T-24 "Köşebaşı + Gündem" -7 Nisan 2025-

WhatsApp yerine Signal, X yerine Bluesky kullanınız…-Füsun Sarp Nebil-

Sosyal medya şirketleri öyle büyüdüler ki, kimseye aldırdıkları yok. Tek düşünceleri "para kazanmayı sürdürmek" haline geldi. Asıl sermayeleri olan kullanıcıları harcayıp, para kazanmayı sürdürmek için hükümetlere istediklerini verme ikilemine düşüyorlar. Burada bahaneleri de sağlam; "yerel kanunlara uyuyoruz"

elon musk bluesky x

10 gün önce "x'i boykot edin, BlueSky'a geçin" başlıklı yazımda neden Musk'ın x.com'unu bırakmak gerektiğini yazmıştım. Bugün buna "WhatsApp'ı boykot edin Signal'e geçin" diye devam edeceğim. Ama bunu zaten ben ya da dünya yeni söylemiyoruz. Hatta 2020'de AB Komisyonu da kendi elamanlarına söyledi.

Şimdi artık, sosyal medyanın merkezi ve kapalı kod olanlarını kullanmaya son vermek lazım. Bunu kendi kişisel verilerinizin ne olduğunu bilmediğiniz yerlere satılmasını ya da hükümetlere verilmesini önlemek için ya da okumak isteyeceğiniz bilgilerin/kişilerin sansürlenmesini istemiyorsanız yapmalısınız.

"Sosyal medya" hayatımıza, aşağı yukarı 2005'ler sonrasında girdi.  Bunları, antik Yunan kentlerinin merkezinde halkın politik, dini, ticari her türlü konudaki gelişmeleri öğrendiği, fikirlerini açıkça beyan edebildiği "AGORA" meydanlarına benzetebiliriz. Yani demokrasinin bileşenlerinden birisi gibi gözüküyorlar. Halkın sesini duyuruyorlar.

Ancak halkın düşüncelerini bu derece aktarması hoşa gider mi? Noam Chomsky'nin Medya Gerçeği kitabında, 1985'lerde UNESCO altında yapılan "Medyanın demokratikleştirilmesi" çalışmasına işaret eder. Başlatılmış ama kısa süre sonra, vatandaşın sesinin duyulması kurulu düzende sıkıntı yarattığı için sona erdirilmiş.

Sosyal medya şirketlerinin yeni hareket tarzı

Sosyal medya platformları için de benzer bir durum söz konusu. Hükümetler kademeli olarak artan düzeyde, sosyal medyanın özgürlüğünden hoşlanmadıklarını ortaya koyuyor. Özellikle de otokrasiler hiç hoşlanmıyor. Demokrasi diye geçinenler de bir şekilde engellemeye çalışıyor. Sosyal medya şirketleri de gitgide buna daha fazla uyum gösteriyor.

2011'de New York polisi, Wall Street Occupiers konusunda Twitter'ı sıkıştırdı. Jack Dorsey neredeyse 1 yıl kadar direndi. Ama sonuçta mahkeme kararı ile kendisinden istenen bilgileri verdi. Aslında 2005-2010 aralığında, kendilerini henüz oluşturmaya çalışan sosyal medya platformları için kullanıcıları çok çok önemliydi. Mesela o dönemde Google, New York'taki "Çin'in antidemokratik yaklaşımlarına" yönelik protestolarnedeniyle Çin gibi dev bir pazardan çıkmayı göze almıştı.

Şimdi 2025’te artık böyle değil. Farklı dikey ya da yatay kitlelere hitap eden sosyal medya platformlarının ya engellenmeleri (dolayısıyla para kazanamaz hale gelmeleri) söz konusu, ya da paşa paşa kendilerinden istenenleri vermek zorundalar. Uzun uzun açıklamalar yayınlasalar da, EkşiSözlük'ün başına gelen de bu olabilir.

2009’larda kullanıcılarının protestosu ile Çin gibi dev bir pazardan çıkan Google'un şimdilerde hükümetlerle düşüp kalktığı ve kullanıcılarına pek aldırmadığı, bazen hükümetlere kişisel veri kapsamında gizli kalması gereken müşteri bilgilerini (Gmail) verdiği biliniyor. En azından Hindistan'da iklim aktivistinin 2 kişilik görüşmelerinin (mesela aktivist ve Greta Thurnberg arasındakini) ya da maillerinin dava dosyasında gözükmesi buna işaret ediyor. Tabi kullanıcı bilgilerini veren ya da hesapları askıya alan, kapatan sadece Google da değil, x.com, Facebook, Instagram, Linkedin ve hatta Zoom da böyle davranıyor.

Sosyal medya şirketlerinin başı globalde zaten dertte. Avrupa’da vergi vermiyor olmaları ve çok büyümeleri nedeniyle Avrupalı şirketlerin (ya da diğerlerinin) büyümelerini engelledikleri için dertte. ABD’de ise hem çok büyüdükleri, her alana el attıkları ve diğer şirketleri satın alma ya da önünü kesme yoluyla engelledikleri için tartışılıyorlar. Hatta eski ABD başkanı Biden hem Cumhuriyetçilere, hem Demokratlara, bunlara karşı birleşmek ve mücadele etmek için çağrı yapmıştı.

Sonuçta, sosyal medya şirketleri öyle büyüdüler ki, kimseye aldırdıkları yok. Tek düşünceleri "para kazanmayı sürdürmek" haline geldi. Asıl sermayeleri olan kullanıcıları harcayıp, para kazanmayı sürdürmek için hükümetlere istediklerini verme ikilemine düşüyorlar. Burada bahaneleri de sağlam; "yerel kanunlara uyuyoruz."

Vatandaşın haberleşmesinin kontrolü

AKP hükümeti, 2020 yılında 5651 sayılı kanuna sosyal medya düzenlemeleri eklemişti. Yani istemedikleri mesajları ya da kişileri, sosyal medya firmalarına uygulayacakları para cezası, bant daraltma vs ile kontrol altına almaya çalıştılar. Ancak haberleşmelerin 2 kişi ya da grup arasında kalan modelleri (yani WhatsApp, Gmail, Zoom vs) henüz kontrol edemiyorlar. Şimdi AKP’nin mart ayında TBMM'den son geçirdiği Siber Güvenlik kanunu ile bu sefer bu 2 kişinin ya da grubun arasında kalması gereken haberleşmeler için yeni düzenleme geliyor.

Yasanın adı Siber Güvenlik kanunu ama hedefin, siber güvenlikten çok vatandaşın gözönünde olmayan haberleşmesinin kontrol edilmek istenmesi olarak değerlendiriliyor. Çünkü içeriğe bakıldığında, son yılların esas sorunlarına dair yeni önlem göremiyoruz. Halkın çok rahatsız olduğu telefon ve banka dolandırıcılıklarına karşı gerekli koordinasyonun yaratılmadığı, siber güvenlik açısından önemli olan bazı konuların ele alınmadığı anlaşılıyor. Çünkü kanun hazırlanırken, akademisyen ya da özel sektör siber güvenlikçilerinden görüş alınmadı. Kendilerin lazım olan maddeleri yazıp geçtiler. Kadroları da, zaten şu ana kadar siber güvenlikte herhangi bir başarısını göremediğimiz BTK'nın USOM ekibi ve Dijital Dönüşüm ofisinin elemanları ile oluşturdular. Yani eski tas, eski hamam.

Signal'e neden geçmeliyiz: WhatsApp konusundaki şaibeler

Genel perspektifi böyle çizdikten sonra WhatsApp ve x.com özelinde sorunlara yakından bakalım.

AKP'nin hedefinde WhatsApp mesajlaşmaları olduğu anlaşılıyor. Çünkü x.com gibi ortamlarda açık yazılan eleştirilerin, vatandaşların başına çeşitli dertler açması yüzünden, muhalefetin yürütüldüğü önemli bir ortam WhatsApp platformu. AKP şimdi WhatsApp'ın bir temsilcilik açmasını istiyor ve önüne sosyal medya firmalarına yönelik getirilen bant daraltma, para cezaları gibi tehditleri koyuyor.

Bunun sonucu ne olabilir? Basit: WhatsApp engellenebilir, (gerçi WhatsApp 2023'de bant daraltmalara karşı önlem aldığını açıklamıştı) ya da daha kötüsü, acaba AKP talep ederse, bazı kişiler ya da gruplar arasındaki mesajlaşmalar şifresiz olarak verilebilir mi?

Olmaz diyemiyoruz. Çünkü 2021'de WhatsApp'ın düzenli olarak ABD'li savcılara  platformun üzerindeki konuşmaları sunduğu ve/veya 15 bin kadar moderatörün bunları inceleyebildiği ortaya konulmuştu. Yani WhatsApp kendisinin iddia ettiği kadar güvenli değil. Zaten en azından meta verilerini (kimin kiminle, hangi gün ve saatte, ne sıklıkla konuştuğu, hangi cihazla, hangi IP'den konuştuğu vs) verdiği, kullandığı biliniyor.

Ayrıca çok güvenli olmadığını da, Canduri casus yazılımı ile hacklenmesi ya da bazı bilgisayar korsanlarının  WhatsApp kullanıcılarının telefonlarını açık açık satmasından görmüştük. Bu nedenle yapılan araştırmalara göre, ABD'liler artık Instagram ve WhatsApp'a güvenmiyor.

"tan uca şifreleme" ve "yüksek gizlilik" iddiaları öne süren ama Gözetim Kapitalizminden nemalanan WhatsApp'a karşı, kısa bir süre önce önemli bir eleştiri Signal Başkanı Meredith Whittaker'dan  geldi.  Whittaker, Meta'nın (Facebook'un ana şirketi) WhatsApp'ı "uçtan uca şifrelenmiş" olarak sunmasını karşın, arka planda kime, ne zaman, ne sıklıkta ve ne kadar süreyle mesajlaştığınızla ilgili verileri toplamasını eleştirdi. Whittaker, "Meta verileri işlerken, WhatsApp gizliliği pazarlıyorşeklinde suçladı. Bunu "gizlilik tiyatrosu" olarak adlandırdı: Çünkü yüzeyde şifreleme varken, altında gözetim mevcut.

Bu nedenle yazımızın başlığındaki tavsiyemizi hatırlatalım; bir an önce WhatsApp'dan Signal'e geçin. En azından hassas haberleşmelerinizi Signal üzerinden yapın.

Bunu sadece biz değil, bugünlerde bütün dünya yapıyor. Mart ortasında ABD üst yönetiminin Yemen konusundaki konuşmalarını Signal üzerinde yaptığının ortaya çıktığı sonrasında yapılan araştırmaya göre ABD'li kullanıcıların yüzde 45'i, küresel kullanıcıların yüzde 28'i Signal'e geçti bile.

Dünya neden Signal'e geçiyor?

Çünkü Signal açık kaynaklıdır. Gizli bir gözetim olup, olmadığını kontrol için kodu herkes tarafından incelenebilir. Bu önemli.  Dolayısıyla kodlarından hareketle, Signal sizin hakkınızda neredeyse hiçbir veri toplamaz — sadece telefon numaranız elindedir. Signal bağışlarla finanse edilen kar amacı gütmeyen bir kuruluştur. Signal her zaman yeni güvenlik özelliklerini (kaybolan mesajlar, mühürlü gönderici vb.) zorluyor. Çünkü Signal ile amaç sadece güvenli iletişim olarak veriliyor (en azından şimdilik).

Buna karşılık WhatsApp, uçtan uca şifreleme iddia etse de, uzun bir gizlilik skandalları geçmişi olan Meta'ya (Facebook) ait. Tonlarca meta veri toplar (kiminle, ne zaman, ne sıklıkla konuştuğunuz, cihaz bilgileri, IP adresi vb.). WhatsApp reklam içermez ama bilgilerinizi paylaştığı ve kullanıcı verilerinden kâr eden devasa bir reklam ekosisteminin (Meta) parçasıdır.

WhatsApp iş modeli güvenliğe odaklanmıyor; etkileşim ve para kazanmaya odaklanıyor. WhatsApp'ta (Meta altında) amaç karı artırmak için veri toplamaktır.

Bu arada Signal'in bir zamanlar WhatsApp'ın altyapısı olduğunu hatırlatalım. Ama WhatsApp'ı Zuckerberg'e satan 2 kurucu, Acton ve Koum, daha sonra sistemin güvenliğinin geldiği noktaya itiraz ederek ayrıldılar ve Acton Signal'i tek başına güvenlikli bir uygulama yapmak için uğraşıyor.

Özetle; Gerçek gizlilik, daha az risk ve gizli veri madenciliği istemiyorsanız, Signal daha iyi bir seçimdir (en azından şimdilik, yarın değişirse durum bakarız).

x.com'u da bırakıp, merkeziyetsiz sosyal medyaya geçin (Mastadon, Bluesky)

x.com'u neden bırakmanız gerektiğini, 10 gün önce belirtmiştik. Bu yazıda başka bir kaç noktaya değinelim.

ABD'de 2020'deki "Goeorge Floyd'un polisler tarafından öldürülmesi" sonrasında patlayan "Black Lives Matter" olaylarında, Trump'ın şiddet öneren 2 tweet'inin altına uyarı etiketi eklenmişti. Arkasından 6 ocak 2021'deki Capitol Hill baskını sonrasında ise Trump'ın hesabı hem Facebook, hem de Twitter'dan bloklandı. O zaman henüz x'i almamış olan Elon Musk güya "ifade özgürlüğü"nü savunmuştu. Meğerse sadece Trump'ın ifade özgürlüğünden bahsediyormuş. Zaten bu nedenle x sürekli üye kaybediyor.

Jack Dorsey, zaten bu hükümetlerden gelen baskılar olayını fark etmiş ve 2019'dan itibaren "merkezi olmayan" sosyal medya üzerinde çalışmaya ve yatırıma başlamıştı. "Neden Merkeziyetsiz?" diye hala soran var mıdır? Bu; sansürlenemez, kapatılamaz anlamına geliyor. Orası kapatılsa, başka bir IP'den devam eder. Bir başka önemli merkeziyetsiz sosyal medya da kendisini Satılık Olmayan Sosyal Medya diye sunan, Alman menşeli "Mastodon'dur" sırası gelmişken hatırlatalım.

Şimdi ‘neden x.com'u bırakıp, Mastodon ya da BlueSky'a geçmeliyiz'i özetleyelim;

x, Elon Musk'a aittir; yani ifade özgürlüğü, moderasyon ve algoritmalarla ilgili kararlar bir topluluk tarafından değil, tek bir kişi tarafından verilir. Bluesky ve Mastodon ise merkeziyetsizdir; hiçbir kişi veya şirket onları kontrol etmez.

x'in moderasyonu karmaşıklaştı: Musk devraldığından beri daha fazla nefret söylemi, bot ve yanlış bilgi arttı. Mastodon'da her sunucu kendi kurallarını belirler. Bluesky, istediğiniz içerik filtrelerini seçtiğiniz "birleştirilebilir moderasyon" üzerinde çalışıyor.

x'in akışı sizi bağlı tutmak için viral ve tartışmalı içerikler sunar. Bluesky ve Mastodon size manipüle edilmiş bir algoritma dayatmaz; takip ettiğiniz kişilerin gönderilerini kronolojik olarak görürsünüz. Bluesky kullanıcıların algoritmaları seçmesine (veya devre dışı bırakmasına) olanak tanır. Mastodon (Fediverse) varsayılan olarak kronolojiktir; zorunlu algoritmik beslemeler yoktur.

x, reklamlar ve etkileşim algoritmaları için kapsamlı kullanıcı verileri toplar. Bluesky ve Mastodon daha katı gizlilik politikalarına sahiptir ve Mastodon merkeziyetsizdir (tek bir şirket verilerinizin sahibi değildir).

Bluesky ve Mastodon açık kaynaklıdır — herkes işlerin nasıl yürüdüğünü görebilir. x artık platformunu nasıl çalıştırdığı konusunda kapalı ve gizlidir.

Bluesky'nin protokolü (AT Protokolü) sosyal kimliğinize sahip olmanızı ve hatta isterseniz başka bir uygulamaya geçmenizi sağlar. Mastodon Fediverse'nin bir parçasıdır. Takpçilerinizi kaybetmeden  sunucular arasında seçim yapma ve hareket etme özgürlüğü de verir. x tamamen merkezileştirilmiştirElon Musk politika değişikliklerini tek taraflı olarak kontrol eder.

çok daha toksik ve aşırı hale geldi. Öfke ve reklamları teşvik eden etkileşim odaklı algoritmalar kullanıyor. Mastodon ve Bluesky genellikle daha küçük, daha sağlıklı topluluklara sahip. Mastodon sunucuları topluluk tarafından modere edilir (iyi kurallara sahip bir sunucu seçin). Bluesky proaktif moderasyona ve kullanıcı odaklı raporlamaya sahiptir.

sa özet:

Bluesky ve Mastodon = Özgürlük, gizlilik, kontrol.
x = Merkezi güç, toksisite, manipülasyon.

                                                       /././

CHP'nin yeni PM ve YDK üyeleri belli oldu: Özgür Özel’in anahtar listesinin tamamı delegeden onay aldı

CHP kurultayı "İrade milletindir" sloganıyla toplandı

CHP'nin 21. Olağanüstü Kurultayı'nda, Parti Meclisi (PM) ve Yüksek Disiplin Kurulu (YDK) seçimlerinin sonuçları açıklandı. Yeniden Genel Başkanlığa seçilen Özgür Özel'in seçimler öncesi yayınladığı 52 kişilik anahtar listesinin tamamı delegeden onay aldı. CHP PM’de eski başkan Kemal Kılıçdaroğlu'na yakınlığı ile bilinen Ali Haydar Hakverdi, Semra Dinçer ve emekli büyükelçi Namık Tan yer aldı. 38. Olağan Kurultay'da bağımsız girdiği seçimde listeyi delerek PM'ye giren Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz da en fazla oyu alan kişi oldu. Ayrıca PM’de “Her şey çok güzel olacak” sloganının mimarı olan ve tutuklanan Ekrem İmamoğlu için yapılan protestolarda gözaltına alınıp tutuklanan Berkay Gezgin de yer aldı. Listede ayrıca, trafikte üç kişinin saldırması sonucu hayatını kaybeden motokurye  Samet Özgül'ün kardeşi Berna Özgül de var. 60 kişiden oluşan PM'nin 8 üyesi, Bilim Kültür Sanat Platformu (BKSP) listesinden seçildi. YDK seçimlerinde ise en fazla oyu alan Özgür Sağlam oldu.

Resmi sonuçlar, parti tüzüğünde belirtilen "cinsiyet" ve "gençlik" kotasının uygulanması ve itirazların değerlendirilmesinin ardından açıklanacak.

Özgür Özel yeniden Genel Başkan

Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP), "partiye kayyım atanmasını engellemek amacıyla" aldığı karar doğrultusunda yapılan 21. Olağanüstü Kurultayı'nda tek aday olan Özgür Özel, geçerli 1171 oyun tamamını alarak yeniden CHP Genel Başkanı seçildi. 

Parti yönetimi belli oldu

Kurultayda, kürsü konuşmalarının ve Genel Başkanlık seçimlerinin ardından saat 20.00 sıralarında başlayan PM ve YDK ile Bilim Kültür Kurulu üyelikleri için seçimler saat 23.50'de tamamlandı ve oy sayımına geçildi. Oy sayımı 03.30 sıralarında tamamlanarak, sonuçlar açıklandı.

PM, YDK ve Bilim Kurulu üyelikleri için kurultayda, Genel Başkan Özgür Özel'in anahtar listesi ile İstanbul Milletvekili Oğuz Kaan Salıcı öncülüğünde hazırlanan "Denge ve Dayanışma" ve Elazığ Milletvekili Gürsel Erol tarafından hazırlanan "Ortak Akıl Ortak Vicdan" listelerindeki isimler yarıştı.

Anahtar listede yer alan mevcut PM üyesi, Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz 876 oyla yeni PM seçimlerinde ilk sırada yer aldı. Yavuzyılmaz'ı, 856 oyla İstanbul Milletvekili Suat Özçağdaş ve 815 oyla Şanlıurfa Milletvekili Mahmut Tanal takip etti.

"Kılıçdaroğlu kayyım olarak atanır mı" sorusuna “Yüzüne tükürürler” yanıtı nedeniyle Kılıçdaroğlu cephesinin tepki gösterdiği Gökhan Zeybek de 43’üncü sıradan PM’ye girdi. Zeybek, bir önceki kurultayda en çok oyu alan isimdi.

Özgür Özel'in 12 kişilik BKSP listesinden 8 tercih yapıldı. 12 kişilik listedeki Örsan Kunter Öymen, Baran Seyhan, Taner Demirer, Armağan Erdoğan isimleri yer alamadı.

PM’de eski Merkez Yönetim Kurulu’ndan (MYK) Genel Başkan Yardımcıları Volkan Demir ve İlhan Uzgel'in dışında tüm isimler yer aldı. Demir'in Can Akın Çağlar'ın emekliliğinin ardından İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreterliğine getirileceği öğrenilmişti.

İşte Özgür Özel'in A takımı 

CHP'nin A takımı olarak belirtilen 52 PM üyesi, resmi olmayan ve kota uygulanmış haliyle şu isimlerden oluştu:

"Deniz Yavuzyılmaz, Suat Özçağdaş, Mahmut Tanal, Gül Çiftci, Ensar Aytekin,  Hikmet Erbilgin, Gamze Taşcıer, Ali Abbas Ertürk, Canan Taşer, Mahir Yüksel, Namık Tan, Turgay Özcan, Selin Sayek Böke, Özgür Karabat, Berkay Gezgin, Erhan Adem, Baki Aydöner, Semra Dinçer, Saniye Barut, Deniz Yücel, Nurhayat Altaca Kayışoğlu, Ozan Işık, Ali Haydar Hakverdi, Yalçın Görgöz, Burhanettin Bulut, Ali Haydar Fırat, Murat Bakan, Melisa Uğraş, Pınar Uzun Okakın, Ulaş Karasu, Bedirhan Berk Doğru, Hikmet Yalım Halıcı, Nazan Güneysu, Burcu Mazıcıoğlu, Mehmet Necati Yağcı, Zeliha Aksaz Şahbaz, İsmail Atakan Ünver, Ecevit Keleş, Mustafa Sezgin Tanrıkulu, Berna Özgül, Şengül Yeşildal, Mehmet Alkın Denizaslanı, Gökan Zeybek, Uğurcan İrak, Özgür Ceylan, Sinem Kırçiçek, Sevgi Kılıç, Engin Özkoç, Niyazi Şen, Aylin Nazlıaka, Ahmet Hakan Uyanık, Uygar Parçal."

PM yedek listesi ise şu isimlerden oluştu:

Orhan Sarıbal, Deniz Demir, Mustafa Tunç Soyer, Koza Yardımcı, Oğuz Kaan Salıcı, Müslim Sarı, Ali Öztunç, Selçuk Sarıyar, Mahir Polat, Gonca Yelda Orhan.

YDK üyeleri belirlendi

Özgür Sağlam 742 ile YDK'de en çok oy alan isim oldu. Sağlam'ı, 736 oy ile Deniz Çakır ve 732 oy ile Turan Taşkın Özer izledi. YDK'nin 15 kişilik listesi şu isimlerden oluştu:

"Özgür Sağlam (742), Deniz Çakır (736), Turan Taşkın Özer (732), İsmail Emre Telci (697), Esin Fatma Temel (695), Özkan Tice (652), Nurdan Yücal (696),  Hümeyra Akkuş Sandıkcı (669), Ayça Akpek Şenay (725), Ekincan Aksoy (623), Ali Balta (643), Süleyman Bülbül (723), Deniz Demiröz (660), Aysemin Gülmez (692), Remzi Kazmaz (577)."

12 kişilik BKSP listesinden 8 tercih yapıldı

Kurultayda, 60 kişilik PM'nin BKSP listesinden seçilen üyeler de belirlendi. Özgür Özel'in, 12 kişilik BKSP listesinden 8 tercih yapıldı. Kotalı şekilde isimler şunlardan oluştu:

"Yalçın Karatepe (881), Yankı Bağcıoğlu (858), Emine Uçak Erdoğan (817),  Gülşah Deniz Atalar (809), Gökçe Gökçen (794), Bahattin Bahadır Erdem  (781), Baran Bozoğlu (735), Berker Esen (731)"


                                                             ***

İstanbul’da ne oldu, ne oluyor, ne olacak?-Tolga Şardan-

İçişleri Bakanlığı, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, İzmir, Bursa, Eskişehir gibi büyükşehirlerde yaşanan sokak olaylarında polisin müdahale tarzının araştırılması ve incelenmesi amacıyla müfettiş görevlendirmesi yaptı. Yaşananların araştırılması çerçevesinde özellikle gözaltı ve nezarethanede tutulma işlemleri konusunda bazı özel ihbar ve şikayetler de incelemeye alındı

saraçhane protesto imamoğlu

Konuya girmeden önce birbiriyle bağlantılı iki ön bilgiyi aktarmakta fayda var.

İlki, meslektaşım Gökçer Tahincioğlu’nun geçen cuma T24’te kaleme aldığı  yazısı. Tahincioğlu, yazısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından sokağa çıkanların profili ortaya koymaya çalıştı. Okumanızı öneririm.

İkincisi ise, Eski Hatay Baro Başkanı Ekrem Dönmez’in yürüttüğü hukuki süreç. Kısa özet vereyim; hatırlarsınız, Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun döneminde Emniyet Genel Müdürlüğü sokak eylemlerinde polislerin “ses ve görüntülerinin alınmasını engelleyen” özel genelgeyi yürürlüğe koydu.

Genelgenin iptali konusunda yürütülen hukuki süreç sonunda, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Avukat Ekrem Dönmez’in davacı olduğu dosyayı geçen kasımda karara bağladı.

Kurul, İçişleri Bakanlığı’nın itirazı reddetti. Kurul, oy çokluğuyla Danıştay 10. Daire’nin kararını onadı. Böylelikle, genelge iptal oldu. Şimdilik yeni bir durum yok. Sokak eylemlerinde, ses ve görüntü kaydı yapılmasında bir engel kalmadı.

Sokağın tablosu

İmamoğlu ve ekibine yönelik adli soruşturmayla başlayan sokak hareketleri, birbirini takip eden günlerde kısa sürede farklı protesto eylemlerine evrildi.

Belediyecilerin tutuklanmasından sonra CHP’nin öncülük ettiği ve Genel Başkan Özgür Özel’in 19 Mart akşamı Saraçhane’de parti otobüsünün üzerinden başlattığı eylemler, bayram arasıyla beraber ikinci haftasını tamamladı.

Büyük şehirlerde başlayan sokak eylemlerinin iki hafta içinde geniş halk kesimlerince sahiplenilmesi dikkat çekici.

Ülke genelinde dalga dalga yayılan protesto eylemlerinde İstanbul başı çekti/çekiyor. Peşinden Ankara, İzmir, Bursa, Eskişehir, Adana, Mersin gibi büyük kentler geliyor.

Özel’in parti otobüsü üzerinden başlattığı ve üç gece üst üste gerçekleşen Saraçhane’deki iktidara yönelik protestolar, yüzbinlerin katıldığı Maltepe buluşmasıyla büyüdü. Akabinde eylemler, önce öğrencilerin tutuklanmasını protesto, ardından da ülke genelinde ticari boykota dönüştü.

Çoğunluğu İstanbul olmak üzere kamuoyuna yansıyan görüntüler, analizler, bilgiler ve açıklamalar, iki haftada yaşananların iktidarın gözünde rahatsızlıkla birlikte sıkıntı yarattığını gösteriyor.

Zira, iktidarın en çok rahatsız olduğu konuların başında 2013’teki Gezi Parkı eylemleri geliyordu kuşkusuz. Bir daha böyle bir sürecin yaşanmaması için iktidar, kitleler üzerinde baskı unsurunu hep kullandı.

Ancak bu kez tablo, Gezi’den epeyce farklı oldu. İktidarın karşısındaki eylemci gruplar, sadece Türk ve Kürt solu gruplarından oluşmadı. MHP dışındaki kentli milliyetçi gruplar sokaklarda yer aldı. Her ne kadar Türk ve Kürt solundan ayrı yerde dursalar da kentli milliyetçi grupların sokağa çıkması, süreci Gezi Parkı eylemlerinden daha farklı bir atmosfer yaratılmasının önünü açtı.

Meslektaşım Tahincioğlu’nun “sokak analizi”ni bu nedenle okumanızı önerdim.

Bilhassa İstanbul’da başlayan eylemlere yönelik polis müdahalesinin “yukarıdan” gelen talimatlarla sertleştiği biliniyor. CHP Genel Başkanı’nın ilk günkü konuşmasından hemen sonra ve sonraki mitinglerin ardından başlayan müdahaleler sırasında epeyce can sıkıcı görüntüler yaşandı.

Bir parantez açayım; sokak eylemleri, kamu yönetimince yani mülki amirler ve güvenlik güçlerince 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na göre değerlendiriliyor.

Eylemler sırasında sokağın ve eylemcilerin güvenliğinin sağlanması, mülki amir ve olay yerindeki güvenlik güçlerinin en yüksek rütbelisinin sorumluluğunda.

Bu sorumluluk çerçevesinde yapılan müdahaleler vardı İstanbul’da.

Emniyet cephesinde neler oluyor?

Yaşananları, Ankara’da emniyet kökenli emekli ve muvazzaf bazı kaynaklarımla görüştüm.

Edindiğim bilgiler şöyle aktarabilirim.

* Yürütülmesiyle tepki çeken İBB soruşturmasının merkezindeki İstanbul’da polisin müdahalesinin sertleşmesinde siyasi iradenin tutumunun etkisi büyük.

* Bu arada gerek İçişleri Bakanlığı gerekse Emniyet Genel Müdürlüğü’nde olayın seyrine göre ne şekilde müdahalede bulunulacağı konusunda bir kafa karışıklığı yaşandı. Söz konusu kafa karışıklığının sebebi, siyasi iradedeki bakış açısının net ol(a)mamasıydı.

* İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün süreçle ilgili herhangi bir yol haritasının olmadığı görüldü. “Kervan yolda düzülür” deyişi misali günübirlik strateji üretildiğinin anlaşılması, teşkilat yönetiminde belirsizliğe neden oldu/oluyor.

* Kimi kaynaklarıma göre, bu yol haritası halen hazırlanmış değil. Özellikle İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ile Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş’ın, henüz ne zaman sonuçlanacağı belirsizliğini koruyan gelişmelere yönelik Ankara’da toplantılar düzenleyip alternatifli strateji geliştirmek yerine memleketlerinde bayram kutlaması dikkat çekici.

* İstanbul’da polis kuvvetlerinin en tepesindeki isim olan İstanbul Emniyet Müdürü Selami Yıldız, mesleki kariyerinde toplumsal olaylarda göstericilerle karşı karşıya gelmemesi nedeniyle böylesi kriz süreçlerinde etkisiz kaldı. Kariyerinin büyük bölümünü emniyet istihbarat hizmetlerinde geçiren Yıldız, yakın zamanda Adana ve Bursa Emniyet Müdürlüğü ve Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı görevindeydi.

* Saatlerce ayakta bekletilen polislerin, göstericilerle yakın mesafede tutulmaması gerekirken, özellikle İstanbul dışından getirtilen takviye kuvvet polislerin olaylarda görevlendirilmesi sokağı olumsuz etkiledi.

* Başka kentlerden gelen polisler, “Ramazan günlerinde ve bayram öncesi”nde İstanbul’da görevlendirilmekten memnun değildi. Yemek ve barınmada yeterli lojistik olanak yaratılamaması, görev süresinin planlanamaması gibi etkenler, polisin eylemci kitlelere psikolojik yönden bakışında olumsuzluk yarattı.

* Ayrıca, önleyici polislik yapılmalıydı. Gerekirse, CHP yönetimiyle temasa geçilip özellikle kalabalıkları “provoke eden” grupların alanlardan arındırılması sağlanmalıydı. Siyasi iktidarın, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası çerçevesinde protesto edilmesi gerekirken “maske takılı” halde eylemcilerin alanlarda yer almasının önüne geçilmeliydi. İşgal girişimi benzeri eylemlerin önüne geçilmesi sağlanmalıydı.

* Olayların İstanbul’da yoğunlaşmasının sebeplerinden öne çıkan bir diğeri, kentte gözaltına alınıp tutuklanan çok sayıda öğrenci olması. İstanbul Valisi’nin koordinesinde yürütülmesi gereken süreçte adliye öne çıktı. Eylemlere katılan öğrencilerin, diğer şehirlerin aksine İstanbul’da daha çok tutuklanıp cezaevine gönderilmesi, sakinleşmesi beklenen sokakları daha da yoğunlaştırdı.

* 2911 sayılı yasanın uygulamasında tutuklama tedbiri öngörülmemesine karşın polise mukavemet gösterdikleri gerekçesiyle çok sayıda kişinin tutuklanması, süreci olumsuz etkileyebilecek bir etken olarak kayda geçti.

* Bayram tatilinin bitmesiyle beraber sokakların yeniden hareketleneceği değerlendirmesi yapılıyor. Özellikle tatile giden üniversite öğrencilerin geri dönüşüyle birlikte protesto eylemlerinin yoğunlaşacağı beklentisi hâkim Ankara’da. Sürecin daha vahim boyutlara ulaşmasının önlenmesi amacıyla yeni tedbirlerin geliştirileceği belirtiliyor.

Bu noktada, CHP’nin de sokak eylemlerinin amacı dışında kullanılmasının önlenmesi konusunda girişimde bulunması önemli.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın annesine yönelik hakarete gösterilen tepki yerinde. Olmaması gerekirdi.

Bundan sonra da CHP, lider konumuyla sokağın tansiyonunu daha dikkatli izlemek zorunda. Aksi halde tüm ihale ana muhalefet partisinin üzerinde kalır.

Polis kasklarında numara yok

Bu arada, İstanbul başta diğer kentlerde eylemcilere karşı yapılan müdahalelerde görev alan polislerin kasklarında numara olmaması dikkati çeken başka bir durum.

Bilindiği üzere, özellikle AB’ye uyum döneminde, benzeri eleştiriler ve şikayetlerin önünü kesmek amacıyla Emniyet Genel Müdürlüğü toplumsal olaylarda görev alan polislerin kasklarına numara yazılması uygulamasını getirdi.

Son olaylara kadar bu uygulama büyük oranda işledi. Ancak, kamuoyuna yansıyan görüntülerin neredeyse tamamında polislerin kasklarında numara olmadığı görüldü.

Hele Saraçhane’deki ilk geceki müdahalede eylemcilere yönelik yakın mesafeden biber gazı sıkan ve tek yakaladıkları eylemcilere yönelik topluca orantısız güç uygulayan polislerin kasklarında numara bulunmaması kameralara yansıdı.

Uygulama değişikliğinin, yazının girişinde yer verdiğim Danıştay kararı nedeniyle gerçekleştiği Emniyet kaynaklarınca ifade ediliyor.

Toplumsal olaylarda ses ve görüntü alınması serbestisinin yasal dayanağının oluşması sonrasında görev alan resmi kıyafetli Çevik Kuvvet polislerinin, iklim ve hava şartları gerekçesiyle eşkal almayı önlemek amacıyla maske benzeri yarım yüz koruyucu kullanma uygulaması işlerlik kazandı.

İçişleri Bakanlığı müfettiş görevlendirdi

Son olarak bir bilgi daha verip yazıyı sonlandırayım.

İçişleri Bakanlığı, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, İzmir, Bursa, Eskişehir gibi büyükşehirlerde yaşanan sokak olaylarında polisin müdahale tarzının araştırılması ve incelenmesi amacıyla müfettiş görevlendirmesi yaptı.

Gezi Parkı eylemleri sonrasında da benzeri araştırma ve denetleme yapıldı. Polis amir ve müdürlerinin bilgisine başvuruldu. Ancak yapılan araştırmalar, inceleme boyutunda kaldı, ileri gitmedi.

Yaşananların araştırılması çerçevesinde özellikle gözaltı ve nezarethanede tutulma işlemleri konusunda bazı özel ihbar ve şikayetler de incelemeye alındı.

Örneğin, gözaltına alınan bir kadın şüphelinin, “erkek polis göğüslerime dokundu, o sırada altıma kaçırdım” şeklindeki açıklamasının açığa çıkartılması amacıyla müfettiş görevlendirmesi yapıldı.

Bakanlık ve Emniyet müfettişlerinin, bayram tatili sonrasında göreve başlaması bekleniyor.

                                                                 /././

Balıkesir’deki patlama faciasında ikinci perde -Tolga Şardan-

Balıkesir faciasındaki mağdur ailelerinin avukatlarından Diren Yeşil: Tazminat olayları başladı. Tanıklar sustu, telefonlara yanıt vermiyorlar. Şüpheli sıfatıyla ifadesi alınması gerekirken, ifadeleri alınmayanlar var. Şirket sahiplerinin ifadeleri alınmadı.

balıkesir patlama

Ülkede bitmeyen, bitecek gibi de görünmeyen “iş cinayetleri”nden birisi Balıkesir’de yaşandı, hatırlayacağınız üzere.

Yeni yıla girmeye günler kala, 24 Aralık’ta Balıkesir merkezdeki Karesi ilçesinde faaliyet gösteren mühimmat üretim tesisindeki patlamada 8’i kadın 11 kişi yaşamını yitirdi.

Kolayca tahmin edileceği üzere, yaşamını yitirenler ekmek parası peşinde koşan emekçilerdi. Tıpkı daha önceki iş cinayetlerinde olduğu gibi.

Faciada yaşamlarını yitirenlerden Muhammet Ergin, Seçil Çapa, Seda Akın, Tuğba Demir, Elif Özgür, Tuba Sert, Müberra Sönmez, Selin Karanlıkoğlu, Çetin Karamüftüoğlu ve Enes Kırmızı, fabrikanın “boxer kapsül 1” isimli biriminde işçiydi. Özlem Özçakır ise, tesiste kimya mühendisi olarak çalışıyordu.

Kavaklı mahallesinde ZSR Patlayıcı A.Ş.’ye ait tesiste 24 aralık sabahı iş başı yapan personel, mesainin henüz başındayken yaşanan faciadan elbette habersizdi.

Aslına bakarsanız “habersiz” demek tam gerçeği yansıtmıyor. Faciadan sonra başlatılan adli soruşturmaya bakıldığında; çalışanların, tesisteki eksiklikler ve yetersizliklerin farkında oldukları ancak ellerinden fazlaca bir şey gelmediği anlaşılıyor.

Tanıklar, facia öncesini anlatıyor

Balıkesir Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturmanın ardından hazırlanan iddianamenin satır aralarında yaklaşmakta olan facianın tablosunu görmek mümkün.

Birkaç bilgi aktarmak gerekecek iddianameden:

“(…) Boxer kapsül 1 isimli birimde çalışan ve patlamadan yaralı olarak kurtulan Sedef Örs, Hamide Irgali ve Asuman Kara’nın alınan ifadelerinde olay günü rutin mesailerine başladıklarını, herhangi bir olumsuz durum ile karşılaşmadıklarını, bir anda kendilerini moloz yığınları içerisinde bulduklarını, iş yerinde bulunan makinelerden sadece ebat kontrol makinesinin patlamadan 3-4 gün önce sigortasının atması nedeniyle teknik birimde çalışan görevlinin gelerek bu sigortayı değiştirdiğini ve sorunun çözüldüğünü, bunun dışında kağıt makinesinin hamurun nem oranı nedeniyle sorun çıkarması üzerine usta baslarının bu makinenin pançlarını temizlemek ya da değiştirmek suretiyle sorunu giderdiklerini, iş yerinde üretimi tamamlanarak iş yerinin içerisine depolanan kapsüllerin başka bir yere taşınması konusunda birim yöneticisi olan müteveffa Özlem Özçakır’ın üst amirlerine talepte bulunduğunu ancak herhangi bir netice alamadığını beyan ettikleri (…)”

Buradan anlaşılan, tesisin kimya mühendisi, sürecin farkındaydı. Bu nedenle üretimi tamamlanan mühimmatın başka bir yere taşınmasını istedi, ancak “yukarısı” bu talebi dikkate almadı.

Kimyager uyardı, üstler dinlemedi

Kaldı ki, Kimyager Özçakır’ın, konuyla ilgili kurum içi yazışmaları da dosyanın ekinde mevcut.

Devam ediyorum:

“(…) İş yerinde çalışan diğer vardiya görevlileri olan tanıklar Sefai Akkın ve Süleyman Eroğlu’nun kollukta alınan ifadelerinde fazla miktarda ürün depolandığını, müteveffa Özlem Özçakır’ın bu hususu üst amirlerine bildirdiğini ancak netice alamadığını beyan ettikleri,

Yine tanık Şükran Şenlioğlu’nun alınan ifadesinde üretimde kullanılan kimyasallar ile kapsül stoğunun fazla olduğunu beyan ettiği, (…)”

Bizzat tanıkların ifadelerinde, facianın “ben geliyorum” mesajını zamanında verdiği ama “üstlerin” bu mesajı almamakta direnerek faciaya zemin sağladığı bulgusu yer aldı.

İddianameye göre; savcılık, “olay sonrasında fazla miktarda patlayıcı maddenin üretim biriminden tahliye edildiğinin görülmesi, güvenlik kamera kayıtlarından da patlamanın meydana geldiği noktaya denk gelen yerde fazla miktarda üretimi tamamlanmış ürünlerin bulunduğunun görülmesinin, tanık beyanlarını doğrular mahiyette olduğu ve bu miktarlarda tamamlanmış ürünün üretim biriminde depolanmasının meydana gelen patlamanın tesirini arttırdığına delalet ettiği” tespitini yaptı.

Patronlar dosyada yok!

Peki yine iddianameye göre; facianın sorumluları kimler?

ZSR Patlayıcı A.Ş. adlı firmanın boxer kapsül 1 biriminden sorumlu şirket müdür vekili yani Operasyon Direktörü Cem Yılmaz, Patlayıcı Mesul Müdürü Serkan Bozoğlu, Mühimmat Üretim Müdürü Murad Bayraktar ve İş Sağlığı ve Güvenliği Müdürü Hulusi Yağız Oboumarsa.

Görüleceği üzere, 11 kişinin yaşamını yitirdiği, yaralıların olduğu ve tesisin dört sorumlusunun tutuklandığı adli dosyada kim / kimler eksik sizce?

Bildiniz, evet işveren dosyada yok!

Savcılığın hazırladığı iddianameye göre, facianın tek sorumlusu tesiste görevi bulunan profesyoneller!

İşverenin hiçbir günahı yok, her zamanki gibi.

Gazeteci Bahadır Özgür, faciadan sonra tesisin sahibi firmayla ilgili şu bilgileri kamuoyuna duyurdu:

“Balıkesir’de 12 işçinin yaşamını yitirdiği patlayıcı fabrikası, Yavaşçalar Av ve Spor Malzemeleri’ne aitti. 2016’da sahibi FETÖ’den tutuklandı. TMSF şirkete el koydu. 2017’de Sarsılmaz Mühimmat, TMSF ihalesinde şirketi satın aldı. 2018’de Zirve Holding ve Senta Madencilik ortak oldu. Adı ZSR olarak değişti.

Zirve Holding, Kalyon Grubu’nun. Senta ise, inşaatçı Zafer Topaloğlu’na ait. Toya Grup’un sahibi. Erdoğan, 2020'de nikah törenine katılmıştı. Ayrıca Erdoğan’ın futbol oynadığı Esenler Erokspor’un da başkanı Topaloğlu.

Rekabet Kurulu’nun kararına göre; Nisan 2024’te, ZSR’nin belli orandaki hissesi Topalipo A.S.’ye devredildi. Slovakya’da kurulmuş bir savunma sanayi şirketi. Slovakya’daki şirket de özellikle Ukrayna’ya yoğun mühimmat satan Çekya’daki Defence Export A.S.’ye bağlı.”

Facianın ihalesi, dört profesyonele kalmış durumda.

Mağdur avukatından yaşananların analizi

Bayramda Büyüteç’e konu edeceğim ikinci dosya Balıkesir’deki bu facia dosyasıydı.

Yaşanan yoğun siyasi gelişmelerin gölgesinde kalmaması ve mağdurların seslerine duyurmalarına araç olabilmek amacıyla bayramdaki iki Büyüteç’i Amasra ile Balıkesir dosyalarına ayırdım.

Balıkesir faciasının 21 Mart’ta ilk duruşması gerçekleşti.

Mağdur ailelerinin avukatlarından Diren Yeşil ile dosyayı görüştüm. Yeşil’in dosyadaki eksiklikler ve aksaklıklar çerçevesinde anlattıklarının özeti şöyle:

“ * Savcılık soruşturması sonucunda dava, “bilinçli taksirle adam öldürmek” iddiasıyla açıldı. Oysa biz; “olası kastla adam öldürmek” iddiasıyla dava açılması görüşündeyiz. Yaşananlarda ‘bilinebilir tehlike’ var. Önlem alınmalıydı. (Olası kast ile bilinçli taksir arasındaki farkı bir önceki Amasra dosyasında aktardım. Meraklısı için linki bıraktım)

* Patlamanın olduğu birime bölüm müdürü atanmıyor. Özlem Özçakır, bölüm sorumlusu olarak vefat etti. Oysa, diğer tüm birimlerde bölüm müdürü var. Bu birimde yok.

* Kurumdaki görev dağılımı flu. Net değil.

* Tazminat olayları başladı. Tanıklar sustu, telefonlara yanıt vermiyorlar. Balıkesir’e gidip

* Dosyadaki sanıklardan birisinin Jandarma’daki ifadesinin alımı sırasında bulunan bir meslektaşımız daha sonra 5 ailedeki 9-10 kişinin vekaletini aldı. Dosyaya ‘şikâyetten vazgeçme’ dilekçeleri sundu. Ailelerden birisinin önceki avukatı, bu durumdan haberdar değildi. Haberdar olunca dosyadan çekildi.

* Aralıkta olay oldu. Böyle zor bir dosyayı iki aya yakın sürede tamamlayıp dava açılması dikkat çekici.

* Şüpheli sıfatıyla ifadesi alınması gerekirken, ifadeleri alınmayanlar var. Şirket sahiplerinin ifadeleri alınmadı.

* İlk duruşma için sadece bir ay süre verildi, hazırlık için. Bu yeterli süre değil.”

* * *

Hem Amasra’daki maden faciası hem de Balıkesir’deki mühimmat fabrikasındaki patlamadan sonra yaşananlar, özellikle soruşturma ve yargılama aşamasındaki gelişmeler, iş cinayetlerinin önlenmesi yerine sorumluların kurtarılmasını sağlamak amacıyla hazırlanan yol haritalarını işaret ediyor maalesef.

Hele bir de İliç’teki facianın sonrası var ki, ayrı yazı konusu olacak cinsten.

                                                            /././

Nerede bizim Aksakallı? - SÖZCÜ -

Binali Yıldırım’ın başkanı olduğu Türk Devletleri Teşkilatı Aksakallar Konseyi’nin üç üyesi Özbekistan Kazakistan ve Türkmenistan; Kıbrıs Rum Kesimi’nde büyükelçilik açtı. Ankara ise gelişmelere sessiz...

Türk dünyasının birlik ve dayanışması amacıyla kurulan Türk Devletleri Teşkilatı’nın (TDT) üyeleri birer birer Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde büyükelçilik açıyor. TDT Aksakallar Konseyi Başkanı Binali Yıldırım’dan ise ses çıkmıyor. Özbekistan ve Kazakistan’dan sonra şimdi de Türkmenistan, Rum yönetimine elçi gönderdi.

KKTC’Yİ YOK SAYMAK

Bu hamleler “Ortak çıkar ve dayanışma nerede?” dedirtti. Türkmen Büyükelçi Toyly Komekov’un 31 Mart’ta Rum dışişleri bakanına güven mektubu sunmasıyla Orta Asya’dan Lefkoşa’ya ikinci diplomatik köprü kuruldu. Oysa Rum yönetimi, uluslararası arenada KKTC’yi yok sayıyor.

KAZAKLARIN AYIBI

Kazakistan’ın 26 Şubat’ta büyükelçi ataması sırasında Büyükelçi Nikolay Zhumakanov, ülkesinin “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tanınan sınırları içindeki egemenliğini ve toprak bütünlüğünü kararlılıkla desteklediğini” ifade etti. Rum Cumhurbaşkanı Hristodulides ise Türkiye’yi “50 yıldır Kıbrıs’ta işgalci” olmakla suçladı ve Kazakistan’a teşekkürlerini iletti.

YILDIRIM’DAN SES YOK

TDT’nin danışma organı olan Aksakallar Konseyi’nin başkanlığını yürüten Binali Yıldırım, önceki gün İzmir Ödemiş’teki AKP toplantısına katıldı. Vatandaşlarla bir araya geldi. Yıldırım’ın konuşması sırasında eğlenceli anlar yaşandı. Ancak Aksakallılar Konseyi Başkanı Yıldırım’ın gündeminde, Türk devletlerinin Kıbrıs Rum Kesimi’nde açtığı büyükelçilikler yoktu. 

İLİŞKİLERDE DÖNÜM NOKTASI; Türkmen Büyükelçi Toyly Komekov’la görüşen Rum Dışişleri Bakanı Konstantinos Kombos, bu adımın ikili ilişkiler için önemli bir dönüm noktası olduğunu vurguladı. 

KAZAKLAR KKTC’Yİ DIŞLADI; Kazakistan 2023’te Astana’da düzenlenen zirveye KKTC’yi davet etmemişti. Zhumakanov, güven mektubu sunarken Rumların politikasına destek verdi.

SÖZCÜ

soL "Köşebaşı + Gündem" -6 Nisan 2025-

Adana'daki karnavaldan ABD propagandası çıktı: 'Katillerin halka konser vermesi kabul edilemez'

Turizm Bakanlığı Adana'da düzenlediği karnavalda sahneye gizlice ABD ordusunu çıkardı, türkü söyletti. ABD'nin bölgede katliamlarını sürdürdüğünü hatırlatan Adana Halk Temsilcileri Meclisi, "Halk düşmanlarını halktan koruyamayacaksınız" dedi.

Adana’da bu yıl Portakal Çiçeği Karnavalı’nın 13'üncüsü düzenleniyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ev sahipliğini yaptığı organizasyon kapsamında kentte çok sayıda kültürel, sanatsal ve sportif etkinlik yapılıyor.

Uluslararası nitelikteki karnaval kapsamında Japonya, Letonya, Macaristan, Rusya, Ukrayna'nın yanı sıra birçok ülkeden ekipler Adana'ya geldi. Bu ekiplerden biriyse yurttaşlar tarafından tepkiyle karşılandı.

Karnavalda Almanya'dan gelen Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri'nin "Avrupa Bandosu" da konser verdi. NATO üyeleri için Avrupa'yı dolaşan grup, yabancı şarkıların yanı sıra "Adana Köprü Başı" türküsünü seslendirdi. Konsere, karnavalın önceden duyurulan programında yer verilmemesi dikkat çekti. 

Filistin, Suriye ve Yemen'de ABD destekli saldırılar sürerken ABD ordusuna bağlı müzik topluluğunun Türkiye'de konser vermesini ikiyüzlülük olarak tanımlayan Adana Halk Temsilcileri Meclisi (AHTM) bir açıklama yayınladı.

ABD ordusunun İncirlik'teki askeri üsten ivedilikle gitmesi gerektiğini vurgulayan AHTM, açıklamada şu sözlere yer verdi:

“Yemen'de sivillere dönük katliam yapan, Suriye'de ve Filistin'de yapılan sivil katliamlarını destekleyen, halk düşmanı Birleşik Devletler ordusuna bağlı herhangi bir topluluğun Portakal Çiçeği Karnavalı'nda Adana halkına müzik ziyafeti(!) vermesi ikiyüzlülüktür, kabul edilemez!

Bölgemizde terör estiren bir devletin ordusunun 'sempatik' yüzlerine, karnaval programında yer vermeksizin, gizli saklı propaganda alanı açmanın nasıl bir maksadı olduğunu biliyoruz. Halk düşmanlarını halktan koruyamayacaksınız! Amerikan Ordusu İncirlik'ten defolup gidecek!”

                                                    ***

Kaynaklar elektrik şirketlerine aktarılıyor: 'Dağıtım bedeli faturaların yüzde 70'ini aştı'

EMO'nun elektrik zammı açıklamasında dağıtım şirketlerinin son 4 yılda yaptığı fahiş zamlara vurgu yapıldı, kaynakların patronlara aktarıldığına işaret edildi. Buna göre dağıtım bedeli son 4 yılda yüzde 642 arttı.

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Yönetim Kurulu bugün yürürlüğe giren elektrik zammı hakkında bir basın açıklaması yaptı. 

Perakende satış tarifesi kapsamındaki konutların elektrik faturalarına yüzde 25 zam yapıldığına dikkat çekilen açıklamada, düşük kademedeki konutların faturalarının yüzde 70'inin dağıtım bedelinden oluştuğuna vurgu yapıldı

Dar gelirli vatandaşlardan dağıtım şirketlerine kaynak aktarıldığına işaret edilen açıklamada, "Enerji bedelinin, dağıtım bedelinin çok gerisinde kalması, piyasanın çarpık bir biçimde yapılandığını gözler önüne sermektedir" denildi.

'Dağıtım bedelinin faturanın yüzde 70'ini aşması kabul edilemez'

Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

"Resmi Gazete'de bugün yayımlanan ve yürürlüğe giren tarife değişikliği incelendiğinde; konutlar için günlük 8 kWh olarak belirlenen limitin altında kalan abonelere uygulanan perakende enerji bedeline zam yapılmazken, yüksek kademedeki abonelere 1 kWh için 1,391181 TL olarak uygulanan birim fiyat, yüzde 16,1 artışla 1,61546 TL'ye yükseltilmiştir. Konut abonelerine 1,365179 TL olarak uygulanan dağıtım bedeli ise yüzde 34,5 artışla 1,836166 TL olmuştur. Böylece, konut abonelerinin dağıtım bedeline her iki kademede yüzde 34,5 artış yapılarak, fatura toplamına yüzde 25 zam yansıtılmıştır.

EMO hesaplamalarına göre, 4 kişilik bir ailenin asgari yaşam standartlarını korumak için aylık 230 kWh enerji tüketeceği varsayılmaktadır. Günlük ortalaması 8 kWh'i geçmeyen bu tüketim için aile bütçesinden ayrılması gereken 476,6 TL, bu zamla birlikte 595,8 TL'ye yükselmiştir. Nisan 2024 itibarıyla oluşacak düşük tüketimli konut faturasının yalnızca yüzde 19,1'i enerji bedelinden oluşacaktır. Faturanın yüzde 70,9'unu ise dağıtım bedeli oluşturmaktadır. Fon ve vergilerin oranı ise yüzde 10'da kalmaktadır. Son tarife değişikliğiyle, zaten yüzde 65,9 düzeyinde olan dağıtım bedelinin payı artarak yüzde 70'i de aşmıştır. 2022 yılında 4 kişilik bir ailenin asgari tüketim faturasının toplamında yüzde 22 düzeyinde olan dağıtım bedelinin, Nisan 2025'te faturanın yüzde 70'ini aşması kabul edilemez."

                   EMO'nun hazırladığı tabloya göre son 4 yılda değişen faturalar

'Dağıtım bedeli son 4 yılda yüzde 642 arttı, dar gelirli vatandaşlardan şirketlere kaynak aktarıldı'

EMO'nun verilerine göre 1 Nisan 2021'de 4 kişilik ailenin elektrik asgari faturası 183,4 TL idi. Aradan geçen 4 yıllık dönemin sonunda, 1 Nisan 2025 itibarıyla yüzde 224,8 artışla 595,8 TL'ye yükseldi. 

Oda dağıtım bedelinin yüzde 642 arttığını, enerji bedelindeyse yalnızca yüzde 24,5 artış olduğunu ifade etti:

"Özetle, dağıtım bedelindeki fahiş artış yaşanmasa, dağıtım maliyetlerindeki artış enerji üretim maliyetlerindeki gibi şekillense, fatura toplamına yansıyan artış yüzde 24,5 ile sınırlı kalırdı. Bu durumda, 1 Nisan 2025 itibarıyla aynı tüketime sahip konutlara 595,8 TL yerine 228 TL fatura edilirdi. Aradaki fark, elektrik dağıtım özelleştirmelerinin yurttaşlara yarattığı yükün son 4 yıllık kısmı olarak nitelendirilebilir. Bu rakamlar, enerji üretim maliyetlerinin artmadığı koşullarda bile dağıtım bedeline zam yapıldığını ve özellikle dar gelirli vatandaşlardan dağıtım şirketlerine kaynak aktarıldığını işaret etmektedir."

'EPDK kapatılsın, Kamulaştırma İdaresi Başkanlığı kurulsun'

EMO açıklamasında, faturanın en önemli kalemi olması gereken enerji bedelinin, dağıtım bedelinin çok gerisinde kalmasının, "piyasanın çarpık bir biçimde yapılandığını gözler önüne serdiği" belirtildi. 

EPDK'nin "kamu kaynaklarının sonu belirsiz bir biçimde özel sektöre transfer edilmesi dışında işlevi kalmadığı" ve kapatılması gerektiği, yerine kamulaştırma işlemlerini yürütecek "Kamulaştırma İdaresi Başkanlığı"nın kurulması gerektiği söylendi.

Odanın açıklaması şöyle:

"Dağıtım bedelindeki bu artış, hizmetin fahiş fiyatla verildiğinin temel göstergesidir. Ucuz, kaliteli ve güvenilir enerjiye erişim, tüm yurttaşlar için temel haktır. Kamu eliyle yürütülmesi gereken hizmetin özelleşmesi, pahalılık yaratmanın yanında, kamu kaynaklarının özel sektöre sınırsızca aktarılmasına yol açmıştır. Dağıtım şirketlerine kaynak aktarıldığı bir Türkiye tablosu, artık geride bırakılmalıdır. Enerji alanında, ticari ve siyasi çıkarlardan uzak, üretim sektörleri başta olmak üzere genel ekonomiyi destekleyecek şekilde tarifeleri belirleyebilecek özerk bir yönetim hayata geçirilmelidir. Arz güvenliğini sağlamak ve toplam maliyeti düşürmek için özelleştirilen üretim tesisleri ve dağıtım bölgelerinin kamulaştırılması acilen gündeme alınmalıdır."

                                                           ***

Kitleler…-Aydemir Güler-

Bunları konuşmanın zamanıdır ve kitle faktörü düzen yanlısı akımlardan, sağdan geri alınmalıdır. Kitle hareketi devrim saflarına, sola aittir. 

İktidarın bakış açısına göre bütün toplumsal hareketler manipülasyon, provokasyon! 

Haziran 2013 için de, Mart 2025 için de böyle dediler. Kazanamadıkları her şeyde gizli bir elin çevirdiği dolaplar var buna göre. Ne demeli? Kişi kendinden bilir işi!

Siyasette her akımın, toplumda her kesimin kitle hareketleriyle mesafesi aynı olmaz. İstisnaları çok olsa da, düzen yanlısı akımların ve sağın kitlelerle arasının iyi olamayacağını büyük puntolarla yazabiliriz. 

Padişah selamlığa giderken çocukları dizerlermiş yol kenarına: “Padişahım çok yaşa, padişahım çok…” 

Bu gelenek bindirilmiş kıtalar halinde sürüyor. Haksızlık mı ediyorum? 

Klasik faşizmin kitlelerin omuzlarında iktidara yükselmesi veya bizde dinci gericiliğin “iyi günlerinde” nüfusun yarısından fazlasının desteğini alması, o kadar kayırıldı ki, bunlara biraz haksızlık etmekte sakınca olmayacaktır. 

Oysa faşizmin kitle desteğinin arkasında dev tekeller vardı! Faşizm devleti ele geçirmişti geçirmesine, ama önceki rejimin de, bir tek önüne kırmızı halı sermediği kalmıştı! 

Türkiye’de AKP öncesinde faşizme en benzeyen rejim 12 Eylül’dür ve darbeye giden süreçte inanılmaz bir düzen mutabakatı vardır. Öyle ki, büyük ve kutsal ittifakta, sola sırt çeviren, devrimci ve komünist harekette yıkıcı bir tehdit gören sosyal-demokrasinin de yeri ayrılmıştı. Üyeleri cinayetlere kurban gidiyor olsa da! Hal böyleyken generallerin anayasasının neredeyse oy birliğiyle geçmesinde kitle faktörü mü arayacağız? 

Günümüzün şeriatçı-faşist yükseliş sürecinde ise çok sayıda omuzlanıp kırılan kapı vardır. Bu kabadayılığı “dışarıdan” alkışlayan, cesaretlendirenler değişebilmiş, ama hep orada olmuşlardır. Kah Sabancı sahne alır, kah Koç. Baykal Erdoğan’ın elinden tutar, yasaların etrafından dolanırlar. 163.maddeye karşı çıkmayı, demokratlığın gereği sayan solcuların ruhu, AKP’yi demokrasinin mimarı ve devrimci ilan edenlerde yaşamıştır. “Ilımlı İslam” ABD ve AB desteğiyle Türkiye’de erken ilan edilmiş, başka yerlerde kadifeden dokunduğu söylenen, türlü renklere boyanan “devrim”in rengi bizde yeşile durmuş, Arap “Baharı” halüsinasyonu on yıl önce yaşatılmış… 

Bütün bunlara kuşkusuz bir kitle faktörü eşlik etti. Ancak bu, bağımsız, başlı başına ağırlık merkezi oluşturan bir faktör değildir. Kaldı ki, “renkli devrim” lafını, tırnak içine almadan kullanmak, yüzlerce yıldır kaderlerini fizik ötesi güçlerden koparıp yeryüzüne taşıyan, eşitliği, özgürlüğü, adaleti ve bilimin topluma rehber kılınmasını erdem haline getiren büyük insanlığa hakaret olur. 

Haklı olarak abartarak söyleyelim, sağda dinamizmin kaynağı, tam da manipülasyon ve provokasyondur. O nedenledir ki, nereye baksalar, kendilerini var etmiş olan Sorosgil mekanizmaların benzerlerinin izini ararlar. 

Bunları konuşmanın zamanıdır ve kitle faktörü düzen yanlısı akımlardan, sağdan geri alınmalıdır. Kitle hareketi devrim saflarına, sola aittir. 

Evet, büyük kırılmaları gereksindikleri zamanlar, geçici olarak sömürü düzeni ve sağ siyaset de kitleye yaslanabilir. Ama bu örneklerin doluştuğu kategori, sahtekârlık düzeyinde manipülatiftir. Kapitalizm bu manipülasyonun önünü büyük krizine faşizmle çare aradığı dönemeçte açtı. İnsanlığın sosyalizme yürüyüşünü kırmak için huruç harekâtına karar verdiğinde tekrarladı. 

Sonuç olarak, kitle hareketi hem düzeni değiştirmek isteyenlerin hem de düzenin muhafızlarının kullanabileceği alelade bir enstrüman zannedilir oldu. Gericiliğin bir araya getirdiği güruhlarla emekçi halkların görkemi birbirine denkleştirildi.

Şimdi kapitalizm, tarihsel olarak kitle dendiğinde ilk akla gelmesi gereken seçme-seçilme hakkını açıkça gasp ediyor. Bu yola “demokrasinin beşiği” denen Batıda seçimlere katılım oranlarının baş aşağı gittiği uzun bir sürenin ardından girildi. Emperyalist ülkelerde seçmenlerin yarısının katıldığı bir oylamada, onun da yarısına yakın bir “kitle onayı” dünyanın kaderine el koymaya yetiyorsa, uğruna büyük mücadeleler verilen, Aydınlanmanın siyasette somutlanmasını temsil eden, en önemlisi başlangıçta örgütlü kitlelerin omuzlarında yükselen genel oyun itibarı nasıl korunabilirdi ki?

Batısıyla doğusuyla kapitalizm seçme-seçilme hakkına saldırıyı olağanlaştırırken, düzenin muhafazasında kitle dinamiğine atfedilen yer de çöker. Onca yoksulluğun, görülmemiş eşitsizlik uçurumlarının üstünde kitlelere dayanan bir siyasal sistem varlığını sürdüremezdi. 

Bugün gözlerimizin önünde çöküyor. Kapitalist düzenin siyasal tarzı, karşıtlarını komplolarla, kumpaslarla, manipülasyon ve provokasyonlarla bertaraf etmeyi olağanlaştırıyor. Değil kitle hareketlerini önemsemek, sadece oyla bile toplumun onayını arayan mekanizmalar çöpe atılıyor. Dünyada ve Türkiye’de ortam, solun kitle hareketini geri almasına, itildiği tenha sokaklardan geniş meydanlara çıkmasına elverişli hale gelecektir.

                                                       /././

Altüst oluş dönemi ABD-İngiltere ilişkilerine nasıl yansıyacak?-Erhan Nalçacı-  

Eğer ABD ve İngiltere arasında emperyalist politikalar konusunda rekabete varan bir ayrım olursa bu Türkiye’deki yönetememe krizini daha da kötüleştirebilir.

3 Nisan “ABD’nin Kurtuluş Günü” olarak ilan edildi ve Trump hemen dünyanın bütün devletlerine ek gümrük vergileri açıkladı.

1970’li yıllardan itibaren sanayisini yurtdışına çıkaran ve üretim sektörünü iyice küçülten ABD sermayesi ülkeyi büyük bir uluslararası pazara çevirdi. 340 milyon nüfusu ve büyük bir toplumsal eşitsizliği içerse de yüksek tüketim standartları nedeniyle bu pazar bütün tekellerin ve devletlerinin hedefi haline geldi.

Kısa sürede okunma eğilimi olan bir yazıya ayrıntılı bir tablo koymak okuyucuya haksızlık belki ama Tablo 1’deki verilere döneceğiz yazı boyunca. Tablo bize İngiltere haricinde ABD’nin en çok ticaret yaptığı ülkelere karşı büyük bir ticari açık verdiğini gösteriyor.

Tablo 1: ABD’nin en çok ticaret yaptığı ve İngiltere’nin en çok ihracat yaptığı on ülke. Ayrıca tablo bu on ülkeyle ABD’nin ticari dengesini ve İngiltere’nin toplam ihracatında on ülkenin kapladığı yeri yüzde olarak veriyor.*

t1

ABD’nin verdiği ticari açık uzun bir süre ABD için sorun olmadı, aksine “orta sınıfları” tüketim üzerinden düzene bağlamasında çok işlevliydi. Nasılsa dolar rezerv paraydı, istediği kadar dolar basabiliyor ve kolayca borçlanarak ticari açığını kapatabiliyordu. Ancak bir noktadan sonra ABD başta Çin olmak üzere rakiplerine karşı bu çarkı döndüremez hale geldi.

Giderek büyüyen ticari açık, dünya pazarlarından dışlanması, dev kamu borcu, doların rezerv para olarak tehdit altında olması vb. birçok nedenden dolayı ABD’nin emperyalist hegemonyanın tepe ülkesi olması riske girmiş oldu.

Trump şimdi bunu geri çevirmeye çalışıyor. Hemen bütün ülkelere %10 ile %50 civarında ek gümrük vergileri ilan edildi. 

Düşünün, ulusal sınırların içinde de olsa dünyada yüz binlerce fabrika üretime katılan milyarlarca işçisiyle sınır ötesi başka fabrikalar için ara ürün üretiyor. Üretimin bu kadar toplumsallaştığı bir dönem olmamıştır dünyada. Evet, bu değer zincirinden emperyalist düzendeki yerine göre bazı devletler ve tekeller kâr elde ederken bazıları zarar ediyor. Üretenlerin hepsi sömürülüyor ayrıca.

Ancak bu eşitsiz durumun çözümü dünyayı birbirine bağlayan toplumsallaşmış üretimin yüksek gümrük duvarları ile kesintiye uğratılması değildir. Aksine dünyayı ileriye çekecek gelişme sınırların önemsizleşmesi ve toplumun eşitliği sağlayacak şekilde üretim araçlarının da toplumsallaştırılmasıdır.

Sermaye sınıfı bunu yapamaz doğal olarak ve gümrük duvarları ile çarkı geri çevirmeye çalışıyor. Altüst oluş döneminin başlıca iktisadi yapısı bunun üzerine kuruluyor.

Bu gericilik 2008 gibi mali sermayenin çöküşünü, ekonomik durgunluğu, halkın daha da yoksullaşmasını ve daha kötüsü savaşları getirecektir.

Emekçi sınıflar için bu durum Türkiye’de yaşanan “yönetememe krizinin” aslında ülkeden ülkeye eşitsiz de olsa bütün dünyaya yayılması anlamına geliyor. Bu iktidarını arayan emekçi sınıflar için büyük bir olanak olarak değerlendirilmelidir.

Altüst oluş çağının bütün geleneksel ittifakları da yıkma eğilimli olduğunu görüyoruz. Bir kez de kadim bir emperyalist ittifak gibi duran ABD-İngiltere ilişkisine bu gözle bakalım. Eğer burada bir ayrışma olursa bu emperyalizmli dünyaya uyumu marifet sayan sermayesi ve siyasileri ile Türkiye’yi de etkileyecektir:

İngiltere 1500’lü yılların sonundan itibaren Amerika’nın kuzey doğusunu kolonileştirmeye başladı. Ayrıntıya gerek yok, 1765 ve 1783 yılları arasında İngiliz Krallığı’na karşı verilen bağımsızlık savaşı ile ABD kuruldu. Bu unutulmuştur artık, 1812’de ABD ve İngiltere savaşmışlar, hatta Beyaz Saray İngilizler tarafından bombalanmıştır, ancak savaş İngiltere’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır.

Bu tarihten itibaren ABD Amerika kıtası üzerinde, İngiltere ise Afrika ve Asya’da sömürge düzeni oluşturmak ve yayılmak üzere birbirlerine sırtlarını dönerek faaliyet gösterdi. Her iki devletin ırkçı ve halk düşmanı politikaları ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bütünleşecekti.

İkinci Dünya Savaşı bittiğinde ABD kapitalist dünyanın üretimine katkı, askeri gücü ve nükleer silahları, mali gücü, kültür üretimi vb. ile bariz şekilde İngiltere’den emperyalizmin patronajını almaya hazırdı ve aldı da. İngiliz sermayesi bir süre sonra ABD emperyalizminin baş yardakçılığına terfi edecekti.

1956’da Mısır halkı Süveyş Kanalını devletleştirince İngiltere, Fransa ve İsrail Mısır’a saldıracaklardı. ABD desteklemedi bu saldırıyı, daha üst bir emperyalist akılla davranmaya başlamıştı. Sovyetler Birliği’nin İngiltere ve Fransa’ya hemen geri çekilin yoksa kafanıza yıkarım dünyayı demesiyle sonlandırdılar işgali. Bu, 1982’deki Falkland Savaşı’nı saymazsak İngiltere’nin ABD’den bağımsız son emperyalist operasyonu oldu. 

Bundan sonra ortak ırkçılıkları, dinci gericilikleri, sosyalizme karşı besledikleri ölümcül kin ve dünya halklarına karşı duydukları düşmanlıkla hep birlikte hareket edeceklerdi. NATO’nun başlıca unsuru olacaklar, İngiltere’nin 1950’li yıllarda nükleer silahlara sahip olmasına ABD izin ve destek verecekti.

Fetihçilik döneminin sömürgeciliği sonlanıyor ve modern emperyalist sömürü ve bağımlılık yaratma mekanizmaları devreye giriyordu.

Yugoslavya’da, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de birlikte cinayet işleyecek, halkların geleceğini karartacaklardı. Türkiye de dâhil onlarca ülkede askeri darbeleri ve gerici iktidarları destekleyeceklerdi.

Şimdi altüst oluş döneminde bu ittifak sürdürülebilecek mi? Yine Tablo 1’e bakarsanız, İngiltere için ABD pazarının ne kadar önemli olduğunu fark edersiniz. ABD için ise o kadar kritik değil, gerçi tek ticaret fazlası verdiği ülke İngiltere. Zaten İngiltere’ye %10 ek vergi getirerek torpil geçmiş oldular. Ancak bu ek vergi bile İngiltere kökenli şirketleri oldukça zorlayacaktır.

Öte yandan ABD’nin Avrupa’daki ittifak sistemi ve liderliğini geri çekmesi, Ukrayna’yı bir yeni sömürge olarak görmesi Avrupa ülkelerini ortada bıraktı. İngiltere, eğer aralarında gizli bir anlaşma yoksa, Ukrayna’nın savaşı sürdürmesini sağlayan başlıca güç olarak ortaya çıkıyor.

Tekrar ve umutsuzca Avrupa’nın silahlanmasına ve ABD’den bağımsız kendi yayılım alanlarını icat etmeye çalışıyorlar. Türkiye’ye ordusu ve son yıllarda gelişen silah üretimi nedeniyle göz kırpılıyor, cilveleşiliyor.

Eğer ABD ve İngiltere arasında emperyalist politikalar konusunda rekabete varan bir ayrım olursa bu Türkiye’deki yönetememe krizini daha da kötüleştirebilir. Çünkü bütün düzen partileri içinde ABD ve İngiltere’nin ayrı ayrı delegeleri bulunuyor.

Bu yol kaybı, çürüme ve krizin içinde emekçi sınıfların kendi karakterlerini ortaya koymaları ve umutlanmaları için ne kadar çok neden var.

Avukat halkın ve hakkın dilidir -Sedat Vural*

Tüm egemenler ve iktidar odakları bilmelidir ki, avukat, sadece savunmanlık görevi olan bir hukuk adamı değil, hak ve adaletin her yerde ayrımsız uygulanması konusunda ülkesi ve toplumuna karşı sorumluluğu bulunan bir aydındır…

Öncelikle, tüm avukatların 5 Nisan “Avukatlar Gününü” kutlarım.

Aynı dilekleri halen Ankara Barosu'na kayıtlı emekli bir avukat olarak ne yazık ki meslek örgütümüz barolar için kullanamıyorum. Çünkü son yıllarda barolar, ki temel işlevleri olan ayrıca toplumu  birleştirici hak, hukuk, adalet ilkeleri yerine, siyasal iktidarın tuzağına düşerek toplumu ayrıştıran siyasal çatışmaların bir parçası yandaşı ve savunmanı konumuna düşürüldüler.

Bu tutumları nedeniyledir ki, yasal çalışmaların dışında kalarak, hukuk ve insan hakları konusunu tamamen siyasal iktidarın anlayış tekeline bıraktılar…

Tüm egemenler ve iktidar odakları bilmelidir ki, avukat, sadece savunmanlık görevi olan bir hukuk adamı değil, hak ve adaletin her yerde ayrımsız uygulanması konusunda ülkesi ve toplumuna karşı sorumluluğu bulunan bir aydındır.

Gerek uluslararası gerekse iç hukuka göre, avukatın görev ve sorumlulukları; yargının kurucu unsurlarından biri olarak kamu hizmeti gereği kamu yararını korumak; yargılamada adalet ve hakkaniyete uygun bir kararın oluşması için hukuki katkı yapmak; hukuk kurallarının tam uygulanmasını sağlamak; ulusal ve uluslararası hukukun tanıdığı insan haklarını ve temel özgürlükleri yüceltmeye çalışmaktır.

Aynı zamanda avukat, kamu yararına aykırı işlem ve uygulamaların hak ve adalete uygun hale getirilmesi; hukukun üstün kılınması, demokratikleştirilmesi ve toplumsallaşması konusunda da taraftır… Bu taraflık savunmanlık mesleğinin içerik, nitelik ve saygınlığından kaynaklanmaktadır…

Hukuka aykırı işlemlere karşı da yargı denetiminin işlemesini ve idarenin hukuk alanı içerisinde hareket etmesini sağlamak da avukatın anayasal ve yasal kamu hizmetinin gereğidir.

Yine çok iyi bilinmelidir ki, Fransız yazar Molier’in söylediği gibi;

"Avukatlar tarih boyu köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı."

*Avukat, Ankara Barosu Toplumsal Hukuk ve Ekonomi Politik Savunmanı

Şark İklimi -Ayşe Şule Süzük-

"Birbirinden doğan, birbirini ezen duygularla gidiyorum Diyarbakır’a, Amed’e… Nereden bileceğim yeni bir sevdaya doğru gittiğimi?"

Birbirine benzemeyen günlerden geçiyoruz. İçimde bir burulma ve bu burulmaya karışan ince bir sevinç, sevince eşlik eden çiçeğe durmuş bir umut; acı bahar Nisan’ı müjdeliyor. Hep söylenildiği ve Tanpınar’a atıf yapıldığı üzere bu ülke, çocuklarının kendisinden başka bir şey düşünmesine müsaade etmiyor. Narsist bir sevgili gibi, huysuz bir çocuk gibi, üzerine titrenen bir evlat gibi yüzüm hep ona dönük. Bana hep yetersizlik duygusu yaşatıyor, bunu fark ediyorum epeydir. Öyle kendisiyle meşgul olmamı istiyor ki çevremdeki güzelliklerin ayırdına varamıyorum, anında beni hırpalıyor, bana zulmediyor, beni kahrediyor. Yetersizlik duygusu elimi kolumu bağlıyor, “şıvgalarımı kırıyor.” 

Çaresizim.

Birbirine benzemeyen günlerden geçiyoruz. Her şey birbirine karışıyor, her şey bu karmaşa içinde kendi yatağını bulacakmış gibi görünüyor, ne dersiniz?  

Günler yavaş yavaş uzuyor.

“Günler gelip geçmekteler,
 Kuşlar gibi uçmaktalar.”

Diyor şair yüz yıllar öncesinden ve aynı duyguyu avcuma hapsederek usulca uzaklaşıyor. Günler gelip geçiyorlar. Kuşlar gibi uçuyorlar. İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin günü yakaladığı o ân ile geçmiş zamanların Beyazıt’ı, 1950’lerin sonundaki öğrenci olayları ve giderek 1960 Darbesi’ne uzanan sürecin anlatıldığı Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanı, romanın kahramanı Günsel… Ekranda öğrencilerin sel olup aktığı o ânı gördüğümde aklıma hemen Günsel geliyor. Sahaflar, Beyazıt, Çorlulu Ali Paşa… Hafıza bir tuhaf kutu… Nereden ne çıkacağı hiç belli olmuyor, hem de hiç.

Hop oturup hop kalktığımız günlerde başlıyor Diyarbakır yolculuğum. Ankara’dan çıkıyoruz yola. Türkiye’nin kalbine belalı bir bayram yolundan sağ salim gelince içim ferahlıyor. Sonra içimin ferahlaması içimi daraltıyor. Hep aynı suçluluk ile hayran olduğum şehr-i Ankara’da kendimi daha güçlü duyumsuyorum. Sanki Cumhuriyet sırtımı sıvazlıyor, memleketimi seviyor olmak gözlerimi yakıyor. Ankara Garı’ndan başlayan yolculuk Kurtalan Ekspresi ile Diyarbakır’da bitecek. Toplumsal bellekteki acı hatırlayışlar peşimi bırakmıyor, gözümü kaçırıyorum. Ankara Garı, 10 Ekim, 2015, bombalar, dostlar, benim insanlarım, insanlarım, kayıplarımız…

İçimdeki büyük çanı susturuyorum. Bir GAP turu sevinci kondurma gayreti içindeyim elimde tuttuğum resme. Tasasız bir turist olarak yolla bütünleşmek ve yolun tadını çıkarmak istiyorum. Yolculuklar heyecan veriyor. Yalnız bu duyguya teslim olmak istiyorum fakat huzursuzluğum geçecek gibi değil. Ankara’nın keskin havası içinden demiryolları ve gar binası meydan okuyormuş gibi geliyor. “Ellerinde pankartlar geliyor bu çocuklar” duygusu olur mu? Olur. Oluyor.

Tanpınar şöyle diyor “Beş Şehir” denemelerinde “Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz. Beş Şehir işte bu hesaplaşma ihtiyacının doğurduğu bir konuşmadır.”

Tam da bu hesaplaşmaya eşlik eden birbirinden geçen, birbirinden doğan, birbirini ezen duygularla gidiyorum Diyarbakır’a, Amed’e… Nereden bileceğim yeni bir sevdaya doğru gittiğimi?

"Mezopotamya'nın Altın Üçgeni" olarak adlandırılan Diyarbakır, Mardin ve Şanlıurfa'yı tatilde yaklaşık 500 bin kişi ziyaret etti” diye yazmış gazeteler. Olağanın üstünde bir hareketlilik ile “Doğu’nun Paris’i” anlaşılan dolup dolup boşalacak. Turlarla bir şehri anlamak elbette mümkün değil. Bu bir tanışma, tanımayı ise sonraya bırakacağım gibi görünüyor ancak ilk bakışta aşk gibi bir şey hissettiğim. Ancak gönlümün de akası var herhalde ki nihayetinde tren penceresinden akıp giden Kırıkkale, Kayseri, Sivas ve Malatya’ya, bozkıra, çiçeklenmiş ağaçlara, akıp giden yola sevgiyle karışık hüzünle bakıyorum. Ah o burukluk, bir türlü peşimi bırakmıyor. Dilimde sürekli “ne güzel memleket” nakaratı… Bu memleket boyun eğmez duygusu. 

“Havasına suyuna taşına toprağına
Bin can feda bir tek dostuma
Her köşesi cennetim ezilir yanar içim
Bir başkadır benim memleketim”

Yine Beş Şehir’e dair şöyle der Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktir. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur.”

Tam da bu, bir şehri, bir insanı, bir ülkeyi, bu ülkeyi sevmekle başlayacak her şey. Kaderim, kaderine bağlı ey güzel yüzlü memleketim… Nâzım’dan Pir Sultan’a, Köroğlu’ndan Dadaloğlu’na, Tanpınar’dan, Aziz Nesin’e, Onat Kutlar’dan Orhan Kemal’e, Âşık Veysel’den Ahmet Arif’e, Oğuz Atay’a, Tevfik Fikret’e… Saydıkça sayasım geliyor, coşuyorum.

“Tarih boyunca Amida, Amidi, Amid, Kara-Amid Diyar-Bekr, Diyarbekir ve Diyarbakır adlarını alan kent Güneydoğu Anadolu bölgesinin orta bölümünde El-Cezire denilen bölgede Bereketli hilalin kalbinde yer almaktadır. Diyarbakır'ın köklü tarihi 12 bin yıl önceye uzanıyor” diyor.  Kadim bir kent karşımda uzanıyor. Dokuz bin yıllık olan surlardan söz ediyor rehberimiz. “Çin Seddi'nden sonra dünyanın en uzun, en geniş ve en sağlam surlarından biri olarak kabul edilir” diyor. Suriçi’nin kaderini görüyorum sonra. Dönüşüme uğramış evlerden şekilsiz, kokusuz, tarihsiz ve soğuk bir tek tiplik çıkmış. Yanında ise yıkılmış ama kendini teslim etmemiş harabeler bin bir acıyı fısıldıyor,  annelerin çığlığını duyar gibi oluyorum.

Yağmur yağıyor. Surların turistik yüzünün ardında kadim bir tarih uzanıyor Dicle’nin akışına. Kimler gelmiş, kimler geçmiş duygusunun verdiği dinginlik ile bugünün sıkışmışlığı at başı koşturuyor içimde. Davullar gümbürdüyor. Dört Ayaklı Minare’den bir güvercin havalanıyor. Tahir Elçi’nin öldürüldüğü sokakta yürüyorum. Hrant’ın güvercin tedirginliğini hatırlatıyor zihnim. Elimi uzatıyorum güvercinlere doğru… Göz göze geliyoruz üç yaşında bir kız çocuğu ile. Gözleri kara üzüm habbesi. Gözleri yarınlar, gözleri çocuk,  gözleri tertemiz… Küçük ellerini avcumun içine alıyorum. Yağmurdan sonra açan güneşin billur ışıltısı dağıtıyor hüznümü. 

Memleketimi seviyorum. Memleketimi seviyorum.

                          /././

Mümkünlerin kıyısı…-Asaf Güven Aksel-

"Bilmem hangi dizinin ünlüsüyle, filanca maden ocağı kazıcısının, aynı yarına ihtiyaç duyması ve buna örgütlenmesi, mümkünlerden biri midir? Evet, öyledir."

Hatırlarsınız, “İki Şehrin Hikâyesi”nin o çok bilindik girişini. “Zamanların en iyisi, en kötüsü; akıl çağı, budalalık çağı…” Birbirini çelenlerin, birbirine karşıtların bir arada bulunduğu bir devir. Işık mevsimi, karanlık mevsimi. Cennete giden yol, cehenneme varan yol. Umut baharı, hüzün kışı. Her şey var, hiçbir şey yok…

Ekonomik ve sosyal çalkantıların 1700’lerinin, son dilime bir büyük devrim eşiğinde girişinin Paris’inden, Londra’sından manzaralar aktarırken, Dickens’ın o müthiş kaleminden çıkan bu tasvir, bir nebze, Türkiye’nin uzun zamandır içinden geçmekte olduğu zamanlara da uyuyor gibi, değil mi? Daraltırsak, özellikle, son günlerimize…

Aslında, iktidarı protesto gösterilerinde bir eylemcinin elindeki dövizde, bu ünlü “roman girişi”, yine en az o kadar bilinen ve sıkça kullanılan bir Turgut Uyar cümlesinde de özetlenmişti: “Bütün mümkünlerin kıyısında”… Dövizde, buna bir zamir eklenmişti. “Bütün mümkünlerin kıyısındayız”. Biz.

Bir parantez olsun, Turgut Uyar’ın, mücadele dövizlerine, duvarlarına bunca dize vermesinden, yakın dönem şiirine ve “eylemci” kuşak kimliğine ilişkin bir yeniden analiz gereği doğar sanki, bir ara konuşalım…

Toplumların yol ayrımında, yön tayininde, uzun süre “pat” durumu görülmez pek tarihte.  İyi ve kötü, ışık ve karanlık, umut ve hüzün, “zıtların birliği” gösterisini sürgit sahneleyemez. Biri tabii yok olmasa da, bir diğeri galebe çalar eninde sonunda.

Türkiye de, bütün mümkünlerin kıyısında, bir adım atmaya hazırlanıyor. Zamanların en’lerinde… Kıyı. Bir yöne bir adım daha demek midir kıyı? Ve mümkünlerden, ânın elverdiğince mümkün olan tarafa. Hangisi?

* * *

19 Mart’tan bu yana süren, İmamoğlu ateşleyicisini çok aşan boyuta vararak, genel oy hakkının ve yasalılığın iptali tehdidine karşı durmaktan başlayıp, ekmek, adalet, özgürlük ve eşitlik talebi ekseninde yükselen ve bilince çıksın çıkmasın, bütün bir sermaye sistemi arazlarını hükümet nezdinde nesnel olarak bir yerinden karşısına alan eylemlilik, “boykot” aşamasında girdiği yeni kulvarda, iktidarın şaşkın hamlelerinin de etkisiyle, bir “aydın tavrı” sorgusunu gündeme taşıdı. Kendiliğindenliğin kaçınılmaz izlerini taşıyarak.

Boykot listesine alınan markalara, kuruluşlara resmî zevat ziyaretleri komedisiyle, 2 Nisan’daki  alışveriş durdurma çağrısını kırmak üzere bebek bezi reyonu ve çekirdek külahı önünde kuyruk olmakla eğlence malzemesi sunan iktidar,  protestolara ve boykota destek veren sanatçıları işsiz bırakarak, gözaltına alarak, gülüşmeleri donduran sert bir hamle yaptı.

Bu hamleyle, toplumun sanatçılara, ünlülere daha önceden başlayan “sessizlik” eleştirisi ve destek talebi, bu baskılara, haksızlıklara maruz kalanların yanında yer alma, ses yükseltme çağrısına vardı ve bir başka “boykot” başlığı oluştu.

Önce, toplumun kendiliğinden tanımında, “ünlü”ler, sanatçılar, bir “aydın” köşeli parantezine  alınarak, buna uygun davranmaları beklendi. Sonra, halka genişledi, unvan ve işlevi itibariyle “hoca”lar da meydana davet edildi.

Yavuz Bingöl sakilliğine, Demirkubuz küsücülüğüne, Yılmaz Erdoğan akilliğine aldırmazsanız, pek de yabana atılamayacak düzeydeki tartışma, uyarı ve karşılıklı eleştiriyle, kimi gerekçeli kimi kibirli savunmayla, ölü toprağıyla bilinen bu cenah, arzulanan düzeyde olmasa da, kendince hareketlendi, en azından “şöhret”in ve “ağır imaj”ın herhangi bir politik muafiyeti olmadığı gündeme geldi.

Burada, aydın, ünlü, sanatçı arasındaki aynılaştırmanın değerlendirilmesine hiç gerek yok şu an için. Toplumun beklentisi, etki alanının, sözü dinlenirliğinin, dikkat çekiciliğinin yüksek olduğunu düşündüğü, bildiği isimlerin kendi haklı mücadelelerine güç katmasıyken, buna kavramsal sorguyla yaklaşmak, tavırsızlığı makulleştirmek riski bile barındırır. Aydın tavrı ünlüden bekleniyor ve görülmediğinde tepki veriliyorsa, görüldüğünde güç kazanmış hissediliyorsa, mümkünlerin kıyısında ince kavramlar sorun edilmez.

İktidar cenahında kalmakta ya da tavırsızlıkta kendi çıkarını bulanlara, Castillo şiiriyle seslenmenin de yersiz olduğu söylenemez böyle bakılınca.

tarafsız aydınları / yurdumun / sorguya çekilecek / günün birinde / o gün / basit insanlar / tarafsız aydınların / kitaplarında şiirlerinde / yer almayanlar / her gün ekmek getirenler onlara / gelip soracaklar / ne yaptınız / acı çekerken yoksullar?... / tarafsız aydınları / güzel yurdumun / susup kalacaksınız / kendi utancınızla…

Aydın mı, ünlü mü ayrıştırması, devasa bir turnusolun gündeme geldiği koşullarda, belirsizleşir.

Sanatçı, aydın, ünlü, bir cumhuriyet yurttaşlığı ve hakları paydasında, ekmeğini onuruyla ve özgür duruşuyla kazanabilme paydasında, emekçi sınıfın, halkın talebiyle buluştuğunu somut olarak görmek ve idrak etmekle yüz yüzeyken, sanat icrası ve sömürüsüz ülke ortaklığı ayan olurken, ekmek ve gül, hürriyetle randevulaşırken, mümkünlerin kıyısında, atılacak bir adımın yönünü belirleyeceğiz.

Bunu, kendiliğindenin sınırındaki olanaklara sırt çevirmeden, örgütlü güç müdahalesinde bulunabildiğimiz, “göze alma ve aldırma” güveni vermemiz oranında başarabileceğiz.

Bilmem hangi dizinin ünlüsüyle, filanca maden ocağı kazıcısının, aynı yarına ihtiyaç duyduğunu kavraması ve buna örgütlenmesi de, mümkünlerden biri midir? Evet, öyledir. Kıyı, nedir ki başka? O kıyıdaki “biz” zamiri kim ki başka?

* * *

Daha önceki benzerleri gibi bu sürecin de öne çıkan sloganlarından biri olan, “Susma, Sustukça…” son derece iyi niyetlidir, tamam. Hem ilhamını aldığı örnek mesele bakılırsa, hem yakın tarih Türkiyesi’ndeki iktidar uygulamaları açısından, çok da haklı bin mücadele çağrısı olarak görülebilir. Bununla birlikte, bazı ünlülerin, siyasetçilerin “kendilerini koruma reflekslerini” de kapsayabilir ama. Aydın tavrı için ölçüt, sıranın kendisine gelme riski yokken de, susarak, hem vartayı atlatmayı hem kazancını korumayı umabileceği koşullarda da, haksızlığa isyan olmalıdır. Sıra bana gelmesin diye değil, kimsede olmasın diye. Korunmacılıkla değil, korumacılıkla. Nâzım’ın “enayi”si, Sierra Maestra’nın Che’si gibi.

Susma, sıra bir öncekinden bir sonrakine gelmesin diye… Hiç tanımadığın bir önceki için, bir sonraki için… Castillo, kendi utancınla susup kalacağını yazmasın bir gün diye.

Susma, varsın sırayı hiç yoktan sana getirsin…

Ünlü mü, aydın mı diye soralım mı ille? Böyle bir sloganla da ölçeriz, bu ideolojidir. Ama, an bu an değil. Şimdi, zamanların en iyisindeyiz, ve ışığın mevsimindeyiz, ve... zıddında…

Yani, şimdi bütün mümkünlerin kıyısında bir adım atmaktayız…. Umudun baharına, akıl çağına. Bir bir yok edilenlerin, bir bir var oluşuna… Zamir eki biziz…

                                                      /././

soL




EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -6 Nisan 2025-


Cengizleri ihya

* Saray rejiminin soygun düzenine, yoksullaştıran ekonomi programına, adaletsizliklerine karşı harekete geçen halkı, ‘milli ekonomi düşmanı’ ilan edenler, kasalarını doldurmayı sürdürüyor. Elektrik dağıtım bedeli yüzde 34.5 artırıldı, bu artış faturalara yüzde 25 zam olarak yansıtıldı. 

* 21 dağıtım bölgesinde Mehmet Cengiz gibi patronların kasasına 100 milyarlarca lira akıtıldı.

* 2008-2013 yılları arasında elektrik dağıtımının tümü özelleştirildi.

21 bölgeye ayrılan enerji dağıtım işi Mehmet Cengiz, Ahmet Çalık gibi iktidarla içli dışlı sermayedarlar arasında pay edildi

                                                ***

Zamlar elektriğe değil ‘özele’

EPDK, Elektrik faturalarına yansıyacak yüzde 25'lik zammı duyurdu. Dağıtım bedellerinde yine elektrik bedelinden fazla artışa gidildi. Özel şirketlere giden bedeller son 4 yılda yüzde 642 arttı.

5 Nisan 2025’ten geçerli olmak üzere konut elektrik tarifelerine yüzde 25 zam yapıldı. Zamla birlikte, dağıtım bedellerinde yüzde 34.5’lik artış dikkat çekti. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), dağıtım bedellerinin son 4 yılda yüzde 642 arttığını ve faturaların yüzde 70’ini oluşturduğunu açıkladı.

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK), konut elektrik aboneleri için yeni tarifeyi Resmi Gazete’de yayımlayarak yürürlüğe soktu. Buna göre, Enerji bedeli, yüksek tüketim kademesinde yüzde 16.1 artışla 1.61546 TL/kWh’ye çıktı. Dağıtım bedeli ise yüzde 34.5 zamlanarak 1.836166 TL/kWh oldu. Bu artışlar, ortalama bir konut abonesinin elektrik faturasına yüzde 25’lik zam olarak yansıdı

EMO’nun hesaplamalarına göre, 2021’de 183.4 TL olan 230 kWh’lik (aylık) konut faturası, 2025’te 595.8 TL’ye yükseldi. Bu, elektrik faturalarında yüzde 224.8’lik bir artış anlamına geliyor.

“Dağıtım bedeli şişirildi, dağıtım şirketlerine kaynak aktı”

EMO, yaptığı açıklamada faturalardaki en büyük artışın dağıtım bedelinden  kaynaklandığını vurguladı. 2021’de 56.9 TL olan dağıtım bedeli, 2025’te 422.3 TL’ye çıkarak yüzde 642 artış gösterdi. Aynı dönemde enerji bedeli yalnızca yüzde 24.5, fon ve vergiler ise yüzde 69.6 arttı.

Açıklamada, “Faturaların yüzde 70.9’u dağıtım bedelinden oluşuyor. Bu, özelleştirilen dağıtım şirketlerinin kâr odaklı politikalarının bir sonucudur” denildi.

Yine EMO’nun hesaplamalarına göre dağıtım bedeli enerji bedeliyle aynı oranda artsaydı, fatura 595.8 TL yerine 228 TL olacaktı.

EMO: ‘Enerji temel bir haktır”

EMO, elektrik dağıtımının özelleştirilmesinin yurttaşlara ek maliyet getirdiğini belirterek, “Ucuz, kaliteli ve güvenilir enerjiye erişim temel bir haktır. Kamu kaynakları özel şirketlere aktarılmamalıdır” çağrısında bulundu.

Yavuzyılmaz: ‘Vatandaşın cebinden ayda 5 milyar TL fazla para çıkacak’

CHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz, elektrik zammını “vatandaşı soyma”olarak niteledi. Yavuzyılmaz, “5 Nisan itibarıyla konut abonelerinin elektrik faturalarına yapılan yüzde 25’lik zamla, 495 TL’lik fatura 619 TL’ye, 1.045 TL’lik fatura ise 1.307 TL’ye çıkıyor” dedi. Yavuzyılmaz, Türkiye’deki 42 milyon 389 bin 208 konut abonesinin yüzde 97’sinin bu zamdan etkileneceğini vurguladı.

Zam kararıyla birlikte yurttaşların cebinden ayda fazladan 5 milyar TL daha çıkacağını söyleyen Yavuzyılmaz, “Bu kaynaklar, AK Parti’nin tamamını özelleştirdiği elektrik dağıtım şirketlerinin kasasına aktarılacak” dedi. Yavuzyılmaz, “Bunun adı vatandaşı soymaktır” ifadelerini kullandı.

Elektrik sektöründeki özelleştirmelere de değinen Yavuzyılmaz, “AK Parti’nin enerji politikaları sonucunda ülkenin elektrik üretiminin yüzde 83’ü özel sektörün eline geçmiş durumda. Dağıtım ve perakende satışın yüzde 100’ü zaten özelleştirildi. Geriye sadece iletim sistemi kaldı, onun da özelleştirme süreci devam ediyor” diye konuştu.

Yavuzyılmaz, hükümetin bu politikaları nedeniyle, özel elektrik şirketlerinin “gönüllü hizmetkarı” durumuna geldiğini söyleyerek, “Vatandaşın sırtından özel şirketler zengin ediliyor” şeklinde tepki gösterdi. 

                                                         ***

Muhalefetten elektrik zammına tepki: Ellerini halkın cebinden çekmiyorlar

EPDK zamlarına tepki gösteren CHP’li vekiller iktidarın halkın cebinden elini çekmediğini belirterek; “Saray itibardan tasarruf etmesin diye vatandaş pahalı bir hayata mahkum ediliyor" dedi.


CHP Milletvekilleri EPDK tarafından yapılan zamlara tepki gösterdi. Gökan Zeybek; “Ellerini halkın cebinden çekmiyorlar” derken, Murat Emir,. “Millet seni affetmeyecek”, Burhanettin Bulut ise, "Saray itibardan tasarruf etmesin diye vatandaş pahalı bir hayata mahkum ediliyor” diye tepki gösterdi.

"Ellerini halkın cebinden çekmiyorlar"

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek, EPDK tarafından yapılan zamlara ilişkin, "Memleketi karanlığa gömdüler Ekonomi programları bunlara kalırsa tıkır tıkır işliyor ama ellerini halkın cebinden çekmiyorlar. Şimşek'li geçen iki yılda elektriğe toplamda yüzde 94 zam... AYIP. Türk milleti bu yapılanları unutmayacak ve sizi tarihe gömecek" dedi.

"Millet seni affetmeyecek"

CHP Grup Başkanvekili ve Ankara Milletvekili Murat Emir, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (EPDK) açıkladığı zam haberine tepki gösterdi. Emir sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:

"Saatler önce ‘ekonomide milletin aleyhine kampanya yapanları benim milletim affetmeyecek’ diyen Erdoğan'ın tensipleri ile elektriğe ;

Konut abonelerine yüzde 25,

Kamu ve özel hizmetlere yüzde 15,

Sanayiye yüzde 10,

Tarımsal faaliyetlere yüzde 12,4,

Doğalgaza da yüzde 20-24 arasında zam geldi!

Millet seni affetmeyecek!!!" diye tepki gösterdi.

“İnsafınız kurusun”

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Adana Milletvekili Burhanettin Bulut, sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı açıklama ile Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (EPDK) açıkladığı zamlara tepki gösterdi. Bulut yaptığı paylaşımda şunları kaydetti: "Saray itibardan tasarruf etmesin diye vatandaş pahalı bir hayata mahkum ediliyor. Saray ve avanelerinin lokmaları büyürken vatandaşınki her gün küçülüyor. Memura, emekçiye kaşığın ucuyla zam veren iktidar, elektrikte konut abonelerine yüzde 25 zam yaptı. İnsafınız kurusun!"

“Konut abonelerinin yüzde 97’sini elektrik zammı çarpacak''

CHP Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz, sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımla elektriğe yapılan zamma tepki gösterdi. 

Yavuzyılmaz'ın paylaşımı şöyle:

''Yaparsa AK Parti yapar. 5 Nisan 2025 tarihi itibarıyla; AK Parti, aylık elektrik tüketimi bin 45 TL’ye kadar olan konut abonelerinin faturalarına yüzde 25 zam yaptı. 495 TL’lik elektrik faturası 619 TL’ye, bin 45 TL’lik fatura bin 307 TL’ye çıkıyor. Türkiye’deki toplam konut abone sayısı: 42 milyon 389 bin 208 adet. Zamdan etkilenecek konut abone sayısı 41 milyon 189 bin 208 adet, yani konut abonelerinin yüzde 97’sini elektrik zammı çarpacak. Alınan bu zam kararıyla fatura ödemeleri için vatandaşların cebinden her ay 5 milyar lira daha fazla para çıkacak. Bu paralar, AK Parti’nin yüzde 100’ünü özelleştirdiği elektrik dağıtım şirketlerinin kasasına aktarılacak. Bunun adı vatandaşı soymaktır.

AK Parti’nin berbat enerji politikası nedeniyle ülkenin elektrik üretiminin yüzde 83’ü özel sektörün eline geçmiş, elektrik dağıtımının ve perakende satışının yüzde 100’ü özelleştirilmiş durumda. Geriye bir tek elektrik iletim sistemi kalıyor. O da özelleştirme sürecinde. AK Parti, bu hatalı özelleştirmeler nedeniyle, sektördeki özel elektrik üretim ve dağıtım şirketlerinin adeta gönüllü hizmetkarı durumda. Sonuç zam üstüne zam.'' 

                                                     ***

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -7 Temmuz 2025 -

CHP'li 61 vekilin dokunulmazlığıyla ilgili tezkere Meclis'te CHP’nin 135 milletvekilinin 61’i hakkında 240 adet yasama dokunulmazlığ...