soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Temmuz 2025-

Dağıtım şirketlerine dokunmayan devletin yangını engelleme yöntemi: Elektrik kesintisi

Elektrik dağıtım şirketlerinin bakım-onarım eksikliğinden kaynaklı yangınların katlanarak arttığı ülkemizde, söz konusu şirketlerin patronlarına herhangi bir yaptırım uygulanmıyor. Devletin yangın riskinin artmasına bulduğu çözümse yurttaşı mağdur ediyor: Elektrik kesintisi!

Ülkemiz orman yangınları riski yüksek bölgelerin olduğu bir coğrafya.

Sıcak hava, nem, rüzgar gibi koşullar bu riski artıran etkenlerden olsa da yangınları önleme yerine yangınları söndürme odaklı anlayış ve iktidarın bu alandaki politikaları esas belirleyen haline gelmiş durumda. 

Hazırlıksız şekilde ve koruyucu ekipman verilmeden çalıştırılan orman işçileri, eğitim alanındaki yetersizlikler, yıllardır tartışılan yangın filoları, araç ve personel sayısının azlığı ölümlerle sonuçlanıyor.

Öte yandan bir diğer önemli başlık da özelleştirilen elektrik dağıtımı.

pp
Personel genellikle koruyucu ekipmanı olmadan yangın alanında çalıştırılıyor.

Kopan elektrik telleri, patlayan trafolar kimin suçu?

Orman alanlarından geçen elektrik hattı sayısının artmasıyla bu alanlarda yapılması gereken traşlama, bakım-onarım gibi hizmetlerin eksik bırakılmasıyla söz konusu yerlerde risk artıyor.

Bakım ve onarımdan elektrik dağıtım şirketleri, bunların denetiminden de Tarım ve Orman Bakanlığı'na bağlı orman genel müdürlükleri sorumlu.

İl orman müdürlükleri zaman zaman yangınlarla ilgili raporlar hazırlasa da bu raporlar yangınları önlemeye yetmiyor.

Ne şirketler üzerine düşenleri yapıyor ne de zaten eksik bırakılan denetimler sonuç veriyor.

Sorumlu elektrik dağıtım şirketleriyse çoğunlukla etkin bir inceleme ya da soruşturma bile yapılamıyor. Aksine şirketler devlet teşvikleri, açılan orman arazileri, silinen vergi borçlarıyla adeta ödüllendiriliyor.(https://twitter.com/i/status/1940883511340421184)

Özelleştirmeler sonucu enerji kaynaklı yangınlar katlandı

Elektrik Mühendisleri Odası'na (EMO) göre, enerji altyapısı, en büyük yangın tehditlerinden biri. Oda daha önce yayımladığı raporlarda kaçak akım rölelerinin eksikliğine, iletim hatlarında izolasyon problemlere ve düzensiz bakıma dikkat çekmişti.

Geçtiğimiz günlerde soL'a konuşan EMO Yönetim Kurulu Başkanı Mahir Ulutaş'sa elektrik kaynaklı yangınların yıllar içerisinde katlanarak arttığına işaret etti. Ulutaş "Orman Genel Müdürlüğü'nün istatistiklerine göre, orman yangınlarının yüzde 45’inin kaynağı belli değil. Geri kalan yüzde 55’lik kısmını yüzde 100 kabul edersek, oranın yüzde 25’i elektrik kaynaklı. Özelleştirmeler sonucu bu beş katına çıkmış durumda" dedi.

Ormancılar Derneği tarafından hazırlanan "Orman Yangınlarına Dirençli Yerleşim Yerleri Stratejik Plan Esasları ve Uygulama Rehberi" başlıklı raporda da yangınların çoğunun insan kaynaklı olduğu ancak büyük yıkıma neden olan yangınların çıkış noktasında enerji altyapısının yer aldığını ortaya konuluyor

gr
Enerji dağıtımı ile çıkan yangınların 2014-2023 yılları arasında çıkan
yangınlar arasındaki dağılımı incelendiğinde 2019 hariç günümüze kadarki yıllarda yanan alan miktarında önemli bir yere sahip. Kaynak: Ormancılar Derneği

Elektrik iletim hatlarındaki arızalar, kısa devreler ve bakım eksiklikleri, enerji kaynaklı yangınların başlıca sebepleri arasında yer alıyor.

Tahliye ya da söndürme sırasında ulaşım için kullanılan yolların kenarındaki elektrik hatlarının her yıl kontrol edilmesi, bu hatlarla ormanlık alanlar arasındaki örtü temizliğinin düzenli olarak yapılması gerekirken, özellikle kırsal bölgelerdeki denetimler çok yetersiz.

Vali 'elektrik kaynaklı' dedi, şirket reddetti, İzmir İtfaiyesi'nin raporu yalanı ortaya çıkardı

Yenilenmeyen elektrik hatlarının çıkardığı yangınları faturası ağır oldu.

Geçtiğimiz yıl Diyarbakır-Mardin yangınında 15 kişi yaşamını yitirdi, binlerce dönüm arazi yandı, yüzlerce hayvan can verdi. Ön raporlar ve görüntülerle sebep ortaya çıktı: DEDAŞ’ın önlem almadığı elektrik direkleri. Ancak kimse yargılanmadı.

Bu yıl da özelleştirme İzmir'i yaktı. Önce Seferihisar'da sonra Çeşme'de yangın çıktı. Ardından Ödemiş'teki yangın en az bir mahalleyi yok etti. 

İzmir Valisi Süleyman Elban Buca dışındaki tüm yangınların elektrik hattı kaynaklı başladığını duyurdu. Kente elektrik dağıtan şirket GDZ Elektrik'se "Somut bulgu yok" dedi.

Şirket, "Elektrik kaynaklı yangınlar, yalnızca yaz aylarında oluşabilecek olaylar değildir. Yaz aylarında, sıcaklıkların çok arttığı, nem oranının düştüğü ve yüksek hızlı rüzgarların olduğu dönemlerde yangın riski her zamankinden fazladır" diyerek kendini savunmaya çalıştı.

Ancak GDZ Elektrik örtmeye çalışsa da İzmir İtfaiyesi'nin raporu gerçeği gösterdi, yangınların elektrik kaynaklı olduğu kesinleşti.

tt
Yangın sırasındaki tahliye çalışmaları da tartışma konusu. Temmuz ayında İzmir'in Ödemiş ilçesinde bir orman köyünü kül eden yangında yatalak bir yurttaşın yaşamını yitirdiği sonradan anlaşılmıştı.

Balya makinesinin kıvılcımından mezara dikilen muma kadar buldular, elektrik şirketlerini tespit edemediler

İzmir Valisi'nin açıklaması sonrası gözler "Şirketlerle ilgili yaptırım olacak mı?" sorusunun yanıtına çevrildi ancak hiçbir adım atılmadı.

Ardından İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, ülkenin dört bir tarafı cayır cayır yanarken yangınlarla ilgili tutuklanan, gözaltına alınan şüphelileri sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlarla duyurdu. Yerlikaya, 26 Haziran-4 Temmuz arasında 12 ilde çıkan 65 orman yangınıyla ilgili olarak 44 şüphelinin gözaltına alındığını, 10'unun tutuklandığını duyurdu. 

Ardından da 4-22 Temmuz arasında çıkan 61 orman yangını ile ilgili olarak gözaltına alınan 23 şüpheliden 4’ünün tutuklandığını açıkladı. Açıklamasında sebep olarak tarladaki biçerdöver ve balya makinesinden çıkan kıvılcımlardan, Dersim'de babasının mezarına diktiği mumun kuru otları tutuşmasına kadar her şeyi sıralayan Bakan, yangınlarda Valinin açıkladığı elektrik dağıtım şirketlerini tespit edemedi.

or
Orman yangınları en çok orman köylerini tehdit ediyor. Köylü hem evinden yurdundan hem geçim kaynağından hem de buğday, arpa gibi yıllarca depoladığı birikiminden oluyor.

Denetim ve bakım yapılmayınca çözüm olarak elektrik kesintisi bulundu

Ancak tüm bu ihmallerden ders çıkarılmadı. 

Eskişehir'’in Seyitgazi ilçesinde çıkan orman yangınına müdahale eden 10 kişi yaşamını yitirdi.

Yeterli onarım-bakım ve denetim yapılmayınca, iktidar çareyi elektrik kesintisi yapmakta buldu. 

Bakan Yerlikaya'nın paylaşımlarından da feyz alan Karabük Valisi Mustafa Yavuz, kentte günlerdir süren yangının sebebine doğrudan işaret eden açıklamalar yapmaktan kaçındı. Öte yandan itiraf eder gibi elektrik kesintileri yaptıklarını söylemekten de geri durmadı.

Yavuz, "Enerji kesintisi yaptığımız yerler var. Özellikle yangının sirayet ettiği alanlarda elektrik enerjisinden kaynaklanabilecek sıkıntılara karşı ve olumsuzluklara karşı o anlamda da tedbirlerimizi aldık. Mobil baz istasyonları kurularak vatandaşlarımızın ve görev yapan çalışanlarımızın haberleşmesini kesintisiz yapması noktasında da çalışmalarımız devam ediyor" ifadelerini kullandı.

Bakanlığa bağlı Orman Genel Müdürlüğü de, Çanakkale'deki yangın riski nedeniyle Eceabat için benzer bir karar aldı. Orman yangını riski sebebiyle yarın saat 12:00 ve 18:00 saatleri arasında ilçeye bağlı bütün köylerde elektrik kesintisi yapılacağı duyuruldu.

Sorumlu devlet organları, elektrik dağıtım şirketleriyle ilgili adım atılmasını ve önlem alınmasını sağlamak yerine çözümü yine yüksek sıcaklıkla mücadele eden vatandaşı mağdur etmekte buldu.

                                                          ***

Oradakilerin gözünden Gazze'de günlük yaşam: Açlık, füze, ölüm ve 24 bin TL'lik un çuvalı...

İki küçük çocuğuyla birlikte Gazze'den tahliye edilen The Times muhabiri Amal Helles, arkasında çok şey bırakmak zorunda kaldı. Helles, İsrail'in açık hava hapishanesine çevirdiği Gazze'de yaşayanlardan edindiği bilgiler doğrultusunda gündelik yaşamı anlattı.

The Times muhabiri Amal Helles, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırıları nedeniyle önce ailesiyle birlikte yerinden edildi, ardından onlarca kişiyle paylaşmak zorunda kaldığı tehlike altındaki evlerde yaşantısını sürdürdü.

2024 yılının Aralık ayında biri 7, diğeri 6 yaşındaki iki çocuğuyla birlikte önce Mısır'a sonra kazandığı bursla Hollanda'ya taşındı. Arkasında çok şey bırakmak zorunda kaldı: Eşi, annesi, babası, kardeşleri, arkadaşları, ülkesi...

Bağlantılar kopsa da sinyaller kesilse de bir şekilde yakınlarıyla iletişimi sürdüren Helles, Gazze'deki günlük yaşantıyı oradakilerden, İsrail'in açık hava hapishanesine çevirdiği Gazze'de yaşayanlardan edindiği bilgiler doğrultusunda The Times'ta kaleme aldı.

Helles'in annesini nasıl ilk başta tanıyamadığının, küçük kardeşinin bir torba un alabilmek için neler yaşadığının, yaklaşık 490 TL'ye satılan bir adet kabağın nasıl 10 kişiye pay edildiğinin, yeni ortaya çıkan banknot tamirciliğinin, özlemlerin ve daha nicesinin kısa hikayesi...

'Annem olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı'

İsrail'in altyapılara yönelik saldırıları nedeniyle Gazze'deki en büyük sorunlardan biri de iletişim. Amal Helles de günlerce süren başarısız denemelerin ardından bağlantı kopsa da, görüntü bulanık olsa da, sonunda annesiyle görüntülü görüşme fırsatı yakalayabildiğini aktarıyor: "Bağlantı koptu, görüntü bulanıktı, ama sonra yüzü belirdi ve donup kaldım. Bir an onu tanıyamadım. Annem olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı. Yüzü değişmişti. Tanıdığım güçlü, sıcakkanlı, sakin kadın artık zayıf ve yabancı görünüyordu; teni solgun, gözleri çöküktü. Bir zamanlar berrak ve kendinden emin olan sesi, hırıltılı ve gergin bir hal almıştı.

'Kırışıklıklarıma bak' dedi, zorla gülümseyip yanaklarındaki deriyi çekiştirerek. 'Bu savaşta yaşlandım.' 'Hâlâ tanıdığım en güzel kadınsın' dedim. 'Cilt bakımı sırrın ne?' Şöyle cevap verdi: 'Günlerdir doğru düzgün yemek yemiyoruz."

gazze
Amal Helles’in annesi. (Fotoğraf: The Times)

'Açlık füzeler gibi çığlık atmıyor, sessizce öldürüyor'

Amal Helles'in ailesi, Gazze'nin merkezindeki Han Yunus'tan İsrail'in "güvenli bölge" ilan ettiği, ancak ne güvenliğin ne de yiyeceğin olduğu dar ve aşırı kalabalık bir deniz kenarı şeridi olan El Mevasi'ye kaçan çok sayıda kişinin arasında yer alıyor.

Ailesinin de El Mevasi'deki diğer herkes gibi çadırda yaşadığını belirten Helles, ailesinin yaşam koşullarını şu ifadelerle aktarıyor:

"Annem Birleşmiş Milletler Filistinli Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNRWA) Gazze Eğitim Merkezi'nde müdürdü. Babam Filistin Üniversitesi'nde halkla ilişkiler alanında çalışıyordu. Bugünlerde açlığı bastırmak için suyu kaynatıp içine bulabildikleri her türlü yiyeceği koyuyorlar. Şanslılarsa mercimek ve pirinçle besleniyorlar. Bazen mercimeği öğütüp ekmek yapıyorlar.

18 yaşındaki küçük kardeşim Muhammed, üniversitenin ikinci yılında olmalıydı. Oysa o, bir torba un alabilmek için saatlerce kuyrukta bekliyor. Sadece hava saldırıları yüzünden değil, her seferinde evden çıktığında endişeleniyorum: Genç erkeklerin bıçaklanarak öldürüldüğü, unlarının çalındığı veya yiyecek kuyruklarındaki kaosun ortasında ezildiklerine dair hikayeler bolca var.

Savaşın en kötü evresi bu. Sadece bombalamalar durmadığı için değil - gökyüzü İsrail'in hava saldırılarıyla neredeyse sürekli uğulduyor - aynı zamanda insanlar yavaş yavaş öldüğü için de . Açlık, füzeler gibi çığlık atmıyor. Manşetlerde parlamıyor. Sessizce öldürüyor."

'Hedef alınabilecek bir yerdi ama başka seçeneğimiz yoktu'

The Times muhabiri olan Helles, 2024 yılının Aralık ayında eşi ve biri 7, diğeri 6 yaşındaki iki çocuğuyla birlikte Han Yunus'taki evlerinden kaçmak zorunda kalmış. "Ayrılmak istemiyordum. Çocuklara defalarca 'Yakında döneceğiz' diyordum. Ama bir türlü dönemedik" diyen Helles, Han Yunus'taki yaşantısını şöyle aktarıyor:

"Evimiz zaten bir sığınma evine dönüşmüştü. Annem, babam, kardeşlerim ve çocukları binamıza sığınmıştı. Kocamın ailesi birinci katta yaşıyordu. Biz üst kattaydık. O evde yaklaşık 100 kişiyi barındırıyorduk.

Aralık 2023'te saldırılar yoğunlaşınca, ailem Han Yunus Eğitim Merkezi'ne taşındı ve orada tek bir odaya tıkıştırıldık. Çocuklarımızı Refah'a götürdüm ve orada 17 kişiyle birlikte bir bodrum katında yaşamaya başladık. Akan su veya tuvalet yoktu, elektrik ise hiç yoktu.

Ardından, Ocak ayında, güvenli olduğunu düşündüğümüz Tel el Sultan mahallesinde, yanımızdaki bir daireye İsrail hava saldırısı düzenlendi. Çoğu çocuk olmak üzere 11 kişi öldü. O gece çocuklarımla birlikte tekrar kaçtım, bu sefer Doğu Refah'taki kız kardeşimin evine.

Hatta o bölge İsrail'in dijital haritalarında kırmızıyla işaretlenmişti, yani hedef alınabilecek bir yerdi. Ama başka seçeneğimiz yoktu. Sonunda The Times, benim ve çocuklarım için bir tahliye ayarlamamıza yardımcı oldu. Kocam geride kalmak zorundaydı. 25 Temmuz Cuma günü, evlilik yıldönümümüzdü; ayrı geçirdiğimiz ikinci yıl. Keşke her şeyden çok yanımızda olabilseydi."

gazze
Helles'in eşi ve çocuklarıyla 2019 yılından bir fotoğrafı. (Fotoğraf: The Times)

Bir adet kabak 490 TL: 'Onunla 10 kişiyi doyurması gerekiyormuş'

Çocuklarıyla birlikte Mısır'da geçirdiği 7 ayın ardından Hollanda Beşeri ve Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Enstitüsü'nden burs kazanan Helles, burs sayesinde Amsterdam'a taşındı ve gazetecilik çalışmalarına devam ediyor. "Ailemin aksine, burada barınak, sıcaklık ve yiyecek bulabiliyorum" diyen Helles, ailesinden edindiği bilgiler doğrultusunda Gazze'deki günlük yaşama dair şu bilgileri veriyor:

"Elektriksiz bir ülkede yaşadıkları için onlarla iletişim kurmak zor olabilir. Gazze'de güneş panellerine erişimi olan bazı kişiler, internet şifresi ve görüntülü görüşmeye yetecek kadar güçlü sinyal için ücret talep ediyor. Kocam NBC'de gazeteci olarak çalışıyor ve Han Yunus'ta yaşıyor. Açlığın insanların birbirlerine bakışını değiştirdiğini söylüyor. 'Daha uzun süre bakıyoruz' dedi. 'Bazen bir zamanlar tanıdığımız yüzleri tanıyamıyoruz. Savaş ve açlık onları yeniden şekillendirdi.'

Annem ise yakın zamanda pişirecek bir şeyler bulmak umuduyla pazara gittiğini anlatıyor. 40 şekel (Günümüz kuruyla yaklaşık 490 TL) karşılığında sadece bir kabakla geri dönmüş. Onunla 10 kişiyi doyurması gerekiyormuş. Bana bir kilo unu hamur haline getirmeye nasıl çalıştığını, yakıt olarak kullanabileceği bir şey bulmak için saatler harcadığını (tahta parçaları, karton, tutuşabilecek herhangi bir şey) ve sonunda kişi başı bir tane olmak üzere 12 somun ekmek pişirmeyi nasıl başardığını anlattı.

Teyzem bir gün açlıktan bayıldı ve hastaneye kaldırılıp glikoz serumuyla beslenmek zorunda kaldı. Sıkı bir diyete ihtiyacı olan diyabet hastası amcam ise şu anda sürekli risk altında.

Kız kardeşim Riham da dört kez yerinden edildikten sonra eşi ve çocuklarıyla birlikte El Mevasi'de bir çadırda yaşıyor. Kocası günlerini yardım kamyonlarının geçebileceği ana yolun yakınında bekleyerek geçiriyor. Her gün saatlerce bekledikten sonra, Çarşamba gecesi 25 kiloluk bir un çuvalıyla geri dönmüş.

Riham bana neşeli bir mesaj gönderdi; sadece sonunda yiyecek buldukları için değil, kocasının sağ salim döndüğü için de. Çocukları onu, eve nadir bir hazine getirmiş gibi karşıladı. Aile o gece çadırlarının dışında geç saatlere kadar yemek pişirdi. Fırın veya gaz olmadığı için insanlar, moloz ve odun parçalarından yapılmış bu tür açık ateşlere güveniyor. 'Ama çoğu gece onlara verebildiğim tek şey çorba' dedi Riham. 'Aç uyuyup aynı şekilde uyanıyorlar.'"

gazze
Helles'in NBC muhabiri olan eşi Samed, Han Yunus kentinde gazzetecilik faaliyetlerini sürdürüyor. (Fotoğraf: The Times)

Yeni bir meslek ortaya çıktı: Banknot tamirciliği

Bölgede ciddi bir nakit krizi yaşandığını belirten Helles, "Birçok dükkan ve satıcı, yıpranmış ve yırtılmış oldukları için artık banknot kabul etmiyor. İsrail, savaş başladığından beri Gazze'ye yeni para girmesine izin vermediği için, kalan banknotların çoğu kullanılamayacak kadar hasarlı" diyor.

Bu durumun Gazze'de yeni bir işin ortaya çıkmasına neden olduğunu aktarıyor Helles: Banknot tamirciliği. Helles, "Eski banknotları 'lamine etmek' için bir ücret alıyorlar, bu da onları kullanılabilir durumda tutmak anlamına geliyor" diyor.

ATM'lerin çoktan bozulduğunu bildiren Helles, şöyle devam ediyor:

"Bu yüzden 'nakit komisyoncuları', insanların bankalardaki kendi paralarına erişmelerine yardımcı olmak için yüksek komisyonlar alıyor. Annem yakın zamanda bir bankacılık uygulaması aracılığıyla onlara 1000 şekel (Günümüz kuruyla yaklaşık 12 bin TL) ödedi. Kendisine sadece 600 şekel (Günümüz kuruyla yaklaşık 7 bin TL) nakit verildi."

Temel gıda malzemelerine ulaşım zorlaştı, fiyatlar uçtu

İnsanların takasa yöneldiğini söyleyen Helles, "Arkadaşlarımdan birkaçı artık temel ihtiyaç maddelerini takas etmek için Facebook gruplarını kullanıyor: Bir torba mercimek karşılığında bir torba pirinç veya şeker karşılığında un" diyor.

Helles, ailesinden edindiği bilgiler ışığında temel gıda malzemelerinin ortalama fiyatlarını da şöyle aktarıyor:

  • Bir kutu bakla: 25 şekel (Yaklaşık 294 TL)
  • Bir kilo mercimek: 60 şekel (Yaklaşık 710 TL)
  • Domates ve salatalığın kilosu: 100 şekel (Yaklaşık 1090 TL)
  • Soğanın kilosu: 120 şekel (Yaklaşık 1440 TL)

Helles ortalama fiyatları aktarıyor ancak bu malzemelere ulaşımın çok zor olduğunu da belirtiyor.

"Una gelince, altın değerinde: 'Savaştan önce bir kilo un 3 şekelden (Yaklaşık 25 TL) fazla değildi' dedi kız kardeşim" diyen Helles, şimdi eğer bulunabilirse 25 kiloluk bir un çuvalının ortalama 2 bin şekele (Yaklaşık 24 bin TL) satıldığını belirtiyor.

Yani kaba bir hesaplamayla saldırılardan önce 882 TL'ye satılan 25 kilo unun fiyatı yaklaşık 27 kat arttı.

gazze
İsrail'in açlık ve kıtlığı dayattığı Gazze'de açlıktan ölenlerin sayısı son verilere göre 127'ye ulaştı. (Fotoğraf: AA)

'Günlerimiz kısa mesajlar, istikrarsız sinyaller ve sürekli bir korkuyla geçiyor'

"Artık Gazze'den uzakta, Hollanda'da yaşıyorum" diyen Helles, hissettiklerini şöyle anlatıyor:

"Ama açlık asla uzakta değil. Telefon görüşmelerimde, her gün duyduğum şu sözlerde: 'Açız... yiyecek yok... ölmeyi bekliyoruz.'

Gittiğimden beri, dolu bir tabağın ne kadar ağır gelebileceğini öğrendim. Yemeklere bakıp yüzler görüyorum: kocam, annem, babam, yeğenlerimin yüzleri. Günde sadece bir kez yiyorum, oruç tuttuğum için değil, onlar hiçbir şey yemediğinde ben de yemeye dayanamıyorum.

Ve açlığın ötesinde, korku da var. Kocam hâlâ orada, hâlâ belgeliyor, hâlâ hayatta kalmaya çalışıyor. Sayamayacağım kadar çok kez ölüme yaklaştı. Günlerimiz kısa mesajlar, istikrarsız sinyaller ve sürekli bir korkuyla geçiyor.

İnsanlar güvende olduğumu söylüyor. Ama sevdikleriniz güvende olmadığında, güvende olmak bambaşka bir his. Gazze'de değilim. Ama Gazze yaptığım her şeyde var. Ailem iyi beslenip tehlikeden uzak olana kadar kendimi asla tam hissedemeyeceğim."

                                                          ***

Neden açık konuşamıyorlar?-Aydemir Güler-

Türkiye’nin bir aydınlanma derinliği var. O derinlikte makamları etnik ve dini kimliklere paylaştırma projesi boğulur. O derinlikte yeni-Osmanlıcılar, yeni-saltanatçılar nefes alıp veremez. O derinlikten cihat ve fetih rüyalarının arkasına dizilecek bir halk çıkmaz.

Lozan’ın yıldönümü iki gün önceydi ve Erdoğan bu vesileyle içinde “Lozan Barış Antlaşması sayesinde milletimizin vatan topraklarını işgal eden müstevlilere karşı elde ettiği zafer, uluslararası alanda da onaylanmıştır.” cümlesinin geçtiği bir mesaj yayınladı. Açıklamanın öncesi ve sonrası şu an konumuz değil… 

Açıklamada gençlerin “anlamayabileceği” değil, sadece resmi açıklama yazıcılarının anladığı birtakım sözcüklerin neden kullanıldığına da takılmayalım. “Müstevli istilacı demektir” diyelim, geçelim. Belki de zaferin kime karşı kazanıldığı belirsizleşsin istemiştir bir yazıcı. Konumuz bu da değil.

Konu şu; Erdoğan’ın gerçek düşüncesi yukarıdaki satırlarda mıdır, yoksa 2016’da Sarayında muhtarları ağırladığında söylediklerinde mi?

Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada.

Sorumuzun yanıtı açık. 2016’da Erdoğan 2025’e göre çok daha samimidir. 

Lozan’ın zafer sayılamayacağını, “Ege adalarının kaybedilmesi” olarak açıklamasını da geçelim. Erdoğan’ı biri kandırmış mıdır, yoksa danışmanlar külliyen mi cahildir, bilmiyorum. Ama Ege Adaları Lozan’dan önce Osmanlı tarafından bırakılmıştır. Bu sabittir. 

Cumhurbaşkanı muhtarlara “Sevr ölümse, Lozan sıtmadır” demek istiyor. Lozan’ın Sevr’i yırtıp atan bir savaşın ürünü olduğu açıktır ve ölümü gösterip sıtmaya razı etmek deyiminin örneğimizle herhangi bir alakası yoktur. Ama bu yolla iki antlaşma arasındaki Kurtuluş Savaşının itibarsızlaştırıldığı kesindir. 

Sevr Birinci Paylaşım Savaşının sonunda dünya haritasını çizen bir dizi antlaşma arasında, herhalde en kısa ömürlü olanı. Lozan da bir harita tartışması içerir. Ve aynı dönemden kalan, en uzun ömürlü antlaşmadır. 
Bu antlaşmaların kimisi kazanan emperyalistlerin isteklerine uygun, kimileri tersti. Örneğin Versay, yenik Almanya’yı emperyalist yarıştan tamamen diskalifiye etmeyi öngören, Alman halkına da kölelik dayatan bir belgeydi. İkinci bir paylaşım savaşı yolunda patladı. 

Brest-Litovsk savaştan bir büyük devrimle çekilen Rusya’yı konu alıyordu. Nasıl yeni Türkiye Lozan’da dünyaya kendini kabul ettirmişse, sosyalist Rusya da Brest-Litovsk’dan benzeri bir sonuçla çıktı. Emperyalistlerin intikam hezeyanının bedeli İkinci Dünya Savaşı sonunda emekçi iktidarlarının Avrupa’ya yayılması olacaktı. Ama en sonunda emellerine 1990’larda kavuştuklarını biliyoruz. Sosyalist devletler çözüldü, yıkıldı… 

Başka bir dizi belge var 1918’i izleyen yıllarda imzalanan. Tekrar olacak; Lozan dışında ayakta kalan önemli bir tane bulunmuyor. Emperyalist akıl ve kibir bunu unutmadı, içine sindirmedi.

Çünkü kendi başına Ankara için ne muazzam bir zafer ne de hezimet olarak yargılanamayacak olan Lozan bir pakettir. Öncesinde Anadolu ve Rumeli topraklarında bir aydınlanma devrimi ve bir modern devlet amaçlayan modernleşme hareketleri, 1908 Meşrutiyeti ve Kurtuluş Savaşı vardır. Sonrasında ise laiklik, bağımsızlık ve en veciz sloganı “yurtta sulh cihanda sulh” olan barış politikası. Sırasıyla hilafet ve saltanatın, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin ve emperyal heveslerin terk edildiği bir tarihsel ileri atılım. 

Yalnızca Lozan’a odaklanırsak göreceğimiz emperyalizmle pazarlıktır. Bu pazarlıkta bütün silahlar Kurtuluş Savaşı liderliğinde değildi. Emperyalizmin Boğazlar’ın yönetimine ilişkin hevesi ancak dengelenebilmiştir. Konferans sürerken Musul başlığında silahlı karşı karşıya gelişler yaşanmış ve Ankara kuvvetleri sonuçta askeri yenilgiye uğramışlardır. 

Öte yandan, savaşın yeniden parlamasını kaldıracak durumda olmayan yeni Türkiye’nin bu çok dar patikadan geçişini hayli zora sokan saltanatla ve Meclisteki muhalefetle hesaplaşmayı Lozan’la çakıştırdığını görürüz. Konferansın eşiğinde saltanat lağvedilir. İkinci tur görüşmelere geçilirken seçime gidilip Meclis bileşimi yenilenir. Bunlar da Ankara’nın elini güçlendiren adımlardı. 

Araya denk gelen İzmir İktisat Kongresi ise, bütün canlı içeriği bir yana, yeni Türkiye’nin kapitalizm içinde bir yola girdiğini duyuruyor ve bu anlamda Batı’ya uzlaşma eli uzatıyordu. Lozan’ın anlamı bu reel politika pratiklerinde başlayıp bitmez. Önemli olan paketin bütünüdür. 

Bu bütünle sadece emperyalistlerin erteledikleri bir hesapları yoktu. Sermaye sınıfı, yanına aşiretini, ağasını da alıp on yıllarca kemirdi bu paketi. Onların sloganı da “ayaklar baş olmaz”dı. Hala da öyle. 

Ama peki, neden açık konuşamazlar? Neden dokuz yıl önce Reis’in muhtarlarla bir gaf yaptığını düşünen yetkililer paniğe kapılıp düzeltme yarışına girmişlerdi? Bugün Bahçeli sözünü ettiğimiz “paketi” “iki yüz yıllık uyku” diyerek mahkûm etmişken, Erdoğan “Türk-Kürt-Arap” kodlamasıyla bir İslam birliğine işaret ediyorken, Lozan’ın sınırlarına da Cumhuriyetin laikliğine de düşmanlıkları belliyken, neden kartlarının tamamını açamıyorlar?

Bu sorunun yanıtını bulmak için iki sloganı yan yana yazın. “Yurtta barış dünyada barış” ve “Ayaklar baş olmaz.” Karşılaştırın. Hangisi doğru, o belli de; hangisinin “tutacağının” yanıtı da açık değil mi?
21.yüzyılda ayakların baş olamayacağına inanmış ülkeler yok değil. Türkiye’nin onlardan biri olmadığını anlamıyorlar. 

21.yüzyılda misyonlarının her tarafa bayrağını dikmek olduğuna inanan veya bu inancın üstün geldiği ülkeler de az değil. Türkiye’nin onlar arasında olamayacağını da anlamıyorlar.

Türkiye’nin bir aydınlanma derinliği var. O derinlikte makamları etnik ve dini kimliklere paylaştırma projesi boğulur. O derinlikte yeni-Osmanlıcılar, yeni-saltanatçılar nefes alıp veremez. O derinlikten cihat ve fetih rüyalarının arkasına dizilecek bir halk çıkmaz. 

Sermaye düzeni ne kadar arzularsa arzulasın nafile; “ayaklar baş olmaz” bizde meczupluktan öteye geçemez. Gericiler bu nedenle açık konuşamaz. 

Geleceğin, emekçi cumhuriyetinde olduğuna güvenin. 

                                                            /././

Antlaşmanın 102. yılında Lozan kaygısı nedir?-Erhan Nalçacı-

102 yıldır bir ülkenin sınırları değişmiyorsa bu büyük bir konfor alanıdır. Bu konforun bozulmasını, haklı olarak yükselen kaygıyı bir direnme iradesine çevirmenin zamanıdır.

Düzen daha da yozlaşırken kaygılar yayılıyor, bir pandemi halini alıyor.

Gençliğin geleceksizlik kaygısının ne kadar yaygın olduğunu biliyoruz. Nitelikli bir işe sahip olamama, anne ve babasının toplumsal koşullarından daha kötüye gitme.

Çevre ve iklim kaygısı artık tanımlanabilir oldu. Kapitalizmin yol açtığı çevre ve iklim sorunlarının yaşamı nasıl tehdit ettiği her geçen gün daha fazla hissedilir hale geldi.

Şimdi bunlara bir de son açılımla beraber Lozan kaygısı eklendi. 102 sene önce Lozan Antlaşması ile belirlenen sınırların değişme kaygısı olarak tanımlanabilir.

Bu kaygı yerinde mi, yoksa aldırmayalım diye halkımızı teskin mi etmeliyiz?

Ama önce yöntem olarak sınır değişiklikleri ne kadar meşrudur tarih içinde diye bakmalıyız.

Sonuçta tanımlı bir ülkede sınırların korunmasına büyük değer atfedilir ve yurtseverlikte karşılığını bulur. Öte yandan eğer bin yıllar içinde sınırların nasıl değiştiğini gösteren bir Tarih Atlasını elinize alıp bakarsanız sürecin ne kadar dinamik olduğunu ve egemenlik sınırlarının sürekli bir değişim içinde olduğunu fark edersiniz.

Burada değişimin ne kadar meşru olduğu sorusu öne çıkar ve tarihsel olarak kullanacağımız yöntem emekçi sınıfların çıkarı açısından sınır değişiklerinin incelenmesi olmalıdır.

Örneğin, tarih içinde bütün feodal devletler, temel sömürü biçimi toprak ve üzerindeki köylülerin sahipliğine dayandığı için fetih peşindedirler. Resmi tarih kafamıza fethin meşru olduğunu çivilemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun fetihlerine sevinilir ve gerileyişine üzülünür. Halen birçok caminin ismi Fetih’dir örneğin. Oysa fetihlerle temel sömürülen sınıfın durumunda özünde bir değişiklik olmaz, savaşta yıkıma uğramanın dışında.

Kapitalizmin rekabet dönemi fetihçilik ile emperyalizmin arasında durur. Dünyada geniş coğrafyalar ve halklar sömürgeleştirilir. Pulcular bilirler 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında Hindistan’dan Kıbrıs’a, Afrika ülkelerinden Güney Amerika’ya ülke pullarının üst kenarında İngiliz kralı veya kraliçesinin kellesi durur. İşçi sınıfı açısından bu kellenin dünya pullarında gözükmesinin hiçbir meşruiyeti olamaz, herkes kendi ülkesinde barış zamanında sömürülür, savaş zamanında emekçiler can verir.

Kapitalizmin emperyalizm aşamasında da meşru olmayan çok sayıda müdahale ile sınır değişiklikleri yaşanmıştır. Ancak emperyalizmin temel karakteri sınırları değiştirmek yerine o siyasi coğrafyayı sermaye ihracatı yoluyla kendine bağlamaktır. Kâğıt üzerinde bağımsız olan ülkenin siyasileri, medyası, ordusu, yargısı vb. öylesine emperyalizme bağlanırlar ki şirketlerin çıkarları zamanla o ülkenin anayasası haline gelir.

Hiçbir emperyalist operasyon bir ülkeye özgürlük ve eşitlik getirmemiştir. Ama getireceği iddia edilerek meşrulaştırılmaya çalışılır. Her emperyalist müdahaleyi bu nedenle yoğun bir ideolojik müdahale önceler.

Lozan Antlaşması da bu nedenle önemlidir; sadece siyasi coğrafyanın etnik temelde parçalamaya ve daha kolay yönetilebilir hale getirmeye dayalı bir emperyalist projeye son vermemiştir, sınırları net olarak çizilen ülkenin içini egemenlik ve bağımsızlık fikri ve eylemiyle doldurmuştur.

Emekçi sınıflar için iktidara gelmedikleri halde Lozan bu anlamda meşrudur. Lozan yoksulluk ve cahillik içinde debelenen bir köylülükten modern bir işçi sınıfının doğacağı zemini yaratmıştır, ülkenin genlerine bağımsızlığı ve egemenliği işlemiştir. 

Sovyetler Birliği ile karşılıklı destek ve dayanışma genel hatlarıyla işçi sınıfı lehinedir ayrıca.

Şimdi gelelim Lozan Antlaşmasının yürürlükten kalkarak sınır değişikliğine yol açma meselesine.

Öncelikle Lozan’ın öngördüğü egemenlik ve bağımsızlık ilkesi sermaye sınıfının ilkesizliği ve emperyalizmle işbirliği nedeniyle çoktan ortadan kalkmıştır. Bugün sadece uluslararası sermayenin kısa vadeli çıkarlarının egemenliğinden bahsedebiliyoruz. Yalnızca zeytinlikleri yok eden, ülkenin bütün dağlarını, taşlarını uluslararası maden şirketlerinin yağmasına açan Yasa değişikliği bile Lozan’ın ve Cumhuriyet’in yerinde yeller estiğini gösteriyor.

Ya sınırlar?

Açılımın tarafları olan AKP, MHP ve PKK’ye bakalım kısaca.

AKP icracısı olduğu yağma rejimini ve buna bağlı sermaye birikimini yurtdışı maceralara açan bir parti olarak anılacak. 

AKP’nin, genel olarak Türkiye sermaye sınıfının yurtdışına açılımı sosyo-ekonomik formasyon olarak farklı üretim tarzlarının dış politikasının üst üste binmiş halidir. 

AKP bir yandan feodal bir fetih peşindedir. Suriye’nin kuzeyinde hegemonyasına aldığı coğrafyaya vali ataması, Türk parasını geçerli kılması vb. bir fetihçilik olarak okunmalıdır.

AKP Batı emperyalizminin içinde hiyerarşik bir yerde durur ve yönlendirmelerin aracısı haline gelir. 2011’de başlayan Suriye komplosu açıkçası bir ABD-İngiltere-İsrail yapımıydı. Bunda gerici Arap devletleriyle birlikte AKP ve Türkiye sermaye sınıfının şeytani bir rol oynaması olağanüstü rahatsız edicidir.

Ancak Türkiye sermayesi ve AKP, Batı emperyalizminin basit bir aracı değildir. Yurtdışına sermaye ihraç eden Türkiye egemenleri sermaye ihraç ettikleri her coğrafyayı birçok araçla kendine bağlamaya çalışmaktadır.

Türkiye’de milliyetçiliğin eski bir tarihi bulunuyor ancak MHP çizgisi NATO’nun Türkiye’deki karşıdevrim örgütlenmesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Yeri gelince sivil sokak çetesi, yeri gelince tetikçi, yeri gelince emperyalizmin ve sermaye sınıfının duruma göre gereksinimini karşılayan bir araç olarak siyasi yaşamını sürdürür.

Bahçeli’nin Devlet Başkan Yardımcılarından biri Kürt, biri Alevi olsun demesi tamamen bu gereksinimlerden kaynaklanmaktadır. Oysa bir emekçi Cumhuriyetinde eğer emekçi sınıfların ulusal ve uluslararası çıkarlarını en iyi koruma yeteneğine sahip kadroların diyelim ki üçü de Kürt kökenliyse bunu hiç kimse sorgulamaz.

Ama Bahçeli farklı etnik kimliklerden bahsettiğinde sermayenin ve emperyalizmin üç ajanını göreve öneriyor, yoksa bir eşitlik projesinden bahsetmiyor.

PKK’ye gelince bir ulusal kurtuluş hareketi olarak belirmesine karşılık çok şansız bir zamanda serpildi. Sovyetler Birliği’nin geri çekildiği ve emperyalizmin bütün dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda düzlediği bir dönemin siyasi hareketi olarak Kürtlerin özgürlüğünü emperyalizmin geçen yüzyılda oluşan siyasi coğrafyalara müdahalesine bağladı.

Suriye müdahalesi esnasında son derece pragmatik ve ilkesiz davranan bu siyaset şimdi diğer ikilinin yanında üçüncü oldu.

Geçen yüzyılda devrimlerle kurulan Irak ve Suriye emperyalist müdahale ile savunmasız ve bağımlı hale getirilmişken, Türkiye bir Cumhuriyet olmayı kaybetmiş ve asalak sermaye sınıfı uluslararası yayılmacı maceralara teşneyken, İran bölgemizde etnik azınlıklarıyla emperyalist müdahalenin odağındayken tabi ki Lozan kaygısı yükselir.

102 yıldır bir ülkenin sınırları değişmiyorsa bu büyük bir konfor alanıdır. Bu konforun bozulmasını, haklı olarak yükselen kaygıyı bir direnme iradesine çevirmenin zamanıdır.

Bu sürecin tek ilacı bulunuyor, oturduğunuz yerden kaygı durmak yerine örgütlü hale gelmek.

Güvenebileceğimiz tek şey halkın örgütlü gücü çünkü.

                                                            /././

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -27 Temmuz 2025-


Büyük eşitsizlik: Ford CEO’sunun 2 saatlik geliri, Ford işçisinin yıllık gelirine denk -Uğur Zengin-

Henry Ford’un geçmişi oldukça kirliydi. O da 1920’li ve 1930’lu yıllarda, çok sayıda Amerikalı sermayedar gibi, çıkarlarını korumanın bir yolu olarak faşizme dahi yönelmişti. Kapitalizmi dönüştüren en büyük ABD’li sermayedarlardan biri oldu.

Nazilerle iş tuttu, Hitler ile organik bağ kurdu, 500 bin tiraja sahip gazetesiyle ırkçı yayınlar yaptı. Hitler dahi onu övüyor ve Henry Ford’u “ABD faşizminin lideri” olarak görüyordu.

Ford, ABD sendikal hareketinin Amerikan sanayisini yıkmak isteyen Yahudi bankacıların işi olduğuna inanıyordu.

1930’larda Vehbi Koç ile Ford çoktan bayilik yoluyla ortaklık kurmuştu. Koç, 1959’da Otosan’ı kurdu ve 1963’te holding biçiminde örgütlendi.

Koç, Ford’dan çok şey öğrendi. Ford Otosan ile kurulan ortaklık ikisine de çok kazandırdı. Kapitalizmi dönüştüren Henry Ford da cimriliğiyle ünlü Vehbi Koç da öldü. Ancak ruhları yaşıyor!

Sadece iki hafta önce MESS grup toplu iş sözleşmesi için sendikal bürokrasi ilk adımını “anket” yoluyla atarken, yapılan ankette zam oranlarına dair seçenekler ise oransal olarak “yüzde 10” ila “yüzde 25+” arasında, sayısal olarak ise “7 bin TL” ile “17 bin TL+” şeklinde sınırlandırıldı.

Ford işçileri bu sorudaki tüm seçeneklerin üzerini çizerek kâğıtlara “En az yüzde 100 zam” yazdı. Evrensel’e konuşan bir işçi, “Seçeneklerin ucunu aleyhimize açık bırakmışlar. Talebimizde kararlıyız” diyordu.

AFL-CIO tarafından hazırlanan ve önceki gün yayımlanan rapor, Ford ve Koç’un –mealen– huzur içinde uyuduğunu söylüyor.

Türkiye’de kurulu Ford Otosan –herkesin bildiği üzere– ABD ve Türkiye sermayesi ortaklığı. Şirketin hisselerinin yüzde 41’i Ford Motor Company’ye, yüzde 41’i Koç Holding’e ait. Kalanı ise borsada işlem görüyor.

AFL-CIO’nun raporu, Türkiye’de Ford Otosan için üretim yapan 25 bin işçinin ve Türkiye kapitalizminin yarattığı eşitsizliğin fotoğrafını yeniden önümüze koydu.

Birincisi genel sonuç: ABD’deki en büyük 500 şirketin CEO’sunun (yani 500 kişi) yıllık ortalama geliri 18,9 milyon dolar oldu.

Ford Motor Company CEO’su James Farley, 2024 yılında toplam 24,8 milyon dolar maaş aldı. Bugünkü kur ile tam 1 milyar TL! Ford Otosan’ın yüzde 41’ine sahip bu şirketin tepe yöneticisi ile, sendika anketinde “yüzde 25”in üzerini çizen işçileri kıyaslayalım.

CEO Farley’in 2024 yılında 24,8 milyon dolar kazandığını unutmayalım.

2024’ün tamamında –fazla mesailer dahil– ortalama saat ücreti olan bir Ford Otosan işçisinin eline aylık 45 bin TL net ücret geçti. (Bu tutar ortalamadır. Örneğin şubatta 35 bin TL olan aylık net ücret, yıl sonunda 48 bin TL idi.) 2024 yılı ortalama dolar kuru ile (32,84) hesaplandığında bir Ford Otosan işçisi, geçtiğimiz yılın tamamında toplam 16 bin 460 dolar ücret aldı. Aynı işçi ABD’de çalışsaydı 98 bin dolar kazanacaktı.

CEO Farley, Türkiye’de Ford için üretim yapan bir işçinin 1.510 katı kadar gelir elde etti. Farley (günde 9 saat mesai varsayıldığında) saniyede 2,1 dolar (2024’te 69 TL) kazanırken, Ford Otosan işçisi saniyede 0.0013 dolar (2024’te 4 kuruş) kazandı.

Yaratılan eşitsizlik budur: Saniyede 69 TL ve 4 kuruş! Ford Otosan işçisinin bir yılda elde ettiği geliri, CEO Farley yalnızca 131 dakikada elde ediyor.

Hatırlatalım: Ford Company CEO’su, Türkiye’de bir Ford Otosan işçisinden 1.510 kat fazla yıllık gelir elde etti. Bu dehşet eşitsizlik, Ford Otosan işçisine bir şeyler söylüyor.

Ancak en önemli sufleyi ABD’li metal işçileri veriyor.

Farley’nin maaşı, ABD’deki Ford fabrikalarında çalışan ortalama işçi maaşı olan 98 bin 273 doların 253 katı. Bu rakam, 2023’teki 312 katının altında ve son üç yılın en düşük oranı. ABD’li işçilerin 2023 yılında giriştiği grev, etkili olmuş görünüyor.

Trump’ın en büyük destekçilerinden emperyalist Ford, daha ucuz işçi istiyor. Trump nasıl CEO’ların maaşına ortalama olarak 490 bin dolar, işçilerin ücretine ise 765 dolar vergi indirimi yaptıysa; Türkiye’de de işçi gelirlerini düşürmeye yönelik bin bir ‘operasyon’a girişildi. Şimdi aynı çorap, MESS sözleşmesinde de en az 150 bin işçinin başına geçirilmeye çalışılacak.

69 TL’ye karşı 4 kuruş, bire karşı 150 bin ise yüzde 25 zam mı? Eşitsizlik buysa işçilerin belirleyeceği her talep haklı ve meşrudur.

Eurofighter anlaşması, Savunma Sanayii Fuarı ve halkın ekmeği -Yücel Özdemir-

Türkiye ve İngiltere savunma bakanları tarafından Eurofighter Typhoon uçaklarının satışı için imzalanan anlaşmanın ardından Alman hükümet sözcüsü de satışa onay verdiklerini açıkladı. Türkiye'nin hava filosunun modernizasyonu yolunda önemli bir adım olarak görülen karar, Türkiye ve Avrupa arasında yakınlaşmanın göstergesi olarak yorumlandı.

Anlaşma, İstanbul’da devam etmekte olan 17. Uluslararası Savunma Sanayii Fuarı’na (International Defence Industry Fair- IDEF 2025) denk geldi. Fuarın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın katılımıyla Atatürk Havalimanı'nda gerçekleştirilen açılışında çok sayıda yerli üretim hava ve kara aracı ile mobil lazer silah sistemi ve füzelerin sergilendiği bir geçit töreni yapıldı. Deniz araçları da Ataköy Marina'da sergilendi. Anadolu Ajansı Fuara 33 ülkeden bakan, 120 ülkeden bakan yardımcısı, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanı düzeyinde katılım olacağını ve 44 ülkeden 400'ün üzerinde firmanın silah sergileyeceğini önceden açıklamıştı.

IDEF 2025, hafta boyunca iktidar yanlısı medyanın gündeminden düşmedi. Canlı bağlantılarla, önceden sipariş edilmiş yorumlarla Türkiye’nin bu konudaki atılımı anlatıldı ve işçi sınıfının asıl gündemi bu hafta bu şekilde perdelenmiş oldu. Gönlü barıştan yana olanlara tuhaf gelse de tipik bir sektör fuarı olarak düzenlenen etkinlik, karar vericileri ve yatırımcıları bir araya getirdiği gibi, teknoloji transferlerinin ve uluslararası ittifakların mayalandığı bir mecra işlevi görüyor.

Fuar, gündemi açlık sınırına ulaşan yoksulluk, yasaklanan grevler, Kanal İstanbul’un canlandırılışı ve orman yangınlarıyla yüklü olan muhalif basının çoğunluğunda gençlerin direniş haberleri ile yer bulabildi. Fuarda İsrail'e silah satan şirketlerin de yer almasını, sivil Filistinliler üzerinde test ettikleri silahları ülkemizde pazarlamalarını protesto eden gençler itile-kakıla gözaltına alındı. Gençlerden birisi tutuklandı, birine ev hapsi verildi ve altısı da adli kontrol koşuluyla serbest bırakıldı. 

Gençler bu eylemleriyle yalnızca Filistin halkına yönelik vahşi saldırıların suç ortaklarını teşhir etmekle kalmadılar. “Savunma” söyleminin sınır tanımaz hegemonyasına ve silah harcamalarının bütçe içindeki artan payına da önemli bir itirazı dile getirmiş oldular.

* * *

“Silahlar mı, tereyağı mı?​”, “Füzelere mi, yoksa sağlık sistemine mi harcamalı?​” sorularına verilen yanıtlar, bir ülkenin kamu maliyesi alanındaki öncelikleri hakkında çok şey anlatan klasik bir tartışmanın başlangıç noktasıdır. Bir ülkede ‘ülke savunması’ bahanesiyle silaha harcanan para, istenirse sağlık sistemine, eğitime, sosyal destek programlarına harcanabilecek miktarı da gösterir. Bu bir tercihtir ve bu tercih, kimi zihinlerde gösterişli bir uçak ya da tank fotoğrafı olarak şekillenirken, kimi zihinlerde de SGK tarafından ödenmeyen bir ilaç ya da okul tuvaletine konulamayan sabun ve tuvalet kâğıdı olarak cisimleşir.

İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, silaha ve sağlığa ilişkin harcamalardaki değişimler jeopolitik gerilimler ve ekonomik koşullardan etkilendi. Soğuk Savaş döneminin silahlanma yarışından itibaren dünya düzleminde silah ticaretinde ciddi bir artış yaşanıyor. Silah harcamalarındaki artışın, aralarında Türkiye’nin de yer aldığı kırılgan ekonomilerde ekmeği küçülttüğünü, eğitim ve sağlık hizmetlerini geriye götürdüğünü görmek için uzman olmak gerekmiyor. Uzmanların yaptığı araştırmalar da yüksek düzeydeki askeri harcamaların insan ihtiyaçlarına yönlendirilebilecek kaynakların israfının başlıca nedeni olduğunu kanıtlıyor. Örneğin, yükselen savunma bütçelerinin sağlık harcamalarının azalmasına neden olduğunu gösteren çalışmalar mevcut. Özellikle sınırlı mali kaynaklara sahip olan ekonomilerde askeri harcamalardaki artışın sağlık harcamalarında azalmaya yol açtığı, daha fazla silahın daha az aşı veya hastane yatağı anlamına geldiği biliniyor.

Fuarlarıyla, televizyon programlarıyla, uzman görüşleriyle “savunma” dilinin atak halinde olduğu bir dönemden geçiyoruz. Dünya düzleminde yapılan askeri harcama pastasının bir diliminin bile milyonların temiz suya, sağlıklı gıdaya ve barınma ortamına kavuşmasına yeteceğini akıldan çıkarmadan bu hegemonik algı yönetimine karşı çıkmak gerekiyor. Emperyalist yayılmacılığın bölgemizde atağa geçtiği saldırganlık döneminde, halkın ekmeğini savunacağımız ‘barış fuarları’ organize etmemiz gerekiyor.

Neoliberalizm ve esnekliğin norm haline gelmesi -Kansu Yıldırım-

Marksist Dil Bilimci Michel Pêcheux’ye göre her söylem ve kavram ideolojik ilişkilere içkindir. Söylemler ve kavramlar maddi ilişkiler aracılığıyla şekillenir ve sınıfsal anlam kümelerinde belirlenir.(1)  Neoliberalizmin küresel ölçekte hakim ideoloji haline gelmesiyle birlikte kavramsal yer değiştirmeler ve anlam kaymaları da hızlandı.

1970’lerin ortalarından itibaren burjuvazinin temel hedefi, artı değer oranını yükseltmek dışında, sermayenin kâr oranındaki düşüşü tersine çevirmek ve yüksek kârlılık oldu. Neoliberalizm, çağdaş kapitalizmin küresel ve egemen aklı olarak, şirket mantığının ve rekabet normlarının içselleştirildiği toplumsal yapının inşasına odaklandı.(2)  Bu yapı “kamu” yerine “özel”i, “kamulaştırma” yerine “özelleştirme”yi, “sosyal adalet” yerine “rekabet”i ve daha bir dizi kavramı sosyal politikaların ve çalışma rejimlerinin temel normlara dönüştürdü. Çok sık duyduğumuz “esneklik” ve “güvencesizlik” kavramları da bunlar arasında.

Metin Özuğurlu “esneklik” kavramının tarihsel seyrini incelerken bir ayrıma işaret eder. Esnekliğin yaygın olarak dolaşıma girmeye başladığı 1980’li yıllarda, birikim rejimi olarak esneklik ile firma temelli yönetim stratejisi olarak esneklik ayrı ayrı değerlendirilen kavramlardı. Birincisi kuramsal derinliğe sahipken, ikincisi İktisatçı John Atkinson’un sığ bir işletme tekniği üzerine kurulu sayısal ve işlevsel esneklik kavramsallaştırmalarına dayanıyordu. Atkinsoncu analizde iş gücü esnekliğinin iki ana kaynağı vardı: i) Çalışanların birey olarak üretim sürecinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin çeşitliliğini ifade eden işlevsel esneklik; ve ii) İşverenlerin talepteki dalgalanmaları karşılamak için emeğin hacmini veya zamanlamasını ayarlamasına dair sayısal esneklik.(3)

İşverenler için esneklik başlı başına bir amaç olmaktan ziyade, maliyetleri düşürüp kârı yükseltmeye uygun bir araç olarak her zaman devrede tutuldu. Üretim sürecindeki her türlü dalgalanmayı ve değişikliği emebilecek kadar esnek bir iş gücü istihdamının oluşması ve esnekliğin iş gücü piyasasında kurumsallaşması ise, küresel sermaye hareketliliğinde şirketlerin kârlılıklarını doğrudan etkileyen bir strateji oldu.(4)

Sermayenin ucube bir şekilde somutlaştırdığı esneklik kavramı emek hareketinde her zaman tepkiye yol açtı. Kavrama yönelik tepkileri ortadan kaldırmak isteyenler ise, neoliberalizmin tasfiye etmek için yoğun çaba harcadığı “güvence” kavramıyla bunu kamuflaja soyundu. Böylelikle “güvenceli esneklik”, “yeni nesil esneklik”, “yeni nesil çalışma” gibi kavramlar türetildi.

Türkiye’de neoliberal rejimin yerleşiklik kazanmasıyla birlikte emek rejiminin hukuksal kuruluşunda esneklik ve güvencesiz çalışma tipleri norm olarak tüm düzenlemelerde yer aldı. Dünya Bankası ve IMF’nin sözde ‘reformları’ dışında, Dünya Ticaret Örgütü bünyesinde imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ile hizmet sektörlerinin uluslararası piyasalara açılması hızlandırıldı. 1990’lı yılların sonlarından itibaren ise kamuda ve özel sektörde esnek istihdam örüntülerine yasal dayanak kazandırılarak iş gücü piyasası kademeli biçimde güvencesizleştirildi.

2000’lere gelindiğinde, esnek istihdam ve “uzaktan”, “hibrit”, “yarı-zamanlı”, “kısa süreli”, “geçici”, “sözleşmeli”, “mevsimlik” diye anılan çalışma türevleri Türkiye kapitalizminin agresif büyüme ve birikim stratejisi açısından daha büyük işlevsellik kazandı. Devlet ve şirketler, esnek ve güvencesiz çalışma tipleri aracılığıyla emek rezervlerini tamamen kontrollerine alırken, emekçileri diledikleri süre ve yoğunlukta, diledikleri istihdam modelinde çalıştırma serbestliğine kavuştu. Esnek ve güvencesiz iş gücü piyasasıyla birlikte sermayenin emek üzerindeki tasarrufu ve denetimi daha da arttı. Çalışma sürelerinin mutlak olarak uzatılmasını ve yoğunlaştırılmasını merkezine alan standart dışı istihdam türleri olağanlaştırıldı.

Türkiye’de kamu sektöründe esnek çalışmanın çerçevesi 6111 sayılı torba yasa ile 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda (DMK) yapılan değişiklikle oluştu. 2011 yılındaki düzenleme ile kamuda “uzaktan”, “hibrit”, “yarı-zamanlı” çalışmanın temelleri atıldı: “Memurların yürüttükleri hizmetin özelliklerine göre, bu madde uyarınca tespit edilen çalışma saat ve süreleri ile görev yerlerine bağlı olmaksızın çalışabilmeleri mümkündür.” (DMK - madde 100)

18 Temmuz 2025 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan “Devlet Memurlarının Yarım Zamanlı Çalışma Hakkının Kullanılmasına İlişkin Yönetmelik” ile de 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun ek 43’üncü maddesinde “Doğum sonrası yarım zamanlı çalışma” düzenlemesi yürürlüğe kondu. Madde uyarınca çalışma süresi haftada üç günü geçemeyecek; günlük süre üç saatten az, sekiz saatten fazla olmayacak şekilde, memurlar maaşlarının ve ödemelerinin yarısını alacak; öğle arası ve mesai dışı çalışma yapılamayacak.

Burada bir parantez açmak gerekiyor. Bu düzenlemenin arkasında Avrupa’daki iş gücü politikalarında merkezi bir tema haline gelen “iş-yaşam dengesi” bulunuyor. Ancak bu dengeyi kurmayı sağlayacak çok sayıda sosyal olgu mevcutken, çocuk ve doğum öne çıkarılıyor. Türkiye’de kamuda kadınlarla ilgili esnek çalışmanın doğum üzerinden yürürlüğe sokulması ile iktidarın çocuk doğurmayı teşvik eden (pronatalist) politikaları arasında bağ olduğu ortadadır. Kadını aile üzerinden kodlayan çalışma rejiminde, nüfus artış hızının düşmesine bağlı olarak doğumu teşvik eden politikalar bu tip bir düzenlemeyi zaruri kılmıştır. Bu durum sadece Türkiye’ye özgü değildir; Eurofound’un belgelerinde “iş-yaşam dengeli” esnek çalışma rejiminin gerekçeleri arasında AB genelindeki düşük doğum oranları ve yaşlanan nüfus gösterilir.(5)

Düzenlemelerin gerekçeleri ne olursa olsun, esneklik türevlerinin veya “yeni nesil çalışma” olarak nitelenen atipik istihdam modellerinin kökeninde düşük maliyetli, kolay denetlenebilir, ucuz istihdam biçimlerinin yaygınlaşması yer alır. 12. kalkınma planının 960. maddesinde kamu personelinin verimliliğinin artırılmasına yönelik çalışmalar yapılacağı, esnek çalışma modellerinin uygulanmasına yönelik mevzuat çalışmalarına başlanacağı, 405. maddesinde de sosyal güvenlik mevzuatının yeni nesil esnek çalışma modellerine uyumlu hale getirileceği belirtilir. “Master plan” niteliğindeki 12. kalkınma planı doğrultusunda 2025-2027 yılı orta vadeli programda da sosyal güvenlik mevzuatının değişen iş gücü piyasası koşullarına ve yeni nesil esnek çalışma şekillerine uyumlu hale getirilmesi hedefler arasındadır.

Kamu veya özel sektör işverenlerinin kazandığı bir diğer esneklik avantajı, daha çok çalıştırmadır. Salgın döneminde sosyal izolasyonla yaygınlaşan ev-iş yeri bileşimli çalışma rejimi aracılığıyla çalışma süreleri uzamış, ev içi ortamda boş zaman ile mesai birbirine karışmıştır. Eurofound’un verilerine göre, salgın döneminde uzaktan çalışanların ofisten çalışanlara kıyasla, AB’nin haftada 48 saatlik yasal çalışma sınırını 2 kat aştığı görüldü. Uzaktan çalışanların neredeyse yüzde 30’u her hafta boş zamanlarında birden fazla kez çalışmak zorunda kaldı.

Şu anda ‘güvenceli esneklik’ olarak dolaşıma sokulan, ‘çalışan dostu’ ya da ‘ayrıcalık’ gibi resmedilmeye çalışılan yeni nesil esnek çalışma modellerinin kökeni Avrupa Konseyi ve Avrupa İstihdam Stratejisi’ne kadar uzanıyor. Avrupa Konseyi belgesine göre “Esneklik ve güvenlik arasında doğru denge sağlamak”, “Firmaların rekabet gücünü desteklemek”, “İş yerinde kalite ve üretkenliği artırmak”, “Firmaların ve işçilerin ekonomik değişime uyum sağlaması” gibi gerekçelerle sermaye ile emek arasındaki ilişkiye sermaye lehine bir boyut kazandırılmış; işverenlerin birden çok esneklik tipinde emekçi istihdam etmesi kolaylaştırılmıştır.

Esneklik ya da ‘yeni nesil’ şeklinde tanımlanan çalışma tipleri ilk bakışta çalışan lehine opsiyonel bir fayda taşıyormuş gibi sunulsa da, bunların arkasında sınıf temelli çatışmaları zayıflatıp uzlaşma temelli sosyal diyaloğu öne çıkarma amacı bulunuyor. Tülin Öngen, esneklik paradigmasının emeği kendi içinde bölerken, iş süreçlerinden ve mevcut iş gücü niteliklerinden hızla uzaklaşan bir yedek iş gücü rezervinin oluşumunu hızlandırdığını belirtir.(6)  İş gücü türleri standartlaşır ve niteliksizleşir; bu da çalışma ve iş günü esnekliği dışında, işverenlere işten çıkarma ‘esnekliği’ kazandırır.

***

(1) Michel Pêcheux, “Language, Semantics and Ideology”, https://link.springer.com/book/10.1007/978-1-349-06811-1

(2)  Yiğit Karahanoğulları, Türkiye’de Neoliberalizmin Kuruluş Süreci: 1980-1994, SBF Dergisi, Cilt 74, No. 2, 2019, s. 429-464

(3)  Metin Özuğurlu, “Sosyal Polı̇tı̇ka Dı̇sı̇plı̇nı̇nı̇n Dı̇lı̇: Kavram İnşasında Algı Etkı̇sı̇ mı̇ Olgu Temelı̇ mı̇?​”, CEEİK 2018, s. 28-38

(4)  Massimo De Angelis, “Trade, the global factory and the struggles for new commons”, July 2000), p. 32

(5)  Work–life balance: Policy developments, https://www.eurofound.europa.eu/en/resources/article/2024/work-life-balance-policy-developments

(6)  Tülin Öngen, “Sınıf Mücadelesi Rejimi Olarak Esneklik”, Petrol-iş yıllığı, 1995-1996

Epstein adasında Cumhuriyetçiler, Demokratlar ve Amerikan yargısı -Aras Coşkuntuncel-

Trump karanlık bir milyarderin zenginler, ünlüler ve politikacılar için kurduğu reşit olmayan kız ve erkek çocuklarının cinsel istismarı ve pedofili ağının bir parçası mıydı? ABD’de bir süredir gündemlerden biri bu. Epstein dosyaları olarak adlandırılan, Jeffrey Epstein isimli bir milyarderin kız ve erkek çocukları ağına düşürüp çevresindeki ünlülerle Karayiplerdeki özel adasındaki malikanede kameraya çektiği iddialarıyla açılan davalar sonucu Epstein’in sevgilisi Ghislaine Maxwell mahkemelerce suçlu bulunmuş, Epstein ise davaları sürerken 2019’da hapishanede ölü bulunmuştu. Epstein’in bahsedilen çevresi Bill Clinton’dan Prens Andrew’a, Donald Trump’tan Ehud Barak’a oradan bir dolu ünlüye ve CEO’ya kadar uzanıyor. Davaların akıbetine ve Epstein’in çevresindeki isimlere bakınca bu davalar iki açıdan önemli: ABD yargısının ve kolluk kuvvetlerinin nasıl da baştan aşağı politik ve yozlaşmış olduğu ve Demokratlarla Cumhuriyetçilerin aynı kulübe ait oldukları.

Siyasal yargı

Örneğin Donald Trump’ın bu uluslararası seks ticaretinin merkezi sayılan Epstein adasının müdavimi olduğu kanıtlanırsa ne olur? Pek bir şey olmaz çünkü yüksek yargı iki Trump döneminde Trumpçı yargıçlarla dolduruldu. Amerikan federal mahkemeler sistemi Amerikalıların günlük yaşamı üzerinde büyük bir güce sahip. Seçimlerin sonuçlarından işkenceye, kürtajdan göçmenlerin sınır dışı edilme yöntemlerine kadar birçok hayati meselede sürekli kararlar alınıyor. Yargıçların atanma şekillerinden hangi yargıç ve mahkemenin yukarıdaki konular dahil hangi kararları verdikleri gibi temel göstergelere bakmak bile Amerikan yargısı üzerinde oluşturulan siyasi tarafsızlık ve kişisel çıkarlarını gözetmeyen yargıçlar mitini paldır küldür dağıtıyor. Anayasa Mahkemesi, temyiz mahkemeleri ve bölge mahkemeleri de dahil olmak üzere federal yargıçları başkanlar atıyor ve Senato onaylıyor. Örneğin ömür boyu atanan ve okullardan medyaya etraflarında demokrasi ve hukuk havarisi anlatıları oluşturulan Amerikan Anayasa Mahkemesi ve yargıçlarının süslü cübbeler giydirilmiş bir avuç taraflı ve yozlaşmış avukat olduğunu herkesin yüzüne çarpmaya tek bir Trump dönemi yetti. Anayasa Mahkemesinin arka arkaya son 16 kararının hepsi Trump ne istediyse o yönde çıktı.

Demokrat, Cumhuriyetçi aynı kulübün üyesi

İddialara göre Epstein adası ziyaretçileri listesi Bill Gates, Michael Bloomberg, Eski Hazine Bakanı ve Harvard Üniversitesi Eski Rektörü Larry Summers, Eski Barclays Bankası CEO’su Jes Staley, Victoria’s Secret CEO’su Leslie Wexner, Eski CIA direktörü Bill Burns, emlak devi Mort Zuckerman, Eski Senatör George Mitchell, Hollywood yapımcısı Harvey Weinstein şeklinde uzayıp gidiyor. Davayla ilgili bir de bir çok kişinin dillendirdiği Epstein’in Mossad ajanı olabileceği ve hapishanede intihar etmediği, öldürüldüğü gibi spekülasyonlar da var.

Epstein davası 2000’lerin ortalarına kadar uzanıyor. 2008’de örneğin reşit olmayan kız çocuklarını cinsel istismar suçları dahil bir dizi itirafı karşılığı Epstein dönemin Florida Bölgesel Başsavcısı Alex Acosta’dan ödül gibi bir anlaşma almış ve bir şehir hapishanesinin özel bir bölümünde haftanın altı günü gündüzleri çalışma izni ile dışarı çıkabildiği 13 ay geçirmişti. Anlaşma aynı zamanda Epstein’e federal suçlamalardan muafiyet getirmiş, FBI da davanın peşini bırakmıştı. O günden bugüne Demokrat ve Cumhuriyetçi iktidarlar davalarda adı geçenleri korudu. Trump Acosta’yı ilk döneminde çalışma bakanı atadı; bugün de Trump yönetimi “Müşteri listesi yoktu, aslında hiç olmadı” diye belgelerin açıklanmasına yönelik kendi tabanı da dahil gelen baskıları savuşturmaya çalışıyor. Bu arada davayla ve Trump’ın Epstein ile olan çok yakın ilişkileri ile ilgili sürekli belge ve fotoğraf da sızmaya, Trump’ın Epstein’i yere göğe sığdıramadığı eski röportajlar tekrar gün yüzüne çıkmaya devam ederken Demokratlar da meseleyi pek kurcalamamaya özen gösteriyor. Bill Clinton, Donald Trump, Bill Gates, Amerikan yargısı, kolluk kuvvetleri hepsinin buluştuğu yerlerden biri Epstein parantezi.

EVRENSEL

GÜNDEM -26 Temmuz 2025-

Kıyı işgalinin yeni biçimi: Kruvaziyer turizmi -Şeyma Akcan-

Türkiye’de gittikçe büyüyen ve ülkeye döviz girişinin bir aracı olarak görülmeye başlanan kruvaziyer turizmi kıyıları yurttaşlara kapatıyor, denizi kirletiyor ve birkaç turizm şirketini zengin ediyor.

Tatil amaçlı kullanılan, konfor imkanlarıyla belirli standartlara sahip gemileri ifade eden kruvaziyer, üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye gibi bir ülke için turizm açısından bir “ticaret kapısı”. Türkiye’de kruvaziyer turizmi son yıllarda hızla büyürken, bu büyümenin kıyı kentlerinde yol açtığı mekansal dönüşüm, halkın yaşam alanlarını ve kamusal erişim hakkını tehdit ediyor. Akademik çalışmalarda da bu tür turizme dönük yatırımların yalnızca ekonomik değil, çevresel ve toplumsal açıdan da ciddi sorunlara yol açtığı vurgulanıyor. Türkiye’de kruvaziyer turizmi 2020’lerin ortasından itibaren büyük bir ivme kazandı. Galataport’a giden bir kruvaziyer, Bodrum’dan ve Kaş’tan da geçiyor.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı Denizcilik Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2024 yılında Türkiye limanlarına demirleyen kruvaziyer gemi sayısı 1062’ye, gelen yolcu sayısı ise 1 milyon 542 bin 522’ye ulaştı. 2025’in ilk altı ayında ise 490 kruvaziyer gemiyle gelen yolcu sayısı 732 bin 302 olarak kaydedildi. Bu artış Kuşadası, Galataport, Bodrum, Çeşme gibi limanların altyapı yatırımlarıyla doğrudan bağlantılı.

Bir yolcunun günlük harcaması 400-450 dolar

Galataport İstanbul Yönetim Kurulu Üyesi Erdem Tavas, Arap kruvaziyer markası AROYA Cruises’ın Galataport İstanbul’u ana limanı olarak seçtiğini açıklamıştı. Geçen seneye göre ana liman yolcu sayısının yüzde 134 arttığını belirten Tavas, “Aynı zamanda yolcu sayımızı da yüzde 46 artırarak bu sene sadece İstanbul’da 600 bin yolcuyu ağırlıyor olacağız. Bunun 90 bini AROYA’dan oluşuyor” demişti. Ana liman olarak gelen bir yolcu, normal bir yolcunun 6-7 katı daha fazla para harcıyor, yani bir yolcunun 400-450 dolar günlük harcaması oluyor.

Ancak bu büyümenin, kıyı alanlarının kullanım biçimlerinde yarattığı dönüşüm ciddi sorunları da beraberinde getiriyor.

Kruvaziyer terminalleri çevresinde geliştirilen altyapı ise “kıyı işgali”ne neden oluyor. Kıyılarda oluşan terminaller, güvenlik çemberleri, pasaport ve gümrük kontrolleri, karaya çıkış ve biniş kısıtları gibi uygulamalarla halkın sahil alanlarına erişimi sınırlandırılıyor.

Çevresel riskler: Deniz kirliliği ve atık yönetimi

Kruvaziyer turizminin çevresel etkileri de eleştirilen noktalardan biri. Gemilerin limanlardaki bekleme süresince ortaya çıkardığı karbon salımı, deniz suyu kirliliği, atık su ve çöp birikimi gibi etkiler, özellikle küçük liman kentlerinin altyapı kapasitesini zorluyor.

Akademik çalışmalarda, Türkiye limanlarında kruvaziyer gemilerinin yol açtığı çevresel etkiler konusunda yeterli atık yönetimi sistemleri bulunmadığı belirtiliyor. Deniz kirliliği, sediment birikimi ve kıyısal ekosistemlerin bozulması en çok vurgulanan sorunlar arasında. Ayrıca Avrupa’da yaygın kullanılan Onshore Power Supply (OPS) gibi emisyon azaltıcı teknolojilere Türkiye’de henüz sınırlı ölçüde geçilmiş durumda.

Turistler belirli gezi turlarına yönlendiriliyor

Kruvaziyer yolcularının büyük çoğunluğu kısa süreli karaya çıkış yapıyor, çıktığında ise kendileri için önceden belirlenmiş belirli rotalara yönlendiriliyor. Dolayısıyla bahsi geçen “yerel ekonomiye katkıları” büyük tur şirketleri ve liman çevresi üzerinden örgütleniyor.

Galataport: Kıyıyı işgal eden lüks transfer noktası

İstanbul’da kıyı işgali denince ilk akla gelen mekan olan Galataport, artık aynı zamanda “Dünyanın en lüks kruvaziyer limanı.” Galataport, İstanbul’un tarihi sahil dokusunu “Görsel olarak cazip bir turistik ürüne” dönüştürüyor, bu dönüşümün beraberinde erişim kısıtlamaları, güvenlik bariyerleri ve fiili mülkiyet pratikleri geliyor. Kıyı Kanunu’nun 5. ve 6. maddeleri uyarınca, kıyıların “Kamu yararına ve herkesin eşit şekilde kullanımına açık olması” gerektiği esas alınır, ancak Galataport kamuya ait bir sahil şeridini fiilen özel mülk haline getiriyor.

Karaköy ‘utanç duvarı’-Kayhan Ayhan/Birgün-

Ülkede sahilleri halka kapatan otellere yenileri eklenirken, yurttaşların ‘‘Sahiller halkındır’’ talebi sürüyor. Ege bölgesinde sıklıkla karşımıza çıkan görüntülere bir örnek de İstanbul Karaköy Sahili’nde yaşanıyor. ‘‘Deniz Senin, Şehir Senin’’ ve ‘‘İstanbul’un sahilini halka açıyoruz’’ sloganlarıyla açılan Galataport’ta lüks bir oteller zincirine ait olan otelin kıyı şeridinin önemli bir kısmını kapatmasına ilişkin tartışmalar sürüyor. Sahile inşa edilen lüks otelin Karaköy Sahili’ni bir panel ile halka kapatması, duvarın bir tarafında boğaza karşı şezlonglarda havuza girenlerin olması diğer tarafında ise sıcağın altında oturmak için bank bulmaya çalışan yurttaşların görüntüsü dikkat çekiyor.Yurttaşlar ‘‘Karaköy Rıhtımı boyunca kıyıda kesintisiz bir şekilde yürüyebilecekken, otelin paneline tosladığımız için tekrar kıyıya ulaşmak biraz çaba istiyor. Bu ülkede paran varsa, içerde adamın varsa sahili de kapatırsın, plajı da kapatırsın, ormanı da kapatırsın’’ dedi. Kıyıların halka kapatılmasının Anayasa’ya aykırı olduğunu söyleyen yurttaşlar “Hiçbir kıyı halka kapatılamaz’’ diye tepki gösterdi.

Balık bakandan kokuyor / Turizm patronlarına vergi yok, arazi tahsisi var -Nisa Sude Demirel-

Turizmin evrildiği noktada Türkiye’ye gelen turistlerin yaklaşık yüzde 50’si paket tur tercih ediyor. Türkiye’nin en büyük tur şirketlerinden ETS Tur’un patronu Bakan Mehmet Nuri Ersoy.

Türkiye’de turizm; otel ve tur şirketi patronlarına imtiyazlar, arazi ve kıyı tahsisleri, vergi muafiyetleri ile büyüyor. Turizm sektöründe güvencesiz 1.4 milyon işçi çalışıyor. Turizm şirketleri 2023’te 115.1 milyar dolar ciro elde etti. Otellerin cirosu 2020’de 5.5 milyar dolar, 2021’de 7.5 milyar dolar, 2022’de 9.5 milyar dolar, 2023’te 15 milyar dolar, 2024’te ise 19.3 milyar dolara çıktı. Turizmin evrildiği noktada Türkiye’ye gelen turistlerin yaklaşık yüzde 50’si paket tur tercih ediyor. Türkiye’nin en büyük tur şirketlerinden ETS Tur’un patronu Mehmet Nuri Ersoy ise bugün Kültür ve Turizm Bakanı.

Sınırsız teşvik ve tahsisin önü açıldı

Ersoy, Kültür ve Turizm Bakanlığı görevine geldikten 3 sene sonra, 2021’de Turizmi Teşvik Kanunu’nda değişiklikler yapıldı. Bu değişiklerle 2021’de Cumhurbaşkanınca kabul edilen yatırımlarda; kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgeleri için belirlenen istisna, muafiyet ve teşvik hükümlerinin turizm merkezleri için de uygulanmasının önü açıldı. Turizm merkezleri içinde yer alan korunan alanlara ilişkin plan tekliflerinin sadece Kültür ve Turizm Bakanlığına sunulması sağlandı. Bakanlığa turizm merkezleri içindeki planları yapma, yaptırma, resen onaylama yetkisi verildi. Yine bakanlık kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgeleri ve turizm merkezleri ile denize kıyısı olan ilçelerdeki alanları yatırımcılara tahsis etmeye yetkili kılındı.

Bakanın otelleri vergi ödemiyor

Bakan Ersoy; yalnızca ETS Tur’un değil, Türkiye’nin en büyük ve lüks otel zincirlerinden Maxx Royal ile Voyage Hotels’in de sahibi. Öyle ki Maxx Royal’in helikopter hizmeti dahi var. Maxx Royal zincirinde 4, Voyage Hotels zincirinde ise 5 otel var. Bu otellerin tümü kıyıyı işgal ediyor. Örneğin Maxx Royal’in Belek’teki otelinde ağustos ayında 2 kişinin 4 gecelik konaklaması -yine Bakana ait ETS Tur’a göre- 250 bin TL’den başlıyor, 400 bin TL’yi aşan fiyatları görüyor. Aynı tarihlerde Voyage Hotels’in Manavgat’taki otelinde ise 2 kişilik konaklama masrafı 130 bin TL’den başlıyor, 200 bin TL’ye kadar çıkabiliyor.

‘Lüks’ sayılacak hizmetler veren, dört bir yanda reklamları görülen bu otel zincirleri; iş vergi vermeye geldiğinde ise ortadan kayboluyor. Bu iki otel zincirinin resmiyetteki isimleri Voyag Turizm Otelcilik ile MRA Turizm ve Otel İşletmeciliği AŞ. Voyag Turizm Otelcilik, 2019, 2020, 2021 ve 2023 yıllarında hiç vergi vermedi. 2022’de 21 milyon 336 bin 55 TL, 2024’te ise 142 milyon 148 bin 81 TL vergi verdi. MRA Turizm ve Otel İşletmeciliği ise 2019, 2020, 2021, 2022, 2023 ve 2024 yıllarında hiç vergi vermedi.

Şaibeli arsa tahsisleri

Yakın zamanda Antalya’nın Belek ilçesinde yıllardır orman yangınlarına müdahale amacıyla kullanılan Belek Orman Yangın Üssünün Kültür ve Turizm Bakanlığının aldığı plan değişikliği kararlarıyla otel alanına dönüştürüldüğü ortaya çıktı. Otel alanına dönüştürülen bölge, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’a ait Maxx Royal ve Voyage otellerinin hemen bitişiğinde yer alıyor. Yine Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un sahibi olduğu Ersoy Otelcilik tarafından Muğla-Bodrum’un Çiflik Mahallesi, Adayalı mevkii 308 ada, 1 ve 4 parseldeki toplamda 124 bin metrekarelik ormanlık arazi üzerinde Maxx Royal Bodrum oteli yapılması planlanıyor. 265 milyon 675 bin TL yatırımla yapılması planlanan otelde 325 oda ve 750 yatak kapasitesinin yanı sıra ikisi kapalı biri açık üç havuz, toplantı salonları, hamam, sauna, çeşitli bar ve restoran olması planlanıyor. Otel projesinin 2014 yılında aldığı ‘ÇED gerekli değildir’ kararı mahkeme tarafından iptal edilmiş, revize edilen proje için temmuz 2024’te nihai rapor oluşturularak uygun görüş verilmişti.

Sadece ÖTV ile sınırlı kalmadı: Bir gecede yüzde 222 vergi zammı!-Cumhuriyet-

ÖTV oranlarında yapılan zamla birlikte zincirleme olarak KDV de artıyor. Hal böyle olunca vatandaşın cebinden çıkan vergi tavan yaptı ve vergi yükü yüzde 222 arttı. İşte ayrıntılar... 

Halihazırda enflasyon altında ezilen yurttaşın üzerindeki vergi borcu da giderek artarken, sıfır otomobillerdeki özel tüketim vergisi (ÖTV) oranlarında yapılan düzenlemeyle vatandaşın ödeyeceği katma değer vergisi (KDV) de yükseliyor. ÖTV artışından en çok etkilenen pick-up’larda zincirleme olarak KDV de artış gösterdi. ÖTV oranının yüzde 4’ten yüzde 50’ye çıkarılması zincirleme olarak ödenecek KDV’yi de artırınca vergi sistemine yönelik eleştiriler dile getirilmeye başlandı.(YÜZDE 20 KDV DE EKLENECEK) Nefes gazetesinden Ali Öztürk'ün haberine göre; örnek olarak, trafik tescil giderleri hariç 2 milyon 665 bin 830 lira bir pick-up’ın düzenlemeden önce 106 bin 233 TL olan ÖTV’si, artık 1 milyon 327 bin 915 TL’ye çıkacak. Bu fiyatın yanında yüzde 20 KDV de eklenecek. (DÜZENLEMEYLE FAHİŞ ARTIŞ) KDV’si düzenleme öncesi 552 bin 413 TL olan aracın, düzenlemenin ardından yüzde 50 ÖTV’li fiyatı 3 milyon 983 bin TL’ye yükseleceği için, KDV’si de 796 bin 749 TL’ye çıkacak. Maliye’nin toplam ÖTV ve KDV tahsilatı da 658 bin 646 TL’den 2 milyon 124 bin 664 TL’ye kadar yükseliyor. Bu örneğe göre, cepten çıkacak vergi bir gecede yüzde 222 yükselmiş oluyor.

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -25 Temmuz 2025-

Memleketi ateşe attılar

Öne Çıkan Yayın

“Baltacı ve Katerina efsanesi” yazıları üzerine bir özür ve etik tartışma -Faruk Bildirici /T24-

Mehmet Ali Çiçekdağ, Metin Gülbay ve Vikipedi’den alıntılar yapmış ama hiç kaynak göstermemiş. Gülbay ise Vikipedi’den alıntı yaptığı bölüml...