28 Şubat 2019 Perşembe

Saltanat kayığında Giresun Karşılaması - ALPASLAN SAVAŞ

Güzel oyundur Giresun Karşılaması.

Adını kızlı erkekli, karşılıklı oynanmasından alır.

Seksenlerde bir avuç gencin bir araya gelerek kurduğu GİFSAD (Giresun Kültür Sanat ve Folklor Derneği) karşılamanın tüfekli de oynandığını tespit etmiştir. 

Yaptıkları ilk gösteride tüfeklere barutun biraz fazla konması nedeniyle kapalı spor salonunun aydınlatma lambaları isabet almış olsa da kimsenin burnu kanamamıştır.

Tüfekli ya da tüfeksiz, Giresun Karşılaması güzeldir. Yiğitliği ve dostluğu simgeler. Kentin cesaretidir.

İki gün önce Giresun’da bir başka karşılama vardı. “Seçim mitingi” için kente gelen Erdoğan, CHP’li Belediye Başkanı Kerim Aksu tarafından çiçeklerle karşılandı.

“Ne var bunda?” diyenler olacaktır.

Daha beterlerinin yanında Kerim Aksu’nun karşılamasının masum bile kaldığı söylenebilir.

Örneğin İstanbul’da Ataşehir belediye başkanı görevden alındığında, iki kilometre uzaktaki Maltepe belediyesinin başkanı Ali Kılıç soluğu İçişleri bakanı Süleyman Soylu’nun yanında almıştır. Ziyaretin sebebinin aynı akıbete uğramamak için bakanla verilecek samimi bir fotoğraf karesi olduğu kısa sürede anlaşıldı.

Milas’ın “takım değiştiren” belediye başkanının sözünü hiç etmeyeceğim. Erdoğan’la yaptığı ve kaydedip yayınladığı telefon görüşmesini izleyip insanlığından utanan bir tek ben değilim diye düşünüyorum.

Fotoğraf karesi deyip geçmeyin. Kimi cesaret, kimi icazet vesikasıdır.
Oysa Giresun halkının 17 yıllık AKP iktidarı boyunca kaybettiklerinin hesabını sorma cesaretine ihtiyacı var.
Giresun halkı ne mi kaybetti?
En başta kentin kimliğini.
Karadeniz’de sırtını dağlara vermiş güzel bir kıyı kenti Giresun. Giresun’u güzel kılan, fındığıyla, yaylasıyla, deniziyle, FİSKOBİRLİK ve SEKA gibi iki dev kamu tesisiyle tam bir Cumhuriyet kenti olmasıydı. Kaybedilen, kentin bu kimliğidir ve Giresun’da yaşayan emekçi halka maliyeti çok büyük olmuştur.

Kentteki her aileden en az bir kişi ya SEKA’da, ya FİSKOBİRLİK’te çalışmıştır. Sadece bu kent için değil, çevre iller için de can damarıydı bu iki kurum.
Şimdi SEKA yok. Tespit raporunda 60 milyon lira değer biçilen fabrika 2003 yılında Milli Görüşçülere 5 milyon liraya satıldı. Şimdi SEKA arazisinin üzerinde TOKİ konutları yükseliyor.

FİSKOBİRLİK’in de akıbeti farklı değil. Entegre tesis parçalandı, fındık alımlarında ve üreticiyi desteklemede etkisi azaltıldı. Şimdi sadece Giresun’da değil tüm ülkede fındık İtalyan gıda tekeli Ferrero’nun insafına terk edilmiş durumda. Ve tabii fındık üreticisi de…

Bu iki kurumun yerine ne kondu peki? Başta Gülen cemaatini finanse eden, sonra AKP’nin Giresunlu bakanı Canikli’nin TMSF eliyle üzerine çöreklendiği Akın Çorap ile Damat markasıyla üretim yapan Giysu tekstil fabrikası. Birkaç yüz işçinin çalıştığı bu fabrikaların adı uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve güvencesiz çalışmayla anılıyor.

Daha fazlasını ve ayrıntılarını önümüzdeki hafta bu köşeye taşıma sözü vererek bunları kentteki yağmanın küçük bir özeti olarak aktarmış olayım.

Belli ki Giresun’da bu yağma unutturulmaya çalışılıyor.

Saltanat kayığında Giresun Karşılaması oynanmaz. Hatırlatmaya buradan başlayacağız demektir.

Alpaslan Savaş / SOL

28 Şubat hafif darbesi - NAZIM ALPMAN

Eski Çok Darbeli Parlamenter Demokratik Sistemin son askeri müdahalesi olan “28 Şubat Post-Modern” darbesinin üzerinden 21 yıl geçmiş bulunuyor. Siyasi tarihimize adı “28 Şubat Süreci” olarak tescil edilen geçen yüzyılın son darbesinin, entelektüel camiada başka bir adı vardı: “İslamcıların 12 Eylül’ü…”


İktidardaki Refah Partisi- Doğru Yol Partisi Koalisyonu’nun (Refah-Yol) iktidardan indime operasyonu 28 Şubat 1997 günü Ankara’da yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısıyla başlamıştı.
O gün (28 Şubat 1997 Cuma) biz İstanbullu bir grup gazeteci İstiklal Caddesi üzerindeki bir lokalde toplanmıştık. Yemekli davetin sahibi Yurttaş Girişimi’ydi. Konusu ise bir aydır sürmekte olan “Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” eylemi hakkında bizlerin fikrini almaktı. Her gece saat 21.00’de ev ve işyerlerinin elektrikleri 1 dakika süreyle yanıp sönüyordu. Eylem bir ay süre için hedeflenmişti. Şimdi soru şuydu:
-Ne yapmalıyız? Tamam mı, devam mı?
O geceden aklımda iki gazetecinin sözleri aklımda kaldı. Birinci Fatih Altaylı’ya aitti. Eylemin devam etmesinden yana olduğunu kendine özgü üslubuyla şöyle ifade etti:
-Benim bir gazete köşem (Hürriyet) bir radyo programım (Radyo D) bir de televizyon programım (Teke Tek) var. Siz bitirseniz bile ben devam edeceğim.
Son cümlesiyse tarihiydi:
-Bu işin bokunu çıkarana kadar gideceğim!..
Diğeriyse Ayşenur Arslan idi. Bizler orada dünyadan ve Türkiye’den habersiz neşeli demokrasi amaçlı toplantımıza devam ederken Ayşenur’a bir haber gelmişti:
-Arkadaşlar mesleğimle ilgili bir bilgi vermek istiyorum… Şu anda Ankara’da bir darbe oldu!
Oluşan sessizliği Tuğrul Eryılmaz yaygın medyanın haberciliğine iğne batırarak bozdu:
-Ama önce reklamlar!
Ankara’da sürmekte olan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı o saatlerde sona ermişti. Hükümete tavsiye edilen 18 kararın pek çoğu Refah Partisinin temel değerleri tersyüz ediyordu. Bu kararların uygulamasını Refah Partisini yapması demek kendi kendisini imha etmek anlamına geliyordu. Başbakan Necmettin Erbakan devam etmekten bu kararları uygulamaktan yana görüntü veriyordu. Hatta iki gün sonra Mehmet Barlas’a “askerler beni seviyor” diyecekti. Bunun üzerine Barlas acı gerçeği bütün çıplaklığıyla yüzüne karşı söyleyecekti:
-Siz devrildiniz Sayın Erbakan!.. 
Bu özel bilgiyi Mehmet Barlas İZTV’de yaptığım “Yüzyılın Son Darbesi” belgeselinde kameralarımıza söyledi.
Zaten kısa süre sonra Refah Partisi kapatıldı. Yerine Fazilet Partisi kuruldu. Sonra o da kapatıldı. Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanlığından alınıp Pınarhisar Cezaevine konuldu. İmam Hatiplerin orta kısmı kapatıldı. Kamusal alanda türban takmak yasaklandı.
İslamcılar kendi 12 Eylül’lerinde işte bu kadar büyük çileler çektiler.
28 Şubat’ın yirmi birinci yıl dönümünde günümüz Türkiye’sine bakınca (siyasi parti liderleri yıllardır hapiste, cezaevlerinde 263 bin kişi var, bu sayının 70 binini üniversite öğrencileri oluşturuyor, 6081 akademisyen üniversiteden uzaklaştırıldı, 41 bin 705 öğretmen okullarından atıldı, 650 bin kişi denetimli serbestlikle yarı- özgür) çok naif kalmıyor mu?
İslamcılar açısından post-modern darbenin çıtası bir hayli düşük kalmıştı. O yüzden şu ad daha uygundur:
-28 Şubat hafif darbesi..!
Nazım Alpman / BİRGÜN

Petrol bulundu - ÖZGÜR GÜRBÜZ

17 yıla yakın bir süredir iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin herhalde en çok müjde verdiği konu enerji. Gazeteler, “petrol, gaz ve kömür bulduk” haberleriyle dolu. İnanmazsanız, Google’a “petrol bulduk”, “gaz bulduk” diye yazıp aratabilirsiniz. 10 bine yakın sonuç çıkıyor…


Diyelim ki bulduk, nerede bu gaz, kömür ve petrol? Buhar olup uçmuşa benziyorlar çünkü enerji ithalatı verilerine bakınca deftere olumlu yansıyan bir şey göremiyoruz. Türkiye 2017 yılında kullandığı doğalgazın yüzde 99’unu ithal etmiş. İthalat 2016’ya göre yüzde 19 artmış.
Petrolde de durum farklı değil. 2016 yılında tüketimin sadece yüzde 7’ye yakını yerli üretimle karşılanmış. Petrol üretimi birkaç bin varil artsa bile tüketim öyle hızlı artıyor ki, açılan küçük kuyuların, talebi karşılaması ve ithalat ihracat oranını ülkenin lehine çevirmesi olası değil. Tüketimi azaltmak, verimi yükseltmek nedense kimsenin aklına ya da işine(!) gelmiyor.
Yerli kömür seferberliğine rağmen orada da tablo kapkara. Avrupa İstatistik Ofisi (Eurostat) verilerine göre, aslan payını kömürün oluşturduğu katı yakıtlarda dışa bağımlılık oranı 2016’da yüzde 60’ı geçmiş. Hâlbuki seferberlikten önce, 2008’de bu oran yüzde 44’ün altındaydı. Yatıp kalkıp yerli kömürden bahsediyoruz ama yaktığımız kömürün yarısından fazlası ithal. 2017’de ithal kömüre 4 milyar dolar ödemişiz. 
Sonuç ortada. Biz, karada, denizde her yerde petrol ve gaz ararken enerji ithalatı ve enerjide dışa bağımlılık artıyor. TMMOB Makine Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu’nun hazırladığı son raporda enerji ithalatının 2018’de yüzde 15 oranında arttığına dikkat çekilmiş. 2017 yılında enerji girdileri ithalatına 37 milyar dolar ödeyen Türkiye, 2018’de 43 milyar dolar ödemiş. Toplam ithalatın yüzde 20’si enerjiye gitmiş. 
Asıl sorun yeterince kömür çıkarmıyor, petrol kuyusu açmıyor veya doğalgaz aramıyor oluşumuz değil. Asıl sorun, geleceği görmeden, planlamadan, Türkiye’de olmayan bu kaynaklara bel bağlayan bir ekonomik sistem kurmakta ısrar etmemiz. Petrol yok ulaşım karayoluna bağlanmış. Gaz yok yapılan konutlarda verimlilik ihmal edilmiş, gelen gazın yarısı doğalgaz santrallarına gitmiş. Kömür kalitesiz, onun yerine elektrik üretiminde kullanılacak güneş gibi kaynaklar var ama hep engellenmiş. Yerin altına bakmaktan üstteki kaynakları göremiyoruz. 
Sadece elektrikli araçlar üzerinden bir örnek vereceğim, siz petrol kuyusu kazmanın ne kadar anlamsız olduğunu anlayacaksınız. 2013 yılında tüm dünyada 250 bin elektrikli araç vardı. 2017 sonunda sayıları 3 milyonu geçti. Uluslararası Enerji Ajansı 2030’da 125 milyon elektrikli aracın yollarda olacağını söylüyor. Unutmadan söyleyelim, bu araçların elektriği kömürden değil yenilenebilir enerjiden gelmek zorunda yoksa iklim değişikliği sorunu çözülmeyecek.
Hava kirliliği de birçok ülkede, başta dizel motorlar olmak üzere araç filosunu değişmeye zorluyor. Birleşik Krallık’ta, 2040 yılından itibaren tüm yeni otomobillerin sıfır emisyonlu (petrolle çalışmayan) olması isteniyor. Norveç petrolle çalışan araç satışını 2025’te, Fransa 2040’ta yasaklamayı planlıyor. Birçok Avrupa kentinde dizel araçların vergileri artırılıyor, şehir merkezlerine girmesi yasaklanıyor.
Türkiye ise her sabah, yeni bir “petrol bulundu” haberiyle uyanıyor, köprü ve otoyol projesiyle güne başlıyor. Bilmem durumu anlatabildim mi?
Özgür Gürbüz / BİRGÜN

27 Şubat 2019 Çarşamba

İkinci Pelikan vakası - VOLKAN ALGAN

Davutoğlu ve ekibinin, başka bir deyişle Erdoğan’ın zayıflatıldığı bir AKP denemesinin boşa düşürülmesi olayını hatırlayan vardır.

Mayıs 2016’da internet üzerinden “Pelikan Dosyası” başlığıyla bir blog hesabı açılmış, buradan imzasız tek bir yazı yayınlanmış, Davutoğlu’nun Erdoğan’ın arkasından ne işler çevirdiği cümle aleme ilan edilmişti. Sonraki gelişmeler bu operasyonun Erdoğan’ın isteği ya da onayı dahilinde yapıldığını göstermiş, başlayan tartışma sürecinin sonunda Davutoğlu istifa etmek zorunda kalmıştı. 

                                                              **

Şu aralar Davutoğlu, Babacan ve Gül isimleri etrafında yeni parti kurma girişimlerinden bahsediliyor. İddia o ki çok sayıda şehirde örgütlenme hazırlıklarını tamamlayanlar bile var. Partinin kuruluşunun ilan edilmesi için seçim sonuçlarının beklendiği söyleniyor.

Önceki gün yayına alınan “yenibirparti.com” adresli sitede, adı açıklanmayan bir partinin kuruluş çalışmalarından bahsedildi. Bahsi geçen partinin sadece adı değil, kimlerden oluştuğu da açıklanmadı. Buna gerekçe olarak da isimlerin, parti programının önüne geçmesinin istenmediği söylendi. Doğal olarak gözler de eski AKP’li bu isimlere çevrildi.

Böyle parti ilanı mı olur demeyin, artık oluyor. Yine de bu yöntemi basit bir pazarlama tekniği olarak görmemek için çok neden var.

Adı geçen eski AKP’li zatların korkaklık, temkinlilik ve garanticilikleriyle nam salmış olması ve belli yerlerden güvence almadan, AKP’nin gerilediğine dönük net bir fotoğraf ortaya çıkmadan –mesela seçim sonuçları- bir adım atmayacaklarını tahmin edebiliriz. Bu sitenin yayınlanmasında onların parmağı var mı bilemiyoruz. Dün çıkan bir haberde Gül ve Davutoğlu ekiplerinin bu iddiayı yalanladığı söylendi.

Her ne kadar Babacan’ın ismi güçlü ihtimal olarak geçse de, bu ilanın arkasından çok alakasız isimler de çıkabilir. Ya da bu girişim seçim sonuçlarına göre tamamen rafa kalkabilir. Neticede imzasız afişler, partisiz adaylar dönemindeyiz. Kimin eli, kimin cebinde belli değil.

En nihayetinde bu isimlerin sözlerine güvenmek için bir neden de yok.
Zaten olay bir parti kuruluşundan çok bir operasyonu andırıyor. Yazının girişine dönecek olursak tıpkı Pelikan hadisesindeki gibi, yine bir imzasız deklarasyon söz konusu. Benzerlik sadece biçimsel de değil.

Pelikan dosyasındaki içerikte AKP içindeki sırlar, kamuoyu önünde konuşulamayanlar, taraflaşmalar ilk defa bu kadar açık şekilde ortaya saçılmıştı. O yüzden sonuç da verdi.

Şu isimsiz parti ilanında yer alan içerikte de, herkesin bildiği ama kimsenin açıkça, kamuoyu önünde söylemeye cesaret edemediği siyasi sırların ifşa edildiğini görüyoruz.

Babacan, Gül, Davutoğlu gibi isimlerin rahatsızlığı az çok biliniyor ama kimse bu isimlerden AKP’ye dönük açık bir siyasi eleştiri duyamadı bugüne kadar. Sadece tahminler yürütülüyor.

İşte bu sitedeki isimsiz-imzasız parti manifestosu ve vaatlerle birlikte, böyle bir siyasi çerçeve ilk defa ortaya atılmış oldu.

Kuruluş çalışmalarına başlandığı iddia olunan partinin manifestosunu bu sitenin okurlarının yabancısı olmadığı bir kavramla özetlemek mümkün: Normalleşme vaadi.

Öncelikle partinin merkez sağda olduğu, sağın “dört eğilimini” de bünyesinde birleştireceği ilan ediliyor. O eğilimlerin ismi anılmasa da merkez, milliyetçi, muhafazakar ve koyu İslamcılık (milli görüş geleneği) olduğunu tahmin etmek güç değil. Aslında AKP’nin üzerine çöktüğü sağ geleneğin neredeyse tamamı işaret ediliyor.

Partinin “biz kimiz” başlığı altında ilan edilen görüşlerinde AKP’nin ilk yılları övülüyor, ancak artık yorulduğu, yerini daha genç ve yıpranmamış yüzlere bırakması gerektiği dile getiriliyor.  “Kutuplaşmadan” ve “otoriterleşmeden” duyulan rahatsızlık ifade edildikten sonra demokratikleşme vaat ediliyor. Bunların ardından devlet tecrübesine sahip icraat odaklı bir ekip olduklarının altı çizilerek sermayeye “normalleşeceğiz” “işimize bakacağız” “bizi tanıyorsunuz” mesajı veriliyor. Dış politikanın aşırılıkları eleştiri konusu yapılırken, Suriye Devleti ile işbirliğinin, Kürt ve Alevi başlıklarında liberal bir uzlaşının kapısı aralanıyor. 

Açıklamada “Erdoğan tipi” başkanlık eleştirilirken, denge unsurları kuvvetlendirilmiş bir başkanlık sistemiyle yola devam edileceğinin vurgulandığı görülüyor.

İşte “yenilik” dedikleri aslında bu: Yani “normalleşme”... Özetle AKP’nin başkanlık sistemi, düzen siyasetindeki sağcılaşma, piyasalaşma gibi düzen açısından tüm kazanımları sahiplenilirken, bir iki makyajla AKP’nin ilk yıllarına dönülecek!
Vaatler kısmına yazmayı düşünmemişler ama bunca yıl sonra emekçilere de “biz bu b*ku niye yedik o zaman” sorusu düşecek herhalde.

AKP’nin seçimlerde gerileyeceğine dönük beklenti, TÜSİAD cephesinden yapılan eleştirel açıklamalar ve yeni parti söylentilerinin eşliğinde yapılan bu deklarasyonun ne sonuç vereceğini, arkasından kimlerin çıkacağını ya da çıkamayacağını göreceğiz. Ancak her koşulda gerekli yerlere gerekli mesajların verilmesi, AKP düzenini referans alarak, onun “karşı devrimi” sahiplenilerek kaleme alınan ilk derli toplu metin olması bu çıkışı dikkate değer kılıyor.

Böyle parti kurulur mu bilemiyoruz ama böyle “mesaj” verilir!

Burada ilan edilen metin, AKP iktidarının eleştirisinde önümüzdeki dönemin referanslarından biri olacak gibi görünüyor. Çünkü sermaye koridorlarından, kapalı kapılar arkasında yapılan ittifak görüşmelerine, AKP içindeki memnuniyetsizlerden, emperyalist merkezlere kadar geniş bir koalisyonun isteklerini burada bulmak mümkün.

İşin bir diğer yönü de, bu metnin altına bugün AKP dahil tüm düzen partilerinin imzasını atmasının mümkün olması. Belli pazarlıklarla Erdoğan’ın bile... İmzasız olması bu açıdan manidar sayılabilir.

Kim bilir belki de Erdoğan’ın danışmanlarından birinin zihni sinir projesidir bu iş. Çıkıp “bu ülke normalleşme getirilecekse onu da biz getiririz” deyiverirler.

Şapkadan tavşan çıkar mı bilinmez, ama bu tablodan emekçilerin hayrına bir şey çıkmayacağı açık.

Volkan Algan / SOL

Okur garantili gazete(ANALİZ): Hürriyet’in sırrını ortaya döken yazarı kovdular- Orhan Gökdemir

Türkiye’de her şey gibi basın da büyük bir çöküş içinde. Gazeteler, TV kanalları iktidarın eki haline getirilirken, gazetecilik de meslek olarak çok sıkıntılı bir süreçten geçiyor. Çünkü tek okuyucusu iktidar olan bu tür gazetelerde muhabir olmaz, haber müdürü olmaz, köşe yazarı olmaz. Çünkü yazılacak tek şey iktidara iş dilekçesidir. Çöküşü bundan daha iyi ne anlatabilir?

Dün, bir öğretim üyesi Hürriyet'in tirajını sosyal medya hesabı üzerinden rakam vererek açıkladı; “Hürriyet gazetesi İstanbul gerçek bayi satışı 28.000, toplam Türkiye bayi satışı 60.000. Bu sayılara inilmesinin tek nedeni sosyal medya ve dijital devrim mi?” diye yazdı.

Paylaşımı yapan kişi Prof. Teoman Cem Kadıoğlu’ydu. Kadıoğlu, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde öğretim üyesi ve Galatasaray Divan Kurulu üyesi. Bir başka özelliği Demirörenlere satılan Posta’da sağlık yazıları yazması. Bu paylaşım üzerine, ben de isim vermeden bu paylaşımdan söz edip verilen tiraj rakamının doğru olduğunu, AKP’nin basını tasfiye etmek için Demirörenlere verdiğini yazdım. Birkaç saat sonra Kadıoğlu’nu arayıp yazılarına son verildiğini tebliğ ettiler.

Gazetelerde bu ikiyüzlülük her zaman vardı. Tirajlarını şişirirler, reklam verene daha büyük gösterirler kendilerini. Devlet ilanlarından gelen gelirlerini de böylece büyütürler. Fakat “amiral gemisi” Hürriyet’in Demirörenlere zimmetlenene kadar böyle bir ihtiyacı olmamıştı. Artık var. Gurubun bir yazarı Hürriyet’in İstanbul bayi satışını 28 bin, toplam bayi satışını 60 bin olarak verdi. Gerçek rakamlar olduğundan kuşku duyulmamalı. Basın ile iktidar bülteni aynı şey değildir ve yandaşlığın da bir sınırı vardır. Sınır aşmanın hazin sonucudur bu.

Kadıoğlu’ndan önce başka bir holding gazetesinde yazan Fatih Altaylı da benzer bir açıklama yapmış, "Bundan 15 sene önce gazetelerin 5-6 milyon tiraj vardı. Eskiden Hürriyet ve Sabah'ın hafta sonu tirajı 2 buçuk milyondu. Ben iddia ediyorum Hürriyet bugün 100 bin satmıyor" demişti.

Fatih Altaylı’nın yazdığı gazete de benzer bir sebepten kapatıldı. “Alo Fatih” sonunu getirdi Habertürk’ün. Artık sadece iktidara doğrudan tutunan gazeteler satıyormuş efekti yaratabiliyor. O Sabah’la, Yeri Şafaklar iktidarın desteğiyle yayın yapabiliyor. Tek okuyucuları ve tek alıcıları var; iktidar.

Hürriyet’i “satın alan” Demirören ailesi, sahibi olduğu Vatan gazetesini kapattı, Milliyet’i süründürüyor, kapattı kapatacak. Bunun üzerine Hürriyet’i neden aldığı ilk bakışta muamma. Aile, yıllar evvel Milliyet ve Vatan’ı Aydın Doğan’dan satın alarak gazetelerin için boşalttı. Bu hizmetinin karşılığı TOTAL ile mükafatlandırıldı. Öyleyse Hürriyet’i aldıktan sonra verilen ihalelere yeniden bakılmalıdır.

Hürriyet'in resmi tirajı 250 bin dolayında. Kim alıyor gerçek tirajdan geriye kalan 190 bin gazeteyi? Devlet, belediyeler, devlet ve belediyelerden ihale alan şirketler, THY, devlet kütüphaneleri. Bir kısmını da bedava dağıtıyorlar. Patron cebinden vermediğine göre bedava gazetelerin paraları bir yerlerden geliyor. Hürriyet Demirörenlere “Okur Garantisi” ile satılmıştır.

Kapatılmadan önce Zaman gazetesi de 1 milyon tiraj gösterirdi ama herkes 20 bin civarında bayi satışını olduğunu bilirdi. Fethullah gitti yöntemleri kaldı yadigâr.
Türkiye’de her şey gibi basın da büyük bir çöküş içinde. Gazeteler, TV kanalları iktidarın eki haline getirilirken, gazetecilik de meslek olarak çok sıkıntılı bir süreçten geçiyor.

Çünkü tek okuyucusu iktidar olan bu tür gazetelerde muhabir olmaz, haber müdürü olmaz, köşe yazarı olmaz. Çünkü yazılacak tek şey iktidara iş dilekçesidir.       

Çöküşü bundan daha iyi ne anlatabilir?

Orhan Gökdemir / SOL

CHP kimin sorunu? - AYDEMİR GÜLER

Sosyal-demokrasinin ne olup ne olmadığını tartışmayacağım. Bizim açımızdan belli çünkü. İşçi sınıfı hareketinin devrimci Marksist kanadı 20.yüzyılın başlarında yeniden şekillendi ve Komünist Enternasyonal’le birlikte komünist partiler ailesi olarak siyasete doğdu. Biz yalnızca sermaye diktatörlüğünün en geleneksel, sağcı temsilcilerinin değil, onunla bütünleşme yoluna giren sosyal-demokrasinin de reddiyiz. Sosyal-demokrasi emekçilerin hayatını en fazla biraz ve o da geçici olarak iyileştirir. Esas işlevi bu yolla emekçileri düzene bağlamaktır. Biz bunun reddiyiz.

Türkiye’de sosyal-demokrasi Kemalizmin içinden doğdu. Bununla da ilgili olarak nerede durduğumuz belli. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet büyük bir tarihsel ilerlemedir ve komünistler kendilerinin eseri olmayan tarihsel ilerlemelerin mirasçısı, sürdürücüsüdürler. Bütün tarihsel ilerlemeler, sömürü düzenini aşmadıkları ölçüde onun sınırlarına çarpıp kırılırlar. Çoğu zaman sahipsiz kalırlar. Komünistler bu mirası kapsarlar, aşarlar ve sömürü düzeninin ötesine yürürken yeniden biçimlendirirler.

Aklımız net ve ne sosyal-demokrasiyi ne de Kemalizmi “tanımlamak” diye bir muammayla karşı karşıyayız.

                                                 *            *             *

Tarih ve teoriden değil, hayatın kendisinden söz edelim bugün.
Kendi payıma “solun CHP sorunuyla” pratik olarak yaklaşık kırk yıl önce tanıştım. Mahallenin devrimci gençleri olarak muhtarlık binasının kullanılmayan bir odasını kütüphane olarak düzenlemiştik. Gelenimiz gidenimiz vardı; tek bir örgütten değildik, dağınıktık o anlamda, ama klasik sayılacak bir siyasi çalışma yürütme çabasındaydık. İşimize karışmayan, tersine bizi çok destekleyen ilerici muhtar ağabeyimiz bir gün partinin gençlik kollarının kongresine katılmamızı rica etti bizden. Aramızda CHP üyesi yoktu hiç, ama delegelerden katılmayanlar oluyordu. Eğer gelirsek katılmayanlar adına onun göstereceği listeye oy kullanabilirdik… Bu sevimsiz davete ben icabet etmedim, ama ne olduğunu merak edip görmeye gittim. Ortada iki liste vardı ve ne biri ne diğeri CHP’liydi! Meğer aslında bizim muhtar da pek CHP’li değilmiş…

Başka bir sefer, politik bir çalışmada başı derde giren bir tanıdığımın CHP üye kartını göstererek gördüğü muameleyi hafiflettiğini dinledim. Tuhaf ama, sosyalistler ceplerinde önünden bile geçmedikleri bir partinin kartını taşıyorlardı.

Tabii, adı konmamış bir karşılıklılık vardı bu ilişkide. Sosyalistler hiç olmazsa seçimlerde CHP’nin başarısını istiyor, diliyor, çoğunlukla destekliyorlardı. “Büyüdüğümüzde”, bu işlere devam edeceksek, sosyalist olmadığını çok iyi bildiğimiz CHP, hepimiz gayet iyi biliyorduk ki, bir ihtimaldi... O kongrede sahte oy kullanmadım, CHP kartı edinmedim, CHP’li olma ihtimalini aklımın ucundan bile geçirmedim. Ama solda durum yaygın olarak buydu. Sanmayın ki, devrimciler CHP’nin içinde cirit atıyordu. Ya zamanı geldiğinde kapının önüne kondular, ya da gerçekten CHP’li oldular…

Biraz tarih ve teori her zaman gerekir. “Solun CHP sorunu” yukarıdaki örneklere yansıyan türden bir şeydir ve bu sorunun solun düzenden kopamayışlarla bezeli tarihine içkin kaynakları vardır. Bu sorunun solun sosyalist iktidarı, sosyalist devrimi hedefleyemeyip kısmi kazanımlarla yetinen teorisinde de kaynakları vardır. Tarih ve teori dediysek, bugünlük bu kadar yeter…

                                                *             *             *

Geldik 2019’a… “Solun CHP sorunu” sürüyor. Soy ismiyle müsemma İstanbul CHP başkan adayı Ekrem Bey, Cumhurbaşkanının meşruluğunu tartışmayı aklımızdan geçirmeyiz diyor, ama sorun ortadan kalkmıyor. 2019’da solculuk Başkanlık sisteminin, mevcut Cumhurbaşkanının, onun partisinin, imza attıkları karşı-devrimin, emekçilerin haklarını ezip yerine kurdukları sadaka/zekât sisteminin, yobazlığın, kentleri öldürmelerinin, yağmanın… tüm bunların meşruiyetini sorgulamakla başlar.

“Solun CHP sorunu” bugün de dün de solculuğun nereden başlayabileceğini ayırt edemeyenlerin sorunudur. Böyle bir derdi olmayanlar, mesela biz, işin bu kısmıyla “doğrusunu yaparak” uğraşırız. Biz düzeni sorgularız, teşhir ederiz ve sosyalist bir alternatifi somutlamaya gayret ederiz. Yukarıdaki anlamda CHP sorunu, sosyalizm mücadelesi yükseltildiği ölçüde ortadan kalkacaktır. Seçim mi; sosyalizmi temsil eden adaylar çıkartırız. Düzeni savunan herkesle ve her fikirle mücadele ederiz…

Ancak CHP ile ilgili sorun keşke yalnızca soldakinden ibaret olsaydı… Değildir. Geçmişe hiç girmeyeyim, bugün “CHP’lilerin” de bir CHP sorunu vardır!
Memleketin bugünkü halinden memnuniyet duymayanlar, şiddetle rahatsız olanlar… En fazla CHP’de toplulaşmış durumda. Peki bu insanlar bugün CHP’den ne işitiyorlar?

AKP düzeniyle birlikte yaşanabileceğini duyuyorlar örneğin. Hatta mevcut başkanla da yaşanabileceğini! Pahalılık, işsizlik ve yoksulluğun özelleştirmelerle, borç ekonomisiyle ilgisinin kurulmasına gerek olmadığını dinliyorlar. Her gün ölen işçilerin kayıtlara kaza diye geçebileceği söylenmiş oluyor onlara. Diyanet, imam hatipler, kuran kursları mı; hepimizin Müslüman olduğu tekrarlanıp duruluyor. Yine İmamoğlu’na, “bir elin verdiğini diğer el asla görmeyecek” lafı vesilesiyle göndermede bulunayım, sadaka mantığına yazılan güzellemeleri duyuyor CHP’liler CHP’den…

Oysa memnuniyetsiz ve rahatsız olan insanlar başka şeyleri ya biliyor, ya seziyorlar. Memleketin kurtuluşunun emekçilerin haklarını almalarından geçtiğini, ekonominin piyasa canavarının elinden kurtarılması gerektiğini, dinin toplumsal ve siyasal yaşam üstünde kurduğu tahakkümün yanlış olduğunu, dahası dinin egemenliğinin ahlaksızlığın kaynağı olduğunu, adaletin ancak adaletsizliklerle hesaplaşılarak tesis edilebileceğini, eşit olmayanların özgürlüğünden söz etmenin yalanın dik alası olduğunu… ya biliyorlar ya da seziyorlar.

Bu bilgi veya sezgi doğrudur. Türkiye’nin kurtuluşu aydınlanmada, yurtseverlikte, kamuculukta ve hakkı yenen emekçilerdedir.

Bilgisi veya sezgisi doğru olanların en fazla topluca kümelendiği siyasi parti CHP’dir. Sonuç olarak bu anlamda CHP’li olanların bir CHP sorunu vardır.

                                                  *             *             *

Bu ikinci sorun, ilkinden çok daha yakıcı. İlkini biz, komünistler hallederiz. Sosyalizm ve devrim başka, sosyal-demokrasi ve Kemalizm başka. Bu zihin açıklığını biz sağlarız.

Diğeri için ise aydınlanmacıyım, yurtseverim, kamucuyum diyenlerin yerlerinden kalkması gerekiyor.

Aydemir Güler / SOL

Türkeş Üniversitesi, sağcılaşma, normalleşme - FATİH YAŞLI

“Reis” Cumhur İttifakı’ndaki ortağı MHP’ye kuruluşunun ellinci yıldönümünde bir jest yaptı ve Adana Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nin adının Alparslan Türkeş Üniversitesi olarak değiştirilmesi için talimat verdi. Ortaklar açısından gayet normal, gayet anlaşılır.

Normal ve anlaşılır olmayan ise, daha doğrusu “ilk bakışta” öyle görünen şey ise CHP ve İyi Parti’nin, bu değişiklik Meclis’e geldiğinde elde tuzluk koşmuş ve “evet” oyu vermiş olmaları.
Normal şartlarda, MHP’den ayrılan bir ülkücü fraksiyon olmakla birlikte öyle ya da böyle muhalefet partisi konumunda bulunan ve geçen yıl yaptığı benzer teklif AKP-MHP tarafından reddedilen İyi Parti’nin, bunu doğrudan Bahçeli’ye verilmiş bir hediye olarak görmesi ve reddetmesi gerekirdi.
Ve yine normal şartlarda, CHP’nin hem tarihsel olarak siyasi yelpazede temsil ettiği yer hem de yaslandığı sosyolojik taban nedeniyle, yani meselenin ortaklar arası bir hediyeleşme olmasının da ötesine geçen bir perspektifle, ilkesel bir karşı duruş sergilemesi beklenirdi.
Peki “ilk bakışta” normal ve anlaşılır olmayan, aslında neden gayet normal ve gayet anlaşılır oldu?
Çünkü “AKP-MHP blokunu geriletme” diye rasyonalize edilmeye çalışılan politik tutum, daha baştan siyaseti hem ideolojik hem politik olarak yeni rejimin çizdiği sınırlar ve koyduğu kurallar çerçevesinde kabul ediyor.
AKP’nin MHP’yle kurduğu ittifak sonrası, Türk-İslam sentezinin 12 Eylül’den beri devletin resmi ideolojisi haline geliş süreci büyük ölçüde tamamlanmış ve düzen siyasetinin referans noktası haline gelmiş durumda. Buna bir ülkücü fraksiyon olan İyi Parti’nin itiraz etmesi zaten beklenemez, Kılıçdaroğlu CHP’si ise Yaşar Okuyan’la, Mansur Yavaş’la, Ozan Arif anmasıyla, “Millet İttifakı”yla, birebir sahiplenmese de Türk-İslam sentezini yeni rejimin ve siyasetin “yeni normal”i olarak görüyor ve kendisini bu “yeni normal”in içinde bir yerlere yerleştirmeye çalışıyor.
İdeolojik olarak böyle, politik olarak ise Türkeş Üniversitesi örneğinin bir kez daha gösterdiği üzere, sanki ortada normal bir rejim varmış, siyaset normal şartlarda icra ediliyormuş, “Reis” her gün Millet İttifakı’nı Kandil’le ya da FETÖ’yle ilişkilendirmiyormuş gibi yaparak tam da AKP-MHP bloğunun istediği bir “normalleşme”nin, aslında “biat” anlamına gelen bir normalleşmenin değirmenine su taşınıyor.
Normal olmayan bir rejimi normalleştirmenin ve uzlaşma arayışının en çok rejimin kurucu unsurlarının işine yarayacağını ve açıkça biat olarak görüleceğini ise Devlet Bahçeli’nin memnuniyetinden anlayabiliyoruz. Bahçeli, Meclis’te ortaya çıkan tablo için “gösterilen uyumun, anlayışın, işbirliğinin ve hoşgörünün hem kalıcı olması, hem yaygınlık kazanması huzursuzluk ve gerginlik tortularını kazıyıp atacaktır” diyor.
Türk-İslam sentezi, 12 Eylül darbesi sonrası, sermayenin çıkarlarına en uygun ideoloji olduğu için devlet katında büyük teveccüh görmüştü; çünkü işçi sınıfı mücadelesini zor aracılığıyla bastırmak yeterli olmayacak, toplumu topyekûn bir şekilde sağcılaştırmak gerekecekti.
Bugün de düzen siyasetinin topyekûn sağa çekmesi ve muhalefetin Türk-İslam sentezi aracılığıyla yeni rejimin sınırlarını ve meşruluğunu kabul etmesi benzer bir ihtiyaca denk düşüyor. Türkiye kapitalizmi bir krize doğru doludizgin giderken, bunun olası siyasal sonuçlarından duyulan ürküntü, düzenin bütün aktörlerini hem rejime yakınlaştırıyor hem sağa çekiyor. Sağcılaşma normalleşmeye ve normalleşme sağcılaşmaya tekabül ediyor, sermaye düzeni çıkışı bu ikisinde görüyor.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

"Türkiye üretmesin projesi"ni kim uyguladı? - Arslan BULUT

Sebze fiyatlarındaki artışı durdurmak için belediyeler tanzim satış çadırları kurdu, beşe alıp üçe sattı. Çadırlarda bakliyat satışına da başlandı.

Peki bu durum ne kadar sürdürülebilir? Evet, bahar gelip doğal üretim başlayınca sebze fiyatlarında düşüş olacaktır ama acil tedbirler alınırken, sorunun temeline de inmek gerekmez mi?

2008 yılında TZOB Başkanı Şemsi Bayraktar uyarmıştı: "Eğer Türkiye'de üretici desteklenmez ise gıda sıkıntısı baş gösterecek ve insanlar aç kalacak. Üretimi desteklemekten başka bir çaremiz yok. Bu nedenle topraklarımız çok kıymete bindi. Çiftçilerimize çağrıda bulunarak, 'arazilerinizi yabancılara satmayın, çünkü gelecek 10 yıl içinde en zenginimiz çiftçiler olacak' diyorum."

Bu uyarının üzerinden 11 yıl geçti. Üretim desteklenmediği için ekilmeyen arazi oranı arttı. Çiftçilik, büyük şirketlerin eline geçmeye başladı. Hükümet ise her defasında artan gıda fiyatlarını, yandaş şirketlere ithalat yaptırarak durdurmaya çalıştı! Asıl sorun, üretimdeki azalmaydı ama hiçbir tedbir uygulanmadı!

***

Çiftçiler, toprağı zehirleyen Amerikan firmalarına karşı dava açtı. Avukat Senih Özay, Tarım ve Orman Bakanlığı'na da başvurarak kansorejon içerikli tarım zehirlerinin piyasadan toplatılmasını, Monsanto şirketinin lisanslarının iptalini istedi. Bakanlığın başvuruyu cevapsız bırakması üzerine Bergamalı çiftçiler Hamza Kural ve Tahsin Sezer ile birlikte idare mahkemesine başvurdu. Ankara 18. İdare Mahkemesi'nde görülen davada Monsanto şirketi de müdahil olarak Tarım ve Orman Bakanlığı yanında yer aldı. Üstelik şirket, mahkemeye sunduğu dilekçede, Türkiye'de ruhsat aldıkları yabani ot zehirlerinde Dünya Sağlık Örgütü'nün kanserojen olduğunu tespit ettiği glifosat etken maddesini kullandığını kabul etti.

Davaya bakan Ankara 18. İdare Mahkemesi, bakanlığa başvurunun avukat Senih Özay tarafından yapıldığını, bu nedenle İzmirli çiftçiler Kural ve Sezer'in ruhsat iptaline ilişkin dava açamayacağına hükmetti. Mahkeme, Özay'ın ise "tarımla uğraşmadığını" kaydederek başvurusunu geri çevirdi. Özay, "Mahkeme bana, 'Sen avukatsın. Tarlan mı var, bitki mi ektin? Zehir mi attın' diye soruyor. Olması mı gerekiyor? Halk sağlığı için mücadeleye devam edeceğiz" dedi.

***

Oysa aynı dönemde, Amerikan gıda tekellerine karşı, Avrasya'nın tahıl ambarı konumundaki Kazakistan, Ukrayna ve Rusya, "ortak buğday pazarı" kurmaya karar vermişti.

Türkiye ise 57'nci hükümet döneminde Amerikan buğday tekellerinin baskısı ile çıkarılan buğday yasası ile buğday üretimini kısıtlamıştı. AKP döneminde de Türkiye, Amerikan şirketlerinin hazırladığı sözde ulusal "Biyogüvenlik Yasası" ile kendi tarım alanlarını genetiği değiştirilmiş organizmalarla yapılan tarıma açmaya zorladı.

Türkiye'yi yönetenler, Henry Kissinger'ın "Petrolün kontrolüyle bütün bölge ve kıtaları, gıdanın kontrolüyle de bütün insanları kontrol edebilirsiniz" sözüyle hareket eden ABD'nin ve Türk çiftçisinin üretmemesi için para veren AB'nin baskılarına karşı direnmedi. Ne istiyorlarsa yaptılar.

Köylü de emek harcamadan verilen paraya alıştırıldı! Zaten büyükşehirlerde, köyler de yok edildi. Şimdi iktidar, patates, domates, kuru fasulye ve nohut satarak çaresizliğini sergilemiş oluyorlar.

***

Türkiye, bu duruma aniden gelmedi. Hükümetler, tütün yasası, pancar yasası, buğday yasası çıkararak, üretimi azalttı! Denilebilir ki, Türkiye tarımının çökertilmesi için bir proje hazırlanmış olsa ancak bunlar yapılabilirdi.

Projeyi ABD ve AB'nin gıda tekelleri hazırladı, bizimkiler uyguladı! Aslında bu uygulamalar, Yüce Divan'da yargılanmayı gerektiren suçlardır. Çünkü Türkiye'de gıda güvenliğini yok etmişler, ABD ve AB'nin çıkarlarına hizmet etmişler, üretimi azaltarak, ithalatla yandaş zenginleştirmişlerdir.


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

26 Şubat 2019 Salı

Bir paket çayın ekonomi politiği - ORHAN GÖKDEMİR

Birinci sahne…
AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, partisinin “İstanbul Sandık Başkanları Buluşması”nda açıklamalarda bulunuyor. Açıklama dedikleri seçmene oy karşılığında çay dağıtılması… “Bütün hanım kardeşlerim, inşallah hazırlanan 200-250’şer gramlık çay poşetleri var” diyor büyük bir buluş yapmış edasıyla. Bu çaylar seçmene torbalar içinde verilecek. Torba da torba, boru değil kenevirden imal edilmiş. Elinde tuttuğu çay paketini ve kenevirden dokunduğunu söylediği bez torbayı gururla havaya kaldırıyor, çayı kapana yanında bez torba bedava.

Peki, sandık başkanları nasıl kapacak kenevir torbalardaki çayları? 

Şöyle açıklıyor merakla bakan ekibe; “Bütün hanım kardeşlerim, hazırlanan çay poşetlerini teşkilatımız sizlere teslim edecek, siz de bunları ikram edeceksiniz ve ‘keyifli saatler’ diyeceksiniz. Bununla beraber inşallah evlere gireceğiz ve evlerde bu keyifli saatler olurken bir diğer tarafta da inşallah siz unutulmayacaksınız, biz unutulmayacağız ve beraberce bu yolda yürüyeceğiz.” 

Kimin aklına gelir ki? Çayı veriyorsun, keyifli saatler diliyorsun, oyu kapıyorsun…

Peki, çayların parasını kim veriyor? 

Orasını bilemiyoruz. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde denetim de yok, basın da. Soru sormak imkânsız. Bu haberde geçen “sandık başkanları” da bizim bildiğimiz resmi sandık başkanları değil zaten. Onları toplayıp çay dağıttırmayı akıl edemediler daha. Bu haberde adı geçenler AKP’nin gayrı resmi sandık başkanları. Anlayacağınız her sandığı partili bir görevliye zimmetlemişler, başkan atamışlar. Seçim günü adam adama markaj yapacaklar o görevlilerle. Çay dağıttıkları kişilerden verdikleri oyu soracaklar. AKP’ye verdilerse eğer, “keyifli saatler” dileyecekler. Vermedilerse bir daha çay yok. Yani AKP paralel bir sandık kurulu oluşturmuş. Ne kimse sorabilir, ne kimse yazabilir.

Belli ki çay paketleri ve paralel sandık başkanları ile de mücadele edeceğiz bu seçimde de. Fakat her halükarda bizimkinden daha zor iktidar partisinin durumu. Büyük düşünen Türkiye’den 200 gram çay düşünen Türkiye’ye ulaşmayı başardılar kısa zamanda

***

İkinci sahne…
Görüntüyü izlemişsinizdir. Kamera arkada çekimde. Cumhurbaşkanının ense tıraşı üzerinde dört kapısı açık, kapılarda atlamaya hazır silahlı korumaların sarktığı bir jeep’in ilerlediği görülüyor. Yolun iki tarafı üçer beşer metre aralıklarla dizilmiş polislerle çevirili. Lüks otobüsün torpido ceplerinde çay paketleri dizili. Cumhurbaşkanı bu çayları birer ikişer alıp polis duvarının arkasında bekleyen kalabalığa doğru fırlatıyor. Kalabalık hoplaya zıplaya kendisine fırlatılan çay paketlerini yakalamaya çalışıyor.

Bu ne? 

İktidar partisi AKP’nin yerel seçim çalışması. Devletin kaslı kolları etkinliğin her yanında ama halkla kurulan bağ 200-250 gramlık çay paketinden ibaret.

***

Üçüncü sahne…
AKP Cumhurbaşkanı Erdoğan partisinin Kayseri mitingine cumhurbaşkanlığı uçağıyla gidiyor. Havaalanından miting alanına doğru Cumhurbaşkanlığı logosu taşıyan otobüsle ilerliyor. Geçeceği yol üzerinde binlerce polis önlem almış durumda. Yol kenarında kendisini selamlayanlara 200 gramlık çay paketlerini fırlatıyor keyifle.

Mitingde Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’la Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank var. Yani cumhurbaşkanı ile birlikte hükumet de orada. Miting katılımcılarına “Nasılsınız gadasını aldıklarım?” diye seslenen Erdoğan "31 Mart’ta hesabımızı kitabımızı sağlamca yapıyor muyuz? Kayseri, 31 Mart’ta bir kez daha tevazu ve gayretle memleket işi gönül işi diyor muyuz?" diyor. Gönül işe nerede? Çay paketinin içinde!

200 gram çaya kilitlenmiş bir düzen politikasıdır bu. İçinde çay vardır lakin politika falan yoktur. 15 yıldır iktidardadırlar, fiili bir olağanüstü hal yürürlüktedir, her sözleri fermandır, her istekleri emirdir. Onların adamı olmadan iş tutmak, onların olurunu almadan adım atmak imkân dâhilinde değildir. Araziyi oğlan, hazineyi damat tutmuştur, ülkenin tapusu ellerindedir. Ama işte bütün bunlara rağmen gelecekleri 200 gram çay paketine bağlıdır. Son seçimin işporta tezgâhına dönmesini esbab-ı mucibesi budur. 

Tarih bu seçimde kimin kazandığını değil, işte bu acıklı sahneleri not edecektir.

***

İktidarın mecburiyeti ortada. Peki, halkın 200-250 gramlık çay paketi için hoplayıp zıplamasını nasıl açıklayacağız?

Dün bir haber düştü basına. Türkiye'nin tek gümüş fabrikası olan Kütahya Eti Gümüş’ün kapısına kilit vuruldu geçen hafta. 1987'de kurulmuştu fabrika. 2004'te 41 milyon 200 bin dolara özelleştirildiğinde kasasında 20 milyon dolar para vardı. 

Fabrika 15 yıl önce büyük vaatlerle özeleştirilmişti. Maliyetler düşecek, karlılık ve verim artacaktı, öyle söylediler. Özelleştirildikten 15 yıl sonra üretim durdu, 950 işçisi de kapı dışarı edildi. Ne maaşlarını verdiler, ne tazminatlarını. Eti Gümüş, ilin son fabrikasıydı. Daha önce Manyezit İşletmeleri (KÜMAŞ), Kütahya Gübre Fabrikası (TÜGSAŞ), Azot Fabrikası, Şeker Fabrikası, Seyitömer ve Tunçbilek Termik Santralı aynı kaderi paylaştı. O kuruluşlarda çalışan binlerce işçi, büyük işsizler ordusunun neferleri arasına katıldı. İş yok, gelir sıfır. Mecbur çalacak iktidar partisinin kapısını, çalamayanlar bir paket çay için hoplayıp zıplayacak. Emekçinin düşküne dönüşmesi böylece tamamlanacak.
Bu da dördüncü sahnedir…

Kütahya büyük resimdeki küçük bir ayrıntı sadece. AKP laik cumhuriyetle birlikte ülkeyi tasfiye etme göreviyle iktidara geldi. Hakkını verelim, layıkıyla yaptı görevini. İşsizler düşkünlerle yarışıyor aşağıda. Yukarıda Saray’da acımasız bir yer kapma yarışı.

3-4 yüzyıl önce İngiltere’de ortaya çıkmıştı bu gelişme. “Çitleme” hareketi ile şehre göçen köylüler, geniş işsizler yığını oluşturmuştu. Devlet baş edemeyince “Düşkünler Yasası” çıkardı, işi olmayan kiliseye sığınıyor, yiyecek yemek ve yatacak yer gösteriliyordu. Ancak, iş bulanların hali düşkünlerden daha kötüydü. İşi bırakıp kilisenin şefkatli kollarına koştular haliyle. Tarihin kaydettiği en büyük yozlaşmalarından biri böyle ortaya çıktı.

İngiliz sendikal hareketinin başlama tarihi, Düşkünler Yasasının kaldırılması ile başladı. Düşkün, düşmüştür; vatanı, ülkesi, dini, imanı, aklı, mantığı, ahlakı olmaz.

Geliyoruz son sahneye. Demek ki devrim yapmadan önce, düşkünlüğü kaldırma borcumuz var. Bir paket çay için hoplayıp zıplamayacak bir halkımız olacak. Onun için üç otuz paraya sattıkları, yağmalattıkları o fabrikalara el koyacağız, ayağa kaldıracağız. Emekçiler için emekçilerle birlikte kaldıracağız şalterlerini.

Düzen mi dediniz? 

200-250 gramlık çay paketi kadardır hükmü. Bir paket çayın ekonomi politiğidir bu.

Orhan Gökdemir / SOL

Bu bir pipo değildir (ANALİZ) - Meryem Vitni

AKP'nin tütün politikaları bazen birbiriyle örtüşen bazen de çelişen iki temel siyasi strateji üzerine kurulu. Bunlardan biri ulusötesi tütün şirketlerini kollayan neoliberal politikalar, diğeri ise İslamcı politikayla çerçevesi çizilen sigara karşıtlığı. Son günlerde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın ‘sigara haramdır’ çıkışı ve Pandora’nın kutusu misali bunun ardından üreyen tartışma, ikinci stratejide yeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor.


AKP’nin tütün ve tütün kontrolü politikaları birbiriyle bazen örtüşen, bazen çelişen iki temel siyasi strateji üzerine oturuyor. Bunlardan ilki, genelleşmiş tekelci kapitalizmin çerçevesini çizdiği, ulusötesi tütün şirketlerinin ticari haklarını, yatırımlarını, üretim ve ticaret özgürlüğünü koruyan, kollayan neoliberal politikalar. Başta 4733 sayılı Kanun olmak üzere, tüm arz yönlü büyüme, liberalizasyon, özelleştirme, milli muamele, teşvik politikaları ile üretimden/tüketimden kaynaklanan risk, sorumluluk ve maliyetleri vatandaşın üzerine yıkan politikalar bunlar. İkincisi ise, İslamcı politika ile çerçevesi çizilen sigara karşıtlığı. İlk bakışta, bu iki siyaset çizgisi, sanki birbirinden kopukmuş, ayrı âlemlerde vuku buluyormuş gibi gözükse de, gerçekte sürekli birbirini belirliyor, birbirini gerekli kılıyor, birbirini tamamlıyorlar.

Birinci strateji kalın bir gizem perdesinin arkasında icra ediliyor. İşin aslı, tütünün tüketim sıklığı, kalıbı, biçimi, kültürü ulusötesi tütün şirketlerinin hegemonik gücü altında belirleniyor/gerçekleşiyor. Tüm dünyada böyle, ama Türkiye’de daha da fazla. Türkiye’de tütün ürünü piyasasının ve vergi gelirlerinin hacmi ile tarihsel olarak sektörün tamamen neoliberal politikayla kuşatılmasına izin verilmiş olması, siyaseti ulusötesi tütün şirketlerinin müdahalesine açık hale getiriyor, şirketlerin devletle ilişkilerine başka ülkelerde az bulunur bir derinlik kazandırıyor. Türkiye, sadece dünyanın yedinci en büyük sigara pazarı değil, aynı zamanda ulusötesi tütün şirketlerinin en büyük üretim üslerinden biri. İşte bu nedenle, son on yılda uluslararası arenada AKP Türkiyesinden tütün kontrolü şampiyonu çıkartma girişimleri de, AKP’nin tütün tüketimini İslamcı sosa bulanmış, bireyi hedef alan talep düşürücü önlemlerle aşağı çekme çabaları da büyük fiyasko ile sonuçlandı. Bu dönemde tütün desteklerinin kaldırılması, sözleşmeli üretim dayatması ile tütün tarımı çökertildi, ithal tütünle üretilen sigara ve diğer tütün ürünlerinin arzı düzenli olarak çeşit ve hacim olarak arttı, piyasa sigaraya boğuldu, nargilenin ticari sunumu palazlandı, eşzamanlı olarak yerli üretime dayalı kayıtsız piyasanın görülmemiş boyutlarda büyümesine göz yumuldu ve 1999’daki zirveden sonra artık iniş trendine girmiş bulunan tütün tüketimi son 7 yıldır yeniden artışa geçti. Maskelenmek istenen budur. 

İslamcı ikinci strateji bugüne kadar, DSÖ, sağlık otoriteleri ve tıp bilimine yapılan seçmeli referanslarla biçimlendirildi. Bu strateji, birinci stratejinin gizem perdesini oluşturmanın yanı sıra, İslamcı siyasallaşmanın, bu yönde gençlik ıslahının elverişli bir aracı olarak benimsendi. AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, İslam öğretisine dayalı sigara nefretini AKP’nin ve kişisel politikasının asli bir unsuru haline getirmesi, dini lider kültünü pekiştiren bir unsur oldu. Cumhurbaşkanlığı web sitesinde yer alan konuşma metinlerinin incelenmesinde, sıklıkla onun çevresindekilere, sokaktaki adama sigara bıraktırarak, kurtarıcı rolüne büründüğü, bu kişilerin “adeta yeniden doğmalarına” vesile olduğu iması yapıldığı görülüyor. Tütünden uzak durmak, tütünü bırakmak için Müslümanları uyarmak, diğer bir deyişle dine dönmeleri için terbiye vermek, dini liderliğin hayırlı bir görevi olarak ifa ediliyor, taraftarlarca öyle anlaşılıyor, öyle kabul görüyor.

Son günlerde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın "sigara haramdır" çıkışı ve Pandora’nın kutusu misali bunun ardından üreyen tartışma, bu stratejide yeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor. 

DİB’İN YENİ FETVACI SÖYLEMİ NE DİYOR?
Önce, 17 Ocak 2019 günü, Erbaş tüm birimlere gönderdiği “Sigara İçilmemesi Hakkında Talimat” başlıklı yazısında sigara içen personele yönelik aldığı yaptırım kararını açıkladı. Buna göre, "Bu yıl yapılacak hac görevli seçim mülakatlarında sigara içmeyen personel, sigara içen personele tercih edilecek; daha sonraki yıllarda da sigara içen personele hac görevi verilmeyecektir" denildi.

İkinci çıkış 6 Şubat 2019 günü gerçekleşti. Erbaş, Yeşilay Başkanı’nı makamında kabulünde, “İnşallah bizim başlatmış olduğumuz bu yeni tedbirler, milletimizin, daha fazla insanın bu büyük tehlikeden, bu vahim bağımlılıktan kurtulmasına vesile olur. Eğer buna katkı sağlarsak biz kendimizi mutlu hissederiz. Bizim, milletimizin aklını, canını, dinini, malını, neslini korumamız gerekiyor. Bu unsurlara zarar veren her şeyle mücadele etmemiz gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanlığımızın bu mücadelenin önlerinde yer alan bir kurum olduğunu düşünüyorum,” dedi.

Ardından, 16 Şubat 2019 günü, Erbaş Erzincan Müftülüğü’nde yaptığı konuşmada, “İnsanların harama gitmesine biz engel olacağız. Çocuklarımızın, gençlerimizin çeşitli bağımlılıklarla adeta zihinlerinin yok edilmesine biz engel olacağız” ifadelerini kullandı.  Günümüzde sigaradan çok sayıda insanın hayatını kaybettiğine işaret ederek, “Dünyada ve ülkemizde yıllarca haram denilmediği için dikkate alınmayan sigara bağımlılığından insanlığı kurtarmamız lazım. Sigara haramdır ve her birimiz sigaranın haram olduğunu milletimize anlatmalıyız. Çünkü sadece bizim ülkemizde bir yılda 115 bin kişi hayatını kaybediyor, bu ne büyük bir faciadır” diye konuştu.

Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü Cevdet Erdöl 3 Şubat 2019 günü Akşam’da yayımlanan “Çağın vebasına çağın fetvası!” başlıklı yazısında, alkolün haramlığı konusunda çok net duruşa rağmen, daha da zararlı olan sigara için böyle bir netlik olmamasının artan tütün kullanımı tablosunu yarattığı düşüncesini ortaya attı, netlik için Erbaş’ı kutladı, bulunduğu makamın hakkını verdiğini, Diyanet İşleri Başkanı’nın ağzından sigaranın haram olduğunu duymanın büyük bir milat olduğunu, bu açıklamanın çağımızın vebasına en kavi darbelerden birini vurduğunu ifade etti. “Değişen dünyamız yenilenen fetvalara, yenilenen fetvalar ise hakkı haykıran cesur yürekler ve ağızlara ihtiyaç duymaktadır” sözleri Erdöl’ün duyduğu heyecanı özetliyor.

20 Şubat 2019 günü Yeni Akit’in ilahiyatçı korosu da aynı heyecanı yansıtarak "biz zaten daha önce söylemiştik" demeye getirdiler, Erbaş’ın yeni fetvacı söylemini olumladılar. 

DİB Başkanı hangi yetkiyle fetva veriyor sorusu bir yana, fiili duruma baktığımızda şunu görüyoruz: DİB, bakanlıklar üstü bir konumda faaliyet gösteriyor. Yeni tütün fetvasıyla, fiilen karma bir nitelik kazanan yönetim ve hukuk sisteminde yeni bir idari müdahale alanı açılıyor. Fiili sistemde, DİB’in sağlık alanında Sağlık Bakanlığı’nın üstüne çıkması, bizzat devlet eliyle uygulanacak ayrımcı, cezalandırıcı nitelikte sözde halk sağlığı müdahaleleri meşruluk kazanabiliyor.

SİGARA HARAM MI?
Eğer yaşadığınız yerde İslam hukuku yürürlükteyse ya da İslam hukukuna uygun biçimde yaşamak istiyorsanız, bir de sigara içiyorsanız, satıyorsanız, yandınız, çünkü kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bunlar size haram. Bunun için fetvanın yerlisine, millisine gerek de yok. İslam âleminde tütün kullanımının ve satışının haram olduğu konusunda Erbaş’ı fazlasıyla aşan yetkin çağdaş fetvalar zaten mevcut. 

Dünya Sağlık Örgütü Doğu Akdeniz Bölgesel Ofisi (EMRO) tarafından yayımlanan Islamic Ruling on Smoking (İslam Fetvası, 2. Gen. Baskı, 2000) tarihsel ve çağdaş tütün fetvaları hakkında kapsamlı bir içeriğe sahip. Amacı, “tütün kullanımının yasaklanması için Müslümanlar arasında uzlaşı sağlamak” şeklinde tanımlanan bu derlemede, önde gelen din âlimlerinin konu hakkındaki fetvalarının tam metinlerine yer veriliyor. Söz konusu fetvaların hepsinin birleştiği sonuç, İslam hukukunda tütün kullanımının ve satışının açık ve net olarak haram olduğu, kullananların ve satanların günah işledikleri yönünde.

Ancak tütün fetvalarının tarihsel seyri bu tür bir mutlaklıktan uzak. Tütün kullanımı 19. yüzyılın sonuna kadar, İslam hukuku kaynaklarında bahsi geçmediğinden ve zararları bilinmediğinden, genellikle mubah olarak değerlendiriliyor. 20. yüzyılda zararlar anlaşıldıkça, mekruh olarak kabul görmeye başlıyor. Ancak, son 30 yıl içinde özellikle Arap dünyasında tütünün hukuki statüsü tekrar değişikliğe uğruyor. Bu dönemde, başta Al-Azhar Üniversitesi olmak üzere, önde gelen İslam otoritelerinin zararla sonuçlanan eylemlerin haram sayılması gereği üzerinden tütünü haram olarak yeniden sınıflandırdıkları görülüyor. Üstelik bu fetvalarda, sadece kullanmak değil, satmak da, hatta pasif etkilenime neden olmak da haram sayılıyor.

Fetvalar İslam hukukunun bütüncül, bağlayıcı unsurları olarak kabul görüyor, fetvaya karşı gelmek günah, dolayısıyla suç sayılıyor. Bu nedenle, tütün fetvalarında, başkalarını caydırıcı, suçun niteliğine uygun ve genellikle uygulayıcı İslam otoritesinin takdirine bırakılan cezalar tarif ediliyor. 

20 MİLYON VATANDAŞ BİRDENBİRE GÜNAHKAR MI OLDU?
Çağdaş tütün fetvaları arasında bazı nüans farkları da var. Al-Azhar çıkışlı fetvalarda, tütünün haramlığı, “Hiçbir Müslüman hiçbir koşulda tütün kullanamaz, yasaktır” şeklinde katı kurallarla tanımlanırken, tütün kullanım sıklığının yüksek olduğu Endonezya, Malezya gibi Asya ülkelerinde yayınlanan fetvalarda tütünün haramlığı daha yumuşak bir dille ortaya konuyor, bağımlılık yapıcı özelliği nedeniyle yasaklamanın ancak bir geçiş döneminden sonra gelebileceği ifade ediliyor. Din adamları dâhil milyonlarca tütün kullanıcısını günah işlemekle itham etmemek, küstürmemek, dinden soğutmamak için, söz konusu geçiş döneminde, kullananlar için bağımlılık tedavisinin gerekliliği üzerinde duruluyor. Tütün satanların da bu ticaretten aşamalı olarak vazgeçmeleri, gençlere satış yapmamaları, sadece bağımlı olanlara satış yapmaları ve zaman içinde tamamen mubah malların ticaretine yönelmeleri isteniyor.

Aynı şekilde, Türkiye’nin ilahiyatçı korosu da sigara içen “bunca dindar, namaz kılan insan” olduğuna dikkat çekerek, sigaranın haramlığının Kuran’da zikredilen haramlardan biraz daha farklı olması gerektiğini ima ediyor, daha müsamahakâr bir fetva tercihlerini ortaya koyuyorlar.

Yaklaşık rakamlarla, Türkiye’de 15 yaş üstünde 20-22 milyon tütün kullanıcısı, 56 bin tütün çiftçisi, 180 bin yetkili tütün ürünü satış noktası, kayıtlı kayıtsız binlerce nargile kafe, 90 adet yetkili tütün ticareti şirketi, 8 adet ruhsatlı sigara üreticisi, 28 adet ruhsatlı nargile tütünü üreticisi, 8 adet ruhsatlı sarmalık kıyılmış tütün üreticisi, 2 adet ruhsatlı puro ve sigarillo üreticisi, 2 adet ruhsatlı pipoluk tütün üreticisi, 10 adet yetkili puro ve sigarillo ithalatçısı, 7 adet kayıtlı makaron üreticisi, 4 adet kayıtlı yaprak sigara kağıdı üreticisi şirket ve yerli üretime dayalı kayıtdışı açık tütün ve dolgulu makaron piyasaları ile kaçak sigara piyasasında faaliyet gösteren sayısı belirsiz kişi/ticari kuruluş var. İlginçtir, Erbaş sigaranın haram olduğunu duyururken, ticaretinin de haram olması gerektiğine hiç değinmiyor. 

Fabrikaları her gün sigara kusan tütün şirketlerini, onların satış-pazarlama çalışanlarını, her gün yaklaşık 15 milyon paket sigara satan TESK’e bağlı bakkal ve bayileri dışarda tutuyor. Kullanıcılar konusunda ise, Asyalı meslektaşları gibi, onları bugünden günahkâr ilan etmemeye özen gösteriyor, “Camilerimizi bir mektep, medrese haline getirmeliyiz. Ulaşamadığımız bir yürek kalmamalı” diyerek, bir geçiş süreci öngörüyor. Ancak, caydırıcı olsun diye olsa gerek, devlet eliyle tütün kullananlara ayrımcılıkları, cezaları nereye varacağı belli olmadan şimdiden başlatmayı da uygun buluyor.

FETVA İLE DİN OTORİTESİ TÜTÜNÜN HARAM OLDUĞU İDDİASINI UZAK DURMA VE BIRAKMA EYLEMİNE DÖNÜŞTÜREMİYOR
Müslüman dünyada tütün epidemiyolojisi, tütün fetvalarına uyum, dindarlık ve madde kullanımı ilişkisi konulu çok sayıda uluslararası bilimsel çalışma, dindarlığın, fetvanın, fetva farkındalığının veya dine dayalı yönetim sistemlerinin tütün kullanımı ve kontrolü üzerinde kanıta dayalı olumlu bir etkisi olmadığını, aksine Müslüman ülkelerde ve Müslüman nüfuslar arasında net gerçekliğin tüketim artışı olduğunu gösteriyor. Dünyanın birçok yerinde sigara tüketimi düşüş eğilimine girmişken, Müslüman nüfusun yoğun yaşadığı Güneydoğu Asya’da, Orta Doğu’da sigara tüketimi hala artıyor, Afrika’da hızla yükseliyor. Kullanım sıklığı Avrupa’da yaşayan Müslümanlar arasında içinde yaşadıkları toplumlara oranla çok daha yüksek. 

EMRO’nun öncülüğünde, “bilimsel kanıtları ve İslam hukukunu birlikte kullanırsak başarı sağlanır” anlayışıyla uygulanmış, fetva bilincini yükseltme, camileri, imamları tütün kontrolünde devreye sokma projelerinin etkisini ölçen, değerlendiren araştırmalar bu konuda çok şey söylüyor.

Örneğin, 2000’li yılların başında Mısır Büyük Müftüsü’nün tütün fetvası özetleniyor, özet kendisine onaylatılıyor, Mısır genelinde 53 bin camide, basında, devlet dairelerinde, okullarda büyük bir kampanya ile duyuruluyor. Bu uygulamada fetva farkındalığı ve bırakma girişimi ilişkisine bakan 2003 tarihli bir araştırmada, hem farkındalığın hem de tütün kullanmanın günah olduğu inancının kentli ve kırsal nüfusta çok yüksek olduğu, bu açıdan kampanyanın başarılı olduğu belirlenirken, farkındalık ve inanç ile bırakma girişimi arasında ilişki bulunamadığı kaydediliyor. Diğer bir deyişle, fetva farkındalığı ve dini inancın artması bırakma oranlarını etkilemiyor.

Yine EMRO’nun girişimiyle 2007’de gerçekleştirilen Tütünsüz Mekke ve Medine projesi de sonuçsuz kalıyor. Fetvaya dayanarak, Mekke ve Medine’de tütünün ticaretinin ve kullanımının yasaklandığı bu proje için Suudi Arabistan hükumeti geniş olanaklarla büyük bir kampanya yürütüyor. Satış noktalarının hepsi kent dışına çıkartılıyor, kent halkına ve hacılara yönelik binlerce broşür, afiş, billboard, video hazırlanıp kullanılıyor. Ancak çok geçmeden, her iki kentte de, birkaç önemli ibadet yeri dışına insanlar sokaklarda sigara içmeye devam ediyor, tütün satışı kentin içine geri dönüyor.

Araştırmalar, dünya genelinde tütün kullanımı kalıplarının toplumların dindarlığı veya hangi dinden olduklarıyla ilişkili olmadığını gösteriyor. Bu nedenle, fetvanın etkisiz olması veya Müslümanların belli bir yer ve zamanda daha fazla tütün kullanmaları, kendilerinin kültürel, antropolojik bir özelliği ya da kabahati, kusuru olmayıp, bunu açıklamak için, o yer ve zamana tütün endüstrisinin nasıl ve ne kadar nüfuz ettiğine, buna ilişkin devlet politikalarına bakmak gerekiyor.
  
DSÖ’NÜN AÇMAZI: DİNİ HALK SAĞLIĞI MÜDAHALESİNE KATMAK YA DA KATMAMAK
DSÖ adı ve logosuyla yürütülen din temelli halk sağlığı programlarını, EMRO, “dindarlığın yaygın olması, dinin halk sağlığı politikasının temel bir unsuru haline getirilmesini haklı ve gerekli kılar” argümanı ile savunuyor. EMRO aslında, bölgesindeki yönetim ve hukuk sistemleri İslam’a dayalı devletlerin taleplerini, bunların BM ve DSÖ nezdindeki pozisyonlarını yansıtıyor.

Bu yazının amacı din ve sağlığın kesiştiği alanlarda halk sağlığı müdahalesini ve DSÖ’nün rolünü tartışmak değil, ancak tütün kontrolünde “fetvayı bilimsel kanıtlarla birlikte kullanma” yaklaşımıyla ilgili altı çizilmesi gereken birkaç mesele var. Bu yaklaşım ve onu savunmakta kullanılan argüman en hafif deyimle dünyanın farklı halklarına çifte standart uygulanması anlamını taşıyor. DSÖ’nün, Allah’ın kelamına dayalı fetvaya yönelmesi, halk sağlığı disiplininin yerleşik temel pratiği olan “kanıta dayalılık”ı ikincil konuma iterek büyük bir paradigma kaymasını beraberinde getiriyor. Din kurumlarının ve din adamlarının halk sağlığı oyuncusu yapılması, cami merkezli halk sağlığı müdahaleleri zorunlu olarak çatışma doğuruyor. Din otoritesi bilimsel kanıtları seçmeli olarak rahatlıkla kullanabilirken, sağlıkçıların mutlakçı din otoritesini seçmeli kullanmaları olanaklı olmuyor. 

Bunlardan daha da önemlisi, bu çabaların, Müslüman toplumlarda siyasi ideolojinin ve pratiğin merkezine İslamcılığın geçtiği bir dönemde gerçekleştiriliyor olması. İslamcılık tarihsel olarak karanlık ittifaklar içinde olduğundan, onunla ittifaka girildiğinde, tütün endüstrisi dâhil, başka hangi ittifakların parçası haline gelindiğini kontrol etmek olanaksız hale geliyor. 

TÜTÜN ENDÜSTRİSİ VE FETVA
Dünya nüfusunun 1/5’i, Müslüman. Bu nüfus her yıl 27 milyon artıyor. Yakın bir tarihte İslam dünyanın en büyük dini olacak. Nüfusunun % 80’inden fazlası Müslüman olan 44 ülkede erkeklerde tütün kullanım sıklığı çok yüksek (2013 ağırlıklı ortalaması % 41,3) ve tüketim artış trendi devam ediyor.

Ulusötesi tütün şirketleri ve çıkar ortaklarından oluşan tütün endüstrisi için yeryüzündeki en cazip pazar bu pazar. Hem büyüyor, hem tüketim artışı devam ediyor, hem tütün kontrolü zayıf. Türkiye, Endonezya gibi tam nüfuz ve hâkimiyet sağlanan pazarların yanı sıra, endüstrinin henüz tam olarak nüfuz edemediği, derinleşemediği ülkeler var. Ancak daha 1979’da BAT ve Philip Morris’in, “militan İslam’ın yükselmesi”nden, camilerde sigara karşıtı propaganda yapılıyor olmasından rahatsızlık duymaya başladıkları, buna karşı önlemler geliştirdikleri görülüyor. 

Endüstrinin, İslam dünyasında muhafazakârlaşma ve İslamcılık akımlarına karşı geliştirdiği stratejileri mahkemelerin el koyduğu belgelere dayalı olarak inceleyen 2015 tarihli bir araştırmada, fetvacı tutumları dizginlemek için şirketlerin uyguladıkları stratejiler ortaya konuyor. Örneğin, şirketler hukuk hizmeti alarak İslam teolojisini ve Kuran meallerini inceletiyor, endüstri yararına olacak yorumların bulunmasını istiyorlar. Yani, endüstri Kuran’da “açık” aratıyor. Hukuk firması verdiği mütalaada, Kuran’da tütün kullanım yasağının gerekçesi olabilecek hiçbir ayet bulunmadığını, Allah dışında kural koymaya kalkışılmasının başlı başına günah olduğunu bildiriyor.

Uygulanan bir diğer strateji altında, birçok ülkede üniversitelerdeki İslam âlimlerini, İslamcı yazarları ve gazetecileri kendi taraflarına çekecek, bunları birlikte bir ekip olarak çalıştıracak faaliyetlerin düzenlendiği göze çarpıyor. 
Bugün ise, endüstrinin içine girdiği sözde daha temiz, doğal, zararsız, güvenli, hatta tedavi edici ürün geliştirme ve pazarlama stratejisinin, İslam dünyasındaki arayışlarda karşılığını bulmasını, bazı ürünlerin “İslami yaşam tarzına ve İslam hukukuna uygundur, caizdir” diye lanse edilmesini beklemek çok yanlış olmaz. Hatta, sigara haramdır fetvası bunun bir prelüdü bile olabilir.

GERÇEK ÇATIŞMANIN ÖNÜNE SAHTE ÇATIŞMALARI ÇIKARTMANIN SINIRLARI 
Yukarıda sözü edilen iki siyaset stratejisinin etkileşimiyle ortaya çıkan İslamcı tonlamalı tütün ve tütün kontrolü politikaları iktidarın ideolojik aygıtının kritik bir parçası, siyasi nemalanma alanı, hatta bir tür siyasi sigortası haline geldi. 

Şöyle bir tabloyla karşı karşıyayız: Bir yandan “bağımlılık” sorunsallaştırılarak, bireyin bedeni bir çatışma alanı haline getiriliyor, şeytana uymanın ya da şeytansı bir düşmanın neden olduğu, iman yoluyla giderilebilecek bireysel bir sorun olarak tanımlanıyor. Diğer yandan DSÖ’nün tütün salgınının vektörü ilan ettiği tütün şirketleri kollanıp korunuyor. Böylece, sermaye çıkarları ile halk sağlığı politikası çıkarları arasındaki gerçek çatışmanın önüne bir gizem perdesi çekilerek, üretim ve tüketimde tütün endüstrisinin hegemonik gücünün, devlet-endüstri ilişkilerinin, başarısız politika ve uygulamaların üstü örtülüyor, doğru mücadelenin önü kesilmeye çalışılıyor.

Fiili yönetsel ve hukuki sisteme yeni eklemlenen fetvacı söylemle daha da kalın bir gizem perdesi kurulmak isteniyor. “Peki, nedir daha fazla örtbas edilmek istenen” sorusunun ipuçlarını, zamanlamaları fetvaya denk düşen, ticaret bakan yardımcılığına BAT yöneticisinin atanması, Sağlık Bakanı’nın havalandırma tesisatlı kapalı alanda sigara içilmesine izin verilmesi sözleri, kenevir etrafında çok faydalı, bol kazançlı ürün tevatürü üretilmesi gibi gelişmelerde bulmak mümkün. Fetvayla peynir gemisi yürümüyor. Dini liderliğin yanı sıra oynanması gereken bir de dünyevi liderlik rolü var ki, o hem ulusötesi, hem de yerli ve milli sermaye gruplarının taleplerine hassasiyet göstermeyi, ardı ardına pazarlık masaları kurmayı, bozmayı, yeniden kurmayı gerekli kılıyor.

Diğer yandan, en son bilimsel çalışmalar, 45 yaş üstü halen tütün kullananların hiç kullanmamış ya da bırakmış olanlara göre üç (2,96) kat daha fazla ölüm riski taşıdığını, her üç tütün kullanıcısından ikisinin tütüne bağlı hastalıktan öldüğünü gösteriyor. Bu durum dünya genelinde her yıl 7 milyon insanın tütünden ölmesine tekabül ediyor. Türkiye bu tablodan nasibini fazlasıyla alıyor. 

İşte bu noktada, retorik ve gerçeklik arasında gitgide açılan, derinleşen uçurumun üstünü fetvayla, çifte standartla kapatmak, başını kuma gömerek görmezden gelmek gitgide zorlaşıyor.

Fetvacılığın, gizemciliğin, sahte çatışmanın sınırları, tütünden kaynaklanan hastalıkların ve ölümlerin önüne geçmek için yıllarını adamış, her türlü yıpratma ve dışlamaya rağmen, yılmadan uğraş veren birey ve kurumlara tosladığı yerde çiziliyor. Bunlar başlarını kuma gömmüyor, tehlikeli ittifakları ret ediyor, inatla seslerini yükseltmeyi sürdürüyorlar. Tüketimin siyasi bir boşlukta cereyan etmediğini, tütün salgınıyla ancak anti-kapitalist bir perspektiften mücadele edilebileceğini görüyorlar. Tütün kullanan bireyin/vatandaşın ayrımcılığa uğramasına, cezalandırılmasına karşı çıkıyor, aslolan tütün şirketlerine negatif ayrımcılık uygulanmasıdır, diyorlar. Tütün şirketleri ile yapılan ittifakları, koruma ve kayırmaları örten gizem perdesini çekip, gizlenenleri ifşa etmekten vazgeçmiyorlar.

Meryem Vitni / SOL