19 Ocak 2021 Salı

Dünya borç krizi yolda mı? - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Borçların artış hızı ve geldiği düzey Dünya Bankası’na göre dördüncü dalgayı öncekilerden daha riskli kılıyor. Salgın, ekonominin daralması, sağlık ve sosyal harcamalarını finanse etmek için bütçe açıklarının artması sonucunu doğurdu.

Finansal piyasalar ABD’deki Kongre baskınını da takmadı, yükselmeyi sürdürdü. Ülkede Covid-19’dan ölenlerin sayısı 400 bini aşarken dahi müzik susmadı, çılgın Wall Street partisi hız kesmedi. Borsaların Amerikan Merkez Bankası başkanlığındaki performansından pek hoşnut kaldığı, bankaların verdiği konferanslara en az 7 milyon dolar telif ücreti akıttığı Janet Yellen’ın Hazine Bakanlığı’na atanması da finans kapitalin moralini iyice yükseltti.

Derken “Piyasalar nereye?” sorusunu yönelten çatlak bir ses yükseldi. Eğer bu sesin sahibi muhalif bir iktisatçı, sol bir örgüt sözcüsü filan olsaydı “Her zamanki hazımsızlık” denip geçilebilirdi. Ne var ki uyarı Wall Street’in duayen yatırım gurularından Jeremy Grantham’dan gelince işin rengi değişti.

2021 YAZ BAŞLARINDA DÜZELTME GELEBİLİR

Grantham şöyle konuştu:

Uzun ve uzun boğa piyasası 2009’dan kopup geldi ve sonunda tam teşekküllü epik bir balona evrildi. Aşırı değerlemeleri, şiddetli fiyat artışlarını, yeni halka arz çılgınlıklarını, isterikli biçimde spekülatif yatırımcı davranışını dikkate alarak, bu vakanın finansal tarihe Güney Denizi balonu, 1929 Büyük Depresyonu ve 2000 teknoloji hisseleri çöküşü gibi devasa balonlardan biri olarak kayıt düşeceğine inanıyorum.( Jeremy Grantham Waiting About The Last Dance GMO Blog 5 Ocak 2021 )

Peki bu mutluluk rüzgarı, gürül gürül sabit sermaye yatırımlarının, ekonomide yeni kapasite yaratımının sonucu olarak mı esiyor? Bu sorunun yanıtı için de isterseniz sözü Princeton Üniversitesi’nden Atıf Mian’a bırakalım:

Finansta neler oluyor? 1980’den beri ABD ekonomisinin finansa bağımlılığında muazzam artışlar oluyor. Toplam borç 1980’de ulusal üretimin yüzde 147’si iken 2019’da görülmemiş bir düzeye, 2019 sonunda ulusal üretimin yüzde 254’üne yükseldi. Eğer bu ek kredi bekleneceği üzere üretken yatırımlar için kullanılsaydı, biz çoktan bir yatırım patlamasına tanık olmuştuk. Ne var ki yatırımların ulusal üretimindeki payı 1980’lerde ortalama yüzde 24 iken 2010’larda yüzde 21’e geriledi.

Mian’a göre bu çarpık manzaranın açıklaması da şöyle:

Yatırımlardaki durgunluğa karşın finansın yükselişi, ekonomistler Thomas Piketty, Emmanuel Saez ve Gabriel Zucman’ın ortaya koydukları gibi, en zengin yüzde 1’in vergi sonrası gelirinin toplam gelirin yüzde 9’undan son yıllarda yüzde 15’e sıçramasıyla ilintili. Zenginler gelirlerinin daha yüksek oranını tasarruf ederken, en alttaki yüzde 90’ın tasarrufları giderek düşüyor. Finansal sektör de bu süreçte 2008’e kadar zenginlerin tasarruflarının hanehalkı borcuna dönüşmesinde, 2008’den sonra ise bütçe açıklarının finanse edilmesinde aracılık yaptı (Atıf Mian OECD Library How We Should Think About Finance?)

Biden’ın başkanlığı devralmasıyla birlikte kurumlar vergisini artırması borsaların pek hoşuna gitmeyecek. Grantham’a göre yaz başlarında bir düzeltme gelmesi pek sürpriz olmayacak. 1929 krizi, 2007-2008 Küresel Finansal Krizi hep ABD’den tetiklenerek dünyaya yayıldığı için bu kehanetin gerçekleşmesi evrensel boyut kazanabilir.

DB BAŞ EKONOMİSTİ DE BORÇ KRİZİ DİYOR

Geçtiğimiz hafta Dünya Bankası (DB) baş ekonomisti Carmen Reinhart da pandeminin geride bırakılmasıyla bir küresel borç krizinin patlak verebileceği uyarısında bulundu. Çünkü şirketlerin, hanehalkının ve hükümetlerin bu süreçte biriken borçlarının sorun yaratma riski yüksek. 2008’de Kenneth Rogoff ile finansal krizlerin tarihini konu alan bir kitaba imza atan Reinhart borç krizinin ani bir şokla gelmeyeceğini, yavaş bir tempo izleyeceğini düşünüyor.

Pandemideki kapanmaların istihdam ve tüketici harcamalarını olumsuz etkilemesinin, önümüzdeki dönemin ekonomik performansına yansımasını kaçınılmaz görüyor. Süreç uzadıkça kişilerin, ailelerin, firmaların ve ülkelerin bilançolarındaki bozulmaların, ertelenen borçların da vadesinin gelmesiyle sorun yaratacağı endişesini dile getiriyor (Reinhart Frets World Faces Financial Crisis if Pandemic Lingers Bloomberg 13 Ocak 2021).

DÖRDÜNCÜ DALGA DAHA TEHLİKELİ

Reinhant’ın sözleri DB’nin Ocak 2021 Küresel Ekonomik Beklentiler raporunda “Küresel borcun dördüncü dalgası” başlığı altında sistematik biçimde analiz ediliyor. Borçların ilk dalgası 70’ler ve 80’leri kapsıyor ve Latin Amerika borç krizi ile sonuçlanıyor. İkinci dalgada ise 1990’dan 2000’lerin başına kadar süren, Doğu Asya’da bankaları ve firmaları, Avrupa ve Orta Asya’da hükümetleri vuran kriz patlak veriyor. Üçüncü dalgaya gelince, 2007-2009 arasını kapsayan döneme yayılıyor, bir çok ekonomiyi keskin durgunluklara sürükleyen Küresel Finansal Kriz’le sonuçlanıyor.

Dördüncü dalga düşük faiz ortamı, yeni finansal enstrümanların ve finansal piyasa oyuncularının ortaya çıkması özellikleriyle önceki dalgalarla benzeşiyor. Ancak bu dalgada yatırımların zayıf seyri ve düşük büyüme temposu onu öncekilerden daha tehlikeli hale getiriyor. Tarihsel anlamda düşük faiz oranları, bir sonraki finansal stres ve sermaye çıkışları aşamasına kadar şimdilik şirketlerin sorunlarının üstünü örtüyor.

Borçların artış hızı ve geldiği düzey de DB’ye göre dördüncü dalgayı öncekilerden daha riskli kılıyor. Pandemi ortamında hem ekonomilerin daralması, hem de sağlık ve sosyal harcamalarını finanse etmek için bütçe açıklarının artması, borçların GSYH’ye oranının keskin bir biçimde zıplaması sonucunu doğurdu. Gelişmekte olan ülkelerde 2020 öncesi borçlar her yıl GSYH’nin yüzde 7’si kadar artarken, 2020’de sırf kamu borçlarının GSYH’nin yüzde 9’u kadar yükselmesi, şirket borçluluğunun da muhtemelen keskin bir kabarış göstermesi bekleniyor. (World Bank World Economic Prospects report Ocak 2021 )

DB aşırı borç sorununun çözümü için üç Ortodoks politika seçiminden; büyüme temposunun artması, mali disiplin ve özelleştirmeden söz ediyor. Heterodoks yaklaşımlar da, finansal baskının yanı sıra yüksek enflasyonla borçların eritilmesi (tabii ki yabancı para cinsinden borçlarda bu yöntem geçersiz), borç erteleme ve zenginleri vergilemek olarak sıralanıyor. DB’nin teorik düzeyde bile olsa, heterodoks önlemleri telaffuz etmesi dahi kendi açısından bir ilerleme kabul edilebilir.

UNCTAD: 1 TRİLYON DOLARLIK ERTELEME GEREKLİ

Dış borçların GOÜ’lerin kalkınma hedeflerini sekteye uğratmadan yapılandırılmasını savunan kuruluş ise Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’dır (UNCTAD). GOÜ’lerin dış borçları 2019 sonunda 10.1 trilyon dolara ulaşıyor. Borçların GSYH’ye oranı da 2008’de yüzde 22.8 iken 2019’da yüzde 29’a yükseliyor. Borçların ihracat gelirlerine oranı da aynı zaman aralığında yüzde 68.3’ten yüzde 110.7’ye fırlıyor. Uluslararası rezervlerin kısa vadeli borçlara oranı ise yüzde 505’ten yüzde 278’e düşüyor. Bu da şoklara olan kırılganlığın artışı anlamına geliyor.

Borçların bileşiminde de riskleri artıran değişimler görülüyor. Örneğin kısa vadeli borçların toplam borçlara içindeki ağırlığı 2000’ler başında yüzde 14 iken, 2019’da yüzde 29’a yükseliyor. Uzun vadeli garantisiz özel sektör borçları da 2000’de toplam borçlar içinde yüzde 26 paya sahipken, 2008’de yüzde 48’e çıkıyor, 2019’u da bu düzeyde kapatıyor.

Alacaklıların kompozisyonuna bakıldığında ise özel sektör kredilerinin arttığı görülüyor. Özellikle yüksek ve orta gelirli GOÜ’lerde gözlenen uluslararası tahvil ihraçları, aralarında “akbaba fonların” da bulunduğu çok sayıda alacaklının ortaya çıkmasını getiriyor.

UNCTAD, GOÜ’lerin 2020 ve 2021’de yüksek gelirli ülkeler için 2 trilyon dolar ila 3 trilyon dolar arasında, orta ve düşük gelirli ülkeler için ise 700 milyar dolar ila 1 trilyon arasında anapara ve faiz ödemesi gerektiğini tahmin ediyor. Bu rakamlar, pandeminin getirdiği kamu sağlığı harcamalarının yol açtığı finansman yükünü kapsamıyor.

Borç ödemelerinin askıya alınmasının geçici bir çözüm olacağı, ancak kapsamlı bir kurtarma programı gündeme gelmez ise önümüzdeki dönemlerde yeni sorunlar yaratabileceği vurgulanıyor. UNCTAD ülkelerin talebine bağlı olarak devreye girecek, Nisan 2020’de ortaya attığı 1 trilyon dolarlık borç erteleme programını yineliyor ( UNCTAD Impact of the COVID-19 Cenevre 2020 ).

Cenevre merkezli bu BM kuruluşunun avadanlığında bir borç krizi sırasında devreye sokulabilecek ciddi bir teknik önlemler programı bulunduğu görülüyor. Muhtemelen önümüzdeki yıllarda UNCTAD’ın bu ön hazırlığı bizler için de yol gösterici olacak.

Haliyle, konu açılmışken dış borç krizlerinin her üç dalgasında da sarsıntılar yaşayan Türkiye’nin bugünkü durumunun bir analizini bekliyorsunuz. İsterseniz kapsamlı bir değerlendirme yapabilmek için onu da haftaya bırakalım…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN



GAP’ı gaptırdılar! - Fikri Sağlar / BİRGÜN

1986 sonrası ana muhalefet partisi SHP, “dünyanın dokuz önemli projesinden biri” olarak değerlendirdiği Güneydoğu Anadolu Projesi’ne (GAP) çok önem vermişti. 

SHP; GAP’ın İsmet İnönü’nün hayali olarak ilk gündeme gelişini ve Güneydoğu’nun mümbit topraklarında yapılacak tarımla öncelikle bölgenin ve ülkenin büyük kazançlar sağlayacağı düşüncesini sürekli dile getiriyordu. Dönemin Başbakanı Turgut Özal, SHP’nin bu çıkışlarını engellemek için GAP’ı gerçekleştiren kişi edasıyla müthiş bir propaganda taarruzuna girişmişti.

Hatırlayacaksınızsiyaset arşivlerinde yer alan Süleyman Demirel’in “GAP’ı gaptırmam kardeşim!” sözü, bu tartışmanın ateşleyici unsuruydu.

***

Özal, inşaatı 1978’den beri süren Atatürk Barajı ve Urfa havaalanını bir an önce tamamlayarak GAP’la yeni bir adım atmak istiyordu... Rahmetli Ali Dinçer, bu yarışta geri kalmamak için “SHP PM’yi Özal’ın açılışlarından bir gün önce Urfa’da toplama” önerisinde bulundu. Öneri kabul edildi. Sabaha karşı henüz son çalışmaları yapılan Urfa havaalanına tarihte ilk inen uçağın içindeydik…

İlginç olan gelen uçakta; Ahmet İsvan, Abdullah Baştürk, Fehmi Işıklar, Ahmet Türk, Halil İbrahim Şahin, Muzaffer saraç, Cüneyt Canver ile benim gibi, SHP’nin o dönem muhalif olan sol kanadı vardı! Zor bir inişten sonra pilotlar “yolu öğrendik” diyerek gittiler. Sonra İnönü, Baykal ve MYK üyelerini getirdiler. Erdal İnönü bizi görünce çok şaşırmış, Ali Topuz; “Muhalefeti serdengeçti olarak önden gönderdik” esprisini(!) yapmıştı… O gün Urfa bizleri, büyük coşkuyla karşılamıştı…

***

GAP’ın temel hedefi; Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin sahip olduğu kaynakları değerlendirerek, yöre halkının gelir düzeyini ve yaşam kalitesini yükseltmek, kırsal alandaki verimliliği ve istihdam olanaklarını artırarak ulusal düzeyde ekonomik gelişme ve sosyal istikrar hedeflerine katkıda bulunmaktı. Bu nedenle SHP/DYP hükümetleri GAP’ı çok önemsediler!

***

GAP, Bölge’nin su ve toprak kaynaklarının geliştirilmesine dayalı bir program olarak ele alınmış, bu nedenle Fırat- Dicle Havzası’nda sulama ve hidroelektrik enerji üretimine yönelik, 22 baraj19 hidroelektrik santrali ile 1,8 milyon hektar alanda sulama yatırımları hedeflemişti… Proje alanı içinde bulunan illerin alan ve nüfus büyüklüğü, Türkiye’nin ortalama yüzde 20,7’si civarındaydı. Projedeki enerji santrallarının yılda 27 milyar kilovat-saat enerji üretimi yapması öngörülmüştü. Dolayısıyla GAP, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı ve en maliyetli projesi ve bölgesel kalkınma plan ve programları arasında en etkin olanıydı!

***

1998’de alınan Bakanlar Kurulu kararıyla projenin tamamlanması için gerekli koordinasyon ve planlama çalışmalarını yapma görevi, “GAP Bölgesel Kalkınma İdaresi’ne” verildi ve bitiş tarihi olarak 2010 yılı belirlendi. 2006 yılı sonuna kadar tahmini olarak 23 milyar 313 milyon YTL harcama yapıldı. Enerji yatırımlarında fiziksel gerçekleşme yüzde 74 olurken, GAP’ın sulama yatırımlarıysa yüzde 14 seviyelerinde kaldı. Yani asıl amaç olan tarımın geliştirilmesi ve Mezopotamya topraklarındaki verimin artırılması adına yapılacak yatırımlardan vazgeçildi. Projenin 2010’da bitirilmesi için gerekli olan 11 milyar dolar ise farklı yerlere harcandı.

***

Sayıştay raporlarına bakınca durumun daha da vahim olduğu anlaşılıyor.

Sayıştay; “2014-2018 yıllarını kapsayan GAP Eylem Planı’nda bulunan projelerin planlandığı şekilde gerçekleşmemesi nedeniyle, Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi’nin kuruluş sebebi olan ve ülke kalkınması için önem arz eden temel görevlerini yürütmesinde etkili olamayacağı değerlendirilmektedir” diyor. Ve projelerin yüzde 20’sinin hiç başlatılmadığı görülmektedir. 2018 yılının Eylem Planı’nın son yılı olduğu dikkate alındığında; bu projelerin yüzde 40’ının tamamlanamadığı anlaşılmaktadır” diye ekliyor…

***

Yani GAP durdu!

Üstelik 18 yılda Belçika’dan büyük alan yani, 3,5 milyon hektar alan tarım dışı bırakıldı! Açlık kapımızda! GAP’ı bitirmeyip, milyonlarca hektar alanı tarım dışı bırakan dolayısıyla hem çiftçiyi hem de yurttaşı açlığa mahkûm eden iktidar, Sudan’da milyonlarca hektar toprak kiralayarak yandaşları zengin eden bir politika izliyorsa buna ne denir?

Fikri Sağlar / BİRGÜN

Bir toplumu nasıl çökertirsiniz? - Oğuz Oyan / SOL

AKP iktidarı, kendi ideolojik hegemonyasını sağlamlaştırabilmek adına, ülkenin entelektüel/bilimsel kapasitesini imha sürecini sonuna kadar götürmeye kararlı gözükmektedir. 

Kısa yanıt: Onun entellektüel/bilimsel kapasitesini yok ederek.

Çin'in ünlü bilim kurgu yazarı Cixin Liu'nun "Üç Cisim Problemi" başlıklı üç kitaplık dizisi bu konuda ilginç yaklaşımlarla örülü. Bence en ilginci başlangıç hikayesi: Dünyaya görece yakın bir gelişmiş uygarlık, üçlü güneş sistemi nedeniyle istikrarsız olan gezegenlerine bir alternatif ararken Dünya'nın farkına varırlar. Dünyayı fethetmek üzere bir savaş filosunu yola çıkarırlar. Fakat "Üç Cisim Sistemi" ile dünya arasını ancak 400 dünya yılında katedebileceklerdir. Dünyalılar bu tehlikenin farkına varmışlar ve kendi teknolojilerini geliştirmek için olağanüstü bir çaba içine girmişlerdir. Üç Cisimliler tam da bu nedenle, yani 400 yıllık sürede dünyada bir teknoloji patlamasından ürktükleri için, dünyaya ışık hızında yol alabilen öncü sofonlar (bir nevi atom-altı parçacıklar) göndererek dünyada temel bilimlerdeki gelişmeye set çekmişlerdir... 

Cixin'in ilham aldığı kuşkusuz dünya-dışı varlıklar değildi; antik dönemden itibaren dünya tarihiydi. Ama kapitalizm-öncesi toplumlarda genellikle fethedilen ülkelerin entellektüel birikimi kısmen de olsa korunur ve fethedenin himayesi altına alınırken -hatta fethedenin göçebe fethedilenin yerleşik olduğu koşullarda uzun erimde fethedilenin kültürü egemen olurken- kapitalist sistemin kurduğu sömürgeci ve emperyalist bağımlılık ilişkileri farklı işleyişlere sahip olmuştur. Farklı işleyişin temel nedenlerinden birincisi, kapitalist sistemde kapitalizm-öncesi tarım toplumlardan çok daha derin teknolojik/bilimsel düzey farklılıklarıdır; ikinci nedeni, kapitalist-emperyalist sömürü ilişkilerinin çok daha sistematik, kapsayıcı ve derinliğine çalışma biçimidir. 

Kapitalist sistemin bir dünya sistemine dönüşme vasıtası olan emperyalizmin, bağımlılaştırıcı/teslimiyet üretici veya yıkıcı/yokedici özelliklerini tarihi süreç içinde özetlemek bu yazının konusu değildir. Fakat yakın dönemin bazı emperyalist işgallerinin nasıl yürütüldüğünden örnekler vermeden de derdimizi anlatamayız.  

Lejyoner türü paralı askeri birliklerin Afrika'daki marifetlerinden veya ABD'nin Vietnam müdahalesinden söz etmeyeceğiz. ABD işgalcilerinin birinci "Körfez Savaşı"ndan başlayarak Irak'ta uyguladığı sistematik entellektüel kıyım ve kültürel yıkıma değineceğiz. ABD askerlerinin Bağdat müzelerini talan etmesinin yanında IŞİD'in daha sonra Suriye'de Palmire antik kenti kalıntılarına uygulayacağı vandalizm hiç kalırdı. Ama dünya halkları ikincisini adeta canlı yayında izlerken, birincisini duymaması için her şey yapılmıştı. 

Daha önemlisi, Iraklı üniversite öğretim üyelerinden başlayarak tüm bilim-sanat çevrelerini kapsayan yaygın ve sistematik bir aydın soykırımının (insanlar evleri basılarak tek tek avlanmışlardı) yapılması ve Irak'ın sadece bugününün değil geleceğinin de kötürümleştirilmek istenmesi, emperyalizmin acımasız yüzünün küçük bir yansımasıdır yalnızca. (Bugün İranlı nükleer fizikçilerin İsrail tarafından tek tek avlanması da başka bir amaca hizmet etmiyor. Bunun Türkiye için de geçerli olmadığı/olmayacağı söylenemez).

Irak'taki bu aydın soykırımında, Pentagon ile yakın işbirliği içinde çalışan özel güvenlik güçleri daha ağırlıklı olarak kullanılmıştı. Blackwater denilen bu güvenlik şirketi Pentagon tarafından öylesine pis işlere bulaştırılmıştı ki, 2009'da adını Xe Services ve 2011-14'de de Academi olarak değiştirmek zorunda kalmıştı. 

Şimdilerde de Constellis Holdings adıyla faaliyet göstermekte. ABD'nin Suriye'den askerlerini tedricen çekerken yerine gene bir özel güvenlik şirketinin askerlerini bıraktığı da biliniyor. Bu defa Castle İnternational şirketinin Special Projects Group (kısaca CISPG) adını alan bu paralı askerler, meşru Suriye Arap Cumhuriyeti'ne karşı örgütlenmiş muhalif güçlerle işbirliği içinde hareket ediyor ve ABD-İsrail'in emperyalist çıkarları doğrultusunda Suriye'nin kalıcı olarak bölünmesi için çaba gösteriyorlar.

Batı kapitalizminin barışçıl yöntemleri veya yumuşak gücü, aslında çevre ülkelerinin entellektüel kapasitesinin merkez ülkeler tarafından soğrulması bakımından çok daha etkili kuşkusuz. Bunun adı, beyin göçünü dolaysız/dolaylı yöntemlerle teşvik etmek oluyor. Gerçi, çevre ülkelerinin de kendi yetiştirdikleri, eğitimlerine büyük kaynaklar ayırdıkları çocuklarını elde tutabilmek için fazla bir gayret gösterdikleri söylenemez. Ama bu da zaten hem azgelişmişliğin hem de lafta "milli" özde ufuksuz ve teslimiyetçi zihinlerin bir sonucu değil mi? 

Kendi kendini imha etmek

Gelişmiş ülkeler ile çevre ülkeleri arasındaki bilim ve teknoloji makasının iyice açılması ve böylece çevre ülkelerinin bağımlılığının pekişmesi aslında kapitalizm öncesinden başlamış bir süreçtir. Batı'nın yaşadığı rönesansı ve aydınlanmayı ıskalamış olan toplumların Ortaçağ'a takılıp kalmalarından daha doğal ne olabilirdi? Aslında Osmanlı'nın asıl ıskaladığı şey belki de Arap/Abbâsi aydınlanmasıdır. O kanala girebilmiş olsaydı, yani dinin bağnazlığını bilimin sorgulayıcılığına tercih etmemiş olsaydı, zaten Avrupa aydınlanmasının dışında kalamazdı. 

Burada "olsaydı" denilen şey kuşkusuz bir tarihi spekülasyondur; kültürel birikimin ekonomik temelle ilişkisinin ihmal edilmesidir. Gecikmiş bir feodal toplumsal formasyon olan Osmanlı'nın bir aydınlanma devrimi yaşayabilmesinin ekonomik ve sosyal temeline sahip olabileceğinin varsayılmasıdır. Bu nedenle buradan ilerlemek çok doğru olmayabilir. Ama, 16. yüzyılda rasathaneyi bombalamak, matbaayı 250 yıl geciktirmek gibi simgesel geriliklere bakınca, bırakalım Batı'yı Ortaçağ sonlarındaki Orta Asya aydınlanmasının bile gerisine düşüldüğü görülmektedir. İşte bu bir kendi kendini imha programı gibi çalışmış, Batı'nın ekonomik sömürüsüne tamamen açık bir alan yaratmış ve Osmanlı'dan Cumhuriyet'e bir sanayi devriminin nüvesi bile miras kalamamıştır.

Bu aynı zamanda Cumhuriyet devriminin önemini daha da büyüten bir tarihsel gerilik mirasıdır. Ortaçağa demir atmış bir zihnî ve ekonomik gerilikten çıkış, bu sürecin çok kısa sürede tersine döndürülmesini gerektirmiştir. Bunun izleri, 1946 ve özellikle de 2002  sonrasının tüm tahribatlarına rağmen bugün bile az-çok sürüyorsa, 20. yüzyılın ilk yarısında bu toplumun tarihsel evrimine ne denli önemli bir müdahalenin yapılabilmiş olduğunu gösterir. Bu anlamda Cumhuriyetin kuruluş dönemi, Osmanlı-Türkiye tarihi bütünlüğünden bakıldığında, gerçekten de bir parantezdir ama -AKP'nin kastettiğinin tersine- olumlu anlamlar yüklü olarak.

AKP dönemi ise, Cumhuriyet'in kuruluşunda yaşanan devrimci sürecin anti-tezi olarak bir karşı-devrim dönemidir. Türkiye'nin bağımlılık ilişkilerinin bu dönemde katmerlenmesi, olayların gelişimine uygundur. Kendini "emperyalizmin stratejik ortağı" olarak gören bir Amerikancı İslam odağını teslim almak, herhalde kemalist bağımsızlıkçı bir ideolojiye sahip bir iktidarı yanına çekmekle karşılaştırılamayacak basitliktedir. Ortam bu kadar müsait olunca, emperyalizmin fazla bir çaba göstermesine dahi gerek kalmayacaktır. Ülkenin entellektüel kapasitesinin eritilmesi, "kendi kendini imha süreci" içinde bizzat yerel iktidar tarafından yürütülecektir. İlk ve orta eğitime yapılan gerici saldırılardan sonra üniversitelerin yönetsel özerklik ve bilimsel özgürlük alanlarına yapılan müdahalelerin başka bir anlamı yoktur. Boğaziçi Üniversitesi olayı da bunun uzantısından başka bir şey değildir. Üniversitelere olduğu kadar ülkenin genel düşünsel ortamına yapılan bu yoğun müdahalelerin, dışarıya beyin göçünü daha fazla kışkırtmaktan başka sonucu da olmayacaktır.

Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin üniversite ve bilimsel araştırmayla ilgili birçok dernek ve vakfın bir araya gelmesini sağlayarak tam dört yıl önce 7 Ocak 2017'de gerçekleştirdiği "Bilimsel Özgürlük ve Üniversite Özerkliği" toplantısının sonuç bildirgesinde "üniversiteler bilimsel yetkinlik yerine vasatlığın, özerklik yerine siyasi referansların prim yaptığı bir ortama sürüklenmektedir" tespiti yapılmaktaydı. Bu bildirgenin mürekkebi kurumadan, Şubat 2017'de yüzlerce nitelikli akademisyen, sırf  imzaladıkları barış bildirisi nedeniyle üniversitelerinden koparıldılar, yargılandılar, hiçbir kamu kurumunda çalışamaz, bazı serbest meslekleri yapamaz duruma sokuldular. "Barış İçin Akademisyenler" olarak anılan imzacıların yurtdışına çıkışları dahi yasaklanarak bir "sivil ölüm"e reva görüldüler. 12 Eylül askeri darbe dönemini aratır bu hukuksuz baskılar sonucunda, gene de birçok akademisyen yurtdışına çıkışın yolunu bularak istemeden beyin göçünün girdabına kapılmış oldular. 

AKP iktidarı, kendi ideolojik hegemonyasını sağlamlaştırabilmek adına, ülkenin entelektüel/bilimsel kapasitesini imha sürecini sonuna kadar götürmeye kararlı gözükmektedir. Theodor Adorno'nun buna ilişkin iki özdeyişini hatırlatarak bitirelim: "Tahakkümün bir temel özelliği, kendisiyle özdeşleşmeyen herkesi sırf farklı olduğu için düşman kamptan saymasıdır". Ama, "Bilim itaatsız olana ihtiyaç duyar."

Oğuz Oyan / SOL

Erdoğan'ı aklama ittifakı: 'Erdoğan iyi, çevresi kötü' - SOL

 Ülkenin 18 yılına gericiliğin, piyasacılığın, maceracılığın ve emperyalizm taşeronluğunun damgasını birlikte vurdular ama bu da bazılarına yetmiyor.

AKP’den klonlama Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, son zamanlarda AKP ve MHP’yi eleştiren kişilere yöneltilen şiddet eylemleri ile ilgili olarak AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çevresini işaret etti. Erdoğan için “Erdoğan, şu an vesayet altında. 28 Şubat artıklarının vesayeti altında. Uyarıyorum, yakında Sayın Erdoğan da tasfiye edilecek” dedi. Davutoğlu, Erdoğan'ın saldırıya uğrayan Selçuk Özdağ'ı aradığında “Geçmiş olsun” demediğine de dikkat çekti. 

Davutoğlu’na göre bunların sebebi, Tayyip Erdoğan'ın, 28 Şubatçıların vesayeti altında olması ve Cumhur İttifakı ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'den çekinmesi.

Bu durumda şiddeti kışkırtan kötü kim? Devlet Bahçeli. Davutoğlu da onu işaret ederek “Devlet Bahçeli, dört koalisyon teklifimi de reddetti. Bakan istedik, onu da vermedi. Tuğrul Türkeş, o zaman Bakanlık teklifimi kabul ederek Bahçeli'nin oyununu bozdu. MHP Genel Başkan Yardımcısı çok tehlikeli mesajlar veriyor. Bahçeli de kutuplaşma dilini körüklüyor. Türkiye'yi şiddet sarmalına dönüştürmeye çalışıyorlar. Bu gidişat, çok endişe verici” diyor. 

Haliyle 15 Temmuz’da olduğu gibi yine Erdoğan’a darbe yapacak olan kötüler var. Bu “dış kötüler” Davutoğlu’nun yeniden Erdoğan ile birleşmesine de imkân veriyor.

Davutoğlu da bu imkana dikkat çekerek şöyle devam ediyor: “Sayın Erdoğan’a benzer bir darbe teşebbüsü olsa yarın yanındaki herkes terk eder, ben orada olacağım, arkadaşlarım da orada olacak. 15 Temmuz’da Selçuk Özdağ Başbakanlık’taki Çankaya’daydı. Ama bugün yanında görünenlerin çoğu ertesi gün kuracakları dikta rejiminin hayalini kuracaklar. Sayın Erdoğan’ı uyarıyorum.”

Sıkışınca sorumlusu Erdoğan

Halbuki aynı Davutoğlu, AKP’ye rakip olacağı anlaşılınca kendisine yakın bir vakıf üniversitesine el koyulması üzerine tam tersini işaret eden bir açıklama yapmıştı. El konulan üniversite Şehir Üniversitesi’ydi. Davutoğlu AKP’nin bu kararı üzerine, “Artık ‘Cumhurbaşkanı iyi ama çevresi kötü’ aldatmacasının daha fazla savunulacak hali kalmamıştır. Türkiye’deki adaletsizliğin, hukuksuzluğun, yasakçılığın, baskının, kötü yönetimin sorumlusu bizatihi Erdoğan’dır; çünkü çevresini bu odaklarla dokuyan da bizzat kendisidir. İktidarın yolu da yol arkadaşları da ortada” demişti.

Türkiye’de siyasal söylem halkın unutkanlığı üzerine kurulu. Bu “aslında kötülükleri yapan Erdoğan değil” argümanını da sıcak tutuyor. 

“Erdoğan iyi çevresi kötü”, Erdoğan ne zaman yanlışlığı açık bir iş yapsa ortaya atılan argüman. Kürt meselesinde masayı devirince “hayır niyeti o değildi, kandırdılar onu ondan, yoksa açılım yapacaktı” diyorlar. Gazeteciler içeri atılınca Cemaatin bunu Erdoğan’ı zor durumda bırakmak için planladığını söylüyorlar. Hukuksuzluk? Yargı sistemine verilen yetkilerin kötü kullanılmasının bir sonucu.

‘FETÖ’ her kötülüğü aklıyor

“FETÖ” ile mücadeleden dış politikaya, ekonomideki başarısızlıklardan yargıdaki akıl almaz kararlara kadar izahı zor her durumda AKP'ye yakın kalemler sorunun Erdoğan'dan değil çevresinden kaynaklandığını ve Erdoğan'ın yalnız bırakıldığını savunan yazılar kaleme alıyor.

Bunun Doğu Perinçek ve Soner Yalçın gibi dış çeperdeki üreticileri de var. Soner Yalçın internet sitesinin yönetici ve yazarı Müyesser Yıldız’ın tutuklanmasının ardından yazdığı ‘Yeni elbise’ başlıklı yazıda, tutuklamaların asıl hedefinin AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan olduğunu yazmıştı. Müyesser Yıldız'ı tutuklayarak Tayyip Erdoğan’ı zor duruma düşürmek istiyorlardı!

Yalçın uzun zamandır “Erdoğan iyi çevresi kötü” iddiasının şampiyonluğunu yapıyor. YSK’nin Ekrem İmamoğlu’nun 13 bin oy farkla kazandığı İstanbul seçimlerini tamamen hukuksuz şekilde gasp ettiği 6 Mayıs tarihinden hemen bir gün sonra Sözcü gazetesinde yazdığı ‘Tarihsel blok’ başlıklı yazıda Erdoğan’ın başında olacağı ‘Türkiye İttifakı’ adlı tiyatroya katılmayan solcuları seçkincilikle ve emperyalizmin oyuncağı olmakla suçlamıştı.

“Erdoğan iyi, çevresi kötücülerin” karşı cephelerden birbirlerini Erdoğan’ın çevresindeki kötüler olarak tanımladıklarını söylersek abartmış olmayız herhalde.

'FETÖ olsa böyle yapardı!'

Türkiye’de çeşitli "muhalif" odaklar antidemokratik bir saldırı ile karşı karşıya geldikleri zaman, AKP ve Reisi Erdoğan’a “FETÖ olsa böyle yapardı” mesajı gönderiyorlar. Bu da "FETÖ"den Erdoğan’ın haberi olmadığı tezine dayanıyor ve Erdoğan’ın aslında masum olduğu iddiasını içeriyor. 

Halbuki Erdoğan’ın bütün bu iddiaları çürüten demeçleri var. “Ne istediler de vermedik” dedi mesela. “Gezi’de polise emri ben verdim” dedikten sonra dediğini unutup “Gezi’yi FETÖ’cü polisler ve Osman Kavala başlattı” yalanını ortaya attı. Bunun gibi “Ergenekon davasının savcısı benim” dediğini de unuttu ve bu davanın bütünüyle "FETÖ"nün bir kumpası olduğu tezine sığındı.

Mavi Marmara gemisini İsrail’in silahlı güçleri üzerine gönderdikten sonra işler sarpa sarınca “Giderken benden mi izin aldınız” diyebilen pragmatik bir şahsiyet ile karşı karşıyayız. 

Kaldı ki Erdoğan çevresini sürekli değiştiriyor. Yola çıktığı arkadaşlarını çoktan tasfiye etti. Ama buna rağmen yanlışlıklar da kötülükler de hız kesmeden devam ediyor. 

Erdoğan’ın her yanlışını “FETÖ”ye bağlama kolaycılığının bu kadar rağbet görmesinin asıl nedeni iktidarla uzlaşma kapısını açık bırakması. İki yönlü bir manipülasyon bu. İkinci yönü de iktidarın kendisine muhalefet eden herkesi “Fetöcülük”le suçlayıp ona göre muameleye tabi tutması. 

(SOL)

18 Ocak 2021 Pazartesi

'Erdoğan AB'den meşruiyet satın almaya çalışıyor' - SOL - Söyleşi

 Altuntaş söylenenlerin aksine Erdoğan'ın bir "demokratikleşme" için AB'ye taviz vermenin değil, tam aksine, daha rahat otoriterleşebilmek için AB'den meşruiyet satın almanın peşin olduğunu söylüyor.

Erdoğan’ın kuyruğu dik tutarak da olsa son haftalarda Avrupa Birliği’ne olumlu sinyaller veriyor. AB-Türkiye arasındaki diplomasi trafiği de gözle görülür şekilde arttı. Bu gelişmelerin ne anlama geldiğini Dayanışma Meclisi üyesi akademisyen Ekin Oyan Altuntaş Boyun Eğme dergisinin yeni sayısında değerlendirdi. BE'nin sorularını yanıtlayan Altuntaş söylenenlerin aksine Erdoğan'ın bir "demokratikleşme" için AB'ye taviz vermenin değil, tam aksine, daha rahat otoriterleşebilmek için AB'den meşruiyet satın almanın peşinde olduğunu söyledi.

Altuntaş'ın yanıtları şu şekilde:

Erdoğan iktidarının Avrupa Birliği ve üye ülkelere dönük görüşme trafiğinde son dönemde ciddi bir hızlanma var. Söyleminde de neredeyse yüz seksen derece bir değişiklik oldu. Bu değişiklikte ekonomik ilişkiler açısından en önemli muhatabın başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri olmasının payı olsa gerek. Siz bu manevrayı nasıl yorumluyorsunuz?

Erdoğan iktidarı, Avrupa Birliği’ne (AB) yönelik üst düzey görüşme trafiğini son iki ay içinde ciddi ölçüde arttırdı ve açık ki, 25-26 Mart Zirvesi'ne kadar da bu yoğun temas turlarını daha da hızlandıracak. Yoğun temas trafiğinin ötesinde, birkaç ay önce Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı olmadığını iddia eden ve zaman zaman AB liderlerine hakaret eden Erdoğan hiçbir rahatsızlık duymadan “Türkiye’nin Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası olduğu” ve “Türkiye’nin elini havada bırakmayın ve ilişkilerimizde yeni bir sayfa açalım” söylemine geçmiştir.

Bu tür radikal söylem değişikliklerinin Erdoğan’ın siyasi hayatında olağan bir yer teşkil ettiği saptamasını yaptıktan sonra nedenleri birbiriyle ilişkili iki gruba ayırmak faydalı olacaktır. Bunlar kısaca, hızlandırıcı dış etkenler ile birikmiş iç çelişkilerin yönetilememesi sorunudur. 

Hızlandırıcı Dış Etkenler: Bu gruptaki en esaslı dış etken, ana akım medya organlarında da sıkça dile getirildiği gibi ABD Başkanlık seçimlerini Demokrat Parti adayı Joe Biden’ın kazanmış olmasıdır. Biden’ın 20 Ocak 2021’de Başkanlığı devralmasından sonra emperyalizmin kurumsal işleyiş mekanizmaları ile ideolojik ortaklığını tekrar işlevsel hale getirme amacında olduğu ve “Transatlantik ittifak ağlarını” (emperyalist bloku) NATO ve AB üzerinden Rusya-Çin’e karşı yeniden işler hale getirmeye çalışacağı biliniyordu. 10-11 Aralık AB Zirvesi öncesinde çıkacak olası yaptırım kararına karşı NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in AB’nin çok hassas olduğu mülteci sorununu hatırlatarak Türkiye’ye destek vermesi ve 10-11 Aralık Zirve Sonuç Bildirgesi’nin Türkiye ile ilgili kısmında “AB, Türkiye ve Doğu Akdeniz'deki durumla ilgili konularda ABD ile koordinasyon arayışında olacaktır” kararının alınarak yaptırımların (AB literatüründeki ifade şekli ile “kısıtlayıcı önlemler”) 25-26 Mart 2021 Zirvesi’ne bırakılması, NATO ve AB’nin de bu yeni süreci beklediğini göstermekteydi. 

Emperyalist çarkların koordineli hareketine karşı Erdoğan iktidarı, iç politikayı konsolide etmekte yararlandığı ve zaten kendi sınırlarına ulaşmış militarist dış politikasının manevra alanının daralacağının farkındaydı. Bu bakımdan dış politikada yeni bir pozisyon almak zorunluydu. Zaten uluslararası neoliberal sistem ve hegemonik ilişkilerinin siyasi, askeri, iktisadi ve hukuki kural ve düzenleme araçlarına bağımlı olarak eklemlenmiş bir ülke olarak Türkiye, emperyalist blok örgütlenmesinde gerçekleşen değişimlerin dışında kalamaz. Bunlara ek olarak, Türkiye dış politikada cumhuriyet tarihinin en fazla yalnızlaştığı dönemi yaşıyordu ve çoklu sorunların somut sonuçları artık ötelenemeyecek bir aşamaya gelmişti. ABD’nin, Rusya Federasyonu’ndan alınan S-400 Füze Savunma Sistemi sebebiyle Türkiye’ye "Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası"nı (CAATSA) uygulayacağı kesinleşmişti ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs’la birlikte AB, Mısır, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler bloğuna karşı sürekli NAVTEX (seyrüsefer bildirimi) ilanıyla politika üretmek çok maliyetli hale gelmişti. Bunun dışında Libya, Suriye ve Irak’taki askeri angajmanların yarattığı birçok farklı sorun mevcuttu.   

Birikmiş İç Çelişkilerin Yönetilememesi: Saydığım gerekçeler Erdoğan iktidarının AB’ye yönelik söylem değişikliğinin konjonktürel koşullarını kurmuş olsa da değişikliğin asıl itici gücü içerideki iktisadi ve siyasi modelin iç çelişkilerinin birikiminin yönetilememesi ile geldi. Başka bir deyişle, yabancı sermaye akımlarına bağımlı iktisadi modelin sürdürülebilmesi için yüksek reel faiz sunma zorunluluğunun bulunması; net döviz rezervlerinin negatif bakiyeler vermesi; önemli bir kısmı AB üyesi ülke (İspanya, Hollanda, Fransa, Almanya) bankalarından alınmış dış borç yükü; artan cari açık; büyüyen iç açıklar; toplumsal buhrana dönüşmüş işsizlik; kara deliğe dönmüş geçiş veya kira garantili yap-işlet-devret modeli; kredi genişlemesi olmadan yüzdürülemeyen küçük ve orta büyüklükteki (ağırlıkla AKP’nin seçmen kitlesini oluşturan) işletmelerin artan memnuniyetsizliği; yeniden geçilen reel faiz uygulamasına TOBB üzerinden bazı sermaye çevrelerinin itirazlarının yükselmeye başlaması; farklı sermaye fraksiyonlarının birbiriyle çelişen çıkarlarının baskısı; halk sağlığı krizi ve tüm bunların bileşiminde artan sınıfsal öfkeye karşılık AKP-MHP koalisyonun yönetebilme kapasitesinin giderek düşmesidir. İktidarın devamlılığı için gerekli dinci-milliyetçi meşruiyet üretiminin yetersiz ve hantal kaldığı bu aşamada Erdoğan’ın yeni otoriterleşme hamleleri için dış meşruiyet arayışı arttı. Üstelik AB üzerinden kazanılacak meşruiyet, olağanüstü seviyedeki parasal genişleme ortamında reel faiz getirisi arayan yabancı sermayeye de güvence vermiş olacaktı. 

Sonuç olarak Erdoğan, iktidarının bekasını korumak için uzun zamandır ihtiyaç duymadığı kadar çok dış meşruiyetini güçlendirmeye ihtiyaç duymaktadır. Erdoğan’ın AB’ye yönelik söylemlerinde yüz seksen derece değişiklik yapmasının nedeni, zaten işlemeyen ve işlememesi iki taraf için de sorun olmayan kitlenmiş üyelik sürecinin canlandırılması değildir. Bunun yerine, emperyalist bloğun birleşik yaptırımlarından kaçarken bu bloğun küresel standartları koyabilme gücüne sahip örgütlü gücü olan AB’ye güvenceler (ayrıca Doğu Akdeniz’de jeopolitik geri çekilme, Antalya Körfezine çekilme gibi) sağlayıp, karşılığında AB’nin meşruiyet kaldıracıyla iktidarının sürdürülmesinin araçlarını sağlamaktır. Bu meşruiyet hem dışarıdan sermaye akışını kolaylaştıracak, hem de içeride “eski AKP” hayalini satan AKP’den kopmuş küçük partilerin söylemlerini ellerinden alacaktır. Ayrıca, pazarlık karşılığı satın alınan dış meşruiyet, içeride rejim konsolidasyonu için sertleşecek otoriterleşmenin emperyalizmin efendileri tarafından görmezden gelinmesini de sağlayacaktır. 

Erdoğan’ın AB’ye yönelik yeni söylemleri hemen AB kurumları ve Fransa-Almanya tarafından sahiplenilmiştir. Hizaya çekilmiş ve en nihai aşamada kapitalizmin ortak çıkarına hizmet eden bir iktidara yardım etmek için emperyalistlerin her zaman uzatacakları bir elleri vardır. Kapitalist “ontoloji” bunu gerektirir. 

'AB hiyerarşik ve hegemonik bir yapılanmadır'

Pandemi Avrupa Birliği üyesi ülkeler arasındaki, özellikle merkez ve çevre ülkeler arasındaki çelişkileri de fazlasıyla ortaya çıkarmış oldu. Somut olarak Brexit gibi örnekler de bu emperyalist birliğin çatırdamaya başladığının işareti olarak görülebilir. AB'nin geleceği ile ilgili ne gibi öngörüleriniz var? 

AB’nin geleceğini öngörebilmek için öncelikle bu örgütün niteliklerini tanımlamak gerekir.   

AB İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD liderliğinde örgütlenen kapitalist üretim modelinin (1980’lerden itibaren neoliberalizmin), küresel etki yaratan, bölgesel bir bütünleşme örneğidir. Örgütün temelini serbest piyasa merkezli ekonomik entegrasyon oluştururken, harcını anti-komünizm, liberalizm, hukukun üstünlüğü ilkesi, demokrasi, temel hak ve özgürlükler oluşturur. Friedrich Von Hayek’in hayal ettiği gibi piyasa temelli bir toplum inşası örneğidir. AB hakkındaki ana akım çalışmalar, AB’nin temeli ile harcını birbirine eşdeğer kılmaya ve hatta harcın kendisini temele öncelemeye çalışırken AB’nin ana niteliğini, yani temelindeki kapitalist üretim modeli ve ilişkilerini göz ardı ederler. AB temel olarak bir taraftan sermaye birikimini ve kâr maksimizasyonunu sürekli kılacak stratejiler geliştirir ve bunları standartlara bağlarken diğer taraftan bu modelin yapısal çelişkilerinden kaynaklanan krizlerini yönetmeye, kapitalist sınıfın birliğini korumaya ve emek örgütlenmelerini-taleplerini kontrol altında tutmaya çalışır. AB hiyerarşik ve hegemonik bir yapılanmadır ve başta emek-sermaye çelişkisi olmak üzere kapitalizmin yapısal çelişkilerini, bağımlı sömürü ilişkilerini ve sürekli borç yaratan iktisadi ilişkileri AB içi çevre ülkelere veya AB dışı ülkelere anlaşmalar yoluyla ihraç etmeye çalışır. AB bir sermaye ve lobiler örgütüdür. Günümüzde Brüksel’de faaliyet gösteren yüzlerce lobi şirketi ve binlerce lobi çalışanı (25 bin civarı) AB’nin ulusüstü kurumları olan AB Komisyonu, Parlamentosu ve Adalet Divanı’nda neredeyse hiç görünmeden küresel tekelleri temsil eder ve onların çıkarı için karar alınmasını sağlarlar.  

'AB’nin geleceğini emperyalistlerin paylaşım mücadelesi belirleyecek' 

AB’nin geleceği için öngörü yapmam gerekirse, Birliğin geleceğini bu niteliklerde yaşanılacak yapısal bir değişikliğin belirleyeceğini söyleyebilirim. Kapitalizmin çelişkileri biriktikçe emperyalistler arası paylaşım mücadelesi artacaktır ve AB’de somutlaşan kapitalist birliğin temellerini zayıflatacaktır. Bununla birlikte, şu ana kadar AB’nin ulusüstü kurumsal yapısının küresel çapta etki doğuran hukuk kuralı yaratma kapasitesi, yetki devri sayesinde emek-sermaye çelişkisinin siyasi sonuçlarını (aşırı sağ veya sosyalist bir hükümet olasılığı) sistemin işleyişini engellemeyecek şekilde kontrol altında tutmayı başarması ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi bağımlı devletlere müdahale edip onları yönlendirebilme avantajı sona ermiş değil.  

Gerek Avrupa Birliği bünyesinde güçlenen çelişkiler, gerekse Türkiye'nin siyaset ve ekonomi alanında biriktirdiği sorunlar ışığında bakıldığında Türkiye'nin AB'yle ilişkilerinin istikrara kavuşması mümkün görünüyor mu? Dahası, bu ilişkilerin Türkiye ekonomisinin krizine bir çıkış yolu ve istikrar sunma ihtimali var mı?

Aslında AB’nin kendi kuruluş tarihine neredeyse eş zamanlı 62 yıllık bir üye olamama hikâyesi ile Türkiye-AB ilişkisi, Türk dış politikasının en istikrarlı olduğu konulardan biri olmuştur. 1996 Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesiyle pratikte üyelik süreci sona ermiş olsa da, Türkiye’nin neden üye olamayacağının temel çerçevesini çizen 1989 tarihli AB Komisyonu’nun “Görüş” (Avis) raporu neredeyse 32 yıldır her önemli belgede tekrar edilmektedir. Son yıllarda gerçekleşen AB Zirvelerinde üyelik süreci o kadar geri plana düşmüştür ki, olağan tekrarların yapılmasına bile gerek kalmamıştır.  

Üyelikle ilişkili süreçten ayrı olarak Türkiye ile AB arasında süregelen ekonomik ve siyasi ilişkilerin de çok istikrarsız olduğunu söyleyemeyiz. Olağan Yunanistan ve Kıbrıs konuları ve zamanın koşullarına göre değişen ve bazen çok acil düzenleme gereken ama en nihayetinde sistem içi kalan sorunlar (mülteci ve göçmen sorunu, Doğu Akdeniz deniz yetki alanları gibi) dışında, Türkiye-AB ilişkilerinin istikrarlı bir rota izlediğini söyleyebiliriz. 

Türkiye-AB ilişkilerinin Türk ekonomisinin krizine bir çıkış yolu sunma ihtimali ise bulunmamaktadır; çünkü zaten Türkiye’nin neoliberal küreselleşmeye bağımlı bir model olarak eklemlenmesinde, AB, emperyalist işleyişin kurumsal düzenleyici mekanizmaları olan IMF ve Dünya Bankası ile koordineli şekilde çalışmıştır. AB’nin hazırladığı 2001, 2003, 2006 ve 2008 tarih Katılım Ortaklığı Belgeleri ekonomik kriterler bölümünde de yazdığı gibi, “tütün ve şeker başta olmak üzere tarım ve enerji alanlarında piyasanın serbestleştirilmesine devam edilmesi”; “kamu işletmelerinin özelleştirilmesinin hızlandırılması”; “doğrudan yabancı yatırım girişinin kolaylaştırılması” ve “işgücü piyasasının esnekleştirilmesi” gibi talepler bunlardan bazılarıdır. 

'Erdoğan'ın reform söyleminin hedef kitlesi sermaye sınıfı'

Erdoğan şimdi yeniden piyasaya sürdüğü "reform" söyleminde Avrupa Birliği'ni de bir tür meşruiyet kaynağı olarak görüyor olabilir mi? Peki sizce Türkiye halkının gözünde AB'nin böyle bir meşruiyeti var mı?

Erdoğan’ın “reform” söylemi aslında Türkiye halkına yönelik bir meşruiyet arayışından ziyade küresel kapitalizmin kurallarına bağlılığını gösterme ve iktidarının devamlılığını sağlayacak daha fazla otoriterleşme için meşruiyet kazanma arayışıdır. Kısacası reform söyleminin hedef kitlesi Türk halkı değil sermaye sınıfı ve emperyalist bloktur ve pazarlık, demokratikleşme üzerinden değil anti-demokratikleşme için daha fazla manevra alanına sahip olabilmek üzerinden yapılmaktadır. 

Türkiye halkı nezdinde AB’nin meşruiyeti 2000’li yıllarda olduğu gibi değildir. Toplumsal bir buhran aşamasına dönüşmüş ekonomik krizin, 1990 ve 2000’lerin aksine üyelik yanılsaması yaratacak cazibesi bile kalmamış AB üzerinden örtülmesi pek mümkün görünmemektedir.  

Bu diplomatik trafiğe dair Dışişleri Bakanlığı'nın, Cumhurbaşkanı'nın, yine aynı şekilde AB'nin yaptığı açıklamalar var. Burada pek öne çıkmayan bir konu ise geçtiğimiz yıllarda aslında utanç verici bir pazarlığın konusu olmuş olan mülteciler. Sizce AB-Türkiye arasındaki olası bir yakınlaşmanın mülteciler ve yaşam, çalışma, barınma gibi hakları açısından ne gibi sonuçları olabilir?

Bir tehdit aracı olarak zaman zaman dışsallaştırılsa da, son yıllarda AB ile Türkiye arasındaki işbirliğinin işlevsel olarak ilerlediği tek önemli politika alanı sığınmacıların durumu olmuştur. Aslında hem Türkiye hem AB üyesi ülkelerin dahlinin olduğu Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin sonucunda başlayan yoğun mülteci akımı hız kesmiş bir durumdadır. Her ne kadar Türkiye üzerinden Avrupa’ya yönelik düzensiz göç devam etse de, 18 Mart 2016 tarihinde Türkiye ile yapılan mutabakat koşullarına göre AB’nin eli görece daha rahattır. Şubat 2020 tarihinde Erdoğan’ın teşvikiyle binlerce kişinin Yunanistan sınırına yığılması krizi de AB açısından korkulandan daha kolay yönetilebilmiştir.  

'AB ve Türkiye sığınmacı emeği sömrüsünde ortak'

Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince bağlamında, Avrupa ülkelerinden kaçan kişiler dışında kimseye mülteci statüsü tanımamaktadır. Türkiye’ye gelen sığınmacılar Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne başvurduktan sonra üçüncü bir ülkeye yerleşinceye kadar geçici koruma statüsü elde etmektedirler. AB uzunca bir süre Türkiye’nin coğrafi çekincesini kaldırtmaya çalışsa da bu politikasında başarılı olamamıştır. Bu sebeple AB’nin temel politikası, mülteci statüsü olmasa da geçici koruma altındaki sığınmacıların mümkün olduğunca Türkiye’de kalmalarını sağlamak olmuştur. 2016 yılından beri işletilen ve sığınmacıların sağlık, eğitim, sosyal yardımlar gibi hizmetlere erişimi için maddi destek içeren Mülteciler için Mali Yardım Programı’nın (FRIT) nihai sözleşmesi 17 Aralık 2020’de AB ve Türkiye arasında imzalanmıştır. 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz, AB-Türkiye arasında sığınmacıların durumuna ilişkin konular, ikili arasındaki diğer siyasi ve ekonomik anlaşmazlıklardan ve yakınlaşmalardan görece bağımsız bir kulvarda ilerlemeye ve her iki tarafın da sığınmacılara yönelik ortak emek sömürüsü politikası hız kesmeden devam etmektedir.   

'Avrupa Halkları AB kararlarını takip edemiyor'

Birliğin ideolojik temellerinden birini de antikomünizm oluşturuyor. Belki araya pandeminin girmesiyle bu başlığın görünürlüğü azaldı; ama aslında yıllardır Birlik ülkelerinde komünist siyasete dönük saldırılar, yasaklama ve baskı girişimleri devam ediyor. Bununla tutarlı olarak emek düşmanlığı belirginleşiyor, emekçilerin örgütlü tepkilerine dönük baskıcılık artıyor. Bu tabloda AB demokrasisi nerede?

AB demokrasisinin nerede olduğu AB içinde de uzun zamandır tartışılan bir konudur. Gerçi bu tartışmaların odağı, kapitalist üretim ilişkileri ve sınıf siyaseti bağlamında demokrasinin araçsallaştırılması değil, demokrasisinden şüphe duyulmayan AB’nin ulusüstü kurumlarının yetki alanlarının artmasına bağlı olarak oluşan demokrasi açığı kaygısıdır. Bu kaygı da gereksiz aslında; çünkü hem kapitalizmin sürdürülmesinde demokrasi zorunlu bir yönetim şekli değildir hem de AB karar alma mekanizmaları zaten demokrasinin işlememesi üzerine kuruludur. 

AB bir tekeller ve lobiler örgütüdür. Neoliberal küreselleşme sürecinde sermaye, serbest dolaşımını yavaşlatacak her türlü bürokratik ve kurumsal engeli azaltırken AB’nin ulusüstü kurumlarının (AB Komisyonu, Parlamentosu ve Adalet Divanı) yetki alanı arttırılmaktadır ve bu kapitalizmin işleyişi bakımından bir çelişki değil tam da olması gereken şeydir. AB içinde karar alma mekanizması, AB Komisyonu’nun bir önerge hazırlaması ile başlamaktadır ve bu aşamada açık veya gizli tekellerin bir ittifak ağı ile kurdukları lobilerin hazırladığı teknik raporlar (Tek Senet, Maastricht, yeşil mutabakat…vb.) kullanılmaktadır. Komisyon’dan çıkan önerge, olağan yasama usulü çerçevesinde yetkisi güçlendirilmiş ve halkın temsilcisi görüntüsü ile meşruiyeti arttırılmış olan AB Parlamentosu (705 vekil) ile çoğunlukla nitelikli çoğunluğa dayalı karar alan uluslararası nitelikteki AB Konseyi’nin onayına gitmektedir. Avrupa halklarının çoğunlukla takip etmediği karmaşık AB kararları, siyasi maliyet ödeme zorunluluğu olmayan ve hatta lobi şirketleri ile organik bağ kuran AB teknokratları tarafından hazırlanmakta, 25 binden fazla lobi çalışanı ile çevrelenmiş AB karar alma organları tarafından onaylanmakta ve Adalet Divanı’nın içtihatlarıyla genişlemektedir. Bu mekanizmayı bu röportaj sınırları dahilinde ayrıntısıyla tarif etmemize imkan yok ama şöyle bir sonuçtan bahsetmek mümkün: AB Hukuku-mevzuatı çok az maliyetle ve orantısız bir meşruiyetle (AB’nin askeri değil ekonomik bir yumuşak güç olduğu anlayışı, ulusüstülüğün ulus ve sınıf çıkarlarından azade bir görüntü vermesi ve temel haklar, demokrasi ve yargı bağımsızlığının yılmaz savunucusu olarak düşünülmesi) sadece Avrupa’da geçerli standartlar dizisi yaratmamakta aynı zamanda giderek küresel kapitalizmin standartlarını da belirlemektedir. Bu sebeple, AB sadece Avrupa içi değil, Amerika veya Japonya da dâhil olmak üzere sermayenin ortak çıkarlarını uluslararası standartlar haline getiren devasa bir sermaye ittifakı ağı gibi çalışmaktadır. Aslında bu bakımdan kapitalizmin demokrasi anlayışının da en iyi temsilcisidir.    

Boyun Eğme'de bu hafta: Avrupa Birliği emekçi düşmanıdır

Haftalık siyasi dergi Boyun Eğme’nin 248. sayısı, “Avrupa Birliği Emekçi Düşmanıdır” manşetiyle bugün okuyucuyla buluşuyor. İktidarın son dönemde hızlı bir şekilde yaptığı Avrupa Birliği ile yakınlaşma manevrasını kapağına taşıyan dergi, bu manevranın ekonomik ve politik düzlemdeki olası etkilerini ve Avrupa Birliği’nin geleceğini Dayanışma Meclisi üyesi akademisyen Ekin Oyan Altundaş’a soruyor. 

MELEK İPEK Mİ SUÇLU, BU DÜZEN Mİ

Bu hafta kadın sayfasında, kendisine ve çocuklarına sistematik şiddet uygulayan eşini, cinayete teşebbüs ettiği anda öldürmesiyle geçen hafta kamuoyunun gündemine oturan Melek İpek var. Devleti, siyasetçileri ve hukuk sistemiyle bu düzenin işlenen cinayette gerçek suçlu olduğuna işaret eden Boyun Eğme, kadınlara yalnız olmadıklarını, Kadın Dayanışma Komiteleri'nin her tür dayanışma için kadınları beklediğini hatırlatıyor.

MEMLEKET UMUT DOLU

Geçtiğimiz hafta boyunca Türkiye’nin en ücra köşelerine bile komünist şair Nâzım Hikmet’i ve beraberinde temsil ettiği umudu, mücadeleyi ve insanlığı taşıyan Solcu Liseliler, Nâzım Hikmet Haftası’nda yaptıklarını Boyun Eğme dergisine anlatıyor. 

DİYARBAKIR’IN HUZUREVLERİ’NDE MÜCADELE BÜYÜYOR

Boyun Eğme bu hafta okurlarını, Diyarbakır’ın göbeğinde özellikle kadın nüfusuyla bir emekçi mahallesi olan Huzurevleri’ne götürüyor. Çocuklar için tek bir oyun alanının bile olmadığı mahallede çocukların satranç öğrendiği, resim yaptığı, kitap okuduğu bir adres haline gelen Huzurevleri Semt Evi, aynı zamanda faturaların el yaktığı şu günlerde buna karşı örülecek mücadeleyi de gündem ediyor. Semt evinin sürdürdüğü diğer çalışmalar, takvimindeki hedefler ve mücadele başlıkları Boyun Eğme’nin 248. sayısında.

TACİZCİ BAŞHEKİM, PAMUKKALE TURİZM VE DOĞA KOLEJİ

Derginin Emek-Sermaye sayfalarında bu hafta, geçtiğimiz günlerde taciz skandalıyla gündeme gelen başhekimi örgütlü eylemleriyle istifaya zorlayan İzmir Devlet Hastanesi’nin sağlık emekçileri var. Bunun yanında ödenmeyen maaşları için PE Dayanışma Ağı’nda yan yana gelen Pamukkale Turizm işçileri ve geçtiğimiz hafta Türkiye Komünist Partisi’nin yaptığı “Doğa Koleji Devletleştirilsin” çağrısına bir mektupla karşılık veren bir Doğa Koleji öğretmeni de bu haftaki Boyun Eğme’de.  

Boyun Eğme dergisini mahallenizdeki semt evlerinden, TKP bürolarından, NHKM’lerden ve kitabevlerinden edinebilirsiniz.


SADAT ile silah devrinin bir ilgisi var mı? - Erk Acarer / BİRGÜN

Kurucusu 28 Şubat sürecinde emekli edilen Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin olduğu SADAT Güvenlik A.Ş’nin altında Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) ve Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırma Derneği (ASSAM) yer alıyor. 

Tanrıverdi, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanı olarak da uzun süre görev yaptı.

SADAT’ın kontrgerilla faaliyetleri içinde bulunduğu ve Erdoğan için özel ordu kurma girişiminde olduğu iddiaları gündemden hiç düşmedi. SADAT Güvenlik, bu iddiaları yıllardır yalanlıyor. Şirketin kuruluş amacını, özetle ‘dost ve müttefik ülkelerdeki asker ve polis teşkilatlarına danışmanlık ve lojistik destek hizmeti vermekle’ sınırlıyor.

YERLİ-MİLLİ DANIŞMANLIK

Güvenlik şirketinin, iddiaları yalanlarken şu ifadeleri kullanıyor olması ise ilginç: “Unutulmaması gereken, bir husus şudur ki SADAT A.Ş. Türkiye’de ve İslam Dünyası’nda yerli ve milli olarak faaliyet gösteren ilk ve tek askeri danışmanlık şirketidir.” Yeterince çelişkili değil mi?

SADAT, “Bizim eğitim kampımız olduğu iddiaları da yalandır” diyor. Bu açıklama doğru olabilir! Ama zaten klasik anlamdaki ‘kamp faaliyetleri’ geride kaldı mı? Bugün, 12 Eylül öncesindeki ülkücü komando kampları gibi alanların yerini başka faaliyet alanları aldı.

KAMPA GEREK VAR MI?

ASSAM ve ASDER ile saçaklanan SADAT, dalış kurslarından paintball organizasyonlarına, poligonlardaki atış eğitimlerine kadar pek çok faaliyeti, kurumsal olarak bünyesinde taşıyor. Bunların hepsi eğitim alanlarıdır. Anımsatalım, IŞİD, Antep’te paintball müsabakaları düzenliyor, İstanbul’daki ormanlık yerlerde atış eğitimleri yapıyordu. Kampları yoktu!

AİHM YERİNE İİHM’Mİ?

4. Uluslararası ASSAM İslam Birliği Kongresi 12-13 Aralık’ta gerçekleştirildi. Pandemi nedeni ile sanal ortamda yapılan kongre basında yer aldı. Sonuç bildirgesi, önceki 3 kongrenin ötesine taşındı. Bölgesel İslam Devleti Federasyonu’nun ana hatları çizildi.

Türkiye’nin etkin rolde olduğu İslam Birliği yapılanması, 61 Müslüman ülkenin birleşmesi ile sağlanacak ve tepede bir ‘başkanın’ olduğu 9 federal yönetimden oluşacakmış! Bu ülkeler, Avrupa’dan Afrika’ya kadar uzanıyor. Bosna Hersek ve Arnavutluk da var, Libya da. Dini belli! Yönetim şekli belli! Ortak dış politika anlayışı ve ekonomik işbirliği ortaya konacak.

Yapılanmanın, bir para birimi olacak, bir parlamentosu bulunacak. Ayrıca yargı sistemi teşkil edilecek. SADAT, yapılanmanın tanımını özetle şöyle yapıyor: “Asayiş ve iç güvenlik için teşkilatlanma, dış güvenlik için ortak savunma, ortak politikalar, ekonomik işbirliği, insan hakları ve ceza mahkemelerinden oluşan yargı sistemi tesisi…”

SADAT, Türkiye’nin etkin rolde olduğu bir İslam Birliği yapılanmasından söz ediyor, bunun adını; ‘Bölgesel İslam Devleti Federasyonu’ olarak veriyor, askeri ve kolluk faaliyetleri açıklıyor. İdari ve ekonomik olarak detaylı bir tablo çiziyor. Yargı dağıtıyor! Türkiye’nin başını çektiği 61 ülkeyi örgütleyeceğini söylüyor ama Türkiye’de faaliyet göstermediğinde ısrar ediyor!

7 Ocak’ta, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ve Emniyet Taşınır Mal Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik Resmi Gazete’de yayımlandı. Buna göre ‘terör ve toplumsal olaylarda’ TSK’ye ait silah ve taşıtlar, bakan onayıyla Emniyet ve MİT’e devredilebilecek.

Değişikliğin, 'olası toplumsal taleplerin bastırılması ve iktidarın bekasının her şekilde korunmasını’ esas aldığını söylemek yanlış olmaz! Kurumlar arası ortak bir çalışmadan söz edilse, endişe verici bir durum ortaya çıkmayacaktı. Yasa, kamuoyu ve muhalefette eksik tartışıldığı gibi bir maddenin üzerinde de hiç durulmadı.

Yönetmelikteki ‘Taşınır mal işlem belgesi düzenlenmeyecek mallar’ maddesine; ‘Milli Savunma Bakanlığı (MSB) ve İçişleri Bakanlığı’nca uluslararası anlaşmalara dayanılarak dost veya müttefik ülkelere ve bu ülkelerde bulunan kamu veya özel nitelikli kurum ve kuruluşlara mal ve hizmetin yardım olarak verilmesi maksadıyla tedarik edilecek taşınırlar’ bendi de eklenmişti.

Buna göre uluslararası anlaşmalara dayanılarak ‘dost ve müttefik’ ülkelere taşınır mal işlem belgesi olmaksızın taşınır malların sevkıyatı yapılabilecek. Ortaya çıkan 2 sorunun yanıtını kamuoyuna bırakalım. Birincisi, TSK’nin envanterindeki ağır silahlar ya da tankları hangi personel kullanacak ve bu eğitim nasıl verilecek?

Dost ve müttefik ülke tanımından 61 İslam ülkesi mi çıkıyor? SADAT’ın 4. Uluslararası ASSAM İslam Birliği Kongresi için söz konusu ülkelerin bütün askeri envanterini en ince detayına kadar çıkarmış olmasının konuyla bir ilgisi var mı?

Çıkan yasa ve Türkiye’de yürütülen faaliyetlere bakınca 2 şeyi de aynı anda görüyoruz. İktidarın içeride, her ne olursa olsun varlığını sürdürme ısrarını ve dışarıda, savaş ya da işgal girişimlerinden vazgeçmeyeceğini! ‘Taşeronlar’ ve ‘ekipler’ konunun kapsamından azade değil!

Erk Acarer / BİRGÜN

Pusuda duran çeteler bu düzenin bekçisi - Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

Türkiye’nin yakın tarihi sağ siyasetçilerin hedef gösterme ve kitleleri kışkırtma eylemlerinin ne denli hazin sonuçlar ortaya çıkardığının örnekleriyle dolu. 

Yaralama ve ölümlerle sonuçlanan nice eylemin faili, sağ siyasetin kahraman listesine yazılırken; hedef gösterenler hiçbir zaman sorumluluk almadı aksine inkâr edişlerini bir mertlik olarak sundular. 

Türkiye sağcılaştıkça bu kanlı tarihin üzeri örtülüverdi. 

Sağın “vurucu güçlerine” emir verenler ahir ömürlerinde “bilge siyasetçi” ilan edilmekle kalmadı bugün kendisine muhalif diyenler tarafından da hayırla anıldılar. 

Daha da vahim olan sicili kabarık sağcıların düzen içi muhalefet tarafından politik makamlarla ödüllendirilmesi. Bu durumun basit bir belleksizlik hali olmadığı, toplumu İslamcı-milliyetçi çizgide dönüştürme projesine hizmet ettiği ise muhakkak.

Son dönemde peşi sıra yaşadıklarımız “vurucu güçlerin” geçmişte kalmadığının kanıtı niteliğinde. AKP-MHP ittifakının kurulduğu günden bu yana muhalif siyasetçiler, gazeteciler, sanatçılar yalnızca yargı yolu ile değil sopa ile de susturulmaya çalışılıyor. Kimi evinin önünde kıstırılıp dövülüyor, kimi program çıkışında saldırıya uğruyor, kiminin adres ve telefon bilgileri troller aracılığıyla etrafa saçılıyor. Politik bir amaçla yapıldığı belli olan bu saldırılar kayıtlara genellikle birer adi vaka olarak geçiyor; failler ya hiç yakalanmıyor ya da en fazla adli kontrolle serbest bırakılıyor.

MHP’den kopup İyi Parti saflarında siyaset yapanlar uzun süredir saldırılara maruz kalıyorlar. Ekim 2018’de, Bahçeli’nin şimdilerde “evine dön” dediği Akşener’in konutu önünde bir gece yarısı MHP’lilerin sloganlarla İyi Parti liderine gözdağı vermeye çalışması bir son değil başlangıçtı. Akabinde Yavuz Selim Demirağ, Ahmet Takan, Sabahattin Önkibar, Murat İde gibi isimler saldırıya maruz kaldılar. Bu milliyetçi yazarların ortak yanı MHP’yi ve özellikle de Bahçeli’yi eleştirmeleriydi. Aynı nedenle yerel basında da çok sayıda gazeteci tehdit edildi ya da işinden oldu. Hükümet göstermelik soruşturmalar dışında hiçbir şey yapmadı. Yaptıklarının yanına kâr kalacağını bilen çeteler de kaldıkları yerden saldırılarına devam etti.

Gelecek Partisi Gn. Bşk. Yrd. Selçuk Özdağ’ın Bahçeli’yi eleştirmesi sonrasında MHP Gn. Bşk. Yrd. Semih Yalçın tarafından adeta hedef gösterilmesi ve evinin önünde hastanelik edilmesi ikinci dalganın başladığının göstergesiydi. Aynı gün gazeteci Orhan Uğuroğlu da saldırılardan payını aldı. Artık olup bitenleri, salt MHP – İyi Parti rekabeti ile açıklamak yeterli değil. Bahçeli’ye, Erdoğan’a muhalif olduğu günleri hatırlatan ve milliyetçi-ulusalcı tabanda etkisi olan kim varsa çetelerin gözdağı listesine dahil ediliyor. Belli ki Bahçeli, Cumhur İttifakı öncesinde AKP’ye ve Erdoğan’a söylediklerinin tamamen unutulmasını istiyor.

Silahlı sopalı çetelerin sahaya sürülmesi iktidar blokunun tabanında yaşanan erimeyle doğrudan ilişkili. MHP’liler iktidarlarının risk altında olmadığını göstermek adına her gün bir başka grubu açıkça tehdit ediyorlar. AKP’nin bu tehditlere seyirci kalması ya da düşük perdeden tepki vermesi MHP’nin elini güçlendiriyor. Bir diğer yandan, ittifakın ilelebet süreceğini ilan eden Bahçeli, bu tehditlerle iktidar bloku içindeki gerilimleri örtmenin yollarını arıyor. Örneğin HDP’nin kapatılması konusunda ortaklar arasında anlaşmazlık olduğunu ileri süren Mustafa Balbay’ın, bu ve benzeri konuyu işleyen KRT ve Halk TV gibi kanalların Bahçeli’nin hedef tahtasına oturtulması bundan.

Üst üste gelen saldırılara “sağcılar birbiri ile hesaplaşsın, bize ne” diyerek bakan varsa yanılıyor. Kılıçdaroğlu’na yönelen Çubuk’taki linç girişimini, Çakıcı’nın tehdit mektuplarını, Barış Atay’a yapılan saldırıyı ve daha birçok benzer örneği anımsamak bile içinde olduğumuz sürecin sağ içi kavgaya indirgenemeyeceğinin birer göstergesi niteliğinde. Pusu kuran, namertçe saldıran grupları “durumdan vazife çıkaran heyecanlı tipler” olarak nitelemek ise doğru değil. O çeteler bugün iktidarın etrafında kümelenen ilişki ağının somut birer parçası. Kendiliğinden değil moda deyimle “düğmeye basıldığı” için harekete geçiyorlar.

Düzen içi muhalefet, bu çeteleşmeye karşı mücadele verme kararlılığını maalesef gerektiği kadar gösteremiyor. Geçmiş olsun ziyaretleri ve kınama sözcükleri dışında bütünlüklü bir pozisyon alamıyor. Bu saldırıların aynı zamanda iktidarı bırakmama çabasının bir ürünü olduğunu kavrayamıyor. Öyle olsa, bu linç ve saldırılara geçmişte yol verenleri baş tacı etmeyi sürdürmez.

Doğan Öz, Ümit Kaftancıoğlu, Cavit Orhan Tütengil ve daha nicesini sağcı şiddete kurban vermiş bu ülkenin tarihinden ders çıkarmadan bugünün aydınını, politikacısını, gazetecisini koruması mümkün değil.

Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

Adnan Oktar’ın siyasi ayağı var mı? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

İstanbul sabırsız bir insan gibi. Sessizliğin gölgesinde sanki beyaz örtülerini bekliyor. Havada uçuşanlar toz taneleri değil. Birazdan yağacak olanın habercisi. Sokaklar boş. Kar, bu kez ayak izlerinden ayrı kalacak.

Cumartesi günü, Adnan Oktar Davası’nda mağdur ve şikâyetçi olanların yaptığı basın açıklamasını izlemeye gittim. 11 Ocak’ta İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararın ilk aşama olduğunu söylüyorlardı. Gelecek yeni bir davayı haber veriyorlardı. Öte yandan Oktarcıların faaliyetlerine halen devam ettiğini anlatıyorlardı. Grubun, tutuksuz ya da firari mensuplarıyla özellikle sosyal medyada çalışmalarını sürdürdüğünü söylüyorlardı. Örgütten şikâyetçi olanların özel hayatlarına yönelik, sistematik karalamalar yapıldığını aktarıyorlardı. Bu nedenle iki sosyal medya platformunun (Twitter ve Instagram) yöneticilerine dava da açmışlardı.

Yol boyunca, avukat Andaç Maraşlıoğlu’na davayla ilgili sorular sordum. FETÖ’den sonra bir dini cemaat daha “silahlı örgüt”ten hüküm giymişti. Olan biten, medyada sadece Adnan Oktar’ın aldığı “1075 yıl 3 ay hapis cezası” haberiyle yer bulmuştu. Oysaki savcılık mütalaası da mahkeme kararı da bundan daha fazla şey söylüyordu.

Her şeyi not aldıktan sonra son bir soru sordum: Bu kadar suç işlenirken, bunca şey olurken devleti yönetenler neredeydi?

Cevabını alamadığım tek soru bu oldu!

Sonra mahkeme dosyası ve mağdurların avukatı Eser Çömlekçioğlu’nun verdiği bilgilerle her şeyin bir dökümünü yapmaya karar verdim.

Size de anlatayım…

BAŞSAVCININ KORUMASI DA CEZA ALDI

Yargılama 4 bin 590 sayfalık iddianameyle başladı. Daha sonra yazılan, toplam 192 sayfalık 3 iddianame bununla birleşti. İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen dava sonunda, mahkemeye sunulan savcılık mütalaası 499 sayfa. Mahkemenin verdiği karar ise 766 sayfa. Her ikisi de yıllardır “Adnan Oktar Cemaati” olarak bildiğimiz grubu, “Adnan Oktar Silahlı Suç Örgütü” olarak tanımlıyor.

Davada 239 sanık yargılandı. Sonuçta 3’ü beraat etti. 236 kişi hüküm giydi.

Adnan Oktar’ın da aralarında olduğu 14 kişi “silahlı suç örgütü yöneticiliği”nden ceza aldı. Toplam 211 kişi ise “silahlı örgüt üyeliği”nden hüküm giydi. Bunlardan 26’sının üyelikten aldığı ceza ertelendi.

11 sanık, örgüte yardımdan cezalandırıldı. Oldukça ilginç isimler var. Mesela Oktar operasyonlarının ardından istifa etmek zorunda kalan eski İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Başsavcısı Hadi Salihoğlu’nun koruması Özdemir Uygur. Bir diğeri ise “kişisel verileri” tartıştığımız bugünlerde, Türkiye’nin en büyük telefon operatörünün kritik bir ismi olan ve bazı kişisel verileri kaydetmekle suçlanan Nilüfer Ayır.

380 CİNSEL SALDIRI

Kararda 380 cinsel saldırı eylemi yer aldı. 9’u çocuk, 80 mağdur kadın var. Mağdur avukatlarına göre, “şikâyetçi olmaya cesaret edemeyenler” düşünüldüğünde; bu, gerçeğin bir kısmı.

Davada, gazeteciler Mine Kırıkkanat ve Ali Eyüpoğlu’nun da aralarında olduğu, 141 şikâyetçi-müşteki var.

77 kişi, “nitelikli cinsel saldırı ve çocuğun cinsel istismarı” suçlarından hüküm giydi. Hüküm giyenlerden biri ise kadın.

2 kişi şantajdan ceza aldı. 20 mağdura yönelik, “kişisel verilerin hukuka aykırı kaydedilmesi suçu”ndan, 14 yöneticiye 55’er yıl hüküm verildi.

79 tabancaya, 23 tüfeğe el konuldu.

Sanıklardan Mert Sucu, operasyona katılan 2 polis memurunu öldürmeye teşebbüsten, 36 yıl (18+18) hüküm giydi.

879 HAYVAN FOSİLİ

Dava dosyasına giren MASAK raporu 15 bin sayfayı buluyor. Mahkeme, bu rapora dayanarak 81 şirkete, 210 araca, onlarca taşınmaz, şirket hissesi ve paraya el koydu. El konan malların değerinin 1 milyar lira olduğu tahmin ediliyor. Bunların arasında 879 tane hayvan fosili de var.

2 sanık hakkında FETÖ’ye yardımdan 6’şar yıl hapis cezası verildi. FETÖ’nün kullandığı HERKÜL isimli uygulamanın Apple Store’a yükleme içeriği ve şifreleri, iddianameye göre sanıkların bilgisayarlarından çıkmıştı.

Gruba yönelik, ABD ve İsrail bağlantılı casusluk iddiası vardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’le görüşmelerine de katılan Rus vatandaşı bir çevirmen de (Leyla İsmailova) bu nedenle suçlanıyordu. Adnan Oktar, “Siyasi ve Askeri Casusluğa Teşebbüs” suçlamasından da 8 yıl ceza aldı.

Sadece örgüt ya da cinsel suçlar değil. “Egˆitim ve ögˆretim haklarının engellemesi” suçlamasından toplam 42 yıl hapis cezası verildi. Eziyet ya da kişiyi hürriyetinden yoksun kılma gibi suçlarla da hüküm kuruldu.

ADNAN OKTAR’IN SİYASİ AYAĞI

Mahkemenin özeti böyle. Basın açıklamasında bulunan, Adnan Oktar Grubu’nun eski isimlerinden olan ve bugün davada mağdur olarak yer alan Özkan Mamati’nin anlattığına göre, grubun halen 300 civarında üyesi, 8 bin civarında sempatizanı var.

Uzatmayayım...

Oktar’a 1075 yıl ceza” haberlerinin derinlemesinde Türk yargısının vardığı sonuç böyle.

Her şeyi özetledin” demeyin!

Aksine, başta sorduğum sorunun yanıtını hâlâ bilmiyorum:

İstanbul’un göbeğinde bu suçlar işlenirken, 30 yıl boyunca devleti yönetenler neredeydi?

Daha açık sorayım...

Adnan Oktar’ın örgütünün siyasi ayağı var mı?

Öyle ya, mahkeme kararının söylediği gibi her yerde olan bir örgüt, neden siyasette olmasın? Neden konu PKK ya da DHKP-C olduğunda rahatça konuşurken, iş FETÖ’ye ya da Adnan Oktar Örgütü’ne geldiğinde siyasi ayak bir anda kesiliyor?

Kendi kendime sorarken, örgütün anlatıldığı savcılık mütalaasına bir daha baktım. “Siyasi” kelimesi tam 28 kez geçiyordu. Bir tanesini aktarayım:

“(...)Destekledikleri kişilerin ve siyası partilerin seçimlerde oy elde etmesini, karşı oldukları kişi ve siyasi partilerin oy kaybetmesini sağlamak için zor ve tehdit uygulamak suretiyle yıldırma, korkutma ve sindirme gücünü kullanarak…

Toplantı bitti. Yolculuk başladı. İstanbul’a kar yağıyor. Ben yerde tertemiz duran beyazlığa bakıp düşünüyorum. Karda yürüyüp de izini göremediğimiz ne çok insan var!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet