soL "Köşebaşı + Gündem" -9 Mart 2025-

 

Bir darbe düşü: 9 Mart ’71 -Atilla Özsever-

54 yıl önce bugün, ordu içindeki “Sol Kemalist” bir cuntanın bir darbe girişimi söz konusuydu. Başarısız oldu, ardından 12 Mart 1971 muhtırası geldi. Sevim Kahraman, bu üç günün belgesel romanını yazdı: ‘Avcıların Üç Günü’. Benim de eski bir subay olarak tanıklığım var…

9 Mart 1971, yakın tarihimizde önemli bir gündür. 54 yıl önce bugün, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki “Sol Kemalist” bir cunta, bir darbe girişimi hazırlığına kalkışmıştı. Zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur da, bu darbe girişiminin önde gelen kişileriydi.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün ise, TSK’nın daha sağcı, Amerikancı kesiminin temsilcileriydi. 9 Mart’ta yapılacak darbe girişimi önlendi ve arkasından da 12 Mart 1971’de ordu bir muhtıra vererek Demirel Hükümeti’nin düşmesini sağladı.

12 Mart, giderek TSK’daki Kemalist ve sol eğilimli subayların tasfiye edildiği, devrimci gençlik önderlerinin idam edildiği, katledildiği ve sosyal nitelikli birçok anayasal hakkın askıya alındığı bir darbe sürecine evrildi.    

9 Mart öncesinde, “Yön” hareketinin kurucusu, düşünür ve yazar Doğan Avcıoğlu’nun ordu içindeki “Sol Kemalist” cunta ile bağlantısı, bir “ihtilal” hazırlığına girişmesi, ülke içindeki ekonomik zorluklar, Demirel Hükümeti’nin parlamentoda çoğunluğu kaybetmesi, devrimci gençliğin mücadelesi, 15-16 Haziran 1970 olayları sonrasında işçi hareketinin yükselişi, Türkiye’de kaotik bir süreci oluşturuyordu.

İşte yazar Sevim Kahraman, “Avcıların Üç Günü” isimli belgesel romanıyla 9 Mart’tan 12 Mart 1971’e uzanan üç günün kurgusal öyküsünü yazdı. Bu belgesel romanda, tarihsel gerçekler özüne uygun bir biçimde ortaya konuyor. (Sevim Kahraman: “Avcıların Üç Günü, Bir ‘İhtilal’ Düşünün Belgesel Romanı” Destek Yayınları, Mart 2023).

Ben de o süreçte TSK’da görevli bir subaydım. Ordudaki “sol” örgütlenmelerin içinde bulunuyordum. Bir sosyalist subay olarak bir “cunta” toplantısına da katılmışlığım vardı. Oradaki tanıklığımdan da söz edeceğim…  

Avcıoğlu’nun 'zinde güçleri'

Sevim Kahraman’ın “Avcıların Üç Günü” isimli belgesel romanın ilk bölümünde, devrimci bir gencin şahsında THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi ve Partisi) gibi örgütlerin 9 Mart’ta ne yapacakları konu ediliyor.

THKP-C lideri Mahir Çayan ve arkadaşları, “9 Mart darbesini” bir fırsat bilerek “kesintisiz bir devrim stratejisi sürecinin sosyalizme doğru yönlendirilmesinde” etkin olup olamayacağını tartışıyordu.

Sevim Kahraman, bu tartışmanın yanı sıra tarihsel arka planı da söz konusu ederek 1966’da yayın hayatına başlayan “Yön Dergisi”nin işlevini, Doğan Avcıoğlu’nun görüşlerini, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi diğer sosyalist şahsiyetlerin de yaklaşımlarını ortaya koyuyor.

Yazar, bu süreçte Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının pozisyonuna, MDD (Milli Demokratik Devrim) ve SD (Sosyalist Devrim) tartışmalarına yer veriyor. 1960 sonrası ülkede önemli bir etkinlik sağlayan TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) MDD’ye karşı olan tavrı da sergileniyor.

Doğan Avcıoğlu’nun Marksizme yakınlığı ile birlikte ülkenin o günkü koşullarında işçi sınıfının hem nicel, hem nitel yönden yetersizliğini öne sürerek “zinde güçlere”, yani asker-sivil zümreye, daha açık bir ifadeyle orduya önemli bir işlev yüklemesi, yazıları üzerinden de anlatılıyor.

Tağmaç’ın veciz sözü

Kahraman’ın romanında, Genelkurmay’da görevli Tümgeneral Celil Gürkan’ın örgütlülüğünde “Sol Kemalist” cuntanın faaliyetleri, Faruk Gürler ve Muhsin Batur’la ilişkiler, darbe için hazırlıklar, 9 Mart’a giden süreçte etraflıca ve akıcı bir üslupla konu ediliyor.

Kuşkusuz burada “karşı tarafın”, yani Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın konumu, 15-16 Haziran 1970 işçi olayları sonrasındaki veciz sözü de tekrarlanıyor. Tağmaç, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” şeklinde bir tespitte bulunmuştu.

Aslında Tağmaç’ın bu sözüyle ordunun Amerikancı kanadının 9 Mart’taki girişimi etkisiz hale getirip esas itibariyle ülkedeki sol uyanışı bastırmak olduğu da daha sonra ortaya çıkacaktı.

Öte yandan “Sol Kemalist” cuntanın Devrim Konseyi ve Bakanlar Kurulu da şekilleniyordu. Devlet Başkanı olarak Orgeneral Faruk Gürler, Başbakan olarak Orgeneral Muhsin Batur, Başbakan Yardımcısı olarak da Tümgeneral Celil Gürkan’ın isimleri geçiyordu.  

Cunta toplantısı

Burada Sevim Kahraman’ın romanından kendimin katıldığı bir “cunta toplantısına” geçeceğim. 1967’de Kara Harp Okulu’nu bitirdikten sonra dönemin koşulları bağlamında devrimci, sosyalist bir subay olarak ülke sorunlarına eğilmeye başlamıştım.

İlk görev yerim, Kartal/Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay Komutanlığı’ndaydı. Birlikteki piyade taburunda teğmen rütbesinde havan takım komutanıydım. Tugayda, ordunun üst kademesindeki gelişmeler, cuntasal faaliyetler, pek de gizlisi, saklısı olmadan konuşuluyor, işe gidip gelirken servislerde ve öğle yemeklerinde subaylar arasında tartışılıyordu.

1971’in Şubat’ın sonlarına doğru bizim Tugay mensuplarına böyle bir toplantının yapılacağı duyuruldu. Hatta aleni bir biçimde özellikle genç subayların o gün Fenerbahçe semtinde bir deniz yüzbaşısının evinde yapılacak toplantıya gelmeleri istendi.

Ben de bizim Tugay’da görevli arkadaşım Üsteğmen Yücel Top’la birlikte bir cumartesi öğleden sonra bu eve gittik. Evde çoğu bizim Tugay’da görev yapan genç subaylar olmak üzere 20 dolayında asker kişi bulunuyordu.

Avcıların Üç Günü - İhtilal Düşünün Belgesel Romanı, Sevim Kahraman, Destek Yayınları, 272 sf., 2023.

Celil Gürkan grubu

Yücel Top’la bizim esas amacımız, sol cunta ne yapıyor, bir askeri müdahale yakın mı, değil mi? şeklindeki sorulara yanıt bulmak ve bu bilgileri bizim gibi düşünen sosyalist arkadaşlara aktarmaktı. Tanıdığımız kimi havacı arkadaşların da sol kesimdeki sivil devrimcilerle, THKP-C’yle bağlantısı vardı. Edindiğimiz bilgileri bu subay arkadaşlarla da paylaşacaktık.

2. Zırhlı Tugay’da diğer subaylara nazaran bizim daha solda olduğumuz bilinirdi ama bu tür toplantılara katılmamıza da karşı çıkılmazdı. Zaten toplantıya da davetli olduğumuz için gittik.

Fenerbahçe’deki toplantıda, daha sonra 12 Mart 1971 muhtırasının hemen ertesinde emekliye sevk edilecek beş generalden biri olan Tuğgeneral Lütfü Erol da bulunuyordu. Sol cuntanın İstanbul koordinatörü olduğu iddia edilen 66. Mekanize Piyade Tümeni Kurmay Başkanı Kurmay Albay Nedim Arat ile Piyade Okulu’ndan tanıdığımız komutanlar da toplantıya çağrılı olarak gelmişlerdi. Çok daha sonra bu komutanların 9 Martçı olarak bilinen Tümgeneral Celil Gürkan’ın grubuna yakın olduğu ifade edilmişti.

Kooperatif işi

Fenerbahçe’deki toplantı evine girdiğimizde masalarda imar paftaları duruyordu. Cunta toplantısının ev sahibi olan deniz yüzbaşısı, “Arkadaşlar herhangi bir şekilde bir baskın olursa burada kooperatif toplantısı yaptığımızı söyleyelim” demişti.

Üst rütbeli komutanlar, Başbakan Demirel’in memleketi kötü yönettiğini, bu konuda orduya görev düştüğünü belirterek bizim gibi genç subaylara G günü, yani ihtilal günü ne yapacağımızı söyleyeceklerdi. Ben ve Yücel, ordudaki genç subay-yüksek rütbeli subay çelişkisinin yarattığı psikolojik bir duyguyla komutanların karşısında ayak ayak üstüne atıp sorular sormaya başladık.

Hepimizde sivil giysi vardı. Üst rütbeli subaylara “Ordu içinde bir tarafta Gürler-Batur, diğer tarafta ise Tağmaç grubunun yer aldığını, Avcıoğlu’nun Devrim Gazetesi’nin 500 kişilik bir Devrim Konseyi’nden bahsettiğini, ne gibi bir ekonomik programa sahip olduklarını” ifade eden sorular sormaya başladım.

Hem komutanlar, hem de arkadaşlarımız bu sorulardan rahatsız oldular. Piyade Okulu’ndan bizi yakından tanıyan komutanlar, “Atilla, biz sana ekonomik, sosyal ve siyasal görüşlerimizle ilgili dosyayı veririz. Bu kadar soruya gerek yok” diyorlardı.

Dev-Genç ve İmam Hatip

Bu arada toplantıda “Sol Kemalist” cuntanın siyasi hedefini tanımlayacak bir sözü de hiç unutamıyorum. Komutanlardan biri, “İktidara geldiğimizde hem Dev-Genç’i, hem de İmam Hatip okullarını kapatacağız” demişti.

Aslında Türkiye’nin siyasi tarihine baktığımızda benzer gelişmelerin çok önceden de var olduğu dikkati çekiyor. Doğu Anadolu’daki Şeyh Sait isyanı nedeniyle 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun yasasında, şeriatçı yayın organları daha fazla olmakla birlikte sol eğilimli Aydınlık, Orak-Çekiç gibi dergiler de kapatılmıştı.

9 Martçı cuntacılar da, iktidara geldiklerinde hem İslamcı, şeriatçı kesimi, hem de “radikal solu” saf dışı bırakacaklarını ifade ediyorlardı. Demek ki devletin bu anlayışı, tarihsel olarak pek değişmiyordu…

İttihat–Terakki yemini

Deniz yüzbaşısının evindeki toplantı odasına daha sonra küçük bayraklar getirildi. Tabancalarımızı çıkarmamız söylendi. Tabancaları bayrakların yanına koyup yemin edecektik. Tıpkı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yeni giren üyelerin yemin töreninde olduğu gibi. Laik subaylar olduğumuz için o törenden sadece Kuran eksikti.

Ben, üst rütbeli subaylara, “Komutanım, biz zaten Harbiye’ye girerken de, mezun olurken de yemin etmiştik. Tekrar etmemize gerek var mı?” diye sormuştum. Komutanlar, yemin etmemiz gerektiğini söylediler.

Yücel’le birbirimize şaşkın bir şekilde bakıştık. Hatta, “Biz sosyalist adamlarız, böyle cunta yemini etmek de nereden çıktı” diye söyleniverdik. Bu yemini edersek, cuntacı olacağımız şeklinde bir duyguya da kapılmıştık. “Yemin ederken ayağımızı mı kaldırsak” diye de espri yaptık.

Neyse yemin diye bir şeyler söylendi ama hemen akabinde yüzbaşıdan aşağı rütbeli olanların toplantı odasını terk edip yandaki odaya geçmeleri istendi. Genç subay arkadaşlarla öteki odaya geçtik. Üst rütbeli subaylar kendi aralarında konuştuktan sonra toplantının bittiğini söylediler. Ve evden ayrıldık.

Ertesi gün kışlaya gittiğimizde diğer subay arkadaşlarımız bize oldukça kızgındı. “Sizin yüzünüzden G günü ne yapacağımıza ilişkin sarı zarfları alamadık” dediler. Yani, darbe günü örneğin Ahmet üsteğmen bölüğü ile Kadıköy Kaymakamlığı’na gidip enterne edecekti, bu emirlerin içinde bulunduğu zarflar bizim toplantıdaki tavrımız yüzünden dağıtılmamıştı. Genç subay arkadaşlarımızın görüşleri bu yöndeydi. Biz de toplantı sonrası karacı ve havacı arkadaşlarımızla bir araya gelip bu toplantıyı değerlendirdik.

9 Mart olayı

Sol Kemalist cuntanın 9 Mart’ta darbe yapacağı söylentileri üzerine devrimci subaylar olarak kendi aramızda düzenlediğimiz toplantıda, bazı havacı arkadaşlarımız o gün Ankara’ya gidip bu darbeyi daha “sola” çekecek eylemlerde bulunmayı öneriyordu.

Örneğin büyük banka şubelerinin, Tuslog gibi Amerikan yardım kuruluşlarının taciz edilmesi gibi öneriler gündeme geldi. Karacı subaylar olarak cuntasal eylemlere fazla bulaşmamak gerekçesiyle bu önerilere karşı çıktık ve 9 Mart günü Ankara’ya gitmeme kararı aldık.

9 Mart 1971’de bir darbe girişimi gerçekleşmedi. Böyle bir darbenin gerçekleşmemesinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler’in son anda kararsız kaldığı ve ürkek bir tutuma girdiği, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’un da son tahlilde Gürler’le birlikte hareket ettiği ifade edildi.

Daha doğrusu Gürler ve Batur, darbe girişimini tam kontrol edemeyecekleri için Tağmaç’la anlaşıp hem Demirel Hükümeti’nin bir muhtırayla istifa etmesine, hem de radikal subayların tasfiyesine olanak sağladılar.

12 Mart: Yarım darbe

9 Mart girişiminin planlamasında görev alan Celil Gürkan ve Lütfü Erol paşalarla birlikte beş general, bir amiral ve sekiz albay, 12 Mart muhtırası sonrasında 15 Mart 1971 tarihi itibariyle emekliye sevk edildiler.

Sonuçta benim gibi sosyalist subayların da içinde bulunduğu 600 kadar sol, Kemalist eğilimli subay, astsubay ve askeri öğrenci TSK’dan tasfiye edildi.

12 Mart, “yarım bir darbeydi”, çünkü TBMM kapatılmamıştı. Demirel hükümeti istifa etti, yerine partiler üstü Nihat Erim Hükümeti kuruldu.  Devrimci gençlik örgütleri ise kapatıldı, bir takım sendikal haklar kısıtlandı, memurlara sendika hakkı yasaklandı, ülkenin tek sol partisi olan Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılarak yöneticileri tutuklandı.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildi, Mahir Çayan ve 9 arkadaşı Kızıldere’de katledildi. Sol, ilerici aydınlar, sendikacılar, devrimci subaylar, cezaevine kondu.

12 Eylül 1980 müdahalesiyle bu yarım darbe tamamlandı. Meclis ve bütün siyasi partiler kapatıldı. Özellikle emek kesiminin hakları büyük ölçüde budandı, DİSK yöneticileri ağır cezalara çarptırıldı.

12 Eylül askeri yönetiminin hazırladığı 1982 Anayasası ile demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanıp emek kesimine yönelik baskılar artarken zorunlu din dersine olanak sağlanarak laiklik ilkesi çiğnendi. Ve böylece siyasal İslamcı hareketin gelişimine zemin hazırlandı…

                                                        /././

Türkiye’yi savunmak -Berkay Kemal Önoğlu-

"Gelişmeler gösteriyor ki emperyalizmin iç cephesinde bu yeni sayılabilecek sistem projeksiyonu ağır darbelerle sarsıldığı bir dönemden geçiyor."

Dünyanın adım adım bir dönüm noktasına ilerlediğini görüyoruz. Dengelerin şekillenmesinde büyük rol oynayan çeşitli güçlerin aralarındaki çatışmalar, bulunduğumuz bölgeden son derece şiddetli hissediliyor. Özel bir dönem ve bu özel dönemde siyaseti meşgul eden neredeyse bütün gündemler bu büyük gelişmelerle ilişkili olarak şekilleniyor. Direnç ve uzlaşmayı bu gelişmeler belirliyor. Düzen güçleri buna göre taraflaşıyor. Ve yeni bir yol da ancak bu gelişmeler dikkate alınarak açılabilir.

Türkiye’nin yaşanan gelişmeler karşısında seyirci kaldığı söylenemeyeceği gibi aktif pozisyon alıp yaptığı her hamlenin sonuçlarına hakim bulunduğu da elbette söylenemez. Zaten sürüklenme tam da budur. İktidar içeride konsolide olamadığı gibi dışarıda da attığı adımların yarattığı sonuçlar ve süreç içinde inşa ettiği söylemleri arasındaki çelişkiyi örtememekte ancak çeşitli önemli başlıklarda kendisine angaje etmeyi başardığı düzen muhalefetinin marifetiyle hareket kabiliyetini korumaktadır. Türkiye'de iktidar kavramının iktidar ve muhalefet partileri ile bütüncül bir projeksiyonu ifade ediyor oluşu da bir kez daha açıklıkla gözlemlenebilir hale gelmiştir.

Bir bütünlükten ama aynı zamanda toparlanması güç bir dağınıklıktan söz ediyoruz. Halkın canını okuyan koşullar da, daha büyük felaketlere kapı aralanması anlamına gelen süreçler de devam ediyor. Ancak pürüz çoğunlukla vekâlet savaşları içerisinde kimin vekili olunacağı ya da yeni emperyalist paylaşım döneminde ağzı sulanmış sermaye takımı için verilebilecek hizmetlerin sınırları konusunda ortaya çıkıyor. Yani hem bir kapasite hem de bir ‘beşinci kol’ meselesinden söz ediyoruz.

Klasik uluslararası ilişkiler literatüründe bir bilardo topu metaforu vardır. Buna göre bilardo masası uluslararası alana ve devletler de onun yegane aktörleri olarak renk renk toplara benzetilir. Bilardo topları bütünleşik, homojen, kaskatı ulusal bütünlükleri ifade eder. 1648 Vestfalya düzenini ya da 1815 Avrupa uyumunu açıklamakta büyük bir sorun yok. Fakat 20. ve 21. Yüzyıldaki gelişmeler ana akım liberal uluslararası ilişkiler teorisini yenileme ihtiyacını hissettirmiş olsa gerek. Sınıfları hatırlamışlardır demeyin, tövbe haşa, öyle olmadı. Tabii ki emperyalizm teorisini hesaba almadılar. Çok uluslu şirketleri, AB gibi yeni ulus-ötesi yapılanmaları, küresel STK vb. kuruluşları teoriye dahil ettiler ve böylece bir “Küresel Siyaset” kavramı türettiler. Ulusu aştılar ama sömürüyü derinleştirip şiddetlendiren yeni uluslararası aktörlerle…

Emperyalistlerin kendi dünyalarında özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından “tarihin sonunu” getirdiklerini düşündüklerinde tarif ettikleri oyun alanı işte bu aktörlerle şekillendi. Neleri görüp neleri görmeyeceklerine karar verdiler ama hiçbiri yok olmadı.

Bizim uluslararası siyasete yaklaşımımız elbette tamamiyle ayrı bir yerde duruyor. Ancak gelişmeler gösteriyor ki emperyalizmin iç cephesinde de bu yeni sayılabilecek sistem projeksiyonu ağır darbelerle sarsıldığı bir dönemden geçiyor. AB’nin NATO’nun akıbetleri belirsiz. Finans tekelleri ile teknoloji tekelleri arasında pratikte ortaya çıkan yönelim farklılıkları krizi derinleştiriyor. 2. Dünya Savaşı statükosu sistemin tepesindeki kimi unsurlarca sorgulanır hale geliyor.

Fakat yerine ne konabilir? Kim koyabilir? Böyle bir akıl var mı? Yoksa yeni bir yapılanmanın yol haritasını oluşturacak koşullar önce kılıçların çekilmesiyle mi mümkün olacak?

Daha önemlisi,
Dünya halkları olup bitenleri öylece izleyecek ve dünya tarihinde yumruğunu masaya vurduğu kritik dönüm noktalarını, toplumsal atılım dönemlerini, büyük devrimlerini hiç olmamış gibi görmezden mi gelecek?

Bunun mümkün olmadığını, er ya da geç emeğiyle geçinenlerin sömürücüler karşısındaki savaşta durumu lehlerine çevireceklerini, her şeyi değiştireceklerini biliyoruz. Ve tabii ki bu kitlelerin dünya tarihine merakıyla değil, tarihin kendilerini zorladığı yeni koşullarda ayağa kalkmaları ile mümkün olacak. İllaki de kalkacaklar.

Şimdi Türkiye’de,
Değiştirmek için mücadele ettiğimiz ülkede, ayağımızı bastığımız mücadele zeminine, emeğin haklarına, yurttaşlık kavramına, aydınlanma fikrine, ülkenin bağımsızlığına, cumhuriyete karşı birleşmiş güçlerden söz ediyoruz. İktidarı ve muhalefet ile bütünleşmiş ama dağınık halde Cumhuriyet Devrimi ile savaşıp kendi içlerinde barışma niyetindeler. Ayağımızı bastığımız toprağı tehdit ediyorlar. Her adımlarıyla İsrail ve ABD’ye alan açıyorlar, esastan karşı çıkan yok!

Bu halk memleketin sahipsiz olmadığını onlara gösterecek. Gösterebilir çünkü sanıldığı gibi seçeneksiz değil. Ne onların küresel siyasetinde büyük sömürgenlerin it dalaşında ne de içeride halka karşı birleşip ellerini ovuşturanların pastadan pay alma rekabetinde taraf olacak heyecan var. Bunlardan fayda uman yok.

Şimdi ayağımızı bastığımız toprağı savunmak ve bunun için de hızla dostu düşmanı seçmek zorundayız. Bu iktidardan ve bu muhalefetten kopuş vakti geliyor. Tarih hem kopuşu hem de yeni ileri toplumsal ittifakları zorunlu kılıyor. İzleyici olmayacağız.                                    /././

Bir ufka varırız ki..-Asaf Güven Aksel-

"Geçici yeislerle daralmasın hiç göğsünüz bu topraklarda. Bir ufka varır bakarız ki, kendi adıyla, kendi sesiyle düzeni sarsıyor, gencecik bir Edip…"

üçüncü mevki bekleme salonunda / siyah başörtülü, / çıplak ayaklı bir çocuk yatıyor.
ben dolaşıyorum... / gece ve kar – pencerelerde  / bir şarkı söylüyorlar içerde.
bu, giden kardeşimin en sevdiği şarkıydı  / en sevdiği şarkı  / en sevdiği / en….
bembeyaz karanlıkta parlayan raylar – / uzaklaşılıp kavuşulmamayı hatırlatıyor.

Hâlâ Doğu Ekspresi var mı, aynı güzergâhta yataklı vagonları sarsılır mı, bilmiyorum. Ama vardı ve gerçekten de kar yağıyordu, geceydi. Şarkı denemezdi, besteye uyarlarken değiştirildiği gibi, türküydü, ağıttı bekleme salonunda mırıldanılan. Giden kardeşimin en sevdiği, hep söylediği. Çıktım Kozan’ın dağına… Kucaklaşıldı, zorunlu iskândan dönülemeyeceğini, bir daha kavuşulamayacağını bilmezden gelir gibi, kısa, sert, alelâdeleştirilmiş… Süngü sonra, sıkmak yumruğu yere doğru, raylara dalıp gitmek, gece ve kar ve tıkırtı, biteviye…

Sonra, o yakıcı sesten her dinleyişte “Giden”i, yıllar ve yıllar boyu, tekrar ve tekrar, o gece çöker, o kar tozar, o kaçak kucaklaşma süngülenir. Çocuk hep çıplak ayakla uyumaz belki ama hep tıkırdar ray, örter utanılan hıçkırığı… Bir şarkı söylenir, mevkisizdir…

Filanca albümün, filan yüzündeki, bilmem kaçıncı sırada yer almaz ki bizim türküler, şarkılar. Orada kalarak tanımlanmaz ki. Ne şiiri öyle dizilmiştir, ne bestesi öyle dökülmüştür. Hayatınızın bir ânına tanık olur, bir ortak maceradan pay verir.

Edip Akbayram’ın hatırası önünde, sadece Nâzım’ı içimize işleten, bende yeri çok ayrı bu parçayla bile eğilebilirdim. Telefonda, “arkadaş, işin yoksa gel hele” diyen davetleriyle anabilirdim. Diyelim, “Korkuyorlar”a çalışırken, mütevazı danışma sahnesiyle portresini çizebilirdim…

bize türkülerimizi söyletmiyorlar…

Bunu Robeson’a Nâzım kadar içten söyleyecek isimlerdendi Edip Ağabey. Söyletmediler de ne oldu, korkuları neyi önledi derseniz, o ayrı. Sevmekten, şafaktan, dokunmaktan, ağlamaktan, gülmekten, tohumdan, topraktan korktular da, iskontosu, komisyonu olmayan sıcak dost elinden mahrum, sadece korktular da, Edip Akbayram gelmedi mi başlarına sanki? Sustu mu?

O susmamakla kalmadı. Bu düzenin önüne serdiği halılara, yaldızladığı ödüllere, nicelerini kul ettikleri cüzdanlara tenezzül etmediğini öyle meydan meydan  gösterdi ki… Aşk olsun! Sadece bu cümleyi kurmak, farklı Edip Akbayram vedalarından daha anlamlı geldi bana.

Daha önce kaydını dinlememiştim, “Kükredi Çimenler”in. Veysel’le birlikte, doğayı sarsarak uyandırmış da çıkmış sahneye, ama, zaman öyle zamandı ki  işte, halkçı-devrimci gençliğin kulağı, “fakirlerin fukaraların, açlıktan ölenlerin” üstüne ince ince yağan karla fark edecekti bir harnçereyi. Mahzuni, “ağa”lığı yerecekti şu yarı-feodal ülkede ki, irkilecektik. Köylünün tütmeyen bacasıyla beylere dönecekti cephe sonra, Mehmet Emmi’yle birlikte, fabrikanın bacasına yolculuk başlayacaktı, eşlik edecektik…

Sonrası “bizim” Edip Akbayram’dı işte… Eşkıya, Aldırma, Gittin Gideli, Hasretinle, İstanbul… İlle Güzel Günler Göreceğiz…

Ne çok şairden, ne çok şiirden, ne çok ortak şarkıdan, türküden geçerek, bir benzersiz sesle, yorumla varıyoruz Edip Akbayram olgusuna. Bütün birikimimizi sanki bir “diskografi”de örneklemek ister gibi üretmiş. Akarsuları denize çağırırmış gibi durmuş. Dokunmuş bize. Her birimizden mutlak bir damla almış, üç damla yapıp geri vermiş…

Bir ağabeyi, bir dostu, bir sanatçıyı, bir devrimciyi uğurlamak, her zaman ete dikendir. Doğru, ama Edip Akbayram’ın ardından, bir can dostumun “gittikçe yapayalnızlaşıyoruz” demesi bir farklı dokundu içime gene de. “Ne halt edeceğiz” demesi…

Yeri dolmaz, doldurulamaz deriz ya çoğu kez, gidenlerin ardından. Yitirilenin, kendi yaşamından bizim yaşamımıza kattığı çizgileri “hatıra”da eşitleriz de, her “insan teki”nin “kendine münhasırlığı” anlamında, genelgeçer bir söz gibi algılarız bunu bazen. Keşke o kadar basit olsaydı anlamı.

Yapayalnızlaşma, ne halt edeceğini şaşırma duygusu, son yıllarda “yeri dolmazlık” kekreliğiyle çöker oldu üstümüze. Doğa kanunu, mutlak gerçek, ne derseniz deyin. En değerlilerimiz de gidiyor. Özgüllükleri anlamında, eksiliyoruz evet. Ama tuttukları yer? Doğa boşluk tanımazdı ya hani? O yer ne olacak? Mücadele boşluk tanır mı?

yetişin nefesim bitiyor / yetişin bana kuşlar
ya özgürlük adına / ya da sevda hatırına

Devlet ricali, taziyesizdi, sınıf bilinçliydi, güzel. Omuzlayanlarla adımlıyordunuz Edip Ağabey’in taşıdığı bir saflaşmayı. Sonra kavrıyordunuz artık vedalaştığınızı. Nefesi biterken, özgürlük adına, sevda hatırına çağıran bir sesti susan. Hayat devam ederken kavrayacaktınız bunu daha çok… Boşluk büyüyecekti… Yetişin!

Bir genç kadın, başörtüsünü tutuyordu ucundan bir dizide ve bağırıyordu: “Bu, bana dokunamazsın demek!” Tek bir sahne, tek bir replik bile, nasıl da açıktan, alçakça kötülük yığıyordu toplumun, kadının sırtına ve dönüp bakıyordunuz, Edip Akbayram yok.

Piyonlarla hamleler yapılıyordu bölgenizde, Devlet Bahçeli’ye reveranslar kaplıyordu ortalığı. Ne büyük, ne iyi kalpli, ne sözünün eri devlet adamıydı, ne barışseverdi o! Devlet’in okşama ihtimalini sever gibi kuyruğa girenlerin yaka kartlarına bakarken mideniz bulanıyordu, biraz ferah hava almak istiyordunuz, Edip Akbayram yok.

Türk sağını Kürt deterjanıyla aklayıp sırtlayanlarla, feodal gericiliği mü’min paydasıyla kucaklayanlarla, ABD’nin “daha fazla İsrail”ine diz çökenlerle, faşizme ipek şallar örtülürken, mendiliniz kanıyordu, Edip Akbayram yok.

Edip Akbayram yokluğu, şarkılarıyla, türküleriyle varlığını sürdürdükçe, içe işleyecek asıl. Paradoks mu? Yok, günbegün ihtiyaç.

Hasretiyle yanacak hep içimiz, ama bu yokluğun acısıyla kasılıp kalacak, bu tablodan sadece hüzün çıkaracak değiliz. “Şahsına münhasır”lığı duracak, o konuda elden bir şey gelmez. Duruşunun boşluğuna ise, çok çok dövüşenin yası kadar tahammül edebiliriz.

“Düşmanlar kına yaksın, dostlar girsin saflara” diyenlerden geliyordu Edip Ağabey. Biz de…. Gün gelir ustalar da gider, yasadır. Bıraktıkları filiz verir, yasadır. Geçici yeislerdir kayıplarla üstümüze yüklenen.  Yapayalnız kalmayız biz bu topraklara ekilmiş tohumların bereketinde. Bir ufka varır, bakarız ki, haramilerin saltanatını sarsıyor bir gencecik Edip. Kendi adıyla, kendi sesiyle… Yetişin! denilmiştir bir kez, biliriz yapılması lazım geleni…

ya umutlar biterse?

Bitmez. Boşuna çekilmedi ki bunca acılar…

* * *

Son günlerin popüler Devlet övücü figürü Sırrı Süreyya olup da, Selahattin Demirtaş’ı, Yılmaz Erdoğan’ı bile geride bırakınca, kendisiyle ilgili şu eski “detayında ve esasında” değerlendirmemi hatırlattı. 11 yıldır o da değişmemiş, avlandığı saha da! O ünlü sözü de, “Devlet başa ve kuzgun leşe” olarak güncelletse mi?                                                 /././

Sınıfın kalemi güçlenirken: 'Canavar' ve umudun dili -Tunç Tatoğlu-

"Canavar'da her öykünün içinde canavarın farklı bir yüzünü, simgesini görüyorsunuz. Bazen devasa bir döküm kazanı, bazen taksitleri ödenmemiş bir araba, bazen yüksek bir vinç, bazen toprağı zehirleyen bir maden şirketi olarak karşımızda."

Garip bir dil hakimdi yıllardır edebiyatımızda… Umutsuzluk, yılgınlık, yenilmişlik, depresyon, bohemlik… bu liste uzayıp gider. Issız insandı karakterler, masumdu. Aşk, aşk gibi değildi, ilişkiler kırgındı, kabullenilmişti başa gelenler, boş verilmişti. Bir tür eleştiri vardı yaşananlara ama nedense yazan kişi muaftı bütün olanlardan. Güzel çocuklardı devrimciler ama işte naiftiler, hayatı ve halkı tanımıyorlardı. Bir ülke edebiyatı zayıflayınca, yönünü bulamayınca sanatsal üretimin dili zorlanıyor. Şiirler bestelenmiyor da saçma şarkı sözleri yazılıyor, tiyatro oyun metinleri en anlaşılmaz halleriyle sahneleniyor, sinema senaryoları uçuşan fikirlerin toplamına dönüşüyor. 

Ne anlatıyoruz, ne anlatıyorsunuz? Bu sorular, “illa bir şey anlatmak zorunda mıyız?” defansı ile kaba ve estetikten yoksun bir dünyanın sorularıymış gibi algılanıyor. 

Yaratıcı yazarlık kursları, pıtrak gibi kitap basılmasına, herkesin çocuğuna bir eser bırakma gayretine, garip bir hikayesiz hikayeler yazma modasına neden oldu ülkemizde. Yeni yazarları bu bulamacın içinden ayıklamak gittikçe zorlaşıyor. Yine de kendimi gülümserken yakaladığım birçok film ve kitap oldu son yıllarda. Kendi gülümsememi önemsediğim için değil uzun zaman sonra tekrar umudun dilini hissettiğim için yazdım. Açık konuşayım artık sadece bildik klasiklerden söz etmek biraz sıkıcı ve umut kırıcıydı.

Sınıfın yazarları ve yönetmenleri sessizce sıyrılıp gelmeye başlamışlardı, nefes alabilirdik sonunda. Son okuduğum “Canavar” adlı öykü kitabı da tarafını belli eden kitaplardan. Sahada çalışmış bir makine mühendisinin kenara not ettiği öykülerinde, fabrikaların sesini ilk sayfalardan itibaren duyabiliyorsunuz. 

Murat Akgöz, makine mühendisliği eğitiminden sonra sinema/senaryo yazımına gönül vermiş bir yazar. İlk kitabın heyecanını, teşekkür kısmında sevgiliyle nasıl tutkuyla paylaştığını okuduğunuzda samimi bir kitaba başladığınızı hissediyorsunuz. 

Öykü kitaplarında bilirsiniz genelde yazar sevdiği bir öykünün adını kitabın kapağına taşır. Canavar'da ise her öykünün içinde canavarın farklı bir yüzünü, simgesini görüyorsunuz. Bazen devasa bir döküm kazanı, bazen taksitleri ödenmemiş bir araba, bazen yüksek bir vinç, bazen toprağı zehirleyen bir maden şirketi olarak karşımızda. Hayatımıza gözünü dikmiş, bizi rehin almış bir canavar. 

Sınıfın sadece fabrikalardaki tezgahların başında değil plazalarda da, fabrikanın beyaz yakalı tarafında da sömürüldüğünü, topyekûn bir mücadele ile canavarla baş edebileceğimizi fısıldayan öyküler yer alıyor kitapta. 

Çocukluğumdan kalma bir diyalog kullanım biçimi var Canavar’da. Sanırım senaryo da yazan Murat Akgöz, konuşmaların bir kısmını öykülerin gövdesine gömmek yerine, gözümüzde bir sinema sahnesi gibi canlandırmamız için ayırmış. Önce biraz yabancılaştım sonra öykülerle akıp gittim.

Canavar, önce yadırgatıcı sonra öyküyü meraklandırıcı bir akışa sahip. Öykülerin sıralanması da belli ki düşünülmüş. Murat’ın saha deneyimi bazı teknik detaylarda kendini belli ediyor. Öykülerin tartışma noktaları ve açmazları tanıdık, belli ki deneyimlenmiş. Kendi akranlarının diline ve beğenilerine hakim olduğu anlaşılıyor.

Öyküler ilerledikçe, bu öykülerin ardına gizlenmiş bir romanın hissiyatı belirginleşti içimde. Kolay olmadığını biliyorum, sınıfın yazarlarına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Samimi ve cesur olduktan sonra gerisi gelecektir.

                                  Canavar, Murat Akgöz, Yazılama Yayınevi, Şubat 2025.

                                                                         /././

Yeni Şafak yazarı Suriye'deki Alevi katliamını sahiplendi, hakaretler ve küfürler yağdırdı.

Suriye'deki katliamı sahiplenen Yeni Şafak yazarı mezhepçi İsmail Kılıçarslan bugünkü yazısında Alevilere ağza alınmayacak ifadeler kullandı, hakaretler ve küfürler yağdırdı.

Suriye'de Alevilerin yaşadığı Akdeniz sahili bölgesinde hükümet görevlilerinin hedef alındığı saldırılara cihatçı HTŞ hükümeti katliamla karşılık verdi. Suriye’nin dört bir yanından cihatçılar bölgeye akın etti, Alevileri öldürüyor.

Uluslararası alanda katliam görmezden gelinirken, Türkiye'de ise iktidarın kalemşorları, yandaş medyanın gerici yazarları ırkçı, mezhepçi söylemlerle bölgede yaşayanları hedef alıyor.

Skandal sözler sarf etti: Kılıçarslan suç işliyor

Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan'ın bugünkü(08/03/2025) yazısında, gericilerin, cihatçı çetelere desteği ve mezhepçi yaklaşımı bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in "Alevilere saldırıları endişe ile takip ediyoruz" sözlerini eleştiren Kılıçarslan, ağza alınmayacak ifadeler kullandı:

"Suriye devleti bulundukları yerlerde terör estiren, sivilleri öldüren, bomba-layan, devletin bütün uyarılarına rağmen bunu yapmaya devam eden Nusayri teröristlerin 100’e yakınını telef etti ya. Ona içerlemiştir. 

'Suriye’de Sünnilere saldırıları endişe ile takip ediyoruz' demediler hayatlarının hiçbir anında. Ama Anadolu Aleviliği ile neredeyse hiçbir ortak paydası olmayan, Suriye’de emperyalistlerin köpekliğini yapan, yapmaya da devam eden Nusayrileri, üstelik son derece tehlikeli bir şey yaparak 'Alevi' parantezine de alıp savunmak ancak Özgür Özel’e yakışırdı zaten.

Nusayriler, dini inançları bakımından değil, emperyalizme yaptıkları köpekliğin bir sonucu olarak hala Suriye’de sivil insan öldürecek kadar alçak oldukları için gebertiliyorlar. Başka bir şey değil. Halbuki Nusayri teröristlerin, şebbiha köpeklerin Suriye’de an itibariyle yapmaya çalıştıkları şey, Suriye’de İsrail’e alan açmaya çalışmak. Parayı da, silahı da İran’dan alıyorlar ve Suriye’nin nizam, düzen, istikrar bulmaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar."

Alevilere katliam çağrısı yapmışlardı

AKP'li kalemlerin katliamcılığı yeni değil. Suriye'de HTŞ'nin iktidara gelmesinin hemen ardından Alevilere yönelik saldırılara tepki gösterenler "İran ajanlığı"yla suçlandı, bahaneyle Alevilere karşı katliam çağrısında bulunuldu. 

Suriye'de Alevilere yönelik saldırıları eleştirenlere "Şebbihaların etki ajanı" denildi, tarihte en büyük Alevi katliamlarına imza atan isimlerden Yavuz Selim'in fotoğrafları paylaşıldı, Hatay'daki Alevilerden "hesap sorulacağı" duyuruldu. 

Yine Yeni Şafak'ta yazan AKP'li Cmuhurbaşkanı Erdoğan'In eski danışmanı Aydın Ünal, "Bu gerilimi yükseltenler Nusayri ve Alevi kimlikleriyle tanınan bir takım isimler" sözleriyle hedef gösterilen Alevileri suçlu ilan etmişti.

                                                         *** 

soL

soL "Köşebaşı + Gündem"

Sermaye diktatörlüğü rejimi ve kadın cinayetleri -Erhan Nalçacı-

Emekçi kadınlara karşı işlenen cinayetleri durduracak tek gücün emekçi sınıfların örgütlü mücadelesi olduğunu bilmek durumundayız.

Tüm okuyucuların dünya emekçi kadınlar günü kutlu olsun.

16. ve 18. yüzyıllarda on binlerce kadının cadı diye yakılması nasıl insanlık tarihinin yüz karasıysa Türkiye’deki kadın cinayetleri de olağanüstü utandırıcı bir olgu olarak karşımızda duruyor. Ortaçağda kadın cinayetleri üzerinden geçen yüzlerce yıla rağmen bizi utandırmaya devam ediyor, aynı şekilde kadınların cinayete kurban gitmediği bir Türkiye’yi kurduğumuzda bile yaşananlardan dolayı utanmaya devam edeceğiz.

Bu yazıda geçen hafta ABD etrafında açtığımız sermaye diktatörlüğü rejimi bağlamında kadın cinayetlerini ele alalım.

Öncelikle Türkiye’de kadın cinayetlerinin münferit olmadığını tıpkı iş cinayetleri gibi sabit bir toplumsal olay haline geldiğini söyleyelim. Aşağıdaki grafik 2008’den itibaren artan kadın cinayetlerinin son 7 yılda her yıl aramızdan 400 kadar kadını koparan bir boyuta yerleştiğini gösteriyor. Örneğin, geçen yıl 394 kadın cinayetinin işlendi ve ayrıca 259 şüpheli ölüm kaydedildi.

en
Grafik 1: 2008-2022 yılları arasındaki Türkiye’de kesinleşen kadın cinayeti sayıları görülüyor. 2024’te 394 kadın cinayeti işlenirken şüpheli ölümler bu rakamlara dâhil değil. (Yıllara ilişkin rakamlar Kadın Dernekleri Federasyonu tarafından sunulmuştur.)

Cinayete uğrayan kadınların hemen hemen tamamının emekçi sınıfların üyeleri olduğunu hatırlayalım. Bu konuda çok veri var ancak öldürenlerin durumunu da ele alan grafik konuyu daha anlaşılır kılacak.

en2
Grafik 2: Diğer yıllarla benzer özellik gösteren grafik 2023 yılında cinayetlerin kim tarafından işlendiğini gösteriyor.  Cinayetleri işleyen erkeklerin yaklaşık %70’inin kadının en azından bir dönem kocası veya sevgilisi olduğunu gösteriyor. Geri kalan ise yakın akrabalardan oluşuyor. (Rakamlar Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu tarafından derlenmiştir.)

AKP’nin iktidar döneminde artan kadın cinayetlerinin toplumsal nedenlerini kavramaya çalışmalıyız. Bu dönemde birbirine zıt iki sürecin işlediğini görüyoruz. 

İlki, kapitalizm doğal olarak kadın emek gücünden de yararlanmak istiyor ve kadınlar ücret karşılığında daha fazla işyerlerinde çalışmaya başlıyorlar. Bir yandan kadın emek gücünün sömürüsü yükseliyor, öte yandan kadınlar geleneksel aile ve mülkiyet ilişkilerinin dışında bağımsızlık kazanıyorlar. Kendilerine biçilen geleneksel rollere karşı koyabilecekleri bir zemin doğuyor.

İkinci zıt eğilim ise, bir sömürü cenneti yaratan sermaye sınıfı yağma ve sömürüye karşı giderek sayısal olarak büyüyen emekçi sınıflara karşı meşruiyetini korumak için Ortaçağ ideolojilerine yaslanıyor ve toplumunu dinselleştiriyor. Kadını erkeğin mülkü veya tasarruf hakkı olarak gören muhafazakârlık yayılıyor. Bu muhafazakârlaşma sadece cinayetleri işleyen emekçi sınıf üyelerini değil, kadınları korumakla yükümlü yargı ve kolluk kuvvetlerini de kapsıyor.

Bu iki eğilim birbiriyle çatışıyor. Kadınlar isyan ediyorlar ve sevmedikleri veya sevgilerinin tükendiği erkeklerle yaşamayı reddediyorlar, erkekler ise ortaçağ ideolojileri tarafından kışkırtışmış olarak bu isyanı şiddetle bastırmaya çalışıyorlar ve şiddet cinayete kadar varıyor. Her yıl 400 kadar değerimizi, emekçi kadını aramızdan alıyor.

Bu akıldışı sürece karşı koyabilirdik ve emekçi kadınların özgürlüğüne daha fazla sahip çıkabilirdik. Ancak başka bir sürece daha değinmeliyiz. Kadın örgütleri tarafından çok değinilmeyen bu sürece Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin raporunda özellikle dikkat çekilmişti

Sermaye sınıfı sömürü oranını artırırken sadece Ortaçağ ideolojilerini kullanmıyor, emekçi sınıfların örgütlülüğünü de dağıtıyor. Aşağıdaki grafik Türkiye’deki fiili sendikalaşma oranını gösteriyor.

en3
Grafik 3: Türkiye’de tüm işçilerin sendikalaşma oranını 1988-2012 arasında gösteren grafik fiili sendikalaşma oranının nasıl düştüğünü anlatıyor. Bu oran içinde bulunduğumuz yıllarda işçilerin %90 kadarının sendikasız olduğunu bize söylüyor.

İşçilerin %10’u sendikalı olabilir ama üye oldukları sendikaların da önemli bir kısmının düzen içi olmayı bırakın muhafazakâr ideolojiler tarafından yönetildiğini hatırlayalım.

Dolayısıyla işçiler işyerlerinde örgütsüzler. Ancak mahallelerde de örgütsüzler. Solun başat hegemonik güç olduğu bir mahallede yok nerdeyse.

Oysa daha iyi ve güzel, eşitliğe ve adalete dayalı bir toplum kurulabileceği ve bunun için mücadele etmenin değerli olduğu bir toplumda kadınlar bu şekilde öldürülmezler. Emekçi sınıfların örgütlülüğü bugün cinayeti işleyen erkek emekçileri kazanır, kışkırtılmasına izin vermez, hadi olmadı engeller.

Solun örgütsüzlüğünü tersten okursak bu emekçi sınıfların burjuva ideolojileri tarafından tutulması ve yönlendirilmesi anlamına da geliyor. Maddi durumundan bağımsız olarak kendilerini sermaye sınıfının parçası gibi görmeleri büyük bir yanılsama olarak karşımıza çıkıyor.

Gelelim sermaye sınıfının diktatörlük rejimine. ABD’den, Türkiye’ye, Hindistan’dan Rusya’ya günümüz emperyalizminin bir özelliği olarak yüzeye çıkıyor.

Geçen yüzyılın faşizmlerinden farklı, çünkü 20. yüzyılda sermaye sınıfında iktidarlarının işçi sınıfı tarafından kaçınılmaz olarak alınacağına ilişkin büyük bir korku vardı. Bu korkuyu yenmek için işçi sınıfı siyasetini yok etme isteği ve yükselen emperyalist paylaşım savaşının askerileşme gereksinimleri faşizmi yarattı. 

Faşizme karşı birleşik cephe önerisi ne kadar doğruydu yeniden tartışmak gerekiyor ama günümüze göre tekelci sermayeden farklı sermaye gruplarının siyasi partileri vardı en azından.

Şimdi ise işçi sınıfının iktidarı en azından yakın vadede alamayacağına ilişkin bir özgüvene sahipler. Ancak bu korkunun olmadığı yerde elleri çok serbest kaldı. Çağımızda burjuvazinin özgürlüğü kadar korkunç bir şey olamaz. Dünyanın her yerinde yargı, yasama ve yürütme burjuvazinin elinde toplanıyor ve bir diktatörlük rejimine dönüşüyor.

Buna karşılık sermaye sınıfının işbirliği yapılabilir ve tekelci sermayeden bağımsız bir unsurunun kalmadığını görüyoruz. Tekelci sermaye ihaleler, yedek parça üretimi, krediler vb. gibi mekanizmalarla sermaye sınıfının tümünü kendi çıkarları altında örgütlemiş bulunuyor. Stepne görevi gören yancı partilere bakmayın, program disiplini altında aynı yöne işaret ediyorlar.

Bu durumda işçi sınıfının siyasi öncüsüne emekçi sınıfların farklı katmanlarını, kendini “orta sınıf” içinde görenleri, burjuvazi tarafından bencilliğe itilenleri örgütlemek veya ittifak unsuru haline getirmek görevi düşüyor.

Emekçi kadınlara karşı işlenen cinayetleri durduracak tek gücün emekçi sınıfların örgütlü mücadelesi olduğunu bilmek durumundayız.

Karanlığın içinden bir umut yükseliyor.

                                                       /././

Yanıtsız sorular zamanı -Aydemir Güler-

Sürecin kendince “ilerlediği” gerçektir. Ama bu yolun “işte çözüm” denebilecek bir yere çıkmasının mümkün olmadığı daha büyük bir gerçektir. 

İsimsiz ve malum “sürecin” ilk göründüğünden daha geniş bir cepheye oturmasına tanık oluyoruz. İçinde rekabetin ve hatta mücadelelerin sürmesi, geniş cepheyle çelişmiyor. Sürtünme eşyanın doğası gereği sayılmalıdır. Bu kadar çok taraflı bir süreç tereyağdan kıl çeker gibi değil, olsa olsa ciddi itiş kakışlarla yaşanabilir.

İtiş kakış sözcüğünü topluma yayılan bir tartışmanın veya ilkeli pozisyonlar arası bir hesaplaşmanın alternatifi olarak anlayabiliriz. Süreç, ortaya sayısız sorunun dökülmesi ve bunların büyük ölçüde yanıtsız bırakılması üstünden evrilecek. 

Normal denilen durumlarda bu bir tıkanma anlamına gelebilirdi. İçinde yaşamakta olduğumuz örnek, soruların yanıtsızlığı ve sonuçların belirsizliği altında ilerliyor…

Yanıtsız sorulardan birincisiyle tanıştık bile: Öcalan’ın çağrısı Suriye’deki Kürt hareketini kapsar mı kapsamaz mı? 

Akla gelebilecek bütün yanıtlar masada! Açık seçik bir yere bağlanmasını beklemek nafile… Ne de olsa ABD-İsrail tarafının tutumunu açıktan, pratikte çiğnemek söz konusu olamaz.

Cephe ise geçtiğimiz birkaç günde ilginç genişleme emareleri gösterdi. 5 Mart’ta PKK Avrupa Parlamentosu önünde, başka örgütsel imzalar kullanarak eylem yaptı. Öcalan’ın mesajına, dolayısıyla örgütün dağıtılmasına sahip çıkan eylemde dillendirilen taleplerden biri, Öcalan’ın özgürlüğüne kavuşmasıydı. Bir de Türkiye’nin AB’ye üye olması istendi.1 Eskiden de böyle bir “demokratikleşme” anlayışı vardı, ama esas olarak Ankara Batı’ya şikâyet edilirdi…

Eşzamanlı olarak, Trump’ın ABD ile Batı Avrupa arasındaki geleneksel askeri denklemi lağvedeceğini açıklaması üzerine, AKP iktidarı yeni “Avrupa güvenlik mimarisinde” Türkiye’nin yerinin vazgeçilmez olacağı tezini ortaya attı. Geçmişten bu yana AB üyeliği hedefini ekonomi üstünden anlamlandıran Ankara, yeni bir kısa yol fikri geliştirmiş oldu. 

AB’ye giden yol “Diyarbakır’dan geçerdi” bir zamanlar. Şimdi Kürtlerle bütünleşen Türkiye’nin büyüyeceği söyleniyor. Kürt hareketi de Türkiye’nin AB’ye alınmasını istiyor. 

Burjuva siyasetinde AB zaman zaman milliyetçi ve dinci argümanlara dayandırılan demagojik itirazlara konu edilir. Ama ana doğrultu tartışma kaldırmaz. Düzen AB’cidir. CHP genel başkanı Özgür Özel de, PKK eyleminin yapıldığı gün AB sosyal-demokratlarını buluşturan bir toplantı için yine Brüksel’deydi. Türkiye’nin AB üyeliği stratejik önemdeydi, Özel’e göre ve AB Türkiye’ye yapıcı davranmalıydı.2

Elbette “demokrasinin beşiğinden” söz ediyoruz. Varsın yaşlı Kıta’da ırkçı faşist rüzgârlar essin gürlesin. Türkiye’nin demokrasi yolu Batıdan geçmeye devam ediyor! 

Son zamanlarda sözü edilen demokrasinin içeriğine dair artık “muhtelif rivayet” bile yok. Bahçeli Kürtlerin pazarlıksız olarak “demokrasiye” iltihak etmelerini istedi. Öcalan da zaten Kürt hareketinin tarihi boyunca savunduğu bütün siyasal programların geçersiz olduğunu ilan ederek mektubunu demokrasi içinde hercümerç olmaya bağlamadı mı? 

Eskiden ortaya atılan talepler ve koşullar “demokratik çözümün” içeriğine ilişkin bir tarifi, beğenelim beğenmeyelim beraberinde getirirlerdi. Kendi kaderini tayinden “vur kurtulculuğa”, federasyon gibi siyasal yapı düzenlemelerinden “kimliği tanıma” gibi kültürel reformlara uzanan önermeler vardı. Artık bu “yüklerden” kurtulmuş bulunuyoruz. Kimin ne dediğine dair bilinmezlik kural haline geliyor.

Farklılıkların kaynaşması için Anayasayla mı oynanacak, yeni yasalar mı çıkarılacak bilmiyoruz. Ama Kürt sorununun çözümsüzlüğünden Cumhuriyetin sorumlu tutulacağının genel kabul gördüğünü söyleyebiliyoruz. Boşalan yeri dolduracak olansa kuşkusuz “din kardeşliği.” 

Bu kez, en azından şu ana kadar, laik kesimlerin üstünde tepinilmedi. Veya bu iş, cephenin bir ucundaki Hüda-Par’a bırakılmış görünüyor. Türkiye’deki etkisi geleneksel olarak feodal ağalarla sınırlı kalmış Barzani çizgisi ise makul bir orta yol halini alıyor. 

Öyle olmalı ki, CHP de rolünü oynayabilsin… Nasıl eski idamcı Bahçeli sürecin açılış törenine imza attıysa, konuyla ilgili yasal düzenleme ihtiyacını dillendirmek de CHP’ye düştü. Bir CHP milletvekili Meclis kürsüsünden “çözüme yönelik çabaları yürüten kişilerin ileride bir sorumluluklarının doğmaması” için kanun yapalım, deyiverdi.3

Bu gidişle sorunun çözümü adına sorun hakkında konuşmak gayrimeşru ilan edilecek. Şaka yapmıyorum, oraya doğru gidiyorlar. 

Sürecin kendince “ilerlediği” gerçektir. Yukarıda örnekleri var; yol alınıyor. Her geçen gün yeni örnekler yaratılacak. Ama bu yolun “işte çözüm” denebilecek bir yere çıkmasının mümkün olmadığı daha büyük bir gerçektir. 

Türkiye’nin her anlamda eşitliğe dayanan bir emekçi cumhuriyeti olarak nasıl yeniden kurulacağını tartışma ihtiyacı da her geçen gün daha derinden hissedilecektir. 

1 https://www.brusselstimes.com/1472714/two-hundred-people-gather-in-brussels-to-support-call-to-dissolve-pkk

2 https://halktv.com.tr/gundem/ozgur-ozel-ab-liderler-toplantisinda-konustu-iktidara-gelince-ab-uyeligi-elde-919539h

3 https://ankahaber.net/haber/detay/chpli_inan_akgun_alp_surece_yonelik_cerceve_kanun_cikarilsin_224066

                                                             /././

Ayhan Bora Kaplan davasında sanık polisin ‘rüşvet’ savunması: 'Memurlar kazanç ve birikimini değerlendirmek ister'

İddianamede, mali profili ile uyumsuz banka hesaplarına yüksek tutarlarda para yatırılan sanık polis Serdar Coşkun, MASAK raporunun bir "kumpas" olduğunu iddia ederek, "Nedeni Kaplan'dan aldığımız parayı alıp, aklıyormuşuz gibi göstermek" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ayhan-bora-kaplan-davasinda-sanik-polisin-rusvet-savunmasi-memurlar-kazanc-ve-birikimini)

                                                           ***

‘Aleviler katledilmediklerine sevinsin’: Medyanın Esad karşıtlığı faşist söylemleri normalleştiriyor

Demokrasi ve özgürlüğe dair söylenen yalanlar, Suriye’de Alevi katliamına meşruiyet kazandırıyor.

Suriye, iki gündür, Alevi katliamına sahne oluyor.

2024 Aralık ayında Beşar Esad yönetiminin devrilmesiyle cihatçı gruplar iktidara geldi.

Başını Heyet Tahrir-uş Şam’ın çektiği hükümet, Batı basını ve Türkiye’nin bütün imaj çalışmalarına rağmen, ülkede bir düzen tesis edebilmiş değil. Suriye’de saha, dünyanın dört bir yanından gelmiş onlarca cihatçı çetenin kafasına göre hareket ettiği bir başıbozukluk içinde.

6 Mart’ta Alevilerin yoğun yaşadığı Akdeniz sahili bölgesinde hükümet görevlilerinin hedef alındığı saldırılar, hızla, Suriye’nin dört bir yanından cihatçıların bölgeye akın edip eline geçen Alevi’yi öldürdüğü bir kan banyosuna dönüşmüş durumda.

Dünya, durumu görmezden geliyor. Örneğin, İngiliz devlet kanalı BBC’nin ana sayfasında, 8 Mart saat 07:54 itibariyle Suriye’deki katliama dair hiçbir habere yer verilmemişti. BBC editörleri, Ortadoğu’yla ilgili haber seçerken Alevilere yönelik saldırılar yerine, İsrail muhabirlerinin kaleme aldığı, “7 Ekim saldırıları sırasında MDMA adlı uyuşturucu, partide eğlenenlerin psikolojik travma yaşamış olmalarını engellemiş olabilir” haberini ana sayfadan duyurmayı tercih etti.

trump

Düne kadar, ve önemli bir kısmı bir türlü sıra gelmediğinden hâlâ dünyanın dört bir yanındaki terör listelerinde ismi bulunan El Kaide artığı unsurların oluşturduğu hükümet öyle bir parlatıldı ve Esad karşıtlığı öyle bir rövanşizme dönüştü ki, en bayağı ırkçı söylemler, çekincesiz dile getirilebiliyor.

Serbestiyet’te, SETA’da, TRT’de, Anadolu Ajansı’nda sıklıkla yer verilen Ömer Özkızılcık, gece boyu süren katliamların ardından 8 Mart günü sabaha karşı yaptığı X paylaşımında, insanların etnik kimlik ve dini inançlarının, onları masum veya suçlu ilan etmeye yeterli olduğuna dair faşist yaklaşımı çok sıradan bir analiz gibi dile getirdi:

“Ahmet Şara, Suriye’de Alevilere yönelik tam boy katliamın önündeki tek engeldir. Kimi uzman dostlarımla Suriye’de Alevilerin geleceğine dair tartışmalarımızı hatırlıyorum, ben, Alevilerin katledilmedikleri için sevinmeleri gerektiğini söylüyordum… Evet, Suriye gerçeklerini kabullenmek insanın tadını biraz kaçırıyor. Birçok Suriyeli -ki sebepsiz yere değil- Esad rejiminin suçlarından Alevileri sorumlu tutuyor…”

Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre suç sayılması gereken ifadeler, devlete ait kanal ve ajanslarda kendisine yer buluyor.

                                                       ***

Kan gölü: Suriye'de cihatçılar Alevi katliamına başladı

Suriye'de HTŞ yönetimine karşı başlayan ayaklanmaların ardından Alevilere dönük katliamlar yapılıyor. Lazkiye kırsalında çok sayıda Alevi, silahlı gruplar tarafından öldürüldü. Saldırılar Humus şehrine kadar uzandı.
Suriye'de iki gündür Alevi katliamı yaşanıyor.

Ülkenin her yanından Akdeniz sahil şeridindeki Alevi nüfusun yoğun yaşadığı bölgeye akın eden cihatçılar, bölgede bir kan banyosuna imza atıyor.

7 Mart günü ve 8 Mart gecesinde onlarca farklı yerleşimden, insanlık dışı katliam görüntüleri geldi.

Cihatçılar marketlere girip içeridekileri öldürüyor, köylerde Alevileri yerlerde süründürüp infaz ediyor, yaşlılara işkence ediyor, helikopterlerden Alevi mahallelerine bomba atıyor.

soL, sosyal medyaya düşen katliam görüntülerinin bir kısmını teyit etti. Ancak görüntüleri paylaşmama kararı aldı.

Görüntülerde yalnızca başıbozuk cihatçı gruplar infazlara katılmıyor. HTŞ militanları ve resmi devlet görevlisi üniforması giyen unsurlar da Alevileri öldürdükleri görüntüleri paylaşıyor. HTŞ'nin Telegram kanalında da öldürülen Alevilerin görüntüleri sevinçle iletiliyor.

Lazkiye köylerinde katliamlar

Suriye’de HTŞ yönetiminin sivillere yönelik artan şiddetine karşı başlayan protestoların ardından, ülkenin kıyısındaki bölgelerde Alevilere dönük katliamlar başladı.

Lübnan merkezli El Mayadin kanalı, askeri ve kamu güvenliği üniforması giyen bir grubun Lazkiye'ye bağlı El Muhtariye köyüne girdiğini ve erkekleri, kadınlardan ve çocuklardan ayırarak öldürdüğünü bildirdi. Kanalın aktardığına göre, köyde yapılan katliam sonucu 30'dan fazla kişi hayatını kaybetti.

Kanal, yine Lazkiye'de olan El Haffa kasabasında ve El Kabu köyünde de ayrı katliamlar gerçekleştiğini kaydetti.

Şam'daki yeni yönetimin güçleri ile Lazkiye ve Tartus kırsalındaki silahlı gruplar arasında, Lazkiye ve Tartus köyleri ve kırsalında yoğunlaşan ve şehir merkezlerinden uzaktaki çatışmaların da devam ettiği belirtiliyor.

Dün akşam başlayan, Alevilerin yaşadığı mahallelerin hedef alındığı saldırıların Humus şehrine kadar uzandığı aktarılıyor.

SOHR: Güvenlik güçleri 134 Alevi'yi infaz etti

İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) de, İslamcı yönetime bağlı güvenlik güçlerinin, Alevi mezhebinden 134 sivili, Batı Suriye'de düzenlenen büyük çaplı bir tarama operasyonu sırasında infaz ettiği bildirildi.

Gözlemevi müdürü Rami Abdülrahman, AFP'ye yaptığı açıklamada, "En az 13 kadın ve beş çocuk da dahil olmak üzere 134 Alevi sivil, Banias, Lazkiye ve Cebele bölgelerinde güvenlik güçleri tarafından infaz edildi" dedi.

Abdülrahman, güvenlik güçleri mensuplarının, özellikle Banias şehrinde, evlere baskın düzenlediğini ve sivilleri özet infaz ettiğini aktardı.

Gözlemevinin verilerine göre, dün ölümcül çatışmaların patlak vermesinden bu yana bölgede ölü sayısı 229'a çıktı.

Gözlemevi'nin iddiasına göre, "Esad yanlısı savaşçılar" ile güvenlik güçleri arasında dünden beri çatışmalar yaşanıyor. İddiaya göre, çatışmalarda "Esad yanlısı" olduğu iddia edilen 45 militan ve 50 güvenlik gücü mensubu bugün hayatını kaybetti. Dünden bu yana çatışmalarda toplam 185 kişinin hayatını kaybettiği söyleniyor.

Gözlemevinin yanı sıra iki Alevi kaynak, silahlı grupların Suriye'nin kırsal bir kıyı bölgesindeki bir Alevi kasabasında en az 20 kişiyi öldürdüğünü aktararak olayla ilgili bir video paylaştı.

Reuters, uydu görüntülerinde görülen yol, binalar, ağaçlar ve tesislerin karşılaştırmasını kullanarak videonun yerinin, bir otoyolun yakınındaki Muhtariye kasabası olduğunu doğrulayabildi.

Saldırının kesin tarihini veya kimin çektiğini doğrulamak mümkün olmasa da, gölgelerin yönü, olayın son iki ay içinde sabah olduğunu gösteriyor. 

İsimlerini vermeyen iki Alevi kaynak, cinayetlerin bu sabah gerçekleştiğini belirterek, olayla ilgili ülkenin yeni yönetimiyle bağlantılı silahlı kişilere işaret etti.

Tartus ve Lazkiye'deki Aleviler Rus askeri üssü önünde toplandı

Aynı zamanda, bugün Tartus ve Lazkiye'deki Alevilerin Hmeymim'deki Rus askeri üssünün önünde Rusların harekete geçmesini ve mezhep için koruma talep eden gösterileri başladı. Aleviler, Moskova'yı BM Güvenlik Konseyi'ne müdahale etmeye çağırdılar.

Bu olayların ardından Suriye ve Yurt Dışındaki Alevi Cemaati Konseyi, cinayet ve katliam kışkırtmasının tırmanmasına karşı uyarıda bulunan bir açıklama yayınladı.

Konsey, açıklamada, BM Güvenlik Konseyi'ni Suriye kıyısındaki Alevi mezhebini ve azınlıkları korumak için VII. Bölüm kapsamında müdahale etmeye çağırdı. 

Şara : Orduyu ve güvenlik güçlerini kutluyorum

Esad'ın devrilmesinin ardından ülkenin yeni yöneticisi olan HTŞ lideri Ahmed Şara da dün akşam bir açıklama yaptı. "Suriye'nin ileriye gittiğini ve tek bir adım bile geri gitmeyeceğini" öne süren Şara, "devletin devrik rejimin kalıntılarını ve halka karşı suç işleyenleri, güvenliği ve iç barışı baltalamaya çalışanları takip etmeye devam edeceğini, elindeki silahların kullanımını kısıtlamaya devam edeceğini ve hiçbir silahın başıboş bırakılmayacağını" söyledi. Ve ekledi:

"Orduyu ve güvenlik güçlerini, düşmüş rejimin kalıntılarını takip ederken sivilleri koruma ve güvence altına alma konusundaki kararlılıkları ve performanslarındaki hızları için kutluyorum. Baskı ve tiranlıklarına devam etmekten başka bir şey yapmayı reddeden düşmüş rejimin kalıntılarını ve halka karşı suç işleyenleri ve güvenliği ve iç barışı baltalamaya çalışanları takip etmeye devam edeceğiz. Onları adil bir mahkemeye çıkaracağız ve silahları devletle sınırlamaya devam edeceğiz. Suriye ileriye doğru hareket etmiştir ve bir adım bile geri gitmeyecektir, dolayısıyla rahat olun, o Allah'ın tasarrufundadır."

                                                           ***

İktidar, “normal” doğumda ısrarcı: “Politikalar kadınların yaşamlarına zarar veriyor, doğum sırasında ölüm oranlarında artış var” -Ceren Bala Teke/T24

Kadın sığınma evleri yetersiz. Kanun belediyelere "Sığınma evi açılacak" diyor ancak açmayana yaptırım yok

İktidar, “normal” doğumda ısrarcı: “Politikalar kadınların yaşamlarına zarar veriyor, doğum sırasında ölüm oranlarında artış var”

Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini İzleme Raporu’na göre; iktidarın “normal” doğumda ısrarcı olması, 2025’i Aile Yılı ilan etmesi gibi politikalar kadınların yaşamlarına ve haklarına zarar veriyor. 2019 yılında yüz bin canlı doğumda 13.1’e gerileyen anne ölüm oranı, 2020 yılında Covid-19 pandemi nedeniyle gerçekleşen anne ölümleri dahil edildiğinde 19.1, 2021’de 13.1, 2022’de 12,6 ve 2023 yılında ise artış göstererek 14.0 oldu.

Sağlık Bakanlığı’nca tartışmalara karşın yaşama geçirilen “Normal Doğum Eylem Planı” kapsamında Türkiye genelinde çalışmalar başlatıldı. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan,  “Normal Doğum Eylem Planı Tanıtım Toplantısı”nda yaptığı konuşmada sezaryenle doğum için “fıtrata aykırı” dedi. Sağlık Bakanlığı tarafından normal doğuma teşvik amacıyla yayımlanan kamu spotu ise kadınlar ve sağlıkçılar tarafından tepkilere neden oldu.

Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini İzleme Raporu, iktidarın “Normal Doğum Eylem Planı’nın” kadınların doğumda ölüm oranlarına olası etkilerini ortaya koydu. Rapora göre; iktidar, “normal” doğumda ısrarcı ancak 2019 yılından 2023 yılına kadar olan ölüm oranlarında artış kaydedildi. Konu raporda şu şekilde işlendi:

“Kadın sağlığı alanında çalışan akademisyenler, sivil toplum ve kadın örgütleri ise doğurganlığın artırılmasına odaklanan politikaların kadınların fiziksel ve ruhsal sağlığını göz ardı edebildiğine dikkat çekiyor. Örneğin, Türkçelik ve Akın’ın, sağlığı toplumsal cinsiyet perspektifinden ele aldıkları izleme çalışmasında belirttikleri gibi, On İkinci Kalkınma Planı’nda sağlık konusundaki birçok hedef içinde anne ve bebek ölümleri ile izlemleri, dolayısıyla doğum ve üremeyle ilgili konulara daha çok ağırlık verildi. Türkçelik ve Akın, güncellenen 2024-2028 Kadının Güçlenmesi Strateji Belgesi ve Eylem Planı’nda, cinsel sağlık ve genç dostu sağlık birimleri oluşturulması, HPV aşısının ulusal aşı takvimine eklenmesi gibi başlıkların cinsel ve üreme sağlığı açısından olumlu bir çaba olduğunu belirtiyorlar. Ancak, HPV aşısı, isteyerek düşük hizmetleri ve genç dostu sağlık birimlerinin, performans göstergeleri arasında yer almaması, belirlenen hedeflerin gerçekleşmesine ilişkin kaygıları beraberinde getirmekte. Öte yandan, toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifi yerine ailenin güçlendirilmesi ve nüfusun artışına yönelme, kadınlara yönelik cinsel ve üreme sağlığına ilişkin hizmetlerin geri plana atılmasına yol açıyor. Özellikle, kadınların insan haklarının gerçekleşmesinin önündeki engelleri aşmaya yönelik uzun zamandır devam eden uluslararası çabanın da desteğiyle, kadınların bedenleri ile ilgili olduğu için doğuma ilişkin kararları kendilerinin alması, gebeliği önleyici yöntem kullanımının desteklenmesi ve istemli düşük hakkının kullanılabilmeleri, Kahire Konferansı'nın üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen halen tartışılabiliyor.

2019’da gerileyen anne ölümleri tekrar artışa geçti

Aileyi güçlendirmeyi hedefleyen toplam doğurganlık hızının artırılmasına yönelik politikaların kadınların yaşamlarına ve haklarına zarar verme riski taşıdığını hatırlatmak istiyoruz. Örneğin, 2019 yılında yüz bin canlı doğumda 13.1’e gerileyen anne ölüm oranının 2020 yılında Covid-19 pandemi nedeniyle gerçekleşen anne ölümleri dahil edildiğinde 19.1, 2021’de13.1, 2022’de 12,6 ve 2023 yılında ise 14.0 olması, bu konuya dikkat çeken çalışmaların haklı olduğuna işaret ediyor. Bu politikalar, kadınların modern gebeliği önleyici yöntemler ve kürtaj öncelikli olmak üzere cinsel sağlık ve üreme sağlığına ilişkin hizmetlere erişimine engel olmamalı. Doğurganlık hızındaki azalmayı bir tehdit olarak olmak ve paniklemek yerine yaşlı, genç ve çocuk nüfusa ilişkin bakım hizmetlerini artırmanın, kadınların bakım yükünü hafifletmenin ve erkeklerin yaşamın her alanında kadınlar ile sorumluluk paylaşmaya teşvik edilmesinin önemine ve gereğine dikkat çekmek istiyoruz.”

Narin Güran, İkbal Uzuner, Ayşenur Halil ve çocuk yaşta evlendirilmeler…

Türkiye’nin bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinin ardından bu alanda yürütülmesi gereken politikaların uluslararası standartlar ile uyumunun da olumsuz etkilendiği vurgulandı. Raporda; 8 yaşındaki Narin Güran’ın, Semih Çelik tarafından katledilen Ayşenur Halil ile İkbal Uzuner’in cinayetlerinin yanı sıra 6 yaşındayken ​​Kadir İstekli ile evlendiren Hiranur Vakfı kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in kızına da yer verildi.

Kadınlara karşı dijital şiddet, kadın cinayetleri ve çocuk yaşta evlilikler raporda şöyle aktarıldı:

“Özellikle, “incel” üyelerinin en sık kullandıkları platform olarak tanımlanan Discord’un kapatılması, sosyal medya platformlarındaki denetim ve sorumluluk konularında yapılması gerekenlere işaret etti. Genç erkeklerin, genç kadınlara yönelttiği bu tür şiddet eylemleri kadınlara yönelik teknoloji destekli şiddet konusunun önemini ortaya koydu.

“Faillere af uzun süredir gündemde”

Kadınlara ve kız çocuklara yönelik şiddet biçimlerinden biri olan çocuk yaşta, erken ve zorla evlilikler sorunu da gündemdeki yerini korudu. Bu sorunun en çok konuşulan örneklerinden biri, 2022 yılında 6 yaşındaki kızını 29 yaşındaki Kadir İstekli ile evlendiren Hiranur Vakfı kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’le ilgili dava oldu. Büyük tepki çeken dava, Ekim 2023’te sonuçlandı ve Kadir İstekli 36 yıl, baba ise 18 yıl 9 ay hapis cezası aldı. Her ne kadar Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) derlediği evlilik verilerine göre, 16-19 yaş grubundaki resmi nikahla evlilik oranlarında bir azalma olsa da bu veri, yalnızca resmi evlilikleri kapsıyor; dini nikah ile gerçekleşen kayıt dışı evlilikleri dışarda bırakıyor. ASHB’nin bu konudaki çalışmaları, çocuk evliliklerinin yüksek olduğu illerde seminerler düzenlenmesi biçiminde devam ediyor. Bakanlık yetkilileri, katıldıkları toplantılarda, bu konuyu daha önce hazırlanan ve halen kamuoyuyla paylaşılmayan “Erken Yaşta ve Zorla Evlilikler ile Mücadele için Eylem Planı” yerine, bu konuyu Şiddetle Mücadele Eylem Planı’na dahil ettiklerini dile getirdi. Ancak, il düzeyinde “Kadınlara Yönelik Şiddetle Mücadele İl Eylem Planları” gibi “Erken Yaşta ve Zorla Evliliklerle Mücadele İl Eylem Planı” hazırlanmaya başlandı. En güncel veriye göre, depremden etkilenen 5 il ile birlikte toplam 25 ilde eylem planı mevcut (KSGM, 2024). Çocuk yaşta, erken ve zorla evlilikler dışında, çocuklara yönelik cinsel istismar, taciz ve çocuk cinayetleri ve faillere af getirilmesini hedefleyen çabalar uzun zamandır gündemde.”

Kadın sığınma evleri yetersiz, bakanlık strateji planında ilerleme kaydetmedi

Raporda kadın sığınma evlerinin sayısının yetersizliğine ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Strateji Planı’nda konuya dair herhangi bir ilerleme kaydedemediği belirtilerek şunlar aktarıldı:

“Türkiye’de 2022 yılı itibarıyla 149 sığınmaevi/sığınak bulunmaktadır (ASHB, 2022). Bu sığınmaevlerinin 112’si ASHB, 33’ü belediyeler, 3’ü (insan ticareti kadın sığınmaevi) İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü ve 1’i sivil toplum kuruluşu, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı tarafından yürütülüyor. Büyükşehir belediyelerine bakıldığında 2023 tarihi itibarıyla 30 belediyeden sadece 10’u sığınmaevi hizmeti sunmaktadır. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı 2022-2026 Stratejik Planı'na göre, Türkiye'de 149 olan kadın sığınmaevi sayısının 2023 yılında 159 ve 2024'te 164’e yükselmesi gerekirdi. Ancak bu konuda herhangi bir ilerleme gerçekleşmemiştir.

Kanun belediyelere "sığınma evi açılacak" diyor ancak açmayana yaptırım yok

Resmi Gazetede yayımlanan 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 14. maddesi ile büyükşehir belediyeleri ile nüfusu 50.000’i geçen belediyelerin, kadınlar ve çocuklar için sığınmaevleri (koruma evleri) açacakları düzenlenmiş bulunuyordu. 2012 yılında yapılan değişiklik ile söz konusu hüküm, büyükşehir belediyeleri ile nüfusu 100.000’in üzerindeki belediyelerin, kadınlar ve çocuklar için sığınmaevi (konukevleri) açmak zorunda oldukları şeklinde yeniden düzenlenmiştir. Kanun, sığınmaevi açılmasını belediyeler için zorunlu hale getirse de sığınmaevi açmayan belediyeler hakkında herhangi bir yaptırım öngörmemektedir. Yaptırım olmayınca belediyeler, bu hizmet için kaynak ayırmaya ve/veya alternatif yaklaşımlar geliştirmeye yönelik bir zorunluluk veya istek duymamaktadır. Sorun sadece kaynak meselesi de değil elbette. Kimi zaman belediyelerin bu hizmeti sunmayı kendileri için politik bir risk olarak görmeleri de söz konusu. Şiddet uygulayan fail ile karşı karşıya gelmeyi istememe, “aile işlerine” karışıyor izleniminden sakınma vb. gibi gerekçeler bu çerçevede sayılabilir. Bundandır ki sığınmaevi için kaynak sağlayan ama işletilmesini Bakanlığa bırakan belediyeler (Kahramanmaraş ve Trabzon Büyükşehir Belediyeleri) bulunmaktadır.”

Ceren Bala Teke/T24


İsias Otel skandalı: Otel başvurusuna aynı gün onay -Gökçer Tahincioğlu / T-24

 

Otele, Turizm Bakanlığı kaynaklarından 1,4 milyon euroyu bulan krediler bile verildi. Neden denetlenmediğini merak edenler, son olarak 2016’da otelde yapılan büyük tadilattan sonra da denetimin neden kâğıt üzerinde kaldığına kafa yoranlar akrabalık ilişkilerini araştırırlarsa ilginç sonuçlara ulaşabilirler.

İnsanlar çocuklarını kaybetti.

Tam 72 kişi, Adıyaman’da 6 Şubat depreminde yerle bir olan Grand İsias Otel’de hayatını kaybetti.

Küçücük bir kurtulma şansları bile olmadı.

O günden bugüne aileler, yakınları adalet için mücadele ediyor.

Bir daha olmasın diye, başkaları da aynı acıyı yaşamasın diye, kaybettikleri yakınlarından sonra bir küçük teselli bulabilmek için…

***

Ancak Türkiye’de işler böyle yürümüyor.

Kartalkaya’da 78 kişinin hayatını kaybettiği yangın faciasından sonra ortaya çıkan yetki krizi de bunu açıkça gösterdi.

Bakanlık belediyeyi, belediye bakanlığı, savcılık il özel idaresini, il özel idaresi çalışanları bakanlık ve belediyeyi, tamamı itfaiyeyi, itfaiye de mevzuatı suçladı.

İnsanlar şaşkın bakakaldı.

Çünkü Türkiye’de işler böyle yürümez. Makamlardan mevkilerden yararlananlar, günü geldiğinde yapması gerekenlerin hesabını vermez.

Mevzuat öylesine çorbaya dönüştürülmüştür ve öylesine kolay “aşılabilir” yetki karmaşaları yaratılmıştır ki günü geldiğinde hesap soramazsınız.

***

İsias Otel, depremin simgelerinden.

Yakın zamanda, ailelerin büyük mücadelesi sonrasında açılan dava karara bağlandı.

Aralarında KKTC'li sporcuların da olduğu 72 kişinin hayatını kaybetmesine ilişkin davada, Adıyaman Ağır Ceza Mahkemesi, 6 sanığa 8 yıl 4 aydan, 18 yıl 5 ay 7 güne kadar değişen oranlarda hapis cezası verdi. Otelin sahibi Ahmet Bozkurt, "bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma" suçundan 18 yıl 5 ay 7 gün hapis cezası aldı. Heyet, aynı suçtan Bozkurt'un oğlu Mehmet Fatih Bozkurt'a 17 yıl 4 ay 28 gün, mimar Erdem Yılmaz'a 18 yıl 5 ay 7 gün hapis cezası verdi. Sanıkların tutukluluk halinin devamına karar veren heyet, aynı suçtan 16 yıl 4 ay 20 gün hapis cezası verdiği sanık Hasan Aslan hakkında tutuklamaya yönelik yakalama kararının çıkarılmasına hükmetti.

Sanıklar Halil Bağcı, Mehmet Göncüoğlu'na da aynı suçtan 8 yıl dörder ay hapis cezası veren heyet, cezalarda iyi hal indirimi uyguladı.

Heyet, Ahmet Bozkurt'un eşi Ulviye ile çocukları Efe Bozkurt, Bilge Açık, Seda Zeren ve Şule Özbek'in beraatine karar verdi.

***

Bu dava biterken, depremden tam iki yıl sonra, dönemin belediye çalışanları hakkında da ayrı bir dava açıldı. Aileler, başından bu yana kamu görevlilerinin de hesap vermesini istiyordu. İddianamede, şüphelilerin proje, yapım ve iş bitimi aşamalarında yükümlülüklerini yerine getirmediği ve ihmalleri nedeniyle 72 kişinin hayatını kaybettiği ve 10 kişinin yaralandığı belirtildi.

Haklarında dava açılan sanıklar, savunmalarında yetkinin kendilerinde olmadığını belirttiler. Bir bölümü o dönemde görevde olmadığını söyledi.

***

İsias Otel’in hikâyesi artık biliniyor.

1990’ların başında Bozkurt ailesi tarafından apartman olarak inşa edilen bina, sonraki yıllarda otele dönüştürüldü.

Konut olarak planlanan yapının işlevi 2001’de İsias Otelcilik Turizm ve Taşımacılık İnşaat Ticaret Sanayi Anonim Şirketinin kurulmasıyla değiştirildi. Kültür ve Turizm Bakanlığından İşletme Belgeli konaklama tesisindeki oda sayısı 37’den 2005’te 66 odaya, otelin kapasitesi ise 132 yatağa yükseltildi.

Aslında binanın temeli 1991’de atılmıştı. Ancak bir işçinin ölümü nedeniyle bina yapılmadı. Kaba inşaat 10 yıl boyunca açıkta kaldı.

Zemin sıvılaşmasının olduğu alanda yeni bir inceleme yapılmadan bina otele dönüştürüldü. Zaten depremden sonra yapılan incelemede de kolonların kesildiği, çimentosunda ince kum, deniz kumu saptandığı anlaşıldı.

***

Ancak meselenin bununla sınırlı olmadığı ortaya çıktı.

İnsanın aklına ister istemez, İsias’ın otel ruhsatı almasından 24 yıl sonra Grand Kartal Otel’de çıkan yangın geliyor.

Zira Türkiye’de bütün felaketler birbirine benziyor.

Dosyaya giren, üzerinde durulmayan mühim bir belge var.

İsias Otel için, 15 Şubat 2001’de, binanın otele dönüştürülmesi başvurusu yapılmış.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na gönderilen yazıda, otel ruhsatı verilmesi talep edilirken, şu ifadeler kullanılmış:

…1993 yılında Adıyaman Belediye Başkanlığı'na ilgili projeler verilmiş, ruhsat alınarak inşaat yüzde 50 seviyede tamamlanmıs olup ruhsatlı projelerine tamamen uyulmus, sonuç olarak mevzuat açısından problemi bulunmamaktadır…

ISIAS Palace Otel, dört yıldızlı otel kategorisine girecek şekilde pianlanmıştır. Tesisin yatak katları ve yatak odalarının, banyoların özellikleri ile, ortak mekan olarak adlandırılan reception, lobby, restaurantlar, Mutfak ve yemek hazırlama bölümleri, barlar, toplantı odaları, cafeterya ve tesisat katları olarak nitelenen kazan dairesi, elektrik kumanda odası, klima santral bölümü, rezerv su depoları, soğuk oda ve depolar, personel soyunma, duş ve wc’leri, personel yemek ve dinlenme salonları gibi mekanların gerek düzenlenişi ve gerekse büyüklükleri, böyle bir tesisin T. С. Turizm Bakanlığı'nın ilgili yönetmelik hükümlerine göre "Dört Yildızlı Oteller" kategorisinde sahip olması gereken şartları sağlamaktadır.

Yapı statik hesapları 2. derecede deprem bölgesi olmasına rağmen 1. derecede deprem bölgesi yönetmeliğine uygun çözülmüştür.

***

 İddialı beyanlar.

Bölgenin 2. Derecede deprem bölgesi olmasına rağmen 1. Derecede deprem bölgesi önlemlerinin alındığı bile öne sürülmüş.

O dönemde ruhsatlandırmayı belediye yapıyor ancak otel iznini Turizm Bakanlığı veriyor. Bakanlığın ruhsatı iptal etme, otel izni vermeme yetkileri bulunuyor.

Böyle bir başvurudan sonra bir inceleme yapılması ya da yaptırılması, belediyeden ya da ilgili yerlerden araştırma talep edilmesi beklenir değil mi?

Nitekim bir inceleme raporu da hazırlanmış.

Ancak ne gariptir ki aynı günde… Başvurunun yapıldığı 15 Şubat 2001’de inceleme raporu da tamamlanmış.

Şöyle deniyor raporda:

“Girişimcinin Bakanlığımıza 15.02.2001 tarih ve 8052 sayıyla intikal eden dilekçesi ekinde gönderilen belgeler "Turizm Tesisleri Yönetmeliği" ile "Turizm Tesisleri Yönetmeliğinin Uygulanmasına Dair 2000/1 Nolu Tebliğ" hükümleri çerçevesinde incelenmiştir.

Yapılan İncelemede;

- Tesise; Turizm Yatırımı Belgesi talebinde bulunulduğu, dosya muhteviyatında yapılan incelemede: başvuru ekinde gönderilen belgeler Yönetmeliğin 5. maddesi kapsamında istenen belgeler olup, taahhüt edilen bilgiler açısından 4 Yıldızlı Otel şartlarını sağlar nitelikte olduğu, hususu tespit edilmiştir. Yukarıda belirtilen husus dikkate alinarak, tesise; 4 Yıldızlı Otel Turizm Yatırımı Belgesi verilmesi hususu, bilgi ve olurlarınıza arz olunur.”

***

Bürokrasiden sürekli şikâyet edilen bir ülkede göz yaşartıcı bir hız…

Ama hız bununla da sınırlı değil…

Bakanlık bürokratları, İşletmeler Genel Müdürlüğü’nden gönderilen, ekince inceleme raporu bulunan yazıyı alır almaz, hemen aynı gün değerlendirmeye aldı ve onay verdi.

Artık İsias, dört yıldızlı bir oteldi.

***

Ne kadar tanıdık değil mi?

Ancak o dönemin sorumlularına soran yok.

Yok zira aynı denetimsizlik 2001’den sonra da devam etti.

Otelin kapasitesi arttı, kâğıt üzerinde yapılan denetim dışında denetim yapılmadı.

Otele, Turizm Bakanlığı kaynaklarından 1,4 milyon euroyu bulan krediler bile verildi.

Nasıl kullanıldığı, ne yapıldığı denetlenmedi.

Neden denetlenmediğini merak edenler, son olarak 2016’da otelde yapılan büyük tadilattan sonra da denetimin neden kâğıt üzerinde kaldığına kafa yoranlar akrabalık ilişkilerini araştırırlarsa ilginç sonuçlara ulaşabilirler.

Türkiye’de zaman geçiyor ancak felaketler de hikayeler de aynı…

İşte bu nedenle isteniyor adalet…

Gökçer Tahincioğlu / T-24

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...