28 Ağustos 2023 Pazartesi

Yeni bir estetiğin yolunu açmak: Servet-i Fünun ve Recaizade Mahmut Ekrem - EMRE FALAY / soL-Kültür

 

Eski süslü anlatıların çoğu bu dönüşümün hikâyeleri ile doludur belki. Ancak Recaizade Mahmut Ekrem’in hikâyesi başka akar. Recaizade Mahmut Ekrem bayrağı devretmiş, yeni bir estetiğin yolu açılmıştır.

Servet-i Fünûn’un ilk sayısı 27 Mart 1891’de D. Nikolaidi’nin sahibi olduğu Servet gazetesinin fen eki olarak Ahmet İhsan tarafından yayımlanmaya başlar. Okuyuculara daha çok fennî meselelerle Avrupa’daki teknolojik gelişmeler aktarılır. Başlangıçta günlük çıkan yayın zamanla haftalık yayımlanmaya başlar ve edebî çalışmalar da dergide yer alır. 1893’ten itibaren Halit Ziya’nın hikâyelerinin yanı sıra Alexandre Dumas, Alphonse Daudet, Jules Verne gibi Batılı yazarların eserlerinden tercümeler de derginin içeriğini oluşturur.

1890’lara gelindiğinde Osmanlı’da, imparatorluk başkentinde modernitenin ve modern birey kavramı etrafında gerçekleşen değişimlerin bir izdüşümü olarak İstanbul’da edebi tartışmalar canlanmakta, edebi alanda eski ile yeni kılıçlarını çekmektedir. Divan edebiyatının Tanzimat öncesindeki egemenliği, Batı etkisinde ve yön değiştiren yeni bir edebiyat tarafından sarsılmaktadır. Eski Muallim Naci ile temsil edilmekteyken yeni olan kendisine yol aramaktadır.

Yalçın Küçük döneme dair Halit Ziya’nın şu anlatımına yer verir: “(...) denilebilir ki o devre Muallim Naci saltanatından, hatta inhisar ve istibdat esaslarına dayanan bir saltanat gürültüsünden başka bir şey değildi. (...) Bir kolu sarayın irtica ve an'ane temayülleriyle kuruntulu siyasetine uzanan, öteki kolu memlekette eskiliğe, medrese düşüncesine, Arap ve Acem bulaşığı şiire sadık ne kadar unsurlar varsa, ki zayıf bir azlığa karşı büyük bir kalabalık idi, onu kucaklayan, sırtını da Ebüsuut caddesinin bir yazı fabrikasına, Tercüman-ı Hakikat matbaasına dayayan bu kuvvet öyle bir nüfuz kazanmıştı ki Tanzimat edebiyatının ve Garp sanatı telkinlerinin İstanbul’da biricik temsilcisi olan Recaizade'yi hatta edebiyat muallimliğinden çıkartarak mektep kürsülerinde bile onun yerini almıştı.” (Aydın Üzerine Tezler II, s.427-429)

Eski ile yeni karşı karşıya

1885 yılında Recaizade Mahmut Ekrem, yeni bir anlayışla kaleme aldığı Zemzeme isimli şiir kitabını yayımlar. Üç kitap halinde yayımlanan Zemzeme’nin üçüncü kitabının önsözünde eskiye bağlı şiiri eleştirir. 1886 yılında Muallim Naci, Recaizade’nin görüşlerini eleştirdiği Demdeme isimli eleştirisini yazar. Okur için not: Zemzeme şırıltı, mecazen ise nâğmeli ve uyumlu söz anlamındayken demdeme hoşa gitmeyen söz, gürültü anlamına gelmektedir. Edebiyatımızda zemzeme-demdeme tartışması olarak yerini alan bu tartışma eski ile yeninin açık biçimde karşı karşıya gelişinin kapılarını aralar.

Tarihler 1895’i gösterdiğinde bu defa bir genç şairin Malumat dergisinde yazdığı şiirde geçen abes ve muktebes kelimelerinin kafiye olup olamayacağı tartışması başlar. Divan geleneğini benimseyen şairler sözcüklerin uyaklı sayılabilmesi için Arap alfabesine göre yazımlarındaki benzerliği zorunlu saymaktadır. Malumat yazarlarından Mehmet Tahir, muktebes ve abes sözcükleri iki ayrı harfle (se ve sin) yazıldığı için bunların uyaklı sayılamayacağını ileri sürer. Recaizade Mahmut Ekrem tartışmaya katılır ve “kafiye kulak içindir, göz için değil” görüşünü tekrarlar, Arap şiiri kurallarına göre yapılan uyakların bırakılması gerektiğini savunur. Zemzeme-demdemenin ardından abes-muktebes ile eski edebiyat ile yeni edebiyat artık karşı karşıyadır. Ancak Yalçın Küçük’ün de belirttiği gibi “Ekrem, hem bir organdan ve hem de silahşörlerden yoksun”dur.

Servet-i Fünun bir organ olarak imdada yetişir. Recaizade, daha önce tanıdığı, Galatasaray Sultanisi’nden eski öğrencisi Ahmet İhsan ile görüşerek Servet-i Fünun’da yazmaya başlar. Zamanla yeni edebiyat anlayışına yakın gençlerin dergiye katılımı gerçekleşir. Halit Ziya, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Hüseyin Cahit, yine Yalçın Küçük’ün deyişiyle Ekrem’in silahşörleri olurlar. Servet-i Fünun 7 Şubat 1896 tarihli 256. sayısından itibaren sanat ve edebiyat yöneticiliğine Tevfik Fikret’in geçmesiyle birlikte edebi alanda daha da etkin bir yayın hale gelecektir. Recaizade Mahmut Ekrem bayrağı devretmiş, yeni bir estetiğin yolu açılmıştır.

Geçerken not: Eski-yeni kavgası burada son bulmayacak, bir yıl kadar sonra Ahmet Mithat Efendi, Sabah gazetesinde yayımladığı “Dekadanlar” makalesi ile Servet-i Fünuncuların karşısında olacaktır.

Recaizade’nin Öyküleri

Şiirleri ve 1896’da Servet-i Fünun’da tefrika edilen, 1897 yılında kitap halinde yayımlanan, Türk edebiyatının ilk realist romanı olarak kabul edilen Araba Sevdası eseri ile bilinen Recaizade Mahmut Ekrem’in hikâye kategorisinde üç eserinden söz etmek mümkün: Saime (1888), Muhsin Bey Yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi (1890), Şemsâ (1895).

Saime

Bir novella olarak değerlendirilebilecek olan Saime, genel ahlâka aykırı görülerek yayımlanması engellendiği için tamamlanamamıştır. Kitapta döneme ilişkin pek çok verinin yanı sıra kadının toplumsal konumu, eğitimin niteliği, konak yaşantısı, kahve ve tütün kültürüne ilişkin pek çok sahne yer alır. Aşçı kadın, gümrük kâtibi, hizmetçi Ferah Kadın, onun siyahî yardımcısı, mahalle bekçisi, imam, muhtar, cariye, uşak, Musullu tacir Tiryaki Memnun Efendi, hamam işletmecisi Trabzonlu Obur Usta ve eşi natır ustası Fatoş Hanım gibi tip ve karakterler karşımıza çıksalar da özel bir rolleri bulunmamaktadır. Metinde diyalogların önemli bir ağırlığı bulunur ve bu diyaloglar gerçeklikten uzak tiradlar biçiminde de değillerdir. Yine de varlık nedenlerinin hikâyeyi belli bir doğrultuda ilerletmek oldukları açıktır.

Sadık Efendi ile Saadet Hanım’ın kızları Saime’nin hikâyesi üzerinden ilerlerken, Saadet Hanım’ın vefatı ve Sadık Efendi’nin tekrar evlenme kararıyla birlikte üvey anne Binnaz Hanım ile tanışırız. Hikâye Binnaz’ın çocukluğuna uzanır. Binnaz’ın annesi Fettan Hanım ile Mahbube Hanım’ın ilişkisi üzerinden dönem için radikal bir ilişkinin edebiyata dahil olmasına tanık oluruz:

“Bir ara Fettan Hanım’ın gözleri yine yaşardı. Mahbube Hanım başta kendi mendiliyle o yaşaran gözleri sildi. Sonra koynundan misk kokulu ve kenarında beyaz ipekle şu kıtanın nakışlanmış olduğu temiz bir çevre çıkardı, açtı.

Dil-i mecrûhuma kâr eylemez timarı Lokman’ın,

Uruldum gamze-i bîdârına sen çeşme-i fettânın,

Beni terk eyleme mahrûm-ı zevk-i zahm-ı müjgânım,

Fedâ olsun eğer bir cân ise maksûd-ı çeşmânın.

(Yaralı gönlüme tedavisi fayda vermez Lokman Hekim’in. Senin gibi cilveli gözlünün gamzesine vuruldum. Kirpiklerinin açtığı yaranın zevkinden beni mahrum etme. Gözlerinin istediği bin can ise onlar da sana feda olsun.” (Saime, Sapiens Yayınları, 1. Basım, Ekim 2022, s.85)

Bu ilişki, kitapta konağa davet edilen beş altı kadının da dahil olduğu sazlı sözlü, içkili kadın eğlenceleri içinde de resmedilir. Binnaz Hanım bu ilişkilerin içinde büyür ve bu açıklıkla anlatılır. Hikâye Binnaz Hanım’ın gençlik evresinde, Mehmet Bey ile ilişkisinde uğradığı sansür ile yayımlanmasının durdurulması nedeniyle yarıda kesilir.

Muhsin Bey

Muhsin Bey Yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi, şiir ile düzyazının iç içe bulunması özelliği ile önem taşır. Muhsin Bey bir şairdir ve annesi ile birlikte Kadıköy’de bir köşkte yaşamaktadır. Sevgilisi Dilara’nın düğün gerçekleşmeden veremden ölmesi ile içine kapanır. Yaşam ve ölüm üzerine düşüncelerle yasını ve üzüntüsünü sürdürür, hastalanır ve ölür. Muhsin Bey’in annesi de bir süre sonra vefat eder. Metnin görece sade dili ile birlikte üslubun şairaneliği de dikkat çekicidir.

                             Servet-i Fünun, sayı 260, sayfa 412, Araba Sevdası, 1896

Şemsa

Şemsa’da Recaizade Mahmut Ekrem dört yaşında yoksul bir kız çocuğunun evlat edinilmesinin ardından hastalanıp ölmesinin hikâyesini onu evlat edinen kişinin ağzından, yine yaşam ve ölüm üzerine düşüncelerle fakat bu defa yoksulluk üzerine görüntülerle de sunar. Semsa’yı evlat edinen anlatıcının İstanbul’da yaşayan bir soylu/aydın olması, yani sınıfsal pozisyonu hikâyeye ve anlatıma rengini çalar. Şiir ile düzyazının yine iç içe geçtiği metnin kıymetli yanı her ne kadar anlatıcının bakışından ve dilinden de olsa yoksul bir çocuğun kısacık yaşantısına odaklanmış olmasıdır.

Anne babasını yitirdikten sonra yoksul dayıları tarafından bir eve manevî evlat olarak verilebileceği düşünülen Seher ve ablası, çıplak ayak ve aç biçimde Bolu’dan İstanbul’a yürüyerek gelirler. Ablası bir başka eve, Seher de hikâyenin anlatıcısının olduğu eve verilir. Anlatıcının bakışı burada devreye girer. Dönemin İstanbullu aydınının Anadolu’ya (ok da uzak olmayan Bolu’yu kastediyoruz) ve yoksul Anadolu çocuklarına bakışı daha ilk anda karşımıza çıkar:

“Memleketten getirdiği, adı Seher olan bu kızın rengi gayet esmerdi. O derece esmerdi ki, dikkatli bir göz, zavallının anne rahminden toprağa inerek toprağın üzerinde emzirilmiş, toprakta uyutulmuş, toprakta büyütülmüş, toprakta yürümüş, toprakta yuvarlanmış, nihayet yine toprakta oynayıp dururken anasını da babasını da kaybetmiş olduğuna derhal karar verirdi.

Esmerlik, kızın sadece yüzüne özgü değildi. Vücudu yukarıdan aşağıya hep o sefalet rengine boyanmıştı. (...) Bunlarla beraber vicdanın gözleri Seher’i şirin görüyor, hassas kalp sevimli buluyordu.” (Şemsa, Sapiens Yayınları, 1. Basım, Ekim 2022, s.15-16)

Esmerlik sefaletin rengidir ve yoksul Seher bitli saçları kestirilip yeni kıyafetler giydirilip yeni bir yaşama adım atacaksa ismi de değişmelidir. Seher’in Şemsa’ya dönüşmesidir. Eski süslü anlatıların çoğu bu dönüşümün hikâyeleri ile doludur belki. Ancak Recaizade Mahmut Ekrem’in hikâyesi başka akar. Seher ya da Şemsa, kısa sürede hastalanarak ölür. Bu andan sonrası anlatıcının el işleri öğrenip piyano çalacak ve entelektüel bir birikim de edinerek kendisine bahşedilen soylulaşmayı yaşayacak Şemsa’nın ümidi ile bu hayalin gerçekleşmemesi sonucu net biçimde karşısında bulunan sefalet içinde doğan ve çocuk yaşta ölen Seher’in realitesi arasında gidip gelmesidir. Burada realitenin hikâyedeki izdüşümü ağır basar. Seher ya da Şemsa’nın mezarın kazılması, tabutun getirilmesi ve cenazenin gömülmesi şiirsel fakat gerçekçi biçimde tasvir edilir. Satır aralarında önemli notlar da bulunur üstelik. Örneğin anlatıcı, ölümüne kadar Şemsa’ya dönüştürdüğü kız çocuğunu ölümünden sonra bazen Seher bazen Şemsa olarak anmaya başlar. Kurgulanan ile yaşamın gerçekliği arasında gerçeklik ağır basmaktadır. Üstelik Seher, kendisini evlat edinen anlatıcının aile mezarlığına değil anlatımdan yola çıkarak kimsesizler mezarlığı olabileceğini düşündüğümüz bir mezarlığa gömülür:

“Şemsa’nın bir yetim, bir kimsesiz, bir garip olduğunu sorup öğrenmiş olmaları doğal görünen mezarcılar, diğer garipler gibi bunun kabrine de mermerden bir alamet koyacak kimse bulunamayacağını besbelli hesap etmişlerdi!” (age, s.29)

Seher, ne olursa olsun zenginlerin/soyluların hayatının bir parçası değildir. Ne yaşarken ne de öldüğünde. Seher’den Şemsa’ya dönüşüm ancak romantik bir kurgunun sonucudur. Ölüm ölümden başka bir şey değildir, yoksul yoksuldur, mezarcı mezarcıdır, Seher de Şemsa olmayacaktır:

“Yalnız bir ara bunlardan birinin arkadaşına hitaben, “Kazmayı şuraya vur! Toprağı şuradan al!” yollu tavsiyesine arkadaşı, “Ben mezarcılığı yeni mi yapıyorum sanıyorsun? Yirmi senedir mezar kazıyorum!” şeklinde övünerek karşılık verdi. Bu durum bana Shakespeare’in Hamlet’indeki mezarcıyı hatırlattı. Evet! Ölüm her nerede olursa olsun ölümden başka bir şey olmadığı gibi, mezarcı da mezarcıdan başka bir şey olamıyor!” (age, s.27)

Recaizade Mahmut Ekrem, kitaba yazdığı “Özür Manasında Bir Uyarı” başlıklı önsözde “Şemsa, sıradan bir olayı tasvir etmektedir ki, insanlık âlemi her gün yüz binlerce örneğini görüp geçirdiğinden kamuoyu için hiçbir önem taşımamaktadır.” diye yazar. (age, s.13) Eski edebiyat için önemsiz, sıradan, “değersiz” olan, basit birer figür, bir dolgu malzemesi olanlar, yalın gerçeklikleri ile edebiyatın konusu haline gelmektedir.

EMRE FALAY / soL-Kültür

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder