Dağıtım şirketlerine dokunmayan devletin yangını engelleme yöntemi: Elektrik kesintisi
Elektrik dağıtım şirketlerinin bakım-onarım eksikliğinden kaynaklı yangınların katlanarak arttığı ülkemizde, söz konusu şirketlerin patronlarına herhangi bir yaptırım uygulanmıyor. Devletin yangın riskinin artmasına bulduğu çözümse yurttaşı mağdur ediyor: Elektrik kesintisi!
Ülkemiz orman yangınları riski yüksek bölgelerin olduğu bir coğrafya.
Sıcak hava, nem, rüzgar gibi koşullar bu riski artıran etkenlerden olsa da yangınları önleme yerine yangınları söndürme odaklı anlayış ve iktidarın bu alandaki politikaları esas belirleyen haline gelmiş durumda.
Hazırlıksız şekilde ve koruyucu ekipman verilmeden çalıştırılan orman işçileri, eğitim alanındaki yetersizlikler, yıllardır tartışılan yangın filoları, araç ve personel sayısının azlığı ölümlerle sonuçlanıyor.
Öte yandan bir diğer önemli başlık da özelleştirilen elektrik dağıtımı.

Kopan elektrik telleri, patlayan trafolar kimin suçu?
Orman alanlarından geçen elektrik hattı sayısının artmasıyla bu alanlarda yapılması gereken traşlama, bakım-onarım gibi hizmetlerin eksik bırakılmasıyla söz konusu yerlerde risk artıyor.
Bakım ve onarımdan elektrik dağıtım şirketleri, bunların denetiminden de Tarım ve Orman Bakanlığı'na bağlı orman genel müdürlükleri sorumlu.
İl orman müdürlükleri zaman zaman yangınlarla ilgili raporlar hazırlasa da bu raporlar yangınları önlemeye yetmiyor.
Ne şirketler üzerine düşenleri yapıyor ne de zaten eksik bırakılan denetimler sonuç veriyor.
Sorumlu elektrik dağıtım şirketleriyse çoğunlukla etkin bir inceleme ya da soruşturma bile yapılamıyor. Aksine şirketler devlet teşvikleri, açılan orman arazileri, silinen vergi borçlarıyla adeta ödüllendiriliyor.(https://twitter.com/i/status/1940883511340421184)
Özelleştirmeler sonucu enerji kaynaklı yangınlar katlandı
Elektrik Mühendisleri Odası'na (EMO) göre, enerji altyapısı, en büyük yangın tehditlerinden biri. Oda daha önce yayımladığı raporlarda kaçak akım rölelerinin eksikliğine, iletim hatlarında izolasyon problemlere ve düzensiz bakıma dikkat çekmişti.
Geçtiğimiz günlerde soL'a konuşan EMO Yönetim Kurulu Başkanı Mahir Ulutaş'sa elektrik kaynaklı yangınların yıllar içerisinde katlanarak arttığına işaret etti. Ulutaş "Orman Genel Müdürlüğü'nün istatistiklerine göre, orman yangınlarının yüzde 45’inin kaynağı belli değil. Geri kalan yüzde 55’lik kısmını yüzde 100 kabul edersek, oranın yüzde 25’i elektrik kaynaklı. Özelleştirmeler sonucu bu beş katına çıkmış durumda" dedi.
Ormancılar Derneği tarafından hazırlanan "Orman Yangınlarına Dirençli Yerleşim Yerleri Stratejik Plan Esasları ve Uygulama Rehberi" başlıklı raporda da yangınların çoğunun insan kaynaklı olduğu ancak büyük yıkıma neden olan yangınların çıkış noktasında enerji altyapısının yer aldığını ortaya konuluyor.

yangınlar arasındaki dağılımı incelendiğinde 2019 hariç günümüze kadarki yıllarda yanan alan miktarında önemli bir yere sahip. Kaynak: Ormancılar Derneği
Elektrik iletim hatlarındaki arızalar, kısa devreler ve bakım eksiklikleri, enerji kaynaklı yangınların başlıca sebepleri arasında yer alıyor.
Tahliye ya da söndürme sırasında ulaşım için kullanılan yolların kenarındaki elektrik hatlarının her yıl kontrol edilmesi, bu hatlarla ormanlık alanlar arasındaki örtü temizliğinin düzenli olarak yapılması gerekirken, özellikle kırsal bölgelerdeki denetimler çok yetersiz.
Vali 'elektrik kaynaklı' dedi, şirket reddetti, İzmir İtfaiyesi'nin raporu yalanı ortaya çıkardı
Yenilenmeyen elektrik hatlarının çıkardığı yangınları faturası ağır oldu.
Geçtiğimiz yıl Diyarbakır-Mardin yangınında 15 kişi yaşamını yitirdi, binlerce dönüm arazi yandı, yüzlerce hayvan can verdi. Ön raporlar ve görüntülerle sebep ortaya çıktı: DEDAŞ’ın önlem almadığı elektrik direkleri. Ancak kimse yargılanmadı.
Bu yıl da özelleştirme İzmir'i yaktı. Önce Seferihisar'da sonra Çeşme'de yangın çıktı. Ardından Ödemiş'teki yangın en az bir mahalleyi yok etti.
İzmir Valisi Süleyman Elban Buca dışındaki tüm yangınların elektrik hattı kaynaklı başladığını duyurdu. Kente elektrik dağıtan şirket GDZ Elektrik'se "Somut bulgu yok" dedi.
Şirket, "Elektrik kaynaklı yangınlar, yalnızca yaz aylarında oluşabilecek olaylar değildir. Yaz aylarında, sıcaklıkların çok arttığı, nem oranının düştüğü ve yüksek hızlı rüzgarların olduğu dönemlerde yangın riski her zamankinden fazladır" diyerek kendini savunmaya çalıştı.
Ancak GDZ Elektrik örtmeye çalışsa da İzmir İtfaiyesi'nin raporu gerçeği gösterdi, yangınların elektrik kaynaklı olduğu kesinleşti.

Balya makinesinin kıvılcımından mezara dikilen muma kadar buldular, elektrik şirketlerini tespit edemediler
İzmir Valisi'nin açıklaması sonrası gözler "Şirketlerle ilgili yaptırım olacak mı?" sorusunun yanıtına çevrildi ancak hiçbir adım atılmadı.
Ardından İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, ülkenin dört bir tarafı cayır cayır yanarken yangınlarla ilgili tutuklanan, gözaltına alınan şüphelileri sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlarla duyurdu. Yerlikaya, 26 Haziran-4 Temmuz arasında 12 ilde çıkan 65 orman yangınıyla ilgili olarak 44 şüphelinin gözaltına alındığını, 10'unun tutuklandığını duyurdu.
Ardından da 4-22 Temmuz arasında çıkan 61 orman yangını ile ilgili olarak gözaltına alınan 23 şüpheliden 4’ünün tutuklandığını açıkladı. Açıklamasında sebep olarak tarladaki biçerdöver ve balya makinesinden çıkan kıvılcımlardan, Dersim'de babasının mezarına diktiği mumun kuru otları tutuşmasına kadar her şeyi sıralayan Bakan, yangınlarda Valinin açıkladığı elektrik dağıtım şirketlerini tespit edemedi.

Denetim ve bakım yapılmayınca çözüm olarak elektrik kesintisi bulundu
Ancak tüm bu ihmallerden ders çıkarılmadı.
Eskişehir'’in Seyitgazi ilçesinde çıkan orman yangınına müdahale eden 10 kişi yaşamını yitirdi.
Yeterli onarım-bakım ve denetim yapılmayınca, iktidar çareyi elektrik kesintisi yapmakta buldu.
Bakan Yerlikaya'nın paylaşımlarından da feyz alan Karabük Valisi Mustafa Yavuz, kentte günlerdir süren yangının sebebine doğrudan işaret eden açıklamalar yapmaktan kaçındı. Öte yandan itiraf eder gibi elektrik kesintileri yaptıklarını söylemekten de geri durmadı.
Yavuz, "Enerji kesintisi yaptığımız yerler var. Özellikle yangının sirayet ettiği alanlarda elektrik enerjisinden kaynaklanabilecek sıkıntılara karşı ve olumsuzluklara karşı o anlamda da tedbirlerimizi aldık. Mobil baz istasyonları kurularak vatandaşlarımızın ve görev yapan çalışanlarımızın haberleşmesini kesintisiz yapması noktasında da çalışmalarımız devam ediyor" ifadelerini kullandı.
Bakanlığa bağlı Orman Genel Müdürlüğü de, Çanakkale'deki yangın riski nedeniyle Eceabat için benzer bir karar aldı. Orman yangını riski sebebiyle yarın saat 12:00 ve 18:00 saatleri arasında ilçeye bağlı bütün köylerde elektrik kesintisi yapılacağı duyuruldu.
Sorumlu devlet organları, elektrik dağıtım şirketleriyle ilgili adım atılmasını ve önlem alınmasını sağlamak yerine çözümü yine yüksek sıcaklıkla mücadele eden vatandaşı mağdur etmekte buldu.
***
Oradakilerin gözünden Gazze'de günlük yaşam: Açlık, füze, ölüm ve 24 bin TL'lik un çuvalı...
İki küçük çocuğuyla birlikte Gazze'den tahliye edilen The Times muhabiri Amal Helles, arkasında çok şey bırakmak zorunda kaldı. Helles, İsrail'in açık hava hapishanesine çevirdiği Gazze'de yaşayanlardan edindiği bilgiler doğrultusunda gündelik yaşamı anlattı.
2024 yılının Aralık ayında biri 7, diğeri 6 yaşındaki iki çocuğuyla birlikte önce Mısır'a sonra kazandığı bursla Hollanda'ya taşındı. Arkasında çok şey bırakmak zorunda kaldı: Eşi, annesi, babası, kardeşleri, arkadaşları, ülkesi...
Bağlantılar kopsa da sinyaller kesilse de bir şekilde yakınlarıyla iletişimi sürdüren Helles, Gazze'deki günlük yaşantıyı oradakilerden, İsrail'in açık hava hapishanesine çevirdiği Gazze'de yaşayanlardan edindiği bilgiler doğrultusunda The Times'ta kaleme aldı.
Helles'in annesini nasıl ilk başta tanıyamadığının, küçük kardeşinin bir torba un alabilmek için neler yaşadığının, yaklaşık 490 TL'ye satılan bir adet kabağın nasıl 10 kişiye pay edildiğinin, yeni ortaya çıkan banknot tamirciliğinin, özlemlerin ve daha nicesinin kısa hikayesi...
'Annem olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı'
İsrail'in altyapılara yönelik saldırıları nedeniyle Gazze'deki en büyük sorunlardan biri de iletişim. Amal Helles de günlerce süren başarısız denemelerin ardından bağlantı kopsa da, görüntü bulanık olsa da, sonunda annesiyle görüntülü görüşme fırsatı yakalayabildiğini aktarıyor: "Bağlantı koptu, görüntü bulanıktı, ama sonra yüzü belirdi ve donup kaldım. Bir an onu tanıyamadım. Annem olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı. Yüzü değişmişti. Tanıdığım güçlü, sıcakkanlı, sakin kadın artık zayıf ve yabancı görünüyordu; teni solgun, gözleri çöküktü. Bir zamanlar berrak ve kendinden emin olan sesi, hırıltılı ve gergin bir hal almıştı.
'Kırışıklıklarıma bak' dedi, zorla gülümseyip yanaklarındaki deriyi çekiştirerek. 'Bu savaşta yaşlandım.' 'Hâlâ tanıdığım en güzel kadınsın' dedim. 'Cilt bakımı sırrın ne?' Şöyle cevap verdi: 'Günlerdir doğru düzgün yemek yemiyoruz."

'Açlık füzeler gibi çığlık atmıyor, sessizce öldürüyor'
Amal Helles'in ailesi, Gazze'nin merkezindeki Han Yunus'tan İsrail'in "güvenli bölge" ilan ettiği, ancak ne güvenliğin ne de yiyeceğin olduğu dar ve aşırı kalabalık bir deniz kenarı şeridi olan El Mevasi'ye kaçan çok sayıda kişinin arasında yer alıyor.
Ailesinin de El Mevasi'deki diğer herkes gibi çadırda yaşadığını belirten Helles, ailesinin yaşam koşullarını şu ifadelerle aktarıyor:
"Annem Birleşmiş Milletler Filistinli Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNRWA) Gazze Eğitim Merkezi'nde müdürdü. Babam Filistin Üniversitesi'nde halkla ilişkiler alanında çalışıyordu. Bugünlerde açlığı bastırmak için suyu kaynatıp içine bulabildikleri her türlü yiyeceği koyuyorlar. Şanslılarsa mercimek ve pirinçle besleniyorlar. Bazen mercimeği öğütüp ekmek yapıyorlar.
18 yaşındaki küçük kardeşim Muhammed, üniversitenin ikinci yılında olmalıydı. Oysa o, bir torba un alabilmek için saatlerce kuyrukta bekliyor. Sadece hava saldırıları yüzünden değil, her seferinde evden çıktığında endişeleniyorum: Genç erkeklerin bıçaklanarak öldürüldüğü, unlarının çalındığı veya yiyecek kuyruklarındaki kaosun ortasında ezildiklerine dair hikayeler bolca var.
Savaşın en kötü evresi bu. Sadece bombalamalar durmadığı için değil - gökyüzü İsrail'in hava saldırılarıyla neredeyse sürekli uğulduyor - aynı zamanda insanlar yavaş yavaş öldüğü için de . Açlık, füzeler gibi çığlık atmıyor. Manşetlerde parlamıyor. Sessizce öldürüyor."
'Hedef alınabilecek bir yerdi ama başka seçeneğimiz yoktu'
The Times muhabiri olan Helles, 2024 yılının Aralık ayında eşi ve biri 7, diğeri 6 yaşındaki iki çocuğuyla birlikte Han Yunus'taki evlerinden kaçmak zorunda kalmış. "Ayrılmak istemiyordum. Çocuklara defalarca 'Yakında döneceğiz' diyordum. Ama bir türlü dönemedik" diyen Helles, Han Yunus'taki yaşantısını şöyle aktarıyor:
"Evimiz zaten bir sığınma evine dönüşmüştü. Annem, babam, kardeşlerim ve çocukları binamıza sığınmıştı. Kocamın ailesi birinci katta yaşıyordu. Biz üst kattaydık. O evde yaklaşık 100 kişiyi barındırıyorduk.
Aralık 2023'te saldırılar yoğunlaşınca, ailem Han Yunus Eğitim Merkezi'ne taşındı ve orada tek bir odaya tıkıştırıldık. Çocuklarımızı Refah'a götürdüm ve orada 17 kişiyle birlikte bir bodrum katında yaşamaya başladık. Akan su veya tuvalet yoktu, elektrik ise hiç yoktu.
Ardından, Ocak ayında, güvenli olduğunu düşündüğümüz Tel el Sultan mahallesinde, yanımızdaki bir daireye İsrail hava saldırısı düzenlendi. Çoğu çocuk olmak üzere 11 kişi öldü. O gece çocuklarımla birlikte tekrar kaçtım, bu sefer Doğu Refah'taki kız kardeşimin evine.
Hatta o bölge İsrail'in dijital haritalarında kırmızıyla işaretlenmişti, yani hedef alınabilecek bir yerdi. Ama başka seçeneğimiz yoktu. Sonunda The Times, benim ve çocuklarım için bir tahliye ayarlamamıza yardımcı oldu. Kocam geride kalmak zorundaydı. 25 Temmuz Cuma günü, evlilik yıldönümümüzdü; ayrı geçirdiğimiz ikinci yıl. Keşke her şeyden çok yanımızda olabilseydi."

Bir adet kabak 490 TL: 'Onunla 10 kişiyi doyurması gerekiyormuş'
Çocuklarıyla birlikte Mısır'da geçirdiği 7 ayın ardından Hollanda Beşeri ve Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Enstitüsü'nden burs kazanan Helles, burs sayesinde Amsterdam'a taşındı ve gazetecilik çalışmalarına devam ediyor. "Ailemin aksine, burada barınak, sıcaklık ve yiyecek bulabiliyorum" diyen Helles, ailesinden edindiği bilgiler doğrultusunda Gazze'deki günlük yaşama dair şu bilgileri veriyor:
"Elektriksiz bir ülkede yaşadıkları için onlarla iletişim kurmak zor olabilir. Gazze'de güneş panellerine erişimi olan bazı kişiler, internet şifresi ve görüntülü görüşmeye yetecek kadar güçlü sinyal için ücret talep ediyor. Kocam NBC'de gazeteci olarak çalışıyor ve Han Yunus'ta yaşıyor. Açlığın insanların birbirlerine bakışını değiştirdiğini söylüyor. 'Daha uzun süre bakıyoruz' dedi. 'Bazen bir zamanlar tanıdığımız yüzleri tanıyamıyoruz. Savaş ve açlık onları yeniden şekillendirdi.'
Annem ise yakın zamanda pişirecek bir şeyler bulmak umuduyla pazara gittiğini anlatıyor. 40 şekel (Günümüz kuruyla yaklaşık 490 TL) karşılığında sadece bir kabakla geri dönmüş. Onunla 10 kişiyi doyurması gerekiyormuş. Bana bir kilo unu hamur haline getirmeye nasıl çalıştığını, yakıt olarak kullanabileceği bir şey bulmak için saatler harcadığını (tahta parçaları, karton, tutuşabilecek herhangi bir şey) ve sonunda kişi başı bir tane olmak üzere 12 somun ekmek pişirmeyi nasıl başardığını anlattı.
Teyzem bir gün açlıktan bayıldı ve hastaneye kaldırılıp glikoz serumuyla beslenmek zorunda kaldı. Sıkı bir diyete ihtiyacı olan diyabet hastası amcam ise şu anda sürekli risk altında.
Kız kardeşim Riham da dört kez yerinden edildikten sonra eşi ve çocuklarıyla birlikte El Mevasi'de bir çadırda yaşıyor. Kocası günlerini yardım kamyonlarının geçebileceği ana yolun yakınında bekleyerek geçiriyor. Her gün saatlerce bekledikten sonra, Çarşamba gecesi 25 kiloluk bir un çuvalıyla geri dönmüş.
Riham bana neşeli bir mesaj gönderdi; sadece sonunda yiyecek buldukları için değil, kocasının sağ salim döndüğü için de. Çocukları onu, eve nadir bir hazine getirmiş gibi karşıladı. Aile o gece çadırlarının dışında geç saatlere kadar yemek pişirdi. Fırın veya gaz olmadığı için insanlar, moloz ve odun parçalarından yapılmış bu tür açık ateşlere güveniyor. 'Ama çoğu gece onlara verebildiğim tek şey çorba' dedi Riham. 'Aç uyuyup aynı şekilde uyanıyorlar.'"

Yeni bir meslek ortaya çıktı: Banknot tamirciliği
Bölgede ciddi bir nakit krizi yaşandığını belirten Helles, "Birçok dükkan ve satıcı, yıpranmış ve yırtılmış oldukları için artık banknot kabul etmiyor. İsrail, savaş başladığından beri Gazze'ye yeni para girmesine izin vermediği için, kalan banknotların çoğu kullanılamayacak kadar hasarlı" diyor.
Bu durumun Gazze'de yeni bir işin ortaya çıkmasına neden olduğunu aktarıyor Helles: Banknot tamirciliği. Helles, "Eski banknotları 'lamine etmek' için bir ücret alıyorlar, bu da onları kullanılabilir durumda tutmak anlamına geliyor" diyor.
ATM'lerin çoktan bozulduğunu bildiren Helles, şöyle devam ediyor:
"Bu yüzden 'nakit komisyoncuları', insanların bankalardaki kendi paralarına erişmelerine yardımcı olmak için yüksek komisyonlar alıyor. Annem yakın zamanda bir bankacılık uygulaması aracılığıyla onlara 1000 şekel (Günümüz kuruyla yaklaşık 12 bin TL) ödedi. Kendisine sadece 600 şekel (Günümüz kuruyla yaklaşık 7 bin TL) nakit verildi."
Temel gıda malzemelerine ulaşım zorlaştı, fiyatlar uçtu
İnsanların takasa yöneldiğini söyleyen Helles, "Arkadaşlarımdan birkaçı artık temel ihtiyaç maddelerini takas etmek için Facebook gruplarını kullanıyor: Bir torba mercimek karşılığında bir torba pirinç veya şeker karşılığında un" diyor.
Helles, ailesinden edindiği bilgiler ışığında temel gıda malzemelerinin ortalama fiyatlarını da şöyle aktarıyor:
- Bir kutu bakla: 25 şekel (Yaklaşık 294 TL)
- Bir kilo mercimek: 60 şekel (Yaklaşık 710 TL)
- Domates ve salatalığın kilosu: 100 şekel (Yaklaşık 1090 TL)
- Soğanın kilosu: 120 şekel (Yaklaşık 1440 TL)
Helles ortalama fiyatları aktarıyor ancak bu malzemelere ulaşımın çok zor olduğunu da belirtiyor.
"Una gelince, altın değerinde: 'Savaştan önce bir kilo un 3 şekelden (Yaklaşık 25 TL) fazla değildi' dedi kız kardeşim" diyen Helles, şimdi eğer bulunabilirse 25 kiloluk bir un çuvalının ortalama 2 bin şekele (Yaklaşık 24 bin TL) satıldığını belirtiyor.
Yani kaba bir hesaplamayla saldırılardan önce 882 TL'ye satılan 25 kilo unun fiyatı yaklaşık 27 kat arttı.

'Günlerimiz kısa mesajlar, istikrarsız sinyaller ve sürekli bir korkuyla geçiyor'
"Artık Gazze'den uzakta, Hollanda'da yaşıyorum" diyen Helles, hissettiklerini şöyle anlatıyor:
"Ama açlık asla uzakta değil. Telefon görüşmelerimde, her gün duyduğum şu sözlerde: 'Açız... yiyecek yok... ölmeyi bekliyoruz.'
Gittiğimden beri, dolu bir tabağın ne kadar ağır gelebileceğini öğrendim. Yemeklere bakıp yüzler görüyorum: kocam, annem, babam, yeğenlerimin yüzleri. Günde sadece bir kez yiyorum, oruç tuttuğum için değil, onlar hiçbir şey yemediğinde ben de yemeye dayanamıyorum.
Ve açlığın ötesinde, korku da var. Kocam hâlâ orada, hâlâ belgeliyor, hâlâ hayatta kalmaya çalışıyor. Sayamayacağım kadar çok kez ölüme yaklaştı. Günlerimiz kısa mesajlar, istikrarsız sinyaller ve sürekli bir korkuyla geçiyor.
İnsanlar güvende olduğumu söylüyor. Ama sevdikleriniz güvende olmadığında, güvende olmak bambaşka bir his. Gazze'de değilim. Ama Gazze yaptığım her şeyde var. Ailem iyi beslenip tehlikeden uzak olana kadar kendimi asla tam hissedemeyeceğim."
***
Neden açık konuşamıyorlar?-Aydemir Güler-
Türkiye’nin bir aydınlanma derinliği var. O derinlikte makamları etnik ve dini kimliklere paylaştırma projesi boğulur. O derinlikte yeni-Osmanlıcılar, yeni-saltanatçılar nefes alıp veremez. O derinlikten cihat ve fetih rüyalarının arkasına dizilecek bir halk çıkmaz.
Lozan’ın yıldönümü iki gün önceydi ve Erdoğan bu vesileyle içinde “Lozan Barış Antlaşması sayesinde milletimizin vatan topraklarını işgal eden müstevlilere karşı elde ettiği zafer, uluslararası alanda da onaylanmıştır.” cümlesinin geçtiği bir mesaj yayınladı. Açıklamanın öncesi ve sonrası şu an konumuz değil…
Açıklamada gençlerin “anlamayabileceği” değil, sadece resmi açıklama yazıcılarının anladığı birtakım sözcüklerin neden kullanıldığına da takılmayalım. “Müstevli istilacı demektir” diyelim, geçelim. Belki de zaferin kime karşı kazanıldığı belirsizleşsin istemiştir bir yazıcı. Konumuz bu da değil.
Konu şu; Erdoğan’ın gerçek düşüncesi yukarıdaki satırlarda mıdır, yoksa 2016’da Sarayında muhtarları ağırladığında söylediklerinde mi?
“Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada.”
Sorumuzun yanıtı açık. 2016’da Erdoğan 2025’e göre çok daha samimidir.
Lozan’ın zafer sayılamayacağını, “Ege adalarının kaybedilmesi” olarak açıklamasını da geçelim. Erdoğan’ı biri kandırmış mıdır, yoksa danışmanlar külliyen mi cahildir, bilmiyorum. Ama Ege Adaları Lozan’dan önce Osmanlı tarafından bırakılmıştır. Bu sabittir.
Cumhurbaşkanı muhtarlara “Sevr ölümse, Lozan sıtmadır” demek istiyor. Lozan’ın Sevr’i yırtıp atan bir savaşın ürünü olduğu açıktır ve ölümü gösterip sıtmaya razı etmek deyiminin örneğimizle herhangi bir alakası yoktur. Ama bu yolla iki antlaşma arasındaki Kurtuluş Savaşının itibarsızlaştırıldığı kesindir.
Sevr Birinci Paylaşım Savaşının sonunda dünya haritasını çizen bir dizi antlaşma arasında, herhalde en kısa ömürlü olanı. Lozan da bir harita tartışması içerir. Ve aynı dönemden kalan, en uzun ömürlü antlaşmadır.
Bu antlaşmaların kimisi kazanan emperyalistlerin isteklerine uygun, kimileri tersti. Örneğin Versay, yenik Almanya’yı emperyalist yarıştan tamamen diskalifiye etmeyi öngören, Alman halkına da kölelik dayatan bir belgeydi. İkinci bir paylaşım savaşı yolunda patladı.
Brest-Litovsk savaştan bir büyük devrimle çekilen Rusya’yı konu alıyordu. Nasıl yeni Türkiye Lozan’da dünyaya kendini kabul ettirmişse, sosyalist Rusya da Brest-Litovsk’dan benzeri bir sonuçla çıktı. Emperyalistlerin intikam hezeyanının bedeli İkinci Dünya Savaşı sonunda emekçi iktidarlarının Avrupa’ya yayılması olacaktı. Ama en sonunda emellerine 1990’larda kavuştuklarını biliyoruz. Sosyalist devletler çözüldü, yıkıldı…
Başka bir dizi belge var 1918’i izleyen yıllarda imzalanan. Tekrar olacak; Lozan dışında ayakta kalan önemli bir tane bulunmuyor. Emperyalist akıl ve kibir bunu unutmadı, içine sindirmedi.
Çünkü kendi başına Ankara için ne muazzam bir zafer ne de hezimet olarak yargılanamayacak olan Lozan bir pakettir. Öncesinde Anadolu ve Rumeli topraklarında bir aydınlanma devrimi ve bir modern devlet amaçlayan modernleşme hareketleri, 1908 Meşrutiyeti ve Kurtuluş Savaşı vardır. Sonrasında ise laiklik, bağımsızlık ve en veciz sloganı “yurtta sulh cihanda sulh” olan barış politikası. Sırasıyla hilafet ve saltanatın, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin ve emperyal heveslerin terk edildiği bir tarihsel ileri atılım.
Yalnızca Lozan’a odaklanırsak göreceğimiz emperyalizmle pazarlıktır. Bu pazarlıkta bütün silahlar Kurtuluş Savaşı liderliğinde değildi. Emperyalizmin Boğazlar’ın yönetimine ilişkin hevesi ancak dengelenebilmiştir. Konferans sürerken Musul başlığında silahlı karşı karşıya gelişler yaşanmış ve Ankara kuvvetleri sonuçta askeri yenilgiye uğramışlardır.
Öte yandan, savaşın yeniden parlamasını kaldıracak durumda olmayan yeni Türkiye’nin bu çok dar patikadan geçişini hayli zora sokan saltanatla ve Meclisteki muhalefetle hesaplaşmayı Lozan’la çakıştırdığını görürüz. Konferansın eşiğinde saltanat lağvedilir. İkinci tur görüşmelere geçilirken seçime gidilip Meclis bileşimi yenilenir. Bunlar da Ankara’nın elini güçlendiren adımlardı.
Araya denk gelen İzmir İktisat Kongresi ise, bütün canlı içeriği bir yana, yeni Türkiye’nin kapitalizm içinde bir yola girdiğini duyuruyor ve bu anlamda Batı’ya uzlaşma eli uzatıyordu. Lozan’ın anlamı bu reel politika pratiklerinde başlayıp bitmez. Önemli olan paketin bütünüdür.
Bu bütünle sadece emperyalistlerin erteledikleri bir hesapları yoktu. Sermaye sınıfı, yanına aşiretini, ağasını da alıp on yıllarca kemirdi bu paketi. Onların sloganı da “ayaklar baş olmaz”dı. Hala da öyle.
Ama peki, neden açık konuşamazlar? Neden dokuz yıl önce Reis’in muhtarlarla bir gaf yaptığını düşünen yetkililer paniğe kapılıp düzeltme yarışına girmişlerdi? Bugün Bahçeli sözünü ettiğimiz “paketi” “iki yüz yıllık uyku” diyerek mahkûm etmişken, Erdoğan “Türk-Kürt-Arap” kodlamasıyla bir İslam birliğine işaret ediyorken, Lozan’ın sınırlarına da Cumhuriyetin laikliğine de düşmanlıkları belliyken, neden kartlarının tamamını açamıyorlar?
Bu sorunun yanıtını bulmak için iki sloganı yan yana yazın. “Yurtta barış dünyada barış” ve “Ayaklar baş olmaz.” Karşılaştırın. Hangisi doğru, o belli de; hangisinin “tutacağının” yanıtı da açık değil mi?
21.yüzyılda ayakların baş olamayacağına inanmış ülkeler yok değil. Türkiye’nin onlardan biri olmadığını anlamıyorlar.
21.yüzyılda misyonlarının her tarafa bayrağını dikmek olduğuna inanan veya bu inancın üstün geldiği ülkeler de az değil. Türkiye’nin onlar arasında olamayacağını da anlamıyorlar.
Türkiye’nin bir aydınlanma derinliği var. O derinlikte makamları etnik ve dini kimliklere paylaştırma projesi boğulur. O derinlikte yeni-Osmanlıcılar, yeni-saltanatçılar nefes alıp veremez. O derinlikten cihat ve fetih rüyalarının arkasına dizilecek bir halk çıkmaz.
Sermaye düzeni ne kadar arzularsa arzulasın nafile; “ayaklar baş olmaz” bizde meczupluktan öteye geçemez. Gericiler bu nedenle açık konuşamaz.
Geleceğin, emekçi cumhuriyetinde olduğuna güvenin.
/././
Antlaşmanın 102. yılında Lozan kaygısı nedir?-Erhan Nalçacı-
102 yıldır bir ülkenin sınırları değişmiyorsa bu büyük bir konfor alanıdır. Bu konforun bozulmasını, haklı olarak yükselen kaygıyı bir direnme iradesine çevirmenin zamanıdır.
Düzen daha da yozlaşırken kaygılar yayılıyor, bir pandemi halini alıyor.
Gençliğin geleceksizlik kaygısının ne kadar yaygın olduğunu biliyoruz. Nitelikli bir işe sahip olamama, anne ve babasının toplumsal koşullarından daha kötüye gitme.
Çevre ve iklim kaygısı artık tanımlanabilir oldu. Kapitalizmin yol açtığı çevre ve iklim sorunlarının yaşamı nasıl tehdit ettiği her geçen gün daha fazla hissedilir hale geldi.
Şimdi bunlara bir de son açılımla beraber Lozan kaygısı eklendi. 102 sene önce Lozan Antlaşması ile belirlenen sınırların değişme kaygısı olarak tanımlanabilir.
Bu kaygı yerinde mi, yoksa aldırmayalım diye halkımızı teskin mi etmeliyiz?
Ama önce yöntem olarak sınır değişiklikleri ne kadar meşrudur tarih içinde diye bakmalıyız.
Sonuçta tanımlı bir ülkede sınırların korunmasına büyük değer atfedilir ve yurtseverlikte karşılığını bulur. Öte yandan eğer bin yıllar içinde sınırların nasıl değiştiğini gösteren bir Tarih Atlasını elinize alıp bakarsanız sürecin ne kadar dinamik olduğunu ve egemenlik sınırlarının sürekli bir değişim içinde olduğunu fark edersiniz.
Burada değişimin ne kadar meşru olduğu sorusu öne çıkar ve tarihsel olarak kullanacağımız yöntem emekçi sınıfların çıkarı açısından sınır değişiklerinin incelenmesi olmalıdır.
Örneğin, tarih içinde bütün feodal devletler, temel sömürü biçimi toprak ve üzerindeki köylülerin sahipliğine dayandığı için fetih peşindedirler. Resmi tarih kafamıza fethin meşru olduğunu çivilemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun fetihlerine sevinilir ve gerileyişine üzülünür. Halen birçok caminin ismi Fetih’dir örneğin. Oysa fetihlerle temel sömürülen sınıfın durumunda özünde bir değişiklik olmaz, savaşta yıkıma uğramanın dışında.
Kapitalizmin rekabet dönemi fetihçilik ile emperyalizmin arasında durur. Dünyada geniş coğrafyalar ve halklar sömürgeleştirilir. Pulcular bilirler 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında Hindistan’dan Kıbrıs’a, Afrika ülkelerinden Güney Amerika’ya ülke pullarının üst kenarında İngiliz kralı veya kraliçesinin kellesi durur. İşçi sınıfı açısından bu kellenin dünya pullarında gözükmesinin hiçbir meşruiyeti olamaz, herkes kendi ülkesinde barış zamanında sömürülür, savaş zamanında emekçiler can verir.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasında da meşru olmayan çok sayıda müdahale ile sınır değişiklikleri yaşanmıştır. Ancak emperyalizmin temel karakteri sınırları değiştirmek yerine o siyasi coğrafyayı sermaye ihracatı yoluyla kendine bağlamaktır. Kâğıt üzerinde bağımsız olan ülkenin siyasileri, medyası, ordusu, yargısı vb. öylesine emperyalizme bağlanırlar ki şirketlerin çıkarları zamanla o ülkenin anayasası haline gelir.
Hiçbir emperyalist operasyon bir ülkeye özgürlük ve eşitlik getirmemiştir. Ama getireceği iddia edilerek meşrulaştırılmaya çalışılır. Her emperyalist müdahaleyi bu nedenle yoğun bir ideolojik müdahale önceler.
Lozan Antlaşması da bu nedenle önemlidir; sadece siyasi coğrafyanın etnik temelde parçalamaya ve daha kolay yönetilebilir hale getirmeye dayalı bir emperyalist projeye son vermemiştir, sınırları net olarak çizilen ülkenin içini egemenlik ve bağımsızlık fikri ve eylemiyle doldurmuştur.
Emekçi sınıflar için iktidara gelmedikleri halde Lozan bu anlamda meşrudur. Lozan yoksulluk ve cahillik içinde debelenen bir köylülükten modern bir işçi sınıfının doğacağı zemini yaratmıştır, ülkenin genlerine bağımsızlığı ve egemenliği işlemiştir.
Sovyetler Birliği ile karşılıklı destek ve dayanışma genel hatlarıyla işçi sınıfı lehinedir ayrıca.
Şimdi gelelim Lozan Antlaşmasının yürürlükten kalkarak sınır değişikliğine yol açma meselesine.
Öncelikle Lozan’ın öngördüğü egemenlik ve bağımsızlık ilkesi sermaye sınıfının ilkesizliği ve emperyalizmle işbirliği nedeniyle çoktan ortadan kalkmıştır. Bugün sadece uluslararası sermayenin kısa vadeli çıkarlarının egemenliğinden bahsedebiliyoruz. Yalnızca zeytinlikleri yok eden, ülkenin bütün dağlarını, taşlarını uluslararası maden şirketlerinin yağmasına açan Yasa değişikliği bile Lozan’ın ve Cumhuriyet’in yerinde yeller estiğini gösteriyor.
Ya sınırlar?
Açılımın tarafları olan AKP, MHP ve PKK’ye bakalım kısaca.
AKP icracısı olduğu yağma rejimini ve buna bağlı sermaye birikimini yurtdışı maceralara açan bir parti olarak anılacak.
AKP’nin, genel olarak Türkiye sermaye sınıfının yurtdışına açılımı sosyo-ekonomik formasyon olarak farklı üretim tarzlarının dış politikasının üst üste binmiş halidir.
AKP bir yandan feodal bir fetih peşindedir. Suriye’nin kuzeyinde hegemonyasına aldığı coğrafyaya vali ataması, Türk parasını geçerli kılması vb. bir fetihçilik olarak okunmalıdır.
AKP Batı emperyalizminin içinde hiyerarşik bir yerde durur ve yönlendirmelerin aracısı haline gelir. 2011’de başlayan Suriye komplosu açıkçası bir ABD-İngiltere-İsrail yapımıydı. Bunda gerici Arap devletleriyle birlikte AKP ve Türkiye sermaye sınıfının şeytani bir rol oynaması olağanüstü rahatsız edicidir.
Ancak Türkiye sermayesi ve AKP, Batı emperyalizminin basit bir aracı değildir. Yurtdışına sermaye ihraç eden Türkiye egemenleri sermaye ihraç ettikleri her coğrafyayı birçok araçla kendine bağlamaya çalışmaktadır.
Türkiye’de milliyetçiliğin eski bir tarihi bulunuyor ancak MHP çizgisi NATO’nun Türkiye’deki karşıdevrim örgütlenmesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Yeri gelince sivil sokak çetesi, yeri gelince tetikçi, yeri gelince emperyalizmin ve sermaye sınıfının duruma göre gereksinimini karşılayan bir araç olarak siyasi yaşamını sürdürür.
Bahçeli’nin Devlet Başkan Yardımcılarından biri Kürt, biri Alevi olsun demesi tamamen bu gereksinimlerden kaynaklanmaktadır. Oysa bir emekçi Cumhuriyetinde eğer emekçi sınıfların ulusal ve uluslararası çıkarlarını en iyi koruma yeteneğine sahip kadroların diyelim ki üçü de Kürt kökenliyse bunu hiç kimse sorgulamaz.
Ama Bahçeli farklı etnik kimliklerden bahsettiğinde sermayenin ve emperyalizmin üç ajanını göreve öneriyor, yoksa bir eşitlik projesinden bahsetmiyor.
PKK’ye gelince bir ulusal kurtuluş hareketi olarak belirmesine karşılık çok şansız bir zamanda serpildi. Sovyetler Birliği’nin geri çekildiği ve emperyalizmin bütün dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda düzlediği bir dönemin siyasi hareketi olarak Kürtlerin özgürlüğünü emperyalizmin geçen yüzyılda oluşan siyasi coğrafyalara müdahalesine bağladı.
Suriye müdahalesi esnasında son derece pragmatik ve ilkesiz davranan bu siyaset şimdi diğer ikilinin yanında üçüncü oldu.
Geçen yüzyılda devrimlerle kurulan Irak ve Suriye emperyalist müdahale ile savunmasız ve bağımlı hale getirilmişken, Türkiye bir Cumhuriyet olmayı kaybetmiş ve asalak sermaye sınıfı uluslararası yayılmacı maceralara teşneyken, İran bölgemizde etnik azınlıklarıyla emperyalist müdahalenin odağındayken tabi ki Lozan kaygısı yükselir.
102 yıldır bir ülkenin sınırları değişmiyorsa bu büyük bir konfor alanıdır. Bu konforun bozulmasını, haklı olarak yükselen kaygıyı bir direnme iradesine çevirmenin zamanıdır.
Bu sürecin tek ilacı bulunuyor, oturduğunuz yerden kaygı durmak yerine örgütlü hale gelmek.
Güvenebileceğimiz tek şey halkın örgütlü gücü çünkü.
/././









.jpg)

.jpeg)