soL "Köşebaşı + Gündem" -12 Mart 2025-

İsrail’e uşaklık ve İsmail Kılıçarslan -Ali Ufuk Arıkan-

"Hayatlarını emperyalizme hizmete adamış, bölgede İsrail'in dikenli tel ve savaş uçaklarının yakıt ihtiyaçlarını karşılamayı doğal görev bilmiş bir akıl var karşımızda."

Suriye’de iktidarın değiştiği o günlere dönelim, üç ay öncesine…

İktidar doğrudan emperyalizm güdümlü HTŞ’ye geçtiği sırada İsrail tüm kritik askeri noktaları canı istediği gibi bombalıyor, yıllardır bir direnç konusu olan işgal bölgesini yine keyfine göre genişletiyordu.

HTŞ denen aparat İsrail’in bu saldırılarına karşı değil kurşun, taş bile atamadıysa kendisini iktidara taşıyanlara kölece duydukları saygıdandı bu.

O nedenle iktidara gelir gelmez yıllardır Filistin direniş hareketlerinin ana yataklarından biri olan Suriye’den Filistinli direnişçi gruplarını kovmaya kalktılar.

Bazıları şaşırdı, ortada bir tuhaflık yok muydu?

Neden İsrail’e karşı boynu kıldan inceydi bu cihatçı çetenin, neden ilk hedeflerinden biri Filistinli direnişçiler olmuştu?

Bazılarının kafası karışmış, hatta biraz şaşırmıştı.

Nevşin Mengü atlayıp gidip yerinde görmüş, “Bunlar Taliban gibi değilmiş, ciddi bir anlayış farkı var” demiş, Kübra Par “Kadınlara ‘Endişeli misiniz’ diye soruyorum. Aldığım yanıt ‘Hayır, korkmuyoruz’ oluyor. Zorla çarpıtayım mı?” serzenişinde bulunmuştu.

Peki, şimdi neden Alevilerin insanlık dışı şekilde, barbarca katledildiği görüntülere şahitlik ediyoruz?

Suriye’de yaşananlar ne anlama geliyor, HTŞ denen cihatçı çete özüne döndü, gerçek yüzünü mü gösteriyordu?

Ortada ne bir tuhaflık ne şaşılacak bir şey var… En baştan beri her şey tam da İsrail’in, emperyalistlerin istediği gibi gidiyor.

Suriye'de İsrail, İngiltere ve ABD operasyonuyla iktidara taşınan El Kaide artığı HTŞ, tam da bugünler için hazır edildi.

Yıllarca İsrail'e karşı bölgedeki en büyük direnç unsurlarından biri olan ve İsrail'i tanımayan Suriye'den, cihatçı iktidarında ülkesinin topraklarını İsrail'in işgal etmesine ses bile çıkaramayan, Alevilerin gözlerini oyacak kadar barbar olup, Şam'ın dibine kadar gelen İsrail askerlerine tek kurşun atamayacak kadar köle ruhlu bir cihatçı organizasyonundan söz ediyoruz.

Şimdi bu barbar cihatçı çete yine emperyalizme hizmetin bir parçası olarak bölgede en iyi bildikleri şeyi yapıyor, Alevileri, sivilleri katlediyor.

Bu katliamın ardından geçen günlere bakın, HTŞ dolayımıyla emperyalistler Suriye'yi istedikleri gibi biçimlendiriyor, parçalıyor, üstüne de İsrail denilen soykırımcı barbarların sıfıra inen meşruiyetini artırmayı deniyor.

Tablo bu kadar açık seçik ortadayken Yeni Şafak adlı gazetenin İsmail Kılıçarslan adlı yazarı çıkıp diyor ki, “Nusayriler dini inançları bakımından değil, emperyalizme yaptıkları köpekliğin bir sonucu olarak, hâlâ Suriye’de sivil insan öldürecek kadar alçak oldukları için gebertiliyorlar.”

Büyük tepki çeken bu sözlerine "Nusayri teröristler" eki yaparak özür dileyen Kılıçarslan, Alevilere nefret kusma limitinin henüz dolmadığını gösterip bir de "Türkiye'deki Nusayriler rahat olsun" demiş, sağolsun…

Hayatlarını emperyalizme hizmete adamış, bölgede İsrail'in dikenli tel ve savaş uçaklarının yakıt ihtiyaçlarını karşılamayı doğal görev bilmiş bir akıl var karşımızda.

Yıllardır başta İsrail ve ABD olmak üzere siyonist, emperyalist çetelerin Suriye'yi hedef alırken dile getirdiği her türlü yalanı utanmadan söylemeye devam eden, bölgede gün gün İsrail ve ABD planlarını güçlendiren cihatçı çetelerin kendi Yeni Osmanlıcı hayallerini güçlendirdiğini sanan bir alıklıkla karşı karşıyayız aynı zamanda.

Alıklıksa da değilse de sonuç aynı yere çıkıyor: Emperyalizme koşulsuz uşaklık.

Kılıçarslan gibiler için 6. Filodan bu yana secde edilen yer değişmedi, değişmeyecek.

Bitirirken Kılıçarslan’a bir tavsiye, bir de hatırlama...

İnsanlığa, Alevilere nefret kusan yazısını çerçeveletip duvarına assın, bakıp bakıp emperyalizme, siyonizme uşaklıkta nasıl bir eşik atladığını görüp görüp gururlansın.

Hatırlatma ise… Emperyalist haydutlar çetesi er ya da geç Filistin’de, Suriye’de ve ülkemizde mutlaka yenilecek. O zaman İsmail gibiler ne yapacak, onu da gururlandığı çerçeveye dikkatli şekilde bakarak düşüsün.

                                                        /././

'Siyasal Alevilik'ten 'ömrü vefa edene kadar'a uzanan yollar -Fatih Yaşlı-

"Türkiye, seçimlerin yapıldığı ama formaliteden ibaret hale geldiği, sandıktan hep iktidarın çıktığı, Azerbaycan misali bir ülkeye dönüştürülmek isteniyor. Erdoğan’ın ölene kadar o koltukta oturması için her yolun denenmesi gerekiyor."

Türkiye 2025 yılına bütünüyle zırva olmakla birlikte siyaset ve toplum üzerinde etkili olacağı anlaşılan bir kavramla girmişti: “Siyasal Alevilik” kavramıyla. Kavramın ortaya çıkışı ise elbette ki tesadüf değildi; Suriye’de Esad düşmüş, HTŞ’nin yani El Kaide’nin öncülüğündeki cihatçı çeteler yönetimi ele geçirmişti. 

Cihatçılık ve onun ideolojisi olan Selefilik için tarihsel olarak diğer dinler değil, Alevilik ve Şiilik hep baş düşman oldu, bunlar sapkınlık olarak görüldü ve hedef tahtasına yerleştirildi, cihatçılık başından itibaren mezhepçi bir ideoloji olarak şekillendi.

Yeni-Osmanlıcı dış politika doğrultusunda Esad’ın devrilmesi öncelikli başlık haline geldikten sonra Türkiye Suriye’de hem cihatçılara yatırım yaptı hem de buna uygun bir şekilde mezhepçi bir söylem kullandı. Gerçekliğe aykırı bir şekilde, Suriye’deki rejimin Nusayrilere/Arap Alevilerine ait olduğu ve Sünnileri ezdiği, onlara yönelik sistematik baskı politikaları izlediği öne sürüldü.

Esad’ın devrilmesinin ardından ise söylem “Suriye tekrar esas sahiplerine kavuştu” üzerine kuruldu ve buradan da “siyasal Alevilik” kavramına ulaşıldı. Cihatçıların Suriye’yi işgalinin Türkiye’ye başlıca yansıması siyasal İslamcıların gemi azıya alıp Türkiye Alevilerini bu kavram üzerinden tehdit etmeye başlaması ve “ayağınızı denk alın” demesi oldu.

Ancak “siyasal Alevilik”, Aleviliğin başına eklediği “siyasal” sıfatıyla Alevileri de aşacak bir şekilde bütün muhalif kesimlere yönelik bir adlandırma, seslenme ve parmak sallama aracıydı. Hedefte sadece Aleviler değil, siyasal İslamcı projeye angaje olmayan bütün toplum kesimleri vardı. 

Nasıl ki siyasal Alevi kavramının ortaya atılışının zamanlaması tesadüf değilse, kavramın ortaya atılmasının hemen ardından yargı sopasının siyaseti dizayn etmek ve siyasal alanı daraltmak için kullanılmaya başlanması da bir tesadüf değildi. Suriye’de kazanılan “zafer”in içeriye yansıması, muhaliflere yönelik yargı merkezli ve süreklileşmiş bir operasyon dönemine girişimiz oldu. Kayyım atamaları, operasyonlar, İmamoğlu’nu tasfiye girişimleri vs. hepsi bu konjonktürün ürünü olarak karşımıza çıktı. 

Peki aynı günlerde Bahçeli eliyle ve Öcalan üzerinden yeni bir sürecin başlatılması bir tesadüf müydü? Elbette ki hayır! Halep kalesine asılan bayrakla yükseltilen “fetih” söylemi, siyasal Alevilik kavramının icadıyla birlikte başlayan yargı merkezli operasyonlar ve adı “terörsüz Türkiye” olarak konulan yeni süreç birbirinden ayrıştırılabilir değildi ve hepsi tek bir hedefe ulaşmak için kullanılan enstrümanlardı. 

Şimdilerde yaşadıklarımız tüm bu olan bitenlerin birbiriyle bağlantısını ve ulaşılmak istenilen yerin de neresi olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Suriye’de HTŞ’nin ve cihatçıların başlattığı Alevi katliamına bakalım öncelikle. 

İktidarın iki kanadı da yaşananlarla ilgili yaptıkları değerlendirmelerde açık bir şekilde cihatçıların arkasında durdular, HTŞ’ye yönelik bir provokasyondan bahsettiler ve CHP’yi mezhepçilik yapmakla, Suriye’deki gerilimi buraya taşımaya çalışmakla suçladılar. Suriye’deki katliamları geçtim, Türkiye’deki Alevi yurttaşların yaşadığı tedirginliği azaltmaya yönelik dahi en ufak bir açıklama yapılmadı, tek bir adım atılmadı. Bilakis yandaş medya üzerinden içerideki bütün muhalif kesimlere bir kez daha “ayağınızı denk alın” mesajı verildi. 

Peki ya yargı merkezli operasyonlar? Onlar da tüm hızıyla devam ediyor elbette. En son hamle İmamoğlu’nun en yakınındakilere yönelik mal varlıklarının dondurulması kararıydı ve böylece çember biraz daha daralmış oldu. 23 Mart’ta CHP’de yapılacak cumhurbaşkanlığı ön seçimi öncesi nihai hedefi İmamoğlu olan bu operasyonların nereye varacağını hep beraber göreceğiz. 

Ve üçüncüsü yeni süreç… Öcalan’ın son mektubuyla yeni bir aşamaya gelindi ve PKK’nin kendini feshetme süreci de başlamış oldu; bu süreç koşulsuz, şartsız mı ilerleyecek yoksa PKK somut birtakım adımlar mı görmek isteyecek onu önümüzdeki günlerde anlayacağız. Ancak sürecin somut çıktısı CHP-DEM Parti ittifakının altının oyulması, DEM Parti’nin tarafsız bir pozisyona yerleşmesi ve belki de yeni bir anayasanın asli ortağı haline gelmesi oldu. 

Buna bir de en sıcak gelişmeyi, yani YPG’nin HTŞ’yle yaptığı anlaşmayı ekleyelim. En az bin Alevi’nin katledilmesinin üzerinden daha 24 saat bile geçmemişken, bu iki örgüt ABD güdümlü bir barışa ve anlaşmaya imza attılar. Mazlum Abdi önce CENTCOM komutanı ile bir araya geldi, sonra bir Apache helikopterine binip Şam’a gitti ve orada El Kaide artığı Colani’yle poz verip, 8 maddelik bir anlaşmaya imza attı. 

Tüm bunların içerisine yerleştirileceği bağlama “ömrü vefa edene kadar konsepti” adını verebiliriz sanıyorum. Türkiye’de rejim daha önce kullandığım bir kavramla söyleyecek olursam bir “seçimsizleştirme” aşamasına geçmiş durumda. Yani Türkiye, seçimlerin yapıldığı ama formaliteden ibaret hale geldiği, sandıktan hep iktidarın çıktığı, Azerbaycan misali bir ülkeye dönüştürülmek isteniyor. O iktidarın merkezinde ise Erdoğan bulunuyor; o olmadan inşa edilen rejimin yoluna devam etme şansı son derece zayıf. Dolayısıyla Erdoğan’ın ölene kadar o koltukta oturması için her yolun denenmesi gerekiyor. 

Erdoğan bir yandan “Suriye fatihi” rolünü oynamaya devam edecek, HTŞ rejimiyle her türlü ilişki kurulacak, emperyal fanteziler tatmin edilecek ama buna bir de “terörü bitiren lider” unvanı eklenecek. Tüm bunları yaparken ise Kürtlerin ağzına bir parmak bal çalarak günü geldiğinde Kürt siyasetini bir kez daha aday olmasının yolunu açacak olan erken seçime Meclis’te evet dedirtmeye ya da yeni anayasanın ortağı yapmaya çalışacak. 

Ama bunlar tek başına “ömrü vefa edene kadar başkanlık” için yeterli olmayabilir; bunun için de seçimsizleştirme sürecine uygun bir şekilde Erdoğan’ın karşısındaki en büyük rakip olan İmamoğlu’nun devre dışı bırakılması ve tasfiye edilmesi de gerekecek. 

Bunun için yapılacak şeyin ne olduğunu bilmiyoruz henüz; diplomasının geçersiz ilan edilip seçime katılmasının engellenmesi mi, siyasi yasak ve cezaevi mi, henüz belli değil. Belki de ve daha düşük ihtimalle olmakla birlikte çok sayıda dava üzerinden itibarsızlaştırılarak son derece yıpranmış ve ortak aday olmaktan çıkarılmış bir şekilde aday olmasına izin verilecek… 

Geçtiğimiz haftaki yazıda “barışın kaybedeni olmaz” mı diye sormuş ve olabileceğini söylemiştik. Şu an iktidar eliyle dayatılan ve Amerikan-İsrail güdümlü bir karakter taşıyan “barış” süreci, bir “yeni-Osmanlı barışı”dır. 

Yani birincisi bu barış asimetrik bir nitelik taşımaktadır, masaya denk güçler oturmamaktadır, bir taraf diğerine kendi barışını dayatmaktadır; kayyımlar, operasyonlar, rakipleri tasfiye, karşı ittifakları dağıtma girişimleri bunun bir parçasıdır. İkincisi, karşımızda modern karakterli bir barış yoktur; demokrasi, özgürlükler, insan hakları, eşit yurttaşlık vb.ne değil “İslam kardeşliği”ne yaslanan ve hatta mezhepçiliğe göz kırpan bir yaklaşım söz konusudur. Üçüncüsü, Türkiye’nin ilerici kesimleri yeni ittifakın neticesi olabilecek yeni ve gerici “toplum sözleşmesi”nin ve yeni anayasanın fiilen dışında bırakılacaklardır.  Dördüncüsü, Suriye’deki gelişmelerle birlikte kuvvetle muhtemel bu yeni ittifak İran düşmanı bir çizginin bölgesel temsilciliği rolünü üstlenmek isteyecektir. Ve beşincisi ve elbette ki en önemlisi, saray merkezli rejim buradan yitirmeye yüz tutan hegemonyasını yeniden tesis ederek çıkmayı, rakiplerini tasfiyeyi sorunsuz bir şekilde halletmeyi ve Erdoğan’ı ömrü vefa edene kadar o koltukta oturtmayı hedeflemektedir.

Velhasıl silahların susması, akan kanın durması, şiddetin sona ermesi, bunların hiçbirine itiraz edilemez ama siyaset üstü, dokunulamaz, eleştirilemez bir barışın ve apolitik bir barış güzellemesinin de Türkiye halkına herhangi bir faydası yoktur.

Bu memlekete dair esastan bir derdi olan solun “barışı demokratikleştirmek”, “barışın altını doldurmak” vs. gibi beyhude işlerle uğraşmak yerine kendi bağımsız hattını inşa ederek Türk ve Kürt emekçilerin ülkenin asli sahipleri ve eşit yurttaşlar olarak bir arada yaşayacağı bir Türkiye için mücadele etmesi hepimiz için en hayırlısı olacaktır.

                                                       /././

Berkin Elvan’sız 11 yıl: 'Elbet bir gün rahat uyuyabilmeni sağlayacağız'

Berkin Elvan, katledilişinin 11. yılında mezarı başında anıldı. Elvan'ın ailesi “Berkin için adalet, herkes için adalet” dedi.

Gezi Direnişi sırasında 16 Haziran 2013’te polisin attığı gaz fişeğinin başına isabet etmesi sonucu 269 gün komada kalan Berkin Elvan, 11 Mart 2014’te hayatını kaybetti. Berkin Elvan katledilişinin 11. yılında Feriköy Mezarlığı’nda anıldı.

Anma törenine başlarken Gezi Direnişinde yaşamını yitirenler için saygı duruşunda bulunuldu.

Elvan ailesi adına konuşan Berkin'in ablası Gamze Elvan, tüm çocuklar için adalet istediklerini vurgulayarak “Biz adalete açız. Biz bir çocuğun 6 yaşında evlendirilmesine göz yumanlara karşı adalet arıyoruz. Çocuklarımızı tarikatların, çocuk istismarcıların ellerine bırakanlara karşı adalet arıyoruz. Çocuklarımızı enkazda aramayan bu iktidara karşı adalet arıyoruz. Devlet eliyle öldürülen tüm çocuklar için adalet arıyoruz” dedi.

Elvan ailesi, katillerin hiçbir ceza almadığına vurgu yaparak, “Bu ülkenin birer yurttaşı olarak, bizim de hakkımızı teslim etmesi için bu ülkenin mahkemelerine güvendik. Ama oğlumuzun katili tek bir gün bile hapse girmemişken avukatlarımız Oya Aslan ve Can Atalay halen cezaevinde tutuluyor. Berkin’imizin katillerine hak ettikleri cezayı vermeyenler, avukatımız Can Atalay’ı ve dostumuz Mücellâ Yapıcı başta olmak üzere mücadele arkadaşlarımızı hapse attı” ifadelerini kullandı.

Kendilerine yönelik tehditleri şikayet ettiklerini ancak bir kişinin bile ifadesinin alınmadığına dikkat çeken aile, “Devlet bizim değil, bizi katledenlerin ve acımızla dalga geçenlerin devleti olduğunu bir kez daha gösterdi” dedi.

'Yaşatılan zulmü unutmayacağız'

İktidara ve yargı makamlarına seslenen aile, çağrılarını şöyle sonlandırdı:

“Siz katilleri korumaya çalışsanız da biz; Berkin için, katledilen bütün çocuklar için, yangınlarda yaşamını yitiren ve hâlâ korunamayan çocuklar için, tarikatların ellerine bırakılan çocuklar için adalet istemekten asla vazgeçmeyeceğiz. Süregelen saldırılar ve bunlara karşı koymak için hiçbir çaba sarfetmeyen yargı makamları sadece öfkemizi bileyliyor.

Önümüzdeki yıl 12. kez bu mezarın başında adaleti bulmuş olmayı diliyoruz. Çünkü bir çocuğun katilinin hesap vermesi, geride kalan tüm çocuklarımızın geleceğinin teminatı olacak.

Oğlumuz, canımız, yavrumuz, Berkin’imiz, kaç yıl geçerse geçsin; sana yaşatılan zulmü unutmayacağız, seni bizden koparanları asla affetmeyeceğiz.

Elbet bir gün yattığın yerde rahat uyuyabilmeni sağlayacağız.”

'Sözümüzdür, hesap soracağız!'

Anma töreninde yer alan Türkiye Komünist Partisi İstanbul İl Örgütü, paylaştığı mesajda "Berkin Elvan’ı katledenlerden hesap soracağız!" dedi.

Sosyal medyadan paylaşılan mesajda şu ifadelere yer verildi:

"Berkin, Haziran Direnişi’nde zorbalığa, karanlığa karşı mücadele eden ilerici aydınlanmacı milyonlarca yurttaşımızdan biriydi. Sözümüzdür, Berkin Elvan’ı katledenlerden de memleketimizi karanlığa mahkum etmek isteyenlerden de hesap soracağız!"

Katil dışarıda, dosyası yüksek yargıda

14 yaşındaki Berkin Elvan, Gezi Direnişi sırasında 16 Haziran 2013’te polisin attığı gaz bombasıyla başından yaralanmış, aylarca komada kaldıktan sonra 11 Mart 2014’te yaşamını yitirmişti. Elvan’ın yaşamını yitirmesine neden olduğuna hükmedilen polis memuru Fatih Dalgalı 16 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Ancak Dalgalı tutuklanmadı, hakkında yurtdışı çıkış yasağı adli kontrol tedbiri uygulandı. Sanık Dalgalı, cezası Yargıtay tarafından onanırsa cezaevine girecek.

                                                         *** 

‘Buenos Aires Motorlu Testere Katliamı’-Nevzat Evrim Önal-

Kapitalizmin emperyalist çürüme çağında yaşıyoruz. İnsanlık bu karanlıktan ya sosyalist devrimlerle kurtulacak ya da Milei gibi motorlu testereli manyaklar tarafından kovalanıp katledilecek.

Arjantin’de liberal Milei iktidarı bir yılını geride bıraktı ve pek çok kaynakta bir “ekonomik mucize” yaşandığından, liberal ekonomi ekolünün önerilerinin bir kez daha doğrulandığından bahsediliyor.

Bunu inceleyeceğiz, ama önce, bilimde mucizelere yer olmadığına göre, “ekonomik mucize” ne demek onu deşifre edelim:

İçinde yaşadığımız kapitalist toplum, bir “çatışan çıkarlar” toplumudur. Bir yanda sermayedar sınıf ile işçi sınıfı karşı karşıyadır; işçiler daha iyi geçim koşulları (yani daha fazla mal ve hizmetten faydalanabilme) derdindeyken sermayedar sınıf daha yüksek kâr oranları peşindedir ve bu da sermayedarlar için en temel maliyet kalemi olan ücretlerin olabildiğince düşük seyretmesini gerektirir. Diğer yanda ise sermayenin ekonomik çıkarları homojen değildir ve farklı sermaye öbekleri farklı devlet politikaları talep eder. Örneğin maliyetleri ulusal para birimi, kazançları döviz cinsinden olan ihracata yönelik sanayi ülkenin ulusal para biriminin döviz karşısında sürekli değer kaybetmesini isterken, sermayesini faiz yoluyla biriktiren finans kesimi yüksek reel faiz ortamı talep eder.

“Ekonomik mucize”ler, bir ülkede sermayenin en azından büyük bölümü arasında bir çıkar uzlaşması yakalandığı; buna ek olarak işçi sınıfının da ya politik yollarla bu uzlaşmanın kuyruğuna takılmaya ikna edildiği ya da şiddetle ezilip bir süreliğine aktif mücadele edemez hale getirildiği dönemlerde gerçekleşir. Bu dönemler tipik olarak ekonomik çöküşlerin ardından gelir ve sermaye mutabakatı da yeni kaynakların sermayenin kullanımına açılması ile oluşturulur. Bu kaynakların her zaman doğrudan doğruya daha düşük ücretler yoluyla fiili emek sömürüsünden çıkartılması ise şart değildir. Örneğin 2001 krizinin ardından 2002-2008 döneminde Türkiye’de ortalama reel ücrette büyük bir gerileme yaşanmazken1, hem özelleştirmeler hem de olağanüstü bir dış borçlanma furyasıyla sermayeye büyük yeni olanaklar oluşturuldu ve hem bu olanakları yaratarak sermaye uzlaşısını kuran hem de İslamcı ideoloji sayesinde işçi sınıfının önemli bir bölümünü bu uzlaşının kuyruğuna takan AKP iktidarı yerleşik hale geldi.

Bu notu düşelim ve devam edelim…

***

Javier Milei de Arjantin’in başına bir çöküş döneminin ardından geçti. Arjantin ekonomisi on yılı aşkın süredir krizdeydi2 ve Milei’nin başkan seçildiği Aralık 2023 seçimleri öncesinde enflasyon yüzde 200’ü aşmıştı. Ayrıca, 2001-2002 krizinden beri bir yandan sayısız emek karşıtı politik girişimle mücadele eden, diğer yandan da hiç istikrar kazanamayan ekonomik koşullarla boğuşan Arjantin halkı yorgun düşmüş; ayrıca geleneksel politik elitin yolsuzluklarından da bıkmıştı. Elinde motorlu testereyle gezip “devleti bununla budayacam” diye böbürlenen; “doları ulusal para birimi yapacam”, “merkez bankasının dibine bomba koyup patlatacam” ve benzeri vaatler üfüren ergen rock yıldızı kılıklı Milei, seçimi bu ortamda kazandı.

Liberalizmin böyle Hayekçi bir uç yorumu pek tabii ki, sermayedar sınıfın farklı kesimleri böyle bir çerçevede uzlaşamayacağı için, pratikte uygulanabilir değildi. Zaten Arjantin halkı da yorgundu, çıldırmamıştı. Milei başkanlığı aldı, ama parlamento çoğunluğu şöyle dursun, partisi seçimlerden birinci parti dahi çıkmadı. Dolayısıyla parlamentoda karmaşık bir koalisyon kuruldu ve sermaye uzlaşısı bu müzakere zemininde sağlandı. Milei’nin merkez bankasına ve para birimine dair “fantastik” önerileri rafa kalktı, “devleti küçültme” hedefi ise derhal hayata geçirildi.

“Küçülme”den kasıt şu: Yaklaşık 40 bin devlet memuru işten atıldı ya da zorla emekli edildi, memur, kamu işçisi ve emeklilerin ücretleri enflasyon karşısında eritildi, sosyal harcamalar kesildi, enerji ve ulaşıma verilen devlet destekleri kaldırıldı. Bunun sonucunda Arjantin’de işsizlik yüzde 5,7’den 6,9’a, yoksulluk yüzde 42,5’ten yüzde 52,9’a yükseldi. Tüm ücretli kesimler reel ücret kayıpları yaşadı ama bilhassa emekliler korkunç bir yoksullaşmayla karşı karşıya kaldı, zira kamudaki tasarrufun tek başına yüzde 20,6’sı emekli maaşlarındaki reel düşüşle sağlandı.3

Yani sermaye uzlaşısı emekçi sınıfın sırtına binerek kuruldu, devletten sosyal olan kesilip atıldı. Liberallerin “mucizesi” budur; yaşanan Buenos Aires Motorlu Testere Katliamı’dır.

Liberaller “ama enflasyon düştü, gerisi zamanla düzelir” diyor. “Düştü” denen enflasyon önce devletin çeşitli mallar üzerindeki fiyat kontrolleri kaldırıldığı için yüzde 300’e dayandı, şimdi ise yüzde 85 civarında.4 Düşmeye devam edip etmeyeceğini göreceğiz, ama muhtemelen bu yoksullaştırma politikaları sürdükçe, enflasyon da düşecektir. Halkı yoksullaştırırsanız, daha az mal ve hizmet talep edebileceği için enflasyon düşer.

Dahası, Milei Arjantin’de halen hayli hacimli olan kamu sektörünü özelleştirmeye başlıyor. İlk adım olarak Ocak ayında ulusal çelik şirketi IMPSA, ABD merkezli Industrial Acquisition Fund’a (Sınai Satınalma Fonu) satıldı.5 Devamı gelecektir.

Bu bahsi kapatmadan önce iki not düşmek istiyorum.

Birincisi, Arjantin’de “faizi yükselt enflasyonu düşür” modeli uygulanmadı. Aksine Milei döneminde Merkez Bankası gösterge faizi hayli hızlı biçimde düşürüldü ve enflasyon buna rağmen düştü.6 Enflasyonun ancak yüksek reel faiz yoluyla düşürülebileceğini iddia eden, her vakaya aynı reçeteyi yazan “ortodoks”lar otursun düşünsün. 

İkincisi, liberaller kusura bakmasın ama ikide birde papağan gibi tekrarladıkları “Arjantin’de liberalizmin en ileri uygulaması test ediliyor” iddiasının altı boş. Arjantin’de atılmış ya da atılması gerçekçi biçimde gündeme alınmış liberalleşme adımlarının hepsi Türkiye’de çoktan atıldı ve Türkiye, Arjantin’den çok daha liberal bir ekonomik ortama sahip. Örneğin Türkiye’de neredeyse hiçbir sermaye kontrolü yok, Türk Lirası ile döviz arasında hareket etmek serbest. Arjantin’de günde 200 dolardan fazla dolar alamıyorsunuz. Arjantin’de hâlâ satılmayı bekleyen bir sürü kamu iktisadi teşekkülü var, Türkiye’de ise Tüpraş’tan Erdemir’e, Tekel’den Petkim’e ne varsa özelleştirildi. Kendi doğum gününü milat zanneden genç “liberteryen”ler hatırlamaz ama AKP’nin ilk maliye bakanı Kemal Unakıtan (ki kendisi en az Milei kadar liberaldi) “satıyoruz satıyoruz bitmiyor” dediğinde, yıl 2007’ydi.7

Sonra satmaya devam ettiler ve doğal olarak bir noktada bitti; artık otoyol köprülerini, hatta nükleer santralleri bile kazanç garantisi vererek özel şirketlere yaptırmak gibi yöntemler uyguluyorlar.

Tabii devletin ekonomik araçları budandıkça, ideoloji ve zorbalık araçlarını güçlendirmek lazım ki işçi sınıfı, hele ki Arjantin gibi mücadele geleneği güçlü işçi sınıfı hizada tutulabilsin. Bu yüzden Milei hem polis devletinden yana, protesto eylemlerinde kullanılan kaynakların protestolara katılan kişi ve kurumlara fatura edilmesini öneren bir faşist8; hem de kadınların Arjantin’de ancak birkaç yıl önce kazanabildikleri kürtaj hakkını kamusal sağlık sistemini gerekli ilaç ve ekipmanlardan yoksun bırakarak engelleyen bir yobaz.9
Tanıdık geliyor, değil mi?

Dolayısıyla, eğer tutarlı olacaklarsa, Milei’yi beğenen liberallerin Türkiye’deki baskıcı ve yobaz AKP iktidarıyla da pek bir sorunu olmaması gerekir.

Liberallerle husumetimiz bu kadar, gelelim bu yaşananların gösterdiği asıl meseleye...

***

Bu yaşananlardan işçi sınıfı adına çıkartılacak önemli bir ders var.

Sermaye egemenliği tarafından 1970’lerin ortalarından itibaren başlatılan neoliberal saldırının sosyalizmi yıkmak dışında iki temel hedefi vardı: (1) İşçi sınıfının kazanılmış haklarının elinden alınması ve (2) Devletin sosyal yönünün törpülenmesi ve meta üreten kamu yatırımlarının sermayeye devredilmesi. 

Bu, sermayenin dünya çapında uyguladığı programdı ve neredeyse tamamen başarılı oldu. Bu dönem boyunca emek yanlısı mücadele de sermaye karşıtlığından, yani devrim mücadelesinden giderek uzaklaştı ve “eldeki kazanımları koruma” ufkuna sıkıştı.

Sürekli savunmada olan mutlaka kaybeder ve kaybetti. Ama bu sıkışma altı çizilmesi gereken önemli bir başka çelişkiyle maluldü. 1946-1973 arasındaki Keynesçi dönemin kazanımları sermayedar sınıfın işçileri Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeleri örnek alarak devleti ele geçirme ve kendi sosyalist iktidarlarını kurma fikrinden uzaklaştırmak için verdiği ödünlerdi. Bu ödünler kapitalist bir çerçevede, yani sermayedar sınıfın egemenliği varsayılarak ve devlet işçi sınıfı ile sermayedar sınıf arasında bir uzlaşma zemini olarak kurgulanarak verilmişti. Sermayedar sınıfın bu uzlaşmayı bozmasıyla birlikte, kuşkusuz özelleştirmeler ya da emekli yaşının yükseltilmesi gibi saldırılar önemli bir mücadele başlığına dönüştü, ama bu mücadelelerin hiçbiri kapitalizmi ortadan kaldırma hedefiyle buluşmadan yol alamazdı zira korunmaya çalışılan kazanımların kurumsal taşıyıcısı ortadan kalkmıştı.

Arjantin bu konuda hayli geriden gelen bir ülke. Dediğim gibi, Milei’nin motorlu testereyle yapmaya çalıştığı dönüşümü Türkiye çoktan tamamladı. Ama Arjantin’de Peronizmin son yirmi yıldaki çürüme ve iflası, özel mülkiyetin kendisini ortadan kaldırma hedefiyle hareket etmeden hiçbir kamusal zenginliğin savunulamayacağını bir kez daha gösterdi. Ve bu süreçte kendi bağımsız devrimci mücadelesini veremeyen, bunun yerine Peronist sosyal demokrat muhalefete eklemlenen Arjantin solu, Arjantin halkının kitlesel mücadele geleneğine rağmen hiçbir siyasi varlık gösteremedi.
Kapitalizmin emperyalist çürüme çağında yaşıyoruz. İnsanlık bu karanlıktan ya sosyalist devrimlerle kurtulacak ya da Milei gibi motorlu testereli manyaklar tarafından kovalanıp katledilecek.

-----  
 1Ahmet Yılmaz ve Togan Karataş, “Türkiye Ekonomisinde Ücret ve Maaşlar: 1970–2021”, Çalışma ve Toplum 76, 2023.  

2Arjantin ekonomisi bilhassa 2008-2009 dünya krizinden sonra hiç dikiş tutmadı. Literatürde “testere ağzı” denen bir seyir izledi ve bir yıl büyüyüp bir yıl küçüldü. https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.KD.ZG?end=2023&locations=AR&start=2001. Buna ek olarak 2001-2002 krizinden itibaren asıl büyük tahribat ülkenin imalat sanayiinin çürümesi oldu: https://data.worldbank.org/indicator/NV.IND.MANF.ZS?end=2023&locations=AR&start=2002.  

3Bu konuda olguları seren iyi bir makale kaleme alındı: Cem Oyvat, Sabri Öncü ve Joel Rabinovich, “Arjantin’de Milei’nin Şok Terapisi: Mitler ve Gerçekler”, https://www.ayrim.org/guncel/arjantinde-mileinin-sok-terapisi-mitler-ve-gercekler/#_edn1. Son günlerde çekilen liberal videolar da genelde buradaki hesaplamalardan yararlanıyor. 

4https://tradingeconomics.com/argentina/inflation-cpi

5https://www.reuters.com/world/americas/argentina-privatizes-state-metal-firm-milei-era-first-2025-01-08/

6https://tradingeconomics.com/argentina/interest-rate

7https://www.hurriyet.com.tr/gundem/satiyoruz-satiyoruz-bitmiyor-ne-komunist-bir-ulkeymisiz-6911377

8https://www.theguardian.com/world/2023/dec/17/argentina-president-javier-milei-security-guidelines-protests-currency-devaluation

9https://edition.cnn.com/2024/10/29/americas/argentina-abortion-access-javier-milei-intl-latam/index.html

                                                        /././

8 Mart ve bir Almanya seyahatinden izlenimler -Çiğdem Toker/T24-

 

“Zamanın ruhu” bütün dünyada zor bir döneme işaret ediyor. İnsan haklarına saygılı, eşitlik ve adalet temelli bir yönetim anlayışı ise herkesin ihtiyacı

gece yürüyüşü kadın eylem

8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla, biri Almanya’da (Münih) iki etkinlikte yer aldım. Alıştığınız yazılardan farklı olarak, bugün -Almanya’dakinin seyahat kısmı maceralı gelişen- iki toplantıya dair izlenimlerimi paylaşacağım.

İlk toplantı, 7 Mart’taydı. TGC’nin (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti) Kadın Gazeteciler Komisyonu, “Medyada Kadın Yoksulluğu” konusuyla düzenledi.

TGC Kadın Gazeteciler Komisyonu Başkanı Ayşegül Aydoğan Atakan, oturumu modere etti, yeni deyimiyle kolaylaştırıcılık yaptı. DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu kadın yoksulluğuna dair verileri analiz ederken gazeteci meslektaşlarım; Göksel Göksu (Medyascope) ve Gülfem Karataş (TGS), pek az konuşulan bu konuda söz aldık.

TGC Başkanı Vahap Munyar, Genel Sekreter Sibel Güneş konuşmalarında, başlığı “Medyada Kadın Yoksullluğu” olan toplantıyı planlarken, duyan birçok kişinin “Yanlışlık mı var, aslında yoksulluk değil de yoksunluk kelimesi mi olmalıydı?” dediklerini aktardı. Acı acı güldük tabii. Bazı meslektaşlarımız “Medyada erkek yoksulluğu yok mu, sadece kadın yoksulluğu mu var?” sorusunu yöneltmiş.

Kadın gazetecilere asgari ücret

İşte tam buna benzer soruları ve yanıtlarını açmak üzere medyadaki kadın yoksulluğunu anlatmaya ihtiyaç var. Çünkü TGC Kadın Gazeteciler Komisyonu’nun 100 kadın gazeteciyle görüşerek düzenlediği anketin sonuçları; kadın gazetecilerin, mobbingden tacize, düşük ücretten cinsiyetçi dile kadar birçok alanda erkeklerin maruz kalmadığı davranış ve işlemlerle savaşmak zorunda kaldığın belgeliyordu. Sözgelimikadın gazetecilerin yüzde 75’i “kazandığı ücretin yetersiz olduğunu”, yüzde 56’sı kazandıkları ücretin asgari yaşam şartlarını karşılamaya yetmediğini söylerken, kadınların yarıya yakını meslekte taciz ya da mobbinge maruz kaldıklarını, yüzde 50’si stres veya depresyonla seyreden meslek hastalıklarına yakalandıklarını, erkeklerden daha az ücret aldıklarını ifade ediyor.

Sonuçların bazılarını soruya dönüştürelim ve soralım:

- Çoğunluğu 20 yıllık mesleki deneyime sahip, eğitimli kadın gazetecilerin önemli bir bölümünün, asgari ücretle geçinmek zorunda olduğunu biliyor muydunuz?

- Peki kadın gazetecilerin yüzde 77’si mesai ücretlerinin ödenmediğini, yüzde 61’i erkeklere oranla daha az ücret aldığını?

- “Cam tavan”lar nedeniyle, kadın gazetecilerin yüzde 62’si yükselme ve kariyer basamaklarında ilerleme açısından erkeklerle aynı haklara sahip olmadıklarını söylediğini?

Nihayetinde, çıktısı yüz güldürmeyen birçok sonucun yansıra iyi olan şu ki, kadın gazetecilerin yüzde 72’si, bütün güçlüklerine rağmen gazeteci olmaktan mutlu.

HDF’nin Münih’teki etkinliği

Kısa adı HDF.  Sosyal Demokrat Halk Dernekleri Federasyonu, Almanya’da Türklerin kurduğu (1977) kamu yararına çalışan en eski sivil toplum örgütü.  (Uğur Mumcu’yu katıldığı bir HDF etkinliğinde gösteren fotoğraf, albümlerinde en değerli köşede)

Eski Kültür Bakanı Ercan Karakaş, eşit hak mücadelesinde öncü rolü olan HDF’de başkanlık yapan isimlerden.

Almanya’nın pek çok şehrinde örgütlü HDF’nin, Almanya siyasetinde, taleplerini koalisyon anlaşmasına geçirecek ağırlığı mevcut. 2021’deki koalisyon görüşmeleri sırasında Başbakan olacak Olaf Scholz'a mektup göndererek Türk-Alman işgücü anlaşmasının 60. Yılındayken, (1961-2021) çifte vatandaşlık yasasının, Türklerin bunca yılına atfen sembolik olarak gerçekleştirilmesini öneriyor. Öneri kabul görerek koalisyon anlaşmasında yer alıyor ve daha sonra gerçekten yasal düzenleme hayata geçiriliyor.

Vize, grev iptalleri ve Amok Koşusu

Her yıl mart ayının ilk haftası Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliği düzenlen HDF’nin Genel Başkanı Necip Şahin, bu yılki 8 Mart etkinliği için davet mektubu gönderince tereddüt etmedim.

Schengen vizesi için başvurduğum Almanya Büyükelçiliği, üç günlük bir vizeyi uygun gördü. Bu, “Git, toplantıya katıl ve koşa koşa dön” demekti.

Mevcut atmosferde “Hiç değilse vize verdiler” diye neredeyse şükredilmesi (!) gereken bir durumdu belki ama sadece bilet tarihlerine bakılarak verildiği anlaşılan bu kadar kısa bir vizenin, hayatı ne kadar zorlaştırabileceğini de bilfiil yaşadık.

Plana göre, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü sabahı gidip, Münih’te akşam saatlerinde düzenlenecek etkinliğe katıldıktan sonra pazar gününü orada iki ziyaret programı ile geçirip pazartesi günü dönecektim.

Fakat bilin bakalım ne oldu?  Cuma gece yarısı Now TV’de yayımlanan Orta Sayfa programımız sürerken, THY’ndan mesaj geldi. Dönüş uçağımız 10 Mart’tan 11 Mart’a alınıyor, anlayışımız için teşekkür ediliyordu.  Benim içinse bu yeni plan, Almanya’dan Türkiye’ye dönüşümün fevkalade problemli olacağı, dönünceye kadar akla karayı seçebileceğim anlamına geliyordu.

Uçuşa saatler kala gerçekleşen bu değişikliğin Almanya’daki grevden kaynaklandığı öğrenmek uzun sürmedi. Üç günlük vize nedeniyle dönüşü mümkün kılacak bir bilet değişikliği yapmak zorunluydu.  

Neyse ki, uzun, upuzun uğraşların ardından, 10 Mart’a bilet bulduk ve ben 48 saat içinde tıpkı Ankara-İstanbul-Ankara yapar gibi İstanbul-Münih-İstanbul ve aktarmasıyla 3 günlük vize süremi ihlal etmeden Ankara’ya dönmeyi başardım. Adeta Amok Koşusuydu.

Yan yana durmak

Buraya kadar anlattığım, seyahatin teknik sebepten kaynaklanan güçlüğü. Yoksa, 8 Mart akşamı Münih’te HDF Genel Başkanı Necip Şahin ile diğer yöneticilerin, üyelerin içten yaklaşımı, toplumsal meselelerdeki duyarlı tutumlarıyla gelişen sohbet ve etkinlikteki coşkulu atmosfer, stres yaşatan mecburi sürati ve ondan kaynaklanan yorgunluğu alıp götürdü. Süreyya Akay ile Yasin Yardım’ın sesi/sazı eşliğinde canlı bir ortamda geçen akşamda; Türkiye’de kadınların hayatın birçok alanında uğradığı türlü türlü ayrımcılığa karşın sergiledikleri direnç, mücadele ile enflasyonun bu durumu nasıl da daha zorlaştırdığına dair yaptığımız söyleşi “İyi ki” yan yana durmanın önemini bir kez daha vurguladı.

Almanya gibi ekonomisi güçlü ülkelerde dahi, kadınlar ile erkekler arasındaki ücret farkı, erkekler lehine yüzde 16 olduğunu da orada öğrendim. Bu arada hemen not düşeyim ki, oradaki dostlar orada yaşasa ve çalışsa bile akıllar ve kalpler hep Türkiye’de.

HDF, Almanya’da şubatta yapılan seçimin ardından; ırkçılığa karşı kalıcı ve kesin önlemler alınması, çoklu vatandaşlık yasasının korunması, nitelikli işgücüne olanak sağlayan yasaların genişletilmesi taleplerinde bulundu.

“Zamanın ruhu” bütün dünyada zor bir döneme işaret ediyor. İnsan haklarına saygılı, eşitlik ve adalet temelli bir yönetim anlayışı ise herkesin ihtiyacı.

-Çiğdem Toker/T24-

EVRENSEL "Köşebaşı+Gündem" -11 Mart 2025-

Alevi katliamı ve HTŞ destekçilerinin ikiyüzlü politikası -Yusuf Karadaş-

HTŞ’ye bağlı güçlerin Suriye’nin batısında Alevilere yönelik katliamlarında ölenlerin sayısı binlere ulaşmışken (ABD merkezli Fox News rakamı 4 bin olarak veriyor) sadece Türkiye’deki Erdoğan iktidarı ve Suudi Arabistan gibi bölge gericilikleri değil, Batılı emperyalistler de katliama karşı sessiz kalıyor. ABD ve İsrail, HTŞ’yi istedikleri gibi kontrol altında tutmak için katliamı eleştiriyor görünürken, AB’li emperyalistler ise “Esad yanlılarının saldırıları” söylemi üzerinden bu katliamı meşrulaştırıcı bir tutum takınıyor.

ABD ve Rusya’nın çağrısıyla Suriye gündemiyle acil olarak toplanacak olan BM Güvenlik Konseyi’nden bu katliamın durdurulması yönünde bir karar çıkıp çıkmayacağını ise hep birlikte göreceğiz.

Öncelikle insanların evlerine girilerek kadın, çocuk demeden katledildiklerini kanıtlayan görüntüler, meselenin “Esad rejiminin unsurları ile mücadele” olmadığını açık biçimde ortaya koyuyor. Aksine, Lazkiye, Tartus ve Humus’ta yaşananlar; Alevileri “katli vacip” gören cihatçı zihniyetin HTŞ yönetiminde devam ettiğini açık bir biçimde gösteriyor. Ancak HTŞ’nin Suriye’de yönetimi ele geçirmesi sonrasında Colani’yi ziyaret etmek için sıraya giren bölge gericilikleri ve Batılı emperyalistler, şimdi bu cihatçı çetelerin Alevi katliamı karşısında üç maymunu oynuyorlar.

AKP Sözcüsü Ömer Çelik, Suriye’de yaşanan olayları “Suriye’nin birliğine dönük terörist bir saldırı olarak değerlendiriyoruz” diyerek katliama açıktan destek veriyor. Kendi bölgesel emelleri için IŞİD artıklarını SMO (Suriye Milli Ordusu) adı altında maaşa bağlayan ve HTŞ’ye, önceki adıyla El Nusra döneminden bu yana destek veren Erdoğan iktidarının bu tutumu şaşırtıcı değil. İsrail’in Gazze’deki katliamlarına karşı olduğunu söyleyen Erdoğan iktidarı, kendi çıkarları için desteklediği HTŞ’nin Alevilere yönelik katliamı söz konusu olunca bu kez tıpkı İsrail saldırganlığına “İsrail’in kendini savunma hakkı” adı altında sahip çıkan Batılı emperyalistlere benzer bir yaklaşım sergiliyor.

Suudi Arabistan ve Şarkul Avsat gibi ona bağlı yayın organları da HTŞ’ye bağlı cihatçı güçlerin Suriye’nin kıyı bölgelerindeki saldırı ve katliamlarını “Güvenlik güçlerini hedef alan saldırılar” biçiminde gösterip arka çıkıyor.

AB’li emperyalistler ise, “Avrupa Birliği, Suriye’nin kıyı bölgelerinde geçici hükümet güçlerine yönelik olarak Esad yanlısı unsurlar tarafından gerçekleştirildiği bildirilen son saldırıları ve sivillere yönelik tüm şiddet olaylarını şiddetle kınar” açıklamasını yaparak “Esad yanlılarının saldırıları” vurgusu üzerinden katliam gerçeğini karartmaya çalışıyorlar. Dahası, böylesine kritik bir süreçte AB Komisyonu, Colani’yi 17 Mart’ta Brüksel’de yapılacak Suriye konferansına davet ederek HTŞ yönetiminin arkasında durduğunu gösteriyor.

HTŞ’nin Suriye’nin kıyı kentlerinde Alevilere yönelik katliamı sürerken, dikkat çekici bir başka gelişme de Türkiye’nin başını çektiği bazı bölge güçlerinin “IŞİD’e karşı ortak bir operasyon ve istihbarat mekanizması” kurulması konusunda anlaşmaları oldu. Ürdün’ün başkenti Amman’da yapılan toplantıda Türkiye’nin yanı sıra Ürdün, Irak, Lübnan ve Suriye’deki HTŞ yönetiminin katıldığı toplantıda dikkat çeken şey ise, IŞİD ile mücadele adına kurulan koordinasyonda bile Dışişleri Bakanı Fidan’ın asıl olarak PKK ve PYD üzerinde durmasıydı. Fidan’ın ortaya koyduğu tutum, Türkiye’deki iktidarın derdinin IŞİD olmadığını anlamaya/anlatmaya yetiyor. Erdoğan iktidarı, bölge ülkeleri ile IŞİD’e karşı oluşturulan koordinasyonu, Suriye Kürtleriyle kendi çıkarları için işbirliği yapan ABD emperyalizmiyle pazarlığın bir aracı olarak kullanmak istiyor.

Açıktır ki; IŞİD artığı cihatçı çeteleri SMO (Suriye Milli Ordusu) adı altında bir araya getirip maaşa bağlayan ve IŞİD ile aynı örgütsel gelenekten gelen HTŞ’ye her türlü desteği verenlerin IŞİD ile mücadele adına koordinasyon oluşturmasının bir inandırıcılığı bulunmuyor.

Öte yandan, kendi bölgesel çıkarlarını korumak için “IŞİD ile mücadele” adına bir koalisyon oluşturan ama son katliamla IŞİD’den farkı olmadığını gösteren HTŞ’yi destekleyip önüne ev ödevleri koymakta sakınca görmeyen ABD ve Batılı emperyalistler de ikiyüzlü bir politika sürdürüyor.

Gelinen yerde, HTŞ’ye yönelik protestoların ötesine geçerek HTŞ’ye bu gücü veren emperyalistler ve Erdoğan iktidarı başta olmak üzere bölge gericiliklerine karşı da mücadeleyi ve katliamlarla yüz yüze olan Aleviler ve bölge halklarıyla dayanışmayı büyütmek önem taşıyor.

Soner Yalçın ve Odatv için kısa bir not

Bu köşede iki gün önce Soner Yalçın’ın “Nusayri” olarak adlandırılan Suriye’deki Arap Alevilerin ‘Türk’ olduğu iddiası eşliğinde Erdoğan iktidarına “Nusayri/Alevi Türk kartına oynama” çağrısının eleştirisi yapılmıştı.(https://www.evrensel.net/yazi/96533)  Dün de Odatv’de Gözde Sula imzasıyla Türk Tarih Tezi’nden yola çıkarak Hatay ve Suriye Alevilerinin “Eti Türkü” olduğunu iddia eden bir haber yayımlandı. 1930’lu yıllarda ulus-devletin kültürel inşası temelinde Anadolu’nun “Türklerin öz yurdu” olduğunu kanıtlamak için Sümer, Akad, Elam, Lidya ve Hitit gibi birçok uygarlığın Türk olduğu iddiasına yer veren kitaplar yazılmıştı. İşte Odatv de bilimsel bir geçerliliği olmadığı için çoktan unutulmuş olan bu eserlere dayanarak Arap Alevilerin “Eti Türkü” (Hitit) olduğu iddiasını gündeme getiriyor.

Soner Yalçın ve Odatv, ulusalcı-şoven bir bakış açısına sahip oldukları için katliamla yüz yüze olan Suriye Alevilerini desteklemeyi bile Türk olmaları iddiasına dayandırmaya çalışıyorlar.

Bir yanda Alevilere yönelik küfür ve hakaretler eşliğinde HTŞ’nin katliamına sahip çıkan, dahası Suriye’de ABD ve İsrail’le çıkar birliği içinde rejim değişikliğini gerçekleştiren Erdoğan iktidarı değilmiş gibi Alevileri “emperyalizmin köpekliğini yapmak” ile suçlayan Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçaslan gibi dinci faşistler ve öte yandan katliama karşı çıkmayı bile Türklüğe bağlayan nasyonalistler. Al birini vur ötekine!                                         /././

Sivil kanıyla harita çiziyorlar

Suriye’de yönetimi ele geçiren cihatçıların, farklı etnik ve dini gruplara yönelik katliamları artarken, emperyalistler kanlı ortamı bölge haritasını yeniden şekillendirmenin fırsatı görüyor.


HTŞ yönetiminin sivil Alevilere yönelik saldırılarında bilanço ağırlaşıyor. İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR), 6 Mart’tan beri kıyı şeridi ve Lazkiye dağlarında gerçekleşen 39 katliam ve diğer bireysel infazlarda 973 sivilin katledildiğini açıkladı. Tıpkı IŞİD gibi HTŞ gruplarının da yol açtıkları bu dehşeti kayda alarak yayınlaması nedeniyle katliamlar dünya gündeminde. Türkiye’de dahil dünyanın dört yanında cihatçı katliamlarına büyük tepki var.

Bölgedeki Rus askeri üssü Hmeymim’e sığınan binlerce sivil Alevinin görüntüleri yayınlanırken, ABD ve Rusya eşine ender rastlanır şekilde birlikte davranarak BM Güvenlik Konseyini acil toplantıya çağırdı. Daha önce kendine bağlı militanlara “yaptıklarınızı kayda almayın” emri veren HTŞ lideri Colani ise bu uluslararası gelişmeler üzerine TV’ye çıkarak yaşananlar hakkında bir “soruşturma komisyonu” kurulduğunu söylemek zorunda kaldı.

Kent merkezlerindeki pek çok Alevi sivil de dağlara kaçarken HTŞ kontrolündeki ‘Savunma Bakanlığı’ operasyonların kırsalda süreceğini açıklayarak bu sivilleri takip edeceklerini duyurmuştu. Ancak aynı bakanlık dün alelacele ‘operasyonların bittiğini’ duyurdu. Öte yandan Halep'te de HTŞ gruplarının Kürt mahallelerine saldırdığı ve çatışmalar yaşandığı bildiriliyor.

Tüm bunlar yaşanırken Avrupa Birliği Komisyonu, kendini ‘Suriye Devlet Başkanı’ ilan eden HTŞ lideri Colani'yi 17 Mart'ta yapılacak bir konferans için Brüksel'e davet etti. Batılı emperyalistlerin iki yüzlülüğü, yakın tarihte Yugoslavya, Irak, Ruanda gibi ülkelerde yaşanan kanlı parçalanmaları akla getiriyor. Bu ülkelerde de yüz binlerce sivilin kanı akıtılarak haritalar yeniden çizilmişti.

‘Yeni rejim, Alevilerin bir statüsü olmasın istiyor’

“Yeni rejimin Alevilere yönelik kanlı saldırıları, onların Kürtler veya Dürziler gibi özel bir statü elde etmesini engellemeyi amaçlıyor.”

İsrail ipini çekti mi?

Filistinlileri katleden İsrail, Suriye'deki Alevi katliamına dair X'te bir paylaşım yaptı. Colani'nin sarıklı ve takım elbiseli fotoğraflarının eklendiği paylaşımda "Takım elbiseli cihatçılar hâlâ cihatçıdır. Suriye'deki katliam bunu kanıtlıyor" ifadeleri yer aldı.                                                ***                                          

Suriye Alevileri... En zayıf halka -Muhammed NureddinAl Ahbar/Lübnan-

Al Ahbar yazarı Muhammed Nureddin: "Yeni rejimin Alevilere yönelik kanlı saldırıları, onların Kürtler veya Dürziler gibi özel bir statü elde etmesini engellemeyi amaçlıyor."

Lazkiye'ye sevk edilen HTŞ yönetimi güçleri | Fotoğraf: AA

Suriye sahnesi, 8 Aralık 2024’te önceki rejimin düşmesinin ardından altı farklı bölgeye ayrılmış şekilde ortaya çıktı:

1. Özerk yönetim bölgesi: Fırat’ın doğusunda, Kürt “Halk Savunma Birlikleri”nin (YPG) kontrolündeki bölge

2. Cebel el-Dürzi (Cebel el-Arab): Güneyde Dürzi nüfusun yoğun olduğu bölge.

3. Sahil ve Alevi Dağları: Akdeniz kıyısı ve Alevilerin yaşadığı dağlık bölgeler.

4. Türk kontrolü altındaki bölgeler: Kuzey ve kuzeybatı Suriye’de doğrudan Türk kontrolü altındaki alanlar.

5. Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) bölgesi: Ahmed Şara (Ebu Muhammed Colani) liderliğindeki grubun merkezi kontrol alanı.

6. İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri: Esad’ın düşüşünden sonra İsrail’in işgal ettiği yeni bölgelerle birlikte.

Sonuncusu, yani İsrail işgali altındaki bölge, yeni rejimin oyun alanının dışında görünüyor. Zira rejimin tutumu büyük bir esneklik göstermiş ve İsrail’e herhangi bir tehdit bulunmadığı konusunda güvence veren mesajlar göndermiştir.

Böylece, Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgeler de bir kenara bırakıldığında, “sorun” üç bölgede yoğunlaşmaktadır: Kürtler, Dürziler ve Aleviler.

Yeni rejim, “Silahın devletin tekelinde olması” ilkesini benimsemesine rağmen, Kürt ve Dürzi grupları silahlarını teslim etmeye ve orduya entegre olmaya ikna etme konusunda bir krizle karşı karşıya. Kürtlerden (YPG ve SDG) silahlarını bırakmalarının istenmesi, Türkiye’nin talebinden kaynaklanırken, eski rejim döneminden beri silahlı olan Dürzi bloku, açık bir anayasa, özgür bir toplumsal sözleşme ve adil seçimler çerçevesinde silah bırakmaya itiraz etmediğini belirtiyor. Ancak, Heyet Tahrir el Şam’ın izlediği mezhepçi yaklaşımdan uzak durulması ve tüm “bileşenlerin” eşit şartlara sahip olması gerektiğini savunuyor. Bu ise HTŞ tarafından reddediliyor.

Aleviler: En zayıf halka

Alevi bileşeni ise, Kürtler ve Dürzilerden farklı olarak, kendine ait özel bir silahlı güç oluşturmadı. Çünkü önceki rejimin ordusu, onların “koruyucusu” olarak görülüyordu. Ancak Aleviler, rejimin düşüşünün ardından, “adaletli ve kimliklere saygılı” olması şartıyla devletin otoritesine girmeye hazır olduklarını belirttiler.

HTŞ, ABD’nin koruması altındaki Kürtlere ya da İsrail’in himaye ettiğini iddia ettiği Dürzilere saldırmaya cesaret edemedi. Ancak mesele Alevilere geldiğinde hesaplar büyük ölçüde değişiyor. Bu durum ise şu şekilde ayrıntılandırılabilir:

1. HTŞ’nin düşman algısı: Heyet Tahrir el Şam, Alevileri birincil düşmanı olarak görüyor. Bunun sebebi, önceki rejimin kilit unsurlarının Alevi mezhebine mensup olduğu iddiası. Görünen o ki, yeni rejim de Alevilerin silahlanmamış olmasını onları boyunduruk altına almak ve onlardan intikam almak için bir fırsat olarak değerlendirmiştir.

2. Yeni rejimin stratejik hedefleri: Yeni rejimin Alevilere yönelik kanlı saldırıları, onların Kürtler veya Dürziler gibi özel bir statü elde etmesini engellemeyi amaçlıyor. Yeni rejim, Alevi bölgesini -ki bu bölge tüm Suriye’nin Akdeniz’e açılan tek kapısıdır- stratejik olarak kritik görüyor. Bu nedenle, Alevi sahilinin herhangi bir şekilde özerk bir yönetime bağlanmasını istemiyor. Dolayısıyla, Alevi Dağları ve sahil bölgesine özel bir statü tanımayı kesin bir şekilde reddediyor.

3. İdeolojik nefret ve katliamlar: HTŞ Alevilere yönelik gerçekleştirdiği katliamlar, grubun Şii ve Alevi mezheplerine karşı beslediği köklü ideolojik düşmanlıkla doğrudan bağlantılı. Bu ideolojik tutum, HTŞ’nin, kontrolü altındaki her yerde Şii ve Alevi topluluklarını hedef almasına neden oluyor.

Çeviren: Yusuf Ertaş

                                                       /././

Suriye'de Alevi katliamlarında bilanço ağırlaşıyor: 973 sivil öldürüldü

Mart'tan bu yana HTŞ yönetimi güçlerinin gerçekleştirdiği 39 katliam ve diğer bireysel infazlarda 973 sivilin öldüğünü açıkladı. Colani ise yaşananlar için "İç savaş girişimi" dedi.

HTŞ yönetimi, Lazkiye'ye, tank ve çok namlulu roketatar gibi ağır silahların da bulunduğu yüzlerce araçtan oluşan takviye güç sevk etmişti. | Fotoğraf: AA
Suriye'de başta Alevilerin çoğunlukta olduğu Lazkiye kenti olmak üzere 6 Mart'tan bu yana devam eden katliamlar ve çatışmalarda bilanço gün geçtikçe ağırlaşıyor. İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevinin (SOHR) son açıklamasına göre, perşembe gününden beri cihatçı Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) yönetimine bağlı güçlerin Suriye kıyı şeridi ve Lazkiye dağlarında gerçekleştirdiği 39 katliam ve diğer bireysel infazlarda 973 sivil öldürüldü. Lazkiye'de 545, Tartus'ta 262, Hama'da 156, Homs'ta da 10 sivilin katlediğildiği aktarıldı. SOHR, ölenler arasında kadın ve çocukların da bulunduğunu vurguladı. Ayrıca HTŞ güçlerinden 231, silahlı Alevi gruplardan da 250 kişinin öldüğü belirtildi. 6 Mart'tan bu yana ölenlerin toplam sayısı 1454'e ulaştı.

"Sorgusuz sualsiz evlere girerek tarıyorlar"
Çatışma bölgesinde yaşayan ve isminin 'Sultani' olarak yazılmasını isteyen bir kişi de bölgedeki son durumu Mezopotamya Ajansından Hamdullah Yağız Kesen'e anlattı. HTŞ'nin ülke yönetimini ele geçirmesi sonrası yağma ve cinayetlerin başladığını söyleyen Sultani, "Bizleri açlığa ve susuzluğa mahkum ettiler. İşlerimizden ettiler. Kadınları kaçırdılar, çiftçi öldürdüler, çocuk öldürdüler. Halk açlık ve sefalet çekiyor. Yağma ve cinayet sonrası bu duruma bir isyan vardı" diye konuştu.

Sultani, "Bir süre önce bir grup gelerek, bir karakolu aldı ve birilerini öldürdü. Birçok kişiyi esir alarak dağa kaçtı. Dağa kaçınca bu sözde direnişçiler ve Sünniler, Alevilere karşı cihat ilan etti. Konvoylar halinde köylere girerek katliam yaptılar. Banyas'a girdiler. Banyas'ın yüzde ellisi Sünni, yüzde ellisi Alevidir. Şu an tamamı Sünni. Daliye ve Beytana köyünde yaşayanlar ithal çeteler tarafından katledildi. Önce yabancı uyruklu tugay giriyor, katlediyor. Ondan sonra arkasından polis birimi giriyor" dedi.

Bazı çocuk ve kadınlara cinsel saldırıda bulunulduğunu, cenazelerin sokaklarda bekletildiğini dile getiren Sultani, evlerin yağmalandığı ve yakıldığı anlattı. "Nerede bir ışık varsa, nerede bir köy varsa girdiler. Sorgusuz sualsiz evlere girerek tarıyorlar. Veyahut insanların boğazlarını kesiyorlar. Katliamdan kurtulanlar Ruslara sığındı. Alevilerin ve gayrimüslimlerin can güvenliği yok. Bir hafta önce bizim bulunduğumuz yerdeki Sünnilere silah dağıttılar" dedi.

Colani "İç savaşa sürüklenme girişimi" dedi
Kendini 'Suriye Devlet Başkanı' ilan eden HTŞ lideri Ebu Muhammed el Colani (Ahmed el Şara) ise "Suriye, bir iç savaşa sürüklenme girişimleriyle karşı karşıya" dedi. "Ulusal birliğe veya toplumsal barışa zarar verilmesine izin vermeyeceğiz. Sivillerin kanına bulaşan ve devlet yetkilerini aşan herkesten hesap soracağımızı vurguluyoruz. Ülkemizin işlerine herhangi bir müdahale çağrısını veya talebini suç olarak değerlendiriyoruz. Halkımıza yakışan geleceğe doğru ilerlemekte kararlıyız" ifadelerini kullandı.

Öte yandan HTŞ yönetiminin 'Savunma Bakanlığı' Sözcüsü Abdülgani, X’ten yaptığı bir paylaşımda "operasyonların başarıyla sona erdiğini" öne sürdü. "Devrik rejimin ‘sürpriz unsurları’nın püskürtüldüğünü ve kamuya açık yerlerin güvence altına alındığını" iddia eden Abdülgani  "Güvenlik birimlerinin çalışmalarını artıracağını" belirtip “Eski rejimin kalıntılarıyla mücadeleye devam etmek, gelecekteki herhangi bir tehdidi sona erdirmek ve suç hücrelerinin yeniden örgütlenmesini önlemek için yeni planlar hazırlanmıştır” diye ekledi. Suriye yönetiminden dün yapılan açıklamada, olayların "tüm yönleriyle incelenmesi ve sorumluların belirlenmesi amacıyla" 7 üyeden oluşan "bağımsız ulusal soruşturma komitesi" kurulduğunu bildirilmişti. Komite, gerektiğinde uzmanlardan destek alma yetkisine sahip olacak. Tüm devlet kurumlarının komiteyle tam iş birliği yapması zorunlu kılındı. Komitenin 30 günde raporunu tamamlayarak HTŞ yönetimine sunması bekleniyor.

                                                             ***

Ataşehir, Maltepe, Sarıyer ve Şişli Belediyesi'ne operasyon: 32 kişi gözaltına alındı

DHKP-C üyelerine finansman sağladıkları iddiası ile Ataşehir, Maltepe, Sarıyer ve Şişli belediyelerine operasyon yapıldı. 32 kişi gözaltına alındı.

CHP’li Ataşehir, Maltepe, Sarıyer ve Şişli belediyelerine DHKP-C'ye finansman sağladıkları gerekçesiyle soruşturma başlatıldı. 32 kişi gözaltına alındı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yaptığı soruşturma kapsamında DHKP-C'ye yönelik düzenlenen operasyonda, İstanbul'da aralarında belediye çalışanlarının da bulunduğu 38 kişi hakkında gözaltı kararı verilirken, 32 kişi gözaltına alındı.

Soruşturmada "DHKP-C'ye 2014-2016 yılları arasında Ataşehir, Maltepe, Sarıyer ve Şişli belediyelerindeki ihaleler üzerinden finans sağlandığı" suçlamasının yer aldığı iddia edildi. 

Eski belediye başkanları ifadeye çağrıldı

Soruşturma kapsamında ayrıca eski Maltepe Belediye Başkanı Ali Kılıç'ın "mağdur", eski Şişli Belediye Başkanı Hasan Hayri İnönü ve eski Şişli Belediye Başkan Yardımcısı Abdurrahman Emir Sarıgül'ün "tanık" sıfatıyla ifadeye çağrıldığı öğrenildi.

Savcılık açıklaması 

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör Suçları Soruşturma Bürosu'nca yürütülen soruşturma kapsamında şu ifadelere yer verildi; “DHKP/C terör örgütü tarafından örgüte ait kurumların ihtiyaçlarını gidermek, örgüt adına yürütülecek faaliyetlere Finansal Destek sağlamak amacıyla İKOM (İhtiyaç Komitesi) kurulduğu belirlendi.

DHKP/C silahlı terör örgütü içerisinde faaliyet yürüten ve etkin pişmanlık hükümleri kapsamında ifade veren örgüt mensubu bir kişinin beyanı sonrasında yapılan incelemelerde; İKOM (İhtiyaç Komitesi) içerisinde faaliyet yürüten Doğan Karataştan ve Yunus Bolukoç isimli şüphelilerin 2014-2016 yılları arasında Ataşehir, Maltepe, Sarıyer ve Şişli Belediyeleri ile görüşerek örgüt adına Finansal Destek talep ettiği, DHKP/C terör örgütünün işçi yapılanması olan DİH (Devrimci İşçi Hareketi) tarafından bir tekstil firmasının çalışanlarının işten çıkarılmaları ve alacaklarının ödenmemesi üzerine şirketin örgüt tarafından ele geçirildiği belirlendi.

Ayrıca aynı tekstil firmasının 2014-2015 yılları arasında Sarıyer ve Şişli Belediyeleri tarafından gerçekleştirilen ihalelere girdiği, ihalelerde çocuklara dağıtılmak üzere kazak ve tişört alımı yapıldığı, söz konusu belediyeler hakkında Mülkiye Müfettişi tarafından yapılan incelemelerde ihalede yolsuzluklar tespit edildiği, kazak ve tişörtlerin ihale şartlarına uyulmadan bu tekstil firmasına verildiği ve piyasa bedelinin üzerinde fiyatlardan alımlar yapıldığı, ürünlerin kim veya kimlere dağıtıldığının belirlenemediği, ihale evrakları üzerinde oynama yapıldığına ilişkin tespitlerin bulunduğu, dolayısıyla Sarıyer ve Şişli Belediyelerinden ihale yoluyla DHKP/C silahlı terör örgütüne finans sağlandığı tespit edildi.

Yapılan çalışmalarda DHKP/C silahlı terör örgütünün yapılanmalarından olan İKOM içerisinde 2 şüpheli, DİH ve tekstil firması içerisinde 12 şüpheli, ayrıca 2014-2016 yıllarında örgüte finans sağlayan Ataşehir Belediyesi'nde 3, Maltepe Belediyesi'nde 5, Sarıyer Belediyesi'nde 8 ve Şişli Belediyesi'nde 8, toplamda 38 şüpheli tespit edildi. Sabah saatlerinde Maltepe, Kâğıthane, Şişli, Sarıyer, Küçükçekmece, Eyüpsultan, Sultangazi, Pendik, Beylikdüzü, Bağcılar, Kartal, Ümraniye, Fatih, Ataşehir, Beykoz'da 31 adrese, il dışında ise Samsun, Bursa, İzmir olmak üzere toplam da 34 adrese yönelik eş zamanlı operasyon yapıldı. Operasyonlarda 32 şüpheli yakalanarak gözaltına alındı. Arama işlemleri devam ederken, soruşturma kapsamında 2 şüphelinin yurtdışında 2 şüphelinin de cezaevinde tutuklu olduğu tespit edildi.”

                                                                ***

(Evrensel)




BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -11 Mart 2025-

İslamcılarla liberaller neden iyi anlaşıyor?-Yaşar Aydın-

Emperyalistlerin İslamcılara verdiği destek, liberallerin karar vermesini kolaylaştırıyor. Ne siyasal İslamcıların ne de liberallerin ülkeye, halka verebilecekleri tek bir şey yok. Farklı cenahlardan iktidar sözcülüğü yapan bu kesimlerin toptan yenilgiye uğratılması farzdır.

Türkiye son 20 yılda geçtiği her eşikte iki kesim ittifakına tanık oldu. Siyasal İslamcılar ve liberaller. Uzaktan bakınca çok anlaşamaz gibi görünen bu iki kesimin işbirliğinde Türkiye’nin kendine özgü yanları vardır kuşkusuz. Ama emperyalist-kapitalist blokun İslamcılara verdiği desteğin, liberallerin karar vermesini kolaylaştırdığını söylemek gerekiyor.

Şöyle geriye doğru bir gidelim. Cemaat-AKP ortaklığında cemaat kontenjanından iktidara iliştiler. Zaman gazetesinin ve Kanal 7’nin daimi konuklarıydı. 12 Eylül 2010 Referandumu’nda, Gezi İsyanı’nda her zaman iktidarla kol kola idiler. Çözüm sürecinin en güçlü enerjisi yine bu iki cenahın kardeşliği üzerinden ortaya çıktı. 15 Temmuz darbe girişimi ilişkilerinde kısmı zedelenme yaratsa da çok kısa sürede toparladılar. Devlet Bahçeli’ye duydukları büyük sevgi, sola, sosyal demokratlara, laiklere karşı düşmanlıkları da ortaktı.

Son ortaklıkları Suriye’de yaşanan katliamla birlikte ortaya çıktı. Ağız birliği etmiş gibi katliamın nedeni "Esad artığı" Alevilerdi.

İki kanadın mızrak ucu biçimlerinin konu ile ilgili fikirlerini aktardığımızda mesele daha iyi anlaşılacak.

Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan: "Suriye devleti bulundukları yerlerde terör estiren, sivilleri öldüren, bombalayan, devletin bütün uyarılarına rağmen bunu yapmaya devam eden Nusayri teröristlerin 100’e yakınını telef etti ya."

Ufuk Uras: "Günün sonunda fotoğrafın tümüne bakıldığında İran ve Esatçı artıkların bölgeyi provoke etmeye çalıştığı, bunu fırsat bilen bazı unsurların da sivillere intikam eylemlerine yöneldiği görülüyor."

Tesadüf mü? Hiç değil. Neden tesadüf olmadığına gelince.

İTİBARLARI DA YOK İNANDIRICILIKLARI DA

Bunların ilişkisinin nasıl başladığını hatırlamakta fayda olabilir. Kasım 2002 seçiminde ABD desteğiyle iktidarı ele geçiren toplum üzerinde İslamcılar hegemonya kurmakta zorlandı. Desteğe ihtiyaçları vardı. Fethullah Gülen cemaatinin kolaylaştırıcılığıyla siyasal İslamcı-liberal koalisyonun harcı bu nedenle atıldı. Batıcı, rant meraklısı, sol düşmanı diye sıralayabileceğimiz onlarca ortak noktaları olduğunu zamanla keşfettiler.

Liberaller sonraki yıllarda, İslamcı iktidarın sunduğu nimetlere o kadar alıştı ki taşa tutulsalar bile onlardan ayrılamaz durumuna geldi. Dostları, yol arkadaşları iktidar eliyle cezaevlerinde çürütülürken bile ses çıkaramadılar. Sadece ortalıktan belli bir süre çekilmek zorunda kaldılar.

Bahsettiğimiz liberaller kendilerine bir kez daha ihtiyaç duyulduğunu düşünüp yine ortaya çıktı. Çünkü halkın öfkesinin onlara yaşam alanı sunan siyasal İslamcı iktidarın alaşağı edilmesinden çok korkuyorlar. Azınlıkta kalsa bile siyasal İslam’ın iktidarda kalması için var güçleriyle mücadele ediyorlar.

Ne siyasal İslam’ın ne bu liberallerin ülkeye, halka verebilecekleri tek bir şey yok. Hikayeleri bitti. Kendilerine bir derinlik kattığını düşündüklerinden olacak uzun uzun uzağa bakıp konuşma yapıyorlar sadece. O konuşmalar da gençlerin "mavra" videolarına malzeme olmaktan başka bir işe yaramıyor. Ama yine de tüm yaşananlara rağmen bunların gerçek yüzünü göremeyen varsa hatırlamakta fayda olacaktır.

Siyasal İslamcılarla liberallerin artık siyam ikizine dönüştükleri de sürekli akılda kalmalı. Cerrahi operasyonla bile ayrılamaz. Farklı cenahlardan iktidar sözcülüğü yapan bu kesimlerin toptan yenilgiye uğratılması farzdır.

∗∗∗

ÖMER ÇELİK VE LAF SALATASI

AKP sözcüsü Suriye’de yaşanan katliama ilişkin yaptığı açıklama yine diğerleri çok konuşup hiçbir şey söylememe üzerine kuruluydu. Yaşananlara dair herkesi cahillikle suçlasa da gerçeklerle ilgili tek bir satır ifade edemedi. Örneğin sivilleri öldüren kimdi? Ya da "Suriye Suriyelilerin" ise katliamı yapanlar içinde başka coğrafyalardan gelen ne kadar cihatçı vardı? Ankara, "Suriye’deki yabancı savaşçılar" gitmeli derken bu konuda HTŞ ile hiç temas etti mi? Ya da temaslarından ne sonuç çıktı?

HTŞ’nin Şam’a girdiği günden başlayarak yeni yönetime tam destek verdi. Durumu devrim olarak niteledi. Bu saatten sonra Ankara Suriye’de yaşanacak her gelişmeden birinci derecede sorumlu tutulacak. Ömer Çelik bu durumun farkında. Paniği de biraz bu yüzden.

                                                               /././

Sağlıkta cuma günü ‘G(ö)REV’ var -Osman Öztürk-

Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, İtilaf Devletleri gemileri Sarayburnu önüne demirleyip toplarını Selimiye Kışlası’na çevirmişlerdir. Çok geçmeden Tıp Fakültesi’nin bir bölümü de İngilizler tarafından işgal edilir.

Haydarpaşa Tıbbiyesi öğrencileri yaşananları üzüntüyle izlemekte, çaresizlik içinde bir şeyler yapmak istemektedirler. Akıllarına Osmanlı İmparatorluğu’nda modern tıp eğitiminin başladığı 14 Mart 1827 tarihi gelir.

O tarihin doksan ikinci yıldönümünü vesile ederek izin alır, 14 Mart 1919 günü Darülfünun Konferans Salonunda bir çay partisi düzenlerler.  Toplantıda yapılan konuşmalarda tıbbi konuların yanı sıra ülkenin içinde bulunduğu duruma da değinilir.

İyi bir hatip olan Memduh Necdet konuşmasını “İtiraf ediyoruz ki vatan, bilhassa onun kalbi, beyni olan İstanbul bu dakikada korkunç bir buhran geçiriyor. Ama korkmuyoruz… Buradayız, burada kalacağız… İstanbul bizimdir, çünkü istiklâl buradadır.” cümleleriyle bitirdiğinde salon alkıştan inlemektedir.

Aynı gösteriler sonraki yıllarda da devam eder ve 14 Mart giderek Tıp Bayramı olarak yerleşir. İlk yıllarda Tıp Talebe Cemiyeti tarafından düzenlenen kutlamaları da zamanla tabip odaları üstlenir.

Yetmişli yıllarda ise 14 Mart günü Tıp Bayramı olarak, 14 Mart haftası ise Sağlık Haftası olarak kutlanmaya başlanır. Bu arada geleneksel tıp baloları da yerini giderek hekimlerin sorunlarını anlattıkları protesto gösterilerine bırakır.

∗∗∗

Hekimler, sağlık çalışanları AKP döneminde de 14 Mart haftalarını AKP’nin sağlık politikalarını protesto eylemleriyle geçirdiler. Sağlıkta şiddet, özlük hakları, çalışma koşulları gibi konular sıklıkla bu eylemlerin ana temalarını oluşturdu.

TTB, AKP’nin kurduğu sağlık sisteminin bütünüyle çöktüğünden hareket ederek bu sene 14 Mart haftasın için farklı bir temayla girdi. Ana sloganını “Başka Bir Sağlık Sistemi Mümkün!” olarak belirledi. Böylece aslında bir tema değişikliğinin ötesinde bir strateji değişikliğinin, daha doğrusu yeni bir stratejik aşamanın de ilk adımını atmış oldu.

Gerçekten de sistem öyle bir kör yumağına dönüştü ve öylesine çöktü ki, bugün artık AKP’nin kurduğu sistemi tamamen yıkmadan acillerden polikliniklere, aile hekimliklerinden eğitim ve araştırma hastanelerine, bir türlü ulaşılamayan randevulardan beş dakikada muayeneye, özellerdeki “ilave ücret” soygunundan sağlıkta çeteleşmeye kadar hiçbir sorunu çözmek mümkün değil.

Nitekim bir zamanlar AKP’ye büyük oylar kazandırdığı söylenen sağlık, son yıllardaki bütün kamuoyu yoklamalarında vatandaşların en çok şikayet ettikleri ilk üç arasına giriyor.

Aslında Saray da bu çöküşün farkında. Onun için göreve getirdiği sağlık bakanlarını durumu düzeltmeleri için sıkıştırıp duruyor. Ancak, heyhat; son hızla yokuş aşağı giden kamyon fren tutmuyor. Göreve gelen bakanlar canhıraş sistemin neresine yama yapmaya çalışsalar bir başka tarafı patlak veriyor.

Sağlıkta işleri düzeltmenin tek yolu kamucu-toplumcu bir sağlık sistemi kurmak. Ne var ki ona da AKP’nin ne genetik kodları ne de zihniyeti uygun değil.

Üzerinde “Sağlık Reformu” yazan kamyonun uçurumdan aşağı yuvarlanmadan ya da duvara toslamadan duracağı da yok.

∗∗∗

TTB işte bunun için aylar öncesinden başlayarak ‘Başka Bir Sağlık Sistemi Başka Bir Hekimlik Ortamı Mücadele Programı’ oluşturdu. Şubat başından başlayarak bir dizi panel, çalıştay, sempozyum gerçekleştirdi.

Şubat sonunda da İstanbul’dan yola düşüp Gebze, İzmit, Balıkesir, Bandırma, Bursa, Eskişehir’den geçen bir Beyaz Yürüyüş düzenledi. Yürüyüşün finalini de Ankara’da yaklaşık beş yüz hekimin katıldığı Büyük Hekim Buluşması ile yaptı.

Geçen hafta da 14 Mart Cuma günü için G(ö)REV kararı aldı.

İlk kez duyanlar için “G(ö)REV” kelimesi garip gelebilir, önce onu izah edeyim.

TTB’nin ilk G(ö)REV eylemi 5 Kasım 2003’te gerçekleşmişti. Hem kamuda grevin resmi olarak yasak olması, hem de TTB’nin meslek örgütü olması nedeniyle doğrudan grev yerine, aynı çağrışımı yapan G(ö)REV tercih edilmişti.  Zamanla iyice yerleşti, şimdi bütün hekimler “G(ö)REV”in grev, grevin de “G(ö)REV” olduğunu biliyor.

TTB 14 Mart Cuma günü tüm hekimleri ve sağlık emekçilerini hastalara, çalışanlara iyilik sağlama şansı kalmamış olan mevcut sağlık sistemini ve yönetimi protesto etmek, “Başka Bir Sağlık Sistemi”ni muhataplarına ve halka anlatmak üzere G(ö)REV’e davet ediyor. Vatandaşları da o gün sağlık kurumlarına muayene olmaya değil, hekimlere, sağlık çalışanlarına destek olmaya çağırıyor.

Başta SES ve Genel Sağlık-İş olmak üzere sağlık alanında örgütlü diğer sendika ve derneklerden de aynı gün için iş bırakma kararı alanlar oldu.

O gün çöken sağlık sisteminin altında kalan doktorlar, sağlık çalışanları, hastalar için seslerini çıkaracakları önemli bir gün olacak.

O halde bu Cuma günü haydi G(ö)REVe, haydi greve!

                                                                 /././

İntihar girişimine iş kazası denildi -Berkay Sağol-

Muğla Datça Devlet Hastanesi’nde hemşire T.A.’nın uzun süredir maruz bırakıldığı  mobbing nedeniyle geçen cuma günü intihar girişiminde bulunduğu belirtildi. T.A.’ya ilk müdahale hastanenin acil servisinde yapıldığı, burada bulunan acil servis  sorumlusu hekim U.M.K’nin ise yaşanan olayı sisteme “iş kazası” olarak bildirdiği öğrenildi. Konuyla ilgili adli ve idari soruşturma başlatıldığı bildirildi. Hemşire, daha sonra tedavi için Marmaris Devlet Hastanesi’ne sevk edildi ve tedavisine burada devam edildi.Datça Devlet Hastanesi’nde aylardır birçok hemşirenin görev yerinin sürekli olarak değiştirildiği belirtildi. Hastane müdür yardımcısı Y.T.’nin kendi eşini palyatif servise almak için diğer hemşirelerin görev yerlerini sürekli olarak değiştirdiği iddia edilirken, acil servis sorumlu hekimi U.M.K’nin de tartışma yaşadığı hemşirelerin görev yerlerinin değişiminde sorumlu olduğu ileri sürüldü. (AŞIRI NÖBET) Ayrıca hastanedeki acil serviste çalışan hekimlerin çalışma koşulları ve saatlerinden memnun olmadığı öğrenildi. Acil serviste çalışan hekimlerin insanlık koşullarını zorlayacak şekilde nöbet çizelgesiyle çalıştığı, gün aşırı nöbet tuttuğu da ifade edildi. Acil serviste doktor eksikliği olmasına rağmen bir hekimin de birkaç ay içinde birçok farklı branşta görevlendirildiği öğrenildi.

                                                               ***

Sarıyer ve Şişli belediyelerine soruşturma: 32 kişi gözaltına alındı

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, "DHKP-C'ye 2014-2016 yılları arasında  Sarıyer ve Şişli belediyelerindeki ihaleler üzerinden finans sağlandığı" iddiasıyla soruşturma başlattı.DHA'nın haberine göre; soruşturma kapsamında 38 kişi hakkında gözaltı kararı verilirken, 34 adrese baskın yapıldı ve 32 kişi gözaltına alındı.

                                                    ***

Emekliye 4 bin lira, Saray’a zam garantisi -Havva Gümüşkaya-

Emekli ikramiyesinin 3 bin liradan 4 bin liraya çıkarılmasını öngören kanun teklifi Meclis’e sunuldu. Emekli ikramiyesi asgari ücretin yüzde 18’ine geriledi. Teklifle Cumhurbaşkanı'nın maaşı TBMM Başkanı'nın maaşının yüzde 5 fazlasına endekslendi.(https://www.birgun.net/haber/emekliye-4-bin-lira-saraya-zam-garantisi-606259)

                                                           ***

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...