Cumhuriyet ve sosyalizm: Yarım kalan bir vaat için yürümek -İskender Özturanlı-
Okuyan’ın analizleri, solun son otuz yıllık tarihini bir altüst etme denemesi olarak da okunabilir, bir yerli yerine oturtma çabası olarak da.
Cumhuriyet ülkemizde öyle kuvvetli bir birikim üretti ki, ancak yitirmeye başladığımızda kadri kıymeti yeniden bilinmeye başlandı.
Bugün bir netice olarak AKP iktidarında cisimleşen çok haşin darbelerle neredeyse zirveye varan bu süreç, bizde olduğu gibi birçok ülkede de, siyasal iktidarların parti ve görüş fark etmeksizin büyük sermaye ve teknisyenler ilişkisi içinde, cici örüntülerle kurulmuş liberal demokrasilerin müesses siyasal nizamının içinde yok oldu, gitti.
Günümüzün dünyasında, halkına olan hesabı vermekten çok, sermayeye ve küresel emperyalizme esir olan bir “şirketler devleti” ve “borç devleti” modeli hüküm sürmekte. Kamusal hayatın bir eşitlik idealiyle birlikte topyekûn kaybolduğu, cumhuriyetçiliğin yani cumhuriyet kavramının yittiği, solun da artık bir alternatif haline gelmediğine inanılan dönemler bunlar. Liberal demokrasi, sahte çok kültürlülüğü, sivil aksiyonları ve kurumsal hukuksal çeşitliliğiyle bugün eşitlik idealini çoktan ıskat etti. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi cumhuriyetçiliğin temel kavramları teşebbüs hürriyeti, finansal genleşme, tüketim özgürlüğünün soğuk sularında eridi gitti.
Cumhuriyet bugün, bizde sanıldığı gibi monarşiye karşı sadece kağıt üstüne bir eşit yurttaş olma hali, yurttaşların hukuksal güvenceleriyle yaşadığı bir hoşgörü ve ilerleme ortamından ibaret değildir. Saltanata karşı bir hukuksal ilerici düzen vaadidir ama bu düzende, kamusal ve etkin denetim, oligarşi karşıtı ve farklı katmanlardan oluşan bir halk tasavvuru, ücretsiz, laik bir kamusal eğitim öngörüsüdür de.
Cumhuriyet elbette özünde ütopik de olsa bir eşitlik ve özgürlük vaadidir. Birçok ülkede Cumhuriyetçiliğin burjuva karakter taşıması ve hatta kimilerinde burjuva devrimleriyle iç içe geçmesi, onun tarihte solla iç içe gelişmediği anlamına gelmez. Sosyalistlerin, Komünistlerin Cumhuriyetçiliğin doğuşunda ve doğasında olmaları ve hikâyenin en başından beri etkin siyasal aktörler olarak yer almaları, Marx’ın cumhuriyetçiliğinden tutun da ülkemizin milli mücadelesinde ve sonrasında (kurtuluş ve kuruluşta yani) komünistlerin ileride tasfiye edilecek olsalar da bütün mücadelenin içinde, önünde ve omurgasında olmaları inkar edilemez gerçekliklerdir.
Jean Jaurès’nin yıllar öncesinin büyük Cumhuriyet ve Sosyalizm tartışmalarında dediği gibi: “Sosyalizm cumhuriyetçilikte saklıdır ve onun doğal bir sonucudur, Cumhuriyet … sosyalizmin siyasi formudur, bir şekilde onu çoktan kapsamıştır” (Selman Sac, Jean Jaurès, Cumhuriyetçi Sosyalizmin İmkanı). Hatta Jaurès’nin daha da ileri giderek, cumhuriyetin sosyalizm olmadan boş bir vaat olacağını ve gericilerin kolay bir avı haline geleceğini de söylediğini ekleyelim.
Bugün ülkemizde yaşanan tamamen budur, Cumhuriyet kamusal, devletçi, eşitlikçi-halkçı, bağımsızlıkçı özünü kaybettiği için sermaye ve gericiliğin ikili kıskacıyla boğulmaktadır. AKP iktidarı bunun doruk noktası olmuştur o kadar. Üstelik, post-modern demokrasi çığırtkanları ve neoliberal çoğulculuk teorisyenleri tarafından ideolojik olarak mahkum edilmiş, dayanıksız ve korunaksız kalmıştır.
Üstelik gelişip büyüyen sermayenin kurduğu çatı düzeninde her şeyin piyasalaşması, sivil, liberal ve kimlikçi bir solun kültürel hegemonyası, darbelerle hırpalanan yorgun bir sol düşünce ve eylem pratiği, düzen partilerinin ve müesses siyasal nizam ya da düzen siyaseti tarafından kamusal alanın boşaltılmasına neden olmuştur.
Bu tam da “Res publica”nın “aralarında aile bağı ya da yakın bağlar olmayan insanlar arasındaki birliktelik ve karşılıklı taahhüt bağlarını temsil eden”, yani “arkadaşlık ya da aile bağlarından çok bir kitleye, bir halka, bir politik uygulamaya ilişkin bağ” (R. Sennett) olduğu gerçeğinin tersyüz edilmesine neden olmuştur. Neoliberal sermayenin yarattığı büyük eşitsizliklerin bir sonucu olarak, erdemli ve eşit yurttaşlık ilişkilerinin kurulduğu kamusal alanda doğan büyük anaforda, bir yer değiştirme ile tarikat ve cemaat gericiliğinin payanda haline geldiği bir anti laik piyasa düzenin anahtarı ögesi oluştu. Bu asla gözden kaçmamalı.
Bu durumda, elbette ki elimizde bir Cumhuriyet kalmamıştır ya da kalmışsa bile bu artık “kimsesizlerin kimsesi olan” bir cumhuriyet değildir. Ya da, zamanında Atatürk’ün tanımladığı gibi artık adı Cumhuriyet olan bu idarenin “fazileti ahlakiyeye müstenit bir idare” olmadığı, “faziletli ve namuskâr insanlar yetiştiremediği”, içeriği yok olmuş bir cumhuriyettir.
Oysa ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş öyküsü, bu toprakların binlerce yıldır üzerindeki ağır perdenin kaldırıldığı bir hakikat mücadelesidir. Hem Osmanlı dönemindeki saltanat ve hilafetin halksız yönetimlerine, hem emperyalizmin örtülü ve açık örtülü işgallerine, iç savaşlara ve isyanlara, büyük kayıplara, yokluğa, yoksulluğa, gericiliğe karşı bir halk hareketinin temsili demokrasisi ve devlet yönetimi anlamına gelmektedir.
Cumhuriyet bir yandan tamamlanmamış bir proje olmasına karşın, muazzam bir miras ve sınırsız bir devinim, devrim ve ilerleme gücüdür, kamusal bir kalkınmanın, bağımsızlıkçı bir politikanın, modern ve aydınlanmış bir eğitim hamlesinin de adıdır.
Bugün bu devinim iktidardan ve devlet yönetiminden hayli uzağa düşmüş durumda. Dahası bugün ülkeyi yönetenlerin için de, “terörsüz Türkiye” adı altındaki yeni düzenlemelerdeki muhatapları için de, Cumhuriyetin aşılması gereken bir 100 yıllık hikaye olarak görüldüğü ve yakında yapılması düşünülen yeni Anayasa tartışmalarında, Cumhuriyetle bugüne dek kısmen ertelenen bir nihai hesaplaşma olacağı mukadder görünüyor.
Tam da bu noktada Cumhuriyet’i kuran parti dahil olmak üzere, sol kesimlere de yerleşmiş bulunan mahcup Cumhuriyet savunusunu derinden değiştirecek önemde bir kitap yayınlandı. Cumhuriyet ve Komünistler adıyla yayımlanan, Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan ile Kırmızı Kedi Yayınevi’nin kurucusu Haluk Hepkon’un yaptğı bu söyleşi kitaba dikkat çekmek istiyorum. Okuyan burada Türkiye’deki sol geçmişinin bütün geleneksel referanslarına atıfta bulunan hayli cesur, sindirilmiş bir Cumhuriyet savunusu yapıyor: Bu savunun ilkesel dayanakları kritik önemde. “…Partimiz daha kurulur kurulmaz bağımsızlık mücadelesine katıldı ve cumhuriyetten yana taraf oldu” diyor Okuyan, “Riyakârlık, takiyye yaparak değil, ideolojimiz, ilkelerimiz gereği. Sonradan göre Cumhuriyetçi değiliz”.
Okuyan’ın analizleri, 12 Eylül darbesindeki ağır travmanın etkisiyle, solun giderek devlet karşıtlığına, sermayeye ve sermayeci sivil topluma, kimlik politikalarına yaslanan son otuz yıllık tarihini bir altüst etme denemesi olarak da okunabilir, bir yerli yerine oturtma çabası olarak da: “Türkiye’de solun geleceği, 1923’ün referanslarıyla örülür demiyorum ama bu topraklardaki ilerici çizgiye, geçmiş birikime sırt dönerek devrimcilik yapamazsın. Nasıl seveceksin bu ülkeyi şimdi?”
Yazımın girişinde belirttiğim gibi ülkemizdeki ağır gerici baskının, aydınlanma krizinin nasıl aşılacağı meselesine bir kez daha dönmek istiyorum. Aydınlanma değerlerinden kamuculuğa, bağımsızlıktan halkçılığa her türlü Cumhuriyet değerinin yerle yeksan edildiği, yarım kalmış, kadük bırakılmış bir program olan Cumhuriyetin bu krizi aşması, halkın bu birikimi sürece dahil edebilecek arzuda bir siyaset üretmesiyle mümkündür.
Ülkedeki cumhuriyetçi birikime soldan, TKP’den gelen bu destek, katkı ve ittifak çağrısı çok kritik önemdedir, dikkate alınmalı ve tartışılmalıdır.
Solu olmayan bir Cumhuriyetçilik nasıl kadük kalmaya mahkûm ise, Cumhuriyetçiliğe dayanmayan bir solun da genişleyici ve kapsayıcı bir gelecek kurma iddiası zora girer.
Bu çetin meselenin aşılması adına Okuyan’ın önerilerini son derece değerli buluyorum ve yazımı kitabın belki de en önemli bölümündeki temel çağrıyı bütünüyle aktarmak istiyorum:
“Bütün bunlar niye geldi başımıza? Neden artık Türkiye’de bağımsızlık bir pozisyon değil, varılması gereken bir hedef haline geldi? Neden NATO üyesi oldu? Laiklik niçin ayaklar altına alındı? Bunlara bakalım ve bunların sınıfsal kaynakları konusunda yeni bir pencere açalım. Komünist olmanızı istemiyoruz. Böyle bir zorunluluk yok ama Türkiye’deki sınıfsal meseleyi görmeden bu sorunlara çözüm bulamayacaksınız. Yani Türkiye niye bağımsızlığını kaybetti buna yanıt bulamasınız. Laiklik neden bu hale geldi buna yanıt bulmazsınız.
Nasıl adlandırmaya devam edersiniz, önemli değil. Biz sosyalist ekonomi deriz sen devletçi ekonomi dersin. Biz aydınlanma mücadelesi deriz sen laiklik dersin. Biz bağımsızlık deriz sen Atatürk milliyetçiliği dersin.
Önemli olan buradaki bu temel meselelerde birbirimizi anlamak, yakınlaşmak ve ortak bir yürüyüş. Bu ortak yürüyüşün sosyalizmi içermemesi, ona düşman olması artık mümkün değil. Türkiye’de bundan sonra enerjiden tarıma her konuda bir sorunu gerçekten çözeceksen, özel sektörün ilgasını hedefleyeceksin. Devletçi bir ekonomiye ihtiyacımız var. Bu gözüküyor ve bunu görmek için komünist olmaya gerek yok.”
Akdeniz'de 5,8 büyüklüğünde deprem: 14 yaşındaki çocuk yaşamını yitirdi
Muğla'nın Marmaris ilçesine 10,43 kilometre uzaklıktaki 5,8 büyüklüğündeki depremde, Fethiye ilçesinde yaşayan ve panik atak geçirerek hastaneye kaldırılan 14 yaşındaki çocuk yapılan müdahaleye rağmen kurtarılamadı.(https://haber.sol.org.tr/haber/akdenizde-58-buyuklugunde-deprem-14-yasindaki-cocuk-yasamini-yitirdi-398763)
İstanbul Üniversitesi Ruh Sağlığı ve Psikiyatri Hemşireliği alanında doktora eğitimini tamamlayan Dönmez, yaklaşık 12 yıldır yas ve yaşam sonu sürecinin psikososyal boyutlarına odaklanan çalışmalar yürütüyor. Üç yıl boyunca İskoçya'da Glasgow Üniversitesi Yas, Yaşam Sonu ve Palyatif Bakım Araştırmaları Grubu’nda araştırmacı olarak görev yaptı ve hâlen Glasgow Üniversitesi’nde onursal araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürüyor. Aynı zamanda Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesinde doktor öğretim üyesi olarak çalışıyor.
Makaleniz depremin ardından yaşanan yasın, özellikle de kronik hastalığı olan bireylerde "uzamış yas bozukluğuna" dönüşme riskinin yüksek olduğunu gösteriyor. Öncelikle uzamış yas bozukluğu ve beraberinde getirdiği riskler nelerdir?
Uzamış yas bozukluğu, bireylerin yakınlarının ölümü sonrasında yaşadıkları uzun süreli ve işlevselliği bozan yas tepkileriyle karakterize bir hastalıktır. Elbette ki ölümün ardından verilen yas tepkisi olağan olmakla birlikte yas ile ilişkili yaşanan yoğun duygusal acı, ölümü kabul etmekte zorluk, yaşamın anlamsız gelmesi ve duygusal küntlük (duygusal deneyimin yokluğu veya belirgin azalması) gibi belirtiler eğer 6 -12 aydan (Dünya Sağlık Örgütü tanı kriterine göre 6 ay; Amerikan Psikiyatri Birliği tanı kriterine göre 12 ay) daha fazla sürüyor ise bu bizi uzamış yas bozukluğu tanısına götürebiliyor. Yastaki bireylerde kronik hastalık varlığı, uzamış yas bozukluğu riskini arttırmada önemli bir faktör. Ama özellikle de ölümün ani ve travmatik olması ve yastaki kişinin düşük gelire sahip olması bu hastalık için önemli risk faktörlerini oluşturmaktadır. Ayrıca depresyon, anksiyete, intihar riskinde artış, madde kullanımı ve kendine zarar verme davranışı uzamış yas bozukluğu ile ilişkili olarak ortaya çıkabilmektedir.
'Uzamış yas bozukluğu olan bireylerin hepsinin gelir düzeyi düşük'
Genel popülasyonda uzamış yas bozukluğu yaygınlığı yüzde 1 ile yüzde 2 arasında değişiyor. Depremde olduğu gibi travmatik ölüm sonrasında bu oran artıyor. Bir diğer önemli nokta da uzamış yas bozukluğunun tedavi edilmediğinde uzun yıllar devam edebiliyor olmasıdır. Örneğin Türkiye'de yakın zamanda yapılan bir çalışmada, Van depreminden sekiz yıl sonra bile yaslı yetişkinler arasında uzamış yas bozukluğu yaygınlığı yüzde 8,9 olarak bulunmuştur. Bu nedenle 6 Şubat depremine maruz kalan bireylere daha fazla zaman kaybetmeden parasız yas destek hizmeti verilmesi gerekiyor.
Çalışmanızı hangi grupta yaptığınızı ve araştırma sonuçlarını okurlarımız için kısaca özetleyebilir misiniz?
Araştırmamızı Hatay’da bulunan 18 yaş ve üzeri depremde yakının ölümünü yaşamış kronik hastalığı olan yetişkinler oluşturuyordu. Çalışmamıza katılanların yüzde 23,8’inde uzamış yas bozukluğu tespit ettik. Genel popülasyonda uzamış yas bozukluğu yaygınlığı yüzde 1 ile yüzde 2 arasında olduğu göz önünde bulundurulacak olursa yüzde 23,8’in çok yüksek bir oran olduğunu söyleyebiliriz.
Çalışmamızda uzamış yas bozukluğu olan bireylerin hepsinin gelir düzeyi düşük ve birçoğu da deprem sonrası işsiz kalmış kişilerdi ve yaşadıkları en tipik tepkiler; duygusal acı, suçluluk, duygusal hissizlik, yalnızlık ve umutsuzluk gibi duygusal tepkilerdi. Örneğin, yaşadığı acıyı anlatan yaslı bir baba şunları söyledi:
"Ne yazık ki hepimiz (eşi ve iki çocuğu) aynı anda enkaz altında kaldık... Enkaz altındaki eşimin kolu sıkışmıştı… Ben de bir, iki, üç diye sayarak (ağlayarak) kolunu kesmeye çalıştım. Yaklaşık 20 saat sonra komşularımızın yardımıyla enkaz altından çıkarıldık ancak kızıma ulaşamadık. Gönüllüler ve belediye çalışanları kızımı enkazdan çıkarmak için çok uğraştılar ancak saatler sonra kızımın cansız bedenine ulaştılar ve onu çıkarmanın tek yolunun onu üç parçaya ayırmak olduğunu söylediler. O anki acımı (ağlayarak) ifade edecek hiçbir kelime yok. Kızımı tek parça halinde çıkarmaları için yalvardım, sonra işçiler bana sarılıp ağladılar, onu tek parça halinde çıkaracaklarına söz verdiler ve sonunda kızımı bana tek parça halinde verdiler. Ölmeyi dileyerek güzel kızımın ölü bedenine sarıldım ve saatlerce onunla kaldım..."
Çalışmamızda yer alan sadece bu sözler bile orada yaşanan acı ve çaresizliği gözler önüne sermeye yetiyor. Ayrıca, bu ifadeler sadece bireysel bir duygulanımı değil, orada devletin yetersizliğini ve kamusal hizmetlerin çökmüş olduğunu da gösteriyor. Burada çalışmamızı inceleyen hakemlerden birinden gelen bir geri bildirimi sizinle de paylaşmak istiyorum. Makaleyi İngilizce olarak BMJ dergisine göndermiştik. Derginin inceleme sürecinde, bir hakem babanın sözlerinde geçen "… kolunu kesmeye çalıştım…" cümlesindeki kesmek (cut) kelimesini yanlışlıkla yazdığımı düşünerek, "Tutmak (hold) demek istediniz sanırım " diyerek düzeltme talep etti. Bu düzeltme talebi bile, olaya dışarıdan bakan birinin, bir insanın sevdiği birini kurtarmak için kolunu kesmeye çalışacak kadar çaresiz olabileceğini hayal bile edemediğini gösteriyor. Bu da orada yaşanan acı ve çaresizliğin, insan aklının alamayacağı boyutlara ulaştığının çok çarpıcı bir örneği.
'Yoksulun yas tutma ritüeli bile elinden alınır'
Bu bölgede uzamış yas bozukluğu oranının yüksek çıkmasının nedenlerinden biri de bu felaketi yaşayanların yas tutma ritüellerinin tamamen ortadan kalkmasıdır. Kültüre özgü ritüellerinin gerçekleştirilememesinin de uzamış yas bozukluğu riskini arttırdığı biliniyor. Çalışmamıza katılan bir kadının söyledikleri orada yaşananların neden o bölgede ruhsal hastalık riskini arttığını gösteren başka bir örnek:
"Hani yaralar gün geçtikçe iyileşir derler ya, tam tersine derinleşiyor. Hâlâ sevdiklerimizin geri geleceğini düşünüyoruz... Yaşadıklarımızın gerçek olduğuna hâlâ inanamıyorum. Korku filmi gibiydi. İnsanlar ölülerini siyah çöp torbaları içinde sırtlarında taşıyorlardı. Kimse ölülerini yıkayamadı; sularımız kesildi ve yetkililer bize bir toplu mezar verene kadar ölülerimizle birlikte uyuduk. Toplu mezarda büyük mezarlar açtılar ve tüm ölüler üst üste gömüldü (ağlıyor). Mezar yeri ana baba günüydü…Herkes acı içindeydi ve nereye gittiklerini bile bilmiyorlardı. Bilmiyorum, çok yazık..."
Yasın sınıfsal karakterini bu cümlelerde de görebiliyoruz. Ortak mezarlıklar, kimliksiz gömüler ve ritüelsiz vedalar bireyin yas sürecini tamamlamasını imkânsız hale getirir: Yoksulun yas tutma ritüeli bile elinden alınır! Bu bağlamda, afet sonrası ruhsal sorunlara dair çözüm, yalnızca klinik değildir: Toplumsal sınıf eşitsizliği ortadan kalkmadan ve herkese eşit insanca yaşama olanağı yaratılmadan -ki bu da bir sistem değişikliği gerektirir- ruhsal sorunların çözümünde bile herkes için adalet yoktur.
Bu sonuçlar büyük travmaların (deprem gibi) toplumsal eşitsizlikleri derinleştirdiğini ve yas gibi en temel insani deneyimleri dahi sınıfsal bir mesele haline getirdiğini nasıl açıklıyor biraz daha açabilir misiniz?
Uzamış yas bozukluğu, bireysel bir zayıflık değil, kapitalist üretim ilişkilerinin doğrudan sonucudur. Kapitalist sistem toplumsallık yerine bireyselliği ön plana çıkardığı ve bundan beslendiği için ancak olumlu bir toplumsallıkla iyileşebilecek olan yas, bireyin toplumsaldan uzaklaşması sonucu bireysel çöküşün alanı haline gelir. Tekrar hatırlatayım, çalışmamızda uzamış yas bozukluğu olan bireylerin hepsinin gelir düzeyi düşük ve birçoğu da deprem sonrası işsiz kalmış kişilerdi. Tek başına bu sonuç bile bu bölgede yaşanan ruhsal sorunların nedeninin sınıfsal olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Deprem ve uzamış yasın ortaya çıkardığı krizlerin, bireysel trajediler olarak değil, politik ve toplumsal bir kriz olarak tanımlanması gerekir. Yas süreçlerinin insanileştirilmesi, yalnızca insani yardım meselesi değil, politik bir meseledir.
'Bağ kurma ve birliktelik duygusu ruhsal yaralar için en etkili iyileştiricidir'
Meseleye bu açıdan bakınca deprem sonrası örneğin TKP’nin bölgede gösterdiği dayanışmanın oradaki ruhsal sorunları hafifletici etkisi üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Çalışmalarım sırasında bölgede durum tespiti yaparken farklı girişimlere tanık oldum. Bunlar arasında, TKP’nin toplumsal dayanışmayı oldukça işlevsel biçimde örmesinin, deprem sonrası oradaki halkın yaşadığı yasın şiddetini azaltmada etkili olduğu gözlememim yer alıyor. Açıkçası orada bulunduğum süre içerisinde TKP’nin oradaki çalışmaları beni çok etkiledi ve TKP’nin öncülüğü ile gönüllü ruh sağlığı çalışanlarının bir araya geldiği Psikososyal Destek Grubu çalışmalarında da yer aldım. Çünkü bilimsel olarak da biliyordum ki bağ kurma ve birliktelik duygusu ruhsal yaralar için en etkili iyileştiricidir ve bu da dayanışma ve örgütlülük ile gerçekleştirilebilir. TKP deprem bölgesindeki halka yalnız olmadığı, bireyselliğin değil toplumsallığın insanı yaşatacağını, ayağa kalkabileceklerini, birbirine destek olarak, örgütlenerek hem geleceğe kalabileceklerini ham de bu kadar yıkıma neden olan insan hayatını hiçe sayan sadece daha fazla kâr elde etmeye odaklı kapitalist sistemin yerine daha adil toplumcu bir sistem kurabileceklerini göstererek iyileşebileceklerini gösterdi. Şu anda da deprem sonrasında Hatay’da kurulan Defne Halk Temsilcileri Meclisi tam da bunu yapmaya çalışıyor. Bölgedeki bu yıkımı ranta çevirmek için kültürü ve tarihi tarikatlar ve holdingler aracılığı ile silinmeye çalışan sermaye sistemine karşı mücadele ederken, kurdukları Kültür Merkezi ile de akıl sağlığımızı korumada önemli bir yer tutuyor.
Makalenizin sonuç bölümünde, uzamış yas risk faktörlerinin erken teşhisi ve azaltılması, kişi merkezli yas desteği, ulusal standartlar ve politikaların oluşturulması gibi önemli önerilerde bulunuyorsunuz. Bu önerilerin hayata geçirilmesi için nasıl bir toplumsal ve politik mücadele gerekiyor? Mevcut sistemin, afet sonrası insani ihtiyaçları ve psikososyal destek gereksinimlerini karşılamadaki yetersizliği göz önüne alındığında, bu alanda gerçek bir dönüşüm için nasıl bir yol haritası çizilebilir?
Bilim insanı olarak biliyorum ki bilimsel araştırmalar, toplumsal sorunların nedenlerini anlamamıza ve çözüm yolları geliştirmemize büyük katkı sağlar. Ancak yalnızca bilimsel bilgiyle, bu sorunları kökten çözmek mümkün değildir. Çünkü ruhsal sorunların, toplumsal eşitsizliklerin ve krizlerin ardında yatan temel etkenler ekonomik ve politik yapılardır. Eğer bu yapılar değişmeden kalırsa, bilimsel çözümler sadece semptomları geçici olarak hafifletir ama kök nedeni ortadan kaldıramaz. Bilimin rehberliğinde ilerlemek önemlidir, fakat asıl dönüşüm için sömürü düzenini değiştirecek politik irade ve toplumsal mücadele şarttır.
Dolayısıyla açık ve net bir şekilde ifade etmek gerek: Eşit ve parasız yas destek sistemi derhal kurulmalıdır! Pandemi dönemi de sağlığın neden ücretsiz ve devlet eliyle karşılanması gereken bir hak olduğunu çok net göstermişti. Deprem de aynı biçimde gösteriyor. Bu nedenle daha fazla vakit kaybetmeden sağlık sistemi bir an önce devletleştirilmeli, toplum temelli ruh sağlığı hizmetleri yaygınlaştırılmalı ve barınma hakkı koşulsuz olarak devlet güvencesine alınmalıdır. Her felakette yeniden ortaya çıkan ruhsal sorunların ardında sömürü düzeni yatmaktadır. Patron ve tarikat düzeni yıkılmadıkça da bu döngü her felakette yeniden üretilecektir.
*İlgili Çalışma: Dönmez ÇF et al. Exploring the bereavement experiences and prevalence of prolonged grief disorder among 2023 Turkish earthquake survivors with advanced chronic disease: a mixed methods study. BMJ Open 2025;15:e088551.
https://bmjopen.bmj.com/content/15/3/e088551
/././
İzmir’de doğru bilinen yanlışlar: Belediye işçisi ne istiyor, Cemil Tugay neden halkı kışkırtıyor?
İzBB Başkanı Cemil Tugay, grevin ilk gününden beri belediyenin koşullarının ne kadar sıkıntılı, işçilerin taleplerinin ne kadar abartılı olduğunu anlatıp duruyor. soL, gerçekliği şüpheli bu bilgileri ve tartışmalı ithamları masaya yatırdı.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı şirketlerde çalışan 23 bin işçi Perşembe gününden beri grevde. Hakları için, insanca koşullarda çalışabilmek ve yaşayabilmek için, en önemlisi de eşit işe eşit ücret talebiyle mücadele ediyorlar.
Belediye işçilerinin sürdürdüğü grev sadece ücret pazarlığı değil, aynı zamanda sınıfsal bir mücadele alanı. Çünkü CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın işçilere reva gördüğü ücretler, AKP iktidarının yıllardır emekçilere dayattığı politikaların yerel ölçekteki örneğinden ibaret. Üstelik bunu “kamuculuk” maskesiyle sunmaya çalışan bir anlayış, grevi suçlamaktan, halkı işçilerin karşısına dikmeye çalışmaktan çekinmiyor.
Gerçeklerse yalın. soL, Cemil Tugay'ın işçileri İzmirlilere şikayet ederken başvurduğu yalan ve çarpıtlamaları tek tek inceledi.
Sarı sendikaya bol kepçe, muhalif sendikaya kaşıkla
Grev, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi sendikanın fahiş ücret taleplerinden değil, belediyenin “eşit işe eşit ücret” ilkesini uygulamayı reddetmesinden kaynaklanıyor. Bu temel neden göz ardı edilirse grevin ne anlama geldiği anlaşılamaz.
Türk-İş’e bağlı Belediye-İş Sendikası’nın yetkili olduğu şirketlerde imzalanan toplu iş sözleşmelerine tabi çalışan işçiler ile DİSK'e bağlı Genel-İş Sendikası'na üye işçiler arasında on binlerce liraya varan ücret farkları bulunuyor.
Cemil Tugay “eşit işe eşit ücret” talebinin haklı olduğunu kabul ediyor, ancak önceki sözleşmeleri “sorumsuzluk” olarak niteliyor. Yani hem ücret farkını hem de bu farkın belediyede ciddi bir sorun yarattığını reddedemiyor, ama çözüm yerine suçu işçilere yüklüyor.
Özetle Tugay, iktidara yakın sendikanın işçisine daha yüksek ücret vermeyi kabul ederken muhalif sendikanın üyelerine yoksulluk sınırını çok görüyor.
Dümdüz AKP'cilik
AKP hükümeti Türkiye halkını yıllardır yoksulluğa mahkum ederken, "ana muhalefet" partisinin belediye başkanı, açıkça, AKP'nin sefalet ücretlerini savunuyor ve şöyle diyor:
"Son 5 yılda asgari ücretin dolar karşılığı yüzde 57 artarken, İZENERJİ işçisinin maaşı dolar bazında yüzde 85 arttı."
Aynı Cemil Tugay çok değil, 7 ay önce, asgari ücret görüşmeleri sürerken "Açlık sınırının 20 bin lira olduğu bir dönemde asgari ücretin 17 bin lira olduğunu kimse konuşmuyor’’ diye yakınıyordu.
Asgari ücret açıklandıktan sonra da "Ekonomik kriz ortamında İzmirlileri açlık ve yoksulluk sınırı altında tutmayacağız" dedi.
Diyelim ki asgari ücrete iktidarın yaptığı gibi dolar bazında yüzde 57 yerine Cemil Tugay’ın belediye işçisine çok gördüğü gibi yüzde 85 zam uygulansaydı… Bu durumda asgari ücret bugün 25 bin 800 lira olacaktı. Açlık sınırının bu ay itibariyle 25 bin lirayı aştığını hatırlatalım.
Bütçeden işçiye 1, patronlara müteahhitlere 6 dilim
Cemil Tugay söze ‘’Belediye bütçesi yok edildi, talebi karşılayamayız’’ diye başlıyor.
Oysa Belediyenin 2025 bütçesinden personele ayırdığı pay sadece yüzde 7. Bu tutara sigorta primleri ve yıl içinde yapılacağı öngörülen zamlar da dahil.
Buna karşılık ‘’hizmet alımı’’ olarak adlandırılan ihale giderleri bütçenin yüzde 21’ini oluşturuyor. Benzer şekilde ‘’gayrimenkul sermaye üretim giderleri’’ başlığı altında toplanan müteahhitlere ödenen tutarın oranı da yüzde 22. Yani patronlara ve müteahhitlere aktarılan kaynak işçiye ayrılanın 6 katından fazla.
Bütçe ödenekleriyle yıl sonu gerçekleşmelerinin denk olmayacağı düşünülebilir. Ancak bu yılın ilk üç ayındaki bütçe performansı, öngörülenin dışında harcama yapılmadığını gösteriyor. Nitekim çoğunluğunda Cemil Tugay’ın yönetimde olduğu 2024 yılında da personel giderlerindeki sapma oranı yüzde 1,3 olmuştu.
Öte yandan konu işçinin ücreti olunca bütçe giderlerinden taviz vermeyen Cemil Tugay, bir önceki görev yeri olan Karşıyaka'da ''gelir'' adı altında kıymetli arazileri iktidarın gözde müteahhitlerine altın tepside sunmuştu. 2019’da Mavişehir'de yer alan 32 milyon lira değerindeki konut imarlı denize sıfır arsa 20 milyon liraya Cengiz İnşaat'a satılmıştı.
Tugay: 'Sendika yöneticileri işçilere ve basına yanlış bilgiler aktarıyor'
Aksine, belediyenin aktardığı bilgiler gerçeği yansıtmıyor.
Cemil Tugay’ın ‘’işçilerin talebi’’ olarak aktardığı tutarların içerisinde sigorta primi, işsizlik sigortası, yol-yemek yardımı, kıyafet desteği gibi çok sayıda kalem bulunuyor.
Tugay’ın hesabına göre bir temizlik işçisinin devlet hastanesinde muayene olabilmesi, emekli olabilmesi, mesai arasında yemek yiyebilmesi, işe servis veya toplu taşımayla gidebilmesi, iş kıyafeti giyebilmesi gibi hakları lüks.
Belediye işçisinin aldığı ücret 'adil' mi?
Tartışmasız grevde en çok tartışılan soru şu oldu: ''Belediyede temizlik işçisi 50-60 bin lira maaş alıyor. Aynı işi özel sektörde yapanlar 22 bin lira alıyor. Bu adil mi?''
Öncelikle sorunun kendisi adil değil. Çünkü bu soru temizlik işçisinin 22 bin lirayı hak ettiği varsayımına dayanıyor.
Öte yandan İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan bir temizlik işçisinin net ücreti 50-60 bin lira değil, 37 bin lira.
Ayrıca muadil firmalarla yapılan kıyaslamalar da gerçeği yansıtmıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi temizlik işçisine 45 bin lira ücret teklif ediyor. Aynı işi yapan ve toplu sözleşme imzalamış emsal şirketlerde çalışan bir işçi 64 bin lira kazanıyor.
Grev nedir, hangi grev haklı olacak?
"Grev var ama halk cezalandırılıyor. Grev yasal olabilir ama bu halkı çöplüğe, hastalığa mahkûm etmek değildir!" Oysa grev, tam da, işçi sınıfının emeği olmadığında dünyanın dönmeyeceğini ortaya koymak için, hayatı kesintiye uğratmak için yapılır. Mağduriyet yaratılmadan hangi grev yapılabilir ki?
Yakın zamanda yürüyen boykot kampanyalarına karşı hükümetin argümanı da bu değil miydi?
Grev kırıcı kime denir?
Grev kırıcı, işçilerin yaptığı bir greve katılmayarak ya da grevdeki işçilerin yerine çalışarak grevin etkisini azaltan veya bozanlara denir.
Örneğin Lezita'da düşük ücret dayatmasına karşı greve giderken, patronun Hindistan'dan işçi getirmesi ve Çalışma Bakanlığı denetimine takılmamak için arka kapıdan üretime sokması grev kırıcılıktır.
Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu'nun 70. maddesine göre grevdeki işçilerin yerine işçi çalıştırmak yasaktır. Bu yasağa uymayan patronlara para cezası verilir.
İlçe belediyelerinin temiz işçilerine çöp toplatan Cemil Tugay bu nedenle suç işlemektedir.
Hemen her açıklamasında neyin grevin kapsamında girip girmediğine dair yeni standartlar anlatan Tugay, ''Greve çıkan işçi gitsin evinde otursun'' diyor.
Greve çıkan işçiler nöbetleşe bir şekilde görev alanını terk etmez. Çünkü iş sahası boş bırakılırsa Cemil Tugay gibi işverenler üretim ve hizmeti sürdürmek için grev kırıcılık yapabilir.
'Grev sorumsuzluktur'
Tugay'ın şu ifadeleri, "madem ortada bir haksızlık var, buna karşı mücadele etmeyin, kabullenin" çağrısı içermenin yanı sıra, grev hakkını ve mücadeleyi "sorumsuzluk" olarak niteliyor: "'Eşit işe eşit ücret' anlayışı haklıdır ancak yapılmış bir sorumsuzluğu, başka bir sorumsuzlukla daha büyük bir sorun haline getirmeye kalkmaya kimsenin hakkı yok."
'Güç gösterisi'
Cemil Tugay, işçilerin güçlerini göstermesini kötü bir şey olarak kodlayarak "Sokaklarda güç gösterisi yapılıyor, üzülerek izliyoruz" diyor. Oysa Türkiye'nin en fazla ihtiyaç duyduğu şey, tam olarak bu güç gösterisi, işçilerin, emekçilerin sokağa çıkıp güçlerini hissetmesi.
'Talep kamucu değil, dayanışma ruhuna uygun değil'
Cemil Tugay, burada, tam bir ikiyüzlülük sergiliyor. Tugay'ın bizzat kendisi kamucu değil, İzmir Büyükşehir Belediyesi patronlarla çok ilişki halinde, soL, bunun bir özetini yazmıştı. Bu ifadeler, halkı işçilere karşı kışkırtmak için bilinçli olarak sarf ediliyor.
***