8 Mayıs 2024 Çarşamba

soL KÖŞEBAŞI (8 MAYIS 2024)

 

Ahmet Hakan, utanmazlık ve Eylem Tok…(Ali Ufuk Arikan)

"Patron, iktidar, gazetecilik. Bu üçgen medyada dönemin ruhunu anlamak için oldukça elverişli."

Oğuz Murat Aci 29 yaşındaydı henüz.

Bilgisayar mühendisliği bölümünden mezun olan Aci, İstanbul’da, Atatürk Oto Sanayi Sitesi'nde modifiye ve yazılım üzerine çalışıyordu.

Evliydi, bir çocuğu vardı…

1 Mart 2024 günü arızalanan ATV'sini yol kenarında tamir etmeye çalışırken, 17 yaşında şımarık bir zengin çocuğunun milyonlarca lira değerindeki lüks aracıyla çarpması sonucu sulama kanalına düştü ve yaralandı.

Şımarık zengin çocuğu, sağlık görevlileri yerine yardım için annesi Eylem Tok'u aradı. Tok, bu duruma müdahale edeceğine, ehliyetsiz şekilde araç kullanan oğlunu olay yerinden hızlıca çıkararak soluğu havalimanında aldı. Bu sırada belki de yardım ekipleri geciktiği için Aci, yaşamını yitirdi.

Tok ve oğlu ise önce Mısır, sonra ABD’ye kaçtılar.  

Basına yansıdı, yıllık 96 bin dolara lüks bir ev kiralamaya çalıştılar burada.

Şimdi ABD'de keyif sürüyorlar...

Haliyle sürekli tekrarlanıyor, adaletten kaçtılar diye. Doğrudur, adaletten kaçtılar. Ancak mevcut adalet düzeninden kaçmasalar onlar için gerçekten adaletli bir ceza gelecek miydi? Kimse bu soruyu sormuyor. Biz doğrudan yanıtını verelim.

Yazının ana konusu olmasa da bu parantez önemli: Hürcan ve Umut parantezi.

Hürcan Bulur, yine şımarık bir zengin çocuğunun, üstelik yaya geçidi üzerinde kendisine 160 kilometre hızla çarpması sonucunda hayatını kaybetti. Katili sadece 4 ay kaldı cezaevinde, mahkeme onu jet hızıyla ‘özgürlüğüne' kavuşturdu.

Umut Gündüz, alkollü bir trafik canavarının onu kaza yerinde yaralı olarak bırakıp kaçması sonrası henüz 19 yaşında hayatını kaybetti. Ailesi uzun bir adalet mücadelesine başladı, ancak bu olayda da katil birkaç ay cezaevinde misafir edildikten sonra tahliye edildi.

Düzenin adaletinden manzaralar bunlar diyelim, yazının ana konusuna dönelim.

Patron, iktidar, gazetecilik

Bu üçgen medyada dönemin ruhunu anlamak için oldukça elverişli. Üçgeni biraz açalım: Demirören (ya da Doğan), AKP ve Ahmet Hakan!

Hakan’ın bu üçgende nasıl bir yer tuttuğunu uzun uzun anlatmaya gerek yok, en etkisizi kuşkusuz o. Ama bu etkisizlik, misyonsuzluk anlamına gelmiyor. Patron ve iktidar ne istiyorsa, o şekle bürünmek, misyonun esası bu.

Koltuğa oturmaya da zaten bu özellikleri sayesinde hak kazanıyorlar.

Hatırlayalım, 2016 yılında dönemin Doğan Medya CEO'su Mehmet Ali Yalçındağ'ın düzenli olarak Bakan Berat Albayrak'a rapor verdiği ortaya çıkmıştı. Bu raporlardan birinde Hürriyet’in başına ‘kefil olduğu’ Ahmet Hakan’ı geçirmek istediğini söyleyen Altındağ şu ifadeleri kullanıyordu:

“Sonunda gördüm ki ben Ahmet’e kefil olabilirim. Benimle çok paralel düşünüyor. Ayrıca sadece size bağlı olursam çalışırım, Vuslat hanım müdahale ederse çalışamam diyor… Ben Ahmet ile bu işi yapabileceğimizi düşünüyorum. Düşünmekte fayda görüyorum.”

Bu mailler ortaya çıkınca bir süre gecikti o koltuğa oturması, ama nihayetinde kaptı koltuğu. Hem patron hem iktidar arkasındaydı. Talihsiz gecikmeye neden olan olay ne de olsa unutulurdu.

Her şey unutulur ama bu...

Gazetecilik, meslek etiği ve ilkeleri, halka doğru haberi tam zamanında ulaştırmak…
Bunlar fani şeyler, önemli olan patronun mutluluğu, koltuğun sahibi, her şeyin sahibi Ahmet Hakan gibiler için.

Tam da bu nedenle patronunun eşinin, Oğuz Murat Aci’nin katilinin kimliğini ortaya çıkarmaya çalışan muhabir Rojda Altıntaş’a yaptığı baskı, onda bir savunma refleksinin ortaya çıkmasına neden oluyor.

Patron tarafından engellenmek nedir bilmeyen Hakan, kendi çalıştığı medya grubundaki bir muhabire, patronu eliyle yapılan baskı ortaya çıkınca, dünkü köşesinde hiç sıkılmadan şunları yazdı: “Hürriyet gazetesi... Eylem Tok ve oğlu vakasında yapılması gerekeni fazlasıyla yaptı.”

Oysa haberi zamanında yapması engellenen muhabir, belki de bu gecikme nedeniyle kaçtılar diye, özür diliyor! Ahmet Hakan ise ne utanıyor, ne de sıkılıyor.

Gencecik bir muhabir işini kaybetmek pahasına "Bu noktada aileme yönelik endişelerimden dolayı 8 hafta boyunca sustum. Görüntüleri ses kayıtları dün gece bizzat kendim paylaştım. Bu noktadan sonra işsiz kalmayı göze alarak vicdanen rahat olsam da geç kaldığım için özür dilerim” diyor, Hakan ise “yapılması gerekeni fazlasıyla yaptık.”

Patron medyası ve direnenler...

Bu tablo her şeyden önce ülkede medyanın geldiği yerin özeti. Kimsenin inanmadığı, ciddiye almadığı, meslek onuruyla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir sürü patron değnekçisi var medyada.

Ama öyle ya da böyle, Eylem Tok gibilerin ya da Demirörenlerin emir eri olmayı içine sindiremeyenler de var… 

Sonunda hep zenginler, onların parayla terbiye ettiği medya ünlüleri kazanacak sananlar yanılıyorlar. 

Eninde sonunda, mutlaka, “Halka yalan söylemek suçtur” diyenler ve onların temsil ettiği değerler kazanacak. Hakan’ın dünkü yazısı ise utanç vesikalarından biri olarak kayıtlarda yerini alacak.

                                                              /././

Arjantin futbolu sosyalist öncüsünü kaybetti: Cuntaya güzel futbolla meydan okumuştu (Can Kuyumcuoğlu)

Arjantin'e ilk dünya kupasını kazandıran sosyalist teknik direktör Menotti hayatını kaybetti. Menotti, güzel futboluyla cunta yönetimine meydan okumasıyla hatırlanacak.


Arjantin futbolunun efsane isimlerinden biri olan César Luis Menotti, 85 yaşında hayatını kaybetti. 

Menotti'nin ölüm haberi Arjantin Futbol Federasyonu (AFA) tarafından açıklandı. Ölümünün nedeni ayrıntılı olarak açıklanmadı. Ancak Arjantin'deki yerel basında Mart ayında Menotti'nin şiddetli anemi nedeniyle bir klinikte tedavi altına alındığı bildirilmişti.

Arjantin'e 1978 yılında ilk dünya kupasını kazandıran Menotti, efsane futbolcu Diego Armando Maradona'nın da genç yaşlarda futbol sahnesine çıkmasını sağlayan isimlerden biri.

5 Kasım 1938'de Arjantin'in sol düşünceleriyle tanınan bir üniversite şehri olan Rosario'da doğan Menotti, genç yaşlarında yine doğduğu kentte Arjantin Komünist Parti'sine üye oldu. Menotti, fikirleri ve ilkeleriyle de ün salan bir futbol insanı olarak öne çıktı.

Menotti, aynı zamanda Arjantin halkının yanı sıra dünya genelindeki futbolseverler için siyasi bir sembol olmuştu. Genç yaşlarda Arjantin Komünist Partisi'ne üye olan Menotti, bir sosyalist olarak endüstriyel futbola karşı savunduğu estetik futbolla, 1978 yılındaki cunta yönetimine adeta meydan okumuştu.

Arjantin'de düzenlenen turnuvayı bir siyasi propagandaya çevirmek isteyen cunta yönetimini final maçında selamlamayı reddeden Menotti, bunun yerine takımıyla birlikte tribündeki halkı selamlamayı tercih etmişti. Menotti, iktidarın savunduğu "sert futbol" anlayışına karşı da göze hoş gelen futbolu ısrarla savunarak futbolseverlerin gönlünde taht kurmuştu.

Estetik futbolun son kalelerinden

"El Flaco" (İnce Adam) lakaplı Menotti, 1974-1982 yılları arasında Arjantin milli takımının teknik direktörlüğünü yaptı. 

1978'de Arjantin'e ilk Dünya Kupası'nı kazandıran efsane teknik adam, estetik futbolun son kalelerinden biri olarak görülüyordu. Arjantin milli takımının sert ve çetin bir oyun imajına bağlanmaya başladığı bir dönemde farklı bir oyun tarzıyla öne çıkmıştı.

Bir antrenör olarak kafasında birçok fikir barındıran Menotti'nin tüm bu fikirlerinin temelinde "futbolda güzellik" yatıyordu. Menotti, futboldaki güzelliğin maç sonuçlarıyla kaybolmaması veya gölgelenmemesi gerektiğine inanıyordu.

Arjantin milli takımını kurarken doğal futbol yeteneklerine geniş yer veren Menotti'nin takımı top kontrolüne dayalı tutkulu oyunuyla dikkatleri üzerine topladı. Menotti, insanlara Arjantin'in geçmişini hatırlatan etkileyici bir futbol tarzını başarıyla aşıladı.

Gösterişli oyun ve bireysel yetenekler, Arjantin Milli Takımı'nı izlemesi en keyifli ekiplerden biri haline getirmişti. Menotti'nin öğrencileri, hocaları daha taktiksel ve sert futbola karşı daha "muhafazakar" taktikleri tercih etse de, en iyi rakiplerine karşı bile korkusuz oynadılar. Bu, en açık şekilde dönemin en güçlü ekiplerden biri olan Hollanda'ya karşı 78' Dünya Kupası finalinde görüldü.

Menotti'nin kendisi şuna inanıyordu: "Bir takım her şeyden önce bir fikirdir, bir fikirden çok bir taahhüttür ve bir taahhütten ziyade bir koçun bu fikri savunmak için oyuncularına aktarması gereken açık inançlardır... Herhangi bir oyunda risk almaktan kaçınmanın tek yolu oynamamaktır.

Arjantin'in oyun tarzı Menotti'den dönemin cuntacı yönetimine karşı güçlü bir protesto niteliğindeydi. Etkileyici oyun tarzı, Arjantin'in askeri cunta tarafından ele geçirilmeden önceki kimliğini yansıtıyordu. Menotti, futbol aracılığıyla 1976'da askeri darbe yaparak iktidara gelen General Jorge Rafael Videla ve hükümetinin otoriter ve muhafazakar değerlerini açıkça reddetmiş oluyordu.

                                       Menotti, 1978 yılında Arjantin'e ilk dünya kupasını kazandırdı

Askeri cuntaya güzel futbolla meydan okuma

Menotti'nin antrenörlük kariyerindeki en unutulmaz an, 1978'de Arjantin'e ilk Dünya Kupası'nı kazandırmasıydı. Ancak bunun da ötesinde Menotti, Hollanda'ya karşı oynanan final maçında Arjantin'in o dönemki cunta yönetimine karşı direnişin "güzelliğini" de öne çıkarmış oldu.

Arjantin, o dönem 1976'da darbe yaparak iktidara gelen General Jorge Rafael Videla'nın askeri cuntası tarafından yönetiliyordu. Videla'nın yönetiminde Arjantin'deki siyasi mahkumların sayısı arttı ve Videla'ya karşı çıkan yaklaşık 30 bin kişi kayıplara karıştı.

Uluslararası toplumunun Videla'nın diktatörlük hükümeti üzerindeki baskısı, 1978 Dünya Kupası'nın ev sahibi Arjantin'in boykot edilmesinin gündeme gelmesine kadar vardı. Baskılara karşın turnuva Arjantin'de düzenlenirken Videla bu fırsatı, "Los Argentines somos derechos y humanos (Biz Arjantinliler dürüst ve insancılız)" sloganıyla hükümeti adına uluslararası topluma propaganda yapmak için kullandı.

Menotti'yse, futbolu Videla rejimine karşı bir direniş alanı olarak kullandı. Hollanda'ya karşı oynanan final maçı başlamadan hemen önce Arjantinli oyuncular, tribünde hükümet yetkilileri yerine seyircileri selamladı. Menotti, böylece cuntaya karşı halkı desteklediğini final maçı öncesinde ilan etti.

Menotti'nin futbolun güzelliğine dair düşüncesi aynı zamanda Arjantin'deki diktatörlük hükümetine karşı çıkma ilkesiyle de bağlantılıydı. Menotti'nin "güzel futbol" ilkesi, bu yanıyla da faşist liderlerin futbol da dahil olmak üzere toplum yaşamının tüm yönlerini kontrol etme çabalarının bir reddiydi.

Futbol tarihi boyunca çok az menajer, César Luis Menotti'nin yaptığı gibi bu güzel oyunun ruhunu sahaya yansıttı. Havalı giyimli ve şiirsel konuşmasıyla da öne çıkan Menotti'nin milli takıma koçluk yapma şekli, Arjantin futbolunda bir paradigma değişikliği yaratmıştı.

Menotti, Videla'nın acımasız kuralının aksine, oyuncularına bireysel becerilerini ortaya çıkarma özgürlüğü tanımıştı. Bu, oyuncuların "bir caz beşlisi gibi" özgürce hareket ettiği takımın estetik açıdan hoş bir futbol oynamasını sağladı.

Menotti'nin taktikleri, sadece izlemesi keyifli olmakla kalmadı, aynı zamanda Arjantin'in o zamanlar kusursuz olarak görülen Hollanda Milli Takımını uzatmaların ardından finalde 3-1 yendiği finalde de meyvesini verdi.

İtalya'da faşist lider Benito Mussolini'nin, İtalyan milli takımının yaratıcılığa, ifadeye ve yeteneğe çok az yer vererek fiziksel güç ve organizasyon üzerine inşa edilmesine yol açtığını savunan Menotti, bunun bir antitezini yaratmayı hedefledi.

Menotti'nin Dünya Kupası zaferinden sonra da "Oyuncularım taktik diktatörlüğünü ve sistem terörünü yendi" sözleri hafızalarda yer etmişti.

Menotti yönetimindeki Arjantin Milli Takımı, Dünya Kupası finalinde cunta yönetimi yerine halkı selamlamıştı

Endüstriyel futbola ret

Menotti, yetenekli bir teknik direktör olmasının yanı sıra oldukça üretken bir yazar olmasıyla da biliniyordu. 

1988 yılında Kompas sitesinde yayımlanan "Futbol Camiasının Temel Tutumları" adlı makalesinde, büyüyen futbol endüstrisinin futbolun güzelliğini aşındırdığına dikkat çeken Menotti, futbolu saflığından uzaklaştıran ticarileşme dalgasını kınıyordu.

Menotti, "Bu sapmaların her yere yayıldığı görüldü. Yani oyun, sahada doğal olarak oyuncular arasında görülen fiziksel mücadelelerin diğer oyunculara zarar verme çabalarına dönüştüğü yıkıcı bir form halini aldı. Sert oynamak, rakibin kariyerini bitirmeye yönelik bir hırsa dönüştü" diye yazmıştı.

Arjantin milli takımının pragmatik bir yaklaşım benimsemesini görmek, Menotti için tam bir işkence olmuştu. Onun için futbol oynamanın güzelliği sonuçtan çok daha değerliydi. Menotti, galibiyet ve kupalar gibi nihai sonuçların yalnızca tarih kitaplarına kaydedileceğine, etkileyici bir futbol oyununun ise toplumun kalplerinde derin bir yer edineceğine inanıyordu.

Menotti, aynı makalede oyunun güzelliğine olan tutkusunu şöyle açıklıyordu:

"Hayatım boyunca, her zaman ve her yerde en iyi yeteneklerimi mümkün olduğunca kullanarak, futbolun doğasında var olan güzellik standartlarını her zaman korumaya çalıştım. Tüm düşüncelerim yeşil sahaya, özellikle de futbolun içinde yer alan yetenekli oyunculara yansıyordu. Takımlarının belirli bir ayırt edici özelliğe sahip olmasını sağlayan güvenilirliği kanıtlanmış oyuncular da bundan nasibini aldı."

Her şeyden önce "futbol filozofu" olarak tanınan Menotti, sayısız köşe yazısında ve röportajda endüstriyel futbola olan tepkilerini dile getirmişti. Futbolda piyasa mantığına ve oyunun ticarileşmesine her zaman karşı çıkan Menotti bir radyo röportajında da "Futbol profesyonel bir işten çok daha fazlasıdır" demişti.

'Futbolcular makine değil insandır'

Arjantin'deki cuntanın yönetme tarzı, Cesar Luis Menotti'nin uyguladığı oyun tarzını daha da meşrulaştırmıştı. Futbolun bireysel maç kazanma arzusunun ötesine geçtiğini savunan Menotti'nin fikirleri futbolun ötesine geçiyordu ve kendi deyimiyle hayattaki mücadeleleri yansıtıyordu.

Menotti'nin bu dönemde yaptığı bir açıklama futbolseverlerin hafızasına kazınmıştı:

Bir sağ kanat futbolu, bir de sol kanat futbolu var…Sağ futbol, hayatın bir mücadele olduğunu öne sürmek istiyor. Fedakarlık gerektirir. Çelik gibi olmalı ve her yöntemle kazanmalıyız… İtaat etmeli ve çalışmalıyız, iktidar sahiplerinin oyunculardan istediği şey budur.

Menotti, bu beyanıyla, cunta döneminde futbolun, bir kölelik ve otomasyonun temelini yansıttığı yönündeki kanılara bir yanıt vermişti. Ona göre, oyuncular makine değil, önce insandı. Emeklerinin tadını alamadıklarında perişan olurlar ve refahlarını kaybederlerdi.

                              Menotti, teknik direktörlüğünün yanı sıra yazarlığıyla da öne çıkmıştı

Arjantin futboluna bıraktığı miras: Menottismo

Arjantin milli takımıyla büyük bir başarı yakalayan Menotti'nin felsefesi, Arjantin'de Marcelo Bielsa, Jorge Sampaoli, Ricardo Lavolpe ve diğer sayısız Arjantinli antrenörleri etkileyen bir düşünce okulu olan menottismo'yu miras bıraktı. Menottismo futbol dünyasında bugün de görülse de Menotti'nin bu futbol anlayışı daha kapsamlı bir felsefe ve politika bağlamının bir yansımasıydı.

Arjantinli ünlü teknik direktör Marcelo Bielsa, menottismo ilkesini benimseyen isimlerden biri oldu

Maradona'yı Arjantin futboluna kazandıran isimlerden biri

Dün Menotti'nin ölüm haberini alan Arjantin halkı, birkaç yıl önce de efsane futbolcu Diego Maradona'nın ölüm haberiyle sarsılmıştı.

Aynı dönemde birlikte çalışma fırsatı bulan Menotti ve Maradona bir madalyonun birbirinden ayrılamayan iki yüzü gibi olarak görülüyordu. Menotti, Maradona'nın büyük yeteneğini fark eden, ona 27 Şubat 1977'de Arjantin milli takımında forma giyme fırsatını veren isimdi. Maradona o sırada henüz 16 yaşındaydı.

Ancak ikili arasındaki ilişki, Menotti'nin Maradona'yı 1978 Dünya Kupası kazanan kadrosuna dahil etmemesi nedeniyle gerginleşti. Maradona'nın büyük bir oyuncu olacağı daha o dönemde geniş bir kesim tarafından öngörülüyordu. Bu nedenle birçok kişi Menotti'nin bu kararını sorguladı.

Menotti, sonrasında konuya ilişkin yaptığı açıklamada, Maradona'nın iyiliğinden endişe duyduğu için Maradona'yı Dünya Kupası'na getirmediğini söylemişti. Menotti, "Yapmam gerektiğini hissettiğim şeyi yaptım. Onu herkesten daha çok seviyorum. Diego'ya aşık oldum. O hâlâ çok genç ve kırılgan" demişti.

1978 Dünya Kupası'nı kazanmak için birlikte çalışma şansları olmasa da Menotti ve Maradona, Arjantin'in 1979 20 yaş altı Dünya Kupası'nı kazanmasına öncülük ederek, futbol tarihindeki yerlerini birlikte sağlamlaştırma fırsatını elde etmişlerdi.

                                            Maradona, Menotti'nin yanında yedek kulübesinde

Son olarak federasyonda görev almıştı

FC Barcelona ve Atletico Madrid gibi İspanya'nın önde gelen kulüplerinin yanı sıra Meksika milli takımını da çalıştırdı.

Son olarak 80 yaşındayken Arjantin Futbol Federasyonu'nda görev alan Menotti, ülkesinin çeşitli takımlarının da genel müdürü olmuştu.

                                                             /././

Normalleştirebildiklerimizden misiniz yoksa oyalayabildiklerimizden misiniz? (Fatih Yaşlı)

"Adına ister 'yumuşama' denilsin ister 'normalleşme', düzen açısından esas mesele düzenin bekasını tehdit edecek yüzü sola dönük bir toplumsal hareketin ortaya çıkmasının önünü şimdiden kesmektir."

Dünyanın kaç ülkesinde zamanında eline silah alıp dağa çıkmış gençler, üzerinden elli yıl geçmesine rağmen toplumun geniş kesimleri tarafından hala büyük bir sevgi ve saygıyla anılıyordur? Dünyanın kaç ülkesinde bir grup devrimci genç hala böylesine muteberdir?  

6 Mayıs günü Denizlere gösterilen sevgi, onlarca yıldır kendisine çekilen sağcılaştırma operasyonuna rağmen bu memleketin bağımsızlık ve sosyalizm için gözünü kırpmadan ölüme giden çocuklarını unutmadığının bir nişanesidir, o operasyona teslim olmama iradesidir. 

Türkiye’de hiçbir siyasal ideoloji böylesine figürler yaratamamıştır; denemeler olmuştur evet, emperyalizmin tetikçilerinden ya da gericilerden birtakım kahramanlar yaratılmaya çalışılmıştır ama başarılamamıştır; hiçbiri kendi kahramanlarını tüm toplumun kahramanları yapamamıştır. 

Türkiye, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “büyülü hapishane”, halkının özü itibariyle sağcı olduğuna dair bomboş bir ezber sürekli olarak üzerine boca edilirken geleneksel sol değerlerin hala gündemi belirlemeyi başardığı dünyadaki birkaç ülkeden biridir. 

Bakın daha 6 Mayıs’tan birkaç gün önce CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Filistin meselesinden bahsederken “Filistin davasında hepimizin önderi Deniz Gezmiş’tir” diyebilmiştir. 6 Mayıs’ta ise mezarlıktaki anmaya katılmış ve biraz daha ileri giderek “Deniz Gezmiş’in yolu bütün CHP’lilerin yoludur” demiştir. 

Ancak mesele sadece 6 Mayıs ya da Denizler değildir; acaba dünyanın kaç ülkesinde 1 Mayıslar hem sosyalistler hem devlet açısından böylesine büyük bir mücadele başlığıdır?

Türkiye’de durum hala böyledir; Taksim bir politik inat olarak orada durmaktadır her iki taraf için de ve devlet hala Soğuk Savaş refleksleriyle hareket etmekte, genlerindeki antikomünizmi anında açığa çıkarmaktadır.

Denizleri “yolları yolumuzdur” diyerek anan Özel, neticede arabasına binip gitse de önce Taksim çağrısı yapmaya sonra da Saraçhane’de boy göstermeye mecbur kalmıştır; polisin verdiği manzara ile bakanın ve cumhurbaşkanının öfke yüklü açıklamaları ise kendi mecburiyetleridir. 

Çünkü son derece ironik bir biçimde sosyalist parti, örgüt ve yapılar tarihlerinin en zayıf dönemlerinden birinden geçerken, geleneksel değerleri hala güncellikle buluşabilen bir sol hayalet Türkiye’nin üzerinde dolanmaya devam etmektedir. Ama mesele sadece bu değildir; mesele 31 Mart seçimlerinin de gösterdiği üzere halkın arayışıdır, halk el yordamıyla bir çıkış aramaktadır. 

O arayışın potansiyel olarak solda durduğunu daha önceki yazılarımızda anlatmıştık. Böylesi bir yoksullaşmanın, böylesi bir hayat pahalılığın, böylesi bir enflasyonun hayatlarına damga vurduğu toplumlar kaçınılmaz olarak bir arayışa girerler ve bu arayış esas olarak eşitliğe ve adalete dairdir. 

Eşitlik ve adalet ise tarihsel olarak soldadır. Bugün toplumumuz daha çok sosyal politika, daha çok sosyal devlet, daha eşitlikçi politikalar, daha adaletli bir yaşam istemekte, bunları aramaktadır ve evet bunlar modern zamanlarda solun yarattığı değerlerdir. 

İşte bu yüzden Erdoğan’a adeta yeni bir kredi açan Özel CHP’si bu kredinin gereği olarak soldan konuşmak, amiyane tabirle kitlelerin gazını soldan almak zorundadır. Adına ister “yumuşama” denilsin ister “normalleşme”, karşımızdaki şey toplumdaki arayışı ve bu arayışın sola yönelme ihtimalini sabote etmeye yönelik operasyonun kod adıdır ve tezat gibi görünse de bu ancak “solculuk” yaparak başarılabilir. 

1 Mayıs günkü Saraçhane şovunu 2 Mayıs günü Erdoğan ziyareti, 6 Mayıs günkü mezarlık şovunu Bahçeli ziyaretinin izlemesi bir tesadüf olabilir mi?  Önce sol adına ahkâm kesilip pozlar verilmekte sonra da rejimin sahipleriyle “sıcak ve samimi” sohbetler edilmektedir. 

Özel CHP’si, Erdoğan ve Bahçeli’nin Özel ve CHP’yi muhatap almasını iktidar açısından bir zafiyet olarak göstermeyi, Erdoğan’ın Kavala’yı ya da 28 Şubat’tan cezaevinde bulunan generalleri serbest bırakmasını kendilerine verilmiş bir ödün olarak sunmayı ve tüm bunlar üzerinden iktidarı zayıflatmayı hedefliyor olabilirler. İktidarla cepheden yüzleşmek yerine mutedil ve zamana yayılmış bir stratejinin kendilerine seçimde zafer olarak geri döneceğini de düşünüyor olabilirler. Üstelik düşük bir ihtimal olsa da bu tutum işe de yarayabilir. 

Ancak bunların hiçbiri 31 Mart seçimlerinden beri tutulan yolun nihayetinde iktidara ve Erdoğan’a, daha doğrusu Türkiye’nin sermaye düzenine hizmet ettiği gerçeğini değiştirmemektedir. Seçimlerin üzerinden yaklaşık iki ay geçmesine rağmen toplumun 31 Mart’taki tepkisi üzerine bina edilen bir siyaset yoktur; Şimşek programının karşısına alternatif bir program konmadığı gibi örneğin yeni müfredat gibi son derece yakıcı bir başlıkta “dostlar alışverişte görsün”den öteye giden hiçbir şey yapılmamaktadır. 

Dahası, Erdoğan da olan biteni görmekte ve ona göre adımlar atmakta, hem karşı tarafı dağıtmaya hem de zaman kazanmaya çalışmaktadır. Örneğin Abdülkadir Selvi’nin her gün MHP’den küfür yiyeceğini bile bile o yazıları kendi inisiyatifiyle yazdığını düşünebilir miyiz? 

Sabah gazetesinde seçimin üzerinden sadece bir hafta geçmişken “makama saygı” manşetiyle başlayan Özel’i muhatap alma süreci devam etmektedir ve Selvi bir yandan Özel’i esas muhatap kılmaya çalışırken öte yandan da “yumuşama” adına atılacak adımların neler olduğunu anlatmaktadır ki aslında röportajı yapan da o yazıları yazan da saraydır.   

Peki Erdoğan ne yapmaya, neyin zamanını kazanmaya çalışmaktadır? 

Defaatle söyledik ama yine söylememiz gerekiyor. Şimşek programı bir yoksullaştırma programıdır ve bu program uyarınca Temmuz ayında asgari ücrete zam yapılmayacak, memur ve emekli maaşlarına yapılacak zamlar ise enflasyon karşısında herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Bu ise bütün bir emek rejimi üzerinde etkili olacak, özel sektör de çalışanlarına karşı benzer bir pozisyon alacaktır ve yoksulluk daha da yayılıp derinleşecektir.  

Erdoğan’ın esas önceliği bu sürecin kazasız belasız, herhangi bir toplumsal muhalefet dinamiği açığa çıkmaksızın ve eylemler silsilesi olmaksızın atlatılmasıdır; çünkü bu birkaç ay atlatılırsa yaz aylarından itibaren enflasyonda baz etkisiyle kısmi de olsa bir düşüş görülecektir. Yılın sonuna gelindiğinde Erdoğan’ın düşen enflasyonu göstererek toplumdan yeni bir kredi alma ihtimali ise hiç düşük değildir. 

Ancak meselenin bununla da sınırlı olmadığını görmek gerekir; örneğin Kavala’nın ya da Gezi mahkûmlarının serbest bırakılması, Şimşek programının en büyük ihtiyacı olan sıcak para akımlarının Türkiye’ye girişini hızlandıracaktır. Türkiye kapitalizminin aradığı dövizi bulabilmesi için belli bir uzlaşı, demokrasi ve istikrar makyajına ihtiyacı vardır. Hele bir de yılın ikinci yarısı Amerikan Merkez Bankası FED faiz indirimine gidecekse ABD’den çıkacak sıcak paranın bir bölümünün yüksek faiz veren ve Şimşek programını görece istikrarlı ve yumuşak bir siyasal iklimde uygulayan Türkiye’ye gelme ihtimali artacaktır. 

(Geçerken not düşelim; tüm bunlara yaz aylarında ABD cevazlı bir Kuzey Irak operasyonunun eşlik etmesi ve bunun üzerinden de yeni bir milliyetçilik dalgasının yükseltilip bir siyasal mutabakat inşasına girişilmesi yüksek bir ihtimaldir.) 

Velhasıl adına ister “yumuşama” denilsin ister “normalleşme”, düzen açısından esas mesele düzenin bekasını tehdit edecek yüzü sola dönük bir toplumsal hareketin ortaya çıkmasının önünü şimdiden kesmektir. 

Öte yandan bu istenildiği kadar kolay olmayacaktır; çünkü Özel CHP’si sürekli soldan gaz almaya yönelik işler yapsa da istemeden solun ve sol değerlerin daha çok konuşulmasına, daha popülerleşmesine yol açmaktadır. Örnek olsun, 6 Mayıs günü CHP Gençlik Kolları İstanbul’da Denizleri anma yürüyüşü yapmıştır ve kimse en devrimci sloganları atan o gençlerin samimi olmadığını, bir kurgunun parçası olarak hareket ettiklerini söyleyemez. 

Düzenin bekası adına yapılan solculuk, diyalektik gereği sahici bir sol yükselişin de kaldıraçlığını üstlenebilir; bunun içinse devrimci bir iradeye, gidişata müdahale edecek akla ve cesarete ihtiyaç vardır. 

Türkiye bir “büyülü hapishane”dir ve halkın arayışının önüne set çekmek isteyenlerle mücadele de istemeden o arayışın önünü açtıklarında bundan yararlanmayı bilme de bu hapishanenin mahkûmları olarak bizim işimizdir, solun işidir. 

                                                               /././

Erdoğan-Özel görüşmesi ve karşılıklı 'notlar': 'Dış güçler' kozu mu, antikomünizm gözlüğü mü?(Yalçın Çuğ)

Erdoğan ve Özel görüştü, Uçum ve Tan'dan karşılıklı "notlar" geldi. Biri Haziran Direnişi'ni emperyalist güçlerin planladığını öne sürdü, diğeri dünyaya ABD gözlüğüyle baktığını ilan etti.

Her şey geçtiğimiz perşembe günü AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in basına kapalı gerçekleştirdiği ve kamuoyunun içeriğini hâlâ bilmediği görüşmeyle başladı.

Görüşmede Erdoğan'ın yeni Anayasa gündemini masaya getirdiği, Özel'in de buna karşılık Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmamasına dair konuştuğu iddia edildi.

Görüşmeden üç gün sonra Erdoğan’ın başdanışmanı Mehmet Uçum, "Bir pazar notu" başlığıyla sosyal medya üzerinden açıklamada bulundu. Bundan bir gün sonra ise görüşmede Özel'e eşlik eden eski Washington Büyükelçisi ve CHP İstanbul Milletvekili Namık Tan'dan "Bir pazartesi notu" geldi.

Biri Haziran Direnişi'nin emperyalist güçlerin planlamasıyla yapıldığını öne sürdü, diğeri dünyaya ABD ve antikomünizm gözlüğüyle baktığını ilan etti...

Karşılıklı adımlar ve görüşme: İçeriği kimse bilmiyor

Bir süredir devam eden yeni Anayasa tartışması, seçimin ardından tekrar gündeme geldi. AKP'li TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş'un neredeyse her konuşmasının ana ekseni yeni Anayasa oldu ve konu hakkında siyasi partilerin genel başkanlarıyla görüşmeler gerçekleştireceğini duyurdu.

Benzer bir dönemde AKP'ye yakınlığıyla bilinen Sabah gazetesine konuşan Özel ise ilk adımı atarak bayramda Erdoğan'ı arayacağını ve "Nezaketten ve makamlara saygıdan asla taviz vermeyeceklerini" açıkladı. Telefon görüşmesi gerçekleştirildi, açıklamalar yapıldı, karşılıklı adımlar atıldı... Sürecin sonunda Erdoğan ve Özel, geçtiğimiz perşembe günü bir araya geldi.

Görüşmenin ardından günler geçti ancak kamuoyu o gün ne konuşulduğunu hâlâ bilmiyor. Öncesinde yapılan karşılıklı açıklamalardan yola çıkılarak, ana gündemin yeni Anayasa ve uygulanmayan Anayasa Mahkemesi kararları olduğu tahmin ediliyor.

Bir pazar notu: 'Emperyalist bir planlamayla yapılan işbirlikçi gezi eylemi'

Görüşmeden üç gün sonra Erdoğan'ın başdanışmanı Mehmet Uçum, sosyal medya üzerinden görüşmeyle ilişkili olduğu düşünülen bir açıklamada bulundu. 

Uçum, "Bir pazar notu" başlıklı açıklamasında, 19. yüzyılda ABD'de ortaya çıkan sivil itaatsizliğin şiddete başvurmayan, yasaya aykırı ama vicdana uygun ve suç olmayan eylem kapsamında ortaya çıktığını anlattı. Ancak Soğuk Savaş döneminin ardından sivil itaatsizlik kavramına başka bir anlam ve misyon yüklendiğini ifade eden Uçum, söz konusu dönemde devlet karşıtı ve gayri meşru her türlü eylemin sivil itaatsizlik ve sivil direniş olarak tanımlandığı öne sürdü.

Uçum açıklamasına şöyle devam etti:

"Hak ve adalet talepli sivil eylemlerin meşruiyetini örtü olarak kullanıp 'sivil itaatsizlik' ayaklanmaları yaptırarak emperyalist yayılmacılık için uygun ortamlar oluşturmak amaçlandı. Yani 'sivil itaatsizlik' soğuk savaştan sonra emperyalizmin ideolojik kavramlarından biri haline dönüştürüldü."

"Turuncu devrimler" ve "Arap Baharları"nın bahse konu amaçla teşvik ve tahrik edildiğini yazan Uçum, Haziran Direnişi'ni hedef alarak, "Türkiye’de emperyalist bir planlamayla yapılan işbirlikçi gezi eylemi kaos hedefli yıkıcı sivil itaatsizlik eylemlerinin tipik örneğidir" dedi.

'Bir pazartesi notu': Antikomünizm

Uçum'un "Bir pazar notu"na yanıt ise Özel'le birlikte Erdoğan ziyaretine katılan eski Washington Büyükelçisi ve CHP İstanbul Milletvekili Namık Tan'dan geldi. Namık Tan'ın sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamanın başlığı da "Bir pazartesi notu" oldu.

Yazına Uçum'un değindiği Soğuk Savaş dönemiyle başlayan Tan, antikomünist bir bakış açısıyla Soğuk Savaş sırasında yaşananlara örnekler verdi. Tan, yazısında Sovyetler Birliği'ne yönelik sıkça "işgalci", "özgürlük karşıtı", "anti-demokratik" gibi ithamlarda bulundu.

Yazısını muhafazakâr liberalizm önemli isimlerinden Raymond Aron'un çizdiği çerçeve üzerinden ilerleten Tan, açıklamasına Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından değişen dünyayı değerlendirerek devam etti. Tan, değerlendirmesini AKP-MHP ittifakının AYM ve AİHM kararlarını uygulamaması üzerinden açtığı tartışma ile noktaladı.

'Soğuk Savaş kalıntısı bir zihniyetin ürünü'

Siyaset Bilimci Doç. Dr. Cangül Örnek, Tan'ın "Bir pazartesi notu"nu soL'a değerlendirdi.

Soğuk Savaş üzerine çalışanlar olarak bazen kendi aralarında "Soğuk Savaş bitti mi" diye konuştuklarını aktaran Örnek, "Namık Tan bitmediğini gösteriyor, çünkü bu açıklama Soğuk Savaş kalıntısı bir zihniyetin ürünü" diyerek sözlerine başladı.

Örnek, Tan'ın yazısında referans verdiği Raymond Aron'un Soğuk Savaş'ta muhafazakâr liberalizmin önemli temsilcilerinden olduğunu ifade etti ve yazıda, Soğuk Savaş sırasında Batı Bloğunun sosyalist rejimleri çerçevelemek için kullandığı totaliterizm kavram setine yapılan vurguya dikkat çekti.

Örnek, güncel değerlendirmelere bakıldığında bir tür yenik Soğuk Savaş çerçevesine uyum sağlandığını aktararak, "Bundan kastım Çin ve Rusya'nın direkt hedef gösterilmesi ve her türlü baskıcı uygulamanın bu ülkelere atfedilmesi. Ki bu tamamen yanlış değil ama şu an batıdaki kapitalist ülkelerde de, başka coğrafyalardaki kapitalist ülkelerde de zaten totaliterleşme yükseliyor" dedi.

'20. yüzyıl okuması da yanlış'

Tan'ın 20. ve 21. yüzyıl tarihlerine dair okuması hakkında değerlendirmede bulunan Örnek, şu ifadeleri kullandı:

"Dünya böyle bir noktaya giderken hala Soğuk Savaş çerçevesinde sanki demokrasiler ve totaliter rejimler varmış gibi konuşmak gerçekten CHP'nin nasıl bir entelektüel önderlikle ve nasıl bir siyasi yorumla hareket ettiğini gösteriyor.

Dünyadaki gelişmelerin çok daha karmaşık olduğunu, çok daha dikkatli okunması gerektiğini söylemek gerekiyor, eski bir büyükelçi olan Namık Tan’a böyle uyarılarda bulunmak zorunda kalıyoruz. Dünya şu an onun 20. yüzyılda okuduğu gibi işlemiyor, ki 20. yüzyıl okuması da yanlış."

Laikliğe saldırı: 'Tan'ın sergilediği antikomünizmin bir sonucudur'

Tan'ın "laiklikten uzaklaşma girişimlerine karşı da külhanbeyi üsluplu kahvehane filozoflarına asla boyun eğmeyeceğiz" vurgusundan hareketle açıklamada yer alan laiklik vurgusuna değinen Örnek, "Ben de laikliği çok önemsiyorum ve laikliğin savunulması gereken en önemli ilkelerden biri olduğunu düşünüyorum" dedi.

Ancak Örnek'in, laiklik vurgusu Tan'ınkinden oldukça farklı. Örnek, laikliğin geriletilmesinin nedeni olarak, Türkiye'nin NATO politikaları kapsamında benimsediği antikomünizmi işaret ediyor:

"Türkiye bugün laiklik ve siyasal İslam konusunda bu noktaya gelmişse bunun en büyük nedeni, Türkiye'nin Soğuk Savaş boyunca bir NATO ülkesi olarak benimsediği politikalardır. Siyasal İslamın yükselişi sadece 'yerli ve milli' bir süreç değildir, siyasal İslamın Türkiye'de yükselişi tam da Namık Tan’ın sergilediği antikomünizmin bir sonucudur. Eğer bu kadar soğuk savaşçı, bu kadar NATO'cu, bu kadar antikomünist bir tarihsel süreç yaşamış olmasaydık, bugün laiklik konusunda da çok daha ileri bir noktada olurduk.

Artık bu bağlantıları kurmamız gerekiyor. Dolayısıyla bu Soğuk Savaş kuşağının Türkiye tarihini yanlış okuduğunu ve hala bağlantıları kuramadıklarını görüyoruz. Yaratılan antikomünist donanım zaten Türkiye'nin çok temel meselelerde hızla gerilemesine ve laikliğin de bu kadar yıpranmasına yol açtı."

'Süreci yürütenler bize demokrasi dersi falan vermesin'

Örnek, sözlerini sonlandırmadan önce Uçum ve Tan'ın bu "notları" yazmasına neden olan Erdoğan-Özel görüşmene de değindi.

Tan'ın yazısında "demokrasi" ve çeşitli değerlerden bahsedildiğine dikkat çeken Örnek, ancak yurttaşların o görüşmede ne konuşulduğunu hala bilmediğini vurguladı.

Örnek, sözlerini şöyle noktaladı:

"Eğer demokrasi bu kadar önemliyse önce o görüşmede nelerin konuşulduğunu yurttaşlara açıklamakla mükellefler. Kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar sürdükçe, bu süreci yürütenler kalkıp da bize demokrasi dersi falan vermesin."

(soL)

T24 KÖŞEBAŞI (8 MAYIS 2024)

 

9 yaşındaki Gina’ya yönelik bütün ağır suçlar işlendi: Cinsel istismar, cinayet ve eziyet…(Candan Yıldız)

Gina Mercimek, Suriye iç savaşından kaçıp Kilis’e yerleşen bir göçmen çocuk...

Kilis’in merkez ilçesindeki bir okulda öğrenci olan 9 yaşındaki Gina, 4 Nisan 2023'te okulundan evine dönemedi. 

Ailenin kızlarını ararken hareketlerinden şüphelendiği komşuları Hüseyin Boğuç’u polise bildirmeleri sonucu Gina’nın cenazesi Boğuç’un evinin bahçesindeki su kuyusunda bulundu. 


                                                 Aziz Altınöz (solda) ve Hüseyin Boğuç (sağda)

Cinsel saldırıya da uğrayan 9 yaşındaki Gina’nın ölümüyle ilgili açılan davanın karar duruşması Kilis 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Dosyada Hüseyin Boğuç ve Azittin Altınöz tutuklu olarak yargılanıyordu.

Fail Boğuç, kasten öldürme suçundan ağırlaştırılmış müebbet, cinsel istismar suçundan 30 yıl ve kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçundan 12 yıl hapis cezası aldı. 

Diğer tutuklu sanık Azittin Altınöz hakkında ise beraat kararı verildi.

Altınöz hakkındaki beraat kararına aile ve davaya müdahil olan avukatlar tepkili.

Uyuşturucu kullanırken Hüseyin Boğuç’ın evini mesken eylediği iddia edilen Azittin Altınöz, Kilis Pazarcılar Birliği Başkanı’nın da oğlu… 

Dosyayı takip eden Özgürlük İçin Hukukçular Derneği’nden avukat Derya Bozkurt’la konuştum. 

Derya Bozkurt, olay günü Hüseyin Boğuç’un evine hiç gitmediğini iddia eden, pazarcı Azittin Altınöz’le ilgili dosyadaki şüpheleri, çelişkileri şöyle ifade etti:

“Olay günü iftardan sonra arkadaşlarıyla olduğunu iddia eden Azittin Altınöz’ü arkadaşları doğrulamadı. Avukatı müvekkilinin olay günü kent ormanında olduğunu öne sürerken kamera kayıtlarının silindiği ortaya çıktı. Azittin Altınöz’ün pantolonu ve çorabında Hüseyin Boğuç’a ait kan DNA’sı bulundu. Altınöz ise her gün kıyafet değiştirdiğini, terlik giydiğini öne sürse de eşi Altınöz’ün iki ya da üç günde bir çorabını değiştirdiğini, olay günü spor ayakkabı giydiğini belirterek eşini yalanlamış oldu. Hüseyin Boğuç’un evindeki çöp tenekesinde bulunan sakızdaki DNA testi de Altınöz’le uyumlu çıktı. “

İddianamede Altınöz’ün olay günü “Hüseyin Boğuç’un evinde bulunduğu, uyuşturucu madde kullandıkları, Gina’yı sokak üzerinde 4 Nisan 2023’te saat 17:07 sıralarında gördükleri, alıkoyarak ikamete götürdükleri, maktule cinsel istismarda bulundukları, sonrasında boğmak suretiyle öldürerek kuyuya attıkları” iddia edilmişti. 

Altınöz iddianamedeki dikkat çekilen çelişkili ve yalanlanan beyanlarına rağmen kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, çocuğa cinsel istismar ve kasten öldürme suçlarından beraat etti. 

Neden beraat ettiği gerekçeli kararda yazacak. Avukatlar da karara itiraz edecek.

Azittin Altınöz ise Gina’nın ailesini ikna edemeyen gerekçelerle ve soru işaretleriyle serbest dolaşacak.

                                                          /././

Yargıya saygılı bir TÜİK aranıyor (Çiğdem Toker)

Yeni Anayasa konusunda, TÜİK'in bilgi karartmasından, yargı kararına uymamasından zerre rahatsızlık duymayan bir iktidar partisinin ardına düşülür mü?

Türkiye'de hiçbir sorun enflasyondan daha ağır, daha yaygın ve daha etkili değil. Ülke sorunlarına dair birçok saha araştırmasında -bence ilk sırada olması gereken- adalet bile ikinci sırada çıkıyor. Hâl böyleyken, muhalefetin yeni Anayasa tartışmasına mevcut statüsü gereği zorunlu, biraz da medeni açıdan birkaç temas dışında müdahil ve taraf olması, toplumun yararına ve lehine bir tutum değil. Aksine, ülkeyi bu kadar antidemokratik ve yüksek enflasyon ortamına taşımış iktidarın, yenilgiyi fırsata çevirme girişimine altın tepside bir destek sunmak anlamına geliyor.

Bin tane neden sıralanır da birini anlatalım:

Enflasyon hesabını resmi olarak TÜİK yapıyor, malum.

Peki TÜİK'in bu hesaplamada hayati yer tutan bazı maddelerin bilgilerini taammüden kararttığını, daha kötüsü, yargı kararına uymadığını unutacak mıyız?

Böyle bir yönetsel sistem içinde, yeni Anayasa konusunda, TÜİK'in bilgi karartmasından, yargı kararına uymamasından zerre rahatsızlık duymayan bir iktidar partisinin ardına düşülür mü?

* * *

Ne demek istediğimi biraz açayım.

TÜİK bundan iki yıl önce, aralıksız olarak 19 yıl boyunca yayımladığı madde sepeti ve madde fiyat listesi yayınını aniden kesti.

(2022'nin ekonomide şahane model arayışlarının dorukta olduğunu anımsatalım.)

Ani veri karartma

"Madde Fiyat Listesi", yaklaşık 400 maddenin ortalama fiyatlarını içeriyordu. Bu verileri yayımlamayı durdurmak, doğal olarak enflasyon rakamlarının sağlığı konusunda kuşkulara yol açabilirdi.

DİSK önce TÜİK'e başvurdu. TÜİK, DİSK'in bu bilgilerin açıklanması gerektiği yönündeki bilgi talebini reddetti. DİSK bunun üzerine CİMER'e gitti. CİMER ise bu bilgilerin 19 yıldır düzenli olarak açıklanan bir veri setinin başına getirilen bu tuhaf (ama elbette nedeni tahmin edilen) durum mahkemelik oldu.

Ankara 6. İdare Mahkemesi, DİSK'in açtığı davada TÜİK'in bu verileri gizlemesinin hukuka aykırı olduğu ve açıklanması gerektiğine hükmetti. (Tam bir yıl önce bu konuda yazdığım yazını linkini bırakıyorum.)

Hukuk devletlerinde idare mahkemelerinin verdiği kararların hemen uygulanması gerekirdi ama TÜİK bu karara uymadı. Uymadığı gibi kararı istinafa götürdü. İstinaf da TÜİK'in sansürcü tutumundan değil, kamuoyu bilgilenmesinden yana tutum aldı. Ankara Bölge İdare Mahkemesi 12. İdari Dava Dairesi istinaf başvurularının hukuka uygun olmadığın karar verdi.

Karar kesinleşmişti. Ancak TÜİK, yargı kararına uymamaya kararlıydı. Çok ender başvurulan bir yol olan "kanun yararına bozma" isteminde bulundu. Bu talep Danıştay Başsavcılığı'na yapıldı.

Danıştay Başsavcılığı TÜİK'in bu başvurusunu reddetti. Hukuka aykırı olduğunu bildirdi.

Bütün hukuk yolları tükendi ama... 

Nasıl?

Üç aşamada da TÜİK'in yaptığı veri karartmasının hukuka aykırı olduğu tescilleniyor ama ne oluyor?

TÜİK'in ta ilk aşamada, yani geçen sene ilk idare mahkemesi kararına uyarak açıklaması gereken madde fiyat listesi, üç kere hukuka aykırılık kararına rağmen hâlâ açıklanmıyor.

TÜİK yargı kararlarına uymamak için onca manevrada haksız çıkmasına rağmen hâlâ bu listeleri açıklamıyor. Oysa en kötü ihtimalle, Danıştay Başsavcılılığı'nın geçen mart ayındaki ret kararından sonra uymalıydı.

Yani birkaç gün önce açıkladığı mayıs ayı enflasyonunda, iki yıldır gizlediği listeyi de kamuoyuna duyurmalıydı, yapmadı.

Hatırlatalım: TÜİK, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile ilişkili bir kurum.

Yargı kararına uymayan bir TÜİK'in ne kadar güvenilir ve saydam olduğu tabii ki çok su götürür.

İki yıldır açıklanmayan veriler konusunda, mahkeme kararlarına uyulmamasını, karartmanın sürmesini birilerinin izah etmesi gerekiyor.

Akla gelen ilk isim ise doğal olarak TÜİK'in yasal olarak ilişkili olduğu Bakan. Yani Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek.

Güven nedir?

Bakan Şimşek, programın olumlu sonuçlarının yurt dışında görüldüğü mesajını veriyor. Kredi derecelendirme kuruluşlarının programa güvendiğini söylüyor. Buna kanıt olarak da dış finansman imkanlarının artışını gösteriyor.

Bu noktada güven nedir diye sorabiliriz.

Açık ki TÜİK'in veri gizlemesi, daha fenası mahkeme kararlarına uymaması, "program"a güvenen uluslararası kurumların hiçbirinin derdi değil. Niye olsun ki? Enflasyon, onunla yoksullaşan biz "içerideki" vatandaşların derdi.

Sonuç olarak, biz vatandaşların güncel ve acil ihtiyacı yeni Anayasa değil; verileri karartmayan, mahkeme kararlarına saygılı bir TÜİK'tir.

Bir TÜİK aranıyor.

                                                                 /././

Dikkat: 2023'te emekli olanlar, bu yıl emlak vergisi ödemeyeceksiniz (Murat Batı)

Bu istisnadan yararlanmak için emekli olmanın yanında birkaç tane koşul daha bulunmaktadır. O yüzden dikkatlice bu yazıyı okumakta fayda var.

2024 yılında ödenecek emlak vergisinin ilk taksitinin son günü 31 Mayıs Cuma günüdür. Ödenmemesi durumunda ise ödenmesi gereken tutar üzerinden her ay için yüzde 3,5 gecikme zammıyla ödenmesi gerekir. Ancak bazı durumlarda emlak vergisinin ödenmesine gerek olmamaktadır. Bu durumlardan biri emekli olanlar içindir.

31 Aralık 2023 ve daha öncesinde Türkiye'deki bir sosyal güvenlik kurumundan emekli olanlar aşağıdaki şartları taşımaları durumunda 2024 ve sonraki yıllarda sahip oldukları tek konut için emlak vergisi ödemeyeceklerdir. Ancak yabancı bir sosyal güvenlik kurumundan emekli olan kişi bu istisnadan yararlanamaz.

Ancak bu istisnadan yararlanmak için emekli olmanın yanında birkaç tane koşul daha bulunmaktadır. O yüzden dikkatlice bu yazıyı okumakta fayda var. 

Konuta ilişkin şartlar

Emekliler için sahip olunan binanın hem konut olması hem tek olması hem de brüt 200 m2'yi geçmemesi gerekmektedir. Bu üç şart birlikte sağlanacaktır.

Kanun maddesinde yer alan indirimli bina vergisi uygulaması, sadece mesken (konut) vasıflı binalar için uygulanmaktadır. Bu nedenle, konut olmayan ya da konut vasfını kaybeden binalar için bu istisnanın uygulanması mümkün değildir.

Konutun belli bir kısmı, depo, dükkân gibi bir şekilde başkasına kullandırılsa bile konut, konut vasfını kaybettiğinden hem de kira geliri alındığı varsayımıyla bu indirimden yararlanılamayacaktır. Yani emlak vergisi ödenecektir.

Örneğin, SGK emeklisi Ahmet Amcanın emekli maaşından başka bir geliri bulunmamaktadır. Sahip olduğu konutunun bir odasını binanın altında bulunan kırtasiyeye depo olarak kullanması için aylık 5 bin TL'ye kiraya vermiştir. Ahmet Amca, odayı kiraya verdiği için konut, konut vasfını kaybettiğinden konutun tamamı için emlak vergisi ödeyecektir.

Özetle bir binanın kısmen veya tamamen mesken olarak kullanılmaması ya da mesken dışında bir amaca tahsis edilmesi halinde bu istisnadan faydalanılamaz. 

Genel şartlar

Bu istisnadan yararlanmak için bazı şartlarımız daha vardır. Şimdi bu koşulları inceleyelim.

Bu istisnadan yararlanmak için ilk şartımız aylık alınan kurumun Türkiye'de kanunla kurulmuş bir sosyal güvenlik kurumu olmasıdır. Emekli Sandığı, SSK, Bağ-Kur, TOBB'un Emekli Sandığı Vakfı gibi kurumlardan aylık alınması gerekmektedir. Emekli olunan yıl bu istisnadan yararlanılmıyor, takip eden yıldan itibaren yararlanılmaya başlanır.

Örneğin, Aralık 2023'te EYT'den emekli olan Ahmet Amca (diğer şartları da sağlamak koşuluyla) bu istisnadan 2024 yılından itibaren yararlanacak. Yani 2023 yılı için emlak vergisini ödeyecek ama 2024'ten itibaren ödemeyecek.

İkinci koşul gelirlerin, emekli aylığından ibaret olmasıdır. Yani kiralardan, avukatlıktan, ara sıra da olsa doktorluk faaliyetinden, market işletmeciliği gibi ticari bir faaliyetten bir gelirinin olmaması gerekmektedir. Ancak faiz, repo gibi kazanç varsa ve bu tutar 2023 yılı için 150 bin TL'yi, (2024 yılı için 230 bin TL'yi) aşmazsa sıfır oranlı emlak vergisinden yararlanılır; aşarsa yararlanılamaz.

ÖrneğinBağ-Kur emeklisi Erol Amca, emeklilik sonrası bir market açarak işletmeye başlamıştır. 2023 yılında yıllık 25 bin TL gelir elde etmiştir. Erol Amca market işletiminden yani ticari faaliyetten bir kazanç elde ettiği için (tutar ne kadar olursa olsun) bu istisnadan yararlanamayacaktır.

Üçüncü koşul emekli olan kişinin konutunun tek olması ve bu konutun da brüt 200 m2'yi geçmemesi gerekmektedir. Ayrıca 200 m2'yi aşmayan tek konuttan başka gelir getirmeyen dükkân, arsa, arazi varsa gelir getirmemek şartıyla bu istisnadan yararlanılabilir. Kanun maddesi 200 m2'yi aşmayan tek (bir) konut için bu istisnayı uyguluyor. Birden fazla konut varsa hiçbiri için bu istisnadan yararlanılmazYani ikinci bir ev varsa ikisi için de emlak vergisi ödenmek zorundadır. 

Eşin çalışmasının bir önemi yok

Emekli olan bir kişinin eşi, anne/babasının, çocuklarının, kardeşlerinin vs gelirlerinin olması sosyal güvenlik kurumdan aylık alan kişinin istisnadan yararlanmasını etkilemeyecektir. Yalnız konutun 200 m2'yi geçmemesi de gerekmektedir, geçerse hiçbir şekilde bu istisnadan yararlanılamaz.

Örneğin, SGK'dan emekli Ayşe Hanıma ait tek konut bulunmaktadır. Eşi Ahmet Bey ise banka müdürü olup aylık yüklü bir maaş almaktadır. Ayrıca Ahmet Bey'e ait kirada iki konut ve iki de dükkân bulunmaktadır. Bu durum, Ayşe Hanımı bağlamayacak ve sıfır oranlı emlak vergisi istisnasından yararlanacaktır.

Hisseli evlerde ne olacak?

Eşler tek konuta hisseli sahiplersehisseleri oranında istisnadan yararlanabilirler. Konuta hisseli sahip olunması halinde ise evin toplam brüt alanı dikkate alınacağından, toplam brüt alan 200 m2'yi aşarsa, bu istisnadan yararlanılmayacaktır. Yani burada istisna şartını sağlayan kişi kendi payına düşen kısmı kadar istisnadan yararlanacaktır. Ama evin toplam brüt metrekare bedeli 200 m2'yi aşarsa istisnadan yararlanılamaz.

Örneğin, SGK'dan emekli aylığı dışında geliri olmayan Birgül Hanım ile hâlâ bir kurumda ücret karşılığı çalışan eşi Ali Bey yarı yarıya hisseli 180 m2 konut için yıllık 1.800 TL emlak vergisi ödemektedir. Birgül Hanım hissesine isabet eden yani ödenen tutarın yarısını (900 TL) sıfır oranlı emlak vergisinden yararlandığı için ödemeyecektir. Diğer yarısını ise Ali Bey ödeyecek ve yıllık 1.800 TL yerine toplamda sadece 900 TL emlak vergisi ödenecektir. Yani ev hanımı Birgül Hanım ile çalışan eşi yarı yarıya hisseli 180 m2'lik bir konut için (brüt alan 200 m2'yi aşmadığından) çalışan eş hissesi oranında emlak vergisini öderken ev hanımı Birgül Hanım hissesine isabet eden kısım için emlak vergisi ödemeyecektir.

Örneğin emekli olan eşi ile birlikte satın aldığı 300 m2'lik konuttan dolayı eşiyle birlikte yarı yarıya ortak olan eş, kendi hissesine isabet eden metrekareyi değil evin brüt toplamı (300 m2) dikkate alınarak değerlendirileceğinden ve 300 mde 200 m2''yi aşacağından eşler diğer koşulları sağlasa dahi bu istisnadan yararlanamayacaktır. 

Ayrıca emekli biriiki ayrı eve düşük oranlı da olsa hisseli sahipse bu istisnadan yararlanamayacaktır. Dolayısıyla iki ev için de hissesi oranında emlak vergisini ödemesi gerekmektedir. Özetle iki yarım bir etmiyor!

Kira gelirinin olması istisnaya engeldir

Kira geliri elde edilmesi istisnadan yararlanmaya engeldir. Kira tutarı önemli değildir. 1 TL dahi olsa bu istisnadan yararlanılamaz. 

Sahip olduğunuz evi kiraya verip siz de kiraya çıkarsanız o zaman istisnadan yararlanabilirsiniz. Ama sahip olunan tek konutu kiraya verip başkasının evinde kira vermeden oturulursa o zaman kira geliri var kabul edilir ve istisnadan yararlanılamaz.

Örneğin emekli aylığından başka geliri olmayan SGK'dan emekli Derya Hanım oturduğu evi kiraya verip kiralık başka bir eve taşınmıştır. Bu durumda Derya Hanım istisnadan yararlanmaya devam edecektir. 

Ancak

Örneğin emekli aylığından başka geliri olmayan SGK'dan emekli Fatma Hanım oturduğu evi kiraya verip oğlunun yanına ve oğlunun sahip olduğu eve taşınmıştır. Bu durumda Fatma Hanım, kira geliri olduğu gerekçesiyle istisnadan yararlanamayacaktır.

Örneğin emekli aylığından başka geliri olmayan SGK'dan emekli Özlem Hanım oturduğu evi kiraya verip kızının yanına ve kızının da kira ödediği eve taşınmıştır. Bu durumda Özlem Hanım, kira geliri olduğu gerekçesiyle istisnadan yararlanamayacaktır.

Örneğin emekli aylığından başka geliri olmayan SGK'dan emekli Ercan Amca oturduğu evi kiraya verip oğlunun yanına ve kirayı da Ercan Amcanın üstlendiği eve taşınmıştır. Bu durumda Ercan Amca kirayı kendi üstlendiği için bu istisnadan yararlanmaya devam edecektir.

Emekli, çalışmaya devam ederse bu istisnadan yararlanamaz

Emekli olan kişi emeklilik sonrası çalışmaya devam ederse emlak vergisi ödeyecektir. Yani bu istisnadan yararlanmayacaktır.

Örneğin, Nazım Bey SGK'dan 2018 yılında emekli olmuş ve artık çalışmama kararı almış. 2019'dan bu yanadır da sahip olduğu tek konut için emlak vergisi istisnasından yararlanıp emlak vergisini ödememektedir. Ancak hayat koşulları onu çalışmaya zorlamış ve 8 Mayıs 2024 günü Samsun'da bulunan X hukuk bürosunda getir-götür işleri yapmak üzere işe başlamış. Nazım Bey 2024 yılı için emlak vergisi ödemeyecek ama 2025'ten itibaren istisnadan yararlanamayacak ve emlak vergisi ödeyecektir. 

Daha önceki yıllarda emekli olanlar ödediği vergileri iade alabilir

Evet, geçmişe yönelik 5 yıl için iade alınabilir. 2010 yılında emekli oldunuz, başkaca bir geliriniz yok, 200 m2'yi aşmayan bir konutunuz var ve bu konut için 2010 yılından bu yanadır da emlak vergisi ödediniz. Geçmişe yönelik 5 yıl için ödediklerinizi iade alabilirsiniz. İade almak için evin bulunduğu yerin ilçe belediyesine gidip istenilen belgelerle birlikte dilekçe vermeniz kâfidir. 

                                                                /././

İktidarın meşruiyet krizi ve ana muhalefetin tutumu (Mustafa Durmuş)

İktidar blokunun olası tuzakları konusunda, başta CHP olmak üzere, gerçek durumu göremeyen her yapıyı, her bireyi bilgilendirmek, bu konuda iktidarın politikalarını ve hamlelerini teşhir etmek ve bizi bekleyen daha büyük tehlikeler konusunda uyarmak gerekiyor.

Son günlerde siyasetin gündeminde CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında gerçekleştirilen ancak içeriği kamuoyu ile paylaşılmayan yüz yüze bir görüşme var.

Erdoğan'ın Özel'e iadeyi ziyaret yapması beklenirken ülkede siyasette bir yumuşama, normalleşme olacağı algısı da medya tarafından pompalanıyor. Gerçekten öyle mi? Özellikle de son 9 yıldır ülkeyi kutuplaştırarak, muhalefeti Şeytanlaştırarak yöneten İktidar Bloku acaba neden uzlaşma ya da normalleşme yolunu seçer?

Kaybedilen yerel yönetim seçimlerinin verdiği mesajı mı aldılar, yoksa ekonominin daha fazla gerginliği kaldıramaz durumda olması mı bunda etkili oluyor?

Ya da bu sadece zamana oynamak ve yükseliş içine giren muhalefetin enerjisini soğurmak, bu arada karşı karşıya kaldığı meşruiyet krizini aşmak için mi tüm bunlar yapılıyor?

Bu yazının asıl konusu bu son soru. Ancak bu soruyu yanıtlayabilmek için biraz derine inmek gerekiyor.

Meşruiyet krizi nedir?

31 Mart 2024'te yapılan yerel seçimler başta Erdoğan'a ve AKP'ye olmak üzere, İktidar Blokuna ağır bir darbe indirdi. Öyle ki AKP 2002 yılında iktidara geldiğinden bu yana ilk kez ülke genelinde yapılan bir seçimde ikinci siyasal parti konumuna düştü. Kaybetmeye alışık olmayan Erdoğan, şimdi hem iç hem de dış politika açısından sonuçları olacak ciddi bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya bulunuyor.

"Meşruiyet Krizi" kavramı 1970'li yılların başlarından itibaren kullanılan bir kavram. Bu kavramın gelişkin ekonomilerde dönemin kapitalist refah devletlerinin inişe geçişi ile birlikte meşruiyet kaybına uğramasını anlattığı ve ilk olarak Alman sosyolog ve filozof J. Habermas tarafından kullanıldığı ileri sürülüyor.

"Ekonomik olanın siyasi olanla yeniden ilişkilendirilmesi meşrulaştırma ihtiyacını artırmaktadır. Devlet aygıtı artık liberal kapitalizmde olduğu gibi sadece genel üretim koşullarını güvence altına almakla kalmıyor, aynı zamanda aktif olarak üretimin içinde yer alıyor. Bu nedenle – pre-kapitalist devlet gibi - meşrulaştırılmalıdır ..." (1)

Britanyalı iktisatçı J. O' Connor da 1973 yılında yayımlanan kitabında, kapitalist devletin sırasıyla; özel sermaye birikimini hzlandırmak ve bunu yaparken de sermayeye verdiği bu desteği toplum nezdinde meşrulaştırmak ihtiyacı içinde olduğunu ileri sürer.

Özellikle de "sosyal harcamaların" böyle bir meşrulaştırmayı sağlamaya hizmet ettiğini, ancak bu birbiriyle çelişen iki işlevin zaman içinde devletin mali bir krize girmesine, böylece devletin meşrulaştırıcı harcamalarını yapamamasına neden olduğunu ve bu durumun da devletin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açtığını yazar. (2)

Eskisi gibi yönetememek durumu

Özetle söylemek gerekirse, meşruiyet krizi bir toplumdaki yönetenlerin  yönetsel işlevlerini tam olarak yerine getirememesini ve kamu kurumlarına ve politik liderliğe olan toplumsal inanç ve güvendeki düşüşü, dolayısıyla da iktidara olan toplumsal desteğin ciddi biçimde azaldığı bir durumu ifade ediyor.

Bir başka anlatımla bu kavramla, ciddi ekonomik krizlerle birlikte topluma daha önceki yüksek ekonomik büyümenin sağladığı göreli refahın artık sunulamamasının, yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri, kendi iç çatışmalarının üstesinden gelemedikleri ve böylece yeni bir yönetim döneminin de önünün açıldığı bir politik duruma yol açması kast ediliyor.

Türkiye bir süredir böyle bir krizin emarelerine sahip. Ekonomi 2015 yılından bu yana inişte, yüksek enflasyon ve işsizlik, devasa bütçe açıkları ve kamu borçları ve geçen yıldan bu yana uygulanmakta olan kemer sıkma politikaları İktidar Blokunun gücünü ve toplum nezdindeki meşruiyetini zayıflattı. Özellikle de 31 Mart Yerel Yönetim Seçimleri böyle bir meşruiyet krizini iyice açığa çıkardı.

Otoriter sağ popülizmin bir sonucu

Erdoğan sağ popülist bir siyasetçi. Dolayısıyla da uygulamakta olduğu siyasetin önemli bir ayağını popülizm oluşturuyor (Hazine ve Merkez Bankası kaynaklarını ve ekonomi politikalarını ağırlıklı olarak hâkim sınıfların çıkarları için kullanmasının yanı sıra).

Erdoğan, 31 Mart seçimlerine kadar, yozlaşmış seçkinlerle ve eski düzenle mücadele eden bir "halk adamı" görüntüsünü başarıyla sunabilmiş olsa da, bu yerel seçimlerin sonuçları artık halkın büyük bir kesiminin buna inanmadığını ortaya koydu. Çünkü yerel yönetimlerin büyük bir çoğunluğu ana muhalefet partisinin eline geçerken, Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı illerde DEM Parti belediyeleri büyük ölçüde kayyumlardan geri almasını bildi.

Özellikle de siyasal kariyerine başladığı İstanbul'u bir kez daha açık ara kaybetmesi, partisini besleyen rant kaynaklarının kuruması anlamına geldiği gibi, İmamoğlu karşısındaki bu kaybı, toplum nezdinde bir meşruiyet kaybı da demek oluyor.

Bir türlü düşürülemeyen yüksek enflasyon ve beraberindeki derin yoksullaşma, AKP seçmenlerini küstüren ana nedenlerden biriydi. Haziran 2023'te Mehmet Şimşek'in Hazine ve Maliye Bakanı olarak yeniden atanması yüksek enflasyona neden olan düşük faiz politikalarından geriye dönüş anlamına gelse de, yerel seçimlerin arifesinde resmi enflasyon yüzde 70'e yaklaşmıştı ve hala da artmaya devam ediyor.

Kimlikleri ayrıştırma siyaseti bir yere kadar etkili

"Tek Adam Rejimi" yıllardır kimlikler üzerinden ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir siyaset izliyor. Ancak bu siyaset ekonomi iyi giderken işe yarasa da, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı krizi sırasında pek işe yaramıyor.

Çünkü hızlı büyüyen ekonomi her zaman Erdoğan'ın cazibesinin en önemli kısmıydı, kimlik meseleleri ise kıyısından ona yardımcı oluyordu. Ancak 31 Mart seçimlerinde her ikisi de çöktü. Yıllardır Erdoğan'ın en büyük gücü olan ekonomi şimdi onun en zayıf karnı haline dönüştü. (3)

Artık Türkiye ekonomisi, kısa vadeli tasarruf açığını kapatmak, ithalatı finanse etmek, vadesi gelen ciddi boyutlardaki kısa vadeli dış borç servisini yapabilmek ve yabancıların kâr paylarını ödeyebilmek için akbaba fonların, yabancı yatırımcıların iyi niyetine ve ABD ve Avrupa devletlerinin desteğine çok daha fazla bağımlı hale geldi.

İktidarın manevra alanı hâlâ çok dar

Cari açığın hâlâ yüksek düzeyde seyretmesi, buna karşılık döviz gelirlerinin yetersizliği ve MB net döviz rezervlerinin (eksi) 50 milyar dolar civarına kadar düşmüş olması iktidarın uluslararası manevra alanını iyice kısıtlayan etmenler. Ayrıca izlenen daraltıcı para ve maliye politikalarının yüksek enflasyonu aşağıya çekme konusunda yeterli olmadığı da ortada.

Üstelik bu program başarıyla uygulanıp gereken yabancı kaynak akışı sağlansa bile, Şimşek'in kendi ifadesiyle, "uyguladığı programın ekonomi açısından olumlu sonuçlar vermesi (örneğin enflasyonun tek haneye düşmesi) en az iki yıl alacak".

Diğer taraftan, bu süreçte Türkiye ekonomisi istikrara kavuşturulsa dahi, izlenmekte olan emek karşıtı ekonomi politikalarının (AKP'nin tabanını bu seçimlerde nasıl erittiği göz önüne alındığında), bu politikaların daha ne kadar sürdürülebileceğini kestirebilmek çok zor.

Kaldı ki gerek ekonomi yönetimi gerekse de uluslararası kuruluşlar, ekonomide iç ve dış istikrar sağlansa dahi, ekonominin AKP'nin ilk iktidar yıllarındaki büyüme oranlarını yakalayamayacağını kabul ediyorlar. Bu durum da Erdoğan ve AKP için ciddi bir sorun çünkü ekonomi yönetimlerine olan güveni yeniden tesis etmeleri uzunca bir zamanı alacak.  IMF ya da Dünya Bankası'nın, ülkede uygulanmakta olan programa dönük destek açıklamaları ise halkın sıkıntılarını örtmeye, onun düşüncesini değiştirmeye yetmeyecektir.

Cam tavan yıkıldı

Ekonomideki bu olumsuz tablonun yanı sıra, son seçimlerde toplumda mevcut otoriter yönetimin alt edilebileceği umudunun yeşermesi de Erdoğan'ın meşruiyet krizini derinleştiriyor. Erdoğan'ın yenilmezliği efsanesi çöküyor, bu da potansiyel devrimci dönüşümlerin önünü açıyor.

Ancak Erdoğan'ın direksiyonunda olduğu iktidar bloku hâlâ devleti ve merkezi iktidarı yönetiyor ve eğer demokratik muhalefet etkili bir erken seçim çağrısı yapmaz ve buna uygun demokratik kitlesel mücadeleleri örgütlemezse, örneğin sadece 2028'de yapılacağı bilinen genel seçimleri beklemekle yetinirse, çok önemli bir krizi fırsata çevirme şansını tepmiş olacak.

Zira önümüzdeki bu seçimsiz 4 yıllık süreçte köprülerin altından çok sular akar, yabancı sermaye ve ABD ve AB gibi devletlerin desteğiyle NATO üyesi Türkiye ekonomisinin krizi ve mevcut meşruiyet krizi (bu kesimlerce jeopolitik çıkarlar ve mülteci sorunu gerekçe gösterilerek) atlatılır. Bu konuda Erdoğan'ın ne denli tecrübe kazandığını ve yetenekli olduğunu unutmamak gerekiyor.

Diğer yandan CHP yönetiminin 2028 Genel Seçimlerine hazırlanmak ve kendilerinden birini Cumhurbaşkanı seçtirmek dışında bir stratejileri yok gibi görünüyor. Daha öncekiler gibi, mevcut yöneticiler de siyaseti toplumsallaştırmaktan ve toplumu siyasallaştırmaktan kaçınıyorlar ve siyaseti parlamentoya sıkıştırılmış bir temsil siyaseti olarak sürdürmeyi tercih ediyorlar. Bu nedenle de Erdoğan ile yapılan görüşmenin içeriği hakkında halkı bilgilendirme zahmetine katlanmıyorlar.

İktidarın önündeki seçenekler

Diğer taraftan, demokrasiden pek de haz etmeyen otoriter bir lider olarak Erdoğan'ın içine düştüğü meşruiyet krizi bu durumunu düzeltebilmesinin ilk yolu muhalefet üzerindeki baskıyı artırmak ve bazı illerden başlayarak ortaya çıkan seçim sonuçlarını kabul etmemekti. Bunu Van'da denedi ama başarılı olamadı. Kürtler demokratik haklarına sahip çıkarak direndiler ve CHP de açıktan onlara destek verdi.

İkinci yol ise dikkatleri dışarıya çekmekti. Bunu özellikle de Kuzey Irak ve Suriye'deki askeri politikalarıyla bir süredir yapıyor ama milliyetçilik de karnı aç insanlarda eskiden olduğu kadar etkili olmuyor artık.

Kaldı ki iktidar, Bölge'deki bu girişimlerinde ABD, Rusya ve İran gibi diğer oyun kurucuları da dikkate almak zorunda. Bir başka yumuşak karnı olan Filistin topraklarının işgali ile ilgili söylem üstünlüğünü ise seçimlerin bir diğer kazananı olan Yeni Refah Partisi'ne kaptırmış gibi görünüyor.

Kürtlerle yeni bir çözüm süreci beklentisi ne kadar gerçekçi?

Bu denli sıkışmış bir Erdoğan rejimi, tıpkı 2003-2010 arasında olduğu gibi, neoliberal piyasacı ekonomi modeli üzerine oturtulmuş liberal parlamenter demokrasi ve Kürtlerle yeni bir çözüm süreci gibi bir seçeneği tekrar gündeme getirir mi?

Bir yandan, çok ağır bir kemer sıkma politikası uygularken, sokakta en son 1 Mayıs'ta görüldüğü gibi, tam bir polis devleti görüntüsü çizerken ve iktidar blokunun küçük ortağı MHP'nin açık diktatörlük hevesleri sürerken, diğer yandan Erdoğan'ın böyle bir seçeneğe yönelmesi zor gibi görünüyor ama bütünüyle de imkânsız değil. Bu ancak iç toplumsal muhalefetin ve dışarının basıncıyla mümkün olabilir.

İktidara can suyu olma riski

Elbette başta Kürtler ve sosyalistler olmak üzere, toplumun önemli bir kesimi artık barış istiyor, eşitlik ve adalet istiyor, iş ve ekmek istiyor. Çatışmalara, kutuplaştırıcı dile son verilmesini istiyor. Ancak bu taleplerin Erdoğan rejimi tarafından kolayca manipüle edilebileceği unutulmamalıdır.

Bu konuda özellikle de ana muhalefet partisi CHP'nin yönetiminin müesses nizam tarafından kolaylıkla ikna edilme riski var. Bu ülkede söz konusu muhalefet partisinin bir önceki lideri, "Anayasa'ya aykırı ama bunu yapmak zorundayız" diyerek çok sayıda muhalif Kürt siyasetçinin içeri atılmasına yol açmamış mıydı? CHP'nin yeni yönetimini benzer bir hataya düşmekten alıkoyacak bir akıl ve irade partide mevcut mudur, yaşayıp göreceğiz.

Emek, barış, demokrasi güçleri sahne almalı

Tam da bu noktada emek, demokrasi ve barış güçlerinin nasıl bir tutum takınması gerektiği son derece önemlidir. Burada yanıtlanması gereken soru şu olmalıdır;

 "Öznel niyetimiz farklı da olsa, meşruiyetini giderek yitirmekte olan bir otoriter rejime nesnel olarak yeniden meşruiyet kazandıracak, ona can suyu olabilecek işleri yapmalı mıyız?"

Bu bağlamda, örneğin, kendini muhalefette gören bazı siyasetçilerin ya da liberal iktisatçıların, ekonomiyi krizden çıkararak, yabancı sermaye girişlerini hızlandırarak, ödemeler dengesi krizini önleyerek ve bu süreçte ekonomiyi daha hızlı büyüterek yaratılacak olan kısmi istihdam ve gelirlerle yoksulların derdine çare olacağına inanmaları bizleri gerçekten endişelendirmelidir.

Uçuruma doğru son sürat gitmekte olan freni patlamış bir otobüste direksiyonu kontrol altına almak çok önemlidir ama bu müdahale otobüs yolcularını kurtarmaya yetmez. Önce otobüsü durdurmak, ardından da onun güvenli bir yoldan yolculuğuna devam etmesini sağlamak da gerekiyor.

Kısaca, iktidar blokunun olası tuzakları konusunda, başta CHP olmak üzere, gerçek durumu göremeyen her yapıyı, her bireyi bilgilendirmek, bu konuda iktidarın politikalarını ve hamlelerini teşhir etmek ve bizi bekleyen daha büyük tehlikeler konusunda uyarmak gerekiyor. Unutmayalım ki faşizme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir. 

Sonuç: Sadece meşruiyet krizinin varlığı devrimci değişim için yeterli değil!

Emekten, ekolojiden ezilen kimliklerden ve halklardan yana radikal bir değişim gerekiyor. Ancak bu değişim için, "yönetenlerin yönetemez duruma gelmeleri" anlamına gelen politik krizin varlığı (ekonomik krize ilave olarak)  yeterli değil.

Ayrıca tarih bizlere defalarca kapitalizmin çok derin krizlerinden bile beslenerek daha güçlü biçimde çıktığını ve kendiliğinden de çökmediğini de kanıtladı. Onu çökertecek bir özneye ve örgütlü bir harekete ihtiyaç var.

Yani vizyonu olan, canlı bir özneye (siyasal hareket/siyasal parti) ihtiyaç var. Bu özne doğru politikalarla işçi sınıfı ve ezilen halklar içinde hızlı bir biçimde kitleselleşebilir.

Radikal değişimin, zaman içinde ortaya çıkacak bir liderliği, örgütlü bir kitle hareketinin inşa edilmesini ve sabırlı, örgütlü bir mücadeleyi gerektirdiği unutulmamalıdır. Bu bağlamda kendiliğinden karşı çıkışlar ya da protestolar yeterli değildir. Keza hayata geçirilebilir bir devrimci, antikapitalist  seçeneğin ve buna uygun bir paradigmanın da ortaya konulması gerekiyor.

Ayrıca, dürüstçe bir hesap verilebilirlik olmaksızın her hangi bir durumu doğru okuyabilmek ve doğru yönlendirebilmek de mümkün değildir. Kötümser analizler pasifizme, aşırı iyimserlikse maceracılığa neden olur ki bu da uzun vadede hayal kırıklığı ve sonrasında pasifizm ile sonuçlanır.

Dürüstlük ve şeffaflık, aşırı güveni ve faydasız kötümserliği yenebilecek tek güçtür. Bunları kendi de müesses nizamın (kurulu düzen) bir parçası olan ana muhalefet partisinin yapabilmesi (en azından şimdilik) mümkün değil. Böyle bir duyarlılığı ancak ezilen halkların ve işçi sınıfının yanında yer alan sol-sosyalist bir siyasal parti gösterebilir.

Ancak bugün hâlâ böyle bir özne oluşturulabilmiş değil. Bu nedenle de asıl yapılması gereken, nesnel koşulların elverişliliğinden de hareketle, böyle bir özneyi hızla inşa etmektir. Çökmekte olan bir rejime "ülke ekonomisinin çıkarları" gibi soyut kavramlardan yola çıkarak cankurtaran simidini atmak, tarihsel olarak geriye dönüşü mümkün olmayan ama daha tehlikeli bir diğer yanlışı daha yapmaktan öte anlam taşımayacaktır.

Muhalefet olabildiğince çabuk sokaklara geri dönmeli ve iktidarı, neo-liberalizmi ve eşitsizlikleri teşhir edip, eleştirirken, aynı zamanda kitlelere ekonomik ve politik alternatifler anlamında neler yapabileceğini de gösterebilmeli ve halkın iktidar blokuna olan güvensizliğini, kendine olan güvene çevirebilmelidir. Çünkü halk sadece iyi sözler duymak değil, kararlılık görmek ve yanında olacağı özneye güvenmek ister.

Son olarak, olumlu bir boyutuyla, yaşamakta olduğumuz çoklu krizler, insan, barış ve doğa merkezli bir uygarlığın inşası için toplumsal enerjiyi de harekete geçiriyor. Emek, ekoloji, kadın hareketi, kimlik mücadeleleri gibi çok sayıda cephede aktif olan bu heterojen yükseliş, tarihsel yörüngeyi "barbarlaşmadan büyük devrimci demokratik bir değişime" doğru yeniden yönlendirerek muazzam bir güce dönüşebilir.

  1. Jurgen Habermas, Legitimation Crisis. London: Heinemann. 1976, s. 36.
  2. James O'Connor, The Fiscal Crises Of the State, St.Martin's Press, New York,  1973, Bölüm 2, s. 40-64.
  3. https://www.nakedcapitalism.com/the-economy-finally-doomed-erdogan-in-major-defeat-in-turkish-local-elections-what-comes (3 April 2024).
(T24)