soL "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

Sudan ve yabancı güçlere dayanan iç savaş: BAE ve Türkiye nasıl birbirinin ayağına bastı?

Çeşitli devletlerin Sudan topraklarındaki mücadelesi iç savaş üzerinden devam ederken, BAE ve Türkiye'nin rekabeti de şiddetlendi. Ölü ve yaralıların olduğu saldırılar gerçekleştirilirken Sudan'da ne oluyor?

İki yılın geride kaldığı Sudan savaşında yeni gelişmeler yaşanıyor.

Her ne kadar Sudan’daki savaşa resmi olarak hiçbir yabancı güç katılmamış olsa da çeşitli devletlerin Sudan topraklarındaki rekabeti sürüyor. Ülke, adeta diğer birçok gücü de içine çeken bölgesel bir soğuk savaşın sahnesi haline geldi. 

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından desteklenen Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) ile Türkiye tarafından desteklenen Sudan yönetimi arasındaki çatışmalar son günlerde oldukça şiddetlendi.

Sudan ordusu içinde savaşan Türk personel tarafından işletildiği belirtilen İHA’larla gerçekleştirilen saldırıda, HDK milislerinin yanı sıra 4 BAE vatandaşı da öldürüldü. Bu zamana kadar birbirinin ayağına basmamaya özen gösteren iki ülke arasındaki denklem de böylece bozulmuş oldu. 

Saldırıdan yalnızca bir gün sonra, bu zamana kadar savaştan görece etkilenmemiş olan Port Sudan şehrine 3 günden uzun süren bir dizi saldırı gerçekleştirildi. Havalimanı, askeri hava üssü, elektrik santrali, insani yardım limanı ve yabancı diplomatların kaldığı bir otelin hasar gördüğü saldırılarda, Türkiye yapımı insansız hava araçlarının depolandığı askeri hangarlar da hedef alındı. 

Söz konusu saldırılarda Türk destek ekibinden üyelerin yaralandığı bildirildi.

Savaşta iki yıl: 150 binden fazla insan hayatını kaybetti

Sudan'da askeri darbeyle yönetime gelen General Abdel-Fattah Burhan yönetimindeki ordu ile General Muhammed Hamdan Dagalo komutasındaki paramiliter Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasında çıkan savaş 2023 yılında başladı.

Sudan ordusunun, HDK'nin 2 yıl içerisinde tamamen orduya entegresini istemesi, HDK'nin ise sivil bir hükümetin ardından yaklaşık 10 yıla yayılan bir süreçte bunu kabul edebileceğini açıklamasıyla başlayan gerginlik, taraflar arasında silahlı çatışmaya dönüşmüştü.

Sudan Silahlı Kuvvetleri resmi komutayı elinde tuttu, ancak HDK de oldukça hızlı aksiyon aldı. HDK militanları, başkent Hartum'u ele geçirmek için kentsel savaş ve sokak taktikleri kullandı, böylelikle başkent haftalar içinde yönetilemez hale geldi. 

Bu durum ülkeyi parçalara bölmekle kalmadı, aynı zamanda yeni bir düzenlemeyi de zorunlu kıldı. Bu süreçte Port Sudan fiili başkent olurken, ülkenin batısı etnik katliamlara sahne oldu. Arada kalan topraklar, savaş ağaları, yabancı müteahhitler ve ikmal hatları için bir alan haline geldi.

Hartum'un düşüşünden bu yana 150 binden fazla insan öldürüldü ve 12 milyondan fazla insan yerinden edildi. 

sudan

Belirli cepheleri olmayan savaş: İHA'lar dönüm noktası oldu

Sudan’da yaşananların geleneksel anlamda bir iç savaş olmaktan çıktığı belirtiliyor. Belirli cepheleri olmayan savaş, rakip etki bölgelerine yönelik uzun menzilli saldırılarla şekilleniyor.

Hızlı Destek Kuvvetleri bugün, Darfur dahil olmak üzere Batı Sudan'ın çoğunu ve o bölgenin sınırları kontrol ediyor. HDK’nin bölgesel avantajından da kaynaklı olarak gücünü kaçakçılık, altın madenleri ve yabancı ülkelerin desteğiyle sağlamlaştırdığı ifade ediliyor. HDK böylelikle “devlet içinde devlet” olarak hareket ediyor. HDK’nin kendi lojistik ağları, hava sahası ve komuta zinciri bulunuyor.

Sudan ordusu ise doğuda konsolide olmuş durumda. Bürokrasi, hava kuvvetleri ve resmi ekonominin kalıntılarını hâlâ yönetiyor, ancak geniş bir bölgeye yayılmış önemli varlıkları savunmak için gücünün yetersiz olduğu görülüyor.

Bahse konu dengesizlik ise savaşın stratejisini şekillendiriyor. Taraflar cephelerde karşı karşıya gelmek yerine, çeşitli baskı araçlarına odaklanmış durumda. Bu süreçte özellikle daha güçlü finans kaynaklarına sahip olan HDK, açlığı silah olarak kullandı, yardım rotalarını kesti ve stratejik kasabaları ele geçirdi. Amaç federal ordunun kaynaklarını tüketmekti ve böylece Sudan yönetimini işlevsiz hale getirmekti.

Ancak bu stratejinin de kimi sınırları vardı. HDK'nin uzun menzilli yetenekleri yoktu ve bu nedenle cepheden uzaktaki hedefleri yardım almadan vuramıyordu. İşte burada da devreye insansız hava araçları (İHA) girdi. 

sudan

Raporlar BAE'yi işaret ediyor, BAE yalanlamayı sürdürüyor

2023 yılının sonlarına doğru, yerel gözlemciler çatışma alanlarında insansız hava araçlarına ait parçaları raporlamaya başladı. Raporlanan bu parçalar ticari kuadkopter İHA’lara ait değildi; bunlar daireler çizip hedeflere dalmak için tasarlanmış sabit kanatlı İHA’lardı.

Tespit edilen enkazlar, daha önce Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) ihraç edilen Çin yapımı güdümlü bombaları ve İHA’ları işaret ediyordu. 

Uluslararası Af Örgütü tarafından yapılan bir soruşturmada, Birleşmiş Milletler tarafından uygulanan silah ambargosuna karşı Çin silahlarının Darfur’a sokulduğu tespit edildi. Bahse konu tespitle birlikte, HDK’yi desteklediği bilinen BAE’nin İHA’ları yasal olarak Çin’den satın aldığı ve sonrasında bunları Somaliland ile Çad üzerinden geçirerek HDK kontrolündeki Darfur’a ulaştırdığı belirtildi. 

BAE ise bu iddiayı reddetmeyi sürdürüyor. Her halükârda, HDK artık yüzlerce kilometre uzaklıktaki hedefleri vurabilen bir İHA filosuna sahip. 

sudan

Baykar da devreye girdi

HDK’nin İHA filosu kurmasının ardından Sudan ordusu da yeni müttefiklere başvurdu. Türkiye de bu süreçte denkleme girdi. 

AKP hükümetinin destekleriyle büyüyen Baykar, 2024 yılında Sudan Silahlı Kuvvetleri’yle 120 milyon dolar değerinde İHA anlaşması imzaladı. Kamuoyuna yansıyan haberlere göre teslimat, kargo kayıtları, uydu görüntüleri ve sızdırılan gümrük verileriyle onaylandı.

Zaten teslimat haberlerinden kısa bir süre sonra Baykar’a ait İHA’lar HDK kontrolündeki hava sahasında görülmeye başlandı.

sudan

Yabancı güçlerin Sudan topraklarındaki rekabeti

Böylelikle hem Sudan yönetimi hem de HDK, tamamen yabancı güçlere bağımlı şekilde İHA programları işletiyor ve bu bağımlılık savaşın nasıl yürütüleceğini yeniden şekillendiriyor. 

Tarafların birbirlerine hasar vermek için cephe savaşı yürütmesine gerek kalmadan ve kara yolları riske atılmadan hedefleri imha etmeyi amaçlıyor. İHA’lar aracılığıyla yollar, havaalanları, yakıt depoları veya fabrikalar gibi altyapı tesisleri yok ediliyor.

Ve aslında bu saldırılar doğrultusunda savaş, yapılan silah anlaşmalarıyla yabancı ülkelere ihale ediliyor. Her ne kadar resmi olarak Sudan’daki savaşa hiçbir yabancı güç katılmamış olsa da yabancı güçler Sudan’ın her yerinde birbirleriyle rekabet halinde. 

Para, lojistik, silahlar, hatta strateji, hiçbiri artık Sudan'a ait değil. Ülke, diğer birçok gücü de içine çeken bölgesel bir soğuk savaşın sahnesi haline geldi. 

Mısır, Etiyopya'nın güneyde daha fazla etki kazanmasını engellemek için Sudan Silahlı Kuvvetlerini destekliyor. Rus ve Wagner ile bağlantılı ajanların Orta Afrika Cumhuriyeti'nde konuşlanmış durumda olduğu ve HDK’ye lojistik destek sağladığı bildiriliyor. İran savaşa açıktan dahil olmasa da yıllar sonra ilk kez Sudan ile diplomatik olarak ilişki kuruyor. Kızıldeniz'deki istikrarsızlık İsrail’i etkiliyor…

Kısacası Sudan'da olanlar sınırlarının çok ötesinde yankı buluyor. Tüm bu savaş dönemi boyunca, Sudan toprakları sürekli olarak hava yollarına, tedarik zincirlerine ve stratejik koridorlara ayrıldı. Bunun çok azı aslında Sudanlıların kendisi tarafından kontrol ediliyor. 

sudan

En önemli aktör BAE: Kızıldeniz, maden ocakları, kaçakçılık yolları...

Bu ağın merkezinde resmi olarak tarafsız, gayri resmi olarak kilit rol oynayan BAE var. BAE için Sudan, Kızıldeniz'e hükmetme konusunda daha geniş bir kampanyanın parçası.

Abu Dabi, Doğu Afrika'daki liman altyapısına yoğun bir şekilde yatırım yaptı; Somaliland'daki Berbera, Eritre'deki Assab, Yemen'deki Socotra Adası…

BAE’nin Port Sudan’a sağlayacağı erişimle zinciri tamamlamayı ve Kızıldeniz'i kendi koridoru haline getirerek dünyanın en stratejik deniz yollarından biri üzerinde önemli bir aktör olmayı hedeflediği biliniyor.

Öte yandan BAE’nin amacının yalnızca deniz ticaretiyle sınırlı olmadığı belirtiliyor. BAE’nin HDK ile güçlerini birleştirerek altın madenlerine, nadir toprak minerallerine ve dahası Libya ve ötesine uzanan kaçakçılık yollarına erişim sağladığı kamuoyu gündemine geliyor.

HDK'nin madencilik faaliyetlerine izin verdiği ve bunun karşılığında BAE’den ekipman, fon ve silah tedarik ettiği bildiriliyor. Yetkililerse bu ilişkiyi “kazan-kazan durumu” olarak yorumluyor.

Türkiye gözünü Kızıldeniz'e dikmişti: BAE'ye karşı konumlandı

Öte yandan Türkiye de 2017 yılında Port Sudan’ın hemen güneyinde bulunan Sevakin kentindeki limanı rehabilite etmek amacıyla 99 yıllık bir kira sözleşmesi imzalamıştı. Söz konusu kiralama işleminin nedeni ise Kızıldeniz’de stratejik bir dayanak noktasına sahip olmaktı. Ancak Sudan'daki siyasi çalkantılardan nedeniyle bu plan rafa kaldırılmak zorunda kalındı.

Türkiye başlangıçta arabuluculuk yapmaya çalıştı, ancak Abu Dabi HDK’yi silahlandırmaya başlayınca dengeler değişti ve görüşmeler çöktü. 

Buna karşılık, Türkiye taktik değiştirdi ve yasal Sudan hükümetini destekleyerek, BAE’ye karşı “denge” unsuru olarak konumlandı.

Bu süreçte her iki tarafın da askeri danışmanlarını, lojistik ekiplerini ve istihbarat görevlilerini Sudan ordusuna ve HDK militanları arasına yerleştirmeye başladığına dair iddialar gündeme gelmeye başladı. Ancak iki ülke de son zamanlara kadar birbirlerinin ayaklarına basmamaya ve işleri tırmanma eşiğinin altında tutmaya özen gösterdi.

sudan

Karşılıklı saldırılarda ölü ve yaralılar: Birbirinin ayağına basmama politikası son buldu

26 Mart’ta Sudan ordusu başkent Hartum’u geri aldı ve HDK birlikleri ülkenin güneybatısına doğru sürüldü. Bu gelişmenin yaklaşık 2 yıldır devam etmekte olan çatışmadaki en büyük dönüm noktası olduğu belirtildi. Başkenti yeniden kontrol altına alan Sudan yönetimi, askeri zaferinin yanı sıra uluslararası güvenirliğini de artıran sembolik bir zafer de kazanmış oldu.

Bir diğer gelişme ise 3 Mayıs’ta yaşandı. Uluslararası medya kuruluşlarının aktardığına göre, Sudan ordusu içinde savaşan Türk personeller tarafından işletilen İHA’lar, Nyala Havaalanı’ndaki bir askeri kargo uçağına saldırdı. Uçağın RSF için dronlar, mühimmat ve radar sistemleri taşıdığından şüpheleniliyordu, fakat edinilen istihbarat eksikti. Uçakta silahların yanı sıra BAE'den subaylar ve askerler de dahil olmak üzere yabancı paralı askerler taşıyordu. Saldırı sonucu düzinelerce HDK milisinin anı sıra 4 BAE vatandaşı da hayatını kaybetti. 

Saldırıya bir gün sonra yanıt geldi. Port Sudan, 3 günden uzun süren bir dizi hassas saldırıyla vuruldu. Sudan'ın tek uluslararası havalimanı, bir askeri hava üssü, bir elektrik santrali, insani yardım için ana limanı ve yabancı diplomatların kaldığı bir otel hasar gördü. Saldırıda ayrıca Türkiye yapımı insansız hava araçlarının depolandığı askeri hangarlar hedef alındı ve Türk destek ekibinden üyelerin yaralandığı bildirildi.

Şimdiye kadar Port Sudan, ülkenin geri kalanını parçalayan iç savaştan etkilenmemişti. Resmi hükümete ve yabancı büyükelçiliklere ev sahipliği yapan şehir, Sudan'ın uluslararası ticaret ve insani yardımla tek gerçek bağlantı noktası olarak hizmet ediyordu. Tarafsızlığı stratejikti, ancak bu güvenli bölge artık çöktü. 

Söz konusu saldırının HDK komutasında değil, BAE tarafından planlanıp uygulandığına dair iddialar gündeme geldi. Her ne kadar BAE saldırıyı kınasa da Sudan yönetimi bu saldırıların hemen ardından Abu Dabi ile diplomatik bağlarını kesme kararı aldı. 

Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türkiye’nin savaşa müdahalesinden rahatsız olduğunu belirtiliyor, ancak Port Sudan saldırılarının ardından gerilimin tırmanmasına olası gözle bakılıyor. Yerel araştırmacılar, BAE'nin HDK’ye yönelik askeri desteğini genişletmek için çalışmalarını hızlandırdığını ve bu durumun da çatışmayı şiddetlendireceğini raporluyor.

sudan

Bir diğer kritik nokta Dafur

Ayrıca çatışmayı daha da şiddetlendirebileceği belirtilen bir diğer başlık ise HDK’nin kontrolünde tuttuğu Dafur bölgesine ilişkin. HDK’nin bölgede tam kontrol sağlamak için çalışmalarını hızlandırdığı belirtiliyor. 

Tam kontrolün anahtarı da Sudan yönetiminin bölgede elinde tutmakta olduğu son büyük şehir El Fasir’i elde etmek. Eğer HDK El Fasir'i ele geçirebilirse, kuzeye daha da yakınlaşacak ve bu sayede BAE, HDK’ye yönelik tedarik hatlarını güçlendirecek. 

Sudan yönetimi de doğal olarak bölgede sahip olduğu son büyük şehri savunmak için hazırlıklarını hızlandırıyor. 

-----

Sudan'daki iç savaşın birinci yılı: Ülke kıtlığın eşiğinde, 230 bin kişinin hayatı tehlikede -Can Kuyumcuoğlu-(https://haber.sol.org.tr/haber/sudandaki-ic-savasin-birinci-yili-ulke-kitligin-esiginde-230-bin-kisinin-hayati-tehlikede)

                                                                       ***
Esas karne: Deprem bölgesinde devlet sınıfta kaldı -Özkan Öztaş-
Deprem bölgesinde karneler dağıtıldı, ama çocuklar hâlâ konteyner sınıflarda ve evlerde, belirsizlik ve travmalar içinde eğitime ve hayata tutunmaya çalışıyor.
Tüm Türkiye'de karneler alınırken, depremden etkilenen bölgelerde öğrenciler bir yılı daha zorlu şartlarda tamamladı. Depremin üzerinden neredeyse 30 ay geçmesine rağmen, Hatay'daki depremzede çocuklar karnelerini belirsizliğe dair artan sorular eşliğinde aldı.

Konteyner kentlerde eğitim veren öğretmenler, karne sürecini ve öğrencilerin karşılaştığı sorunları soL'a anlattı.

Konteyner okullardan kalıcı binalara geçiş belirsizlikleri

Hatay'da birçok ilçe merkezi, depremden sonra başta eğitim ve sağlık olmak üzere neredeyse tüm altyapısını kaybetti. Depremin ilk günlerinden itibaren konteynerlerde devam eden hizmetler depremden geçen uzunca bir süreye rağmen birçok örnekte depremin hemen ardındaki zorluklarla, aynı şekilde devam ediyor. 

Deprem sonrası kurulan konteyner okullar, yıkımdan uzak ve seyrek kentleşmiş bölgelere inşa edilmişti. Ancak tadilatı veya inşası tamamlanan okul binalarına geçiş süreci, beraberinde birçok soruyu getiriyor. Henüz konutların anahtar teslimleri yapılmamış ve binalar oturulmaya hazır değilken, öğrencilerin okullara ulaşımının yine konteyner kentlerden mi sağlanacağı merak konusu. Velilerin öğrenci servisleri için ücret ödeyip ödemeyeceği ve yeni okul binalarının altyapısında aksaklık yaşanıp yaşanmayacağı gibi temel sorular, karne dağıtılırken bölge halkının zihnini meşgul ediyor.

Antakya'da konteyner okulda çalışan Selim Öğretmen* konteyner sınıflarda öğrenci nüfusu ortalama 20'lere ulaştığını belirtiyor. Yeniden inşa edilen okul binalarının tamamlanmasıyla bu sayının 30'ları bulması bekleniyormuş. 

"Yeni dönemde konteynerlerden yeni yapılan sınıflara geçince bazı sınıfların birleşmesi ve öğretmen değişiklikleri gibi adaptasyon sorunlarını beraberinde gelecek. Birçok öğrenci, öğretmenlerinin 'norm fazlası' olması nedeniyle yerlerinin değişmesinden dolayı uyum sorunları yaşıyor. Bu durum, akademik becerileri etkilediği gibi, depremzede çocukların sağlıklı bağ kurma olanaklarını da olumsuz etkiliyor. Benzer sorunlar, sınıf ve arkadaş değişikliği yaşayan öğrencilerde de gözlemleniyor" diye anlatıyor bu durumu.

2023'te deprem bölgesine atanan Selim Öğretmen, "Eylül 2023'ten 2025 Şubat'a kadar dört okul değiştirdim. Hangi sınıfa, hangi kademeye göre hazırlık yapsam hazırladığım materyalleri, eğitim yöntemlerini kullanamıyorum. Şimdi seneye ne olacağı yine meçhul. Hem akademik olarak kendimi hazırlayamıyorum hem de çocukları tanıyıp onları kendi ihtiyaçları çerçevesinde eğitmem sekteye uğruyor" sözleriyle yaşadıkları belirsizliği dile getiriyor.

Selim, en başa bu belirsizliği yazıyor sorunladan bahsederken. Öğrenciye, müfredata ya da genel ihtiyaçlara göre plan yapmanın ne denli zor olduğundan bahsediyor. 

"Üzerine bastığımız zemin sürekli değişiyor. Birgün okul değişti diyorlar, ertesi gün sınıf. Ben küçük çocuklara yeri geldiğinde uzun soluklu programlar, derslere destek olacak aktiviteler planlıyorum. Sonra 'Ama yine değilecek her şey muhtemelen' diyorum. Dediğimle de kalıyorum." 

Psikolojik travmalar ve yetersiz destek

Deprem bölgesinde haliyle öğrencilerin psikolojik sorunları da öne çıkan başlıklardan biri. Rehberlik öğretmenleri hala birçok öğrencide depremin etkilerinin görüldüğünü belirtiyor. Kapalı mekana giremeyen öğrenciler, beklenmedik bir sese ya da duruma ani tepki verenler ve daha nicesi. 

Beril Öğretmen* bu deneyimleri anlatırken kısıtlı imkanlardan bahsediyor önce.

Psikolojik danışman ve rehberlik öğretmeni Beril, deprem fobisi ve aşırı uyarılmışlık nedeniyle birçok öğrencide uyku problemleri, kabuslar ve zorbalık gibi davranışsal sorunların devam ettiğini belirtiyor. 

"Ciddi davranış problemleri görülen öğrencileri ilgili kliniklere sevk ediyoruz. Ancak bölgede travma konusunda uzmanlaşmış kişilerin etkin bir şekilde çalışabileceği bir sistem yok ne yazık ki. Sağlık Bakanlığı'ndan bununla ilgili hiçbir proje görmedim" diyen Beril, ücretsiz sosyal etkinliklerin ve ulaşım olanaklarının kısıtlı olmasının da çocukların sosyalleşmesini engellediğini vurguladı.

Konteyner okulların "ev" hissiyatı vermesi ve gerçek bir okula benzememesi, çocukların okul ortamına adapte olmasını zorlaştırıyor. Beril öğretmen, "Çocuk orayı okul olarak benimseyemiyor. Sadece konteyner kentin bir parçasıymış gibi evine benzetiyor. Bir laboratuvar yok, bir spor salonu yok. Dolayısıyla çocuk okul olarak benimsemediği için kurallara da uymuyor. Sadece zorbalık değil, uyumsuz davranış bozukluklarıyla karşı karşıya kalıyoruz" diyor.

Ayrıca, Hatay'da aile içi şiddet ve boşanma oranlarındaki artış da dikkat çekiyor. Yaşam şartlarının zorlaşması, kalabalık ailelerin küçük alanlarda yaşaması ve sosyal olanaklara erişimde, kamusal işlerde yaşanan zorluklar, aile içinde "tahammülsüzlüğün" artmasına neden oluyor ve bu durum çocuklara yansıyor. Beril Öğretmen, "Velilerimde çok fazla boşanmayla karşı karşıya kalıyorum. Bu da tabii çocuğa yansıyor, çocuğun eğitim hayatına ve okuldaki davranışlarına yansıyor" ifadeleriyle anlatıyor bu durumu.

Gelecek kaygısı ve öğretmenlerin tükenmişliği

Hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin yaşadığı belirsizlik, gelecek kaygısını derinleştiriyor. Birçok öğretmen, şartlar düzelmedikçe sorunların çözülebileceğine olan inançlarının azaldığını ve günü kurtarıyorlarmış gibi hissettiklerini dile getiriyor. Öğretmenler, temel sorunlara kalıcı çözümler üretilemediği sürece bu döngünün devam edeceğinden endişe ediyor.

Deprem bölgesinde eğitim, sadece binaların inşasıyla sınırlı kalmayıp, öğrencilerin psikolojik sağlığı, sosyal adaptasyonu ve öğretmenlerin motivasyonu gibi çok boyutlu sorunlarla boğuşmaya devam ediyor. Karne günü, bu zorlukların bir kez daha gözler önüne serildiği bir gün oldu.

*Öğretmenlerin isimleri idarecilerle herhangi bir sorun yaşamamaları adına değiştirilmiştir. 

                                                                        ***

Strateji ne işe yarar?-Aydemir Güler-

Strateji diye bir disiplin kuşkusuz var olmak durumundadır. Siyasette strateji, teori ile pratiğin arasında bir iletim kayışıdır. Asla lüks veya gereksiz değildir; zorunludur. Ancak strateji bağımsızlığını ilan ederse, pratiğin biricik yön vericisi zannedilirse, geriye savrulma, sürüklenme kalır.

Geçtiğimiz yıl Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi, NATO’dan ayrılmayı talep eden bir çalışma yürütüldü. İncirlik’e yüründü, bir dizi toplantı düzenlendi. Ve bir imza kampanyası yapıldı. Özetin özeti, “Türkiye NATO’dan ayrılmalı” diyen metin binlerce imzayla TBMM Başkanlığına da verildi. 

Bu çalışma sırasında, zaten bildiğimiz gerçeği yakından tanıdık. Türkiye’de aklı başında herkes NATO’nun memlekete zarar ziyan bir kuruluş olduğunu biliyordu. Bilginin eksik kaldığı yerde de bir tarihsel duyu devreye giriyordu: Halkımız Batı dünyasını sömürücü, emperyalist bir hasım olarak sınıflandırıyordu. Hakikaten, tarihsel duyudur ve doğrudur... 

Türkiye’nin “ağırlığı” NATO’yu en hafif tabirle “hiç mi hiç sevmezken”, entelijansiyanın önemli bir bölümünde bu duygu stratejiye kurban ediliyordu. Fikri sorulan aydınlar içinde NATO’yu olumlayana rastlamıyorduk, ama bir de işin “strateji” kısmı vardı: NATO’dan çıkmanın zamanı mıydı? Türkiye’nin yalnızlaşması bir başka ve daha büyük tehlikeye neden olabilirdi! Başka zaman olsa neyse, ama dünyanın bugünkü kaotik ortamında izolasyon yıkım anlamına gelirdi… 

Yanlış anlaşılmasın; görüşünü sorup desteğini aradığımız insanları, elbette kendimizce bir elemeden geçirmiştik. Açık emperyalizm yandaşlarından geçtik, memleketin örtülü Amerikancı, Almancı, İsrailci kaynadığını biliyorduk. Bunların kapısını çalacak değildik; çalmadık da. Sorun şuydu ki, yurtseverliklerinden, bağımsızlıkçılıklarından kuşku duyulamayacak nitelikte, NATO’ya temelden karşı olan kimileri, Türkiye’nin NATO’dan ayrılmasına imzalarını atamıyorlardı. 

Bu çekinikliği, Aydınlanmanın bizim gibi “Doğu ülkelerinde” “Batılılaşma” diye bir kod adına sahip olması da açıklamaz. Aydınlarımız pekâlâ Fransız Devriminin, İngiliz sanayisinin, Alman felsefesinin Batısı ile, NATO’nun ve hatta AB’nin Batısı arasındaki tarihsel kopuşu, birinin diğerini inkar ettiğini bilirler. 

Sözünü ettiğimiz şey, bir “strateji sapmasıdır.” 

Strateji diye bir disiplin kuşkusuz var olmak durumundadır. Siyasette strateji, teori ile pratiğin arasında bir iletim kayışıdır. Asla lüks veya gereksiz değildir; zorunludur. Ancak strateji bağımsızlığını ilan ederse, pratiğin biricik yön vericisi zannedilirse, geriye savrulma, sürüklenme kalır. Pratik politika artık motorundan yoksun kalmıştır. 

Türkiye, tarihen, zaten böyle bir ülkedir! Osmanlı modernleşmesi, kapitalistleşmenin rüzgârıyla yükselen güçlerle rekabet için başlamıştı. 19. yüzyılda gemi su alırken, hedeflenen bir liman yoktu. Osmanlıcılığın birleştirmesine duacı olundu, tutmadı. Pan-İslamizm denendi, hayal çıktı. Pan-Türkizmin kimsenin umurunda olmadığının anlaşılması için yıllar harcandı... 

Bu denemelerin her birinde zorunlulukların, eldeki olanakların biçimlendirdiği stratejiler geliştirilmiştir. Ama benimsenen bir teori, angaje olunan bir ideal, uğruna ölünecek ilkeler yoktur. Gemi karaya oturdukça yeni rota çiziktirilir, ama nafile… Tarihin sonunda, pragmatizm teorinin yerine alır! 

Türkiye’nin, “tutar mı” sorusunun “doğru mu/ haklı mı” sorularının önüne geçtiği bir toplumsal çürümeye eğilimli olması biraz da bu yüzden olabilir mi?

Cumhuriyet Devrimi bu olumsuz mirasla da kavga etti. Onun altını oyanlarsa “bu yanlış” demek yerine, elden gelenle yetinmeyi vaaz ettiler. En iyi bildiklerini yapıp, hayatı kendilerine yonttular, güçsüzün sırtına bindiler, ne varsa yağmalamaya baktılar. 

Pragmatizm bizim değil karşıdevrimcilerin yöntemidir. 

Şimdi dönüp dolaşıp Cumhuriyetçi saflarda yayılmasına izin verilmemelidir. 

Bize ilkeleri güçlendiren, kurtuluşun neye benzeyeceğini açıklayan sağlam teori lazım. Bize bu teoriyi hayata geçirmenin rotası anlamında devrimci strateji lazım. Bize teoriye istisna parantezi açmaya çalışmayan, yaratıcı, ikna edici, iddialı ve gerçekçi pratik politika lazım. 

Bağımsızlık mı? O NATO’yla, AB’yle olmaz. Emperyalist kapı dışarı atılır. 

Laiklik mi? Onun özgürlükçüsü baskıcısı olmaz. Yurttaşlık laiklikle başlar. 

Eşitlik mi? O iş, beş parmağı karşılaştırmakla olmaz. İnsanın insanı sömürmesine son vermek gerekir. 

                                                          /././

Cumhuriyetçilerin birliği için notlar(III): Kürtler neresinde olacak Cumhuriyet’in?-Erhan Nalçacı-

Topraksız Kürt köylüsü, tarım işçisi, kentlerde inşaat işçileri, sanayii işçileri, eğitim, sağlık ve büro emekçileri, hizmet emekçileri… Onları bu sürece kazanmadan Cumhuriyeti yeniden kazanabilir miyiz?

Cumhuriyetçilerin birliğini hedefleyen süreç devam ediyor. Bu süreçte birbirimizi anlamaya ve ortak bir dil geliştirmeye çalışıyoruz. Geçen iki hafta içinde bu köşede sürece katkıyı amaçlayan bir yazı dizisi yayınlandı. İlkinde “Cumhuriyet’e sınıflar açısından bakmak” ve ikincisinde “Yeni bir Cumhuriyet mi?” başlıkları altında altı soru sorup yanıtlamaya çalıştık.

24-25 Mayıs’ta gerçekleşen ilk ve öncü Cumhuriyetçiler Kurultayı’nda Kürtlerin Cumhuriyet’e nasıl ekleneceği başlıca bir tema altında tartışılmadı. Genel olarak AKP ve MHP tarafından başlatılan Kürt açılımının getirebileceği potansiyel sorunların yarattığı kaygıda ortaklaşma olduğu gözlendi. Yine de farklı kökenden gelen Cumhuriyetçiler arasında kullanılan terminolojiden önemli farklılıklar olduğu ancak konu esastan ele alınmadığı için henüz bunların ortaya çıkmadığı düşüncesi doğdu.

Önümüzdeki Cumhuriyetçiler Kurultaylarında işlenmesi beklenen bu konuya bir katkıda bulunması dileğiyle üç soru sorup yanıtlamaya çalışacağız. Ancak karmaşık görülen olguların sürece yayılan bir sınıf penceresinden bakılarak çözülebileceğini baştan belirtelim.

Soru 7: Kürt siyaseti terör örgütü müydü?

Zor sorudan başladık, öte yandan bu kısmı halledebilirsek diğer iki soruya daha kolay yanıt verebiliriz. Bazı konuşmacılar Kurultayda Kürt siyaseti için bu ifadeyi kullandığı için yüzeye çıkan bir farklılığı yansıtıyor.

Evet, PKK teröre başvuruyor, örneğin halkın etkilenebileceği kör bombalı saldırılarda bulunuyordu. Yine de tüm hareketi terör olarak tanımlamak doğru mu diye sormalıyız. 

Neyse ki karşılaştırmalı tarih yardımımıza yetişiyor. Bugün dünyada geçen yüzyılda sömürgeciliğin çökmesi ile birlikte kurulmuş 194’ü Birleşmiş Milletler üyesi çok sayıda ulus devlet var. Bu uluslaşma sürecinde ulusal devletine kavuşamamış azınlık olan halklar geçen yüzyıl içinde ayrılıkçı ve silahlı yöntemler kullanan mücadeleler yürüttüler. İrlanda’dan Tamil’e milliyetçilik temelinde ayrılıkçı silahlı örgütlenme olgusunu dolduran birçok örnek bulunuyor.

Bugün Türkiye, Suriye, Irak ve İran’da nüfusun aşağı yukarı %15’ini oluşturuyor Kürt halkı. Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı sonrası siyasi coğrafyada ulus devletler kurulurken bu iki fazı kaçıran Kürtler ulus devletlerini arıyorlar.

Neden kaçırdılar ulusal devletlerini kurma fırsatını? Muhtemelen sıkıştıkları denizlerden ve ticaret yollarından uzak kalmış bu coğrafyada yeterli sermaye birikimi sağlanamadı ve bölge büyük ölçüde kapitalizm öncesi üretim ilişkileriyle yüklüydü.

Devletler genellikle bir silahlı ayaklanma ile karşılaştıkları zaman ideolojik olarak karşı tarafı küçük düşürmek ve izole etmek için “terör örgütü” gibi tanımlamaları kullanıyorlar ve bir süre sonra bu kavramlar ağza alınmazsa insanları yakan tabular haline geliyor.

Ayrıca burada başka bir yöntemsel sorun daha var, o da devletin sınıfsal niteliği ile ilgili. Nasıl bir millet sınıfsız, eşit bir kaynaşmış kitle değilse, devletin de niteliğini o ülkenin egemen sınıfı verir. Türkiye’de devletin içinde yakın tarih içinde yurtsever ve cumhuriyetçi kadrolar olabilir ama bu devletin burjuva niteliğini değiştirmez. Gericileşmiş olan burjuvazinin devletine de bir mesafe koymadan söz konusu “terör örgütü” kavramı ile başa çıkamayacağımızı göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Soru 8: Peki, neden Kürt siyaseti Cumhuriyetçiler Kurultayının bir parçası değildi?

Bu sorunun yanıtını yine tarih içinde bulabiliriz.

Kürtler iki treni birden kaçırmış gözüküyorlar. Geçen yüzyıl içinde ulus devletle sonuçlanan bir burjuva devrimini gerçekleştirmemeleri birinci trense, ikincisi işçi sınıfı devletlerinin ulusal devrimleri ileri çeken dönemi de kaçırmaları oldu.

Burjuva devrimleri 19. yüzyılın sonuna geldiğimizde işçi sınıfı korkusuyla ve emperyalizm çağına girilmesiyle zaten çok gericileşmişti. Almanya, İtalya, Japonya gibi ülkelerde ulusal birliği sağlayan burjuva devrimleri hızla otoriter, militarist ve gerici bir yapıya yöneldiler.

Ancak geçen yüzyılda emperyalizme ve yerel işbirlikçisi hanedanlara karşı gerçekleşen burjuva devrimleri 1917 Ekim devrimi ve sosyalist devletlere yaslanarak geçici bir süre için ve son kez tarihsel bir ilerici hamle yapma şansı buldular. Bunun belki ilk örneği, 1923 Devrimi’ydi. İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürgecilik çökerken bütün dünyada birçok örneği yaşandı.

20. yüzyılın son çeyreğinde kurulan, yoksul köylülüğe yaslanan ve milliyetçi bir hareket olarak kurulan PKK’nin Kürdistan İşçi Partisi olarak ismini belirlemesi muhtemelen bu sürecin bir parçası olma isteğini yansıtıyordu.

Ancak tren kaçtı.

Sovyetler Birliği içindeki karşı devrim dalgası sadece kendi içindeki ve tüm dünyadaki emekçileri değil buna benzer bağımsızlıkçı hareketleri de en azından fikirsel düzeyde yalnız bıraktı.

Köylü hareketlerinin çok çabuk bir burjuva hareketine dönüştüğünü dünyadaki birçok örnekten biliyoruz. Ayrıca son 35 sene içinde Kürt burjuvazisi ciddi bir sermaye birikimine kavuştu.

Bu dönemde ulusal bir kapitalist devlet kurma hedeflerinin destekleyicisi ancak emperyalist güçler olabilirdi. Irak’ın ABD tarafından işgalinde fiili bir Kürt devletinin ortaya çıkması bir model oldu. Hem emperyalizmin bölgesel ajanı hem yönlendirici berbat bir devlet haline gelen İsrail ile bağdaşıklık pragmatizmin doğal uzantısı olarak ortaya çıktı.

İsrail İran’a saldırırken İran içinde ayaklanma çağrısı nasıl değerlendirilebilir?

Başka bir deyişle Türkiye sermayesi ne kadar kirlendiyse ve gericileştiyse bu koşullarda Kürt sermayesi ve onun siyasi uzanımları da aynı şekilde kirlendi.

Ne emperyalizme karşı ilkeli duruş ne laiklik ne piyasa karşıtlığı kaldı. Oysa şimdi bunlar Cumhuriyetçileri bir araya getiren nitelikler.

Aynı zamanda, ulusal sınırların emperyalizmin etkisi altında değişmesine karşı çıkıyor sürecimiz. Oysa Kürt siyaseti tam da bunun için etkinlik gösteriyor.

Soru 9: Kürtler Cumhuriyetçilerin birliği sürecinin neresinde yer alacak öyleyse?

Cumhuriyetçilerin birliği süreci geçen hafta tanımladığımız Türkiye burjuvazisinin tam boy ve tüm kurumlarıyla gericileşmesine karşı emekçi sınıf ve tabakalara yaslanıyor.

O zaman Kürt emekçilerine de ihtiyacımız var bu süreçte.

Topraksız Kürt köylüsü, tarım işçisi, kentlerde inşaat işçileri, sanayii işçileri, eğitim, sağlık ve büro emekçileri, hizmet emekçileri…

Onları bu sürece kazanmadan Cumhuriyeti yeniden kazanabilir miyiz?

Bu siyasi becerikliliği göstermek zorundayız. Emperyalizmin yönlendirmesi ile hiçbir emekçi halka özgürlük gelmediğini, aksine felaket ve kölelik getirdiğini anlatmak için elimizde çok veri var bugün.

-----

Cumhuriyetçilerin birliği için notlar (II): Yeni bir Cumhuriyet mi?(https://haber.sol.org.tr/yazarlar/erhan-nalcaci/cumhuriyetcilerin-birligi-icin-notlar-2-yeni-bir-cumhuriyet-mi-399027)

Cumhuriyetçilerin Birliği için notlar(I): Cumhuriyet’e sınıflar açısından bakmak

(https://haber.sol.org.tr/yazarlar/erhan-nalcaci/cumhuriyetcilerin-birligi-icin-notlar-cumhuriyete-siniflar-acisindan-bakmak-398860)

                                                        /././

Leyla Alaton, Erdoğan’la ne görüştü? Suriye'yle imzalanan protokolle ne ilgisi var?

Stent üretimi yapan Alvimedica’nın patronu Leyla Alaton’un AKP grubunda Erdoğan’la yaptığı 20 dakikalık görüşme merak konusu olurken, ertesi gün Türkiye’ye gelen Suriye Sağlık Bakanı’yla Şam Kalp Hastanesi için protokol imzalanması dikkat çekti.(https://haber.sol.org.tr/haber/leyla-alaton-erdoganla-ne-gorustu-suriyeyle-imzalanan-protokolle-ne-ilgisi-var-399201)

 

BİRGÜN "Köşebaşı+Gündem" -22 Haziran 2025-

Sıra kadının miras hakkını gaspa mı geldi?-Gözde Bedeloğlu-

2011 yılında, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan,, “Biz muhafazakâr demokrat bir partiyiz. Bizim için aile önemli” diyerek, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın yerine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı kurulacağını açıklamıştı. Kadın örgütlerinin yoğun tepki ve eleştirilerine rağmen kadının adı bakanlıktan çıkarılmıştı. O günden bugüne bakanlık koltuğuna hep kadınlar oturtuldu. Kabinenin geri kalanındaki ezici erkek hâkimiyeti iktidarın meseleye hangi zihniyetle yaklaştığının apaçık göstergesi. Kadın yıllardır, bir birey olarak değil, ailenin bir unsuru olarak konumlandırılıyor. Evli olması, çocuk doğurması destekleniyor, bekâr olması, çalışması tercih edilmiyor. Hatırlayalım, bugünün Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek, Devlet Bakanlığı görevini yürüttüğü yıllarda işsizlik artışının sebebini şöyle açıklamıştı: “İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Kadınlar arasında kriz döneminde işgücüne katılım oranı artıyor.”

Erdoğan’ın yıllar önce, kadın erkek eşitliğinin fıtrata ters olduğunu söylemesi de, iktidarın kadına bakışını tarif eden gelmiş geçmiş en derli toplu özettir bana kalırsa.

***

Kadına yönelik erkek şiddeti, -taciz, tecavüz, cinayet-, artarak devam ederken, kendini ‘demokrat’ olarak tarif eden iktidar, Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası sözleşmelere aykırı hareket etmekten çekinmedi. Kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığı sona erdirmek ve cinsiyet eşitliğini güçlendirecek adımlar atmakla yükümlü olduğu halde, bakanlıktan kadının adını çıkarmak ya da İstanbul Sözleşmesi’ni feshetmek gibi büyük geri adımlar attı. Kadının, birey yerine ailenin bir unsuru olarak konumlandırılması, kadına yönelik şiddetin ayrımcılık ve hak ihlalinden ziyade aile içi meseleymiş gibi algılanmasına hizmet etti. Kadın cinayetlerinin her yıl artarak devam etmesine rağmen devletin kadınları koruyamıyor oluşu, cezasızlık algısının büyümesi, kadınların yaşadıkları çevrede kendilerini daha güvensiz ve savunmasız hissediyor oluşunun elbette politik bir yanı var. Ki bu da iktidarın ısrarla gözden kaçırmak istediği bir gerçeklik.

İstanbul Sözleşmesi’nde kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık bir insan hakkı ihlali olarak tanımlanıyordu. 2011 yılında sözleşmeyi imzalayan Türkiye aynı yıl kadınının adını çıkardığı Bakanlığa aileyi eklemişti. Dışarıda başka içeride başka ve birbiriyle çelişen gündemler yirmi yılı aşan AKP iktidarının pragmatik naturasının bir yansıması. O dönemde kadın örgütlerinin uluslararası sözleşmelere aykırı diye tepki gösterdiği karar ve uygulamalar, iktidarın zamanı geldiğinde sözleşmeyi de ortadan kaldırmasıyla “yeni Türkiye’nin vizyonu” haline geldi! Kadınları koruyacak yasalarımız var denilerek, 2021 yılında, Erdoğan’ın imzasıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı. Doğru, kanunlarımız vardı ama kadını erkekle eşit görmeyen bir inancın süzgecinden geçerek yorumlanıyordu. Kadınlar ve çocuklar sistematik şekilde şiddete, tacize ve tecavüze uğrarken hükümet tarafından atılan geri adımların politik sebeplere dayandırılmaması imkânsız. Türkiye’de kadının bir birey olarak görülmüyor oluşu; evlenmesi, çocuk doğurması, ittifak ortağı HÜDAPAR’ın belirttiği gibi ‘sahiplenilmesi’ gerektiği ve ancak bu şartlarda adının sayılıyor oluşu yıllar boyu süren gericileştirmenin bir sonucu.

***

Bu şartlar altında derhal ‘Kadın’ ya da ‘Eşitlik Bakanlığı’nın kurulmasına ihtiyacımız varken, hükümet, kadınların miras ve mülkiyet haklarının gasp edilerek eşitsizliği derinleştireceği endişesi yaratan yeni bir uygulama ile gündemde. İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi’nin yaptığı açıklamaya göre herhangi bir yasal değişiklik yapılmamış olsa da bu iddialar ‘Tapu Sicilinde Arabuluculuk Uygulamaları Genelgesi’ne dayanıyor. Genelge, Türk Medeni Kanunu’nun miras paylarına ilişkin açık hükümlerini değiştirmiyor ancak ortaklığın giderilmesi davalarında arabuluculuk anlaşmalarının resmî senet olmadan tapuda tesciline izin veriyor. Aile içi anlaşmazlıkların azaltılması ve tapu işlemlerinin kolaylaştırılması hedeflenirken, miras paylaşımında noter onay şartı kaldırılıyor.

***

Kadın örgütlerinin genelgede dikkat çektiği nokta, ekonomik ve sosyal olarak dezavantajlı konumda olan tarafın baskı altında kalıp yasal haklarından feragat etmeye zorlanabilecek olması. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu, miras konusunda tapu işlemlerinde eşit paylaşımdan vazgeçilerek yapılacak anlaşmalı paylaşımın, kadınların baskı altında karar verdiği, ekonomik bağımlılık nedeniyle eşit bir pazarlık gücüne sahip olamadığı koşullarda gerçekleştirilebileceği konusunda uyarıyor. Ki bu da cinsiyet eşitsizliğini derinleştirecek diğer bir konu. Son on 15 yılın bize gösterdiği, bu endişenin hiç de yersiz olmadığı.

                                                           /././

71'inde çalışırken öldü: Hayali bağda bir kulübeydi -Semra Kardeşoğlu-

Yozgat’ta çalıştığı inşaattan düşerek ölen 71 yaşındaki boyacı Selami Şimşek bir işçi emeklisiydi. Köy muhtarı Özbek konuştu: Üzüm bağına konteyner ev yapmak istiyordu. ‘Çok yoruldum, artık dinleneceğim’ dedi. Olmadı.

Çocukların iş cinayetle rinde can verdiği ülkede yaşlılar da inşaattan düşerek, bekçi kulübelerinde kalp krizinden, tarla yolunda traktör kazasında ölüyor. Emeklilik denilen şey neredeyse kağıt üzerinde kalıyor. Malum, binlerce kişi 14 bin civarı emekli maaşı alıyor.  Yaşamak ne mümkün bu parayla. “Mezarda emeklilik” denilen şey bu mu acaba?

İSİG’in Nisan ayı raporuna göre 65 yaş üstü en az 9 kişi iş cinayetinde yaşamını yitirdi. Bu yılın ilk beş ayında ölen işçi sayısı en az 796. Bu her gün en az 5 işçinin, 4.5 saatte ise bir işçinin ölümü anlamına geliyor. Yaş gruplarında ise sadece 2024 yılında 65 yaş ve üzeri 96, 2025’in ilk 5 ayında ise 40 kişi iş cinayetinde hayatını kaybetti.

65 yaş üstü işçi ölüm haberlerinin sonuncusu iki gün önce Yozgat’tan geldi. Sarıkaya ilçesindeki bir inşaatın 6’ncı katından düşen işçi Selami Şimşek hayatını kaybetti. Şimşek 71 yaşındaydı. İddiaya göre tesadüfe bakın ki birçok iş cinayetinde olduğu gibi Şimşek’in de ‘işte ilk günüydü.’

Olayı ayrıntılarıyla öğrenmek için Şimşek’in memleketi Yozgat’ın Sorgun ilçesi Temrezli köyü (gerçi artık hepsi mahalle) muhtarı Mustafa Özbek’i aradım, sordum. Anlattığı sadece bir kişinin değil yüz binlerin hikayesi gibi.

GİTTİKÇE KÜÇÜLEN BİR KÖY

1965 yılına ait kayıtlara göre 450 kişi yaşıyormuş bu köyde. Bugün 11 hane, yaklaşık 20 kişi. Yazları 20 haneye çıkıyormuş. 10 yıl öncesine kadar da 56 hane varmış. Özbek, “56 yaşındayım ve köyün en genci benim. En genç olarak diğerlerine yardım etmeye çalışıyorum. Köyde mercimek, nohut, fasulye ekilirdi. Her hanenin ineği vardı birkaç tane. Üzüm bağları vardı. Pekmez yapılırdı. O zaman herkesi geçindiriyordu bunlar. Köyde ilkokulumuz, 4 tane öğretmenimiz vardı. Zamanla yetmez oldu. Erkekler çalışmak için göç etmeye başladı. Selami Şimşek de 6 kardeşti. O da Arabistan’da çalışmaya gitti. Badana boya işi yapıyordu. Yıllarca çalıştı emekli oldu. Sorgun’a yerleştiler. Üç kızı, iki oğlu vardı.”

ÜZÜMLER ÇOKTAN KURUDU

Peki sonra ne oldu? Muhtar Özbek, Şimşek’in üç gün önce köye geldiğini aktararak şöyle dedi: “Bana ‘Çok yoruldum artık. Bizim bağa bir konteyner yapıp oraya yerleşmek istiyorum. Artık dinleneyim’ dedi.

Emeklilik parası malum, nasıl yetsin. Hep çalışıyordu. Sorgun’da da inşaatlarda çalıştı. Sonra Sarıkaya ilçesi var, 40 kilometre ötede Sorgun’dan. Sanırım orada birkaç dairenin boyasını yapacaktı. İnşaatta kalıyor olabilir orada. Hepimiz çok üzüldük. O bağa gelip dinlenemedi.”

Böyle küçük bir hayal için bile zamanın yetirilemediği bir memleket. Sorgun’a biraz daha yakından bakayım istedim.

2000 yılında 120 bin olan ilçe nüfusu azalarak 80 bine gerilemiş. Buğday, arpa, nohut, mercimek üretimi de düşmüş. Üzüm bağları ise yanlış tarım politikalarından nasibini almış. Sorgun’a özel üzümlerin üretimi de düşmüş. Şimdi o bağları yeni den canlandırmak için çabalanıyor. Selami Şimşek’in o bağlarda bir küçük kulübede yaşayıp dinlenme hayali kurumuş üzüm salkımları gibi yok olup gitti.

O giderken 65 yaş üzeri binlerce emekli inşaatlarda güvencesiz, korunmasız üç kuruşluk önlemsiz çalışmayı sürdürüyordu.

                                                            /././

"Gündem" -21 Haziran 2025-

                                                   ***

Nuh gemisine aldı - Hammurabi korudu - AKP katlediyor/Erdoğan Süzer-

AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana sık sık Meclis’e taşıdığı zeytin katliamı yasa tasarılarına bir yenisi daha eklendi. Komisyonda köylüler ve muhalefet milletvekilleri darbedilerek direnirken, tasarı AKP’nin oy çokluğuyla kabul edildi.(https://www.sozcu.com.tr/nuh-gemisine-aldi-hammurabi-korudu-akp-katlediyor-p186179)

                                                       ***

Bakan Bey incikten vazgeçti -Deniz Ayhan-

Vatandaş eti bayramdan bayrama bile göremezken, geçmiş yıllarda yemekhanesine kuzu gerdan, kuzu incik gibi etler alarak gündeme gelen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da bu etlerden vazgeçti.(https://www.sozcu.com.tr/bakan-bey-incikten-vazgecti-p186183)

                                            ***

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -21 Haziran 2025-

Emperyalistler mengeneyi sıkıyor: ‘İran halkının iradesine evet, siyonizmin istismarına hayır’ -Ela Ava-

İsrail’in İran’a karşı başlattığı savaş bir haftayı aştı. İran’da en az 263’ü sivil olmak üzere 657 kişi hayatını kaybetti.

İsrail’in saldırıları İran halkının temel ihtiyaçlarını karşıladığı tarım ve sanayi bölgelerinde sürüyor. ABD, İran’a ne zaman saldıracağının hesabını yapıyor. Bu saldırıların “rejime karşı ve İran halkı için” olduğu iddiasına yanıtı, İran rejimine karşı mücadele ettikleri için cezaevine atılan kadın emekçiler veriyor: “İran halkının diktatörlükten kurtuluşu, yalnızca halkın mücadelesi ve toplumsal güçlere yaslanmakla mümkündür”

İsrail’in İran’a karşı başlattığı savaş bir haftayı aştı. 13 Haziran Cuma sabahından bu yana İran’da en az 263’ü sivil olmak üzere 657 kişi hayatını kaybetti, 2 bin 37 kişi yaralandı. İsrail, İran’ın birçok nükleer tesisini, fabrikaları, sanayi ve askeri bölgeleri, havalimanlarını, yerleşim yerlerini hedef aldı.

ABD’nin desteğiyle başlayan saldırılar, tıpkı İran-ABD’nin müzakereleri sürecinde yaşandığı gibi Trump’ın bir adım ileri, bir adım geri söylemleriyle şiddetlenerek devam ediyor. Savaşın başlamasından birkaç gün önce, “Hamaney şansını kaybetti, harekete geçiyoruz” diyen ABD Başkanı Trump, önümüzdeki iki hafta içinde doğrudan saldırıya katılıp katılmayacağına karar vereceğini açıkladı ve İran ile anlaşmanın “Önemli olasılıkta bir ihtimal” olduğunu söyledi.

Bazı gazeteler de Trump’ın İran’a yönelik saldırı planlarını onayladığını, ancak bunların uygulanması konusunda henüz nihai kararını vermediğini belirtiyor. Bu tartışmaların ana odağı ise Tahran’ın güneyinde yer alan, uranyum zenginleştirme sahası olan Fordo tesisleri. Tartışmalar genellikle dağın derinliğinde inşa edilen Fordo’nun imha edilmesinin ABD’nin cephaneliğinde bulunan “sığınak delici” bombaların kullanılmasıyla mümkün olduğu ve bunun için İsrail’in ABD’ye ihtiyacı olduğundan bahsediliyor. Nitekim bu tartışmalar İran ve ABD arasında başlayan müzakereler sürecinde de farklı biçimleriyle karşımıza çıkıyordu. Sanki ABD’nin tek meselesi İran’ın nükleer silaha erişmesini engellemekmiş gibi propaganda yapılıyor. Zayıflatılmış ve boyunduruk altında alınmış bir İran yönetiminin, ABD’nin Ortadoğu için tasarladığı yeni görünüm için elzem olduğu aşikar.

Halkın temel ihtiyaçlarının üretildiği bölgeler hedefte

İran’ın içinde ise tedirginlikle birlikte ileriye dönük kaygıların arttığı da ortada. İsrail, “hedefimiz sadece İran rejimi”, “Biz sadece askeri tesisleri hedef alıyoruz” diyerek başlattığı savaşı meşrulaştırmaya çalışıyordu ancak daha ilk haftadan niyetinin bu olmadığını gözler önünde serdi.

İsrail tıpkı Filistin’de yaptığı gibi İran’da da en temel altyapıları vuruyor ve Filistin’de sürdürdüğü “Halkı aç bırakma” taktiğini sürdürüyor. İsrail’in dün şiddetli bir şekilde İran’ın kuzeyinde bulunan Gilan eyaletinin Reşt, Sefidrud Sanayi Bölgesini bombaladı. Bu bölge ülkenin gıda ve metal gibi temel ihtiyaçlarının temin edildiği bölgelerden biri. Pirinç başta olmak üzere sebze, meyve, süt ürünleri, hayvancılık, özellikle balık çiftliklerinin yoğun olduğu, 700 hektar genişliğinde ve 30 bin kişinin çalıştığı bir bölge. Bu merkez cuma gece boyunca İsrail tarafından yoğun bir şekilde bombalandı. Keza İran’ın kuzeyi, önemli askeri merkezlerin yer almaması sebebiyle özellikle Tahran halkının sığındığı bir bölgeydi.

İran halkı iki gündür internete erişemiyor

Bu saldırılar İran’da iki gündür neredeyse tamamen internetin kesintili olduğu bir süreçte gerçekleşti. İran televizyonunun İsrail tarafından bombalanmasının ardından bu televizyon yayınları yapılamayacak duruma geldi. İran rejimi de yaygın internet kesintileri yapıyor ve iki gündür internete erişim nerdeyse yok.

Bu koşullar sürerken özellikle sanayi bölgelerindeki işçi ve emekçiler can güvenliği olmadan çalışmak zorunda bırakılıyor. Hayat bombaların gölgesinde devam ederken İran’ın içindeki muhalifler bu süreçte savaşa karşı daha güçlü ses çıkarılması gerektiğini savunuyor.

Evin Cezaevinden yükselen ses: Emperyalist istismara hayır

Batı iş birlikçisi, sağcı muhalifler ve İsrail’in alçakça “İran’a özgürlük getireceğiz” söylemlerine karşı çıkanları “bunlar rejimci” diye suçlarken, bu kesimlere yanıt İran rejimine mücadelede ağır bedeller ödemiş, yıllardır cezaevinde olan ve hatta idam cezasıyla yargılanan kadınlardan geldi. İran’da Evin Cezaevinde kalan 4 tutsak kadının yaptığı açıklama bütün tartışmalara nokta koyan nitelikte.

1 Mayıs’a çağrı yaptığı gerekçesiyle 7 yıllık hapis cezası alan İşçi Rehyane Ansari; Mahsa Amini eylemlerinde öldürülen 17 yaşındaki Ali Muzafferi’nin mezarı başında bulunduğu gerekçesiyle 6 yıl ceza alan Sakine Pervane; İran’da birçok alanda mücadele sürdüren ve kutsal değerlere hakaret ve İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı propaganda yapmak suçlamasıyla 7 yıl hapis cezası alan Golroh İrayi ve kadın hareketinin öne çıkan isimlerden ve idama mahkum edilen Kürt siyasetçi Verişe Moradi’nin açıklaması “Halk iradesine evet, siyonizmin istismarına hayır” diyor. Açıklamanın bir kısmını şuraya bırakalım:

“İsrail, Ortadoğu’daki Amerikan kışlası olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya emperyal güçlerinin temsilcisi olarak sahneye çıktı ve daha ilk günden itibaren Filistin, Irak, Afganistan, Suriye, Yemen ve son olarak da Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımla barbarlığını dünyaya gösterdi. Bu ülkelerin hiçbirinde ne atom bombası vardı, ne de uranyum zenginleştirme hazırlıkları.

Soykırımın mantıklı gerekçeye ihtiyacı yoktur, fakat ‘Batı demokrasisi’, dünyadaki vahşetini meşrulaştırmak ve iddia ettiği demokratik imajı korumak için daima bir bahane peşinde. İran’a yapılan saldırı, sivil halkın katledilmesi ve ülkenin altyapısının yok edilmesi, siyonist rejim ve ABD tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu saldırı hem dünyada hem de Ortadoğu’da kınanmalıdır.

Bu saldırının ardından İsrail’i desteklemek ve yıkıcı gücüne umut bağlamak -bunu yapan her birey, grup veya siyasi oluşum- her ne hayale kapılmış olursa olsun, alçakça ve onursuzcadır. Biz İran halkının diktatörlükten kurtuluşunun, yalnızca halkın mücadelesi ve toplumsal güçlere yaslanmakla mümkün olduğunu savunuyoruz.

Çünkü bu güçler, tarihin her döneminde sömürü, sömürgeleştirme, savaş çıkarma ve katliamla kendi çıkarlarını elde etmeye çalışmış, bölge ülkelerine yalnızca yıkım getirmiştir. Bu durum açıkça gösteriyor ki, yeni Ortadoğu tasarımında yalnızca, İsrail’in koşulsuz bölgesel egemenliğini kabul eden sistemler ayakta kalabilecektir.”

Bu açıklama savaş ve baskı arasındaki karanlığa umut olabilecek nitelik taşıyor. İran’da işçilerin, emekçilerin, diktatörlüğe karşı mücadele edenlerin bugün en hayati isteği savaşın, ABD- İsrail’in her türlü müdahalesinin son bulmasıdır.

                                                       /././

Dünya Mülteciler Günü’nde Türkiye tablosu -Hilmi Minyat

Mülteci işçi bedenlerinin iktidarın kâr hırsının bir parçası olarak yitip gittiği, ölümlere sebep olan patronlar ile burjuva hukukunun muazzam iş birliği içindeki bir düzen ile karşı karşıyayız.

20 Haziran Dünya Mülteciler Günü, siyonist İsrail’in Ortadoğu’daki katliamları ve saldırganlığı gündemiyle paralel tartışılıyor. İran-İsrail savaşının yarattığı ve yaratacağı yıkımın faturasını -güçlü bir karşı çıkış örgütlenmediği takdirde- yine halklar ödemek zorunda kalacak. “İran’dan sonra sıra Türkiye’ye gelir mi?​” sorusuyla birlikte “İran’dan Türkiye’ye göç artar mı?​” sorusu da bu gündem içinde tartışılıyor. İsrail’in ABD’nin karakolu olarak Filistin ve İran’da katliamlar gerçekleştirdiği ve Erdoğan hükümetinin de ABD’yle bağımlı ilişkilerini baz aldığımızda ilk sorunun yanıtı olarak ‘şimdilik’ sıranın Türkiye’ye gelmeyeceğini söylesek de emperyalistler arası çelişki ve ilişkilerin değişebildiği gerçeğinden hareketle gelecekte bu ilişkilerin nasıl şekilleneceğine ilişkin kesinlik içeren yorumlar yapamayız. İran’dan Türkiye’ye göçün artacağına ilişkin sorunun yanıtı ise karşılıklı saldırıların ne yöne evrileceği ile ilişkili. Haziran itibarıyla ikamet izniyle Türkiye’de bulunanlar sıralamasında İran beşinci sırada yer alırken 74 bin 901 İranlı ikamet izniyle Türkiye’de yaşıyor. 2022’de 1 milyon 354 bin olan toplam ikamet izinli sayısı 2024’e kadar düşüş gösterse de 2024 sonrası tekrar artışa geçerek 6 ayda 50 bin arttı. Haziran 2025’te 1 milyon 106 bin oldu.

Savaş ve saldırganlığın gölgesinde kayıt dışı göçün artacağını düşündüğümüzde, göç idarelerindeki durumla olası bir göçün hızla kayıt altına alınabilmesi için başvuruların mülteciler lehine kolaylaştırılması gerektiği uyarısında bulunmalıyız. Kayıtlı mültecilerin dahi seyahat hakları elinden alınırken kayıt dışı mültecilerin yaşayacağı mağduriyetlerin önüne geçebilmek için iltica başvurularındaki zorluklar ve aksaklıklar hızla giderilmeli. Tabii bunun öncesinde İsrail saldırganlığına son verilebilmesi için hamasetin yerine ticaretin kesildiği sert tutum alınarak siyonist İsrail barbarlığının sona erdirilmesi üzerine harekete geçilmeli. Bunca belirsiz savaş süreçlerine dair tek kesin yorum yapabileceğimiz mesele, emperyalistlerin kâr hırsının insan hayatından önce geldiği kapitalizmin çelişkilerini görünür kılmadan, halklar arasında birleşik mücadeleyi örmeden bu sorunların da çözülemeyeceği gerçeğidir. 

Son iki ayda en az 14 mülteci işçi öldü

İSİG Meclisi raporlarına göre nisan ayında yaşanan en az 152 iş cinayetinin 7’si, mayıs ayında 177 iş cinayetinin 7’si mülteciydi. 2024 yılında gerçekleşen en az 1897 iş cinayetinin 94’ü mülteci işçi. Kaçak maden ocağında katledilen, cesedi vahşice yakılan Afganistanlı Vezir Mohammad Nourtani’nin davasında mahkeme resmen bir cezasızlığı onayarak maden ocağı sahiplerine taksirle öldürme suçundan 5 yıl 8 ay ceza verdi. Mülteci işçi bedenlerinin iktidarın kâr hırsının bir parçası olarak yitip gittiği, ölümlere sebep olan patronlar ile burjuva hukukunun muazzam iş birliği ile ölümlerinin bile cezasız bırakıldığı bir düzen ile karşı karşıyayız. Son yılların orta vadeli programlarında kayıt dışılığın önlenmesine dair çokça ifade yer alsa da kaçak maden ocağında çalıştırılan mülteci işçinin yakılarak öldürülmesine verilen bu ‘ceza’, programla uygulama arasındaki uçurumda nice hayatların sona erdiğini ortaya koyuyor.

2016’da başbakan yardımcısı olduğu dönemde, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası bahar toplantıları için Washington’da bulunan Mehmet Şimşek; ABD ticaret odasında mültecilerle ilgili ‘Geçici ya da kalıcı oldukları düşünülmeden Suriyeli mültecilere iyi eğitim ve iş eğitimi fırsatları sağlanması gerektiğini’ söylemişti. Bildiğimiz üzere AB, BM kürsülerindeki sözler o kürsülere özel. İstisnai paralellikleri hariç tutarsak o kürsülerde başka, Türkiye’de başka program uygulanır. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in hazırladığı program; yerli-mülteci, işçi-çiftçi ayırt etmeksizin kemer sıkma başlığı altında halkın boğazını sıkma programı.

Çalışma iznine erişim sınırlı

Bundan iki hafta kadar önce Denizli’de TOKİ inşaatında çalışan ve 6 aydır maaşlarını alamadıklarını açıklayan inşaat işçileri “Mısırlıları, İranlıları sigortasız çalıştırdılar maaşlarını ödemeden yolladılar” demişti. Sigortalı işçinin maaşını ödemeyen işveren kaçak çalıştırdığınınkini neden ödesin?  2023-2025 dönemi OVP’de “Kayıt dışı istihdam ve kayıt dışı ücretle mücadelede veri analizine dayalı risk odaklı denetim faaliyetleri artırılacak, prim tabanı genişletilecektir” denilmişti. 2025-2027 OVP’sinde de aynı ifadeler kopyala yapıştır olarak yer alıyor. 2024’te çalışma izni harçları ve değerli kâğıt bedeli 1 yıla kadar 7 bin 910 iken 2025’te 11 bin 381 liraya çıkarıldı. Süresiz izin harcı ise 74 bin 45 liradan 106 bin 570 liraya çıkarıldı. Patronların inisiyatifindeki bu uygulamada sigortasız çalıştırılıp maaşlarının ödenmediği veya yarısının ödendiği on binlerce mülteci işçi düşünüldüğünde çalışma iznine erişimde oldukça sınırlı değişimler görüyoruz.

Belli teşvikler ve AB projelerini bir kenara koyduğumuzda çalışma iznine erişim hakkına dair bir yaygınlık söz konusu değil. Çalışma izni ve sigortanın olmadığı kayıt dışı istihdamda sendikalaşma da söz konusu olamıyor. Sendikaların da mülteci işçilerin örgütlenmesi noktasında bir hareketliliği yok denecek kadar az. Tekil örnekler, sınırlı açıklamalar dışında ciddi bir pratik henüz sergilenmiş değil. Adana’da ayakkabı saya işçilerinin yerli-mülteci ortak grevi bu alandaki sınırlı örneklerden. Bu sınırlı örnek bile ortak mücadelenin kazanımı hakkında nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini somut biçimde gösteriyor. Sigortalı olabilen mülteci işçilerin sendikalaşabilmesi, olmayanların sigortalı olabilmesi, olamadığı durumlarda fiili işçi komitelerinde örgütlenmeleri üzerine geliştirilecek yol ve atılacak pratik adımlar Türkiye işçi sınıfının ortak kazanımı olacak ve insanca yaşam mücadelesinde ön açıcı olacaktır.

GGM’ler cezaevine dönüştü

Emek Partisi Antep Milletvekili Sevda Karaca’nın geçici barınma merkezi (GBM) ve geri gönderme merkezlerine (GGM) ilişkin soru önergeleri hak ihlallerini ortaya koyuyor. Soru önergeleri yanıtsız kalırken ihlalleri yaşayanların ifadeleri ve tanıklıkları GGM’lerin cezaevlerine dönüşümü tablosunu ortaya koyuyor. İnsan hakları ihlallerinde mülteciler en korunmasız ve en çok hak gasbına uğrayan kesim. Hukuka erişimin çok sınırlı düzeyde olduğu gerçeği bir yana, avukat hakkına erişilebilen örneklerde dahi mahkemelerin tutumu geçmiş dava örneklerinden okunabiliyor. Devlet izni olmadan mülteciler, ikametlerinin bulunduğu il dışına çıkamıyor. GBM’ler ve GGM’ler kapalı cezaevinden öte adeta işkence merkezine dönüştü. Ulaşabildiğimiz veriler kadarıyla AB; Türkiye’deki geri gönderme merkezlerinin inşası, işletilmesi ve yenilenmesi için en az 213 milyon avro fon sağlamış durumda. Bu fonların nasıl harcandığına dair şeffaf bir veri yok. Fiziki koşulların yetersizliği ve işkence boyutuna varan tutumlar kabul edilebilir değildir.

Geri dönüş kim için?

Suriyelilerin geri dönüşü meselesine dair birkaç söz söylemek gerekirse bu geri dönüş, yalnızca bir “güvenlik” ya da “yük hafifletme” başlığı olarak değil, aynı zamanda insan onuru, haklar ve gönüllülük ilkeleri çerçevesinde ele alınmalıdır. Türkiye’de yıllardır güvencesiz koşullarda yaşayan Suriyeli mülteciler; savaşın yıkımına uğramış, halen istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bir coğrafyaya dönmeye zorlanmakta. Oysa birçok mülteci için geri dönüş, yalnızca fiziksel bir hareket değil; gelecek kaygısı, can güvenliği ve temel yaşam koşullarına erişim gibi çok katmanlı sorunları da beraberinde getiriyor. Yapılan saha araştırmaları; Suriyeli mültecilerin büyük çoğunluğunun geri dönmeye hazır olmadığını, ekonomik, sosyal ve siyasal güvenceler sağlanmadan böyle bir dönüşün adil olmayacağını ortaya koyuyor. Zorunlu geri dönüş politikaları da ciddi hak ihlalleri doğurabilir. Türkiye’nin Suriyelilerin geri dönüşü konusundaki politikası, yalnızca insani kaygılarla değil, aynı zamanda bölgesel çıkarlar ve sermaye birikimi stratejileriyle şekillenmektedir. Ankara, Suriye’nin kuzeyinde oluşturduğu askeri ve idari nüfuz alanlarıyla, geri dönüş süreçlerini bir “demografik mühendislik” aracına dönüştürmekte; bu bölgeleri hem siyasi hem de ekonomik nüfuz alanı haline getirmeye çalışmaktadır. TOKİ eliyle yürütülen konut projeleri, altyapı yatırımları ve yeniden inşa ihaleleri, Türkiye kapitalizminin bölgeye dönük amacını açıkça ortaya koymaktadır. Bu bağlamda geri dönüşler, sermaye için ucuz iş gücü ve jeopolitik güç alanı yaratma amacıyla yönlendirilmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin Suriye politikasında emperyalist eğilimler ile neoliberal yeniden inşa dinamikleri iç içe geçmiş durumdadır.

Elbette Türkiye işçi sınıfının, halklarının nihai kurtuluşu eşitsizliğin yok edildiği, etnisitesi fark etmeksizin işçi sınıfının her bir parçasının sömürü ilişkilerinden sıyrıldığı bir dünyada; yani sosyalizm koşullarında sağlanabilecektir. Ancak, o koşulları yaratma mücadelesinin yolu da bunun tekil ya da toplumsal örneklerini artırmaktan geçiyor. Örneğin Adana’da yerli ve mülteci ayakkabı saya işçilerinin omuz omuza vermesi gibi... İşçi sınıfının enternasyonal mücadelesini geliştirmeyi başarabildiğimiz ölçüde insanca yaşam ve çalışma koşullarının yaratılmasını sağlamış olacağız.

                                                        /././

Oscar ödüllü Roberto Benigni'den Gazze tepkisi: “Eğer bu acıları hissetmiyorlarsa insan değiller”

Benigni, Gazze’de çocukların öldürülmesine tepki gösterdi: “Çocuklar oyun oynarken biri yaralandığında oyun durur. Peki bunlar neden hala çocukları öldürmeye devam ediyor?”

https://video.twimg.com/amplify_video/1935713618353377282/vid/avc1/480x852/_WIBFwBe_w4EDGJI.mp4

                                                           /././

Yandaş şirketler zeytinlikleri istedi: İşte o skandal mektup! -Bahadır Özgür /halkTV-

Meclis’te görüşülen ve başta zeytinlikler olmak üzere koruma altındaki alanları, sulak bölgeleri madenciliğe açan torba yasanın arkasından, Akbelen’de kömür için ormanı katleden Limak-İC ortaklığının iktidara yazdığı bir mektup çıktı. Mektupta özetle, “zeytinlik alanlar bize verilmezse elektrik üretimini durduracağız” deniliyor.

TBMM Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’na dün gelen torba yasa, başta Muğla olmak üzere bazı alanlardaki zeytinliklerde madencilik yapabilmesinin önünü açıyor. ÇED süreçlerini hızlandırıyor ve şirketlerin ÇED sürecinde diğer izinleri almasına olanak tanıyor. Zeytinliklerin yanı sıra özel çevre koruma bölgeleri, Milli Parklar Yasası’na göre korunan alanlar, sulak alanlar, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahaları ile kültür ve SİT alanları gibi bölgelerde yürütülecek maden ve enerji projeleriyle ilgili Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nü (MAPEG) yetkili kılıyor. Teklif yasalaşırsa stratejik ve kritik madenlerde acele kamulaştırma yapılabilecek ve kamulaştırma kararları ‘tapu’ sayılacak. Yasa teklifinde yer alan en önemli maddelerden biri de kaçak madenlerin affedilmesini kapsıyor.

Bu içerikteki bir düzenleme aslında uzun süredir maden şirketlerinin istediği bir adımdı. Ama hem tepkiler hem de yargının verdiği kararlar özellikle zeytinliklerin madenciliğe açılmasını önlemişti. Son yasa teklifi ise şimdiye kadar yapılmış ve bütünüyle maden şirketlerinin çıkarını gözeten en kapsamlı düzenleme.

Peki bunun arkasında ne var? Kim istedi bunu? Memleketin onca sorunu arasında fırsat bilinip yasa tasarısı jet hızıyla niye geçirilmek isteniyor?

Akbelen direnişini bir hatırlayalım…

ACİL YAZILAN MEKTUP

Temmuz 2023’te Limak ve İC Holding’in ortak olduğu, Yeniköy ve Kemerköy Termik Santralleri’ni işleten YK Enerji ağaç kesimine başladı. Köylüler ve gönüllüler direnişe geçti. Kamuoyundan da büyük destek gördü. Jandarma marifeti ile köylüler püskürtüldü ve binlerce ağaç kesilerek maden sahası açıldı.

Ama Haziran 2024 geldiğinde YK Enerji, bölgede kömür çıkartmayı aniden durdurdu.

Sebebi bir ay sonra ortaya çıktı…

YK Enerji, Hazine ve Maliye Bakanlığı Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na “Yeniköy ve Kemerköy Termik Santrallerine İlişkin Yaşanan Hukuki ve Fiili İmkansızlıklar” başlığıyla bir mektup gönderdi. Mektupta özetle şöyle deniliyordu:

23 Aralık 2014 tarihinde imzalanan ve santrallerin işletme hakkını kendilerine veren sözleşme ile beş ayrı linyit madeni ruhsat alanının da devredildiği hatırlatılıyordu. Maden sahasının bir kısmının, “zeytincilik mevzuatı nedeniyle kamulaştırılamadığı” belirtiliyordu. Ayrıca Akbelen Ormanı için tanınan ağaç kesme iznine karşı açılan dava ile Yeniköy ve Kemerköy Termik Santralleri’nin çevre izin ve lisanslarının iptali talebiyle açılan davalar sebebiyle ek maliyetler çıktığı, bunların yüzünden sözleşme yükümlülüklerini yerine getiremeyecekleri ileri sürülüyordu.

yandas-sirketler-zeytinlikleri-istedi-iste-o-skandal-mektup-2-001.jpg

Yani YK Enerji, “zeytinliklere dokunamıyorum, ayrıca bana direniş ve davalar nedeniyle ek kaynak aktarın” diyordu. Bu olmazsa sözleşmeyi feshetme tehdidinde bulunuyordu. Şirketin talepleri arasında “azami uzlaştırma fiyat mekanizmasının” revize edilmesi de vardı. Ve bunları görüşmek üzere  Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, EÜAŞ, EPDK ile toplantı talep ediliyordu.

yandas-sirketler-zeytinlikleri-istedi-iste-o-skandal-mektup-3.jpg

İSTEKLERİ TEK TEK YAPIYORLAR

Nitekim seçim geçti ve mektuptan sonra tam da şirketin isteğine uygun olarak, mevzuata aykırı biçimde 16 Temmuz 2024 günü, Maden Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG), Akbelen bölgesindekiler de dahil 242 bin 40 dönümlük alan için “kamu yararı kararı” aldı.

Burada zeytinli tarım arazileri, zeytinlikler, tarım arazileri ve yerleşim yerleri yer alıyor. Böylece acele kamulaştırmanın önü açılmış oluyor.

yandas-sirketler-zeytinlikleri-istedi-iste-o-skandal-mektup-4-001.jpg

Tabi şirket lehine yapılanlar bununla da bitmiyor. Şirketin “zararımı tazmin edin” talebi için de bir adım atılıyor. Ve yine maliyet bize yıkılıyor. “Kamu yararı kararı” alınmasından dokuz gün sonra, 25 Temmuz 2024 günü Resmi Gazete’de Elektrik Piyasası Kapasite Mekanizması Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik yayımlandı. Yönetmeliğe bir “geçici 2’inci madde” eklendi. Şöyle deniliyor maddede:

“Kapasite mekanizması için 2024 yılı içerisinde ek bütçe tahsis edilmesi halinde, tahsis edilen bütçenin tamamı yerli kömür ve doğalgaz santrallerine dağıtılacaktır.”

yandas-sirketler-zeytinlikleri-istedi-iste-o-skandal-mektup-5-001.jpg

Bu madde ile kapasite mekanizması ödeneği hesaplanırken kullanılan sabit maliyet bileşeni yerli kömür için MWh başına 300 liradan 450 liraya yükseltildi. Böylece milyonlarca liralık bir ek kamu kaynağının daha Limak-İC Holding ortaklığına aktarılmasının önü açıldı.

İşte Limak-İC ortaklığının geçen yılsın sonunda bir mektupla özel olarak istediği uygulamalar epeyce bir genişletilip şimdi bir yasa haline getiriliyor. Şirketler istiyor, iktidar yapıyor…

Bahadır Özgür /halkTV

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...