soL "Köşebaşı+Gündem" -3 Haziran 2025-

 

Cumhuriyet ve sosyalizm: Yarım kalan bir vaat için yürümek -İskender Özturanlı-

Okuyan’ın analizleri, solun son otuz yıllık tarihini bir altüst etme denemesi olarak da okunabilir, bir yerli yerine oturtma çabası olarak da.

Cumhuriyet ülkemizde öyle kuvvetli bir birikim üretti ki, ancak yitirmeye başladığımızda kadri kıymeti yeniden bilinmeye başlandı.

Bugün bir netice olarak AKP iktidarında cisimleşen çok haşin darbelerle neredeyse zirveye varan bu süreç, bizde olduğu gibi birçok ülkede de, siyasal iktidarların parti ve görüş fark etmeksizin büyük sermaye ve teknisyenler ilişkisi içinde, cici örüntülerle kurulmuş liberal demokrasilerin müesses siyasal nizamının içinde yok oldu, gitti.

Günümüzün dünyasında, halkına olan hesabı vermekten çok, sermayeye ve küresel emperyalizme esir olan bir “şirketler devleti” ve “borç devleti” modeli hüküm sürmekte. Kamusal hayatın bir eşitlik idealiyle birlikte topyekûn kaybolduğu, cumhuriyetçiliğin yani cumhuriyet kavramının yittiği, solun da artık bir alternatif haline gelmediğine inanılan dönemler bunlar. Liberal demokrasi, sahte çok kültürlülüğü, sivil aksiyonları ve kurumsal hukuksal çeşitliliğiyle bugün eşitlik idealini çoktan ıskat etti. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi cumhuriyetçiliğin temel kavramları teşebbüs hürriyeti, finansal genleşme, tüketim özgürlüğünün soğuk sularında eridi gitti.

Cumhuriyet bugün, bizde sanıldığı gibi monarşiye karşı sadece kağıt üstüne bir eşit yurttaş olma hali, yurttaşların hukuksal güvenceleriyle yaşadığı bir hoşgörü ve ilerleme ortamından ibaret değildir. Saltanata karşı bir hukuksal ilerici düzen vaadidir ama bu düzende, kamusal ve etkin denetim, oligarşi karşıtı ve farklı katmanlardan oluşan bir halk tasavvuru, ücretsiz, laik bir kamusal eğitim öngörüsüdür de.

Cumhuriyet elbette özünde ütopik de olsa bir eşitlik ve özgürlük vaadidir. Birçok ülkede Cumhuriyetçiliğin burjuva karakter taşıması ve hatta kimilerinde burjuva devrimleriyle iç içe geçmesi, onun tarihte solla iç içe gelişmediği anlamına gelmez. Sosyalistlerin, Komünistlerin Cumhuriyetçiliğin doğuşunda ve doğasında olmaları ve hikâyenin en başından beri etkin siyasal aktörler olarak yer almaları, Marx’ın cumhuriyetçiliğinden tutun da ülkemizin milli mücadelesinde ve sonrasında (kurtuluş ve kuruluşta yani) komünistlerin ileride tasfiye edilecek olsalar da bütün mücadelenin içinde, önünde ve omurgasında olmaları inkar edilemez gerçekliklerdir.

Jean Jaurès’nin yıllar öncesinin büyük Cumhuriyet ve Sosyalizm tartışmalarında dediği gibi: “Sosyalizm cumhuriyetçilikte saklıdır ve onun doğal bir sonucudur, Cumhuriyet … sosyalizmin siyasi formudur, bir şekilde onu çoktan kapsamıştır” (Selman Sac, Jean Jaurès, Cumhuriyetçi Sosyalizmin İmkanı). Hatta Jaurès’nin daha da ileri giderek, cumhuriyetin sosyalizm olmadan boş bir vaat olacağını ve gericilerin kolay bir avı haline geleceğini de söylediğini ekleyelim.
Bugün ülkemizde yaşanan tamamen budur, Cumhuriyet kamusal, devletçi, eşitlikçi-halkçı, bağımsızlıkçı özünü kaybettiği için sermaye ve gericiliğin ikili kıskacıyla boğulmaktadır. AKP iktidarı bunun doruk noktası olmuştur o kadar. Üstelik, post-modern demokrasi çığırtkanları ve neoliberal çoğulculuk teorisyenleri tarafından ideolojik olarak mahkum edilmiş, dayanıksız ve korunaksız kalmıştır.

Üstelik gelişip büyüyen sermayenin kurduğu çatı düzeninde her şeyin piyasalaşması, sivil, liberal ve kimlikçi bir solun kültürel hegemonyası, darbelerle hırpalanan yorgun bir sol düşünce ve eylem pratiği, düzen partilerinin ve müesses siyasal nizam ya da düzen siyaseti tarafından kamusal alanın boşaltılmasına neden olmuştur.

Bu tam da “Res publica”nın “aralarında aile bağı ya da yakın bağlar olmayan insanlar arasındaki birliktelik ve karşılıklı taahhüt bağlarını temsil eden”, yani “arkadaşlık ya da aile bağlarından çok bir kitleye, bir halka, bir politik uygulamaya ilişkin bağ” (R. Sennett) olduğu gerçeğinin tersyüz edilmesine neden olmuştur. Neoliberal sermayenin yarattığı büyük eşitsizliklerin bir sonucu olarak, erdemli ve eşit yurttaşlık ilişkilerinin kurulduğu kamusal alanda doğan büyük anaforda, bir yer değiştirme ile tarikat ve cemaat gericiliğinin payanda haline geldiği bir anti laik piyasa düzenin anahtarı ögesi oluştu. Bu asla gözden kaçmamalı.

Bu durumda, elbette ki elimizde bir Cumhuriyet kalmamıştır ya da kalmışsa bile bu artık “kimsesizlerin kimsesi olan” bir cumhuriyet değildir. Ya da, zamanında Atatürk’ün tanımladığı gibi artık adı Cumhuriyet olan bu idarenin “fazileti ahlakiyeye müstenit bir idare” olmadığı, “faziletli ve namuskâr insanlar yetiştiremediği”, içeriği yok olmuş bir cumhuriyettir.

Oysa ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş öyküsü, bu toprakların binlerce yıldır üzerindeki ağır perdenin kaldırıldığı bir hakikat mücadelesidir. Hem Osmanlı dönemindeki saltanat ve hilafetin halksız yönetimlerine, hem emperyalizmin örtülü ve açık örtülü işgallerine, iç savaşlara ve isyanlara, büyük kayıplara, yokluğa, yoksulluğa, gericiliğe karşı bir halk hareketinin temsili demokrasisi ve devlet yönetimi anlamına gelmektedir.

Cumhuriyet bir yandan tamamlanmamış bir proje olmasına karşın, muazzam bir miras ve sınırsız bir devinim, devrim ve ilerleme gücüdür, kamusal bir kalkınmanın, bağımsızlıkçı bir politikanın, modern ve aydınlanmış bir eğitim hamlesinin de adıdır.

Bugün bu devinim iktidardan ve devlet yönetiminden hayli uzağa düşmüş durumda. Dahası bugün ülkeyi yönetenlerin için de, “terörsüz Türkiye” adı altındaki yeni düzenlemelerdeki muhatapları için de, Cumhuriyetin aşılması gereken bir 100 yıllık hikaye olarak görüldüğü ve yakında yapılması düşünülen yeni Anayasa tartışmalarında, Cumhuriyetle bugüne dek kısmen ertelenen bir nihai hesaplaşma olacağı mukadder görünüyor.

Tam da bu noktada Cumhuriyet’i kuran parti dahil olmak üzere, sol kesimlere de yerleşmiş bulunan mahcup Cumhuriyet savunusunu derinden değiştirecek önemde bir kitap yayınlandı. Cumhuriyet ve Komünistler adıyla yayımlanan, Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan ile Kırmızı Kedi Yayınevi’nin kurucusu Haluk Hepkon’un yaptğı bu söyleşi kitaba dikkat çekmek istiyorum. Okuyan burada Türkiye’deki sol geçmişinin bütün geleneksel referanslarına atıfta bulunan hayli cesur, sindirilmiş bir Cumhuriyet savunusu yapıyor: Bu savunun ilkesel dayanakları kritik önemde. “…Partimiz daha kurulur kurulmaz bağımsızlık mücadelesine katıldı ve cumhuriyetten yana taraf oldu” diyor Okuyan, “Riyakârlık, takiyye yaparak değil, ideolojimiz, ilkelerimiz gereği. Sonradan göre Cumhuriyetçi değiliz”.

Okuyan’ın analizleri, 12 Eylül darbesindeki ağır travmanın etkisiyle, solun giderek devlet karşıtlığına, sermayeye ve sermayeci sivil topluma, kimlik politikalarına yaslanan son otuz yıllık tarihini bir altüst etme denemesi olarak da okunabilir, bir yerli yerine oturtma çabası olarak da: “Türkiye’de solun geleceği, 1923’ün referanslarıyla örülür demiyorum ama bu topraklardaki ilerici çizgiye, geçmiş birikime sırt dönerek devrimcilik yapamazsın. Nasıl seveceksin bu ülkeyi şimdi?”

Yazımın girişinde belirttiğim gibi ülkemizdeki ağır gerici baskının, aydınlanma krizinin nasıl aşılacağı meselesine bir kez daha dönmek istiyorum. Aydınlanma değerlerinden kamuculuğa, bağımsızlıktan halkçılığa her türlü Cumhuriyet değerinin yerle yeksan edildiği, yarım kalmış, kadük bırakılmış bir program olan Cumhuriyetin bu krizi aşması, halkın bu birikimi sürece dahil edebilecek arzuda bir siyaset üretmesiyle mümkündür.

Ülkedeki cumhuriyetçi birikime soldan, TKP’den gelen bu destek, katkı ve ittifak çağrısı çok kritik önemdedir, dikkate alınmalı ve tartışılmalıdır.

Solu olmayan bir Cumhuriyetçilik nasıl kadük kalmaya mahkûm ise, Cumhuriyetçiliğe dayanmayan bir solun da genişleyici ve kapsayıcı bir gelecek kurma iddiası zora girer.

Bu çetin meselenin aşılması adına Okuyan’ın önerilerini son derece değerli buluyorum ve yazımı kitabın belki de en önemli bölümündeki temel çağrıyı bütünüyle aktarmak istiyorum:

“Bütün bunlar niye geldi başımıza? Neden artık Türkiye’de bağımsızlık bir pozisyon değil, varılması gereken bir hedef haline geldi? Neden NATO üyesi oldu? Laiklik niçin ayaklar altına alındı? Bunlara bakalım ve bunların sınıfsal kaynakları konusunda yeni bir pencere açalım. Komünist olmanızı istemiyoruz. Böyle bir zorunluluk yok ama Türkiye’deki sınıfsal meseleyi görmeden bu sorunlara çözüm bulamayacaksınız. Yani Türkiye niye bağımsızlığını kaybetti buna yanıt bulamasınız. Laiklik neden bu hale geldi buna yanıt bulmazsınız. 

Nasıl adlandırmaya devam edersiniz, önemli değil. Biz sosyalist ekonomi deriz sen devletçi ekonomi dersin. Biz aydınlanma mücadelesi deriz sen laiklik dersin. Biz bağımsızlık deriz sen Atatürk milliyetçiliği dersin. 

Önemli olan buradaki bu temel meselelerde birbirimizi anlamak, yakınlaşmak ve ortak bir yürüyüş. Bu ortak yürüyüşün sosyalizmi içermemesi, ona düşman olması artık mümkün değil. Türkiye’de bundan sonra enerjiden tarıma her konuda bir sorunu gerçekten çözeceksen, özel sektörün ilgasını hedefleyeceksin. Devletçi bir ekonomiye ihtiyacımız var. Bu gözüküyor ve bunu görmek için komünist olmaya gerek yok.”

                                                                  /././

Akdeniz'de 5,8 büyüklüğünde deprem: 14 yaşındaki çocuk yaşamını yitirdi

Muğla'nın Marmaris ilçesine 10,43 kilometre uzaklıktaki 5,8 büyüklüğündeki depremde, Fethiye ilçesinde yaşayan ve panik atak geçirerek hastaneye kaldırılan 14 yaşındaki çocuk yapılan müdahaleye rağmen kurtarılamadı.(https://haber.sol.org.tr/haber/akdenizde-58-buyuklugunde-deprem-14-yasindaki-cocuk-yasamini-yitirdi-398763)

                                                                           ***
Deprem, travma ve sınıf: 'Uzamış yas bozukluğu bir toplumsal krizdir'-Mert Yamaç-

6 Şubat depreminin ardından uzamış yas bozukluğu yaşayanların oranı çarpıcı biçimde arttı. Bu artışı ortaya koyan araştırmanın yazarlarından Dr. Çiğdem Fulya Dönmez ile yasın toplumsal boyutunu, ruh sağlığının sınıfsal eşitsizliklerle ilişkisini ve gerçek bir iyileşmenin nasıl mümkün olabileceğini konuştuk.

Yakın zamanda BMJ Open dergisinde yayınlanan 6 Şubat 2023 depremi sonrasında yaşanan yas süreci ve uzamış yas bozukluğu prevalansı üzerine yapılan çalışmanın* yazarlarından Dr. Çiğdem Fulya Dönmez ile yas, afet sonrası ruh sağlığı ve uzamış yas bozukluğunun sınıfsal boyutları üzerine konuştuk.

İstanbul Üniversitesi Ruh Sağlığı ve Psikiyatri Hemşireliği alanında doktora eğitimini tamamlayan Dönmez, yaklaşık 12 yıldır yas ve yaşam sonu sürecinin psikososyal boyutlarına odaklanan çalışmalar yürütüyor. Üç yıl boyunca İskoçya'da Glasgow Üniversitesi Yas, Yaşam Sonu ve Palyatif Bakım Araştırmaları Grubu’nda araştırmacı olarak görev yaptı ve hâlen Glasgow Üniversitesi’nde onursal araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürüyor. Aynı zamanda Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesinde doktor öğretim üyesi olarak çalışıyor.

Makaleniz depremin ardından yaşanan yasın, özellikle de kronik hastalığı olan bireylerde "uzamış yas bozukluğuna" dönüşme riskinin yüksek olduğunu gösteriyor. Öncelikle uzamış yas bozukluğu ve beraberinde getirdiği riskler nelerdir?

Uzamış yas bozukluğu, bireylerin yakınlarının ölümü sonrasında yaşadıkları uzun süreli ve işlevselliği bozan yas tepkileriyle karakterize bir hastalıktır. Elbette ki ölümün ardından verilen yas tepkisi olağan olmakla birlikte yas ile ilişkili yaşanan yoğun duygusal acı, ölümü kabul etmekte zorluk, yaşamın anlamsız gelmesi ve duygusal küntlük (duygusal deneyimin yokluğu veya belirgin azalması) gibi belirtiler eğer 6 -12 aydan (Dünya Sağlık Örgütü tanı kriterine göre 6 ay; Amerikan Psikiyatri Birliği tanı kriterine göre 12 ay) daha fazla sürüyor ise bu bizi uzamış yas bozukluğu tanısına götürebiliyor. Yastaki bireylerde kronik hastalık varlığı, uzamış yas bozukluğu riskini arttırmada önemli bir faktör. Ama özellikle de ölümün ani ve travmatik olması ve yastaki kişinin düşük gelire sahip olması bu hastalık için önemli risk faktörlerini oluşturmaktadır. Ayrıca depresyon, anksiyete, intihar riskinde artış, madde kullanımı ve kendine zarar verme davranışı uzamış yas bozukluğu ile ilişkili olarak ortaya çıkabilmektedir. 

'Uzamış yas bozukluğu olan bireylerin hepsinin gelir düzeyi düşük' 

Genel popülasyonda uzamış yas bozukluğu yaygınlığı yüzde 1 ile yüzde 2 arasında değişiyor. Depremde olduğu gibi travmatik ölüm sonrasında bu oran artıyor. Bir diğer önemli nokta da uzamış yas bozukluğunun tedavi edilmediğinde uzun yıllar devam edebiliyor olmasıdır.  Örneğin Türkiye'de yakın zamanda yapılan bir çalışmada, Van depreminden sekiz yıl sonra bile yaslı yetişkinler arasında uzamış yas bozukluğu yaygınlığı yüzde 8,9 olarak bulunmuştur. Bu nedenle 6 Şubat depremine maruz kalan bireylere daha fazla zaman kaybetmeden parasız yas destek hizmeti verilmesi gerekiyor.

Çalışmanızı hangi grupta yaptığınızı ve araştırma sonuçlarını okurlarımız için kısaca özetleyebilir misiniz?

Araştırmamızı Hatay’da bulunan 18 yaş ve üzeri depremde yakının ölümünü yaşamış kronik hastalığı olan yetişkinler oluşturuyordu. Çalışmamıza katılanların yüzde 23,8’inde uzamış yas bozukluğu tespit ettik. Genel popülasyonda uzamış yas bozukluğu yaygınlığı yüzde 1 ile yüzde 2 arasında olduğu göz önünde bulundurulacak olursa yüzde 23,8’in çok yüksek bir oran olduğunu söyleyebiliriz. 

Çalışmamızda uzamış yas bozukluğu olan bireylerin hepsinin gelir düzeyi düşük ve birçoğu da deprem sonrası işsiz kalmış kişilerdi ve yaşadıkları en tipik tepkiler; duygusal acı, suçluluk, duygusal hissizlik, yalnızlık ve umutsuzluk gibi duygusal tepkilerdi. Örneğin, yaşadığı acıyı anlatan yaslı bir baba şunları söyledi:

"Ne yazık ki hepimiz (eşi ve iki çocuğu) aynı anda enkaz altında kaldık...  Enkaz altındaki eşimin kolu sıkışmıştı… Ben de bir, iki, üç diye sayarak (ağlayarak) kolunu kesmeye çalıştım. Yaklaşık 20 saat sonra komşularımızın yardımıyla enkaz altından çıkarıldık ancak kızıma ulaşamadık. Gönüllüler ve belediye çalışanları kızımı enkazdan çıkarmak için çok uğraştılar ancak saatler sonra kızımın cansız bedenine ulaştılar ve onu çıkarmanın tek yolunun onu üç parçaya ayırmak olduğunu söylediler. O anki acımı (ağlayarak) ifade edecek hiçbir kelime yok. Kızımı tek parça halinde çıkarmaları için yalvardım, sonra işçiler bana sarılıp ağladılar, onu tek parça halinde çıkaracaklarına söz verdiler ve sonunda kızımı bana tek parça halinde verdiler. Ölmeyi dileyerek güzel kızımın ölü bedenine sarıldım ve saatlerce onunla kaldım..."

Çalışmamızda yer alan sadece bu sözler bile orada yaşanan acı ve çaresizliği gözler önüne sermeye yetiyor. Ayrıca, bu ifadeler sadece bireysel bir duygulanımı değil, orada devletin yetersizliğini ve kamusal hizmetlerin çökmüş olduğunu da gösteriyor. Burada çalışmamızı inceleyen hakemlerden birinden gelen bir geri bildirimi sizinle de paylaşmak istiyorum. Makaleyi İngilizce olarak BMJ dergisine göndermiştik. Derginin inceleme sürecinde, bir hakem babanın sözlerinde geçen "… kolunu kesmeye çalıştım…" cümlesindeki kesmek (cut) kelimesini yanlışlıkla yazdığımı düşünerek, "Tutmak (hold) demek istediniz sanırım " diyerek düzeltme talep etti. Bu düzeltme talebi bile, olaya dışarıdan bakan birinin, bir insanın sevdiği birini kurtarmak için kolunu kesmeye çalışacak kadar çaresiz olabileceğini hayal bile edemediğini gösteriyor. Bu da orada yaşanan acı ve çaresizliğin, insan aklının alamayacağı boyutlara ulaştığının çok çarpıcı bir örneği.

'Yoksulun yas tutma ritüeli bile elinden alınır'

Bu bölgede uzamış yas bozukluğu oranının yüksek çıkmasının nedenlerinden biri de bu felaketi yaşayanların yas tutma ritüellerinin tamamen ortadan kalkmasıdır. Kültüre özgü ritüellerinin gerçekleştirilememesinin de uzamış yas bozukluğu riskini arttırdığı biliniyor. Çalışmamıza katılan bir kadının söyledikleri orada yaşananların neden o bölgede ruhsal hastalık riskini arttığını gösteren başka bir örnek:

"Hani yaralar gün geçtikçe iyileşir derler ya, tam tersine derinleşiyor. Hâlâ sevdiklerimizin geri geleceğini düşünüyoruz... Yaşadıklarımızın gerçek olduğuna hâlâ inanamıyorum. Korku filmi gibiydi. İnsanlar ölülerini siyah çöp torbaları içinde sırtlarında taşıyorlardı. Kimse ölülerini yıkayamadı; sularımız kesildi ve yetkililer bize bir toplu mezar verene kadar ölülerimizle birlikte uyuduk. Toplu mezarda büyük mezarlar açtılar ve tüm ölüler üst üste gömüldü (ağlıyor). Mezar yeri ana baba günüydü…Herkes acı içindeydi ve nereye gittiklerini bile bilmiyorlardı. Bilmiyorum, çok yazık..."

Yasın sınıfsal karakterini bu cümlelerde de görebiliyoruz. Ortak mezarlıklar, kimliksiz gömüler ve ritüelsiz vedalar bireyin yas sürecini tamamlamasını imkânsız hale getirir: Yoksulun yas tutma ritüeli bile elinden alınır! Bu bağlamda, afet sonrası ruhsal sorunlara dair çözüm, yalnızca klinik değildir: Toplumsal sınıf eşitsizliği ortadan kalkmadan ve herkese eşit insanca yaşama olanağı yaratılmadan -ki bu da bir sistem değişikliği gerektirir- ruhsal sorunların çözümünde bile herkes için adalet yoktur.

Bu sonuçlar büyük travmaların (deprem gibi) toplumsal eşitsizlikleri derinleştirdiğini ve yas gibi en temel insani deneyimleri dahi sınıfsal bir mesele haline getirdiğini nasıl açıklıyor biraz daha açabilir misiniz?

Uzamış yas bozukluğu, bireysel bir zayıflık değil, kapitalist üretim ilişkilerinin doğrudan sonucudur. Kapitalist sistem toplumsallık yerine bireyselliği ön plana çıkardığı ve bundan beslendiği için ancak olumlu bir toplumsallıkla iyileşebilecek olan yas, bireyin toplumsaldan uzaklaşması sonucu bireysel çöküşün alanı haline gelir. Tekrar hatırlatayım, çalışmamızda uzamış yas bozukluğu olan bireylerin hepsinin gelir düzeyi düşük ve birçoğu da deprem sonrası işsiz kalmış kişilerdi. Tek başına bu sonuç bile bu bölgede yaşanan ruhsal sorunların nedeninin sınıfsal olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Deprem ve uzamış yasın ortaya çıkardığı krizlerin, bireysel trajediler olarak değil, politik ve toplumsal bir kriz olarak tanımlanması gerekir. Yas süreçlerinin insanileştirilmesi, yalnızca insani yardım meselesi değil, politik bir meseledir. 

'Bağ kurma ve birliktelik duygusu ruhsal yaralar için en etkili iyileştiricidir'

Meseleye bu açıdan bakınca deprem sonrası örneğin TKP’nin bölgede gösterdiği dayanışmanın oradaki ruhsal sorunları hafifletici etkisi üzerine neler söyleyebilirsiniz?

Çalışmalarım sırasında bölgede durum tespiti yaparken farklı girişimlere tanık oldum. Bunlar arasında, TKP’nin toplumsal dayanışmayı oldukça işlevsel biçimde örmesinin, deprem sonrası oradaki halkın yaşadığı yasın şiddetini azaltmada etkili olduğu gözlememim yer alıyor. Açıkçası orada bulunduğum süre içerisinde TKP’nin oradaki çalışmaları beni çok etkiledi ve TKP’nin öncülüğü ile gönüllü ruh sağlığı çalışanlarının bir araya geldiği Psikososyal Destek Grubu çalışmalarında da yer aldım. Çünkü bilimsel olarak da biliyordum ki bağ kurma ve birliktelik duygusu ruhsal yaralar için en etkili iyileştiricidir ve bu da dayanışma ve örgütlülük ile gerçekleştirilebilir. TKP deprem bölgesindeki halka yalnız olmadığı, bireyselliğin değil toplumsallığın insanı yaşatacağını, ayağa kalkabileceklerini, birbirine destek olarak, örgütlenerek hem geleceğe kalabileceklerini ham de bu kadar yıkıma neden olan insan hayatını hiçe sayan sadece daha fazla kâr elde etmeye odaklı kapitalist sistemin yerine daha adil toplumcu bir sistem kurabileceklerini göstererek iyileşebileceklerini gösterdi. Şu anda da deprem sonrasında Hatay’da kurulan Defne Halk Temsilcileri Meclisi tam da bunu yapmaya çalışıyor. Bölgedeki bu yıkımı ranta çevirmek için kültürü ve tarihi tarikatlar ve holdingler aracılığı ile silinmeye çalışan sermaye sistemine karşı mücadele ederken, kurdukları Kültür Merkezi ile de akıl sağlığımızı korumada önemli bir yer tutuyor.

Makalenizin sonuç bölümünde, uzamış yas risk faktörlerinin erken teşhisi ve azaltılması, kişi merkezli yas desteği, ulusal standartlar ve politikaların oluşturulması gibi önemli önerilerde bulunuyorsunuz. Bu önerilerin hayata geçirilmesi için nasıl bir toplumsal ve politik mücadele gerekiyor? Mevcut sistemin, afet sonrası insani ihtiyaçları ve psikososyal destek gereksinimlerini karşılamadaki yetersizliği göz önüne alındığında, bu alanda gerçek bir dönüşüm için nasıl bir yol haritası çizilebilir?

Bilim insanı olarak biliyorum ki bilimsel araştırmalar, toplumsal sorunların nedenlerini anlamamıza ve çözüm yolları geliştirmemize büyük katkı sağlar. Ancak yalnızca bilimsel bilgiyle, bu sorunları kökten çözmek mümkün değildir. Çünkü ruhsal sorunların, toplumsal eşitsizliklerin ve krizlerin ardında yatan temel etkenler ekonomik ve politik yapılardır. Eğer bu yapılar değişmeden kalırsa, bilimsel çözümler sadece semptomları geçici olarak hafifletir ama kök nedeni ortadan kaldıramaz. Bilimin rehberliğinde ilerlemek önemlidir, fakat asıl dönüşüm için sömürü düzenini değiştirecek politik irade ve toplumsal mücadele şarttır.

Dolayısıyla açık ve net bir şekilde ifade etmek gerek: Eşit ve parasız yas destek sistemi derhal kurulmalıdır! Pandemi dönemi de sağlığın neden ücretsiz ve devlet eliyle karşılanması gereken bir hak olduğunu çok net göstermişti. Deprem de aynı biçimde gösteriyor. Bu nedenle daha fazla vakit kaybetmeden sağlık sistemi bir an önce devletleştirilmeli, toplum temelli ruh sağlığı hizmetleri yaygınlaştırılmalı ve barınma hakkı koşulsuz olarak devlet güvencesine alınmalıdır. Her felakette yeniden ortaya çıkan ruhsal sorunların ardında sömürü düzeni yatmaktadır. Patron ve tarikat düzeni yıkılmadıkça da bu döngü her felakette yeniden üretilecektir.

*İlgili Çalışma: Dönmez ÇF et al. Exploring the bereavement experiences and prevalence of prolonged grief disorder among 2023 Turkish earthquake survivors with advanced chronic disease: a mixed methods study. BMJ Open 2025;15:e088551.

https://bmjopen.bmj.com/content/15/3/e088551 

                                                                  /././

İzmir’de doğru bilinen yanlışlar: Belediye işçisi ne istiyor, Cemil Tugay neden halkı kışkırtıyor?

İzBB Başkanı Cemil Tugay, grevin ilk gününden beri belediyenin koşullarının ne kadar sıkıntılı, işçilerin taleplerinin ne kadar abartılı olduğunu anlatıp duruyor. soL, gerçekliği şüpheli bu bilgileri ve tartışmalı ithamları masaya yatırdı.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı şirketlerde çalışan 23 bin işçi Perşembe gününden beri grevde. Hakları için, insanca koşullarda çalışabilmek ve yaşayabilmek için, en önemlisi de eşit işe eşit ücret talebiyle mücadele ediyorlar.

Belediye işçilerinin sürdürdüğü grev sadece ücret pazarlığı değil, aynı zamanda sınıfsal bir mücadele alanı. Çünkü CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın işçilere reva gördüğü ücretler, AKP iktidarının yıllardır emekçilere dayattığı politikaların yerel ölçekteki örneğinden ibaret. Üstelik bunu “kamuculuk” maskesiyle sunmaya çalışan bir anlayış, grevi suçlamaktan, halkı işçilerin karşısına dikmeye çalışmaktan çekinmiyor.

Gerçeklerse yalın. soL, Cemil Tugay'ın işçileri İzmirlilere şikayet ederken başvurduğu yalan ve çarpıtlamaları tek tek inceledi.

Sarı sendikaya bol kepçe, muhalif sendikaya kaşıkla

Grev, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi sendikanın fahiş ücret taleplerinden değil, belediyenin “eşit işe eşit ücret” ilkesini uygulamayı reddetmesinden kaynaklanıyor. Bu temel neden göz ardı edilirse grevin ne anlama geldiği anlaşılamaz.

Türk-İş’e bağlı Belediye-İş Sendikası’nın yetkili olduğu şirketlerde imzalanan toplu iş sözleşmelerine tabi çalışan işçiler ile DİSK'e bağlı Genel-İş Sendikası'na üye işçiler arasında on binlerce liraya varan ücret farkları bulunuyor.

Cemil Tugay “eşit işe eşit ücret” talebinin haklı olduğunu kabul ediyor, ancak önceki sözleşmeleri “sorumsuzluk” olarak niteliyor. Yani hem ücret farkını hem de bu farkın belediyede ciddi bir sorun yarattığını reddedemiyor, ama çözüm yerine suçu işçilere yüklüyor.

Özetle Tugay, iktidara yakın sendikanın işçisine daha yüksek ücret vermeyi kabul ederken muhalif sendikanın üyelerine yoksulluk sınırını çok görüyor.

Dümdüz AKP'cilik

AKP hükümeti Türkiye halkını yıllardır yoksulluğa mahkum ederken, "ana muhalefet" partisinin belediye başkanı, açıkça, AKP'nin sefalet ücretlerini savunuyor ve şöyle diyor:

"Son 5 yılda asgari ücretin dolar karşılığı yüzde 57 artarken, İZENERJİ işçisinin maaşı dolar bazında yüzde 85 arttı."

Aynı Cemil Tugay çok değil, 7 ay önce, asgari ücret görüşmeleri sürerken "Açlık sınırının 20 bin lira olduğu bir dönemde asgari ücretin 17 bin lira olduğunu kimse konuşmuyor’’ diye yakınıyordu.

Asgari ücret açıklandıktan sonra da "Ekonomik kriz ortamında İzmirlileri açlık ve yoksulluk sınırı altında tutmayacağız" dedi.

Diyelim ki asgari ücrete iktidarın yaptığı gibi dolar bazında yüzde 57 yerine Cemil Tugay’ın belediye işçisine çok gördüğü gibi yüzde 85 zam uygulansaydı… Bu durumda asgari ücret bugün 25 bin 800 lira olacaktı. Açlık sınırının bu ay itibariyle 25 bin lirayı aştığını hatırlatalım.

Bütçeden işçiye 1, patronlara müteahhitlere 6 dilim

Cemil Tugay söze ‘’Belediye bütçesi yok edildi, talebi karşılayamayız’’ diye başlıyor.

Oysa Belediyenin 2025 bütçesinden personele ayırdığı pay sadece yüzde 7. Bu tutara sigorta primleri ve yıl içinde yapılacağı öngörülen zamlar da dahil. 

Buna karşılık ‘’hizmet alımı’’ olarak adlandırılan ihale giderleri bütçenin yüzde 21’ini oluşturuyor. Benzer şekilde ‘’gayrimenkul sermaye üretim giderleri’’ başlığı altında toplanan müteahhitlere ödenen tutarın oranı da yüzde 22. Yani patronlara ve müteahhitlere aktarılan kaynak işçiye ayrılanın 6 katından fazla.

Bütçe ödenekleriyle yıl sonu gerçekleşmelerinin denk olmayacağı düşünülebilir. Ancak bu yılın ilk üç ayındaki bütçe performansı, öngörülenin dışında harcama yapılmadığını gösteriyor. Nitekim çoğunluğunda Cemil Tugay’ın yönetimde olduğu 2024 yılında da personel giderlerindeki sapma oranı yüzde 1,3 olmuştu.

Öte yandan konu işçinin ücreti olunca bütçe giderlerinden taviz vermeyen Cemil Tugay, bir önceki görev yeri olan Karşıyaka'da ''gelir'' adı altında kıymetli arazileri iktidarın gözde müteahhitlerine altın tepside sunmuştu. 2019’da Mavişehir'de yer alan 32 milyon lira değerindeki konut imarlı denize sıfır arsa 20 milyon liraya Cengiz İnşaat'a satılmıştı.

Tugay: 'Sendika yöneticileri işçilere ve basına yanlış bilgiler aktarıyor'

Aksine, belediyenin aktardığı bilgiler gerçeği yansıtmıyor. 

Cemil Tugay’ın ‘’işçilerin talebi’’ olarak aktardığı tutarların içerisinde sigorta primi, işsizlik sigortası, yol-yemek yardımı, kıyafet desteği gibi çok sayıda kalem bulunuyor. 

Tugay’ın hesabına göre bir temizlik işçisinin devlet hastanesinde muayene olabilmesi, emekli olabilmesi, mesai arasında yemek yiyebilmesi, işe servis veya toplu taşımayla gidebilmesi, iş kıyafeti giyebilmesi gibi hakları lüks.

Belediye işçisinin aldığı ücret 'adil' mi?

Tartışmasız grevde en çok tartışılan soru şu oldu: ''Belediyede temizlik işçisi 50-60 bin lira maaş alıyor. Aynı işi özel sektörde yapanlar 22 bin lira alıyor. Bu adil mi?''

Öncelikle sorunun kendisi adil değil. Çünkü bu soru temizlik işçisinin 22 bin lirayı hak ettiği varsayımına dayanıyor.

Öte yandan İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan bir temizlik işçisinin net ücreti 50-60 bin lira değil, 37 bin lira.

Ayrıca muadil firmalarla yapılan kıyaslamalar da gerçeği yansıtmıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi temizlik işçisine 45 bin lira ücret teklif ediyor. Aynı işi yapan ve toplu sözleşme imzalamış emsal şirketlerde çalışan bir işçi 64 bin lira kazanıyor.

Grev nedir, hangi grev haklı olacak?

"Grev var ama halk cezalandırılıyor. Grev yasal olabilir ama bu halkı çöplüğe, hastalığa mahkûm etmek değildir!" Oysa grev, tam da, işçi sınıfının emeği olmadığında dünyanın dönmeyeceğini ortaya koymak için, hayatı kesintiye uğratmak için yapılır. Mağduriyet yaratılmadan hangi grev yapılabilir ki? 

Yakın zamanda yürüyen boykot kampanyalarına karşı hükümetin argümanı da bu değil miydi?

Grev kırıcı kime denir?

Grev kırıcı, işçilerin yaptığı bir greve katılmayarak ya da grevdeki işçilerin yerine çalışarak grevin etkisini azaltan veya bozanlara denir.

Örneğin Lezita'da düşük ücret dayatmasına karşı greve giderken, patronun Hindistan'dan işçi getirmesi ve Çalışma Bakanlığı denetimine takılmamak için arka kapıdan üretime sokması grev kırıcılıktır.

Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu'nun 70. maddesine göre grevdeki işçilerin yerine işçi çalıştırmak yasaktır. Bu yasağa uymayan patronlara para cezası verilir.

İlçe belediyelerinin temiz işçilerine çöp toplatan Cemil Tugay bu nedenle suç işlemektedir.

Hemen her açıklamasında neyin grevin kapsamında girip girmediğine dair yeni standartlar anlatan Tugay, ''Greve çıkan işçi gitsin evinde otursun'' diyor.

Greve çıkan işçiler nöbetleşe bir şekilde görev alanını terk etmez. Çünkü iş sahası boş bırakılırsa Cemil Tugay gibi işverenler üretim ve hizmeti sürdürmek için grev kırıcılık yapabilir.

'Grev sorumsuzluktur'

Tugay'ın şu ifadeleri, "madem ortada bir haksızlık var, buna karşı mücadele etmeyin, kabullenin" çağrısı içermenin yanı sıra, grev hakkını ve mücadeleyi "sorumsuzluk" olarak niteliyor: "'Eşit işe eşit ücret' anlayışı haklıdır ancak yapılmış bir sorumsuzluğu, başka bir sorumsuzlukla daha büyük bir sorun haline getirmeye kalkmaya kimsenin hakkı yok."

'Güç gösterisi'

Cemil Tugay, işçilerin güçlerini göstermesini kötü bir şey olarak kodlayarak "Sokaklarda güç gösterisi yapılıyor, üzülerek izliyoruz" diyor. Oysa Türkiye'nin en fazla ihtiyaç duyduğu şey, tam olarak bu güç gösterisi, işçilerin, emekçilerin sokağa çıkıp güçlerini hissetmesi.

'Talep kamucu değil, dayanışma ruhuna uygun değil'

Cemil Tugay, burada, tam bir ikiyüzlülük sergiliyor. Tugay'ın bizzat kendisi kamucu değil, İzmir Büyükşehir Belediyesi patronlarla çok ilişki halinde, soL, bunun bir özetini yazmıştı. Bu ifadeler, halkı işçilere karşı kışkırtmak için bilinçli olarak sarf ediliyor.

(https://haber.sol.org.tr/haber/chp-izmir-adayi-cemil-tugayi-taniyalim-mavisehiri-cengize-peskes-cekti-sahili-imara-acti)

                                                        ***

T-24 "Köşebaşı + Gündem"-3 Haziran 2025-

 

İstanbul kaynamaya devam ediyor…-Tolga Şardan-

İBB soruşturmasının sadece CHP’de değil, iktidar partisi AKP’de de yansımaları yaşanacak kuşkusuz. Öncelikle Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ve İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın değişiklikler içinde yer alacağı bir süredir başkent kulislerinde konuşuluyor. Bir iddiaya göre, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek, İBB’nin tutuklu Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkındaki terör konulu dosyayı tamamladıktan sonra Ankara’da daha önemli bir göreve getirilecek. Yeni görevin Adalet Bakanlığı olacağı iddiaları konuşuluyor.

İstanbul kaynamaya devam ediyor…

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) yönelik soruşturmaları devam ediyor.

Başsavcılık, hafta sonunda CHP’li belediyelere yönelik 5. dalga soruşturma için düğmeye bastı.

Operasyonun kaynağı, daha önce tutuklanan Aziz İhsan Aktaş adlı iş insanın verdiği bilgiler.

İBB soruşturmaları çerçevesinde gerek AKP içinde gerekse Ankara ile İstanbul arasındaki bürokratik iş, işlemler ve iletişimde sıkıntı olduğu iktidara yakın kimi isimlerce kulislerde seslendiriliyor.

Kapalı kapılar arkasındaki diğer bir tartışma konusu ise İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ile soruşturmayı savcılık adına yürüten İstanbul Emniyeti arasındaki gerginlik.

Konuyu Büyüteç’te 22 Mayıs’ta aktardım.

Başsavcılık’ın İstanbul Emniyeti yönetimi ile arasında kimi görüş ayrılıkları bulunduğu da yargı ve emniyet kulislerinin en tepedeki gündemi.

Özellikle, üçüncü dalga operasyonun savcılıkça polis yerine jandarmaya yaptırılması sürecin tuzu biberi oldu!

Sıkıntılı atmosfer henüz geçmiş değil.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in kimi memnuniyetsizliklerinin sürdüğü iddia ediliyor.

Merkezi Ankara’da bulunan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Başkanlığı’nın soruşturmaya verdiği katkıyla ilgili de kimi sıkıntılar olduğu dillendiriliyor.

Aldığım bilgiye göre; kapalı kapılar ardında İstanbul Emniyet Müdürü Selami Yıldız’ın yanı sıra halen Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Başkanı Ali Haluk Karakuş’la ilgili de bazı sıkıntılar aktarıldı.

İddiaya göre; Emniyet İstihbarat Başkanı, İstanbul’a giderek Başsavcı Gürlek ile görüşme yaptı.

Gürlek’in Emniyet İstihbarat’tan beklediği düzeyde destek alamaması üzerine teknik soruşturma işlemleri için Jandarma ile çalışmaya başladığı emniyet kaynaklarınca ifade ediliyor.

Gürlek’in rahatsızlık konusu bu kadarla kalmadı.

Özellikle İBB soruşturmaları çerçevesinde İmamoğlu ve ekibine bilgi sızdırıldığı kanaatinde, Başsavcı Gürlek. Yukarıda uzantısını bıraktığım Büyüteç’te bu konu mevcut.

Gazeteci Ali Fuat Duatepe kaleme aldığı yazısında, 19 Mart’ta başlayan ilk gözaltılar öncesinde 9 Mart’ta iki kişi arasında gerçekleşen ve soruşturma dosyasına giren bir telefon görüşmesinin kayıtlarına yer verdi.

Görüşmenin içeriğine bakıldığında bilgi sızdırıldığı yönünde görüşe ulaşmak mümkün. Ancak bu konuda ne İçişleri Bakanlığı’nca ne Emniyet Genel Müdürlüğü ne de İstanbul Valiliği’nce bir araştırma / soruşturma başlatılmış değil. Savcılığın bir soruşturması olup olmadığı da bilinmiyor şimdilik.

* * *

İBB soruşturmasının sadece CHP’de değil, iktidar partisi AKP’de de yansımaları yaşanacak kuşkusuz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, TBMM Başkanlık seçimi sonrasında kabinede gerçekleştireceği ifade edilen değişikliklerde büyük olasılıkla söz konusu sürecin izleri görülecek.

Öncelikle Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ve İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın değişiklikler içinde yer alacağı bir süredir başkent kulislerinde konuşuluyor zaten.

Ayrıca mevcut Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş için de geçerli aynı durum.

Yargı ve güvenlik bürokrasisi gelişmeleri anı anına yakından takip ediyor. Bir iddiaya göre, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek, İBB’nin tutuklu Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkındaki terör konulu dosyayı tamamladıktan sonra Ankara’da daha önemli bir göreve getirilecek.

Yeni görevin Adalet Bakanlığı olacağı iddiaları konuşuluyor. Bu durumda yerine Başsavcı Yardımcısı Can Tuncay’ın getirilmesi bekleniyor.

Küçük bir ekleme yapayım, yakın zamanda tamamlanan Hakimler ve Savcılar Kurulu’na (HSK) üye seçimleri sırasında en çok adı geçen isimlerdendi Başsavcı Vekili Tuncay. Seçim sürecinde Tuncay’ın HSK üyesi olabileceği belirtiliyordu. Devreye giren Adalet Bakanı Tunç’un, Tuncay’ın Gürlek’in üzerindeki yükün paylaşılması açısından İstanbul’da göreve devam etmesi konusunda görüş bildirdiği ifade ediliyor.

Bu nedenle Tuncay, HSK üyesi atanamadı.

Öte yandan yine kulislerde, İçişleri Bakanlığı’nda da bir değişim yaşanacağı belirtiliyor.

Mevcut Bakan Ali Yerlikaya’nın yerine halen İstanbul Valiliği görevini yürüten Davut Gül’ün adı gündemde.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın düşündüğü değişikliklerin eli kulağında. Kurban Bayramı sonrasında kabinede değişiklikler için düğmeye basılabileceği belirtiliyor.

* * *

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın emniyet teşkilatında gerçekleştirmek istediği yeni modelle ilgili teşkilat içindeki tepki hali devam ediyor maalesef.

Yerlikaya’nın, yaptığı hazırlığın kamuoyuna yansımasından son derece rahatsız olduğu konuşuluyor bir süredir.

Yasal düzenleme çalışması henüz TBMM’ye gönderilmedi. Ancak yine kulislere yansıyan bilgilere göre, tepkiler sonrasında yeni yol haritası hazırlanıyor.

Şöyle ki, büyük kentlerdeki il emniyet müdürlükleri bünyesindeki ilçe emniyet müdürlüklerine birinci sınıf emniyet müdürü atanması uygulamasından şimdilik vazgeçilmiş görülüyor. Bu uygulamanın, değişiklik metninden çıkarıldığı ifade ediliyor.

Buna karşın, Yerlikaya ve ekibi, birinci sınıf emniyet müdürlerinin kadrosuzluk nedeniyle emekli edilmek yerine yurt genelindeki polis eğitim kurumlarına tayin edilmelerini sağlayacak düzenlemede ısrarcı olduğu söylemek yanlış olmaz.

Bu konuda önceki Emniyet Genel Müdürü Celal Uzunkaya’nın katıldığı iki ayrı televizyon konuşmasında ortaya koyduğu sakıncalar önemli.

Aynı zamanda teşkilatın dinamiğini bozacak gerçekleştirilmek istenilen değişikliklerle ilgili endişesini paylaşan Uzunkaya’nın; AKP döneminin üst düzey bürokratı olmasına karşın, iktidarın desteğini arkasında bulan İçişleri Bakanı Yerlikaya’nın uygulamasına karşı çıkması Cumhurbaşkanlığı nezdinde de dikkati çekti.

Polislikten gelen son Emniyet Genel Müdürü olan Uzunkaya, görevi sırasında teşkilat ve personelin lehine olabilecek bazı düzenlemeler yapmak istedi. Ancak, zamanın İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve ekibine takıldı.

İki başlı yönetimi kabul etmeyen Uzunkaya, görevden ayrılmayı talep etti. Sonrasında gelen Vali kökenli üç Emniyet Genel Müdürü olan Mehmet AktaşErol Ayyıldız ve Mahmut Demirtaş’ın teşkilata katkısının bulunduğunu söylemek gerçekten zor.

Mülki idareden gelen İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın, emniyet üzerinde yapmak istediği değişimin niteliğinin sıkıntılı sonuçlara neden olacağını ön görülmesiyle birlikte kimi polis müdürleri de tam tersi kulis çalışmaları yürütüyor bir süredir.

Yerlikaya’nın, düzenlemeyi hayata geçirmek konusundaki zorlayıcı tutumu nedeniyle emniyet teşkilatına emek vermiş emekli ya da muvazzaf bazı isimler Yerlikaya’ya karşı tutum aldılar ve bu endişelerini kendi iletişim ağları üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ulaştırmayı başardılar. Bakan Yerlikaya’ya karşı yoğun kulis faaliyetleri yürütülüyor halen.

Emniyeti çok hafife almamak gerekir. Yerlikaya’nın ısrarının sonuçlarını kabine değişikliğini sonrasında görmek daha büyük olasılık.

Kurban Bayramı süresince kısa bir mola rica ediyorum. Haftaya salı günü görüşmek üzere. Bayramınız kutlu ve mutlu olsun.

                                                         /././

Erdoğan’ın hayalindeki “vesayet anayasası”-Mehmet Y. Yılmaz-

Erdoğan'ın anayasa değişikliği için kurduğu komisyona başkanlık edeceğini ve çalışmaları bizzat yöneteceğini öğrendiğimde ‘yandı gülüm keten helva’ diye hayıflandım. Bu heyetin yapacağı “sivil anayasa” nasıl olabilir, tahmin edebiliriz. Bu anayasada uymadıkları her şeyi anayasa dışında bırakmakla yola çıkacaklarına ve bunu da “sivilleşme” diye sunacaklarına bahse girerim. Kendisi demokrat olmayan bir heyet, nasıl “demokratik sivil anayasa” yapabilir?

Erdoğan’ın hayalindeki “vesayet anayasası”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, anayasa değişikliği için kurduğu 10 kişilik komisyona başkanlık edeceğini ve çalışmaları bizzat yönetip, yönlendireceğini okuduğumda “eyvah” dedim.

Anayasa hukukçuluğu da ekonomistliği gibiyse, ‘yandı gülüm keten helva’ diye hayıflandım.

Kendisini iktisatçı zannedip, ekonomi teorileri icat etmesinin sonuçlarını yaşıyoruz. Ekonomi neredeyse durdu, işsizlik artıyor, enflasyon büyük kitleleri eziyor.

Türkiye gazetesinin haberine göre Cumhurbaşkanı’nın katılmadığı toplantılarda da süreç “ekip halinde istişareli” yürütülecekmiş.

Bu cümleden şunu mu anlamalıyım, bilemedim: Cumhurbaşkanı’nın katıldığı toplantılarda “ekip halinde istişare” yapılmayacak.

Bana da mantıklı göründü; kim cesaret edip de Cumhurbaşkanı’nın sözünün üzerine söz söyleyebilir ki?

AKP’nin yeni anayasa değişikliği önerisinin, bundan önce TBMM’ye de sundukları değişiklik tekliflerinin yeni bir versiyonu olabileceğini söyleyebilirim.

AKP tarafından hazırlanıp, komisyona sunulan anayasa taslağında “egemenliğin kullanımı konusu” sorunlu görünüyor.

Taha Akyol“Atatürk'ün Anayasası – Tek Partiden Cumhurbaşkanlığı Sistemine 100 Yıl” isimli kitabında bu konunun altını çizmişti.

Egemenliğin kayıtsız ve şartsız olarak Türk milletine ait olduğunu hep tekrarlıyorlar ama Türk milletine o kadar da güvenmediklerini biliyoruz.

Buna ben “milletin başını boş bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya” sistemi diyorum ki Türk milletinin başına bir vasi tayin etmeden işlerin yürümeyeceğine olan inanç da diyebiliriz.

Büyüklerimizin izin vermediği kitapları okuyamaz, filmleri seyredemezsiniz mesela. Allah korusun Netflix’te bir film seyredenin ertesi sabah koşarak LGBTİQ+ olacağına bile inanıyorlar.

AKP’nin günlük hayatta izlediği yol da kendisini “milletin vasisi” gördüğünü gösteriyor. Çocuk doğurmaktan tutun da hangi Kur’an mealini okuyabileceğinize kadar her şeye bu vasi karar vermek istiyor.

Şimdilerde de kimi seçmenizin daha doğru olacağı ile ilgili yardımlarını esirgemiyorlar.

Bu konuyu önemsiyorum çünkü vesayet rejimini yürütenin asker üniformalı mı, takım elbiseli mi, takunyalı mı, spor ayakkabılı mı olduğunun bir önemi yoktur.

Vesayet vesayettir ve Ekrem İmamoğlu olayında da bunu bir kez daha yaşadık.

Anayasa’ya göre Türk milleti, egemenlik haklarını kullanması için Anayasa ile bazı organları yetkili kılıyor.

Vasi tayin etmiyor, vekalet veriyor.

Bunlardan biri TBMM. Yasama yetkisi bu organa ait. Milletvekillerini seçiyoruz, onlar da bizim adımıza bu yetkiyi kullanıyorlar diye varsayıyoruz.

Sistemin garabetinden kaynaklanan nedenlerle bu yetkiyi TBMM değil, Meclis çoğunluğu kimin ağzına bakıyorsa o kullanıyor.

Bugün için o ağız, Recep Tayyip Erdoğan’a ait.

Kendisi aynı ağız ile yürütme yetkisini de kullanıyor ki bunu kullanırken denetlenemiyor olması dışında bir sorun yok.

Yargı yetkisi de bu genel kural çerçevesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılıyor diye varsayıyoruz.

Anayasa'da bu yetki devri şöyle gerçekleşmiş: Yargı yetkisi Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”

Onun için açıklanan her kararda mahkemenin, “Türk milleti adına karar verdiği” belirtiliyor.

AKP'nin 2011’de Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu anayasa taslağında “yargı yetkisinden” değil, “yargı görevinden” söz ediliyor.

Önerdikleri Anayasa maddesi şöyle: “Yargı görevi, bağımsız ve tarafsız mahkemelerce yerine getirilir.”

Ayrıca mahkemelerin “Türk milleti adına karar vermesinden” de söz edilmiyor.

Kolayca anlaşılacağı gibi "görev" ile "yetki" arasında ciddi bir fark var.

AKP'nin o tarihteki taslağında, Anayasa Mahkemesi kararlarının herkesi bağlayacağı ile ilgili hüküm de yok.

O tarihte "uzlaşma" gerçekleşmediği için anayasa tartışması ertelendi ancak daha sonra siyasetin dar hesaplarıyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen, benzerine bir başka demokraside rastlanamayacak acayip bir sisteme geçtik.

Mahkemelerin kararları ortada. Hakimlerin özlük haklarını yöneten HSK’nın nasıl seçildiği de…

Son HSK seçiminde Anayasa, AKP-MHP ittifakı tarafından hepimizin gözü önünde delindi, hükümleri görmezden gelindi.

Cumhurbaşkanı HSK üyelerini kendi elleriyle bizzat seçiyor.

Onlar da Erdoğan’ın beğenmediği kararları veren hakimlerin görev yerlerini değiştirebiliyor, meslekten menetmeye varan cezalar verebiliyorlar.

Erdoğan ve AKP yetkilileri, aradan geçen bunca zaman sonra ani bir zihni küşayiş ile bu önerilerinin demokratik bir anayasada yer alamayacağını öğrendiler mi, bilmiyorum.

Bilmiyorum ama zannetmiyorum da!

Şimdi bu heyetin yapacağı “sivil anayasa” nasıl olabilir, tahmin edebiliriz.

Bu anayasada uymadıkları her şeyi anayasa dışında bırakmakla yola çıkacaklarına ve bunu da “sivilleşme” diye sunacaklarına bahse girerim.

Sivilleşme hesap verebilmek ile ilgilidir, bu heyette o yok.

Sivilleşme demokratik süreçleri herkese açık hale getirmektir ki bu heyette o da yok.

Kendisi demokrat olmayan bir heyet, nasıl “demokratik sivil anayasa” yapabilir?

                                                                  /././

Özgür Özel'in CHP Genel Başkanı seçildiği kurultayla ilgili iddianame hazırlandı: Kılıçdaroğlu mağdur, İmamoğlu şüpheli oldu!-Asuman Aranca-

Siyaset yasağı da istendi!

c

Ankara Başsavcılığı, Özgür Özel’in genel başkan seçildiği CHP’nin 38. Olağan Kurultayı’na ilişkin soruşturmasını tamamladı. Savcılık, aralarında tutuklu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Cemil Tugay, tutuklu Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat, CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik ve CHP Erzurum İl Başkanı Serhat Can Eş’in de aralarında bulunduğu 12 şüpheli hakkında iddianame düzenledi. İddianamede şüpheliler hakkında “Siyasi Partiler Kanunu’na muhalefet” suçundan 3'er yıla kadar hapis cezası istenirken, şüphelilerin “oylamaya hile karıştırdıkları” öne sürüldü. Eski Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun “mağdur”, eski Hatay Belediye Başkanı Lütfü Savaş’ın ise “müşteki” olarak yer aldığı iddianamede, benzer tüm iddianamelerde olduğu gibi şüpheliler hakkında alacakları ceza süresince siyaset yasağı konulması da talep edildi.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan iddianamede, soruşturmanın, kurultay sürecinde ve sonrasında bir kısım sosyal medya hesaplarında ve bazı yazılı ve görsel medya organlarında; CHP'nin 38. Olağan Kurultayı sırasında Kemal Kılıçdaroğlu'n destekleyen delegelerin Özgür Özel'i desteklemeleri için bir takım menfaatler verildiği ve bazı vaatlerde bulunulduğunun bizzat CHP delegeleri parti meclis üyeleri ve partililerce dile getirilmesi üzerine başlatıldığı belirtildi. 

Milletvekillerinin dosyası ayrıldı

İddianamede, kurultayda seçimlerde şaibe olduğuna ilişkin iddialar ile ilgili yapılan soruşturma esnasında haklarında müsnet suçlardan dolayı iddialar bulunan ve 28. dönem milletvekili oldukları anlaşılan kişiler yönünden dosyanın 12.05.2025 tarihinde ayrıldığı, yeni dosyanın Cumhuriyet Başsavcılığının 2025/113602 soruşturma sayılı sırasına kaydının yapıldığı belirtildi.

Diğer şüphelilerin de dosyası ayrıldı

İddianamede, dosyada haklarında müsnet suçlardan dolayı iddialar bulunan diğer şüpheliler yönünden ise yine ayırma kararı verildiği ve bu soruşturma ve hazırlanan iddianame haricinde bir başka  soruşturmanın daha yürütüldüğü anlaşıldı.

Kılıçdaroğlu mağdur, Savaş müşteki

İddianamede önceki Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun mağdur sıfatıyla beyanda bulunması için avukatı aracılığıyla savcılığa davet edildiği ancak Kılıçdaroğlu’nun ifade için savcılığa müracaat etmediği kaydedildi. Eski Hatay Belediye Başkanı Lütfü Savaş’ın ise müşteki sıfatıyla şikayetçi olarak beyanda bulunduğu anlatılan iddianamede, CHP PM Üyesi Baki Aydöner, Ekrem İmamoğlu, Cemil Tugay, Bursa Osmangazi Belediye Başkanı Erkan Aydın, PM üyesi Hüseyin Yaşar, Mardin eski İl Başkanı Mehmet Kılınçaslan, Bitlis İl Başkanı Metin Güzelkaya, Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş, İBB Meclis Üyesi Özgen Nama, İstanbul İl başkanı Özgür Çelik, Beşiktaş Belediye başkanı Rıza Akpolat ve Erzurum İl Başkanı Serhat Can Eş şüpheli olarak yer aldı.

İmamoğlu ayrıntılı savunma yapmadı

İddianamede, tutuklu İBB Başkanı İmamoğlu'nun partinin 38. Olağan Kurultayında "Divan Başkanı" olarak görev yaptığı, İmamoğlu'nun organizesinde diğer şüphelilerin de iştirak halinde hareket ettiği öne sürüldü. Soruşturma kapsamında 2 Mayıs 2025 tarihinde ifadesine başvurulan İmamoğlu için "Beyanında ayrıntılı bir savunma yapmayarak genel mahiyette suçlamaları kabul etmediği, suçsuz olduğunu savunduğu" ifadeleri kullanıldı.

"Delegelerin iradelerini fesada uğrattılar"

İddianamenin, delillerin değerlendirilmesi ve sonuç bölümü şöyle:

"Müşteki şikayeti, tanık anlatımları, ihbarlar, Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) Raporu, Sosyal Güvenlik Kurumu , Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Yüksek Seçim Kurulu, Çankaya 4. İlçe Seçim Kurulu, İstanbul Ticaret Odası ve diğer kurum yazışmaları, CD/DVD inceleme tutanakları, Ankara İl Emniyet Müdürlüğü Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü Fezlekesi ile tüm dosya kapsamına göre;

"İştirak halinde Özel lehine oy kullanmaları için"

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan ve Cumhuriyet Halk Partisi 38. Olağan Kurultayı Divan Başkanı olarak görev yapan şüpheli Ekrem İmamoğlu'nun organizesinde yukarıda isimleri yazılı diğer şüphelilerin iştirak halinde hareket ederek, 04-05.11.2023 tarihinde Ankara Spor Salonunda yapılan Cumhuriyet Halk Partisi 38. Olağan Kurultayında oy kullanan bir kısım kurultay delegelerine genel başkan adayı Özgür Özel lehine oy kullanmaları için;

a- Bir kısım delegeye para verdikleri, bir kısmına değişik il ve ilçelerde belediye başkanlığı ve belediye meclis üyeliği adaylığı teklif ve taahhüt ettikleri, bir kısım delege ve yakınlarını CHP'li belediyeler ile bu belediyelere bağlı şirket ve iştiraklerinde işe yerleştirdikleri, bir kısım delege ve yakınlarına çok sayıda market alışveriş kartları dağıttıkları,

b- Kurultayda oy kullanan bu delegelerden kullandıkları oyların fotoğrafını cep telefonları ile çekerek kendilerine göndermelerini istedikleri,

c- Kurultay salonunda birinci tur oylama sonucunda ikinci tur oylamaya geçilmesini geciktirerek Kemal Kılıçdaroğlu'nun adaylıktan çekildiğine yönelik gerçeğe aykırı açıklamalarda bulundukları,

"Özel'in genel başkanlık seçimini kazanmasına yönelik faaliyet yaptılar"

ç- Bu şekilde kurultay delegelerinin iradelerini fesada uğratarak, Genel Başkan Adayı Özgür Özel'in genel başkanlık seçimini kazanmasına yönelik faaliyet yaptıkları,

Bu haliyle şüphelilerin birlikte hareket ederek müsnet suçu iştirak halinde işledikleri evrak kapsamından anlaşılmış olmakla,

Şüphelilerin Mahkemenizde yargılamalarının yapılarak eylemlerine uyan sevk maddeleri uyarınca cezalandırılmalarına,

Şüpheliler haklarında TCK'nun 53. maddesinde düzenlenen güvenlik tedbirlerine hükmolunmasına, karar verilmesi kamu adına talep ve iddia olunur."

                                                        /././

Kaz dağları'nda kamyon ordusu + Osman Gazi patladı yandı ve bize satıldı + Diyanet İşleri, Sayıştay denetiminden kaçamadı -SÖZCÜ

Kaz dağları'nda kamyon ordusu-Bahar Kurşun-

Kaz Dağları’nda madencilik faaliyeti adı altında ağaç katliamı yapan Cengiz Holding, Halilağa Altın ve Bakır Madeni için 215 gündür kesime devam ederken, bölgeye kamyon ve iş makinalarını yığdı.

Çanakkale’de yüzde 79’u maden ruhsatlı Kaz Dağları, rant uğruna yok oluyor. Kaz Dağları’nda Cengiz Holding’e ait Halilağa Altın ve Bakır Madeni için ormanlık alanda ağaç katliamı yapıldı. Halilağa’daki maden faaliyetlerine 2019’da başlayan Cengiz Holding, 2020’de ÇED için başvurdu. Hacıbekirler köyünde yaşayanlar ise “Toprağımıza, suyumuza havamıza dokunmayın” diyerek madene karşı hukuk mücadelesi başlattı. 85 köylünün açtığı ilk davada ÇED kararı iptal edildi. İkinci kez ÇED onayı alındı. Yöre halkı yeniden dava açtı. Tüm bilirkişi raporları, “Burada maden işletilmesinde kamu yararı yoktur” demesine rağmen köylüler davayı kaybetti ve Ekim 2024’te Halilağa’da bakır madeni için ağaç kesimi başladı. Ağaç katliamının 215 gündür aralıksız sürdüğü Kaz Dağları’na kamyonlar ve iş makineleri yığıldı. Hacıbekirler Köyü’ne 700 metre uzaklıktaki maden için bölgedeki ağaç kesiminin büyük kısmı tamamlandı.

EN AZ 1 MİLYON AĞAÇ KESİLDİ

Madenin atık depolama tesislerinin de köye çok yakın noktada olduğunu belirten Kaz Dağları Ekoloji Platformu’ndan Füsun Kayra, şu bilgileri paylaştı:  “Çok yoğun bir mesaiyle, çok hızlı bir şekilde kesimi bitirdiler. Türkiye’nin dört bir yanından kesimci getirdiler bu iş için. Maalesef kesimi durduramadık. Bölge çok sık kızılçam, karaçamdan oluştuğu, çok genç bir orman olduğu için kesilen ağaç sayısı 1 milyonu geçti. Ama Cengiz Holding’in nezdinde 150 bin ağaç kesildi. Genç bir orman olduğu için birçok ağacı ağaçtan saymıyorlar. Oysa 1 milyon bile çok iyimser bir rakam.” Kayra, “Alan yakın zamanda da maden çıkarılmaya hazır hale gelmiş olacak. Alana girince çok fazla mevzuata ve ÇED raporuna aykırı durum olduğunu görmek mümkün. Son keşifte bunu gördük. Bununla ilgili de suç duyurusu yapacağız” ifadelerini kullandı.

Toprağı da suyu da yok edecek

Halilağa Bakır Madeni’nin yıllık 5 milyon metreküp suya ihtiyacı olduğunu belirten Füsun Kayra, şunları söyledi: “Madeni 18 yıl çalıştırmayı düşünüyorlar. Fakat bölgede böyle bir su kaynağı yok. Kuraklık nedeniyle valilik ve kaymakamlık köylülere ekim dikim yapmamaları yönünde telkinde bulunuyor. Oradaki 60 bin dönümlük alanın çevresindeki 12 köy, Kocabaş Çayı’nın suyunu alsa da yetmiyor. Devlet Su İşleri iki gölet yapıyor şu anda. Orada da inşaat başladı. Tüm bunları alırsa madeni çalıştırabilir hale gelecek. Bu gerçeklik dışı bir şey. Oradaki bütün köylülerin su hakkını gasp ediyorlar.”

Güç gösterisi yapar gibi!

Kaz Dağları Ekoloji Platformu’ndan yapılan açıklamada, “Halilağa Bakır Madeni için katledilen, oysaki bundan birkaç ay önce içinde kaybolacağınız koskoca bir ormanlık alan burası! Hukuksuzluk, mevzuata aykırılık diz boyuyken, devletin mahkemeleri, kurumları ile neredeyse altın tepsi içinde sunduğu Kaz Dağları! Cengiz Holding güç gösterisi yapar gibi kamyonlarını sıralamış. Zannediyor ki bu adaletsizlik hep sürecek, hiç kaybetmeyecek. Kaybedeceksiniz, doğaya, insanlığa karşı işlediğiniz her suçun cezasını da çekeceksiniz” denildi.

                                                      *** 

Osman Gazi patladı yandı ve bize satıldı -Deniz Ayhan-

İYİ Partili Çömez, 30 yıllık gemi için başlıktaki açıklamayı yaptı. Geminin 2023’te 125 milyon dolara satıldığını hatırlatan Çömez, “Bu enkaza ne kadar ödedik?” diye sordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul’un fethinin yıl dönümünde, Türkiye’nin ilk yüzer doğalgaz üretim platformu Osman Gazi’yi Dolmabahçe Sarayı’ndan Karadeniz’e el sallayarak uğurladı. Ancak Osman Gazi ile ilgili iddialar tartışma yarattı. 1994 yılında ham petrol tankeri olarak üretilen bu gemi 2008’de yüzer üretim ve depolama ünitesi olarak revize edildi. 

29 Mayıs’ta İstanbul Boğazı’ndan geçip Karadeniz’e açıldı. Erdoğan böyle uğurladı. 

ÇÖMEZ MECLİS’E TAŞIDI

2015’te gemide büyük bir patlama yaşandı ve onarımı sırasında 23.5 metre kesilerek kısaltıldı. Platform 2023’te ismi açıklanmayan bir alıcıya 125 milyon dolara (4.9 trilyon lira) satıldı. Ardından da Türkiye tarafından satın alındı. İYİ Parti Grup Başkanvekili Turhan Çömez konuyu Meclis gündemine taşıdı ve “Enkaz mı satın aldık?” diye sordu. Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar’ın yanıtlaması istemiyle TBMM’ye önerge veren Çömez, şunları söyledi: 

DOĞALGAZ SIZINTISI

“Geminin ilk görev yeri Brezilya açıklarındaki Camamu-Almada ve Camarupim alanıdır. Bu çalışma sırasında 11 Şubat 2015 tarihinde gemide büyük bir patlama yaşanmış, 9 işçi hayatını kaybetmiş, 26 kişi de yaralanmıştır. Patlama  arka pompa odasında doğalgaz sızması sonucu meydana gelmiştir. Gemi patlama sonrası Singapur’a götürülerek onarılmıştır.”

KAÇ MİLYON DOLAR?

Çömez, Bayraktar’a “Platformun 2026 yılında faaliyete geçeceği ifade edilmiştir. Bu gecikmenin nedenleri nelerdir? 10 yıl önce büyük bir patlamayla hasar alan, 10 yıldır faaliyette olmayan bu platformun satın alınmasının gerekçeleri ve Türkiye’ye maliyeti nedir? Platformun satın alındığı Norveç ve Singapur merkezli BW Offshore firmasının Oslo Borsası’na yaptığı açıklamada platformun 125 milyon dolara satıldığı bildirilmiştir. Türkiye bunu kaç dolara satın almıştır?” diye sordu. 

30 yıllık değişimin hikayesi

Gemi, 1994’te Samsung Heavy şirketi tarafından Güney Kore’de, MV Almirante Câmara adıyla ham petrol tankeri olarak inşa edildi. 2008’de Saipem Firması tarafından Singapur’daki Sembawang Tersanesi’nde yüzer üretim, depolama ve boşaltma ünitesine dönüştürüldü. 11 Şubat 2015’te gemide patlama oldu. 9 kişi hayatını kaybetti.

Milyon dolarımız rant uğruna çöpe mi gitti?

Turhan Çömez SÖZCÜ’ye yaptığı değerlendirmede de şunları söyledi: “Gemi 30 yaşından büyük. Ham petrol tankeri olarak inşa edilmiş, sonra yüzer üretim depolama ünitesi olarak revize edilmiş. Amacı dışında revize edilmiş ve patlamada büyük hasar almış bir enkaz mı satın aldık? 23.5 metresi kesilen bir gemi... Patlama sonrası incelemede önemli eksiklikleri bulundu. Böyle bir gemiyi neden satın aldık?”

“Gemi için Türkiye’ye 5 yıllık bakım onarım garantisi verildi, 5 yıldan sonra ne olacak? Muhatap kim? Gemi Türkiye’ye kaça mal oldu? Bu enkazı bir yandaş firma yok pahasına satın alıp Enerji Bakanlığı’na mı sattı yoksa bizzat bir özel şirket tarafından işletilerek karşılığında devletten yüksek meblağlı paralar mı alınacak? Rant ve politik PR uğruna Türkiye’nin milyonlarca doları çöpe mi gidiyor?”

                                                        ***

Diyanet İşleri, Sayıştay denetiminden kaçamadı -Deniz Ayhan-

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a “Paranın patronu olma” yetkisi verilmedi. Diyanet’in, Hac ve Umre harcamalarının denetimi, yine Sayıştay’da kaldı.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Hac ve Umre hizmetleri ile harcamaları konusunda Sayıştay denetiminin dışına çıkarılmasına yönelik düzenlemeye gidiliyordu. İlk başta TBMM Genel Kurulu’na gelen torba yasa teklifi kabul edildi. Ancak muhalefetin eleştirileri üzerine tekrir-i müzakere yapıldı ve 5. maddede son anda bir değişiklik daha yapıldı. İlk teklifte, “Hac ve Umre seyahatleri ile ilgili işlemler ile Hac ve Umre hesabından yapılan bütün harcamalar her yıl hac mevsimi sonunda Başkanlık ve gerektiğinde Cumhurbaşkanlığınca görevlendirilecek denetim elemanları tarafından denetlenir” maddesi yer alıyordu. Son kararla ‘Başkanlık’ kelimesinden sonra ‘Sayıştay’ ibaresi eklendi. İYİ Parti Afyonkarahisar Milletvekili Şeref Olgun, son dakika değişikliği yapılmadan önce şu açıklamayı yapmıştı: “Sayıştay denetiminden kaçma girişimi Diyanet’in hesap vermekten kaçış biletidir.”

KİTAPLARA MİLYONLAR

Öte yandan 2025 yılı bütçesi 130 milyar 119 milyon TL olan Diyanet’in 5 ayda kitap basımı için harcadığı para dudak uçuklattı. Basılan kitaplar için tam 83 milyon 422 bin 140 TL harcadığı ortaya çıktı.

                                                    ***

SÖZCÜ

Erdoğan’ın sloganından esinlenip adını değiştirdi: Savcı bu ‘gemiciği’ de görecek mi? -Bahadır Özgür /halkTV

CHP’li belediyelere yönelik yeni dalga operasyon bu sabah başladı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, 4 ayrı soruşturma kapsamında 47 kişi hakkında gözaltı kararı verdi. Gözaltıların dayanaklarından birisi, Beşiktaş Belediyesi’ne yapılan operasyonun da gerekçesi olan ‘Aziz İhsan Aktaş suç örgütü’ soruşturması. Aktaş’ın verdiği ifadede itirafçı olduğu ileri sürülüyor.

Peki kim bu Aktaş?

Nasıl oluyor da AKP’li belediyelerden ihale alırken, AKP’lilerle ortaklık yaparken temiz, CHP’li belediyelere gelince aniden suç örgütü liderine dönüşüyor? Acaba Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ilan ettiği ‘Türkiye Yüzyılı’ vizyonundan esinlenip adını ‘Yeni Yüzyıl’ olarak değiştirdikleri gemiyi de savcılık soruşturmasına dahil edecek mi?

Gelin Aktaş’ın marifetlerini kısaca bir hatırlayalım…

Diyarbakır’da 2010’dan önce ihale ile aldığı okul kantinlerini işlettiği belirtilen Aktaş, benzerine defalarca tanık olduğumuz gibi ihale düzeninin içinde büyümüş bir isim. Araç kiralamadan temizlik işlerine kadar pek çok şirketi bulunuyordu. Tutuklandıktan sonra hepsine el koyuldu.

Soruşturmada ‘çetenin merkezi’ sayılan Bilginay şirketinin aldığı ihalelerin yüzde 60’ı devlet kurumlarından. En yüksek tutarlı olanlarından birisi Beşiktaş Belediyesi’ne dair soruşturma hazırlığının başladığı dönemde, Bahçelievler Belediyesi’nden aldığı ihale. AKP’li Isparta Belediyesi’ne ise 2019’da alınan ihalenin karşılığı olarak Audi A8 marka makam aracı hediye etmişti.

ekran-goruntusu-2025-05-31-113749.png
(Aktaş’ın ihale karşılığı 2019’da AKP’li Isparta Belediyesi’ne hediye ettiği makam aracı.)

Yine savcının hevesle peşine düştüğü Vekontek şirketinin kazandığı 20 ihalenin 6’sını pazarlık usulü ile Diyarbakır kayyumu verdi. 8 tanesi AKP’li Kütahya, Zeytinburnu, Şanlıurfa ve Elazığ belediyelerinden. Sabah Gazetesi ‘ihbar mektubunu’ kaynak göstererek yaptığı bir haberinde Vekontek’in sahibi Hamit Ünal’ı, “rüşvetleri dağıtan kişi” olarak işaret ediyor. Aynı Ünal’ın AKP’li belediye ve kayyumla yaptığı işler ise ‘temiz’ sayılıyor.

Yine Barka adlı şirketin sahibi Baki Nugay’ın da Aktaş ile beraber 2017’den beri mazot kaçakçılığından gelen paraları akladığı iddia ediliyor. Ama Nugay Trabzon, Diyarbakır, Elazığ, Şanlıurfa, Kilis, Kütahya belediyelerinden iş alınca aklamış olmuyor! Baki Nugay’ın 2010 yılına kadar Yeni Şafak’ın sahibi Albayraklar’ın temizlik şirketinin müdürü olduğunu da not edelim.

bkj.png

Esas büyük işlerden birisi ise 7 Kasım 2023’te kurulan Perla Denizcilik. Bu şirkette Aktaş ile ortak olan iki isim var.

İkisi de birbirinden ilginç. Nurettin Cengiz, meşhur Cengiz ailesinden. Diğer ortak Gürkan Dölekli. Sahibi olduğu TRG Hospital’in adı Yenidoğan çetesi davasında yer alıyor. Onu en son Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile beraber Londra’daki bir yemek fotoğrafında gördük.

ekran-goruntusu-2025-05-31-113904.png
(Aktaş’ın ortağı olan kişi sağ baştaki Gürkan Dölekli)

Dölekli’nin ortağı olduğu Güven Holding çatısı altında inşaattan akaryakıta kadar pek çok iş kolunda faaliyet gösteren şirketler grubu bulunuyor. AKP’den MHP’ye uzanan geniş bir aile çevresi var. Perla Denizcilik kurulduktan sonra, akaryakıt taşımak amacıyla, 2010 yılında Rusya’da inşa edilen Liberya bandralı bir gemi satın aldı. Gemiyi aldıktan sonra ne yaptılar biliyor musunuz?

Onu da Denizcilik Genel Müdürlüğü’nün 17 Ocak 2024 günü yayınladığı basın bildirisinden öğreniyoruz.

ekran-goruntusu-2025-05-31-113939.png

ekran-goruntusu-2025-05-31-113949.png

Basın bildirisine göre, Aktaş ve ortakları Türk bayrağı çekip adını da AKP’nin seçim sloganına atıf yaparcasına ‘Yeni Yüzyıl’ olarak değiştirdi. Yani savcının ‘çete lideri’ dediği, Sabah’ın kaçak mazotla suçladığı Aktaş, AKP’nin ‘paralel evreninde’ düzgün ihaleler alan, makam araçları hediye eden, uluslararası akaryakıt ticareti yapan muteber bir iş insanı. Lakin Beşiktaş Belediyesi sınırlarına girdiğinde, İBB yakınlarından geçtiğinde aniden ‘çete liderine’ dönüşüyor.

Bahadır Özgür /halkTV


Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+Gündem" -5 Temmuz 2025-

CHP'li belediyelere operasyon sürüyor: Adıyaman, Adana ve Antalya Belediye Başkanları gözaltında CHP'li Adıyaman Belediye Başkanı Ab...