Erdoğan 2025'te virajı aldı, 2026'da rampaya saracak + Gazze’de Kuvayi Milliye’yi mi silahsızlandıracağız? -Namık Tan /T24-


 Erdoğan 2025'te virajı aldı, 2026'da rampaya saracak 

Erdoğan’ın giderek çeyrek yüzyıla varan iktidarında ve 2017’den beri alaturka tek adam rejiminde Türkiye’nin dış politikası kargacık burgacık bir el yazısı gibi okunaksız: NATO müttefiki ama kendini küresel güneyde mi görüyor? Laik Cumhuriyet ama “İslâm ülkesi” olarak mı konumlanıyor? Yine Cumhuriyet ama neo-Osmanlıcı emperyalizm peşinde mi? İhvancılık terk mi edildi, gizlendi mi? Avrupa Konseyi kurucu üyesi ve AB aday ülkesi ama Ortadoğu, hatta düpedüz bir Arap ülkesi mi?

namık tan 28 aralık

Erdoğan 2025 yılı boyunca aldığı geniş dış politika virajını nihayet tamamladı. Türkiye’nin çevresini saran Ukrayna, Azerbaycan-Ermenistan, İran nükleer, Irak-seçimler ve PKK, Suriye, Gazze-İsrail, Lübnan-Hizbullah “dosyalarının” getirdiği jeopolitik önemi kendi alaturka tek adam rejimine “meşruiyet” kazandırmak için araçsallaştırdı. Bu durumdan ve bağlamdan kendine bir nevi “kartvizit” çıkardı.

Erdoğan, Putin ile yaptığı gibi Trump’la da (Fidan’ın deyimiyle) yürüttüğü “kişisel dostluk diplomasisinin” sırtına bütün dış politika sermayesini yükledi. Esasen geride bıraktığımız 2025, Trump’ın görevi devralıp, ABD başkanlığı koltuğuna oturmasıyla başladı. Bu da ondan sonra olacak her şeyi belirleyen andı. “Trump 2.0” yönetimiyle birlikte dünyada bir devir kapandı. Yenisinin neye benzeyeceği ise henüz belirsiz.

Fakat Ankara’dan bakışla “viraj almak” mecazını sürdürürsek, bu defa kamyoncu deyişiyle Erdoğan’ın 2026’da “rampaya saracağını” da öngörebiliriz. “Bu motor bu yükü çeker mi, yoksa uzak olmayan bir gelecekte su mu kaynatır” onu da anlayacağız. Çünkü her iki muhatap için de yani hem Putin hem Trump için de kişisel dostluğun ötesinde artık “boş gelen tepsiyi, dolu gönderme” dönemine girildi. Ve “ikisi bir arada hem de bedava” seçeneği masada yok.

Doğru, Ankara’da ayaklar nihayet suya ermişe benzer. Ama bu dışa dönük veya dışarıdan burada ne olduğuna ne yapıldığına bakanların gözlemleyebileceği bir durum. İçeride ise Erdoğan’ın dış politikaya ilişkin gözbağcılık gösterisi hız kesmeden sürüyor. “Nasılsa ne atarsam gidiyor” yaklaşımına dayanan pazarlama performansı da öyle. Algı olgunun önünde, söylem ile eylem makası alabildiğine açık.

Peş peşe Ankara’ya gelenlerden Almanya Şansölyesi Merz, yasadışı göçmen seddi ve deposu işlevinin “ücreti mukabili” süreceği müjdesiyle uğurlandı. İngiltere Başbakanı Starmer, Eurofighter Typhoon satışı coşkusuyla daha Esenboğa’da neredeyse zil takıp oynadı. Beyaz Saray’da sırt sıvazlama, sandalye çekme görüntülerinden “itibar” devşirildi. Şarm el Şeyh’te Macron’la kucaklaşmaların, şakalaşmaların ardından Katar Emiri ve Mısır Cumhurbaşkanıyla masadan poz verildi.  

Oysa diplomasi bir “fotoğraf albümü” değil. AB üyeliği bir yana ne vizesiz seyahat, ne Gümrük Birliği güncellemesinden, ne SAFE’ten yararlanmaktan haber var. Kendi başımıza ördüğümüz S-400 meselesi çözülmeden ne F-35, ne F-16 geliyor. CAATSA/NDAA yaptırımları kalkmadan MMU KAAN için GE F-110 motoru yok. Kongre engelinin aşılması dişlerin sıkılıp İsrail’le ilişkilerin bir ölçüde normalleştirilmesine bağlı. Üstelik küresel piyasalardan kaynak bulmak olağanüstü pahalı.

Erdoğan yönetiminde siyaset gibi diplomasi de salt “performans sanatı” görünümünde. Kurnazlıkla “al-ver” üzerinden meselelere yaklaşmak “stratejik akıl” sanılıyor. Kurumsal kimlik, tarihsel yönelim, stratejik vizyon, evrensel değerler, Cumhuriyet ilkeleri bu resimde yok. “Aynalarla kavga” tüm şiddetiyle sürüyor. Kasa tamtakır olduğu için Türkiye’nin gürlese de yağamayacağının tüm ciddi muhataplar farkında.

Diplomatik manevra alanı alabildiğine daraldığı için “oynayamayan” bir Türkiye var.
Erdoğan içeriye başka dışarıya başka bir anlatı kurgulayadursun, dünya dönüyor ama Ankara’nın çevresinde değil. Nitekim 2025 yılı dış gelişmeler bakımından olağanüstü biçimde ivmelenerek bitiyor. Neredeyse “bitemiyor” bile denebilir: Örnek olarak, Pazar günü Zelenskiy, Trump ile Florida’da görüşecek. İsrail Cuma günü Somaliland’ı tanıyan ilk devlet oldu. Şam ile SDG arasında en azından kağıtüzerinde bir uzlaşı açıklanacak gibi duruyor. Gazze’de ise II. Aşama uluslararası askeri gücün Hamas’ı nasıl silahsızlandıracağı çizgisinde takılmış gözüküyor.

Bu durum, Trump’ın gelişiyle iyice güçlenen son dönemin yaygınlaşan genel diplomatik eğilimini doğruluyor. Diplomasi veya devletler arası ilişkiler artık “bir numaralar” arasına sıkışarak, doğrudanlaşıp, olağanüstü hızlanıyor. Karar alma ve siyasa oluşturma süreçleri -ki bu bürokrasinin başat işlevi demek- büyük ölçüde ıskartaya çıkıyor, işlevsizleşiyor, adeta salt kâtipliğe indirgeniyor. Salon alanı biçimlendirmiyor, alanın noterine dönüşüyor.

II. Dünya Savaşı sonrasında ABD liderliğinde kurulan transatlantik düzen 80 yılın ardından birden yok oldu. ABD kendi isteğiyle Trump başkanlığında bu rolden çekildi ve kuruluş ayarlarına geri dönüyor. Vance’in Münih’te Şubat ayındaki konuşmasını NSS belgesi ete kemiğe büründürdü. Buna karşılık Kongre’nin iki yakasının birden uzlaşısıyla çıkan NDAA (savunma bütçesi kanunu) ABD’yi Avrupa’ya ve Ukrayna’nın yanına çıpaladı. NDAA’nin NSS’ten farkı, Trump’ın tüm ağırlığına rağmen bağlayıcı oluşu.

AB’nin ekonomik dev ama siyasal ve askeri cüce konumu da bu yıl iyice perçinlendi. Gazze ve Ukrayna’ya yönelik çifte standart, demokrasilerin dikiş yerlerini, kimlik ve göç konusuyla birlikte zorladı. Filistin’in tanınması böyle geldi. Çin ve Rusya kol kola girdi ama ne Rus pazarı Çin’in zaten üretim fazlası veren imalat sanayii için AB ve ABD’nin yerini tutabilir; ne Rusya, Çin ve Hindistan’a piyasa fiyatının çok altında petrol satarak kendi ekonomisini yaptırımlar altında uzun süre daha ayakta tutabilir.  

Bölgemizde İsrail’in Türkiye’nin “yeni hasmı” olarak belirdiği iddiaları artıyor. Doğu Akdeniz’e yönelik tutarsız yaklaşım Yunanistan ve GKRY’yi İsrail’le ortak bir cephede buluşturdu. Yıl biterken Netanyahu gelecek onyılda savunmaya 110 milyar dolar ayrılacağını ve tümüyle kendine yeterliliğin sağlanacağını duyurdu. Mısır’la da 35 milyar dolarlık doğal gaz ihracat anlaşması imzaladı. İbrahim Anlaşmaları’nın genişlemesi iki devletli çözüm yol haritasının sabitlenmesine; İran’ın nükleer silâh elde etmesinin önüne geçilmesi ise ABD desteğinin alınmasına bağlı.  

Türkiye, Gazze’de önce “Kuvayı Milliye” yaptığı Hamas’ın bu defa nasıl devredışı bırakılacağı konusunda kendine sahnede yer arıyor. O arada Fidan Miami’de Kushner’den “Riviera” sunumu alıyor ve Mehmet Şimşek de Ukrayna, Suriye ve Gazze’yi ima ederek “çevre ülkelerde” 1 trilyon dolar tutarına varacak yeniden imar pastasından pay kapmayı hedef olarak belirliyor.

Küresel açıdan yapay zekâ ve bunun savunma alanında kullanımı, fosil yakıtların tümüyle terk edilmesi arayışları, gelecek umutsuzluğundan ve gelir uçurumundan beslenen yasadışı göç, iklim bunalımı, nüfus aşınımı, nükleer silâhlarda “dehşet dengesi” yaklaşımının yeniden ön plana çıkışı gibi çağ değiştirici nitelikte konular bu yıl da hepimizin zihinlerini ayrıca meşgul edecek veya etmeli. Bunlar fildişi kulelerde entelektüeller arasında konuşulacak değil, devletlerarası ilişkileri kökten dönüştüren ve Türkiye’yi de doğrudan etkileyen konular.

Erdoğan’ın giderek çeyrek yüzyıla varan iktidarında ve 2017’den beri alaturka tek adam rejiminde Türkiye’nin dış politikası kargacık burgacık bir el yazısı gibi okunaksız: NATO müttefiki ama kendini küresel güneyde mi görüyor? Laik Cumhuriyet ama “İslâm ülkesi” olarak mı konumlanıyor? Yine Cumhuriyet ama neo-Osmanlıcı emperyalizm peşinde mi? İhvancılık terk mi edildi, gizlendi mi? Avrupa Konseyi kurucu üyesi ve AB aday ülkesi ama Ortadoğu, hatta düpedüz bir Arap ülkesi mi?

Bu ortam ve bağlamda Dışişleri Bakanlığı’nın bütçeden aldığı pay sürekli azalırken, son hamle (!) olarak Papua-Yeni Gine’nin başkenti Port Moresby’de Büyükelçilik açıldığı duyuruldu. Fidan durmadan konuşmayı sürdürüyor. O konuştukça amacının aksine koltuğu daha çok tartışılır oluyor. Yerine Kalın’ın mı geçeceği söylentileri ayyuka çıkıyor. Bu dağınıklığı bizler buradan gördüğümüz gibi muhataplarımız da çok yakından izliyor. ABD Büyükelçisi Barrack Ankara’ya ara sıra lütfedip (!) uğrarken, aylardır boş tutulan başkentteki Rusya Büyükelçiliğine de nihayet bir atama yapıldı. Ezcümle, belirsizliklerin daha da derinleştiği bir yılı geride bırakıyoruz. Dilerim gelen yıl gideni aratmaz.

/././

Gazze’de Kuvayi Milliye’yi mi silahsızlandıracağız? 

Trump belki Netanyahu’nun Katar ve Türkiye’yi Gazze’den dışlamak inadını kırmak için çaba gösterebilir. Fakat işlerin Erdoğan’ın umduğu ve Fidan’ın anlattığı gibi gitmediği ortada. Gazze’nin Kuvayı Milliyesi olarak baş tacı edilen İhvan’ın Filistin kolu HAMAS’ın Türkiye-ABD ilişkilerine de epey gölgesi vuruyor.

namık tan 21 aralık

CAATSA yaptırımlarına herkes artık aşina. Açılımının Türkçesi şöyle: Amerika’nın Hasımlarını Yaptırımlar Yoluyla Hizaya Getirme Yasası. “Hizaya getirmek” yerine “karşılamak” da denilebilir ancak bu anlamı tam vermeyecektir.

Başkan Trump tarafından yeni imzalanan FY2026 NDAA ise esasen ABD’nin 2026 mali yılı için savunma bütçe kanunu demek. Tam çevirisi Milli Savunma Tedarik Yasası olabilir. Bu kanunun içinde 2020’den kalan “Section 1245” özetle S-400’den kurtulmadan F-35 edinemeyeceğimizi kayda geçiriyor.

Trump’ın CAATSA’yı askıya alma yetkisi var. NDAA için ise Kongre onayı zorunlu. Dolayısıyla, Dışişleri Bakanı Fidan’ın deyimiyle Trump’la “kişisel dostluk diplomasisi” bir yere kadar geçerli. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Trump’ı Kongre’yi iknaya yönlendirebilmesi için ona bir şeyler sunması gerekecek.

Nitekim, Fidan’ın övgülere boğmak için fırsat kaçırmadığı ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Barrack, F-35 konusunun önce 2026’nın ilk aylarında çözüleceğini söylemişti. Sonra çark etti ve yasal çerçeveye geri dönerek “ne elinde tutabilir ne kullanabilir” koşulunu anımsatmak zorunda kaldı.

Dolayısıyla, Erdoğan, “meşruiyet” aldığı Trump’a yararlılığını kanıtlayarak ABD yaptırımlarından kurtulmak çabasında. Olumlu katkı sunabileceği işlerin başında da Gazze’de dün “Kuvayı Milliye” olarak nitelediği HAMAS’ın bugün silahsızlandırılması ve devre dışı bırakılması geliyor.

İsrail’de Başbakan Netanyahu ile görüşmesinin ardından Barrack, lastik ayakkabılarını değiştirme fırsatı bulamadan, soluğu Ankara’da Fidan’ın karşısında aldı. Herhalde Barrack’ın da önceliği Türkiye ile İsrail’i aynı hizaya getirmenin yolunu bulmak. Nitekim, bu görüşmenin hemen ardından Fidan cuma günü Miami’deki toplantıya gitti.

Miami’de Özel Temsilci Witkoff’un ev sahipliğinde Katar Başbakanı (ve Dışişleri Bakanı) Mohammed bin Abdulrahman bin Jassim Al Thani ve Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdelatti ile Gazze konusundaki dörtlü toplantıya katıldı. Bu toplantının sonuçları aralık sonu için yine Florida’da Mar-a-Lago’da planlanan ikili zirvede Trump ve Netanyahu tarafından ele alınacak.

Öte yandan, Ekonomi Bakanı Şimşek iş insanlarına geçenlerde yaptığı bir konuşmada 2026 için karamsarlığa gerek olmadığını vurgulayarak, “çevremizdeki ülkelerde” bir trilyon dolara varan tutarda yeniden imar işi çıkacağını ve buradan da büyük pay alınacağını dile getirdi. Şimşek’in sözlerinden anlaşılması gereken Suriye ve Gazze ve hatta ateşkes sağlandığı takdirde Ukrayna da olsa gerek.

Başka deyişle, Erdoğan bir yandan ABD yaptırımlarından kurtulmayı, bir yandan da yeniden imar faaliyetinden yeni bir “voli vurmayı” öngörüyor. Buralardan elde edilecek gelir bir yandan, 2026’da ev sahipliği yapılacak NATO ve COP-31 zirvelerinin şaşası için kullanılacak gibi duruyor. Diğer yandan, 2027 sonbaharında geleceği varsayılan seçim sandığının yolu dış politika açısından bu şekilde döşenmiş oluyor.

Fakat evdeki hesap çarşıya uymuyor. Haliyle güncel kırılgan ateşkes durumunun böyle sürmesi HAMAS’ın işine geliyor. Netanyahu da rahat durmuyor. Gazze’de HAMAS silâhlı kanadının komutanlarından Raed Saad’ı öldürdü. Gazze Şeridi’nin yarısının işgalini sürdürdüğü gibi iki devletli bir çözümü kabul etmek bir yana bu hedefe gidecek bir diplomatik yolun kâğıda dökülmesini bile reddediyor. Batı Şeria’da sömürgeleştirme de ivmeleniyor.  

Ayrıca, NSS (Ulusal Güvenlik Stratejisi) vizyon belgesi ne derse desin Kongre, Trump’ın elini kolunu Ukrayna, Avrupa, NATO gibi konularda bağladı. Kongre aynı şekilde Ortadoğu’da da İsrail’in güvenliğini öncelemek konusunda da NDAA ile kesin çerçeveyi çizdi. Doğal olarak Netanyahu bu rahatlığının farkında.    

Bu bağlamda, HAMAS kendiliğinden silâhlarını bırakmak veya imha etmek eğiliminde değil. Bu işin yapılması için ISF’in (Uluslararası İstikrar Gücü) kurulması gerek. Ancak, ISF de ancak barışı koruma görevi icra edebilecek, barışı kurma değil. Bunun olması ve Suudi ile Körfez sermayesinin yeniden imara akması için ise iki devletli çözüm ufkunun belirmesi zorunlu.

ISF konusunda CENTCOM öncülüğünde Doha’da geçtiğimiz günlerde düzenlenen toplantıya davetli 45 ülke arasında Türkiye yer almadı. Erdoğan bu dışlanmayı yahut Netanyahu kaynaklı bu vetoyu fazlaca dert etmeyecektir. Zira, buradan hem “haklı mağduriyet” çıkarmak, hem bu netameli görevin siyasal ve gerçek maliyetinden kaçınarak, yeniden imar meyvelerini toplamak işine gelecektir.

Zaten, sorulduğunda Fidan da Şarm el Şeyh’te Trump’ın öncülüğünde Mısır ve Katar’la birlikte altına devlet başkanı düzeyinde imza konulan Gazze anlaşmasına Türkiye’nin “garantör” olmadığını belirtiyor. Söz konusu belgenin anlaşma değil “ortak niyet beyanı” olduğunu ve “garantörlük mekanizması” içermediğini de sözlerine ekliyor.

Bu bakımdan, ya da salt teknik açıdan, Fidan haksız değil. Ancak, toplumun beklentilerini önce yükseltip işine göre kullanmak, ardından iş söylemin eyleme dökülmesine geldiğinde diplomatik gerekçeye sığınmak en hafif deyimle yakışık almıyor. Gazze dosyasında da diğer tüm alanlarda olduğu üzere, algı yönetimi olguların üzerine örtüyor.

Trump, Gazze konusunda ikinci aşamaya bir an önce geçmekte ısrarlı. Barış Kurulu’nda BAE, Britanya, Almanya ve İtalya’nın yer almaya gönüllü oldukları belirtiliyor. Göstermelik Barış Kurulu’nun altında faaliyet gösterecek İcra Komitesi’nde ise ahbap Witkoff ve damat Kushner ile birlikte eski İngiltere Başbakanı Blair ve BM Orta Doğu Barış Süreci Özel Koordinatörü Mladenov’un (Bulgar) bulunmasının Netanyahu tarafından da kabul gördüğü bildiriliyor.

Miami’deki toplantıdan tam olarak ne çıktığı şimdilik belirsiz. Trump belki Netanyahu’nun Katar ve Türkiye’yi Gazze’den dışlamak inadını kırmak için çaba gösterebilir. Fakat işlerin Erdoğan’ın umduğu ve Fidan’ın anlattığı gibi gitmediği ortada. Gazze’nin Kuvayı Milliyesi olarak baş tacı edilen İhvan’ın Filistin kolu HAMAS’ın Türkiye-ABD ilişkilerine de epey gölgesi vuruyor.

/././

T-24


Çiğdem Toker: 'Yap-İşlet-Devret', politik bir simbiyoz yarattı, risklerin çoğu özel sektörde değil devlette kalıyor -Ebru D. Dedeoğlu /T24-

"Devletin ticari sırrı olmaz. Vatandaşın her şeye erişme, her şeyi bilme hakkı vardır. Ancak yıllar içinde ciddi bir kafa karışıklığı yaratıldı. Devletin, devlet olmasından kaynaklanan bazı sırları olduğu fikri hepimizin aşina olduğu bir şey. Ama bu sözleşmeler sanki o türden bir sırmış gibi sunuldu. Zamanla bu yaklaşım, hukuki olarak da doğruymuş gibi empoze edildi. Oysa hukuken doğru değil. Devletin ticari sırrı olamaz"

ebru dedeoğlu 28 aralık haftalıkÇiğdem Toker (Fotoğraf: Sercan Meriç)

Uzun yıllardır kamu ihaleleri, kamu-özel işbirliği projeleri ve bütçe politikaları üzerine çalışan gazeteci Çiğdem Toker’in Devletin Cebinden: Büyük Simbiyoz adlı kitabı, ihale sisteminin araçsallaştırılması yoluyla kamu kaynakları üzerinde kurulan yapıyı mercek altına alıyor. Tekin Yayınevi tarafından yayımlanan kitap, özellikle ulaştırma alanında kamu-özel işbirliği modeliyle hayata geçirilen otoyol, köprü, tünel ve havalimanı projelerine odaklanıyor.

Çalışma, yıllardır “ticari sır” gerekçesiyle TBMM’den ve kamusal denetimden uzak tutulan Yap-İşlet-Devret sözleşmelerini görünür kılmayı amaçlıyor. Otoyollar, köprüler ve havalimanları üzerinden; bütçede ilk bakışta görünmeyen uzun vadeli yükümlülükleri, döviz cinsinden verilen garantileri ve kamuoyundan saklanan sözleşme hükümlerini ayrıntılı biçimde inceliyor. Kitapta, bugüne kadar TBMM ve Sayıştay denetiminin büyük ölçüde dışında bırakılmış bazı Yap-İşlet-Devret sözleşmelerinin metinlerine de yer veriliyor.

Toker, polemikçi bir yaklaşımdan ziyade, gazeteciliğin temel ilkeleri doğrultusunda sorguluyor ve sorular soruyor: Devlet, gelecekte toplayacağı vergilere güvenmeden bu tür uzun vadeli garantileri verebilir mi? Eğer bu sözleşmelerin bedeli bugünün değil, yarının bütçelerinden karşılanacaksa, vatandaşın bu sözleşmeleri bilme hakkı yok mu?

Hakkında açılan davalar ve baskılara rağmen araştırmacı gazetecilikte ısrar eden Çiğdem Toker ile bir araya geldik; “Büyük Simbiyoz” olarak tarif ettiği sermaye-iktidar ilişkisini konuştuk.

- Yap İşlet Devret Projeleri’ne Devletin Cebinden Büyük Simbiyoz ‘u  önceki kitaplardan ayıran ve üçlemenin tamamlayıcı halkası yapan farklar ne oldu?

Öncelikle yoğun, emek dolu  bir çalışma oldu, onu söylemeliyim. Aslında buna bir gazetecilik çalışması demek daha doğru. Çünkü ihaleleri çok uzun süredir izliyorum; neredeyse meslek hayatım boyunca diyebilirim. Bu kitabın arkasında bir süreklilik var. Daha önce Kamu İhale  Kanunu’ndaki 21/B maddesine odaklanan Kamu İhalelerinde Olağan İşler kitabını yaptık. Ardından şehir hastanelerini ele alan Milletin Cebinden geldi. Bu kitap da aslında bir üçlemenin üçüncüsü oldu. Bu kez odağımız Yap-İşlet-Devret ve Kamu-Özel İşbirliği projeleri üzerinden devletin bütçeyle kurduğu ilişki. Kitapta yer alan pek çok konu, benim Ankara’da ekonomi muhabiri olarak çalıştığım yıllarda yakından izlediğim alanlardan süzülen yazılara dayanıyor. Ama bu bir “yazılar derlemesi” değil. Bu metinleri, tarihsel ve hukuki arka planıyla birlikte yeniden ele alıp kitaplaştırdık. Kitabın en önemli iddiası ise şu: “Ticari sır” denilerek kamuoyundan gizlenen bazı Yap-İşlet-Devret sözleşmelerine, belge olarak yer vermek. Bu da çalışmayı sıradan bir değerlendirme kitabı olmaktan çıkarıyor.

- Bugünden geriye baktığınızda şunu sormak istiyorum: 2001 krizinden sonra “kamu disiplinini korumak” için çıkarılan yasaların, zamanla tam tersine çalışmaya başladığını ne zaman fark ettiniz?

Bu, tek bir anda fark edilen bir şey olmadı; zamana yayılan, etap etap ilerleyen bir süreçti. Örneğin “borç üstlenimi” diye bir olgu ortaya çıktı ve buna ilişkin yönetmelik 2014’te yürürlüğe girdi. Bu, mali disiplin çizgisinden bir miktar uzaklaşmayı temsil ediyordu. Ondan önce Kamu İhale Kanunu meselesi var. Meşhur 21/B maddesi üzerinden ele aldığımız ve daha önce kitaplaştırdığımız konu bu. Kamu İhale Kanunu, çıktığı dönemde Avrupa Birliği normlarına uygun, oldukça ileri bir yasaydı. Ancak zamanla bundan ciddi sapmalar oldu; kanun değişiklikleri yapıldı, istisnalar eklendi, uygulama alanı genişletildi. Bu sapmalar daha çok 2010’lara doğru hız kazandı. Yani süreç fasıl fasıl ilerledi. Yap-İşlet-Devret meselesi ise bu kitabın dayanağını oluşturan başlık ama aslında çok daha geriye gidiyor. Mevcut iktidarın sıfırdan başlattığı bir şey değil; hazır bir yasal altyapıyı devraldı. Bizim gazeteci olarak yıllarca peşinden koştuğumuz konu hep aynıydı: kamuda saydamlık ve hesap verebilirlik.

- Devlet, büyük altyapı projeleri için gelecekteki bütçeleri bugünden bağladığında, bunun vatandaş açısından anlamı nedir?

Bir devlet dediğiniz mekanizma, kamu hizmeti verir. Emniyet, güvenlik, sağlık, eğitim, ulaştırma ve altyapı gibi alanlarda hizmet üretir. Bunun için de bütçeye, yani kaynağa ihtiyaç duyar. Bu modelin gerekçesi genellikle şöyle anlatılır: Nüfus artıyor, dünya ticareti artıyor. Malların, hizmetlerin ve insanların bir yerden bir yere gitmesi gerekiyor. Dolayısıyla yeni yollara, yeni ulaştırma projelerine ihtiyaç var. Çok basit anlatıyorum. Ancak deniyor ki, bu kadar yüksek teknoloji gerektiren ve bu kadar büyük yatırımlar isteyen ulaştırma projelerine devletin bütçesi yetmez. Kamu kaynağı sınırlıdır. O yüzden bu modeli uyguluyoruz. Özel sektörün dinamizmi ve sağlayacağı finansmanla, kamunun deneyimini bir araya getiriyoruz ve bu hizmeti bu şekilde sunuyoruz. Bunun kaçınılmaz olduğu söyleniyor.

Çiğdem Toker (solda) ve Ebru D. Dedeoğlu

- Yap-İşlet-Devret modeli nedir?

Aslında nereden baktığınıza bağlı. Yap-İşlet-Devret hem bir model, hem bir sözleşme tipi, hem bir finansman yöntemi; hatta belki bunların hepsinin bir arada olduğu bir set. Bir yönüyle uzun ve kapsamlı bir sözleşme. Bunun hukuki niteliği ayrıca hukukçular tarafından da tartışılıyor. Bir yönüyle de bir finansman yöntemi. Özel sektör “Bu finansmanı ben bulurum” diyor; bulup getiriyor, sağlıyor. Zaten bu iktidarın diline yıllar boyunca yerleşmiş olan ve propaganda aracı olarak kullanılan “devletin cebinden beş kuruş çıkmayacak, milletin cebinden beş kuruş çıkmayacak” söylemi de buradan geliyor. Kâğıt üzerinde bu bir risk paylaşımı modeli. Bir yanda devlet risk alıyor, diğer yanda özel sektör risk alıyor. Ama asıl mesele tam da burada. Özel sektör, kendi riskini mümkün olduğunca minimize etmeye ve bunun üzerine kârını artırmaya çalışıyor. Döviz garantili, yolcu garantili, araç geçiş garantili projelerin bu kadar yüksek hacimlerde düzenlenmesinin temel nedeni de bu.

- İlk anlatıldığında “Devlet para harcamıyor, riski özel sektör alıyor” deniyordu. Bugün geldiğimiz noktada, söylenenlerle yapılanlar arasındaki fark nedir?

Milyarlarca dolar. Her yıl aralıkta olduğu gibi son günlerde de konumuz asgari ücretti. 26 mı olacak, 27 mi olacak, 30 mu olacak derken 28 bin 75 TL olarak açıklandı. Oysa burada bütçeden ayrılan ve 300–400 milyar liraları bulan, üstelik sürekli ve geometrik olarak artan bir kaynaktan söz ediyoruz. Bu, bir modelden ve bir proje setinden kaynaklanıyor. Şimdi bu projelerin tümüne ya da çoğuna ihtiyaç var mıydı? Belki vardı, denebilir. Köprülere, tünellere, otoyollara ihtiyaç olduğu söylenebilir. Ama bu şekilde olmak zorunda değildi. Bu ölçekte, bu tarzda olmak zorunda değildi. Daha farklı yapılabilirdi. Karşıdaki şirketlere bu kadar fazla avantaj sağlamadan da pekâlâ mümkündü.

- “Ticari sır” konusunu sormak istiyorum; çünkü kitapta beni en çok düşündüren bölümlerden biri bu. Devletin yaptığı sözleşmelerde “ticari sır” ne demek? Neden şeffaf değil?

Zaten biz de tam olarak bunu söylüyoruz: Devletin ticari sırrı olmaz. Vatandaşın her şeye erişme, her şeyi bilme hakkı vardır. Ancak yıllar içinde ciddi bir kafa karışıklığı yaratıldı. Devletin, devlet olmasından kaynaklanan bazı sırları olduğu fikri hepimizin aşina olduğu bir şey. Ama bu sözleşmeler sanki o türden bir sırmış gibi sunuldu. Zamanla bu yaklaşım, hukuki olarak da doğruymuş gibi empoze edildi. Oysa hukuken doğru değil. Devletin ticari sırrı olamaz. Biz kitapta bunun hukuki dayanağını da ortaya koyuyoruz. Bu nedenle bu alanda çalışmış bir hukukçu olan Avukat Gökhan Tekşen’le de görüştük. Çünkü siz devletsiniz; bir özel sektör şirketiyle masaya oturuyorsunuz ve ona bir kamu hizmeti gördürüyorsunuz. Yol yap diyorsunuz, tünel yap diyorsunuz, havalimanı yap diyorsunuz. Bunu halk için yapıyorsunuz; vatandaş için yapıyorsunuz. Dolayısıyla bu sözleşmelere “ticari sır” dediğinizde, aslında o şirkete sağlanan avantajları gizlemiş oluyorsunuz. Bu, kamu için yapılmış bir iş olmaktan uzaklaşıyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bu sözleşmelerle ilgili soru soran milletvekillerine “ticari sır, açıklayamayız” diye verilen onlarca cevap, fiilen şunu söylüyor: Şirketlerin çıkarları, kamunun çıkarlarının önüne geçiyor. Bu sert ve kaba gelebilir ama sonuçta söylenen bu.

Fotoğraf: Cemre Polat

- Neden ticari sır?

Şöyle bir örnek vereyim. Diyelim ki X tünelini, X otoyolunu ya da X köprüsünü işleten şirketin, yurt dışındaki bir banka ya da finans kuruluşuyla yaptığı kredi sözleşmesini görmek istiyorsunuz. Size “ticari sır” denirse, bu yerden göğe kadar haklı olur. Bizim o sözleşmeleri görmeye ne yetkimiz ne de hakkımız var; ticari sır tam olarak budur. Ama Karayolları Genel Müdürlüğü’nün ya da Devlet Hava Meydanları İşletmesi’nin, bir şirketle yaptığı ve döviz üzerinden, euro ya da dolar cinsinden garanti verdiği uygulama sözleşmelerini kapatamazsınız. Bunları halka kapatamazsınız. Çünkü temel mantık çok açık: Devlet, bu şirketlere yıllar boyunca sürecek garantiler verirken, bütçeden ayrılacak kaynağa, yani bizlerden toplayacağı vergilere yaslanıyor. Buna güveniyor. Mesele bu. Ayrıca devletin bir erk olarak, maaşlardan yapılacak kesintilere, emekli aylıklarına ilişkin düzenlemeler yapma yetkisi var. Sonuçta bütçe, bir tercihler seti. “Kaynak yok” deniyor ama kaynak var. Türkiye hâlâ zengin bir ülke. Asıl mesele, bu kaynak kompozisyonunun kimden yana, hangi sınıflardan yana ve nasıl kullanıldığı. Sözleşmelerin kapalı tutulmasının nedeni de tam olarak bu.

-  “Ticari sır” hegamonik yapı nedeniyle mi ortaya çıkıyor? Bugün yaşadığımız tabloyu böyle mi anlamak gerekir?

Tam olarak öyle. Aslında 2018’de geçilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden önce de “ticari sır” meselesi yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Ama sistem değişikliğinden sonra bu gerekçeyle verilen cevaplar çok daha fazla arttı. Milletvekillerinin, bizim adımıza sordukları sorulara cevap alamadığını görüyoruz. Normal koşullarda bir bakanlığın, bir bakanlıkta çalışanların Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne böyle bir cevap verememesi gerekir. Bu cevabın bu kadar rahat veriliyor olması, onların da başka şeylere güvendiği sorusunu sorduruyor biz

- Kamu-Özel İşbirliği projeleri uzun süre “bütçeye yük olmadan yapılan yatırımlar” diye anlatıldı. Sizin verilerle ortaya koyduğunuz tabloyla anlatılanlar nerelerde ayrışıyor?

Çok temel bir örnek vereyim. Rakamlar kura göre değişir ama ihalelerin yapıldığı tarihteki kurla bugünkü kur arasında 50 kat, 100 kata varan farklar oluştu. Bu bile başlı başına çok büyük bir problem. Çünkü yolcu başına, araç başına verilen garantiler dolar ve euro üzerinden. Doların 1,5 lira, euronun 3 lira olduğu dönemlerde verilen garantiler, bugün 45–50 liralarla çarpılıyor. Bu fark doğrudan bütçeye yansıyor. Sözleşmelerin kapalı tutulmasının nedenlerinden biri de şu: Bu ödemeler yılda bir kez yapılırken, şirketlerin talebi üzerine artırılmış. Bunu biz sonradan öğrendik. Bu alanda çalışan milletvekilleri de vardı; Deniz Yavuzyılmaz başta olmak üzere. Onlar bu durumu sorun olarak gündeme getirdiler, yaptıkları hesapları ve aldıkları yanıtları kamuoyuyla paylaştılar. Mesela Yavuz Sultan Selim Köprüsü. Bu projelerin hepsinde bir inşaat süresi ve bir de işletme süresi var. Bu süreler projeden projeye değişiyor; 4 yıl, 5 yıl, 7 yıl gibi. Standart bir süre yok. Zaten ihaleler de bazen bu sürelere göre kazanılıyor; bazen en kısa süre üzerinden yarıştırılıyor. Kamuoyuna yıllar önce yapılan açıklamalara ve ihale sonuçlarına göre Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün 2024’te devlete devredilmesi gerekiyordu. Ama öyle olmadı. Meğerse işletme süresi uzatılmış; 2028’e kadar. Bu da kamuoyunun ancak Ulaştırma Bakanı’nın bir yayında yaptığı açıklamayla öğrendiği bir bilgi oldu. Benzer bir durum Kuzey Marmara Otoyolu için de geçerli. Birden fazla kesimden oluşan bu projede de garantiler artırılmış, süreler uzatılmış ve böylece aktarılacak kamu kaynağı büyütülmüş. Bunları da hep sonradan öğreniyoruz. Yüzlerce milyar liradan, en azından yüz milyara yakın tutarlardan söz ediyoruz ve net biçimde bilmiyoruz. Çünkü sözleşmeler çok karmaşık. Kur farklı, süreler değişiyor, sözleşme büyüklükleri farklı. Ortada kaotik bir tablo var.

- Otoyolları, köprüleri ve havalimanı projeleri üzerinden Türkiye’nin son yirmi yılına baktığınızda nasıl bir ekonomi politik çerçeve görüyorsunuz?

Az önce bütçeyle ilgili tercihlerden söz ettim. Aslında mesele tam olarak bu: Tercihler. Kaynakları nereye ve nasıl kullandığınızla ilgili bir mesele. Türkiye’nin daha yoksullaştığı, satın alma gücünün düştüğü, işsizliğin çok genişlediği ortada. Bunu hepimiz biliyoruz. Bir sorun yaşadığımız çok açık. “Kriz yok” deniyor; çünkü kriz denince 2001 krizi hatırlatılıyor, çarkların bir anda durması bekleniyor. Oysa ihracat yapıyoruz, üretim var deniyor. Ama tarımda kriz var, sağlıkta var, eğitimde var, satın alma gücünde var. Biz hiçbir zaman asgari ücreti bu kadar çok konuşmuyorduk; bir numaralı gündem maddemiz değildi. Bugün çalışanların yüzde altmışından fazlası asgari ücretli. Emekliler de öyle. İnsanlar artık insanlık onuruna yakışmayan koşullarda yaşamaya mahkûm ediliyor. Gelinen nokta, bu tercihlerin sonucu. Genel hatlarıyla iktidarın ekonomi politik tercihlerinin sonucu diyebiliriz.

- Kitapta yayımladığınız YİD ile ilgili dört uygulama sözleşmesinde, devletin mali sorumluluğunu artıran kritik maddeler daha çok hangi başlıklarda toplanıyor? Çarpık noktalar neler?

Hepsinde ortak bir çarpık noktayı söyleyeyim: Başta kur riski olmak üzere risklerin çoğunun devlet tarafında kalması. Maliyet artışı olduğunda onu da tamamen devlet üstleniyor. Mesele sözleşme imzalayan taraf Karayolları ise inşaatta maliyet artışı olduğunda, Görevli Şirket’e ek sözleşmelerle ek süreler veriliyor. Daha başka bir çok kritik madde yer alıyor elbette ama onları da okurların keşfetmesini beklerim doğrusu.

- “Büyük Simbiyoz”u bize anlatmanızı istesem, nasıl tarif edersiniz?

Simbiyotik ilişki kavramını ben lisedeyken biyoloji dersinden hatırlıyorum. O zamandan beri de ilgimi çeken bir kavram oldu. Daha sonra bu sözleşmelere, sözleşmelerin yapılma biçimlerine, saydam olmayan uygulamalara bakmaya başladım. Gizlice uzatılan vadeleri, artırılan garantileri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verilen önergelerde ve “ticari sır” gerekçesiyle kapatılan yanıtları gördükçe şunu düşündüm: Burada bir simbiyotik ilişki var. Bir yanda sermaye ile iktidar arasındaki ilişki var. Bu ilişki, iktidarın ömrünü uzatan bir yapı oluşturuyor. Şirketler açısından da durum benzer. İki tarafın da karşılıklı yarar sağladığı bir ilişki biçimi söz konusu. Elbette bunun temelinde bir menfaat ilişkisi var.Yap-İşlet-Devret modelinin Türkiye’de uygulanma biçimi, politik bir simbiyoz yarattı. Biz de bu kavramı özellikle seçtik; çünkü bu ilişkinin tartışılmasını, kavramsal olarak da konuşulmasını istedik.

- Peki Büyük Simbiyoz’un tartışılması için neler yapılması gerekli? Sistemin daha faydalı ve şeffaf olması için ne yapılabilir?

Siyasal irade aynı kaldığı müddetçe bunun çok kolay olmadığını söylemek gerekir. Bir yandan da ciddi hukuki zorluklar var. Çünkü bu sözleşmeler bağıtlanmış durumda ve uluslararası finans mekanizmalarının bir parçası. Yurt dışına kadar uzanan bir yapıdan söz ediyoruz. Bu sözleşmeler, başka sözleşmelerden oluşan büyük bir set halinde. Dolayısıyla devlet bunlardan sorumlu; bu borçları ödemekle yükümlü. O nedenle, bir gecede hepsine el koyup kamulaştırmak, kulağa politik olarak iyi gelebilir ama bu ancak bir bedel karşılığında mümkün olur. Bu bedel de mali açıdan çok büyük olur. Ama bu, sözleşmelerin gözden geçirilmesine engel değil. Bu sözleşmeleri olabildiğince kamu yararına hale getirecek bazı düzenlemeler yapmak, bana göre hâlâ mümkün.

Ebru D. Dedeoğlu /T24

soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Aralık 2025-

Hatay'da Erdoğan ziyareti öncesi 'film seti' hazırlığı: Yıkım saklandı, nehre su verildi, vinçler söküldü -Özkan Öztaş- 

Erdoğan’ın Hatay’a yapacağı ziyaret öncesinde kentte hummalı bir çalışma başlatıldı. Ancak bu çalışma depremin yaralarını sarmayı değil, yıkımı Erdoğan’ın gözünden kaçırmayı hedefliyor. Erdoğan’ın geçeceği güzergah adeta bir film setine dönüştürülürken, enkazların üzeri apartman görünümlü brandalarla örtülüyor, kurumuş nehre su pompalanıyor, şantiye görünümü olmasın diye vinçler sökülüyor.

Hatay, depremin üzerinden geçen zamana rağmen barınma, altyapı ve sağlık sorunlarıyla boğuşmaya devam ederken, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kente yapacağı ziyaret bürokrasiyi "makyaj" telaşına soktu. 

Kentin genelinde devam eden sorunlar çözülmezken, Erdoğan'ın geçiş güzergahı üzerinde yapılan çalışmalar "bu kadarına da pes" dedirtti. 

Tüm belediye ekipleri, işçiler ve kurumlar kenti Erdoğan'a kusursuz göstermek için seferber edildi. Ancak yapılanlar iyileştirmeden çok, gerçeği gizleme çabasına dönüştü.

Erdoğan görmesin diye depremzedeler saklanıyor

Ziyaret öncesi en çok tartışılan konulardan biri, Erdoğan'ın konvoyunun geçeceği yol kenarındaki konteyner kentlerin "görüntü kirliliği" oluşturduğu gerekçesiyle kapatılması oldu.

Özellikle "Türkiye-Kore Dostluk Konteyner Kenti"nin önüne bariyerler yığılarak dev brandalar çekilmesi, depremzedelerin yaşam alanlarının protokolden saklanması olarak yorumlandı.

Gazeteci Mustafa Dilek’in görüntülediği o anlar, kentteki "makyajlama" faaliyetinin boyutunu gözler önüne serdi. https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-12/a.mp4

'Dezenformasyon' savunması ve gerçekler

Konunun sosyal medyada gündem olması üzerine İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi bir açıklama yaparak, "Enkaz alanlarının panellerle gizlendiği iddiası manipülasyon içermektedir" ifadelerini kullandı. 

Ancak sahadan gelen görüntüler resmi açıklamaları yalanlar nitelikte.

Hatay'da gündeme gelen "Konteyner kentlerin üzeri kaplanıyor" gündemi Dezenformasyonla Mücadele Merkezi tarafından "Manipülasyon amaçlı paylaşımlar" olarak yorumlanmış ve reddedilmişti. Oysa sahadaki gerçekler daha farklı.

Görüntüleri ortaya çıkaran gazeteci Mustafa Dilek, manipülasyon iddialarına sert yanıt verdi. Dilek, sosyal medyada yaptığı açıklamada Hatay Valisi Mustafa Masatlı'nın "Bana 10 gün süre verin" talimatıyla sürecin başladığını belirterek şu soruları yöneltti: 

Aylarca çukur ve çamur içinde görünmeyen yerler bir anda görünmeye başlandı. Habere konu olan yerlere 2 yıldır uygulanmayan kapatma işlemi, bir 'aydınlanma' ile neden son 10 günde yapıldı? Eğer maksat çevre kirliliğini azaltmaksa, rutin bir uygulama ise 2 yıldır neyi beklediler?

Şantiyelerin üstü apartman, Asi Nehri'nin köprüsü akarsu görseliyle kaplandı

Hatay'dan gelen görüntüler, yapılan çalışmanın bir illüzyondan ibaret olduğunu kanıtlıyor.

Bitmeyen inşaatların dış cephelerine "bitmiş apartman" görselleri içeren brandalar asıldı. Daha da ileri gidilerek, Asi Nehri üzerindeki köprülerin kenarlarına nehrin dolu göründüğü su görselleri yerleştirildi ve normalde su seviyesi düşük olan nehre bir anda su verilmeye başlandı.

Yapılan tüm bu süslemeler sadece Erdoğan'ın göreceği açılarla sınırlı kalırken, brandaların hemen arkasında çamur, şantiye ve depremin çıplak gerçeği durmaya devam ediyor.

Kentte iyileştirme çalışmaları devam eden Asi Nehri'ne, üzerinde nehir akıntısı görseli olan bir pankart asıldı. Islah çalışmaları kapsamında kesilen su yeniden verildi. Fotoğraf: Mustafa Dilek

Yolu olmayan kente bisiklet yolu

Hataylıların uzun süredir araçlarının lastiklerini patlatan, yürümeyi dahi imkansız kılan bozuk yollara isyanı sürerken, ziyaret güzergahına yapılan "bisiklet yolu" halkın tepkisini çekti. 

Trafiğin kilit olduğu, ana yolların dahi çamur deryasına döndüğü bir ortamda, Erdoğan'ın geçeceği yola yapılan bu makyaj, yurttaşlar tarafından alay konusu oldu. Depremzedeler, "Şehirde yol yok ama bisiklet yolumuz var" diyerek yapılan göstermelik düzenlemeye tepki gösterdi.

Şu an hiç kimsenin yaşamadığı bir bölge olan Atatürk Caddesi güzergahındaki şantiye alanına bisiklet yolu yapılması ve yolun bisiklet yolunu gösteren işaretlerle boyanması sosyal medyada tepkilere neden oldu. Görüntü: Bisiklet Hatay İnfo

Kaldırımlara çiçek, esnafa tahliye

Kaldırım düzenlemesi adı altında yollara saksılar yerleştirilerek peyzaj çalışmaları yapılırken, bu "film setinin" içinde kalan esnaf ise mağdur edildi.

Güzergah üzerinde bulunan ve ekmek teknesi olan konteyner işyerlerine "acil kaldırın" talimatı gitti. Esnafa sadece 1 gün süre verilirken, Erdoğan gittikten sonra her şeyin eski haline dönüp dönmeyeceği ise belirsizliğini koruyor. 

Şantiye görüntüsü olmayacak: Vinçler söküldü, işçiler işten çıkarıldı

Valiliğin "şantiye görüntüsü olmasın" talimatı, inşaat çalışmalarını da durdurdu. 

Erdoğan'ın geçeceği bölgelerdeki kule vinçler söküldü. İddiaya göre, vinçlerin sökülmesiyle birlikte bazı vinç operatörleri ve işçiler işten çıkarıldı. 

Hatay, Erdoğan ziyareti öncesi koca bir dekora dönüşürken, depremzede yurttaşlar perdenin arkasındaki yaşam mücadelesiyle baş başa bırakıldı.

https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-12/filmim_0.mp4

***

11. Yargı Paketi'nin getirdikleri: Aşınan temel ilkeler, hak ihlali riskleri, zayıflatılan savunma -Aslı İnanmışık- 

11. Yargı Paketi'yle yargı bağımsızlığı yeniden ve daha büyük bir tartışma konusu olacak gibi görünüyor. Savunma bağımsızlığını daha da zayıflatacak maddelerin yer aldığı düzenleme, pek çok yeni hak ihlaline kapı aralıyor. İnfaz rejimindeki değişikliklerse hem yeni sorunlara gebe hem de mevcut problemleri çözmekten çok uzakta.

Kamuoyunda “11. Yargı Paketi” olarak anılan ve çok sayıda temel kanunda değişiklik içeren torba yasa kabul edildi. 

Paketin ilk halinde yer alan deprem suçlularıyla ilgili madde çok gündem oldu. Kamuoyunun tepkisi ve depremzedelerin mücadelesi sayesinde yasa taslağından söz konusu maddenin çıkarılması deprem mağdurları için büyük bir kazanım oldu. 

Ancak torba yasayla geçen bazı maddeler yargı sisteminde önemli sorunlar yaratacak, mevcut sorunları da derinleştirecek gibi görünüyor.

Konuyla ilgili değerlendirmelerine başvurduğumuz Avukat Özge Fındık, düzenlemelerin savunma makamının konumu, ceza adaletinin temel ilkeleri, mülkiyet hakkı, kişi özgürlüğü ve infaz rejimi bakımından yeni belirsizlikler ve hak ihlali riskleri doğurduğuna dikkat çekiyor.

Paketin yasalaşmasıyla binlerce hükümlü serbest kalmaya başladı. Fotoğraf: DHA, Yer: Kocaeli

‘Savunmanın bağımsızlığı zayıfladı’

Avukatlık Kanunu’nda disiplin hükümlerine ilişkin yapılan değişiklikler, belirlilik ve öngörülebilirlik ilkeleri yönünden ciddi sakıncalar içerdiğini söyleyen Fındık, “Disiplin fiillerinin kalemler hâlinde sayılması biçimsel olarak Anayasa Mahkemesi kararlarının gereği gibi görünse de kullanılan kavramların geniş ve yoruma açık niteliği disiplin hukukunun istisnai karakteriyle bağdaşmıyor” diyor.

Özge Fındık şöyle devam ediyor:

Avukatların yargı mensuplarıyla ilişkileri ve savunma sırasında kullandıkları ifade biçimleri, mesleğin doğası gereği eleştirel ve çatışmalı olabiliyor. Bu alanın disiplin tehdidiyle çevrelenmesi, savunmanın bağımsızlığını zayıflatıyor ve oto-sansür riskini artırıyor. Avukatın mesleki kimliği ve güvenceleri, kamu gücünün takdirine açık hâle geliyor; bu durum doğrudan yurttaşın adalete erişim hakkını etkiliyor.

Ödeme kuruluşlarının hesabı yargı kararı olmadan sınırlandırılacak

Ceza muhakemesi alanında yapılan değişikliklerin de benzer şekilde hak temelli bir yaklaşım ortaya koymadığını vurgulayan Özge Fındık, banka ve ödeme kuruluşlarına, yargısal bir karar olmaksızın hesaplara erişimi sınırlandırma yetkisi tanındığını hatırlatıyor. 

Bunun mülkiyet hakkına yönelik ağır bir müdahale alanı yarattığına işaret ediyor:

Özel hukuk tüzel kişilerinin fiilen tedbir uygulayan aktörlere dönüştürülmesi, hukuk devleti ilkesinin temel güvenceleriyle bağdaşmıyor. Bu tür müdahalelere karşı başvuru yollarının etkili ve bağımsız yargısal denetimden yoksun bırakılması, hak arama özgürlüğünü zayıflatıyor.

Yargılama ilkeleri zedelenecek, hak ihlalleri riski artacak

Hakaret suçuna ilişkin yapılan düzenlemeyse kamu görevlileri lehine daha ağır bir “usul rejimi” öngörüyor. Bu da “ifade özgürlüğü” ve “eşitlik” ilkeleri bakımından yeni sorunlar yaratıyor. 

Fındık, burada “kamu gücü kullanan kişilerin eleştiriye daha açık olması gerektiği” yönündeki anayasal ve uluslararası standartların gözetilmediğine dikkat çekiyor.

İstinaf mahkemelerinin bozma yetkisinin genişletilmesi ise Anayasa Mahkemesi’nin adil yargılanma ve mahkemeye erişim hakkına ilişkin içtihatlarıyla uyumlu bir yaklaşım sergilemiyor.

Özge Fındık “Bu düzenleme, yargısal uygulamaların yol açtığı hak ihlallerini gidermek yerine, mevcut pratikleri normatif düzeye taşıma eğilimini yansıtıyor. Uzun vadede hukuk birliği ve yargılamanın makul sürede sonuçlanması ilkeleri bakımından ciddi riskler barındırıyor” diyor.

Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün 1 Eylül 2025 itibarıyla yayımladığı güncel verilere göre toplam mahpus sayısı 419 bin 194 kişiye ulaşmıştı. Bu sayı cezaevleri kapasitelerinin yaklaşık 100 bin kişi üzerindeydi. 11. Yargı Paketi'yle yaklaşık 50 bin kişinin tahliye edilmesi bekleniyor. Fotoğraf: Anadolu Ajansı
İnfaz hukukunda değişiklikler: ‘Cezanın ne zaman ve nasıl sona ereceği belirsiz hale geldi’

“İnfaz hukukunda yapılan değişiklikler, açık biçimde “af” kavramından kaçınılarak kurgulanmış; cezaevlerindeki yoğunluk ve infaz sistemindeki tıkanıklık, denetimli serbestlik ve koşullu salıverme rejimlerinin genişletilmesi yoluyla giderilmeye çalışılmış” diyen Özge Fındık, öte yandan bu yaklaşımın infaz rejimini “geçici rahatlama sağlayan bir yönetim aracına” indirgediğinin altını çiziyor ve ekliyor: 

Cezanın öngörülebilirliği, eşit uygulanması ve adalet duygusu üzerinde kalıcı bir belirsizlik yaratıyor. İnfaz sisteminde yıllardır süregelen parçalı değişiklikler, hem mahpuslar hem de toplum açısından cezanın ne zaman ve nasıl sona ereceğini belirsiz hâle getirmiş durumda.

Avukat Özge Fındık, cezaevlerindeki yapısal sorunların, infaz koşullarının insan onuruna uygun olup olmadığının, sağlık ve psikososyal destek, eğitim ve iyileştirme mekanizmalarının bu düzenlemelerde bütüncül biçimde ele alınmadığına da dikkat çekiyor. 

“İnfaz rejiminin yalnızca nüfus azaltmaya odaklanan değişikliklerle şekillendirilmesi, suçun tekrarını önleme ve topluma yeniden kazandırma hedeflerini zayıflatıyor” diyor.

‘Cezanın kişiselleştirilmesi ilkesi zayıflatılıyor, ceza otomatik bir yaptırım mekanizmasına dönüştürülmek isteniyor’

Ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerinse suç ve ceza arasındaki dengeyi, kusur ilkesini ve yargısal denetim mekanizmalarını zayıflatan nitelikte değişiklikler içerdiğini belirten Özge Fındık, şöyle devam ediyor: 

"Yapılan müdahaleler, ceza hukukunun temel ilkeleri yerine idari kolaylık ve kontrol odaklı bir yaklaşımın benimsendiğini gösteriyor.

Akıl hastalığına ilişkin düzenlemeler, ceza hukukunun en temel prensiplerinden biri olan kusur ilkesinden ciddi bir sapmaya işaret ediyor. ‘Tam ve kısmi akıl hastalığı’ kapsamında değerlendirilen kişilere yönelik olarak, hâkimlerin ve uzmanların tedaviye ilişkin takdir alanı daraltılmış; akıl hastalığı bulunan bireylerin cezalandırılmasına ilişkin zorunlu ve katı sonuçlar öngörülmüş halde. Oysa ceza hukuku, failin cezai sorumluluğunu değerlendirirken soyut normlar kadar bireysel özellikleri, psikiyatrik durumu ve somut olayın koşullarını da gözetmek zorunda. 

Bu alandaki takdir yetkisinin daraltılması, cezanın kişiselleştirilmesi ilkesini zayıflatıyor; cezalandırmayı bir iyileştirme ve koruma aracı olmaktan çıkararak otomatik bir yaptırım mekanizmasına dönüştürüyor. Bu yaklaşımın, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı bakımından demokratik toplumda gerekli olmayan müdahalelere yol açabileceği ve ileride hak ihlali kararlarına konu olabileceği açık."

Kurumlara tedbir uygulama ve kolluk yetkisi: ‘Anayasal güvencelerin devre dışı bırakılması demektir’

Ceza Muhakemesi Kanunu’na eklenen 128/A maddesini de yorumlayan Fındık, bu maddenin ceza muhakemesi sisteminde yargısal denetimi en fazla zayıflatan düzenlemelerden biri olduğunu vurguluyor. 

“Bu hükümle banka ve ödeme kuruluşlarına, kolluk veya Cumhuriyet savcısının talebi dahi olmaksızın, tamamen kendi değerlendirmeleriyle hesaplara erişimi sınırlandırma yetkisi tanınıyor. Böylece idari veya özel hukuk tüzel kişisi niteliğindeki kurumlara, fiilen tedbir uygulama ve kolluk yetkisi devrediliyor” diyen Özge Fındık, ceza muhakemesinde mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin ancak yargı kararıyla, istisnai ve ölçülü koşullar altında mümkün olabileceğini hatırlatıyor. 

“Herhangi bir yargısal karar olmaksızın hesaplara erişimin kısıtlanabilmesi, anayasal güvencelerin devre dışı bırakılması anlamına geliyor” diye de ekliyor.

Aynı düzenleme ile banka ve ödeme kuruluşları lehine bir “hukuki sorumsuzluk” rejimi öngörülmesini ise bu yetkilerin “hak ihlali doğurma potansiyeli”nin yasa koyucunun farkında olmasına bağlıyor. 

“Bu yaklaşım, mülkiyet hakkına yönelik ağır müdahalelerin olağan ve denetimsiz bir uygulamaya dönüşmesi riskini artırıyor” diyen Fındık şu değerlendirmeyi yapıyor:

Ayrıca erişim sınırlandırma kararlarına karşı başvuru yolunun hâkimlikler yerine Cumhuriyet savcılarına bırakılması, etkili başvuru hakkı ve yargısal denetim bakımından ciddi bir zafiyet yaratıyor. Savcılık makamının soruşturmanın tarafı olduğu bir süreçte, bu tür müdahalelere karşı tarafsız ve bağımsız bir denetim sağlanması mümkün değildir.

Depremzede ailelerin itirazlarıyla iktidar geri adım attı ve deprem suçları 11. Yargı Paketi’nden çıkarıldı. Depremzedeler Meclis yakınındaki bir parkta günlerce nöbet tutmuştu. Fotoğraf: Özkan Öztaş
Hakaret suçunda 'kamu görevlisi' ayrımı: 'İfade özgürlüğü bakımından sorunlu'

Hakaret suçuna ilişkin yapılan değişiklikse Özge Fındık'a göre, ceza hukukunda eşitlik ve tutarlılık ilkeleriyle bağdaşmayan yeni bir ayrım yaratıyor. 

TCK’nin 75. maddesinde yapılan düzenleme ile hakaret suçu, "kamu görevlisine karşı görevinden dolayı işlenmesi" hâli dışında "ön ödeme" kapsamına alınıyor. Oysa Fındık'a göre hakaret suçunda korunan hukuki değer, kişinin şeref ve saygınlığı ve bu değerin mağdurun kamu görevlisi olup olmamasına göre farklı bir usul rejimine tabi tutulmasını haklı kılacak nesnel ve makul bir gerekçe bulunmuyor. Fındık bu durumu şöyle anlatıyor:

Aksine, kamu gücü kullanan kişilerin daha geniş bir eleştiri ve denetime açık olmaları gerekirken, bu kişilere yönelen ifadelerin daha ağır bir usule tabi tutulması ifade özgürlüğü bakımından sorunlu. Bu düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin içtihatlarında ortaya koyduğu ilkelerle de uyumlu değil.

'İstinaf mahkemeleri adeta bölgesel Yargıtaylar gibi hareket edebilecek'

İstinaf mahkemelerinin bozma yetkisinin genişletilmesi de torba yasada yer alan düzenlemelerden biri. Bunun ceza muhakemesi sisteminde hak arama yollarının etkinliğini azalttığına dikkat çeken Özge Fındık, "Anayasa Mahkemesi, istinaf mahkemelerinin kendi görmeleri gereken dosyaları ilk derece mahkemelerine iade etmesini, mahkemeye erişim hakkı kapsamında adil yargılanma hakkının ihlali olarak değerlendirir. Buna rağmen yapılan yeni düzenleme, yargısal uygulamaların Anayasa’ya uygun hâle getirilmesi yerine, hukukun uygulamaya uydurulması anlayışını yansıtıyor" diyor. Fındık şöyle devam ediyor:

İstinaf mahkemelerinin adeta bölgesel Yargıtaylar gibi hareket etmesi ve bozma kararlarına karşı direnme imkânının bulunmaması, hukuk birliği ve öngörülebilirlik bakımından ciddi riskler doğuruyor.

Avukat Özge Fındık, bu çerçevede ceza hukukuna ilişkin değişikliklerin, hak ve özgürlükleri güçlendiren bir reform perspektifi yerine; yargısal denetimi daraltan, idari ve özel aktörlere geniş takdir alanları tanıyan ve ceza adaletinin temel ilkelerini aşındıran bir yönelim ortaya koyduğunu da vurguluyor.

İnfaz hukuku: 'Kısa vadede cezaevi nüfusu azalsa da orta vadede durum değişebilir'

Fındık, infaz hukukuna ilişkin değişiklikleri de yorumlayarak yapısal sorunların çözülmediğini hatta yeni risk alanları yaratıldığını belirtiyor:

İnfaz hukukuna ilişkin düzenlemeler, denetimli serbestlik ve koşullu salıverme rejimlerinin kapsamının genişletilmesi yoluyla ceza infaz sistemindeki tıkanıklığı gidermeyi hedefliyor. Ancak bu yaklaşım, ceza adalet sisteminin kronik ve yapısal sorunlarını çözmekten uzak olduğu gibi, infaz hukukunun temel ilkeleri ve insan hakları standartları bakımından yeni risk alanları yaratıyor. İnfaz rejiminde yapılan bu tercihin, cezanın niteliği ve öngörülebilirliği üzerinde doğrudan etkileri bulunuyor.

Kamuoyunda “kuyu tipi” cezaevleri olarak bilinen yüksek güvenlikli infaz kurumlarında yaşanan ağır ve süreklilik arz eden yapısal sorunları hatırlatan Fındık, söz konusu cezaevlerinin insan onuruna dayalı infaz anlayışı bakımından uzun süredir ciddi endişelere yol açtığını ifade ediyor.

Buna rağmen, "yargı reformu" iddiasıyla hazırlanan düzenlemede bu sorunların bütüncül biçimde ele alınmadığının altını çizen Fındık, "Bir yandan infaz rejimi gevşetilirken, diğer yandan bazı suç tiplerine ilişkin cezaların artırılması, ceza politikasında tutarlılık ve ölçülülük ilkelerini zedeliyor. Bu yaklaşım, kısa vadede cezaevi nüfusunun azalmasına yol açsa da orta vadede yeniden aşırı doluluk sorununu üretme potansiyeli taşıyor" diyor.

Türkiye genelinde 11 yüksek güvenlikli, 6 Y tipi ve 7 S tipi cezaevi bulunuyor. Bu cezaevleri, F tipi ve T tipi cezaevlerine kıyasla çok daha ağır izolasyon koşullarına sahip. Mahpuslar, “güneşin, havanın, yağmurun, rüzgarın olmadığı yerler” diyerek bu hapishaneleri “kuyu”ya benzetiyor. Fotoğraf: Adalet Bakanlığı
'Cezanın caydırıcılık ve adalet duygusu üzerindeki etkisi giderek aşınıyor'

İnfaz Kanunu’nda uzun yıllardır sürdürülen parçalı ve geçici nitelikteki değişikliklerin, "hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik ilkesini" ciddi biçimde aşındırdığını kaydeden Özge Fındık, şunları vurguluyor: 

Denetimli serbestlik ve koşullu salıverme koşullarının sık aralıklarla değiştirilmesi, cezanın ne olduğu ve ne zaman sona ereceği sorusunu belirsiz hâle getiriyor. Bu belirsizlik, yalnızca mahpuslar açısından değil; mağdurlar ve toplum bakımından da ceza adaletine duyulan güveni zayıflatıyor. Cezanın caydırıcılık ve adalet duygusu üzerindeki etkisi, bu öngörülemez yapı nedeniyle giderek aşınıyor.

İnfaz rejiminin karmaşık ve sürekli değişen bir yapıya kavuşturulduğuna dikkat çekerek, bu durumun mahpusların etkili başvuru ve hukuki yardım haklarını da fiilen zayıflattığına işaret eden Fındık, hukukçuların dahi takip etmekte zorlandığı bir infaz sisteminde şeffaf ve güvenilir infaz süreleri öngörmenin mümkün olamayacağını belirtiyor. 

"Bu durum, hukuki belirlilik, erişilebilirlik ve etkili başvuru ilkeleriyle bağdaşmıyor" diyen Avukat Özge Fındık, infaz hukukunun yapısal sorunlarının parçalı ve geçici müdahalelerle çözülemeyeceğine dikkat çekiyor: 

İnfaz düzenlemelerinin, cezaevi nüfusunu geçici olarak azaltmaya odaklanan niceliksel bir rahatlama hedefiyle ele alınması, infaz hukukunun temel amaçlarını işlevsiz hâle getiriyor. Islah, yeniden topluma kazandırma ve yeniden suç işlenmesini önleme hedefleri, yalnızca infaz süresini kısaltmaya yönelik düzenlemelerle gerçekleştirilemez. Bu yaklaşım, infazı bir sosyal politika ve insan hakları meselesi olmaktan çıkararak, kısa vadeli idari bir yönetim aracına indirgiyor.

"İnsan haklarına dayalı bir infaz rejimi; cezaevlerinin doluluk oranlarını geçici olarak düşürmeye yönelik düzenlemelerle değil, mahpusların insan onuruna uygun koşullarda barındırılması, sağlık ve psikososyal destek hizmetlerine etkin erişim sağlanması, eğitim ve mesleki gelişim olanaklarının güçlendirilmesi ve etkili, şeffaf, denetlenebilir denetimli serbestlik mekanizmalarının kurulmasıyla mümkündür" diyen Fındık, bu unsurlar sağlanmadan yapılan infaz düzenlemelerinin, suçun tekrarını önlemek bir yana, toplumsal güvensizliği ve cezasızlık algısını derinleştirme riski taşıdığını ifade ediyor.

11. Yargı Paketi: Adaletin değil, itaatin yasası -Özge Fındık-https://haber.sol.org.tr/haber/11-yargi-paketi-adaletin-degil-itaatin-yasasi-402621

/././

Patronlar halkla alay ediyor: 960 milyon dolar serveti olan Ali Sabancı geçinemiyormuş! + Kemal Okuyan'dan 'Ali Sabancı' yorumu: 'Masayı devirmeyi düşleyenlerin sayısı çoğalmaktadır'-soL-

Patronlar halkla alay ediyor: 960 milyon dolar serveti olan Ali Sabancı geçinemiyormuş! 

960 milyon dolarlık serveti bulunan, 9 milyar dolarlık bir parayı yönettiğini açıklayan Ali Sabancı, milyonların açlık sınırının altında yaşam mücadelesi verdiği Türkiye'de, kendisinin de "arzu ettiği kadar geçinemediğini" söyledi.

ESAS Yönetim Kurulu Başkanı Ali Sabancı, Fast Company Türkiye'nin İstanbul’da düzenlediği “CEO Council” etkinliğinde konuştu.

Burada Rauf Ateş’in sorularını yanıtlayan Sabancı, yaptığı konuşmada  “Yönettiğimiz 9 milyar dolarlık varlığın yüzde 50'si yurt dışında” dedi.

Böyle bir parayı yöneten Sabancı, “Herkesin maddi emelleri var, benim de var. Ben geçinemiyorum. Arzu ettiğime kıyasla ben geçinemiyorum” ifadesini kullandı.

Arzu ettiği kadar geçinemediğini söyleyen Sabancı, Türkiye’nin en zenginleri listesinde 34. sırada yer alıyor. Toplam servetinin de 960 milyon dolar olduğu bilgisi yer alıyor bu listede.

Asgari ücretin patronların talebiyle açlık sınırının dahi altına, 28 bin 75 lira olarak sabitlendiği bir tabloda yapılan bu açıklama, soL’da daha önce yer verdiğimiz “İki sınıftan manzaralar ve asgari ücret: Türkiye’de gerçek bir savaş var!” başlıklı haberimizin teyidi niteliğinde.

Sabancı da o savaşın bir tarafı olarak kendi sınıfının cephesinden, halkla alay etme cüreti gösteriyor.

***

Kemal Okuyan'dan 'Ali Sabancı' yorumu: 'Masayı devirmeyi düşleyenlerin sayısı çoğalmaktadır' 

960 milyon dolarlık serveti bulunan Ali Sabancı'nın geçinemediği açıklamasını değerlendiren TKP Genel Sekreteri, "Küstahça insanların gözünün içine soktukları servetlerini bir kesim olağan karşılarken, 'o kadar da uzun boylu değil' deyip masayı devirmeyi düşleyenlerin sayısı çoğalmaktadır" diye vurguladı.

ESAS Yönetim Kurulu Başkanı Ali Sabancı, bugün yaptığı açıklamada "Yönettiğimiz 9 milyar dolarlık varlığın yüzde 50'si yurt dışında” ifadelerini kullanıp, “Herkesin maddi emelleri var, benim de var. Ben geçinemiyorum. Arzu ettiğime kıyasla ben geçinemiyorum” diye ekledi.

Arzu ettiği kadar geçinemediğini söyleyen Sabancı, Türkiye’nin en zenginleri listesinde 34. sırada yer alıyor. Toplam serveti ise 960 milyon dolar.

'İnsanlar arası eşitsizliklerin kanıksanmasını ister'

Kendi sınıfının cephesinden, halkla alay etme cüreti gösteren Sabancı'nın bu ifadelerine ilişkin TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'dan açıklama geldi.

Ali Sabancı'nın iş başvuranlardan ücret aldığını, uçakta yolculara suyu parayla satmaya öncülük ettiğini hatırlatan Okuyan, şunları söyledi:

"Bu lafın tepki çekeceğini pekala bilir. Ancak insanlar arası eşitsizliklerin de başka bir sürü melanet gibi normalleşmesini, kanıksanmasını ister.

'Benim beklentilerime göre geçinemiyorum' diyerek kendi standartlarının herhangi bir yurttaşımızla kıyaslanmaması gerektiğini de ima etmiş."

'İhtiyatı elden bırakmaları iyidir'

Bütçe görüşmelerine 9 milyonluk saat takarak gelen milletvekilini de hatırlatan Okuyan, şöyle devam etti:

"Her tür rezalet meşrulaştı, “şimdi tam zamanıdır” diyor ve onca yoksulluk varken muazzam servetlerini halkın gözünün içine sokuyorlar.

İhtiyatı elden bırakmaları iyidir. Çürürken çürüttükleri toplumun içinde çüremeye direnci de güçlendiriyorlar. Küstahça insanların gözünün içine soktukları servetlerini bir kesim olağan karşılarken, 'o kadar da uzun boylu değil' deyip masayı devirmeyi düşleyenlerin sayısı çoğalmaktadır."

***

soL

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -28 Aralık 2025-

Sermaye, yeni-Osmanlıcılığa nasıl ayak uyduruyor: Bir Koç Holding yöneticisinin portresi -Gamze Erbil-  Koç Holding yönetimine “stratejik da...