soL "Köşebaşı + Gündem" -5 Ağustos 2025-

TKP: Herkes konuşacak Cumhuriyetçiler susacak, öyle mi!

"Herkes Konuşacak Cumhuriyetçiler Susacak, Öyle Mi!" başlıklı bir açıklama yayımlayan TKP, "çözüm" adı verilen sürecin ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge planlarına uyumlu olduğuna dikkat çekti, Cumhuriyetten imparatorluğa geçişin tartışıldığını vurguladı.

Türkiye Komünist Partisi (TKP), "Herkes Konuşacak Cumhuriyetçiler Susacak, Öyle Mi!" başlıklı bir açıklama yayımladı.

Bu düzenin Cumhuriyeti kemirdiğine, tarikatları başımıza bu düzenin yeniden bela ettiğine, eşitsizlik ve yoksulluğa bu düzenin neden olduğuna, Türkiye’yi NATO ve ABD hegemonyasına bu düzenin soktuğuna işaret eden TKP, "çözüm" denilen sürecin bu tabloyla uyumlu olduğunun altını çizdi.

"Her şeyin üzerinde ve diğer sorunlardan ayrı bir Kürt sorunu yoktur. TKP yıllardır bunu söylüyor. TKP, Kürt sorununun ülkenin temel sorunlarıyla birlikte ele alınması gerektiği düşüncesinde" denilen açıklamada, her şeyin üstündeki temel tek sorunun kapitalist sömürü düzeni olduğu vurgulandı.

"Bize dayatılan bu sürecin ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge planlarına uyumlu olduğunu, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiğini, siyaseti ve kamusal alanı bütünüyle laiklikten uzak bir anlayışa teslim etme niyetiyle geliştirildiğini düşünüyoruz" denildi.

TKP'nin açıklamasının tamamı şöyle:

"Herkes Konuşacak Cumhuriyetçiler Susacak, Öyle Mi!

Abdülhamit özlemle anılıyor, Vahdettin övülüyor.

Saidi Nursi ve Şeyh Said halk kahramanı ilan ediliyor.

Cumhuriyetten İmparatorluğa geçiş tartışılıyor, Barrack denen bir adam Osmanlı’nın erdemleri konusunda referans gösteriliyor.

Ümmetçi çözümler en yetkili ağızdan dillendiriliyor. Din temelli kardeşlikten söz ediliyor.

Suriye’de 'Amerikalıların ve İngilizlerin adamı' Şara başa getiriliyor. İsrail memnun, Ankara’dakiler memnun, Suriye Demokratik Güçleri lideri Mazlum Abdi de memnun.

Bütün bunlar olurken grevler yasaklanıyor, ücretler yerlerde sürünüyor, eşitsizlikler derinleşiyor, yoksulluk kural haline geliyor. Küçük bir azınlık yine memnun!

Yıllar boyunca PKK ve bir kısım 'sol' 'Kürt sorunu çözülürse bu ülkenin bütün sorunları çözülür' diyordu. Bir süredir iktidar da aynısını söylüyor. 'Kürt sorunu' demiyor belki ama adı hâlâ konamayan bir süreç her şeyin anahtarı haline geldi.

'Bu sorunu çözelim demokrasi gelecek.'

'Bu sorunu çözelim ekonomi düzelecek.'

'Bu sorunu çözelim emperyalizm çuvallayacak.'

'Bu sorunu çözelim İsrail açığa düşecek.'

Dahası da var.

'Bu sorunu çözelim, Türk-Kürt-Arap birliği kurulacak.'

'Bu sorunu çözelim Türk dünyası şahlanacak.'

Bu nasıl bir yaygaradır!

Her şeyin üzerinde ve diğer sorunlardan ayrı bir Kürt sorunu yoktur. TKP yıllardır bunu söylüyor. TKP, Kürt sorununun ülkenin temel sorunlarıyla birlikte ele alınması gerektiği düşüncesinde.

Bu ülkede her şeyin üstünde temel tek bir sorun vardır: Kapitalist sömürü düzeni.

Cumhuriyeti bu düzen kemirmiş, tarikatları başımıza bu düzen yeniden bela etmiş, eşitsizlik ve yoksulluğa bu düzen neden olmuş, Türkiye’yi NATO ve ABD hegemonyasına bu düzen sokmuştur.

Kürt sorunu bu tablonun içinde değerlendirilmelidir.

Şu anda 'çözüm' diye karşımıza çıkarılan süreç bu tabloyla uyumludur. Cumhuriyetle hesaplaşan, holdingler ve tarikatlar düzeni ile uyumlu, ABD ve İsrail’in bölgesel planlarıyla örtüşen bir süreçle karşı karşıyayız.

Daha önce sayısız kez olduğu gibi, bu sürece itirazı olanları bastırmak için her yolu deniyorlar.

AB’ye üyelik başvurusu yapıldığında böyle oldu, Ergenekon operasyonunda böyle oldu, Anayasa Referandumu’nda böyle oldu, önceki 'çözüm süreci'nde böyle oldu.

Hiç susmadık. Yine susmayız.

Bize dayatılan bu sürecin ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge planlarına uyumlu olduğunu, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiğini, siyaseti ve kamusal alanı bütünüyle laiklikten uzak bir anlayışa teslim etme niyetiyle geliştirildiğini düşünüyoruz.

'Sol'culuk adına, Osmanlıcılık adına ya da 'yerli ve millilik' demagojisi adına yazıp çizilenlerin bu içeriğin üzerinden atlaması yeterince açıklayıcıdır.

Partimizin inisiyatifi ile hazırlanan ve sonrasında çok geniş bir kesime yayılan 'Ülkemizin Uçuruma Yuvarlanmasına İzin Vermeyeceğiz' açıklamasının yarattığı etki, toplumda sürece ilişkin soru işaretlerinin yaygınlığını göstermektedir. Siyaset dünyası, kamuya mal olmuş bir açıklamaya kısa sürede ve kendi iradeleriyle destek beyan edenlere sıfat aramakla oyalanmak yerine, sürece ilişkin gündeme getirilen soruları ve itirazlara konu olan maddi gerçekleri tartışmakla değerlendirmelidir.

TKP ortaya çok güçlü ve açık bir program koymaktadır. Türkiye’yi bağımsız ve egemen, herkesin kardeşçe ve eşitlik içinde yaşadığı bir ülke haline getirmek, refaha ve barışa ulaşmak, laikliği tesis etmek, Cumhuriyet fikrini ayağa kaldırmak mümkündür. İnsanın insanı sömürmediği, holding ve tarikatların yerine emekçi halkın iradesinin egemen olduğu düzenin adı sosyalizmdir."

                                                          ***

Dinci despotizme meşruiyet kazandırmak -Oğuz Oyan-

CHP yönetimi, iktidar projesinin peşinde sürükleniyor. Meclis’teki Komisyon’a katılmanın anlamı bu. Üstelik bu proje aynı zamanda emperyalizmin projesi.

CHP yönetimi, iktidar projesinin peşinde sürükleniyor. Meclis’teki Komisyon’a katılmanın anlamı bu. Üstelik bu proje aynı zamanda emperyalizmin projesi. Bu nedenle bu yazının başlığı, “Dinci despotizme ve emperyalist projeye meşruiyet kazandırmak” da olabilirdi.

Sözümüzü sakınmayalım, çünkü bedeli çok büyük bir oyunun parçası olmanın vebali var. O nedenle uyarı görevimizi yapmakta duraksamayalım.

Komisyon’a katılmak, sonradan oradan çıkılsa da, iktidara yeni bir meşruiyet alanı açmak anlamına geliyor. Bu, “normalleşme” süreciyle yerel seçim mağlubu iktidarı “normal” bir siyaset düzlemine çekmek naifliğini aşan bir anlama sahip. Orada da siyaseten ve hukuken meşruiyetini çoktan yitirmiş bir iktidara kucak açarak ona yeni bir oyun alanı hazırlamak gibi büyük bir yanlış vardı. Ama şimdiki durum çok daha vahim. Bunu belki FETÖ darbe girişimi sonrası iktidarın siyasi sorumluluğunu teşhir ederek onu mahkum etmek yerine “Yenikapı Ruhu”na teslim olmaya benzetebiliriz. Ama aslında şimdiki durumda onu dahi aşan sonuçları olabilecek bir büyük tuzağa girilmektedir.

Bundan önceki yazımızda (“Komisyona Niçin Katılmamalı?”, soL Haber, 22 Temmuz 2025), bu sürecin niçin bir parçası olmamak gerektiğini nedenleriyle açıklamaya çalışmış, bunun gerektirdiği cesaret ve özgüvene sahip olunmasının önemini vurgulamıştık. Sol cenahtan hatta CHP içinden dahi buna benzer uyarıları yapan çok sayıda yazar oldu. Buna karşılık CHP Genel Başkanının bu uyarılara olan tepkisi, Komisyon’a katılmayı reddedenleri “korkaklık ve özgüvensizlikle” suçlamak oldu. Alınganlık ve yanıtın ölçüsüzlüğü de gösteriyor ki, demek zayıf olunan nokta tam da burası.

İktidarın her türlü hukuksuzluğu kullanarak tam saha baskıyla CHP’yi köşeye sıkıştırmaya çalıştığı bir dönemde, iktidarın oyun planına dahil olmak nasıl bir strateji olabilir acaba? Anlamaya çalışalım. “Meclis komisyonu fikri bizimdi, o zaman iktidara kaptırmayalım”: Bunun bir anlamı yok çünkü pişmiş aşa tuz katmaktan öte katkınız olmayacak. Ama daha fazlası var, aşağıda değinilecek. “Nitelikli çoğunluk” talebi de CHP yönetiminin, Komisyon'a katılınmasına Parti tabanından ve genel muhalif kamuoyundan gelen tepkileri biraz azaltmaya dönük nafile bir çabadan öteye geçmiyor. “Kürt siyasi hareketini ve Kürt seçmeni karşımıza almayalım” yaklaşımı ise muhtemelen CHP yönetiminin en temel kaygısı olmalı. Ama bunun da siyasi oportünitesi zayıf. Çünkü CHP’nin temsil ettiği Cumhuriyetçi Kürt seçmenin, Lozan ve Cumhuriyeti hedef alan hareketlerin başı çektiği bir projeye hiç itiraz etmeyeceği hatalı varsayımını içeriyor. Kaldı ki, bu projeye itiraz edecek genel Cumhuriyetçi seçmenin desteğinin yitirilmesi hesabının da doğru yapılması gerekiyor.

CHP’nin Kürt sorununun TBMM’de bir komisyon kurularak masaya yatırılması önerisi, 2011’e kadar gidiyor. O zaman AKP iktidarının kapalı kapılar ardında sürdürdüğü ve 2015’e kadar da devam edecek bir “açılım” süreci işliyordu. CHP bunun yerine daha şeffaf, daha katılımcı ve daha kalıcı bir süreci öneriyordu. 2013’te bir CHP Parti Meclisi grubunun başkanı olarak yaptığımız Güneydoğu-Doğu Anadolu turunda, bu Meclis Komisyonu düşüncesini paylaştığımızda bölgedeki radikal Kürt siyasetçiler/meslek odaları temsilcileri bu öneriyi yürüyen açılım sürecini sabote etmek olarak görüyorlardı. Aslında o dönemde bugünkü koşullardan ciddi farklılıklar vardı: Mesele henüz bugünkü gibi uluslararası bir boyut kazanmamıştı, ABD emperyalizminin Suriye’deki varlığı pek zayıftı, İsrail sahnede pek yoktu, Baas iktidarı yerindeydi, Rusya ve İran’ın alan hakimiyeti vardı, Suriye’de YPG-PYD-SDG zarflarıyla anılan emperyalizm ve Siyonizm himayesinde bir PKK devletçiği henüz oluşmamıştı. Dahası, Türkiye’de siyasal İslamcıların 2017 Anayasa darbesi ve bu anayasanın 2018’de çeşitli uygulama kanunları ve kararnameleriyle yürürlüğe girmesi ve dinci despotizmin tüm kurumları yeniden biçimlendirmesi süreci henüz yaşanmamıştı. Dolayısıyla, o günkü koşullar ile bugünküler arasında sanki hiçbir şey değişmemiş gibi “Komisyon bizim fikrimizdi” ısrarı, siyasi amatörlükten öte bir şeydir. Buna bir sonraki alt başlıkta dönmemiz gerekecek.

Peki CHP’nin Komisyon’a üye vermesinde, başta İmamoğlu olmak üzere belediye başkanlarının iktidar tarafından rehin alınmasının etkisi acaba nedir? Bir başka soru da eklenebilir: Önümüzdeki Cumhurbaşkanı seçimleri bakımından Kürt siyasetinin CHP’nin (ve belki de 2023’te olduğu gibi muhalefetin ortak) adayını desteklemesine atfedilen değer nedir? Hala böyle bir olasılık üzerinden hesaplar yapılabilmekte midir? Bu sorular bağlamında son soru da şu olabilir: İmamoğlu’nun, CHP’nin Meclis Komisyonuna katılmasındaki ağırlığı veya payı nedir? (İmamoğlu’nun son açıklamaları, Komisyona çok umut bağladığını göstermektedir). CHP yönetimi Komisyon'a katılmasa, iki başlı bir görüntü verme tehlikesi mi olurdu?

Tekrar ana konuya dönersek, Cumhuriyetin kurucu partisinin, Cumhuriyetin temeli olan Lozan Anlaşması’na dinamit koyma, ülkeyi parçalama, toplumu etnik-mezhep temelli bir bölünmeye sürükleme potansiyeli olan bir emperyalist projede ne işi var? “Bu niyetler ortaya çıkarsa Komisyon'un derhal terkedileceği” savunması boşunadır, çünkü bu niyetler başından beri gündemdedir. Kaldı ki, iktidarın niyetlerinin çoğu söylem düzeyinde kalmamakta, fiziki devlet şiddeti biçiminde sergilenmektedir. Komisyon'a katılmak bütün bunları “normalleştirmek” riskini içinde barındırmaktadır. “Komisyon'a hele bir katılalım da demokratik talepleri orada dile getirelim” tavrı, yani önce katılalım sonra koşulları sıralayalım tavrı, Fransız deyişiyle “arabayı atın önüne koymak” gibi tersine bir işlemdir. Peşinen ilkeli bir tavır sergilemek yerine sonradan kural dayatmak “oyun bozucu” olarak damgalanmaktan başka sonuç vermez.

Siyasi liberalizm egemen olunca…

CHP’nin temel meselesi, ekonomik liberalizmin ötesinde, 2010 sonrasında siyasi liberalizme sürüklenmesindedir. Neoliberal ekonomik politikalara angaje olmak ile siyasi liberalizmin girdabına girmek oldukça farklı süreçlerdir. İkisi birbirini besleyebilir elbette, ama birincisinin varlığı ikincisini kaçınılmaz kılmayabilir veya sisteme aynı oranda bir teslimiyete hemen götürmeyebilir. Başka deyişle, CHP Cumhuriyetçi damarını korumak konusunda pekala daha inatçı olabilir ve siyasi liberalizmden kurtulmak için çaba gösterebilirdi. Ama göstermedi.

CHP’nin Nisan 2008’de yapılan 32. Olağan Kurultayı'na CHP’nin MYK ve PM’sinden istifa etmiş muhalif bir sima olarak katılmış ve CHP’yi sola çekme çabamızı sürdürdüğümüz o günlerde Kurultay’da delegelere 24 sayfalık bir broşür dağıtmıştık. “CHP’de Liberal Kuşatmaya Geçit Yok” alt başlığını taşıyan bu metinden şu cümleleri cımbızlayalım (s. 9): “CHP’yi Kemalist bağımsızlıkçı köklerinden kopararak Avrupa tarzı bir sosyal demokrat parti yapmak demek, CHP’yi Türkiye için bir umut olmaktan çıkarmak değil miydi? İşte şimdi teslim alınmak istenen CHP’nin bu bağımsızlıkçı ruhudur; liberal piyasa ekonomisine ve küreselleşme tarzına karşı hala kısmen eleştirel bir tutum alabilen refleksleridir. Bu nedenle bu Kurultay’da değilse bile Yerel Seçimleri izleyecek olan bir sonrakinde CHP’nin teslim alınması planları yürürlüktedir. Liberalizmin hem siyasal hem de ekonomik yüzü gündemdedir: Siyasal liberalizm bağlamında bir yandan CHP’nin savunduğu laiklik ilkesinin yumuşatılarak içinin boşaltılması (…) öbür yandan etnik milliyetçi hareketin ayrılıkçı kanadıyla diyaloga itilmesi hesapları yapılmaktadır”

Metinde ifade edilen bir sonraki Kurultay (33. Olağan Kurultay) Mayıs 2010’da yapılacaktır; ama bu Kurultay’a birkaç hafta kala yapılan bir FETÖ-AKP (ve iç/dış güçlerin ortak) operasyonuyla CHP genel başkanının devrildiği yeni bir süreç çalıştırılacaktır. Yeni dönem artık “laiklik tehlike altında değildir” ve “özgürlükçü laikliği savunuyoruz” dönemidir; 10 Aralık liberal hareketinin CHP yönetimine monte edildiği zamanlardır. CHP yeni genel başkanının bir gazete ile yaptığı söyleşide “devletçilik güçlü sosyal devlet demektir” tarifi (veya tahrifatı) üzerinden sermayeye mesaj yolladığı yeni açılım günleridir. CHP’nin laiklik ve devletçilik gibi en güçlü savunması gereken temel ilkeleri konusundaki mahcubiyeti ve bunlardan geri çekilmesi gerçi daha eskilere gider ama, 2010 sonrası yeni bir kırılma anıdır. Bu bakımdan 2023 Kurultayında genel başkan ve yönetim değişikliğinin siyasal liberalizme yönelişte bir tersine kırılma yaratmadığını da saptamak durumundayız. Komisyona katılmak, hatta Komisyona önerilen CHP üyelerinin bir bölümünün tercih nedeni de 2010 çizgisinin uzantısındadır.

Adalet üzerine…-Nevzat Evrim Önal-

Adaleti ancak bu düzeni yıkıp, kimsenin yoksul ya da zengin olmadığı, eşitliğe dayalı yeni bir toplum kurarak, yani hep beraber kurtularak sağlayabiliriz.

Adalet salt soyut, ilişkisel bir olgu değil aynı zamanda çok güçlü ve köklü bir duygudur. Öyle köklüdür ki, sadece insana özgü değildir ve insanın yakın akrabası olan primatlarda da gözlenir.

Bunu ispatlayan, Frans de Waal ve Sarah Brosnan tarafından yapılan çok ilginç bir dizi deney var. Bu deneylerde aynı türden iki maymun yan yana kafeslere konuyor ve bunlara, karşılığında ödül olarak yiyecek aldıkları basit bir görev yaptırılıyor. Deneyin bir noktasında, maymunlardan birine ödül olarak daha sevdikleri bir yiyecek (salatalık yerine üzüm) veriliyor, diğer maymuna ise aynı ödül verilmeye devam ediliyor ve davranışları gözleniyor.

Bilişsel açıdan görece az gelişmiş, kuyruklu kapuçin maymunlarında, salatalık almaya devam eden maymun ödülü deneyi yapan bilim insanının kafasına atıyor ve isyan ediyor. Aynı deney hayvanlar alemindeki en yakın akrabamız olan şempanzelerle yapıldığında ise, üzüm alan şempanze diğer şempanze de üzüm alana kadar kendi üzümünü yemeyi reddediyor.

İnanılır gibi görünmeyebilir, ya da bireyci liberal safsatalara fazla ikna olduysanız inanmak da istemeyebilirsiniz, ama deneylerin sunumunu şu Ted Talks videosundan izleyebilir ve okuyabilirsiniz.

Görüldüğü üzere adalet, insanın uygarlaşma sürecinde düşünerek geliştirdiği felsefi bir kavramın çok ötesinde, evrimsel köklere sahip. Hatta uygarlaşma sürecimiz adaleti değil, adaletsizliği doğurdu. Henüz bir uygarlığa sahip değilken ve küçük kabileler halinde hayatta kalmaya çalışıyorken birbirimize adil davranmak zorundaydık. Ama uygarlık geliştikçe bir noktada insanın insanı sömürdüğü toplumsal yapılar kuruldu ve sistemik bir adaletsizlik yerleşik hale geldi.

Dolayısıyla adalet çok karmaşık ve bugün kullanıldığı biçimiyle çelişkilerle yüklü bir kavram. Bu çelişkiler, insanların adalet duygusunu sürekli baskılıyor, aşındırıyor ve çarpıtıyor.

Gelin, inceleyelim…

***

İnsan adalet duygusuyla doğar ve içinde yaşadığımız toplumsal düzenin adil olmadığını yaşayarak öğrenir. Yani sadece fiziksel değil duygusal anlamda da düşe kalka büyür ve hayatın adaletsizliğine maruz kaldığı ölçüde, adalet duygusu örselenir. Hemen her yetişkin insanın çocukluk anılarında, bizzat maruz kalınan ya da başkalarının maruz kalmasına şahit olunan adaletsizliklerin açtığı duygusal yaralar bulunur. Biraz düşünürseniz siz de mutlaka kendinizinkileri hatırlarsınız.

Ne var ki, nasıl sürekli aynı yerimizden yaralanırsak bir süre sonra vücudumuzun o bölgesi hissizleşir ya da nasır tutarsa, aynı şey adalet duygumuza da olur. Hayatın, bilhassa da maddi yaşantının her hücresine işlemiş olan adaletsizliğe sürekli duygusal tepkiler vererek yaşayamayacağımız için onun varlığını kanıksar; salt kendimizi (ve genelde sevdiklerimizi) adaletsizlikten korumaya ve kurtarmaya çalışırız.

Ve tuzağa düşeriz.

Çünkü adaletsizlik, aynı maddi zenginlik gibi, toplumun olağan işleyişinden üreyen ve bireyler arasında eşitsiz biçimde paylaşılan bir olgudur. Bu olgu karşısında liberalizmin bir başka safsatası olan “herkes kendi kapısının önünü süpürse…” argümanı kifayetsizdir. Bireyler kendi paylarına düşen sistemik adaletsizlikten ancak onu başkalarının sırtına yükleyerek kurtulabilirler.

Baba filmlerini düşünün. Üç filmde de başroldeki mafya babasını gözümüzde meşrulaştıran (hatta yücelten) şey, onun ailesini Amerikan toplumunda İtalyan göçmenlere yönelen adaletsizlikten korumak için suça bulaşmış bir “kader kurbanı” olmasıdır. Tüm senaryo bunun üzerine kurulur: Baba her nasılsa sürekli mağdurdur; haksızlığa uğrar, aldatılır, kendisinin ve ailesinin canına kast edilir. O da sevdiklerini bu kötülüklerden korumak için kötülere adil ve meşru bir şiddet uygular. Kimse de çıkıp “yahu, bu adam suç işleyerek, tehditle, şantajla, kaçakçılıkla, cinayet işleyerek para kazanıyor” demez.

İtalyan göçmenlere yönelik bahis konusu adaletsizlik, alabildiğine gerçektir. Don Corleone ise maruz kaldığı adaletsizliği ortadan kaldırmamakta, onu başkalarının sırtına yıkmaktadır. Tabii filmlerde işin bu kısmı kadrajın dışındadır.

Ne var ki hayatta, “kadrajın dışı” yoktur. Tüm insanlık tek bir büyük toplumdur ve herkes, herkesle bağlıdır.

***

Uzun uzun açmayacağım ama konunun değinmezsek eksik kalacak bir boyutu daha var.

Adaletsizliğin başkalarına yüklenmesi ne bireysel ne de yakın çevreyle sınırlı bir eylemdir. İçinde yaşadığımız kapitalist sistemin doğasında olan adaletsizlik, aynı zamanda uluslararası bir meseledir. Örneğin bugün Türkiye’deki hukuksuzluklara ve yoksulluğa bakıp ülkemizi Avrupa ülkeleriyle karşılaştırabilir; İngiltere, Hollanda, Belçika gibi ülkelerdeki hukukun üstünlüğüne ve yurttaşların refah seviyesine imrenebiliriz. Oysa bakışımızı gözümüzün önünde olanla sınırlı sığlıktan kurtardığımızda, bu ülkelerde hukukun (görece) üstünlüğünü de mümkün kılan büyük zenginlik ve refahın kaynağının bu ülkelerin sömürgeci geçmişleri ve bilhassa geçmişte sömürgeleştirdikleri ülkeler üzerinde bugün halen sahip oldukları emperyalist tahakküm olduğunu görürüz.

Bundan iki yüz yıl önce, dünyanın ilk sanayi ülkesi İngiltere’de işçi sınıfı sefalet içinde, izbe barakalarda yarı aç yarı tok yaşıyordu. Bu sefalet beraberinde korkunç bir toplumsal çürüme getirmiş, Majestelerinin devleti de çareyi “Serserilik Yasası” (Vagrancy Act) diye bir yasa çıkartmakta bulmuştu. Nezih orta sınıfın alkışlarla karşıladığı bu yasa geçim ve barınma olanaklarına sahip olmayan herkesi suçlu olarak tanımlıyordu.1

Evet, yanlış okumadınız, sefaletin sebebi olan sistem, sefaleti suç ilan etmişti.

Bu yasa, kimi değişikliklerle bugün halen yürürlükte; ama artık İngiltere’de böyle bir yasanın varlığına eskisi gibi ihtiyaç duyulmuyor. Çünkü aradan geçen zamanda İngiliz emperyalizmi başta yoksulluk olmak üzere pek çok çelişkisini büyük ölçüde sömürgelerine ihraç etti. Şimdi yarattıkları “uygarlık adası”nda oturuyor ve utanmadan eski sömürgeleri Hindistan’daki yoksullara bireysel nitelik ve çabalarıyla kendilerini kurtarabilecekleri masalı anlatan film çekip Oscar ödülü topluyorlar. 

***

Bu dünyada adaletsizliğin bin bir yüzü ama tek özü var. Adaletsizliğin özü eşitsizlik. Dünyada adalet olabilmesi için, önce herkesin hukuk önünde falan değil, maddi yaşam koşulları açısından eşit olması gerekiyor. Bugün böyle bir durum yok, hukuk kudretli olanın iradesinden başka bir şey değil ve hep birlikte adaletsizlik bataklığında debeleniyoruz. 

Kapitalistler sermaye istifledikçe eşitsizlik artıyor, zenginlik ve adaletsizlik birlikte birikiyor. Bu adaletsizlik birikimi, cerahat gibi toplumun çeşitli yerlerinde apselerde toplanıyor. Örneğin hayatın olağan akışında tüm ömrünü yoksul yaşayıp sonunda yoksul öleceğini genç yaşta kavrayan pek çok insan, “alem böyleyse…” diyor ve yolunu bulmak için tarikatlara ya da çetelere katılıyor. Kendi özgür iradesiyle bu kararı alanlardan çok daha fazlası “abiler” tarafından ikna ediliyor. Devlet ise yoksulların devrimci olmasındansa bu gayrimeşru ve kontrol edilebilir örgütlere katılmasına çanak tutuyor ya da en azından göz yumuyor.

Ve sonunda çürüme tüm toplumu sarınca, çeteci çocuklar sokak ortasında bir çocuğu bıçaklayıp katledince, bir tarikat yurdunda onlarca çocuğa tecavüz edilince, iş kazasında yaralanan kimsesiz bir göçmen işçi patronu tarafından canlı canlı yakılınca, hayatının baharında bir kadın onu malı gibi gören ve boşanmayı kabul etmeyen eski kocası tarafından onlarca kişinin gözü önünde yere yatırılıp ensesinden vurulunca, aklımıza en fazla olayın failinin yakasına yapışmak, daha çok ise bu ülkeden çekip gitmek geliyor.

Üzgünüm, ama o kadar kolay değil. Bu korkunç olayların her birinin haysiyetsiz failini hep beraber linç edip parçalasak da dünyada adaletsizlik azalmaz. Çünkü adaletsizlik bireylerin bireylere yaptığı bir şey değil. Bireyler sadece kendi paylarına düşen adaletsizliği başkalarına yıkmaya çalışıyor. 

Evet, bunu bilhassa en şerefsiz, alçak insanlar yapıyor. Ama, farkında mısınız, sayıları her geçen gün artıyor. 

Cezasızlıktan mı sanıyorsunuz? Hayır. Herkesin sadece kendi kurtuluşunu aradığı bir dünyada adaletsizlik azalmaz, artar. Bugün de adaletsizlik büyük bir hızla artıyor. Adaletsizlik arttıkça, başkalarının pahasına onun yükünden kaçmak isteyen bencillerin de sayısı ve yaptıkları alçaklıkların şiddeti artıyor.

İçinde yaşadığımız toplumsal düzen eşitsizlik ve adaletsizlik üzerine kurulu. Bu düzen, en temel insani duygularımıza aykırı. Ama bu düzende bireysel kurtuluş ancak başkalarının zararına, bencilce olabilir. Adaleti ise ancak bu düzeni yıkıp, kimsenin yoksul ya da zengin olmadığı, eşitliğe dayalı yeni bir toplum kurarak, yani hep beraber kurtularak sağlayabiliriz.

1https://www.legislation.gov.uk/ukpga/Geo4/5/83

                                                                                      /././

ZEYTİNİN 11 MADDEYLE DEĞİŞEN KADERİ (VIII) - Aslı Atasoy /T24-

 

Belgesel fotoğrafçısı Özlem Günel, taş ocaklarını anlattı: Köydeki kadınlar “Taşlarımıza dokunmayın, toprak ayaklarımızın altından kayıp gidiyor!” diye feryat etti (VIII)

Belgesel fotoğraf sanatçısı Özlem Günel’in, “Granit” isimli fotoğraf çalışması, taş ocaklarının Kozak Yaylası’nda açtığı derin yaraları ve bu yaraların kolektif hafızada bıraktığı izleri belgeliyor. Fotoğraf, anlatısı ile her zaman bir hatırlatma aracı olmanın ötesinde görev yapıyor

Belgesel fotoğrafçısı Özlem Günel, taş ocaklarını anlattı: Köydeki kadınlar “Taşlarımıza dokunmayın, toprak ayaklarımızın altından kayıp gidiyor!” diye feryat etti

           Bir zamanlar üzeri binlerce fıstık çamı ile kaplı Pasa Dağı / Fotoğraf: Özlem Günel, 2021


Sanayi Devrimi’nin beraberinde getirdiği teknolojik ve yapısal dönüşüm, modernleşmenin ivmesini artırdı. Ancak bilim insanları ve elbette felsefeciler bu dönüşümün ilerleme ile eş zamanda derin bir kriz potansiyeli taşıdığını daha 19. yüzyılın sonlarında fark etti. Ve insan faaliyetlerinin iklimi, ekosistemi ve jeolojik katmanları geri dönüşsüz biçimde etkilemeye başladığı bu yeni dönemi “Antroposen Çağı” olarak adlandırdılar. Antroposen bir metafor olarak kullanıma girdi ve sanat dünyasında farklı disiplinlerde çalışmalara ilham verdi.

Yakın zamanda seyyah ve yazar Özcan Yurdalan yönetiminde gerçekleştirilen “Antroposen Çağdan Belgesel Hikayeler” projesi, farklı coğrafyalarda, farklı sanatçılarla ortak bir hafızaya dair bağımsız bir belgesel anlatılar ağı. Fotoğraf sanatçısı Özlem Günel, bu projede “Granit” isimli çalışması ile yer alıyor.

https://fotografliantroposenhikayeler.com/

Günel, iki yıl boyunca granit taş ocaklarının yer aldığı Kozak Yaylası’nda, özellikle Okçular Köyü ve çevresinde doğa ile insan ilişkisini izledi. Çektiği fotoğraflar ile bir coğrafyanın dönüşüme tanıklık etti. Özlem Günel’in fotoğrafları, taşı parçalayarak gelir sağlayan bir toplumun aslında kendi hafızasını un ufak etmesini anlatıyor.

Ayvatlar Köyü yakınındaki 51 hektarlık ormanlık alanda 95 yıllığına açılmak istenen granit mermer ocağı halkın katılım toplantısı, 24.Haziran 2022 (ÇED raporu tepkiler sonucunda iptal edildi)

-‘Antroposen Çağdan Belgesel Hikayeler’ projesinde ‘Granit’ isimli işinizle yer alıyorsunuz. Kısaca projenizden ve oradaki işinizden söz eder misiniz?

“Antroposen Çağda Belgesel Hikayeler” geniş katılımlı editoryal çalışma yaşamakta olduğumuz küresel krize teker teker ve hep birlikte bakmamıza vesile oldu. Artan fosil yakıt kullanımı, doğal alanları kazarak ve betonlaştırarak yarattığımız etki sonucunda çevremizde olup bitenleri gözle görülür sonuçlarıyla birlikte paylaşmaya çalıştık.  Kısaca insan faaliyetlerinin doğa üzerindeki geri dönülmez etkilerini belgelemeyi ve görünür kılmayı amaçlayan kolektif bir çalışmaydı. Bu bağlamda yer aldığım “Granit” isimli çalışmam, özellikle taş ocakları aracılığıyla doğada açılan yaralara odaklanıyor. Projemin çıkış noktası, granit madenciliğinin yerel ekosistemler üzerindeki etkileriyle birlikte, bu tahribatın insanlar üzerindeki duygusal ve tarihsel izlerini de görünür kılmaktı. Fotoğraf çekimlerini, Kozak Yaylası’nda bulunan, giderek büyüyen taş ocaklarının dört bir yandan sardığı Okçular Köyü ve yaylada bulunan diğer taş ocaklarının zarar verdiği çevrede yaptım. 

Okçular Köyü girişi, 2022

-Çekimi ilk nerde yaptınız?

Ayvalık yönünden Kozak Yaylası'na çıkarken karşılaştığım Pasa dağı, ilk çektiğim fotoğraftır. Çalışmayı bitirirken de son fotoğraf oldu.

-Bölgeyi gördüğünüzde neler hissetiniz?

Kozak Yaylası’na ilk gittiğimde “Granit” devasa ve muhteşem görselliğiyle büyülemişti beni. Maalesef bu güzel taşın acı öyküsü de hikayemi oluşturdu. Yaklaşık iki yıl süren çalışma sonucunda ilk kişisel sergim” Pindasos’un Kayaları”, 2023 yılı sonunda Bergama’da Odeon Pergamon Kültür Sanat Alanı’nda açıldı. Antroposen Çağda Belgesel Hikayeler ise kolektif olarak sırasıyla Bozcaada, Datça, Aydın-Kızılcaköy, Birgi, Ödemiş, Bergama, Bursa son olarak da Ayvalık’ta sergilendi. Türkiye’de birçok yerde sergileniyor. Bundan sonraki süreçte de farklı il ilçe ve mekanlarda sergilenmeye devam edecek.

Okçular Köyü'nün kayaları, Fotoğraf: Özlem Günel, 2022

-Fotoğraf projenizde Okçular Köyü’nde ve çevresinde insan ve doğa ilişkisinin kırılma anlarını belgelediniz. Sizi en çok etkileyen sahne neydi?

Ayvatlar Köyü’nde gerçekleşen ÇED raporu toplantısında taşlarla iç içe yaşamış, onlarla yaş almış bir teyzenin feryadı oldu. “Taşlarımıza dokunmayın! Onlar bizim temelimiz, siz her bir kayayı yok ettiğinizde toprak ayaklarımızın altından kayıp gider” dediği an oldu.

-Taş ya da maden ocaklarıyla birlikte değişen doğa, hafızayı da kazıyor. Sizce fotoğrafın işlevi nedir?

Belgesel fotoğraf, sadece bir anı dondurmakla kalmaz, kayıt altına alır, belge üretir, sorular sorar. Özellikle yıkımın, dönüşümün ya da yok oluşun yaşandığı yerlerde fotoğraf, kaybolanı görünür kılmak için devreye girer. O yerin bir zamanlar ne olduğunu, orada kimlerin yaşadığını, nasıl bir yaşamın sürdüğünü anlatır. Fotoğraf, zamanın kazıdığı boşluğu belgeyle doldurur. Yani, doğayla birlikte kazınan hafızayı yeniden inşa etmenin, unutturulmak isteneni hatırlatmanın yollarından biridir fotoğraf. Bazen bir direniş biçimi, bazen bir yas tutma aracıdır. Ama her zaman bir hatırlatmadır.

Çam ormanı içinde bir taş ocağı

  Aslı Atasoy /T24

ZEYTİNİN 11 MADDEYLE DEĞİŞEN KADERİ - Aslı Atasoy /T24-

 


Kozak Yaylası’ndan Meral Yıldırım: Dağları taşı makinalar öğütüyor, ağaç küsüp ağlıyor(VII)

“Çamlar ağlıyor, taşlar kuru artık. Eskiden yosun vardı, şimdi toz ve dev çukurlar. Ağaç küser mi? Küser.” Türkiye’nin en güzel yerlerinden olan Kozak Yaylası’nda taş ocaklarının gölgesinde yaşayan Meral Yıldırım, doğa ile kurulan kadim bağın nasıl parçalandığını anlatıyor

Kozak Yaylası’ndan Meral Yıldırım: Dağları taşı makinalar öğütüyor, ağaç küsüp ağlıyor                                        Özlem Günel’in objektifinden Meral Yıldırım (Mavi dövizli)


“Ağaç küser mi? Evet, küser” diyor Meral Yıldırım. 39 yıllık Kozak gelini, Okçular Köyü sakini ve bir doğa savunucusu.

Kozak Yaylası antik dönemlerden beri uygarlığın ve doğanın iç içe yaşadığı etkileyici bir coğrafya. İzmir ve Balıkesir arasında yer alan bölge, ilgi çekici doğal dev granit taşları ve kaliteli fıstık çamları ile kaplı ormanlık bir alan. Son yıllarda verilen ruhsatlarla taş ocaklarının hüküm sürdüğü bu eşsiz alan ekolojik ve toplumsal doku açısından giderek çölleşme eğiliminde.

Bir taş ocağının zaman çizelgesi aşağıdaki gibi:

Kozak Yaylası’nda yaygınlaşan taş ocakları, doğayı ve insan hayatını da geri dönüşü olmayacak biçimde dönüştürüyor. Kozalakları dünyaca ünlü çam ağaçları uzun süredir fıstık vermiyor. Gördüğünüzde insanı etkileyen asimetrik dev granit taşlar neredeyse yok olmak üzere. Meral Yıldırım’ın içi, ormanların yerini aldığı ocaklarla dolu bu bereketli topraklara baktıkça, acıyor.

-Siz bu topraklarda yaşıyorsunuz. Eskiden nasıldı oralar?

Ben 39 yıllık Kozak geliniyim.  Kozak yaylası ile ilk tanıştığımda doğa o kadar mükemmel ötesi bir şeydi ki anlatamam. Ağaçlar, taşlar, canlılar. Oturup o taşları seviyordum. O taşları severken içlerindeki suları görüyordum. Taşların içleri yaştı ama şimdi maalesef kurudu, yosun diye bir şey kalmadı. Açıkçası doğanın, taşların içindeki enerjiyi ve güzelliği aldılar.

-Ne zamandan beri o enerji ve güzellik yok?

Ortalama 20-25 yılından beri o güzellik yok oldu.

-Taş ocakları o zaman mı açıldı?

Taş ocakları daha önceden de vardı ama bu kadar sayıda değildi ve makine yoktu. Çalışmalar daha çok kol gücü ile yapılıyordu. Şimdi maalesef hep makine gücüne dönünce hiçbir şey kalmadı. Resmen dağı, taşı makinalar öğütüyor. Bir gelip görmenizi isterim. Ben ağlıyorum, görenler de ağlıyor.

-Sayıları arttı mı taş ocaklarının?

Sayıları arttı. Bazıları da kaçak çalışıyor. Benim bildiğim bu bölgede 20 tane ocak var ama hangisi resmiyete geçti bir bilgim yok.

-Dağlardaki bu granit taşların yörede özel bir ismi var mı?

Burada aslen yumurta taşı olarak geçiyor. Katmanlı oldukları için bu isim verilmiş.  Bunların volkanik patlamadan oluştuğu söyleniyor. Yöre halkı bunları taş olarak görüyor, ocak sahipleri ise bu taşları para olarak görüyor. Yöremize birkaç kişi dışında kimse sahip çıkmıyor.

-Oradaki yaşam nasıl değişti? Eskiden doğanın şimdi ise taş ocaklarının olduğu yerlerde artık ne var?

Sadece toz ve devasa çukurlar var. Bu çukurların başında bir taş ocağı sahibiyle tartıştım. Ona, “Bunları neden böyle bırakıyorsunuz, sizin çevreyi düzenleme mecburiyetiniz yok mu” diye sordum. “Hayır, bizim düzenleme zorunluluğumuz yok” dedi. “Devlet bize nereyi gösterirse, biz orada kazım yaparız” diyor. Ve artı bunları sorduğum için arkamdan kavanoz bile atıldı. O ocakta çalışanlar attı.

-Çalışanlar o bölgenin insanı değil mi?

Bölgenin insanı ama orada çalıştıkları için onları savunan kişiler. Bugün için bir dilim ekmek yiyor ama yarın için hiçbir şey bulamayacak bu şahıslar.

-Taş ocağı açıldığı için boşalan evler oldu mu?

Köylerde artık insan yok. Ocaklar artık köyün içine girdiği için köylüler yerini ocak sahiplerine satıyor. Şehirdeki hayat çok mükemmel diye gidiyorlar. “Şehirde bir daire ve araba aldılar mı tamam” diyorlar. Geneli böyle.

-Köyün genel tavrı nasıl taş ocaklarına?

Kozak’ta halk biraz uyanıyor ama halkın geneli para ile uyutulmuş. YouTube'a girdiğiniz zaman mutlaka Okçular’daki taş ocakları eylemlerini görürsünüz. Buradaki eylemlere dışarıdan gelen insanlar katkıda bulundu. Yöre halkı da az sayıda olsa katıldı.

“Çamlar ağlıyor”

- Oradaki doğal yaşamının değiştiğini de gözlemliyor musunuz?

Çamlar var ya onlar ağlıyor. Ağaçlar gerçekten ağlıyor.  O kadar küstüler ki, 17-18 yıldan beri ürün vermiyor.  “Siz bizi katlediyorsunuz” diye küstüler. Ağaç küser mi? evet, küser. Ağaç bir canlı ve küser.  

-Torunlarınıza bugünleri anlatacak olsanız neler söylerdiniz onlara?

“Yavrularım sizden çok özür dilerim. Biz sizin hakkınızı çok kötü şekilde yedik. Size gözyaşından başka bırakacak hiçbir şeyimiz yok,” derdim.

Kadın emeği ve zeytin

Ege’nin bereketli topraklarında kadınlar da zeytin ağaçları gibi elleri ile kök salar. Zeytin üretimi, kırsal kadın emeğinin omurgasını oluşturan en yaşamsal uğraşlardan biri. Ancak son yıllarda art arda çıkarılan düzenlemelerle zeytinliklerin taşınması ve tarım alanlarının madencilik faaliyetlerine açılması, kadınların emeğini, yaşam alanlarını ve toplumsal yerini de derinden sarsıyor.


Prof. Dr. Meltem İnce Yenilmez, kadın çalışmaları alanında çalışmalar yapan bir akademisyen. Yenilmez, zeytin ve kadın ilişkisini aşağıdaki cümleler ile anlatıyor:

“Kırsal alanda, özellikle de Ege bölgesi kırsalında, kadın emeği için zeytin üretimi önemli bir gelir kaynağıdır. Bu sektörde meydana gelen değişiklikler, kadınların mevcut iş potansiyellerini etkileyebilir. Zeytin ağaçlarının taşınması, kadınların gücüyle yerel kalkınmayı destekleyen emeğin sürdürülebilirliğini olumsuz etkileyebilir. 

Zeytin ağaçlarının taşınması ile ilgili düzenlemeler, Türkiye'nin kırsal bölgelerinde kadın emeği üzerinde uzun vadeli bir etkiye sahip olabilir. Kırsal bölgelerde kadınlara istihdam sağlayan sektörlerden biri zeytinciliktir. Zeytin üretiminin her aşamasında, dikimden hasada, işlenmeden pazarlamaya kadar, kadınlar önemli rol oynar. Yalnızca zeytinin kendisi değil, aynı zamanda zeytin yağı, sabun, kolonya, krem, reçel ve diğer değerli ürünlerin üretimi de kadınlar tarafından yapılmaktadır. Bu durum kadın istihdamını azaltabilir ve bölgedeki kadınların aktif işgücü piyasasından ayrılmasına neden olabilir. Kadınların üretim dışına itilmesi, alternatif istihdam alanlarının sınırlı olduğu bu bölgelerde sosyal eşitsizlikleri daha da derinleştirebilir.

Ülkemizde tarım alanlarında meydana gelen bu değişiklikler, su kaynaklarını ve doğal dengeyi bozarak göçe neden olabilir. Sürdürülebilir tarımı korumak, kadınların zeytin ve yan ürünlerini işleyerek ekonomiye katkıda bulunmasını sağlamak ve kırsal kalkınmayı güçlendirmek için gerekli adımlar atılması önem taşımaktadır.”

                                                                 /././

CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: "Zeytinlik yasası" iki ayrı santralin kömür ihtiyacı için yapıldı, tüm boyutları ile sorunlu (VI)

Temmuz ayında TBMM’de kabul edilen ve kamuoyunda “zeytinlik yasası” olarak bilinen düzenleme, tarım ve orman alanlarında enerji faaliyetlerinin önünü açıyor. CHP Grup Başkanvekili ve Ankara Milletvekili olan Gökhan Günaydın’a göre şirketler doğa tahribatı yapmadan kapalı işletme yöntemi ile yer altına inerek maden çıkartabilir

aslı atasoy 3 ağustos

Temmuz ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilen, 24 Temmuz’da Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ve kamuoyunda "Zeytinlik Yasası" olarak bilinen torba yasa, çevre örgütlerinden sivil topluma, muhalefet partilerinden köylülere uzanan geniş bir kesimde tepki çekti.

Yasa, kömür santrallerinin ihtiyaçlarını gerekçe göstererek zeytinlik alanlarda madencilik yapılmasının önünü açıyor. Ancak sadece doğa tahribatı ile sınırlı kalmayan bu düzenleme, kamu kurumlarının şirketlere yönelik denetim yetkilerini de büyük ölçüde zayıflatıyor. CHP Grup Başkanvekili ve Ankara Milletvekili Gökhan Günaydın, bu yasa için “Yasa tüm boyutları ile sorunlu” ifadesini kullanıyor.

Günaydın’la yasaya dair yürütülen politik mücadelenin detaylarını ve Anayasa Mahkemesi sürecini konuştuk.

- Gökhan Bey, bu yasa ile ilgili olarak neler söylersiniz?

Twitter sayfamda gerekli açıklamaları yaptım. Bu iki ayrı santralin kömür ihtiyacı için yapılan bir iş. Bu çerçevede fosil yakıtlardan hâlâ kömür işletilmesinin, enerji üretilmesinin ne denli primitif bir iş olduğunu bütün dünya fark ediyor. Dünyada fosil yakıtlar terk ediliyor. İkinci söyleyeceğim pekâlâ bu şirketler kapalı işletme yöntemiyle yani üst yapı da floraya ve faunaya, zeytin ağaçlarına zarar vermeden yer altına inerek bir işletmecilik yapıp madeni çıkartabilir. Ancak bunun doğuracağı ek maliyete katlanmak istemedikleri için zeytin ağaçlarının katline yönelik bir yasaya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne alet ettiler. Bunun da ifade edilmesi gerekiyor. Üçüncüsü, sosyal medyada dekarını dönümünü, dönümünü vermiştim. Burası 26 köyü de kapsayan bir alan. Dolayısıyla flora ve fauna ile ekosistemin insan ve insan yerleşimlerini de hedef alan bir boyut. Nihayetinde de şunu söyleyeyim. Daha evvel çıkan iklim yasasını biz 3 hafta boyunca engelleyebilmiştik. Sonra 14. günde Anayasa Mahkemesi’ne götürdük. Türkiye’nin en önemli konularına hiç değinmeyen daha görece bazı önemli yasalarda yoklama veremeyen AKP’nin bu düzenlemede tam kadro mecliste olmasını halkın takdirine sunarım. Cumhuriyet Halk Partisi olarak bu yasaya muhalefet ettiğimizi hem içerik itibariyle ortaya koyduk hem de mecliste engellemelerimizle bunu ortaya koyduk. 

CHP Grup Başkanvekili ve Ankara Milletvekili Gökhan Günaydın

“Bu yasanın diğer partilerin de katılımıyla beraber götürülmesine yönelik bir talep var”

- Konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşımak için neler yapıyorsunuz?

Anayasa Mahkemesi’ne konuyu taşımak için 60 günlük bir hakkımız var. İklim kanunu 14. günde götürdük. Zeytin ve madeni ilgilendiren yasada da ilk 15 gün içerisinde Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğimizi ön görüyoruz. Şu anda hazırlığımız devam ediyor.  Son olarak bu yasanın diğer partilerin de katılımıyla beraber götürülmesine yönelik bir talep var. Biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi bu yetkiyi, ana muhalefet partisine ve yeter sayıda milletvekiline tanıyor. Biz dilekçemizi bitirirken diğer partileri de imza ve teslim sürecine dahil edeceğiz. Onların takdirlerine göre şekillenecek.

- Onay veren vekillerle, oylanmadan önce birebir görüşmeler yaptınız mı? İçeriği konusunda onları ikna etmeye dönük herhangi bir girişiminiz oldu mu?

Onlar herhangi bir konunun içeriğini öğrenmek gibi bir kaygı duyan vekiller değiller. Bakanlıktan kanun metni gelir. Onların görevi o metni komisyondan, genel kuruldan hasarsız geçirmektir. Dolayısıyla beyhudedir onlarla içerik tartışmak. Mecliste böyle bir usul yok. Genel Kurul üzerinden tartışılıyor zaten her şey. 

- Yasanın kamu denetimi konusunda yaklaşımı hakkında neler söylemek istersiniz?

Süper izin yasası sadece koordinatları belirlenmiş bir alan üzerinde tahripkâr etki yaratmıyor. Bundan sonra bütün bu izin yetkilerinin kamunun gerçek bir denetleme gücünü kıran ve denetim için gerekli olan süreleri kısaltan bir boyutu da var. Dolayısıyla tüm boyutlarıyla zaten sorunlu. Sadece Muğla, Milas ve Yatağan için değil…

“Karşımızda kural tanımaz bir iktidar var ve maalesef meclis çoğunluğu onlar”

- Genel anlamda yeterli derecede itiraz edildiğiniz düşünüyor musunuz? Hem toplumsal ölçekte hem de muhalefet açısından?

Ben yapılabilecek her şeyin yapıldığını düşünüyorum. Muğla'dan ve Türkiye'nin her tarafından köylüler, çevre aktivistleri geldiler. Günlerce parklarda yattılar. Biz de onlarla kaldık. Beraber meclise girmelerini, komisyona katılmalarını ve genel kurulu izlemelerini sağladık. Ayrıca muhalefet de içtüzükte kendisine verilen bütün hakları kullanarak engellemek için her şeyi yaptı. Sadece CHP değil Cumhur İttifakı dışındaki tüm siyasal partilerin bu engelleme çalışmalarına fedakârca katıldığımı söyleyebilirim. Yapılabileceklerin tamamı yapıldı. Karşımızda kural tanımaz bir iktidar var ve maalesef meclis çoğunluğu onlar.

Anayasa Mahkemesi’nde yapılan çalışmalar sonucu vermez ise sonrası için nasıl bir planlamanız var?

Akbelen’de bir ağaç kesimi olursa geçmişte olduğu gibi bugün de Cumhuriyet Halk Partisi’nin milletvekilleri orada olacaklar. Doğanın yanında olmaya devam edeceğiz.

                                                   /././

Ecehan Balta: Gıda ve su krizi herkesi vurur, bu yasa sömürgeleştirme pratiğidir!(V)

Araştırmacı ve İklim Adaleti Komisyonu aktivisti Ecehan Balta’ya göre torba yasa doğayı tahrip etmenin yanında kırsal hafızayı, kadın emeğini ve müşterek yaşam alanlarını da görünmez kılıyor.

aslı atasoy 2 ağustos

İklim krizini yaratan nedenler ile mücadeleyi kapitalizm ile mücadeleden ayrı düşünmek imkansız. James O’Connor, sermayenin yok etmek pahasına doğayı metalaştırmasını, kapitalizmin ikinci çelişkisi olarak tanımlar. Kapitalizmin bu arsızlığı elbette üzücü. Ancak bu durumun, antikapitalizm ile mücadele alanında alan açması da anlamlı. Bu sayede oluşan sistemle mücadele, ekolojik farkındalık gibi zorunlu bir temel üzerinden daha verimli sonuçlar elde etmemizi sağlayabilir. Özellikle kadınların ve gençlerin antikapitalizme karşı mücadelede, çevre hareketlerinde örgütlenmeleri umut verici. Ancak ekolojik politikalar üretmek konusunda daha fazla çaba gösterilmesi gerektiği aşikar. 

Ecehan Balta, çıkan torba yasanın salt doğaya yönelik bir yıkım politikası içermediğini, “Toplumsal dayanışma, topluluk temelli üretim ve kırsal yaşamın sürdürülebilirliğine yönelik de bir saldırı” olduğunun belirterek sorularımızı yanıtladı:

- Kapitalizmin ikinci çelişkisi olarak tarif edilen, sistemin kendi doğal ve toplumsal yeniden üretim koşullarını tahrip etmesi bağlamında bu yeni çevre yasası ne ifade ediyor? 

Kapitalizmin ikinci çelişkisi, sistemin kendi üretim koşullarını tahrip ederek kendi sürdürülebilirliğini imkânsızlaştırmasıdır. Yeni maden yasası tam da bu çelişkinin güncel bir örneğini sunuyor. Yasa, maden alanlarını genişletmek ve sermayenin “kritik” ya da “stratejik” maden ihtiyacını karşılamak adına, doğayı geçim kaynaklarını ve toplumsal yaşamı hızla ve yoğun biçimde tahrip edecek bir düzenleme getiriyor. Bu, yalnızca doğaya yönelik değil, aynı zamanda toplumsal dayanışma, topluluk temelli üretim ve kırsal yaşamın sürdürülebilirliğine yönelik de bir saldırı.

- Yasanın, kırsal alanları sürekli "kalkındırılması gereken", "boş", "verimli hale getirilmeyi bekleyen" alanlar olarak kurgulaması sizce nasıl bir ideolojik izdüşüme neden oluyor? Sonuçları ne olacak?

Bu yasa, kırsal alanları “verimli hale getirilmeyi bekleyen boşluklar” olarak yeniden tanımlarken modern zamanların “terra nullius” (boş toprak) ideolojisini yeniden üretiyor. Her şeyden önce söylemek lazım ki, bu kalkınma falan değil; yerli halkları, köylüleri ve doğanın kendisini görünmez kılan bir sömürgeleştirme pratiğidir. İdeolojik olarak kırsalı yalnızca sermaye için kullanılabilir alan olarak kodlar; insan ve diğer hayvanların, cansız varlıkların, toplulukların yurt hakkı, yaşam hakkı ve kültürel varlığı bu söylemle silinir. Sonuç olarak zorunlu göçler, ekolojik yıkım ve kırsal kültürlerin ortadan kalkması gündeme gelir. Yeni maden yasasında da bunu görüyoruz; hatta sadece tarım arazileri ve meralardan oluşan kırsal alanlar değil, SİT alanları, arkeolojik alanlar da bu “boş toprak” anlayışıyla değerlendiriliyor. 

Ecehan Balta

"Gıda ve su krizi herkesi vurur"

- Madenlerin yoğunlaştığı bölgelerde, kadınların üretici ve kadın olarak konumlandığı kırsal yapı nasıl etkileniyor? Bu yasa, kadınların emeğini ve gündelik hayatını hangi açılardan tehdit ediyor? 

Kadınlar, kırsalda hem gıda üretimi hem tohum saklama hem de bakım emeği yoluyla üretimin ve yaşamın sürdürücüsüdür. Maden-yoğun bölgelerde yeni hafriyatçı politikalarla birlikte kadınların yerinden yurdundan edildiğini, üretimden koparıldığını, toplumsal yeniden üretim emeklerinin yoğunlaştığını deneyimledik. Bu yeni süper talan yasası ile zeytinliklerin, meraların ve tarım alanlarının madenciliğe açılması, kadınların geçim kaynaklarını doğrudan etkileyecek, kadınların üretimden kopuşu anlamına gelecek. Şunu ayırt etmek çok önemli: İster gri, ister yeşil madencilik olsun, madencilik faaliyetleri sadece kendi bulunduğu çevreye zarar vermez. Karbon emisyonlarının artması, ormansızlaştırma, iklim krizinin derinleşmesi, dolayısıyla daha fazla kuraklık, daha fazla orman yangını, daha az gıda ve su demektir. Ama maden kendi içinde bulunduğu çevre için de çok kısa bir vadede su kaynaklarının kuruması demek. Suya erişimin kısıtlanması, sadece su kaynaklarının azalması değil, gıdanın da azalması anlamına gelir. Bu da bakım emeği yükünü omuzlayan kadınların daha fazla çalışması demektir.  Bu durum, sadece maden çevresinde yaşayan kadınlar için değil, bütün toplum için böyledir. Ormansızlaştırmadan ve kuraklıktan herkes etkilenir. Gıda ve su krizi herkesi vurur. O yüzden maden yasasını sadece maden izni verilen yerlerdeki insanların etkileneceği bir süreç olarak düşünmeyin. Bu yasanın sonuçlarından herkes, ama herkes, özellikle kadınlar ve çocuklar etkilenecek. Son olarak,  şimdilik Akbelen’de ama Cumhurbaşkanı kararıyla önümüzdeki günlerde her yerde karşılaşacağımız acele kamulaştırmalar yoluyla köy boşaltmaları yurt hakkının gaspıdır. Kadınları güvencesizliğe, şehirleri göçe ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddete daha açık hale getirecektir.

- Ekolojik anarşist bir perspektiften bakıldığında doğaya dayatılan tahakküm, toplumsal hiyerarşi açıdan nasıl sonuçlar doğurur?

Ekolojik anarşizm, doğa üzerinde kurulan tahakkümün insan toplumundaki hiyerarşilerle doğrudan bağlantılı olduğunu savunur. Ben ekolojik anarşist değilim. Ancak patriarkanın da bu hiyerarşi mekanizmasıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Aklın, fennin, erkeğin, ilerlemenin; sezgiden, kadından, doğadan, döngüden üstün olduğu bir ikili karşıtlık üzerine kurulu bir sistemde yaşıyoruz. Kadının ve doğanın sömürgeleştirilmesi, daha doğrusu doğa ile ilişkili görülen her şeyin; bu yerel halk da olabilir, hayvanlar da, kadınlar da... Sömürgeleştirilme ile karşı karşıyayız. Bu iki kamp kurulan hiyerarşi, aynı zamanda toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesi ve toplulukların parçalanması anlamına geliyor.  

- Yerel ekoloji mücadeleleri bu yasa sonrasında nasıl bir strateji izlemeli? 

Yasa, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda siyasal ve ideolojik düzlemde de mücadele edilmesi gereken bir düzenleme. Burada devlet-sermaye ittifakı dışındaki herkese çok iş düşüyor. Yerel ekoloji mücadeleleri Türkiye’de 1990’lardan beri çok ciddi bir direniş repertuvarına sahip, bundan sonra ne yapılacağı hep beraber alacağımız kararlara bağlı. Ama kişisel fikrimce; kolektif saldırıya kolektif bir yanıt üretmek en önemlisi. Hareketin saldırı planının bütüncül olduğunu görmek ve buna bütüncül bir yanıt üretmek gerekiyor. Bunun ekseninde de bence şunlar olmalı:

*Yurt hakkını ve müşterekleri savunmak.

*Kadınların ve köylülerin direniş hafızasını görünür kılmak.

*Hak temelli, agroekolojik, feminist alternatifler inşa etmek.

* Uluslararası kampanyalarla GIAHS, UNESCO gibi yapıları baskı altına alarak uluslararası görünürlük sağlamak.

Sivil toplumun daraltılan hareket alanı karşısında, daha yatay, yerel odaklı, gönüllü ağlara dayalı direniş biçimleri geliştirmek.

* Ve nihayetinde, bu yasa ile boyutlarını net biçimde bir kez daha gördüğümüz politik-ekonomik düzene karşı hem kırda hem kentte toplumsal öz örgütlenmeleri güçlendirmek.

                                                                 /././

GÜNDEM -4 Ağustos 2025-

 Türkiye'nin süt devinde bakteri skandalı -Sözcü-

Konya Şeker’in dev gıda markası Torku'ya ait Panagro tesisinde 100 tonun üzerinde süt tozuna bakteri bulaştı. Sağlığa zararlı süt tozlarının imha edileceği öğrenilirken, yaşanan gıda skandalının arkasında liyakatsiz atama olduğu iddia edildi.

Son günlerde Soma Termik Santrali'nde üretimin durdurulması ile gündem olan Konya Şeker'de ciddi bir skandal daha patlak verdi. Konya Şeker'in amiral markası Torku'nun Konya'da bulunan Panagro üretim tesisinde, hatalı planlama nedeniyle 100 tonun üzerinde süt tozuna bakteri bulaştı.  İnsan sağlığına zarar verecek hale gelen besinlerin imha edileceği öğrenilirken, yaşanan skandalın arkasında ise liyakatsiz atama olduğu öne sürüldü. (ZARAR 30 MİLYON LİRAYI AŞTI) Tarımdan Haber Genel Yayın Yönetmeni Sadettin İnan'ın haberine göre, 100 tonun üzerindeki süt tozunun çöpe gitmesiyle birlikte kurumun zararı personel ve diğer giderler dikkate alındığında 30 milyon lirayı aşmış oldu. Skandalın perde arkasında ise dikkat çekici iddialar var. Panagro’da süt üretim prosesine bakteri bulaşmasına rağmen üretime devam edildiği, bu yüzden tüm üretimin bozulduğu ifade ediliyor. Üstelik bu süreçte tesiste, alanında uzman bir isim yerine bir elektrik mühendisinin “Süt Üretim Direktörü” olarak görev yapması dikkat çekti. Çiftçi kuruluşu olan bir şirkette liyakatsiz yönetimin yol açtığı bu büyük zarar, üretici ortakların ve bölge çiftçisinin emeğini de heba etti.(SKANDALI PAYLAŞAN İŞÇİ KOVULDU) Tesisin üretim sürecindeki usulsüzlükleri gündeme taşıyan 12 yıllık bir çalışan ise işten kovularak cezalandırıldı. Söz konusu personel, kurumun WhatsApp “Süt Grubu”nda bu durumu paylaştığı için “şirket bilgilerini sızdırmak” gerekçesiyle tazminatsız şekilde işten çıkarıldı. Yaşananları Tarım ve Orman Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı ve Konya Valiliği’ne ihbar ettiğini belirten personelin, kurumun milyonluk zararını önlemek yerine susturulmaya çalışılması dikkat çekti.

                                                       ***

Bakanlık ve AKP’li belediye tapulu evlerine çöktü -Müslüm Evci/Sözcü-

Konya’da 2006 yılında AKP’li Meram Belediyesi öncülüğünde başlayan ve 2008 yılında biteceği duyurulan Gedavet Konutları aradan geçen 19 yıla rağmen bitirilemedi. Belediyeye açtıkları davaları kazanan hak sahipleri dört gözle evlerine kavuşmayı beklerken Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı söz konusu alanı “Rezerv Yapı Alanı” olarak belirledi. Aldıkları haberle yıkılan hak sahipleri SÖZCÜ’ye konuştu.

Konya’nın Meram ilçesinde 2006 yılında dönemin AKP’li Meram Belediye Başkanı Refik Tuzcuoğlu tarafından tanıtımı ve ihalesi yapılan, 128’i arsa sahibi olan Meram Belediye'sine ait, toplam 512 daire, işyerleri ve sosyal alanların bulunduğu Gedavet Konutları, 2008 yılında tamamlanarak teslim edilmesi gerekirken yüklenici firmanın battığı gerekçesiyle aradan geçen onca yıla rağmen teslim edilmedi. Proje nedeniyle 270 kişi mağdur oldu.(MAHKEME MERAM BELEDİYESİ’Nİ GARANTÖR GÖRDÜ) Projenin yayınlanan reklamlarında inşaatları yapacak olan firma Meram Belediyesi’ni garantör olarak gösterdi. Mahkeme dava açan bazı mağdurların mağduriyetinin giderilmesi için karar verdi. Verilen karar neticesinde Meram Belediyesi’nin söz konusu zararı gidermesine hükmedildi ancak mağdurlara bekledikleri ücret verilmedi.

(BAKANLIK’TAN HAK SAHİPLERİNİ YIKAN DUYURU) 19 yıldır 4 farklı AKP’li belediye başkanıyla yaptıkları görüşmelerden sonuç alamayan mağdurlara bir darbede Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan geldi. Bakanlık, konutların bulunduğu alanı “Rezerv Yapı Alanı” olarak belirledi.(HUKUKİ SÜREÇ BAŞLATILDI) Yıllardır evlerine kavuşma hayaliyle bekleyen ancak Bakanlığı’ın kararıyla adeta yıkılan hak sahipleri, Gedavet konutları önünde bir araya geldi. SÖZCÜ’ye konuşan hak sahipleri duruma isyan etti: Mağdurların Avukatı Mehmet Enes Güngör, Bakanlık kararının doğrudan mülkiyet hakkı ihlali olduğunu söyledi. Avukat Güngör, Bakanlığı’n kararına karşı yargı yoluna başvurarak haklarını arayacaklarını söyledi.(“TAPULU EVLERİMİZE ÇÖKÜYORLAR”) 18 yıl önce Gedavet konutlarından ev aldığını söyleyen Emekli bir asker, “Ben 60 yaşındayken buradan ev aldım. Şu an yaşım 78 hala evimi bekliyorum. Burayı beklerken hasta oldum. Şu an Parkinson hastasıyım. Ben bu belediye başkanı ve AK Parti’ye yıllarca oy verdim ama geldiğimiz noktada bizi mağdur ettiler. Devlet vatandaşının yanında olmalı. Ama biz yalnız bırakıldık. Biz güzel bir haber beklerken şimdi de tapulu evlerimize çöküyorlar” dedi.(“ARTIK TAPUSU OLANIN DA GÜVENCESİ YOK”) Evini satıp Gedavet Konutları’ndan ev alan ancak evine kavuşamadığı için yıllardır kirada oturduğunu söyleyen bir başka hak sahibi ise, “Biz buradan 19 yıl önce ev aldık. O zamanlar benim küçük çocuğum 2 yaşındaydı şimdi 21 yaşında. O zamanlar bu evi almak için oturduğumuz evi sattık. Şimdi buradan da evimizi alamayınca yıllardır kirada oturuyoruz. Bu da yetmezmiş gibi belediye oturmadığımız evler için emlak vergisi bile ödüyoruz. Hakkımızı helal etmiyoruz. Bunlara oy verdik, vermez olsaydık. Bu ülkede artık tapusu olanın da güvencesi yok. Artık her istedikleri kişinin tapusuna çökebiliyorlar” ifadelerini kullandı.(“ÇOĞUMUZ SAĞLIĞIMIZDAN OLDUK”) Evlerini beklerken çok sayıda kişinin ya hasta olduğunu ya da hayatını kaybettiğini ifade eden bir diğer hak sahibi ise, “İnsanlar ev sahibi olmak isterken dert sahibi oldu. Birçok insan evine kavuşamadığı için üzüntüden hastalandı. Hatta kimisi de hayatını kaybetti. Çoğumuz sağlığımızdan olduk. Bizim tek suçumuz belediyeye güvenmek mi? Yıllardır her gelen belediye başkanı mağduriyetimizi gidereceğini söyledi ama hiçbirisi sözünü tutmadı. Şimdi açık açık evlerimize çöküyorlar. Burası nasıl rezerv alanı olabilir. Evlerimiz çürük değil. Her yıl buradan numune alınıp incelenir. Bu binalara yüzde 90 sağlamlık raporu verildi. Şimdi türlü filmlerle evlerimize çöküyorlar. Hakkımız haram olsun” siteminde bulundu.

                                                     ***

Profesörsüz, doçentsiz programlar: Bu nasıl akademi -Mustafa Kömüş-

Her kente üniversite açmakla övünen AKP, profesör bulamıyor. Bin 278 bölümde profesör, bin 50 bölümde doçent yok. Profesör olmayan bölümler içinde tıp, diş hekimliği, hukuk ve yapay zeka bölümleri dahi var.

Ülkedeki üniversitelerin kalitesi uzun süredir eleştiriliyor. Bütçesinden eğitimin kalitesine, rektörlerden akademik kadrolarda yaşanan dönüşüme kadar süren bu eleştirilere ise kulaklar tıkalı. Şu anda yüz binlerce öğrenci ise yine de üniversiteli olma hayali kuruyor. 1 Ağustos’ta başlayan tercihler 13 Ağustos’ta sona erecek. Öğrenciler bu süreçte hayallerini kurdukları bölümlere girebilmek için tercih yapacak. Peki akademinin durumu nasıl? Bu konuda Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından yayımlanan kılavuz bize bazı fikirler veriyor. Kılavuza göre kamu üniversitelerinin lisans bölümlerinin 1278’inde profesör, 990 bölümde ise doçent bulunmuyor. 400 bölümde ise hem profesör hem doçent yok.(TEK BİR PROFESÖR YOK) Profesörü olmayan bölümler içinde dikkat çekici bölümler de bulunuyor. Tıp, hukuk, diş hekimliği, hemşirelik, bilgisayar mühendisliği, psikoloji, sosyal hizmetler, yazılım mühendisliği gibi bölümlerde bazı üniversitelerde profesör yok. Yine son dönemde YÖK tarafından övgüyle bahsedilen yapay zekâ bölümlerinin bazılarında tek bir profesör dahi bulunmuyor. Öğrencilerin her dönem en çok girmek istediği bölümlerden olan tıp fakültelerinde profesör olmayan bir üniversite bulunuyor. 60 kontenjan ayrılan Trabzon Üniversitesi’nde profesör ya da doçent doktor bulunmuyor. Afyon Kocatepe, Çankırı Karatekin ve İnönü üniversitelerindeki hukuk fakültelerinde profesör sayısı sıfır. Bunun yanında Boğaziçi, Bolu Abant, Eskişehir Osmangazi, Gaziantep, İzmir Demokrasi, Pamukkale, Sakarya ve Tokat Gaziosmanpaşa üniversitelerinin hukuk fakültelerinde ise sadece 1 profesör bulunuyor. Profesör bulunmayan bölümler arasında dikkat çekici bölümlerden biri de diş hekimliği. Batman, Bingöl, Hatay Mustafa Kemal, Iğdır, Nevşehir Hacı Bektaş, Niğde Ömer Halisdemir ve Van Yüzüncü Yıl üniversitelerinin diş hekimliği fakültelerinde hiç profesör bulunmuyor. Afyonkarahisar Sağlık bilimleri, Aksaray, Çankırı, Erzincan, Giresun, Karabük, Karamanoğlu Mehmet Bey, Kütahya Sağlık Bilimleri, Muğla Sıtkı Koçman, Pamukkale, Sakarya ve Yozgat Bozok üniversitelerinde ise bu sayı sadece 1.(DERSE YAPAY ZEKÂ GİRSİN!) YÖK’ün son dönemde övünerek açtığı yapay zeka bölümleri de aynı durumda. Üniversitelerin Yapay Zeka ve Makine Öğrenmesi, Yapay Zeka ve Veri Mühendisliği, Yapay Zeka Mühendisliği bölümlerinin 16’sında hiç profesör yok. Bunların bazılarında profesörle birlikte doçent doktor da bulunmuyor. Yine son dönemin en çok tercih edilen bölümleri arasında yer alan ve kamuda sadece Eskişehir Teknik Üniversitesi’nde açılan pilotaj bölümü de aynı durumda. Bölümde profesör de doçent de yer almıyor. Son dönemde gözden düşen mühendislik bölümleri de çok farklı değil. 200’ü aşkın mühendislik bölümünde hiç profesör bulunmuyor.(MÜHENDİSLİK HATASI) En ilgi çeken mühendislik bölümlerinden biri olan yazılım mühendisliği bölümlerinin 19’unda da profesör yok. Bilgisayar mühendisliğinde ise profesör bulunmayan üniversite sayısı tam 35. Dikkat çeken bölümlerden bir diğeri de sağlık yönetimi oldu. 60 üniversitede bulunan sağlık yönetiminin 25’inde hiç profesör bulunmuyor. Diğer bir deyişle 10 sağlık yönetimi bölümünün 4,1’inde profesör yok. Sosyal hizmetler bölümü ise çok daha kötü durumda. 58 üniversitede bulunan bu bölümün 29’unda profesör yok. Bir diğer deyişle 2 sosyal hizmet bölümünden birinde profesör yer almıyor. Hemşirelik ve psikoloji bölümlerinin verileri de dikkat çekti. 117 hemşirelik bölümünün 32’sinde, 62 psikoloji bölümünün ise 34’ünde yani yarısından fazlasın hiç profesör bulunmuyor.

                                                     ***

Anne-kızı canından edenlere, yeni hakimle 1 günde tahliye! 'İşin içine siyaset mi girdi zenginlik mi?'-Tuğba Nur Çelik/Sözcü-

23 Nisan'da yaşanan felakette evlerinin yanındaki sulama kanalının kenarında oynayan Özlem Üstün, suda ellerini yıkamak isterken elektrik akımına kapıldı. Kızının çırpındığını gören Cennet Üstün de panikle suya atlayıp kurtarmaya çalışırken akıma kapıldı. Olay sonrası gözaltına alınan 9 şüpheliden 4'ü tutuklandı. İhmaller zincirinin sorumluları için kararı 1 günlük nöbetçi hakim verdi.

Osmaniye'nin Toprakkale ilçesinde 23 Nisan 2025 tarihinde meydana gelen ve anne Cennet Üstün ve kızı Özlem Üstün, hayatını kaybettiği doğalgaz kazası, ihmaller zinciri sonucu gerçekleştiği iddiasıyla gündeme geldi.  Doğalgaz kazı çalışması sırasında gerekli teknik ve hukuki önlemlerin alınmaması, yer altı hatlarının denetlenmeden kazıya başlanması ve denetim eksiklikleri, enerji hattına müdahale edilmesine yol açarak faciaya neden oldu.(ŞÜPHELİ 5 KİŞİ SERBEST BIRAKILDI)  Olayla ilgili Osmaniye Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmada, şu an dört kişi tutuklu bulunurken, beş kişi adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Ancak, elde edilen bilgi, belge ve teknik deliller, sorumluluğun yalnızca bu kişilerle sınırlı olmadığını ortaya koydu. Aile, soruşturmanın genişletilmesi ve asli sorumluların da yargı önüne çıkarılması talep etti.(HAKİM DEĞİŞTİ SERBEST KALDILAR) Yapılan soruşturmada Mehmet Nuri Oğuz, Cuma Sayak, Burak Kılıçarslan ve Murat Güven tutuklanmıştı. Anne-kızın ölümüne neden olan dört şüpheli dosyanın Sulh ceza hakimi tayin dolayısı ile gitti. Bu nedenle yerine müstemir yetkili hakim gelene kadar dosyaya nöbetçi mahkeme hakimi geldi. Tahliye kararını nöbetçi hakim verdi.  Hakimi değiştikten sonra ayrı ayrı adli kontrol ile serbest kaldı. ('İŞİN İÇİNE SİYASET Mİ GİRDİ ZENGİNLİK Mİ?') SÖZCÜ'ye konuşan acılı baba isyan ederek şu ifadeleri kullandı: "Böyle bir adalet olur mu? Ben küçücük çocuğumla bir başıma kaldım. Daha toprağı kurumadı serbest kaldılar. Bunun hiçbir haklı tarafı yok.  Bunu milyonlarca insan seyretti. Adalet istiyorum. İşin içine siyaset mi girdi, zenginlik mi? Bilmiyoruz. Türkiye de adalet bu mu?"('BU KARAR HUKUKA AYKIRIDIR') Avukat Büşra Kapan, 'bu karar hukuka aykırıdır' diyerek şu açıklamayı yaptı: "Soruşturma dosyasındaki sanık ifadeleri, bilirkişi raporu, CD izleme tutanağı ve kazı çalışmalarına ait kamera görüntülerine bakıldığında; şüphelilerin kusurunun bulunduğu sabittir. Bu kusura ve soruşturma dosyasında henüz delillerin toplanmamış olmasına rağmen verilen bu tahliye kararı hukuka aykırılık teşkil etmektedir. Müvekkil adına tüm itirazları yapmış bulunmaktayız. Sürecin takipçisi olacağız. "

                                                                ***

Öne Çıkan Yayın

Savcı ‘İngiliz casusu’ olmakla suçluyor! Yöneticisi olduğu şirkete siber güvenlik ihalesi verildi -Bahadır Özgür /halkTV-

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başlattığı ‘ casusluk ’ soruşturması, İBB dosyasında şimdiye kadarki en ağır itham. Savcılık CIA, MOSSA...