mantıklı olmaktan da çıkıyor. Kamu, bazı işlerini özel sektöre yaptırabilir. Ama niye garanti versin? 2044 yılında Zafer Havalimanı’nı kaç yolcunun kullanacağı nereden bilinebilir? Doğrusu nedir? Doğrusu bu tür iş ve ihalelerde, garanti vermemektir. Şirket bu şartlarda ne kadar yıl işletme istiyorsa ihalede onu teklif etsin, Rekabet yıl üzerinden olsun” diye konuştu.

Son bir notla, bu bahsi, bitirelim: Uluslararası Şeffaflık Derneği’nin internet sitesinde, Zafer Havalimanı garanti ödemesini, 205.281.118 avro olarak gösteren bir tablo mevcuttur. Yine eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın sosyal medyadaki bir paylaşımında da 2044 sonu itibarıyla garanti ödemesini 195.973.328 avro olarak tahmin eden bir tablo yer almıştır. Benim tahminimle uyuşmaktadır.

Bu bölümü, bir gözlemle bitirelim. Anadolu’da bazı kentlerde köklü, eski, zengin, halen kentin önde gelen yatırımcıları içinde olan aileler vardır. Kurucudurlar, odalara, borsalara başkandırlar. Başkan olmasalar da bu örgütlerde sözleri geçer. “Kanaat önderi” sayılırlar. “Angara” ile hep irtibatları olur. Kütahya, Gaziantep, Kayseri, Denizli, Malatya gibi daha birçok ilde bu tip ailelerin genel düsturu, hükümetlerle iyi geçinmek, kente ve kendi yatırımlarına teşvikler koparmak şeklindedir. Bize mantıksız gözüken bazı yatırımlar bu ailelerin, önde gelen patronların iktidarı -tabir uygunsa kafalamvalarıyla da yapılmaktadır. Kentin patronları yakın siyasilerle kulis başlatmakta, kendi yararlarına projeleri planlara sokabilmektedir. Zafer Havalimanı, bunlardan birisidir. Liman devlete zarar ettirmektedir ama bölgedeki birkaç önde gelen işadamına yaramaktadır. (Yıllar önce bu limandaki zararı gündeme getirmek istediğimizde yöre patronlarının gösterdikleri tepkiye şaşırmıştım!) Giresun’da yapılmakta olan havalimanı da böyledir. Garantili bir proje değildir ama mantıksız ölçülerde büyük olmasında bu tür yerel etkiler, yandaş müteahhit kafalamaları olması muhtemeldir.

Hazırlıyan İbrahim Ekinci /BİRGÜN


Yarın: Bu kâbus 2045 yılına kadar sürecek

21 Ağustos 2021 Cumartesi

Taliban’ın gösterdiği - Orhan Gökdemir / SOL

 Taliban vesilesiyle 'şeriat'ın gerçekte ne olduğu bir kez daha görünür olunca, görenler dehşete kapıldı. Dehşete kapılanların korkusunu hafifletmek ise bizim muhalif ilahiyatçılarımıza düştü.

Taliban veya Taleban, öğrenciler, bilgi talep edenler anlamına geliyor. Ne bilgisi? Tabii din bilgisi. Peki din bilgisinin kaynağı ne? Kutsal kitap Kuran. Bilgiyi “kitap”tan ediniyorlar, edinirken yorumluyorlar, sonra kural haline getiriyorlar ve böylece Taliban şeriatı çıkıyor ortaya. Bunlar Taliban’a özgü yöntemler değildir, din bilgisinin esası budur. 

Haliyle “şeriatlar” arasında da öyle derin farklılıklar yoktur. Taliban şeriatı ile Suudi şeriatı, ayrıntılar dışında ikiz kardeştir. Örneğin “cihat” talebelerin edindiği bilginin başında geliyor, yapıyorlar. Neden cihat yapıyorlar? İslam şeriatını yaymak için. Cihadın da şeriatın da kaynağı Kuran’dır. İtirazların tersine Afganistan’da din kılığında olup biten her şey kitabidir, kaynağına uygundur. 

Öncülleri Peştun bölgesindeki geleneksel İslami okullarda eğitim görmüş ve Sovyet askeri güçlerine karşı savaşmış talebelerdi. En kötü zamanlarında arkalarında “şeriata” uygun yönetilen Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin desteği vardı. Hepsi, Komünizmi, şeriatlarına açık bir saldırı olarak görüyorlardı. Haliyle Kitap’ta yazılı olmayan tek özellikleri, antikomünizm, bu pratiğin getirisidir. 

Evet, Taliban’ın şeriat yorumları serttir, çünkü ülkenin şartları itibariyle takiye yapmaya gerek duymamaktadırlar. Zaten şeriatta yumuşama varsa, mutlaka arkasında bir takiye ihtiyacı vardır. Şeriatın yumuşak yorumu olmaz. Ilımlı İslam da büyük bir yalandır. Katı, dogmatik, olmak şeriatın fıtratında vardır. Bakın tarihlerine, katliamlarla doludur. İnsanlara gıda yardımlarının ulaşmasını engellediler, verimli toprakları yakıp yıkıp küle çevirdiler, resmi, müziği lanetlediler, kadınların okula gitmesini, çalışmasını, hatta sokağa çıkmasını yasakladılar. Şeriattır. 

***

Bunlar bizim tahminlerimizden ibaret değil. Şeriattan yola çıkarak bir “ceza yasası” da yaptılar vaktiyle. Herat kentinde, 2001’de, Taliban tarafından boşaltılan “Fazileti Geliştirme ve Ahlakı Koruma Bakanlığı” binasında bastırdıkları ceza yasası kitapçığı bulundu. Uçurtma, sakalsız dolaşmak, şarkı söylemek, fotoğraf veya resim, sinema, müzik aletleri, bilardo, satranç, maske, alkol, TV, seksi çağrıştıran her şey ki çağrıştırmayan pek az şey vardı, istakoz, tırnak cilası, havai fişek, heykel, dikiş katalogları ve yılbaşı kartları yasaktı. Kadınlar yüzü açık ve eşlikçisi erkek olmadan evden çıkamıyordu. Erkekler saçlarını “popçu gibi” kestiremiyordu. Namaz saati dükkân açılamıyor, namaza geç kalınamıyordu. Neden bilinmez güvercin beslemek de yasaktı. Dış ülkelerden şampuan veya benzeri maddeler geldiğinde, Taliban görevlileri, kutudaki kadın resimlerinin gözlerini oymakla görevliydi. Bakanlık binasının bodrumunda bir hapishane vardı, uymayanları hemen oracıkta cezalandırıyorlardı. İkinci katında da TV, resim gibi el konularak paramparça edilen “şeytan işi” eşyalar sergileniyordu. Aynalı bir tuvalet masası üzerinde kadın çıkartması olduğu için parçalanarak cezalandırılmıştı. Yasaya uyup uyulmadığı din polisince denetleniyordu. Mahkumlara dini sorular yöneltiliyor ve bilenlerin hapis cezaları kısaltılıyordu. Biliyoruz, hepsi-sadece güvercin yasağından şüpheliyim- şeriatın emridir.

***

Malum, bunları “dinde bozulma” olarak tanımlayanlar var. Saadet asrından sonra gelen Emevi-Abbasi dönemindeki uygulamalar dini ve tabii şeriatı bozmuş, yozlaştırmış, dedikleri bu. Peki bozulmamış ideal hali ne? Böylece dönüyoruz “asr-ı saadet”e…

Saadet, malumunuz, mutluluk anlamına geliyor. Rivayet o ki, Peygamber “insanların en hayırlısı benim asrımda yaşayanlardır” buyurmuş. Buyruk uyarınca yedinci yüzyıl Arabistan’ı bir kayıp cennet. Nedir bu asrın özelliği? Kölecilikten ve kabile toplumundan feodalizme geçiş. Köleciliğe sınır getirilmiştir haliyle, cariyeliğin ve çok eşliliğin şartları yeniden belirlenmiştir. Haliyle sert bir iktidar mücadelesi eşlik etmektedir gelişmelere. Saadetin sebebi olarak gösterilen peygamber defalarca suikasta uğramıştır. Hayber’de zehirlenmiş, Tebük’te canına kast edilmiş, girişimler veda haccı dönüşünde tekrarlanmış, hasta yatağındayken ilaç yerine zehir verilmiştir. Öldüğünde cesedi günlerce ortalıkta kalmış, sonunda insafa gelen bir avuç Müslüman tarafından lütfen toprağa verilmiş. Arkasından gelen halifelerden de eceliyle, yatağında ölen yoktur. Ebubekir cinayete kurban gitmiş, Osman Müslümanlar tarafından linç edilmiş. Ali ve Ömer de benzer bir akıbeti paylaşmış. 

Peki, saadet hiç yok mu? Olmaz olur mu? Daha Halife Ömer zamanında Müslümanlar arasında hızlı bir zenginleşme ve lüks bir yaşam göze çarpıyordu. Emeviler dine yaslanarak bir Arap devleti kurdular. İktidar alanlarını genişletmeyi İslam kurallarını yerine getirmekle özdeşleştirmişlerdi. Dini kurallara pek uymadıklarını ve pek az Müslüman göründüklerini biliyoruz. Dönemlerinde saadet vardır ama din yoktur. 

Sonra peygamberin kabilesinden -Abbasiler-gelenler Emevi yönetimine karşı ayaklanarak 750'de halifeliği ve iktidarı ele geçirdi. Abbasi Devleti, Harun Reşid döneminde en geniş sınırlarına ulaşmıştı. Harun Reşid, “Binbir Gece Masalları”na konu olan görkemli saltanatını Bermeki ailesine borçluydu. Bu aileden Bermeki Yahya ve iki oğlu, vezir olarak Abbasi Devleti’ni 17 yıl boyunca fiilen yönetti. Yahya, içkiyi ve âlemi çok severdi. Yedi karısı, birçok cariyesi, onbir oğlu ve onyedi kızı vardı. Cömertti, şiiri severdi, şairlere paralar dağıtırdı. Dönemi İslam’ın lale devriydi. Kendi iktidarlarıyla, dinin iktidarını birleştirmişlerdi. Abbasi döneminde de saadet bol ve fakat din pek azdır.

İslam’ın kültür devrimi de -Rönesans- bu saadeti bol ve dini az dönemlerin ürünüdür. Yani İslam Emevi ve Abbasilerle birlikte din haline geldi, yayıldı, uygarlaştı, yeni etkilere açık hale geldi. İslam’ın sorunu Emevi ve Abbasiler tarafından yozlaştırılması değil, onların yol açtığı evrimin reddedilmesidir. Bu evrim olmadığında geriye sadece Ortaçağ barbarlığı kalır. Taliban şeriatıdır.

***

Döndük başa. Din çoğalıp ahlak azaldıkça kayıp asr-ı saadet dönemine özlem artıyor İslamcılar arasında. Selefiler bu krizden kurtulmanın, dini aslına döndürmenin yolunun asr-ı saadete dönmek olduğuna inanıyor mesela. Muhammed’in ölümünden sonra geçen 1300 yılı aşkın tarih onlara sorulursa bir yozlaşmadan ibaret. Bazı İslamcılar toleranslı, saadet dönemini dört halife devrine uzatıyor. Bir de bizim “antikapitalist Müslümanlar” var. İslam’ın mutluluk çağı 632’de nihayete eriyor. Sonrası İslam’dan uzaklaşma, dinden çıkma devri.

Hâlbuki her şey gibi inançlar da evrime uğruyor, değişiyor, dönüşüyor. Arap çölünden esinini alan inanç Bağdat’a, Şam’a ulaştığında oradaki eski inanç sahiplerinin süzgecinden geçiyor, yeniden yorumlanıyor, şehre uyarlanıyor. Yeni yollar, tarikler ortaya çıkıyor böylece, Sufilik boy veriyor. Bir köy büyüklüğündeki Mekke’nin, Medine’nin inancı şehirli bir hal alıyor, başka asırlara, başka hayatlara uyum sağlamış oluyor. Selefiler siliyor bu 1300 yılı. Sonra? Yedinci yüzyıla kesin bir geri dönüş. Başka inançtan olanları boğazla, öldür; Kadınları köle yap, cahil bırak, pazara çıkar sat, tecavüz et. Peki bunların kitapta yeri var mı? Var, hem de en saf halleriyle.

***

Taliban vesilesiyle “şeriat”ın gerçekte ne olduğu bir kez daha görünür olunca, görenler dehşete kapıldı. Dehşete kapılanların korkusunu hafifletmek ise her zamanki gibi bizim muhalif ilahiyatçılarımıza düştü. Biri diyor ki, “Şeriattan kaçıp laik Türkiye'ye sığınıyorlar. Çünkü şeriat korkunçtur, şeriat cehennemdir. Şeriat, Allah'a düşmanlıktır. Şeriat, İslam'ı inkardır. Hz. Muhammed'in yolunda olan bir Müslümanın şeriatçı olması Allah resulüne ihanettir.” Diğeri diyor ki, “İslam 'barış', şeriat da 'hukukun üstünlüğü' demek. Taliban'ı, IŞID'i, İhvan'ı vs. bahane ederek İslam'a ve şeriata saldıranlarla 'Saddam ve Esed rejimleri de laik cumhuriyetti' diyerek cumhuriyete ve laikliğe saldıranlar aynı kafa, içtikleri de aynı. Ne IŞİD'in, ne Suud'un, ne İran'ın, ne Mursi Mısır'ının, ne Taliban'ın İslam ve şeriat adına yaptıklarının çoğunun özellikle kadınlarla ilgili olanlarının Kur'an'la alakası yoktur.”

Taliban’ınki mi, bizim muhalif hocalarımızınki mi daha dehşetli bilemiyorum. Böylesine taban tabana zıt yorumlara izin veren bir kitap ve bir dinsel iklim var karşımızda. 

Şeriatsız bir İslam veya hukuku üstün kabul eden bir şeriat olur mu? 

Cihada dayalı bir din nasıl olur da barış dini olabilir? 

İçinde cariyelik olan bir inancın kadınlara özgürlük vaat ettiği nasıl iddia edilebilir? 

Oluyor hepsi. Dinin söylediklerinin tam tersini söyleyerek de “dindar” kalmak mümkün artık. İçinde yazılanlardan daha tehlikeli olan onun böyle en aşırı yorumlara açık olması. Bu öyle bir genişlik ki Taliban’ın elinde de anti kapitalist Müslümanın elinde de aynı rahatlıkla iş görebiliyor. 

***

Diyor ki bizim kitap, “Dinsel sıkıntı bir yandan gerçek sıkıntının ifadesi, bir yandan da gerçek sıkıntıya karşı protestodur. Din, aklın içinden atıldığı toplumsal koşulların ruhu olduğu gibi, ezilmiş yarattığın iç çekişidir, taş yürekli bir dünyanın ruhudur. Din halkın afyonudur. Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, halkın gerçek mutluluğunun beyan ettiği taleptir.” Öyleyse dinin eleştirisi dinin halesi olduğu bu gözyaşları vadisinin eleştirisidir. 

Gözyaşları vadisinden belli, asr-ı saddet’in tam ortasındayız aslında. Bir yanda yoksul köleler, diğer yanda şaşalı saraylar yükseliyor yeniden. Derin hazların, derin acıların aynı anda yaşandığı bir cennet ve cehennemin içinde bulduk kendimizi. Haliyle dinsiz, şeriatsız olmaz bu dünya, sürmez, yıkılır. Sıkıntı büyük. Yoksulluk, açlık, zulüm, sömürü arttıkça şeriatın sertleşmesi ondandır!

Orhan Gökdemir / SOL

20 Ağustos 2021 Cuma

Proje proje AKP'nin 19 yıllık yıkımı (V) - Hazırlıyan İbrahim Ekinci /BİRGÜN

(V)-300 milyon $’lık garanti

2031’de Avrasya Tüneli’nde garanti edilen kadar araç geçiş sayısına ulaşılabilir. Bu tarihten sonra gelirin yüzde 30’u Hazine’ye gidecek. Buradan devlet 170 milyon dolar civarında bir gelir sağlayabilir. Toplam garanti yükünden bu gelir düşüldüğünde net 295–300 milyon dolar gibi bir yük rakamına ulaşılıyor.

Avrasya Tüneli’nde işletici şirket şu iddiadadır: “Tünel, birkaç yıla garanti rakamlarını yakalayacaktır. Sonraki yıllarda fazla geçişten devlet yüzde 30 pay alacaktır.”

Benim, yıldan yıla Türkiye’deki son 10 yıllık trafik artış ortalamasını (yüzde 5,3) yansıtarak yaptığım simülasyon rakamlara göre Avrasya Tüneli, garanti rakamını 2030 – 2031 gibi ancak yakalayabilir görünüyor. Bu da devletin o döneme kadar her yıl garanti ödemesi yapacağını gösteriyor.

Avrasya’nın alternatif sayılabilecek iki devlet köprüsünde trafik artmaktadır. Bu Avrasya’nın cazibesini artırabilir. Devlet Osmangazi’de olduğu gibi ücretlerin artan dolar kuruyla iyice yükselmesi karşısında indirim uygulatabilir. Bazı araç sınıflarının geçişi konusunda yasaklar getirebilir, yönlendirmeler yapabilir. (Türkiye’de oluyor böyle uygulamalar… Yavuz Sultan’da, maliyeti sahiplerine yıkılarak getirilmiş zorunluluklar var.) Bu gibi uygulamalarla Avrasya’dan geçiş sayıları artabilir ve garanti sayılarına daha önce de ulaşılabilir elbette. Biz, mevcut şartların aynı şekilde devamı halinde olabilecekleri anlamaya çalışıyoruz.

300-milyon-lik-garanti-912299-1.

Hesaplamaya göre devlet 2030 yılına kadar yıldan yıla azalan miktarlarda, toplamda 426 milyon dolar garanti ödeyecek gibi görünüyor. AKP hükümetinin seçim yılında (2019) yaptığı ücret müdahalesinden kaynaklanan 39 milyon dolar yük de eklendiğinde 465 milyon dolar rakamına ulaşılıyor. Projeksiyonda 2031 yılında tünelden garanti edilen kadar araç geçiş sayısına ulaşılabilir görünüyor. Bu tarihten sonra gelirin yüzde 30’u Hazine’ye gidecek. Buradan devlet 170 milyon dolar civarında bir gelir sağlayabilir görünüyor. Toplam garanti yükünden bu gelir düşüldüğünde net 295 – 300 milyon dolar gibi bir yük rakamına ulaşılıyor.

Birkaç gelişmeyi hatırlatalım:

Sayıştay raporlarında geçen bilgilere göre devletin 4. işletme yılından sonra, yani 2021 sonrası gelir beklentisinde olduğu anlaşılıyor. Ancak bu gerçekleşemedi. Salgın yasakları hesapları önemli ölçüde değiştirdi. Sayıştay raporlarında, bakanlık muhasebe kayıtlarında, 2017-2019 yıllarını içeren 3 yıllık dönem için ödeme tahminlerinin 372.649.537 TL olduğu belirtilmektedir.

GARANTİ EDİLEN ARAÇ SAYISI DA YILDAN YILA ARTIYOR

Şimdi hesaplamaya baz oluşturan sözleşme rakamlarını, koşullarını bir hatırlayalım:

Bu projede geçiş ücreti 4 dolardır. (Bir soru önergesine cevapta, “Sözleşmeye göre işletme yılı içerisinde dolar alış kurunda %5 oranında artışın söz konusu olması halinde yıl içerisinde TL geçiş ücretleri tekrar belirlenebilecektir” deniliyor. Geçiş ücreti dolar olarak belirlendiği, TL’ye çevrilerek uygulandığı için, işletici şirket böylece dolar kurundaki sert yükselmelerden kendisini korumuş oluyor. Biz hesaplamada güncel kurları baz aldığımız için rakamlarda bu gibi artışlar da içerilmiş oluyor.)

Sayıştay raporunda uygulama sözleşmesi gereği işletme döneminin 25 yıl 28 gün olduğu, ilk yıl çift yönde 25 milyon araç geçiş garantisi verildiği, bu sayının takip eden yıllarda da yüzde 0,5 artış katsayısı ile hesaplanacağı belirtilmektedir.

300-milyon-lik-garanti-912300-1.

Projenin künyesi şöyledir:

İhaleyi alan şirket: Avrasya Tüneli İşletme İnşaat ve Yatırım A.Ş. (ATAŞ), 2009 yılında Avrasya Tüneli’ni gerçekleştirmek üzere kuruldu. Türkiye’den Yapı Merkezi ve Güney Kore’den SK E&C şirketleri, ATAŞ’ın iki eşit ortağıdır.

• İhalesi Aralık 2008’de yapıldı.

•Yatırım + işletme (sözleşme) süresi 29 yıl. 2042’de devlete dönecek.

• 1.2 milyar dolar yatırımla 47 ayda tamamlandı. İşletme süresi 25 yıl 28 gün oldu.

• 2016 Aralık’ta yapımı bitti.

•Tünel 3 Ocak 2017 itibariyle ücretli geçişe açıldı. Açılışta otomobil geçiş ücreti 16.60 – minibüs için 24.90 TL’ydi.)

• İlk yıl 25 milyon araç geçişi garantisi var. (Günlük 68 bin 500)

•İzleyen yıllarda bu sayı %0,5 artışlarla uygulanacak

• İlk yıl için ücret 4 $ + KDV, (minibüsler 6 $ + KDV)

• Geçiş ücreti de her yıl ABD enflasyonu kadar artırılacak.

Uygulamada yıl başında geçiş ücretinin TL olarak hesaplanabilmesi için yeni işletme yılının 2 Ocak tarihli döviz alış kuru baz alınıyor. Yıl içinde kurda %5 artış gibi sert çıkış halinde ücret güncellemesi daha erken yapılabiliyor. Diğer durumlarda her yıl için geçiş ücretlerinin TL olarak belirlenmesi konusunda “ABD Tüm Kentsel Yerel Tüketici Fiyatları Endeks Sayıları” da dahil ediliyor. (Tablodaki hesaplamada ABD tüketici enflasyonu rakamlarını yansıttık.)

Ücretler belirlendikten sonra, unutmamak gerekir ki eğer devlet indirim uygulatırsa, haliyle garanti ödemesinin üstüne bir de bu indirimin maliyetini şirkete ödemek durumunda. Bu da kaçınılmaz olarak tablodaki toplam garanti yükü rakamının daha da artması sonucunu verecektir. Dolar kurunda yükseliş nedeniyle TL ücretlerin de hızlı artışı halinde hükümetin (Osmangazi Köprüsü’nde olduğu gibi) indirim istemesi mümkün. Avrasya Tüneli’nde resmi olarak indirim uygulatıldığına ilişkin bir açıklama yok, ancak bunu düşündüren gelişmeler de oldu.

220 MİLYON LİRALIK İNDİRİM YÜKÜ

Tüneli işleten şirket, 2019 başında 1 Şubat’tan itibaren rutin zamlarını yaptı. Otomobiller için ücret 23,3 liradan 32.1 liraya çıkarıldı. Minibüs ücreti de 48.1 lira oldu. Fakat hemen arkasından ilginç bir gelişme yaşandı. Bakanlık 31 Ocak 2019’da bir açıklama yaparak zam duyurusunun “sehven” olduğunu, 2018 ücretlerinin devam edeceğini duyurdu. Aslında zam sözleşme gereğiydi ve “sehven” bir durum da yoktu. Bu gelişme yerel seçimler öncesine rastladığı için, “seçim yatırımı” olarak yorumlandı. Prof. Dr. Uğur Emek, bir makalesinde bu konuyu şöyle değerlendirdi:

“Avrasya Tüneli geçiş ücretlerine gece yarısından itibaren geçerli olmak üzere yüzde 37,8 zam yapıldığı, son zamla beraber tek yön otomobil geçiş ücretinin 32,10 TL, minibüs için ise 48,10 TL olduğu açıklandı. İlerleyen saatlerde Ulaştırma Bakanlığı, Avrasya Tüneli geçiş ücretlerine zam yapılmadığını, yeni ücret tablosunun Avrasya Tüneli’nin internet sitesine ‘sehven’ konulduğunu duyurdu. Tünelin yeni ücretinin 1 Şubat 2019 tarihi itibariyle belirlenmesi gerekmekteydi. Yani zam yapılmalıydı. Ancak, sehven olduğu açıklanan ücretler konusunda benim bazı tereddütlerim var. Bu nedenle, sözleşmeye göre geçiş ücretlerini bir de ben hesapladım. Hesapladığım açılış günü ücreti, resmen açıklanan 15 TL/tek yön ücreti ile uyumludur. Ancak, Avrasya Tünelinin internet sayfasında belirtilen 2018 ücreti ve sehven olduğu ifade edilen zamlı ücret ile benim hesaplamalarım arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar aşağıdaki bulgulara zemin hazırlamaktadır. 2018 yılında uygulanan ve 2019 yılında sehven olduğu belirtilen otomobil ücretleri sırasıyla 23,3 ve 32,1 TL’dir. Bu ücretler sözleşmeye göre kendi hesapladığım ücretlerden (2018 ve 2019 yılları için sırasıyla 20,2 ve 29,4 TL) daha yüksektir.

Resmî açıklamaların sözleşmeye göre hesaplanan ücretlerden büyük olması sözleşmedeki ücretin revize edilip artırıldığını işaret etmektedir.

Sözleşmeye göre ücretlerin 1 Şubat 2019 yılında artırılması gerekmektedir. Hem sehven olduğu iddia edilen ücretler hem de kendi hesaplamalarım halen uygulanan ücretlerin sırasıyla %37 ve %26 üzerindedir.

Dün akşam açıklanan ücret ve mevcut uygulama arasında 8,8 TL fark bulunmaktadır. Bu fark 3996 sayılı Kanuna göre katkı payı olarak devlet bütçesinden ödenecektir.”

Prof. Dr. Emek, şirkete zam uygulatılmaması karşılığında devletin işleticiye 220 milyon lira fark ödemesi gerektiğini hesaplamıştı. Benim hesaplamam da böyledir. Devlet 2019’da zam yaptırmayarak, başka bir ifade ile bu zam farkını kendi üstlenerek 220 milyon liralık bir yük altına girmiş oldu. Bu rakam nerden çıkıyor derseniz… Şirket oto geçiş ücretini 23.3 liradan 32,1 liraya çıkarmıştı. Yani 8.8 lira zam yapmıştı. Bu zam uygulatılmadığında taahhüt edilen araç sayısı kadar farkı (25 milyon araç x 8.8 TL) devletin ödemesi gerekecektir. Bu rakam da 220 milyon liraya gelmektedir.

Şimdi şu uygulanan ücret ile sözleşmeye göre olması gereken ücret farklılığına bir bakalım…

(Avrasya Tüneli’nde Ücret Durumu) başlıklı tablo, ücret uygulaması konusunda Emek’in kuşkusunu doğrulamaktadır. 4 dolar ücret, ABD enflasyonu kadar artırıldığında ve KDV’li (yüzde 8’dir) hesaplandığında, halen uygulanmakta olan ücretlerden daha düşük rakamlar çıkıyor. Bu da Emek’in söylediği, “sözleşmedeki ücretin revize edilip artırıldığını” düşündürüyor.

SÖZLEŞME ŞARTLARI DEĞİŞTİRİLEBİLİYOR

AKP hükümeti bu gibi sözleşme değişikliklerini de gizli kapaklı yaptığı için tam olarak ne tür değişiklikler yapıldığı da bilinmiyor. Bu gibi değişiklikler sadece kamunun garanti yükünü artırmıyor, aynı zamanda, ihale dönemi şartlarını şirket lehine değiştirdiği her durumda da hukuksuzluk oluşturuyor. İhale gününde ilan edilmiş şartlarla ihaleye katılmış ancak kazanamamış şirketlerin dava açma hakkı doğuyor. Ancak, tahmin edilebilir ki Türkiye’de bu gibi işler, ihaleler hakkında dava açmak birçok durumda cesaret işidir.

Gerek Avrasya’da, gerekse diğer projelerde daha karmaşık, hükümetin bilgi gizlemesinden dolayı ayrıntılarına tam hakim olmadığımız ücret, garanti hesaplama formülleri olduğu muhakkak. Burada bilinen veriler üzerinden yaptığımız hesaplamaların yaklaşık sonuçlar verebileceğini unutmamak gerekir.

Bir hatırlatma… Avrasya Tüneli ve diğer garantili projeleri, “AKP Ekonomide Ne Yaptı” isimli kitabımda genişçe çalıştım. Bu dizide daha güncel rakamlar kullandım. ABD enflasyonu rakamlarını önceki yıllar için gerçekleşmelerden aldım. Kitaplarımdaki hesaplamalarda ABD enflasyonunu uzun dönem için yüzde 1.5 olarak almıştım. Ancak son yıllarda bu oranın yüzde 2 civarında seyrettiği ve hükümetin hedefinin de yüzde 2 olduğunu dikkate alarak, bu hesaplamada yüzde 1,5 değil yüzde 2 rakamını kullandım.

Hazırlıyan İbrahim Ekinci /BİRGÜN


YARIN: Akkuyu Nükleer Santrali’nde garanti yükü 18 milyar dolar

 

Şeriat yolunda işaret fişeği - Anıl ATAŞ / BİRGÜN

 

Anayasa’da yer alan ‘laik devlet’ vurgusuna rağmen birçok yargı kararında şer’i hükümlere atıf yapılıyor. Hukukçular mahkeme kararlarının yeni bir hukuk sisteminin işaret fişeği olabileceğine dikkat çekiyor.

Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesinin ardından tüm dünyada tekrar tartışılır hale gelen laiklik ülkede pek çok alanda ihlal ediliyor. Anayasa’da yer alan ‘laik devlet’ vurgusuna rağmen ülkede birçok kararda şeri hükümlere atıf yapılıyor. Kimi zaman finans kuruluşlarına ilişkin alınan kararlarda, kimi zaman da mahkemelerin verdiği kararlarda ayetlere atıf yapılıyor. Dini referanslara dayanan ve laiklik ilkesiyle bağdaşmayan bu uygulamalara son olarak Adalet Bakanlığı’nın Anayasa Mahkemesi’ne Boğaziçi davasından tutuklu gençlerle ilgili yaptığı savunmada rastlandı.
İlk olarak Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’nun 12 çizerinin katledilmesi nedeniyle hazırladığı özel sayının kapağını dayanışma için Cumhuriyet gazetesindeki köşelerinde yayınlayan Ceyda Karan ile Hikmet Çetinkaya’yı 2’şer yıl hapis cezasına çarptıran mahkeme, kararın gerekçesinde dini referanslara yer verdi. Gerekçeli kararda “İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed’in temsili olarak yer aldığı Charlie Hebdo dergisinin kapak sayfasının sansürsüz olarak yayınlanmasıdır” ifadeleri kullanıldı.

14 Aralık 2019’da ise Resmi Gazete’de Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu’nun faizsiz finans sektörüne ilişkin kurul kararı yayımlandı. Kararın giriş kısmında “Muhasebe, İslam dininin Farz-ı Kifaye olarak gerekli kıldığı mesleklerden biridir. Adil olma kavramı, Kuran-ı Kerim’de birçok ayette geçmektedir. İslami bakış açısıyla denetçilerin uyacağı kurallar ise esas olarak İslam inancının ve fıkhın ilke ve kurallarına dayanır” İfadeleri yer aldı. Kararla birlikte şeriat hükümleri ilk kez Resmi Gazete’de yayımlanmış oldu.

Anadolu 64’üncü Asliye Ceza Mahkemesi, 29 Temmuz 2020’de İstanbul Üsküdar’daki Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi’nin haçını söküp kıran Mazlum Serin ile ilgili dikkat çeken bir karara imza attı. Mahkeme, Serin’e 1 yıl 4 ay hapis cezası verirken gerekçeli kararında En’am Suresi’nin 108’inci ayetini kaynak gösterdi.

Avukat Cenk Yiğiter ise geçtiğimiz günlerde bir ağır ceza mahkemesi kararında ‘haşa’ ifadesinin kullanıldığını ifade etti. Yiğiter sosyal medya hesabında şunları yazdı: “Mahkeme heyeti, kendilerine ait olmayan bir ifadenin önüne ‘haşa’ ifadesi koyarak bu ifadeye dinen katılmalarının katiyen mümkün olmadığını söyleme gereği görmüş. Laiklik...”

Önceki gün de Boğaziçi Üniversitesi’ndeki sergide Kabe görseline saygısızlık edildiği iddiasıyla başlatılan soruşturma kapsamında yapılan tutuklamalarla ilgili Adalet Bakanlığı’nın AYM’ye cevabında İslam dinine referanslar verilerek haram, günah gibi karamlar kullanıldı. Cevapta tutuklama kararının hukuka uygun olduğu öne sürülürken buna gerekçe olarak eşcinselliğin İslam dinine göre haram kabul edilmesi gösterildi.

     Boğaziçili öğrenciler Bulu’yu protesto ettikleri için defalarca hakim karşısına çıktı


DEVLET BİR İNANCA YAKIN OLAMAZ

Bütün bu şer’i hükümlere göre yapılan uygulamalarla ilgili BirGün’e konuşan eski Hakim Mustafa Karadağ Anayasa’sında laiklik ilkesi yazılı olan bir devletin hiçbir organının dini herhangi bir inanca dayanarak tasarrufta bulunamayacağının altını çizdi.

Karadağ, özellikle son 10 yılda örnekleri çeşitlenen dini referansları kararların ve beyanların iktidarın bilinçli olarak yarattığı bir süreç olduğunu belirtti. Sürecin belirtilerinin sadece Adalet Bakanlığı’nın bir beyanında yer alan “haram” ve “günah” görüşünde bulunmasından ibaret olmadığını aktaran Karadağ, “Bu bir rejim değişikliği istenildiğinin ifadesidir. Bunu ‘Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz’ sözünden başlayıp, camilerde siyaset yapılmasına, imamlarının siyasal konularda fetva vermesine, ‘Taliban’la benzer düşüncelerde ve inançlardayız’ açıklamasına kadar birlikte değerlendirmek zorundayız. Bunların neticesinde özellikle son on yılda mahkemelerdeki duruşmaları besmele ile açan hâkimler gördük. Bunu aynı zamanda avukatların duruşmalarda başörtüsünün serbest bırakılmasıyla adım adım hâkimlerin ve savcıların kapanmasıyla gördük. Bunları hepsini birlikte değerlendirdiğimizde görüyoruz ki laikliğin ve demokrasinin tasfiyesi söz konusu” ifadelerini kullandı.

ÜLKE İÇİN ÇOK TEHLİKELİ YAKLAŞIM

“Yargı, ‘Memleketin yüzde doksan beşi Müslümandır, bu nedenle bu davranış caiz değildir’ diyemez” ifadelerini kullanan Karadağ, yargının ve mahkemelerin tüm inançlara karşı bağımsız olması gerektiğini belirtti. Laik ülkenin mahkemelerinin de laik olduğunu vurgulayan Karadağ, “Mahkemeler Anayasaya aykırılık ve sözleşmelere aykırılık gözetir ve hak ve özgürlükleri referans alır. Bu olayı ele alırken de bu bir yargılama faaliyeti değil Adalet Bakanlığı’nın bir görüşüdür diyemeyiz. Çünkü talepler ve görüşler yargılamanın bir parçasıdır. ve bu aynı zamanda mahkemeye bir baskıdır. Müslümanlık ve inanç temelli bir baskı. Bir yönelimi dini referanslarla değerlendiremeyiz. Adalet Bakanlığı’nın yaptığı iş lafı güzaftır, laiklik dışı bir davranıştır ve çok tehlikelidir” dedi.

AKP hükümetinin halkı eğitimsiz bırakarak ve yoksullaştırarak iktidara bağımlı hale gelen halkın inançla ilgili duygularını istismar ettiğini söyleyen Karadağ, sözlerini şu sözlerle noktaladı: “İnsanların din ile ilgili duygularının istismar edilmesi yarın bir gün yoldan geçen birinin kadınların eteklerine ve şortlarına karışmasını doğuracak. Bir gün toplu müdahalelerde bulunulacak, belki insanlar İran’ın devrim muhafızları gibi sokakta mini etekli kadın arayacak, sokakta bira içen insan arayacaklar ava çıkacaklar. Tüm bunlara güç veriyor bu olanlar. O yüzden çok tehlikeli. Biz bu noktaya içkinin saat ona kadar satılmasından, ama bir şey olmaz diye diye geldik. Bundan sonra da ivme kazanacak.”

DİNİ REFERANSLARA ATIF YAPILAMAZ

YARSAV Genel Sekreteri Leyla Köksal da konu ile ilgili şu açıklamalarda bulundu: “Biz şu an Türkiye Cumhuriyeti yargıç ve savcıları olarak görev yapıyoruz. Laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti yasaları ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeler bu bağlamda da evrensel hukuk ilkeleri ile bağlıyız. İslam Şeriat kuralları uygulanan hukuk sistemlerinde dini literatüre atıf yapılabilir. Homofobik bir dil kullanılması, LGBTİ’yi haram kavramıyla temellendirmek her yönüyle sorunlu olup hukuki bir gerekçe ve savunma olamaz. Dini referansların kullanılması yürürlükteki hukuk sistemi ve yasaları yok saymaktır. Adalet Bakanlığı’nın savunması ve kamuoyuna yansıyan benzer kararlar yeni bir hukuk sisteminin işaret fişekleri olabilir.”

ATATÜRK’ÜN SANSÜRLENMESİNE TEPKİ YAĞDI

Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed ile önceki gün Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda görüşen Erdoğan ortak bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıda Abiy Ahmed’in Atatürk için söylediği övgü sözleri sansürlendi. Etiyopya Başbakanı’nın, “Büyük reformist ve karizmatik lider Mustafa Kemal Atatürk” sözü, ‘Erdoğan’ın karizmatik liderliğine’ şeklinde tercüme edildi ve Atatürk’ten söz edilmedi. Ayrıca toplantının Cumhurbaşkanlığı sitesindeki deşifresinde de Atatürk’le ilgili sözler yer almadı. CHP İzmir Milletvekili Tuncay Özkan duruma Twitter üzerinden tepki gösterdi. Özkan “Terör örgütü Taliban’ı övmek serbest, Atatürk’ü övmek yasak. Erdoğan ile basın toplantısı yapan Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed, Atatürk’ü övdü. Saray’ın çevirmeni o sözleri sansürledi” ifadelerini kullandı. Ayrıca sosyal medyada birçok kullanıcı da bu duruma tepki gösterdi ve Atatürk’le ilgili sözlerin neden sansürlendiğini sordu.

Anıl ATAŞ / BİRGÜN