9 Mart 2014 Pazar

Demokrasi paketlenirken...- Ömer Faruk Eminağaoğlu/ SOL

Geçmişin demokrasi üzerinde bıraktığı izlerinin silineceği söylemiyle çıkartılan demokrasi paketleri nedeniyle, demokratikleşe demokratikleşe bir hal olduk... Her bir paket içinde bir çok yasa değişikliğine yer veriliyor. Değiştirilen bu yasaların bir bölümünün de, ne ilginçtir ki bu iktidar döneminde çıkarılan yasalar olduğu da ortaya çıkıyor.
Yaptığı uygulamalar bir yana, kendi çıkardığı yasalarla bile demokrasiyi bu hale sokan hükümet, sonra dönüp bu yasalardan bir kısmını değiştirip, demokrasi çıtasını yükselttiğini ileri sürebiliyor, söyleyebiliyor. Diğer siyasi partiler de, bu yeni yasalara destek vermekle, demokrasi için iyi ki var oldukları düşüncesine kapılabiliyor...
Sonraki yazılarımızda ortaya koyacağımız telekulak ve terör mahkemeleri konusu böyle bir konu. HSYK ile ilgili yasa konusunda ise, önce 2010’da Anayasayı değiştirip, sonra aynı yıl kuruluş yasasını istediği gibi çıkartıp, istediği uygulamalara da yönelen, daha sonra ise ortaya çıkan tabloyu beğenmeyip bu konuda hazırlanan yasayı yakınlarda TBMM’den yine kendi istediği biçimde geçiren, bu yeni yasa ile ilgili süreçte de TBMM’de tek güç olarak varlığını ortaya koyup, bunu da uygulayan hükümetin, tüm bu süreçteki yaklaşımı karşısında, bu yasaya ilişkin TBMM çalışmalarına katılmamaları yolundaki Yargıçlar Sendikası’nın muhalefet partilerine yapmış olduğu başvurusuna, bu partiler TBMM’de etkili muhalefet yapılacak diye yanıt veriyor! Öte yandan ise TBMM’deki oylamada, sürece etki edilemeyeceği inancından mı olsa gerek, 30 karşı oy bile çıkmıyor. Artık sahip oldukları inanç, değer ve kararlılığı bile ortaya koymayan, koyamayan bir muhalefet!
Siyasi partiler, demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından. Demokrasi onlarsız yaşanmıyor. Ülkemizdeki iktidar partisi ise, demokrasi dışılığına Anayasa Mahkemesince karar verilmiş bir siyasi parti. Peki böyle bir siyasi partiye teslim edilen hükümet tarafından, demokrasi paketleri denilen yasa paketleriyle demokrasi acaba nasıl biçimlendiriliyor veya ne hale sokuluyor! Demokrasinin 12 Eylül’den kalan hali bile, bu partinin anlayışına eşit düzeye indiriliyor. Sonuçta da yaşanılan bu demokrasinin bile içine etme konusunda, 12 Eylül ile girişilen adeta bir yarış ortaya çıkıyor!
Demokrasi siyasi partilersiz olmayınca, demokrasiyi şeklen var göstermek isteyen güçler de, bugün siyasi partileri şeklen var olan yapılanmalar haline dönüştürünce, her bir partinin siyaset ve programı da sadece kağıt üzerinde kalıyor. Artık tüm partiler faaliyetlerinde, dinden uzak durmama eğilimlerini açık bir biçimde ortaya koyarken, ayrıca eşitlik yerine her türlü etnik kırılganlığa dayalı uzaklaşmayı körükleyen uygulamalardan da uzak durulmuyor.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki tek partili dönemde tüm siyasi görüşlerin aynı partide yer aldığını hatırlarsak, o tek parti anlayışı, çok farklı biçimiyle bugün birden çok parti varken yaşanıyor da denilebilir. Çünkü her türlü siyasi görüşler, tüm siyasi partiler içinde. Böyle olunca çoğulcu demokrasi, çok partili yaşam söz konusu değil, sadece tek parti sayısı artmış. Ancak her biri, karşı devrim dahil olmak üzere düşündüğü ayrı bir kurucu kodu kendi bünyesinde barındırmıyor da değil...
Adını kimse koymasada egemen güçler tarafından neredeyse halife konumuna sokulan, hukuksal ve toplumsal düzeyde meşrulaştırmak için paralel adı takılan, egemen güçlerin coğrafyamızdaki bir maşasına, bugünkü demokraside tüm siyasi partiler, hayır o bizden uzak diyor ama, bu yapı dün iktidar partisiyle, bugün muhalefetle paralel bir hal alabiliyor, yine belirli düzeyde de Cumhurbaşkanlığı, basın ve yargı içerisinde de yer bulabiliyor. Devleti kendi emellerine göre biçimlendirmek isteyen egemen güçlerin faaliyetleri, dün derin yapı olarak nitelendilirken, anılan güçler bugün bu faaliyetlerin bir bölümünü derinliğe bile gömmeye gerek duymadan, paralel adıyla gün yüzüne de çıkarabiliyor.
Demokrasiyi hukuk devletinden ayrı düşünmek olanaklı değil. Dün iktidar, ülkeyi hizaya sokarken cemaat hukuku ve cemaat yargısını yaratıp onlarla beraber hareket etmiş, bugün ise muhalefet aynı mantıkla o cemaat hukukunu uygulayarak gücü elde etmesi halinde farklı hareket etmeyeceğini ortaya koyup dünü meşrulaştırma adımlarından uzak durmamış, kimse tüm yaşananların sorumlularından adalet içinde hesap sormayı aklına bile getirmemiş, bunun için tek bir hukuksal adım bile atmamış, herkes kazanma hırsıyla her zaman olduğu gibi yine güne oynamayı seçmiştir.
Onca demokrasi paketiyle onca yasa değişmesine rağmen, bugün demokrasi ne durumda! Yap boz oyunları ve de iktidarın karşı devriminin döşenen yapıtaşları dışında, somut olarak ortaya ne konulmuş! Siyasi partiler de artık siyasetlerini kaybetmiş, işlevsiz hale gelmiş! Herkese hitap etmek ve herkesi kazanmak konusunu, her siyasi düşünceden olanları siyaseten ikna ederek kendi şemsiyeleri altına almak olarak değil de, her siyasi düşünceden olanlara bütünüyle siyaset dışındaki temalarla mesaj verip, onları oldukları siyasi anlayışla kendi partilerine almak olarak benimseyince, ileri demokrasi ve demokrasi paketleri sonrasında bugün partiler siyasetsiz hale gelmiş! Demokrasi siyasi partilersiz olmayacağına, ortada siyasetsiz partiler kaldığına göre, artık yeniden dirilişin yollarını kullanmak gerekmiyor mu!
Cumhuriyetin varlığı tartışılmayacağına, bu durum tam bağımsızlıkla elde edildiğine, hep güce göre biçimlendirilerek bu hale sokulan Cumhuriyet’in hukuk ve demokrasi ayağı nedeniyle bugünkü sorunlar yaşandığına göre, hukuk ve demokrasi içinde tam bağımsız bir anlayışla verilecek mücadele, içine girilen bu girdabı da elbette sona erdirecektir.
Ömer Faruk Eminağaoğlu/ SOL

8 Mart 2014 Cumartesi

Kendi Adınıza Utanmayacak mısınız?- NİLGÜN CERRAHOĞLU

Derya SazakRTE 
Demirören kayıtlarında geçen diyaloglar için “Başbakan adına utanıyor!”…
Hasan Cemal de kader utansın edasında: “Meslek ve siyaset” adına utanç yaşıyor.
Ne ilginç değil mi?“Yetmez ama evet”çiler sürekli olarak başka bir şeyler adına ve hep başkaları adına utanıyorlar da…
Kendileri adına utanmak, sıkılmak, üzülmek hiç akıllarına gelmiyor. Başbakan’ın durumunu “aşırı kibir” anlamına gelen “hubris” sendromuyla açıklayanlar bulunuyor ya…
Bu da “yetmez ama evet”çilerin “hubris”i aslında...
Kendilerini öyle farklı ve öyle her şeyin, herkesin üstünde bir konuma yerleştirmişler ki… Sade başkaları ya da hep başka bir şeyler; yaşanan büyük hezimetin sorumlusu oluyor.
Gelinen noktada, kendilerini sorumluluktan azade görüyorlar.
Birinin de çıkıp alçak gönüllülükle şöyle dobra dobra “Özür dilerim!” dediğini gördünüz mü?
- Ya da şunun gibi bir şey; “Yahu lanet olsun! Keşke kolum kırılsaydı da Erdoğan’a ‘evet’ demeseydim” dediğini duydunuz mu?“Vicdan azabı çekiyorum! Başbakan’ın, her türlü denge-fren algısını yitirmesinde maalesef bizim de doğrudan katkımız oldu. Bu kadar geç kalınmadan ona, çok önce ‘yeter’ demeliydik!” diyen birilerine hiç rastladınız mı?
Samimi itirafta bulunmak neden acaba bu kadar zor?
Göz önünde nasıl buraya gelindi? 
Geçende Cengiz Çandar’ın bir yazısında yalnız şöyle bir pasaja rastladım:
Cengiz, Batılı bir kaynaktan önce şu uzun alıntıyı yapıyor:“Türkiye’nin siyasi sisteminin oturmuş bir demokrasiye ya da Türk hükümetininkullanmak istediği herhangi bir sıfata uygun olduğu yalanını bir yana bırakalım.İster altınların ağırlığından ötürü İran’dan havalanmakta güçlük çeken Şah’ın uçağıolsun, ister Zeynel Abidin bin Alinin mülkleri olsun; ceplerini doldurmak içinhazineyi soyan diktatörlere alışığız. Ama AB’ye girmeye çalışan ve başarılı Müslüman demokrasisi olarak selamlanan bir ülkede üç seçim kazanmış bir Başbakanın, görev sırasında bir milyar dolar istiflediğini görmeyi aklınızdan geçiremezssiniz. Bu, Erdoğan’a yönelik bir suçlama olduğu kadar, ondan çok daha da fazla, Türk sisteminin kendisine yönelik bir suçlamadır. Zira gerçekten saydam kurumları olan işlevsel bir demokrasi asla böyle bir yolsuzluğun üzerinde yükselemez. Örneğin ABD’de.. göz önünde on yılı aşkın bir süredir, böyle bir şeyin oluşabilmesini hiç kimse tasavvur bile edemez!”
Erdoğan nasıl oldu da göz göre göre bu noktaya geldi” sorusuna aslında bir gönderme olan bu uzun alıntıdan sonra nihayet Çandar, sadede gelerek şu itirafta bulunuyor:“Doğru. Son on yılın bu şekilde oluşumunda -ben dahil- birçoğumuzun değişik oranlarda payı var!” (Radikal, 28 Şubat 2014)
‘Hazin tablo!’RTE ve Demirören’e ait olduğu iddia edilen kayıtlarla karşılaşınca, uykum kaçtı.
Kayıtları üst üste defalarca dinlerken.. Çandar’ın kaleminden çıkan bu “Son on yılınoluşumunda birçoğumuzun değişik oranlarda payı var!” itirafını düşündüm.
Şunu hakikaten çok merak ettim…
Acaba Derya Sazak…
9 ay öncesine dek yönettiği gazetenin patronuna “Benim senden isteyeceğim.. bu adamların, bu namussuzların hepsine ne yapacaksan yapman lazım. İşyerinizde birisi bir namussuzluk yapsa bir saat tutar mısınız? Hemen kapıya koyarsınız!” diye direktif veren ve kendisi dahil basın mensuplarına gıyaplarında ağız dolusu “ahlaksız, adi, kepaze herif.. terbiyesiz” sözlerini sarf eden Başbakan’ı dinlerken her şeyin bu derece zıvanadan çıkmasındaki “kişisel payını” aklına getirip hiç değerlendirmiş midirBu ürkütücü, tüyler ürpertici diyaloğu “hazin ve acıklı” bulan Hasan CemalGerçekten de çok ama çok hazin olan bu tablo içindeki kişisel payını ayna karşısındaolsun kendisine acaba hiç itiraf etmiş midir?Gazete patronlarını bugün telefonda ağlatan Başbakan’ın “12 Eylül 2010 Referandumu” öncesinde de patronlara ulu orta ayar verdiğini hatırlamış mıdır örneğin?
Referamduma gidilen o kritik 2010 yılının daha ilk aylarında gazete sahiplerine Başbakan; “Ne yapayım köşe yazarı, hâkim olamıyorum diyemezssin!” diye atarlanıyordu:“Diyeceksin arkadaş. Burada (icabında) sana yer yok diyeceksin. Herkes vitrinine layık olanı koyar!” diye muhaliflerin -aynı bugün olduğu gibi!- göz göre göre “kapı önüne konmasını” talep ediyordu.
Sizler “Durmak yok. Yola devam!” dercesine bu işaretlere rağmen Erdoğan’a destek vermeye devam ettiniz.
Onun için diyeceğim ki… Bugün onun bunun adına utanmaya hakkınız yok.Önce bir kendi adınıza utanın!
“Başbakan’ın gazete patronunu ağlatacak kadar hakaret etmesi korkunç bir şeydir.Bunun anlamını gelecekte daha iyi anlayacağız!” diyor şimdi Hasan Cemal.
Bu çok doğru.
Gelecekte olan biten her şeyi çok daha iyi anlayacağız ve sizleri de içeren büyük resmi çok daha iyi kavrayacağız.   

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Bilal Erdoğan’a ‘Teşekkür’ Artık Hükümsüzdür-ÇİĞDEM TOKER

Kitabın adı; “Amerika’nın Tek Kutup Fantezisi: İktidar Çılgınlıkları” 
(Follies of Power: America’s Unipolar Fantasy.) 
Türkçe tercümesi -henüz- yok. 
Cambridge Üniversitesi’nce 2009’da yayımlanmış kitap, Amerikan yönetiminin Soğuk Savaş bitiminden sonra yoğunlaşan “tek kutup” ihtirasını dengelemesi gerektiği tezine dayanıyor. 
Amerika’nın Ortadoğu ülkelerine dönük tutumunun da analiz edildiği kitapta Türkiye’nin savunma harcamalarındaki artışı yansıtan bir de grafik yer alıyor.
Buraya kadar pek ilginç değil; farkındayım.
***
Sürpriz, kitabın yazarı dış politika ve NATO uzmanı Prof. David Calleo’nun ithaf yazısında saklı. 
Prof. Calleo’nun katkıları için teşekkür sunduğu uzmanların arasında “NecmeddinBilal Erdoğan”ın da adı geçiyor. 
Evet evet; vakıf malı olan Okçular Tekkesi, TÜRGEV’in tekkesine dönüşmesi gecikince, “Ya siz bu kanunu çok ciddiye alıyorsunuz” dediği iddia edilen Harvard Kamu Yönetimi çıkışlı Bilal Erdoğan’ın. 
(İlgilisi belki hatırlar. Bilal Erdoğan, Harvard’daki öğreniminin ardından, doktoraya başlamıştı. Washington’daki John Hopkins Üniversitesi’nin İtalya’daki Bologna Kampusu’ndaki doktoranın tamamlanıp tamamlanmadığı bilgimiz dışında.) 
Bilal Erdoğan’ın, tek kutup ihtirasının dengelenmesi gereğini anlatan akademik bir yayına yaptığı “katkı”, bu katkının teşekkürle taçlandırılması, artık kötünün kötüsü bir şakaya dönüşmüştür. 
Vaktiyle Abant Toplantıları’na da katılmış ve “Türk dostu” olarak bilinen Prof. Calleo, olup bitenlerden haberdar mıdır acaba... 
Beş yıl önce teşekkür ederek literatüre geçirdiği Bilal Erdoğan’ın “tekke pazarlığı”yla farklı bir literatüre geçtiğini duymuş mudur? 
Okçular Tekkesi’nin, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden TÜRGEV’e devrine uzanan bürokratik aşamaların kurgusunu; ama asıl bu kurguda, Türkiye’deki “tek kutup”un nasıl ince ince, nasıl hegemonik bir güçle örülüp hazırlandığını fark etmiş midir? Bilinmez. 
Bilinmesi gerekense, o “teşekkür”ün artık hükümsüz kaldığıdır.
 
KUTU/ HALKBANK AÇIKLAMASI 

Halkbank, 28 Şubat 2014’te bu köşede “Kim Bu Tunç Ağabey” başlığıyla yayımlanan yazıma noter kanalıyla “Tekzip” gönderdi. 
“Banka ve yöneticileri hakkında itibar ve prestij düşürücü haksız bir tasarrufta”bulunduğum belirtilen metni özetleyerek aktarıyorum: 
-Bankamızın adı geçen firmadan hiçbir zaman 137 milyon dolar alacağı olmadığı gibi, anılan firmaya yapılan icra takibinde 137 milyon dolar alacak bildirilmmemiş, ayrıca ayına gyarimenkulün kredi kullanımında teminat gösterilmesi de söz konusu olmamıştır. 
-Haberde teminat olarak verildiği belirtilen gayrimenkulün tapu kaydı incelendiğinde de görülecceği üzere, hiçbir zaman banka lehine ipotek edilmediği ve kredinin anılan gayrimenkul teminat alınarak kullandırıldığı iddiasının doğru olmadığı ve tamamının müflis firmaya ait olmayıp yüzlerce hissedarı bulunduğu da görülecektir. 
-Banka, haberde adı geçen gayrimenkule maliki olmadığı için satamayacağı gibi gayrımenkulü aldığı söylenen firmanın bankayla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. 
-Banka alacağını hukuki çerçevede diğer 56 adet alacaklı ile birlikte iflas masasına kaydettirmiş ve sonrasındaki bütün işlemleri de mevzuata, bankacılık ilke ve teamüllerine uygun olarak gerçekleştirmiştir. 
-Konu daha öncede (yazım hatasını düzeltmedim) adli ve idari mercilere yapılan şikâyetler çerçevesinde incelenmiş olup herhangi bir usulsüzlüğe rastlanmamıştır.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

7 Mart 2014 Cuma

Kaynak İsrafı - ÖZTİN AKGÜÇ

Ekonomi, kaynakları en verimli şekilde kullanma ilmidir. Seçmenin mantığıdır. Bu özelliği vurgulamak için ekonomiye giriş derslerinde, paranızla elma şekeri de alıryalarsınız ya da kitap alır, tiyatroya gidersiniz gibi alternatif kullanım örnekleri de verilirTürkiye zaten çok da bol olmayan kaynaklarını, yurtdışından borçlanma yolu ile sağladığı kaynakları da gösteriş yatırımları, mega proje diye sunulan kişisel prestij yatırımları uğruna israf etmiştir, etmektedir. 
İktisatta alternatif maliyet, yatırımın fayda maliyet oranı, dışsallıklar gibi kavramlar vardır. İktisatçı karar alırken, kaynakları kullanırken, neleri yitiriyorum, kaynakları farklı şekilde kullansaydım neler yapabilirdim, neler kazanabilirdim diye düşünür; sağlanacak faydanın, katlanılan maliyeti karşılayıp karşılayamayacağının hesabınıyapar. Yatırımın çevre kirliliği, tarım alanlarının daralması, doğanın yıkımı gibi toplumsal maliyetlerini de dikkate alır. Aynı hizmeti, üretimi farklı hangi almaşık yollarla karşılayabileceğini öngörmeye, almaşık yatırım projeleri geliştirmeye çalışır. Kaynakların en verimli şekilde kullanılabilmesi için tüm bu çalışmaların araştırmaların,hazırlıkların yapılmasının gereğine inanır. 
Göz boyayıcı kişisel propaganda malzemesi sağlayan, rant yaratan projeler için bu tür hesaplara, kaygılara gerek yoktur. Gösteriş yatırımlarına karşı çıkıldığında, alternatif yollar önerilmeye kalkışıldığında, sistemin kalemşorları hemen davranırlar: “O kafaköprüye, yola, AVM’ye, HES’e karşı çıkan kafa” diye bilimsel(!) yazılar döktürürler. Ne fırsat maliyeti, ne dışsallıklar, ne fayda maliyet oranı, ne almaşık teknik ve yatırımlar konusunda bilgileri ne de düşünmüşlükleri vardır. Tek hedefleri patronun gözüne girerek pay almaktır.Türkiye niçin enerjide dışa bağımlıdır? Türkiye niçin teknoloji ürünü ihraç edememektedir? Türkiye niçin ara mal üretememekte, ithal girdisi kullanmaktadır?Türkiye’de imalat sanayisi niçin montajdan üretim aşamasına geçememektedir? Sanayinin yarattığı katma değerin GSYİH içindeki payı niçin sürekli düşmektedir? Türkiye niçin süreğen cari işlemler açığı vermektedir? Türkiye’nin dış borçları niçin sürekli artmaktadır? İşsizlik oranı niçin bu denli yüksektir?
Bu tür sorular listesi
 uzatılabilir. Bu tür soruların yanıtı aranmazken gösteriş yatırımları ile övünülmekte, oy devşirilmeye çalışılmaktadır. 
Kafa gerçekten değişmeli, göstermelik işler yerine ülkede enerji, ara ve sermaye malı üreten sanayi dallarına yatırım yapılmalı, ihracatta katma değeri yüksek teknoloji ürünlerinin payı artırılmalıdır. Yoksa övünür, belki oy da devşirilir, ama Türkiye cari işlemler açığını kapatamaz, sınayileşemez, orta gelir düzeyinden kurtulamaz. Ekonomisinin en kırılgan ülkeler listesinin başında yer almasından da kaçınamaz. 
Türkiye’de dolandırıcılık ne yazık ki sadece maddi alanda değil, hemen her alanda yaygındır. Kaynak kullanımında akılcı davranamadığımız sürece, hem kaynaklarımızı israf ediyor, hem çevre sorunlarını ağırlaştırıyor, yaşam kalitemizi yükseltmek yerinekaliteyi daha da düşürüyoruz. 
 

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet

Ukrayna ve AB - ALİ SİRMEN

Kiev “Meydan”ındaki gösterilerle kendi sınırları dışına taşıp, dünyanın bir numaralısiyasi krizi haline gelen Ukrayna’yı iflasın eşiğine getirmiş bulunan ekonomik krize çare bulunması için dün toplanan AB zirvesinde, AB bütçesi ile AB temelli uluslararası kuruluşlardan Kiev’e 15 milyar dolar sağlanacağı belirtildi.

Bilindiği gibi Ukrayna’daki siyasal krizin nedeni de Yakunoviç’in AB’nin sunduğuyedi yıllık 26 milyar dolarlık paketi reddetmiş olmasıydı.
Yankoviç’in gitmesine AB karşıtı ve Rus yanlısı politikası neden olmuştu.Öyle midir değil midir tartışmasına girmeden söyleyebiliriz ki, olgu öyle olmasa bilealgı öyledir ve Yanukoviç diğer nedenlerin yanı sıra AB karşıtı damgası yediği için devrilmiştir.
Dünyada Putin’in dışında kimse Yanukoviç için gözyaşı dökmüyor. Herkes de Putin’edöktüğü gözyaşını kana tebdil etmesin diye korkuyla bakıyor.
Yanukoviç rejimine gözyaşı dökülmemesi doğal. Kimse bu kadar kokuşmuş bir rejimin arkasından ağlamaz.
Ne var ki Ukrayna Yanukoviç’ten önce de gırtlağına kadar pisliğe batmıştı. Ama tepkibugünkü kadar büyük olmuyordu.
Neden artık kanıksanmış gibi görünen kokuşmuşluğun ufuneti birden insanları rahatsızetti?
***
Bunun nedenini tam bir hafta önce bu sütunda yazmaya çalıştım. Bozuk düzenlerde,özellikle rant ve yağma ekonomilerinde, insanlar zaman içinde kanıksayıp, tepkigöstermedikleri yolsuzluklara, kendi canlarını da yakan ekonomik bunalım dönemlerinde duyarlılık kazanmaya başlıyorlar.
Değerli yazar Yalçın Doğan çarşamba günkü köşesinde Uluslararası ŞeffaflıkDerneği’nin İsveç ve Moldova örneklerini baz alarak yaptığı bir araştırmadan söz ederek ekonomik bunalım dönemlerinde toplumlarda yolsuzluğa tepkinin arttığını vurguluyordu.Ukrayna’da da aynı olay yaşandı ve benzer durumda olan her ülkede de yaşanmasıdoğal.
Halk Ukrayna’da kendi yoksulluğu ile lüks içinde yüzen ve kokuşmuşluk simgelerinden biri olan oligark Yanukoviç’in yolsuzluğunu irtibatlandırıverdi.
Bu husus, ekonomik krizin eşiğinden içeri girmekte olan başka ülkelerin de yolsuzluktimsali olmuş olan yöneticilerinin dikkatine sunulur.
Tabii arada sırada dile getirdiğimiz bir husus, Ukrayna konusunda da geçerli. O da ülkenin müstebit ve yolsuz yöneticisi Yanukoviç’in sebep mi sonuç mu olduğu sorusu.Yanukoviç’in rakibi muhalif Timoşenko da aynı vasıflara sahip olunca, kişilerin sonuçolduğu, Ukrayna’nın yapısının başka sistem üretmediği düşüncesi insanın aklını ciddibiçimde kurcalamaya başlıyor.
***
Batı ve Avrupa tutkunu Ukraynalılar, AB’ye girerek bu sorunlarının üstesinden gelmeyikuruyorlar.
Avrupa’nın Ukrayna’ya kaynak akıtması bu bakımdan da önemli ve umut verici.Yanukoviç’in Kiev’den kaçmasının ertesi günü, AB’nin başkenti Brüksel’e trenle 75dakika uzaklıktaki Paris’te gazeteci, siyasetçi ve akademisyenlerden oluşan konuşmacıların katıldığı bir açık oturumu televizyonda izleyince, Ukraynalıların nasıl bir boş hayal peşinde olduklarını görüp, bizimle olan benzerliklerini de fark edip fena halde hüzünlendim.- Ukraynalıları yalanlarla avutmayıp, artık doğruyu söyleyelim, diyordu biri. Ve ardından ekliyordu:- Avrupalı olarak sorunlarını çözmek, illa AB üyesi olmaları demek değil. Ukraynalılar da, Türkler gibi, yolsuzluk ve despotluk batağında debeleniyorlar.
Türkler Ukraynalılardan farklı olarak henüz ekonomik bunalımın doruğuna ulaşmadılar.Bu, yakında ulaşmayacakları anlamına gelmiyor.Ama hem Türkler hem de Ukraynalılar, sorunlarının AB’ye üye olmakla çözüleceğinisanıyorlar.
Ne hata!
Aslında arabayı öküzün önüne koşmak dedikleri bu olsa gerek. Çünkü üye olarak sorunları çözemezler, ama sorunları çözerlerse üye olurlar. O da Türkiye için “belki bir gün” kaydıyla söylenebilecek bir şey ancak.  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

6 Mart 2014 Perşembe

‘Tatarların Evleri İşaretleniyor!’- NİLGÜN CERRAHOĞLU

Kırım Tatarlarına Gene Gözyaşı Var” başlıklı yazım üzerine Ukrayna’daki bir okurumdan şu iletiyi aldım: 
Akmescit’e 225 km. uzaklıkta iş sahibiyim ve yanımızda Kırım Tatarlarından çalışanlar var. Aileleri Kırım’da. Hafta sonları gidip geliyorlar. Bu hafta gelen haber, Kırımlı Tatarların evlerinin işaretlenmeye başladığıdır. İsmi ile müsemma: Kırım. Korkarım Kırım Tatarlarını yeni bir kırım bekliyor.” 
Bu feci haber e-posta kutuma düşerken New York Times’ta da yarımadadaki dehşeti anlatan şu yorum çıktı: “Kırım’da korku başını aldı yürüyor/The march of fear in Crimea”. 
Kırım’da ruh hali: Rus kökenli aydınlar arasında bile ‘coşku’ değil ‘korku’” diyen değerlendirme özetle şöyle: 
Kırımlı Ruslar, Rus işgali istemedi (Moskova’dan) korumaya ayrıca gereksinimduymuyor. Çoğu sokaklarda Rus tankı görmek istemiyor. Kırım’ın geçim kaynağı turizm. Rus ordusunun karneleriyle yaşamak istemiyorlar. Kırım’a, elektrik, su veren Ukrayna’nın desteği olmadan yarımadanın kendisini ekonomik olarak idame ettiremeyeceğini herkes biliyor… Rus saldırısı öncesinde -Rus kökenli, Ukraynalıve de Tatar- çok sayıda Kırımlı, Kiev’e kaçtı. Hangi kökenden olursa olsun, geride kalanların da kaçması için sosyal ağlarda destek grupları oluşturdular. Güvensizlik duygusu çok yaygın. Ukraynalı aktivistler (Moskova’ya ihanet eden) hain’damgasından çekiniyor. Sayıları 300 bin olan (Kırım nüfusunun yüzde 12’si) KırımTatarları, burada kalıp aslında hakları için mücadele etmek istiyor. Cemaat liderlerinin ‘sükûnet’ çağrısı yapmasına rağmen; içlerinde azınlık Selefist İslamcılar, bu çağrılara uymayabilir. Rus medyası Müslüman nüfus içindeki bu küçük azınlığı ha bire öne sürerek Kırım Tatar nüfusunun tamamını, haksız biçimde ‘ayrılıkçı terörist’ olarak göstermek istiyor.” 
Kırım başka deyişle her türlü provokasyona açık! 

Batı’nın sorumsuzluğu 
İşlerin bu noktaya gelmesinde Batı’nın sorumluluğu, daha doğrusu “sorumsuzluğu” çok büyük. 
Yanukoviç’in devrilmesiyle sonuçlanan Kiev gösterileri, Brüksel’e somut angajman getirmeyen “ortaklık anlaşması” yüzünden çıkmıştı. 
Brüksel’in -bizim tecrübeyle sabit biçimde bildiğimiz üzere- sırf “havuç” olsun diye Kiev'e uzattığı anlaşmayı, Rus kuklası Yanukoviç imzalamayınca; “Batıcılar” sokağa döküldü ve “Maidan/Meydan” patladı! 
Yanukoviç’in yerini alan geçici Batı yanlısı hükümeti meşru kabul etmeyen Moskova, özerk Kırım bölgesinde nüfusun yüzde 60’ını oluşturan “Rus halkını koruma” bahanesiyle Kırım’ı işgal etti! 
Batı özetle, kıymeti harbiyesi olmayan bir “ortaklık anlaşması” için Ukrayna genelini ve Kırım’ı bu dehşetengiz maceraya itmiş oldu. 
Komşuyu maceraya ittikten sonra da ne Kiev’deki yeni meşruiyetin kurulması için atik tetik girişimde bulundu ne “Putin’in Kırım işgali” karşısında caydırıcı tavır aldı. 
Böylelikle hem vagonların raydan çıkmasına yol açtı, hem tren devrilince arazi oldu! 
Kırım’ı yeniden “ilhak” etmek isteyen Putin’e karşı Batılıların gösterdikleri en büyük sopa Moskova’yı G8’den kovmak. Trajikomik! 

Gerçekçi olmayan dizayn 
Batı’nın Ukrayna politikasının bu gerçekdışılığına ülkeye ilk gittiğim 2006 yılından beri hep çok şaştım… 
90’larda “turizme” kapalı bir askeri üs olan, Sivastopol’ün “iki ülke donanması barındıran yeryüzündeki tek şehir”olduğu gerçeğine yeni uyanmıştım. 
Sivastapol’ün Karadeniz donanmasının yüzde 80’i Rusların, yüzde 20’si Ukraynalılarındı… 
Bu şehre ilk gidişimde burayı bize, aynı zamanda gazeteci olan bir rehber gezdirmişti. Ona sordum: “Bölünmüş donanmayla nasıl AB’ye ve hele NATO’ya girmeyi planlıyorsunuz? Ruslar buna izin verir mi?” 
Rehber istifini bozmadan “Verir!” demişti: “Biz NATO’ya girince, Ruslar da Suriye’yeinecek!” 
Gazeteci rehberin bu büyük jeostratejik depremden; sıradan bir ayrıntı gibi bahsetmesi, benimle birlikte tüm seyahat arkadaşlarımın afallatmıştı. Ukraynalı muhatabımızın üstelik, söylediklerine inanan bir havası vardı… 
Kırım’da oysa o ana dek gördüğümüz her şey; Rus tarihinin büyük parçalarının burada yattığını göstermekteydi… 
Rus imparatorluğunun emperyal güçlerle koz paylaştığı Kırım Savaşı, burada yaşanmıştı. 
Beride Yalta’da, Stalin, Roosevelt ve Churchill’le Doğu-Batı bloku arasında dünyayı paylaşmıştı… 
Kendi adıma ben, Rus tarihiyle Moskova’dan çok… kuzeyde St. Petersburg; güneyde Kırım’da tanıştım… 
Rusların zihinlerinden hiç çıkmayan “büyük imparatorluğun” temellerini çarlar; 17., 18. ve 19. yüzyıllarda bu iki uca, adeta mıhlamışlardı. 
Kırım’ın önemli tüm mevzilerinde -misal!- İmparatoriçe II. Katerina ve son Rus Çarı II. Nikola’nın anıları vardı.
 
Bu anıların izlerine ve Sivastopol’deki Karadeniz donanmasına baktıkça insan Rusların er geç buralara dönmek için ellerinden geleni artlarına koymayacağını görebiliyordu. 
Hal böyleyken “Ukrayna’nın NATO üyeliğinden” söz etmek bir kurgu bilim öyküsünü andırıyordu. Buradan devam edecek.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Suriye - Ukrayna.. Arasında Türkiye...- ŞÜKRAN SONER

İktidarlarının kirli paylaşım kavgalarıyla ancak bir bölümü ile suyun üstüne de çıkan, insan hakları, hukuk devleti düzeni, demokrasimizin katledilişinin, çocuklarımızın geleceğini de tehdit eden buzdağının su yüzüne çıkmış boyutlarının derdinde, hastalığı ölümcül kılabilecek gelişmelerden nasıl kurtulabileceğimiz, nasıl iyileşebileceğimizin arayışlarında çırpınıp duruyoruz. Suriye-Ukrayna krizleri arasında sıkışıp kalmak sanki ikincil yaşamsallıkta dertler, hastalıklar gibi geliyor... Başımızı hangi yana çevirsek, ekonomik sosyal- siyasal sonuçları ile yaşamsal dertler olarak karşımıza çıkan Suriye- Ukrayna iç savaşlarının kaos sonuçlarını görmezsek, ek darbeler yemeyecekmişiz gibi...

Oysa tıp bilimi üzerinden, insanın nefes alabilmesinin gerçekleri aksine alarm veriyor. Bir sürü hastalıkla savaşarak kurulmuş bir sağlıklı yaşam dengesi, sağlıklı bir başka insan üzerinde hiç de sarsıcı olmayacak yeni sorunlarla yıkılıverir. Kirli kent havasında, aşırı sıcak ve soğukta yaşlı ve çocukların sokağa çıkmamaları öğüdü boşuna değildir. Aynı mikrop, virüs, bakteri direngen bir bedende hastalık dahi yapmazken, bağışıklık sistemi bozulmuş olan bedende ölümcül neden oluşturabilir... 
Görmezlikten, aymazlıktan geliyor, tek kutuplu dünyanın insan eksenli olmaktan giderek uzaklaşan, insanı, doğayı gözetmeyi unutun, insan için olma amacını bile yitirmiş, sanal, piyasalar düzeni üzerinden işleyişinin yıkıcı sonuçlarına karşı çözüm arayışları için bedel ödemekten korkuyoruz... Günü kurtarma adına işin kolayına kaçtıkça da bir tek dini imanı olmayan paranın sınırsız, evrensel hareketlerinin, çıkarlarının özgürleşmesi, insan hakları, hukuk devleti düzeni, demokrasi, insanlık, örgütlülük üzerinden yaşadığımız kayıplara gözlerimizi kapatıyoruz. Milyarlarca dünyalı, hele de bizim gibi ülkelerde milyonların yaşamı biz yokmuş gibi davransak da hızla, uçurum boyutlarda yaşamsal tehditler altına girmiş oluyor...
***
En ürkütücü olanı, kirli piyasalar düzeninin sınırsız, kuralsız özgürleşmesinin karşılığında, insanı, doğayı ayakta tutacak uygarlaşma düzeni, koşulları, örgütlülükleri ile yaşanan gelişmelere, çarkların işleyişine seyirci kalışımız... Emperyal ideolojinin beynimizi medyatik satın alıp güdülemesi ile işleyen çarpık algılamaya bakarsak küreselleşme mucizesi ile zengin kuzey dünyasındaki paylaşım savaşları bitti. Savaşlar sadece yoksul güney dünyasında günün virüsleri ırkçılık, dincilik, alt kimlikler ayrımcılığında en altta kalmama savaşları olarak yaşanıyor. Türkiye-Suriye-Ukrayna üzerinden bir diğerimize olumsuz etkilerimizle, olumsuzluklara olumsuzlukların katılması ile söylenenlerin, tek tek öncelikli sayılanların hepsi gerçek... 
Akıl tutulması, küreselleşmenin gerçekten evrensel ölçeklerde insan haklarının geliştirilmesi, dünya nimetlerinin eşitlikçi hakça paylaştırılması, sadece insanlık için değil, dünyanın üzerindeki tüm canlıların sağlıklı yaşatılabilmesi, çevrenin toplumsal yarar ölçeğinden korunabilmesi üzerinden gerçekleşmediğinin sorgulanmamasında... Sermayenin insana aykırı çıkarlarının kollanması uğruna geleceğimiz katlediliyor, bize bitti denilen emperyal dünyanın zenginlerinin paylaşım kavgasında, aslında yoksulların aralarında çatıştırılarak, birbirlerine kırdırılarak nefes alındığı gerçeğini bile görmek istemiyoruz... 
Bugün var ya da yok olma boyutunda iç çatışmalarında, iktidarı paylaşmadaki kirlilik boyutlarına; ortalığa saçılan kasetlerle, insan haklarının katledildiği hukuksuzluk belgeleri ile tanıklık ederken, İktidar ittifaklarının odağında bir kirli emperyal işgal projesine “evet” demek yattığını unutuyoruz... Irak işgalinin önünün açılmasında buluşan iktidar ittifakları, Suriye’deki emperyal çıkar ayrışmasında başka yanlarda duruşlarla anlamlı ölçeklerde bozulmadı mı? Ukrayna gelişmeleri, ABD-AB ile Rusya eksenli yeni paylaşım, çıkar savaşlarında sadece Ukrayna’da yaşayanlar mı, ABD-AB ya da Rusya çıkarları ekseninde birbirlerini ölümüne yok etme savaşı veriyorlar? Türkiye uzantıları hiç mi yok? 
Size Ergenekon-Balyoz davalarında yargılanan, görevlerinden alınıp cezaevlerine tıkılan kimi denizci komutanların, birebir ABD’nin bir önceki Karadeniz’e çıkma operasyonunda karşı duranlar olduğunun dava dosyalarında geçtiğini söylesem... Irak işgaliyle ilgili geri dönen tezkereyi nereye koyacağız?.. Savaş ganimetlerinden Türkiye’ye düşen paylar piyasalarda yelkenleri şişiriyordu da, şimdi iki arada sıkışılmış kaosun bedelleri ne olacak?.. Boğazlar’dan ABD uçak gemisine geçiş izniyle günlük petrol-doğalgaz ihtiyacımız arasında sıkışıp kalmak mı?..  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

2 Mart 2014 Pazar

Sensin Terörist! - CAN DÜNDAR

“Yaratılanı Yaradan’dan ötürü seviyor”du sözde... 
Palavra! 
Hele bir yol inşaatına karşı çık da gör... 
Maske anında düşüyor. Dil çatallaşıyor. 
Yeni damga: 
“Ateist.” 


ODTÜ’lüler, on binlerce öğrencinin emeği, on yılların sabrıyla büyütülmüş güzelim ormanın katledilip yerine yol yapılmasına karşı çıktı ya... 
Yolu bu solculara rağmen, o ateistlere rağmen yaptık” diyor Hünkâr... Nefret söylemiyle bağırıyor: 
“Bunlar terörist, bunlar ateist”... 
Bir ODTÜ’lü olarak kendisine aynen iade ediyorum: 
Sensin terörist! 
Ağacı büyüten biziz, kesen sen... 
Talana “Dur” diyen biziz, yol veren sen... 
Hukuku müdafaa eden biziz, katleden sen... 
Gençleri kurşunlayan polise “Kıymayın” diye feryat eden biziz, onları “Destan yazdılar” diye öven sen... 
Zulmün kabardığında camiye sığınan biziz, sığınanları “İçki içtiler” yalanıyla lanetleyen sen... 
Hırsızı takip eden biziz, takdir eden sen... 
Evladımıza “Haramdan uzak dur” diyen biziz, “Evdeki dolarları sıfırla” talimatı veren sen... 
İnsanı insan olduğu için, ayrım gözetmeksizin seven biziz, muhaliflerine “Ateist” diye, “çocuksuz” diye hakaret eden sen... 
Hal böyleyken, biz “ateist”iz, mümin sen; öyle mi? 
Aynı şeylere inanmadığımıza şükrediyor insan...
Bir teşekkür
Atatürk
’ten başlayarak çocuğu olmayan veya çocuklarına, akrabalarına hırsızlık yaptırmayan, iktidar olmuş tüm liderlere, İsmet İnönü’ye, Bülent Ecevit’e, Deniz Baykal’a, Erdal İnönü’ye, İsmail Cem’e, Fahri Korutürk’e, Ahmet NecdetSezer’e, Kemal Kılıçdaroğlu’na ve adını sayamadığım diğerlerine saygılarımı sunuyor, teşekkür ediyorum. 

“Yeni çocuklar”ı gördükten sonra, kıymetiniz bir kat daha arttı gözümüzde... 

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Sıfır İnsanlar Topluluğu-ORHAN BURSALI

Bilgi–eğitim düzeyi yüksek, demokratik standartları yükselmiş, siyasi kültürü gelişmiş ve oturmuş ülkelerde böyle bir şey olabilir mi? Hele hele bir başbakanın ve bakanlar kurulunda bakanların çok ciddi, hatta neredeyse yüzde 100 kesin gibi görünen rüşvet ve yolsuzluk olaylarının taaa içinde ve adeta yönetiminde olabilmesi, işte yazıyorum, söz konusu bile olamaz. 
Aralarında bir kişi çıktı mı, öyle millet hesabını sandıkta sorar, gibi diktatörlerin demagoglarına ve soytarılarına özgü laflar hiç ortalıkta gözükmez; siyaset kurumu, siyasi kültür hemen mekanizmalarını işletir, adam istifa eder, hakkında başsavcılıklar hemen soruşturma açar, soluğu mahkemenin önünde alır. 
Almanya cumhurbaşkanı, bir dostu aracılığıyla düşük faizli kredi aldığı için koltuğundan oldu. Bild gazetesi yayın yönetmenine “savaşmak mı istiyorsun” gibi tehdit edici mesajlar bıraktığı için öncelikle devrilip gitti. Sonrası şu: Yargılandı, “banka yolsuzluğundan” suçsuz bulundu ama adam bitti gitti. Siyaset kurumu onu istifa ettirdi, yargı da hesap sordu. 
İşte siyasi kültür ve üst düzey siyaset tam da budur: Pislikleri, pis kokuları derhal kendi içinde halletmek... İsterse kendi partisinin başbakanı, bakanı, cumhurbaşkanı olsun! Milletvekillerinin çoğunluğu, örneğin söz konusu Bayan Merkelbile olsa buna göz yummaz, yumamaz. Parti liderliğinden atar, başbakanlıktan düşürür ve yargının önüne gönderir. Batı ülkeleri böyle bizim için çoook sıradan, lafı bile edilmeyecek olaylar nedeniyle ipi çekilen siyasetçi mezarlığı ile doludur! 
Bu örneği, ülkemizdeki siyasal-sosyal ve yargı düzeni ve kültürü ile kıyaslamanız için veriyorum, bu nedenle de Hey Türkiye Nasılsın kitabımda demokrasi bölümüne ağırlıklı yer verdim...
***
Bu örneği, ülkemizdeki siyasal-sosyal ve yargı düzeni ile kıyaslamanız için sundum size. Adamların ses kayıtlarında, rüşvet ve yolsuzluk karargâhları kuruluyor, milyarlar ortalıkta uçuşuyor... 4 bakan uçuyor, oğulları içeri atılıyor. Başbakana ait (olduğu söylenen!!!!) konuşmalardan, Türkiye’nin nasıl bir bataklık içinde yüzdüğünü görüyorsunuz! 
Sesler onlara ait. Reddetmiyorlar. Diyebildikleri tek şey montaj!.. 
Montaj yani şu: Başbakanın ve çoook sevgili oğlunun bugüne kadar yaptıkları konuşmaları toplamışlar. Bu konuşmalardan tek tek sözcükleri seçerek bir araya getirmişler. Bu sözcüklerden öyle bir dizge ve cümleler oluşturmuşlar ki karşılıklı konuşuyor gibi yapmışlar ve ortaya böyle bir “telefon konuşması” çıkmış. Aslında böyle bir telefon konuşması olmamışmış
Şimdi düşünün: Bilal Erdoğan’ın ve babasının söylediği sözcükler, binlerce konuşmaları içinden aynı ses tonunda, aynı dalgada, ses renginde olan sözcükler seçilecek. Sonra bu sözcükler, yapılan karşılıklı konuşmaya uygun olacak. Mesela RTE’nin de telefondaki kısık ve korku dolu konuşmasındaki sözcükler, yine binlerce kısık sesli korku dolu konuşmalarından seçilip alınacak ve art arda dizilecek. 
Bi şi diycem: Başbakanın böyle kısık sesli konuşmasının başka bir örneği var mı!? Bulunabilir mi, olabilir mi? Ki oradan sözcükler seçilip sanki rüşvet konuşması yapıyormuş gibi art arda dizilsin! 
Başbakan, böyle bir konuşmayı ilk ve tek kez ve bir düzenlilik içinde yapıyor! Montaj falan olması olasılığı, bilime göre yüzde 0,00001 olabilir yani imkânsız ölçüde, bana göre koskoca bir sıfırdır. 
Böyle bir iddia, baştan aşağı anlamsız tutarsız ve sadece aptalları, çıkarcıları öyle olmasını isteyenleri inandırmaya kandırmaya yöneliktir. Mesela yargı önünde zerre kadar bir anlamı yoktur çünkü uzman raporları konuşmayı doğrular nitelikte olabilir ancak.
***
Başbakanın partisinde, bakanları arasında ve çevresinde, gerçekten bu konuşmaların doğru olmadığına inanan insan var mıdır? Söyleyeyim, şüphesiz bazı saflar vardır, başbakanlarının böyle bir şeyler yapabileceğine akılları, vicdanları, inançları almaz, sığmaz ama büyük çoğunluğu bunun doğruluğuna inanıyordur. 
İşte temel bir siyasi sorun burada ortaya çıkıyor. Herhangi bir demokratik ülkede olmayacak bir “siyasi tap(ın)ma” olayı ile karşı karşıyayız. Bu açıkça bir lider diktatörlüğüdür. Adamlar kendilerini tamamen teslim etmişler, zaten böylelerinden seçilmişler! 
Lidere tapınma hiçbir gerçeği söyleyememe, onun “ne dersem doğrudur” talimatına uygun davranma, ülkenin siyasi kültürünün demokratik içerik açısından koskoca bir sıfır olduğunu gösterdiği gibi ülkenin bütün kurum ve kuruluşlarını da sıfırlayan, yerle bir eden diktayı inşa eder. 
Hitler ve bütün diktatörler tapınılan insanlardı ve kimse kendisine karşı gelemezdi ve koyamazdı. 
AKP parti ve milletvekilleri, kendilerini tamamen yok edecekler mi yoksa kendilerini siyasi olarak var edecekler mi? 
Ülkeye karşı sorumluluk duyan, sıfır insanlar topluluğu mu yoksa kendileri?
                      
OKUR NOTU: Esat Yavuztürk: Hatayı biz yapmadık. Hatayı, bize düzenin çobanları yaptırıyor. Bizi yetkisiz “noter” olarak kullanıyorlar. Sonra da: “Bizi siz seçtiniz,” diye de suçu bize yüklüyorlar. Kanımca tek çare; öncelikle bu hükümetin değişip suyun kanalını temizlemekle olur. Bu nasıl olacak? Çıkarcı çobanların uyuttuğu halkı uyarıp da topal eşeğe binenleri ata bindirmekle olur. Bu görev de cesur aydınlarımıza düşüyor. Yazarak, gezerek, anlatarak halkın “inanç” şartlanmasını kırıp bu dünyalı olduklarına inanarak kendi perişanlığını sorgulamaya başladığı zaman durgun akan su coşacaktır.  

ORHAN BURSALI
Cumhuriyet