5 Haziran 2015 Cuma

Mübarek ola anayasa mahkemesi!-Meriç Velidedeoğlu

Yurttaşlar Yasası”nın (Medeni Kanun), resmi nikâh yapılmadan “imam nikâhı”na izin vermeyen kuralını kaldıran “Anayasa Mahkemesi” (AYM) böylece -şu günlere uygun- “mübarek”(!) bir karar vermiş oluyor.
 
“Nikâh”, İslam hukukunda, “aile” kurumuyla ilgili “hükümler” arasında yer alır ve bunlar “inanç” kuralları gibi “değişmesi” söz konusu olmayan dogmalardır; “1400 yıl” önce nasılsa bugün de “şeriat” ile yönetilen ülkelerde öylece yürürlüktedirler; oysa “yaşam”ın kaçınılmaz baş özelliğinin “değişim” olduğu yadsınamaz... 
Ayrıca çağdaş uygarlık hukukunun temeli olan “adalet”in anlamı “eşitlik”tir; oysa“şeriat”ın -hemen hemen- “eşitsizlik” üzerine kurulu olduğu bilinir; bu eşitsizlikten en çok, en açık biçimde “aile” kurumunu düzenleyen “hükümler”de görülür ki, dayanağı “cinsel eşitsizlik”tir ve dolaysiyle bu durum “kadın”ı, “ikinci sınıf kul”düzeyine indirgemiş olmaktadır.
Bu “ikinci sınıflık”, erkeğin dört eş almasına, “Boşol!”la eşini boşamasına“cevaz” vermesi bir yana, eşlerini dövmesini “mubah” kılınmasına dek götürür. 
Ve burada da yine ayraç açarsak bir konuya daha değinelim derim; “faiz”i yasaklayan “ayet”in yorumlana yorumlana -“yani değişen ekonomik yaşamauyularak”“kâr payı” adıyla ortaya konup; eksiksiz bir “şeriat”la yönetilen ülkelerde bile “bankalar”ın açılmasının “Müslüman” dünyaca kabulüne karşın,“kadın”la ilgili ayetlere bu tür bir yaklaşım, “1400” yıldır görülmediği gibi, bunların -dört dörtlük uygun- “sağlam” ayetler olduğu, dolaysiyle böyle bir “yorum”a gerek olmadığı görüşü adeta inançlaştırılmıştır... 
“Şeriat”ın bütün bu olumsuzlukları içererek “aile” kurumunu düzenleyen kuralları,“1923 Atatürk Devrimi”nin ürünü dolaysiyle bir “Devrim Yasası” olan “Türk Yurttaşlar Yasası”nın (Medeni Kanun) kabulü ile “1926” yılında ortadan kalktı, daha sonra da “27 Mayıs Devrimi”nin ürünü olan “1961 Anayasası”nda, öteki devrim yasalarıyla birlikte yer verilip “korumaya” alındı. Ve yasa, bilindiği gibi,“Evlilik belgesi gösterilmeden evlenmenin dinsel töreni yapılamaz” kuralını içeren “110. maddesi”yle Anayasa’da temsil edildi.
Öte yanda, “1961 Anayasası”nı hazırlayan “Bilim Kurulu”nun böyle bir “koruma”kuralına anayasada yer vermelerinin ne denli yerinde olduğu, sonraki yıllarda yaşananlarla -bir bakıma- ispatlanmıştır.
Sanırım bunların ilki, “1978” yılı ortalarında dönemin “Milliyetçi Hareket Partisi”nin“on bir” milletvekili, evlenmelerin “müftüler”ce yapılması için “TBMM”ye bir yasa tasarısı vermesidir. 
Tasarının gerekçesi: “Hıristiyan ülkelerde nikâhın kiliselerde papaz tarafından kıyılması, geçerli sayılması için şart olduğu halde, bizde bu iş laik görevlilere verilmiş ve böylece dinsel geleneklerimize aykırı bir yol tutulmuş. Bunu düzeltmek için, bundan böyle nikâh ‘müftüler’ce kıyılması gerekmektedir” diye ortaya konursa da istenen sonuç alınmaz. 
“12 Eylül 1980”deki “karşıdevrim”in ortaya sürdüğü “1982 Anayasası” da -kimi sosyal hakları özellikle de kimi özgürlükleri kısıtlasa da- “Yurttaşlar Yasası”nın (Medeni Kanun), yasal nikâhtan önce “imam nikâhı”nın yapılmasını önleyen“110.” maddesini korumuş, böylece bu madde “1982 Anayasası”nda da yer almıştır. 
Ne var ki, “1923 Devrimi”nin ürünü olan “Yurttaşlar Yasası” (Medeni Kanun) “1 Ocak2002”de tarihe gömüldü; böylece bu yasanın bir “Devrim Yasası” olmasına da son verildi; çünkü kabul edilen yeni “Yurttaşlar Yasası”nın “madde numaraları da değiştirilmişti”; dolaysiyle hem bu yasaya devrim simgesi niteliğini kazandıran tutarlığı, hem de anayasa “güvence”si yok olmuştu. 
Bu yeni yasanın tasarısı tartışılırken bu duruma pek çok hukukçu, öğretim üyesi ve“STK”ler yoğun olarak karşı çıkmıştı; ne ki yine de bu olumsuzluk önlenememişti. Ama bugün “Anayasa Mahkemesi”nin bu olumsuzluğu -yasanın Anayasa güvencesinin yokluğunuadeta “fırsat” bilip, üstelik bu genel seçim arifesinde ülkeyi içine düşürdüğü durum, insanda “sarsıcı” bir “şaşkınlık” yaratıyor.
 

“AYM”nin, “1961 Anayasası”yla kurulduğunu anımsatalım ve yukarıda da sözü edilen “müftü nikâhı” için, bu Anayasa’yı yazan Ord. Prof. Dr. H. V. Velidedeoğlu’nun, “Bu öneri anayasamızın ‘laiklik’ ilkesine hepten aykırı olduğu için‘kanunlaşsa’ bile, ‘Anayasa Mahkemesi’nce ‘iptal’ olunur!” (8.6.1978) demecini bir kez daha değerlendirmesini umalım. 
Yoksa, “AYM”de de “tuzun koktuğu” iyice ortalığı saracaktır. 

MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Cumhuriyet

31 Mayıs 2015 Pazar

Fetih müsameresi…-AYDIN ENGİN

Gece maçı filan oynanıyorsa gazeteler baskıya geç girer. Bize de yazıları geç yollama hakkı ve şansı doğar. 
Bugün (yani dün, cumartesi) İstanbul’da “Yenikapı - Kazlıçeşme maçı” var. 15.00’teHDP Kazlıçeşme’de sahaya çıkacak. 17.30’da da Tayyip Erdoğan ile AhmetDavutoğlu İstanbul’u yeniden fethetme maçı” oynayacaklar. 
Yani yazıya oturmak için önümde epey vakit var… 
Olsun. Beklemeye niyetim yok. 
Bu meslekte acemilik günlerini geride bıraktıktan sonra seçim mitinglerinin ciddiye alınacak bir sonuç göstermediğini öğrendim. Miting meydanlarındaki kalabalık, oraya gelenlerin sıkı partili olduğunu filan göstermez. Olsa olsa il ve ilçe örgütü iyi çalışmıştır, kasaya genel merkez desteği ile iyi para girmiş, otobüs, minibüs filan kiralanmış, hatta “miting kumanyası” bile hazırlanmıştır. Meydan dolar. Tersi söz konusu ise lider boş ya da yarı boş meydanla idare etmek zorunda kalır. Miting sonrasında da yerel parti örgütü liderden okkalı bir zılgıt yer. 
Öyleyse HDP’nin Kazlıçeşme mitingine olsa olsa eş dost görmek, arkadaşlarla halay çekmek, sohbet etmek için gidilirdi. Yani “Acaba kalabalık olacak mı? HDP’nin İstanbul’da alacağı oy oranı ile ilgili ipuçları bulunabilecek mi” gibi sorulara miting meydanında cevap aramak gibi bir niyetim yok. 
Kazlıçeşme mitinginden iki buçuk saat sonra da Cumhurbaşkanı ile Başbakan el ele tutuşup hem bir “fetih müsameresi” düzenleyecekler, hem de fetih bahanesi ile AKP için devlet destekli seçim propagandası yapacaklar… 
Yani… 
Yani bu Tırmık’ı yazmak için ne Kazlıçeşme mitingini, ne “Yenikapı müsameresini” beklemenin âlemi yok. 
Ben de öyle yapıyorum zaten…
***
Yenikapı müsameresi” nitelemesinden hoşlanmayanlar olacak. Biliyorum. Fetih onlar için İslamın kâfiri yenip diz çöktürmesinin simgesi. O yüzden Fetih’e özel bir anlam vermekteler. Onlar için 29 Mayıs 1453 adeta kutsal
Tamam imparatorlukların semirmeye başladığı bir çağdı. İngiltere’nin, İspanya’nın, Fransa’nın imparatorluğa dönüşmeye başladıkları yıllardı ve Osmanlı da ortaçağın simgesi Roma İmparatorluğu’nu yıkıp, başkentini fethedip imparatorluk aşamasına sıçradı… Bu bağlamda anlamlı bir fetihti. 

Peki, ama fetihten 562 yıl sonra yeniden bayram etmeyi, görkemli değilse bile masraflı kutlama törenleri düzenlemeyi nasıl anlamlandıracağız? 
Osmanlı bizim tarihimiz. Yeryüzünün gördüğü en geniş ve güçlü imparatorluklardan biri. 
Peki, ama bu böyle diye onunla övünmenin, onun büyüklüğünden, gücünden, kudretinden pay çıkarmanın nasıl bir anlamı olabilir? 
Tahta çıktığında cülus namazını kardeş kanında aptes alarak kılan padişahlarla “ecdadımız” diyerek niye övünelim ki? 
Sırbistan, Macaristan, Kosova ovalarına, Balkanlar’ın dağ köylerine ve ırmak boyu kasabalarına yalınkılıç dalıp genç oğlan çocuklarını analarından zorla koparıp alıp, İstanbul’a getirip savaşçı olarak yetiştirip birer ölüm makinesine dönüştüren bir sistem bizim için övünç kaynağı olmalı mıdır? 
Sorun elbette imparatorluk yıllarında böyle yapıldığı için Osmanlı’yı suçlamak, kınamak olamaz. Bu, tarihi kendi koşulları ve çağı “zamanın ruhu” içinde kavrayamayan bir aymazlık olur. Ama 2015 yılında hâlâ ecdatla övünmek, her 29 Mayıs’ta fetih kutlamak sorgulanmalı değil midir? 
2015 yılında bir İspanyol çocuğuna, “Bundan birkaç yüzyıl önce ecdadımız Güney Amerika’yı fethetti. Oranın zenginliklerini İspanya’ya taşıdı. Oradaki kâfir Aztekleri, Mayaları köleleştirdi. Boyun eğmeyenlerin kolunu bacağını kesti. İspanya’ya altın çağını yaşattı” diye övünmeye kalkanla en azından alay edilir. 
Hindistan’ı talan eden, soyup soğana çeviren; Çin’i pazarlaştırmak için halkı zorla afyona alıştıran Britanya, ecdadı olan fatihlerinin bu marifetlerine bugün de alkış tutsa ne düşünülür? 
Gel de sorma. 
Acaba ha bire ecdatla övünenlerin dağarcığında kendiyle övünecek bir hüner, bir yetenek, bir marifet, bir zenginlik olmadığından mıdır? 
Galiba…

AYDIN ENGİN
CUMHURİYET

Yalakalığın kitabını yazmak-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Muhteşem Yüzyıl’da Pargalı’nın elinden hiç düşürmediği Dante’nin “İlahi Komedya” kitabını hatırlıyor musunuz?
Cennet, Cehennem, Araf’tan oluşan başyapıtında İtalyan yazar yalakalara özel yer ayırmış…
İnsanlığın temel değerleri, yaşam ve ölüm üzerinde alegorik bir destan olan eserinde Dante, en beter günahları işleyenleri cehennemin dibine yollar…

Türkçede hani “Cehennemin dibine git!” diye bir deyim vardır ya…
Onun gibi…
Yerin kat kat altında, düş gücüyle dizayn ettiği cehennemin en altına Dante, “en aşağılık günah” diye düşündüğü “hainliği” yakıştırmış; cehennemin 9 kat altındaki bu bölümde analarına, babalarına, sevdiklerine, yurttaşlarına, vatanlarına ihanet edenleri konuşlandırmış.
En dipten bir üstteki, cehennemin 8. bölmesinde kim var dersiniz?
Bildiniz: Yalakalar!
Dante, “katilleri” bile “yalakalara” yeğ tutarak onları 7. katta bırakıyor ama yalakaları; din sömürücüleri… rüşvet yiyenler… hile yapanlar… bölücüler… kalpazanlar ve kadın tellallarıyla beraber yerkürenin, hiç kurtuluş ümidi olmayan nerdeyse en dip katmanına yerleştiriyor.
Dante burada “dalkavukları” zebaniler tarafından kırbaçlanmaya mahkûm ediyor. Bununla yetinmiyor, saçlarına dek boka sokup lağımda yüzdürüyor.
‘Madem ki yaladın…’Neden?
Madem ki sen yaşam boyu güçlülerin mabadını yaladın” demek istiyor Dante: “Vücudun o bölgesinden çıkan maddede haydi bakalım ebediyete değin yüz!
Bunları İtalya’da yeni çıkan “yalakalığın” kitabından öğrendim...
İngilizcede yalayıp - yutmak anlamına gelen Slurp başlığıyla yayımlanan kitap, yazar Marco Travaglio’nun imzasını taşıyor.
Travaglio kitapta yalnız Dante indinde yalakalığa yer vermiyor; Dostoyevski,TolstoyProustFlaubertKafkaMannDickensCervantes gibi yalakalığı farklı biçimlerde ilgi alanına dönüştüren diğer dünya yazarlarına da değiniyor.
Bu yazarların kimi yalakalığı yermiş, kimi tasvirle yetinmiş, kimi teorisyenliğini yapıp uygulamıştır” diyor Travaglio. Ve kültürün “büyük iktidar saraylarından” çıktığı yerlerde, hükümrana yaranmak sanatının salgın kertesinde yaygın olduğunu söylüyor. İtalya’yı da bu ülkelerden sayıyor. 500 küsur sayfalık kitapta, Çizme’nin şanlı yalakalarının alıntılarından derlediği seçkiyle ülkenin yalakalık geçmişine ışık tutuyor.
Gönüllü uşaklığa ‘hayır’ 
Muktedir”e “baldan tatlısınız!” güzellemelerinin yapıldığı, Mevlana-Şems aşkıyla methiyeler döşenildiği, gözü kapalı fedailiğine soyunulduğu yerde yalakalığın ibret verici örneklerini bizim de böyle bir araya getirmeye; gelecek nesillere kalacak bir antolojide toplamaya ihtiyacımız var. 
Türkiye tarihinin ölçüsüz ve fütursuz yalakalık örnekleri, Travaglio’nun 500 sayfasına kolayca rahmet okutabilir… 
Slurp”te, Fransız yazar Etienne de la Boétie’den alınan çarpıcı bir değerlendirmeyle yazıya nokta koyalım: 
Boétie, beş yüzyıl önce... ta 16. yüzyılda “Gönüllü Uşaklık Üzerine/Discours de la servitude volontaire” eserinde şu tespiti yapıyor: 

Bunca insan, ülke ve ulusun; başkalarının kendisine atfettiği güçten başka güç sahibi olmayan bir tirana, nasıl olup da müsamaha ettiğini anlayabilmeyi isterdim. Tiran böyle bir gücü, o güce sade tolerans gösterilirse kullanabilir. Destek vermek yerine mukavemet edildiğine, o güç size bir kötülük yapamaz. Tirana savaş açmak ya da tiranı al aşağı etmek gibi şeyler de gerekmez. Halk bizatihi gönüllü uşaklık yapmaktan vazgeçtiğinde tiran kendiliğinden yenilir. Tirandan bir şeyler almak gerekmiyor. Yalnız bir şey vermemek yetiyor. Kendilerini zincire vuranlar sonuçta halklardır. Özgürleşmeleri için de gönüllü uşaklıktan vazgeçmeleri kâfidir.”

NİLGÜN CERRAHOĞLU
CUMHURİYET

29 Mayıs 2015 Cuma

Paydos! - ALİ SİRMEN

Hovarda, para destesini sol avucunun içine oturtmuş, sağ eliyle de hızla şarkıcı konsomatrisin ayakları altına sıyırıyor, katlanmış banknotlar pike yapıyorlardı, kadının ayakları dibine. 
Adanalı arkadaşlar, ilk defa tanık olduğum olay karşısındaki şaşkınlığımı gülümseyerek izliyorlardı.

Bereketli topraklar üzerinde, pavyonlarda alışılmamış bir sahne değildi bu. 
Aradan yıllar geçecek, Karaman Başyayla İlkokulu web sitesinden, benzeri sahneyi daha büyük bir şaşkınlıkla izleyecektim. 
Okulun Müdürü Ümit Öztürk, okuma yarışmasını kazanan öğrencilerden birinciye 20, ikinciye 15, üçüncüye de 10 lira ödül veriyor, bunu da kafasına pavyonda para saçılan konsomatrislere yapıldığı gibi yapıyor, görüntüleri de okulun resmi web sitesine kaydediyordu. 
Milli Eğitim’in, içinde bulunduğu dehşet verici durumun en çarpıcı göstergesidir bu. 
Belki de Ümit öğretmen halisane niyetlerle hareket etmektedir. Ama sonuç değişmiyor, okulda garip bir maganda ayini yapılıyor. 
Şubat ayında Antalya’da Kepez Atatürk Anadolu Lisesi’nde okula kısa etekle gelen kızlara karşı erkek öğrencileri örgütleyip, taciz timleri kurdurtmaya kalkan Müdür Muavini Filiz Güler olayından sonra, karşımıza şimdi de Ümit Öztürk çıktı.
***
Filiz Öğretmenler, Ümit Öğretmenler, sizler Tayyiban iktidarının milli eğitim darbelerinin canlı eserlerisiniz. 
Filiz Öğretmenler, Ümit Öğrdetmenler yarınki nesiller sizin eseriniz olacaktır.

Evet. Değerli Okurlarım, Cumhuriyet devrimi, temelleri 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Yasası ile atılmış olan büyük eğitim seferberliğiyle yaygınlaştı. 
Cumhuriyetin değerler ve kurumlarının temeli laik eğitim seferberliğiyle Anadolu toprağında filizlendirildi. 
Bunun son aşaması da Köy Enstitüleri oldu. 
Cumhuriyetin Anadolu halkına en güzel armağanı, öğretmenleridir. 
Çağdaşlaşmanın, Türk Rönesansının öncüleri öğretmenler sayesinde laik Cumhuriyet böylesine kök salabildi. 
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ulaşım ve iletişim olanaklarıyla laik Cumhuriyetin kurumları, Milli Eğitim ağından başka hiçbir kanalla böylesine maya tutamazdı. 
Milli Eğitim’in laik Cumhuriyetin oturmasında, değerlerinin ve kurumlarının yerleşmesindeki yaşamsal önemini Cumhuriyetin savunucuları kadar karşıtları da çok iyi kavramışlardır.
***
Dünyanın her yerinde cumhuriyetin laik değerlerinin mücadele alanı okullar olmuştur. Bu gerçek Türkiye Cumhuriyeti için de geçerlidir. Bu yüzden, Milli Eğitim laik Cumhuriyet karşıtlarının ilk hedefi olmuş, sürekli saldırılara maruz kalmıştır. 
Sonunda durum o hale gelmiştir ki, bugün Milli Eğitim Örgütü, laik Cumhuriyetin bekası açısından, IŞİD’den daha tehlikeli hale gelmiştir. 
Ümit ve Filiz Öğretmenler bunun kanıtlarıdırlar. 
Evet unutmayalım ki, yarının nesillerini bu Filiz ve Ümit öğretmenler yetiştirecektir. Ve onlar bir, beş değil, artık binlercedirler. 
Cumhuriyet gazetesinin yöneticiliğini de yapmış olan ünlü tiyatro yazarı Cevat Fehmi Başkut’un, 1948’de yazdığı, öğretmenin daha o zamanda filizlenmeye başlayan dramını yansıtan oyunu “Paydos”un son sahnesinde Murtaza Öğretmen, mesleği bırakıp bakkallığa geçmek zorunda kaldıktan sonra, bir akşamüstü dükkânda kimse yokken, okuldaymışçasına, öğrencilerine seslenir ve perde onun şu sözleri üzerine iner: 
- Şimdi artık paydos çocuklar! 
Evet paydos! Laik çağdaş özgür, sorgulayıcı eğitime artık paydos! 
Paydos çocuklar! Paydos!

ALİ SİRMEN
CUMHURİYET

24 Mayıs 2015 Pazar

Kenan Evren’in cenaze töreni-ÖZTİN AKGÜÇ

Kenan Evren’in cenaze törenine katılım, söylenenler, yazılanlar beni şaşırtmadı. Beklentilere uygundu. Eğer Evren’in güçlü olduğu dönemde yanında olanlar, övgü düzenler; parklara, caddelere, okullara, sanayi sitelerine Evren ismini vermede yarışanlar, tablolarını satın alanlar, şerefine davet, ziyafet düzenleyenler cenaze törenine katılsalardı, o zaman şaşırırdım. Kişilik konusunda topluma haksızlık mı yapıyorum diye kendimi sorgulardım. 
Toplumun büyük bölümü tutarlı, kişilikli hatta düzgün davranış göstermiyor, ülkenin temel sorunu da buradan kaynaklanıyor. Kişi iktidarda iken, güçlü iken, çıkar dağıtabilirken, övgüde, tabasbusta, yaltaklanmada sınır tanımayanlar, kişi iktidar gücünü yitirdiğinde hemen sırt dönüp, eleştirmeye hatta gammazlamaya başlıyor. 
Bazı çevreler, kişiler, gruplar bugün sayın Cumhurbaşkanı’nı nasıl övüyor, göklere çıkarıyor, ismini tesislere, spor alanlarına, üniversiteye hatta canlı türlerine vermede yarışıyorlarsa, 1980’li yılların başlarında aynı belki daha fazlası Evren için yapıldı. Okullara, parklara, caddelere, kışlalara, sanayi sitelerine ismi verildi; şerefine toplantılar düzenlendi, Evren’le yakın ilişki kuracağı düşünülen kişiler medyada özel sektörde önemli orunlara, görevlere getirildi.
 
Günümüzde, diktatörlük, vesayet anayasası olarak nitelendirilen 1982 Anayasası halkın yüzde 92 oyu ile kabul edildi, Kenan Evren halkoyu ile seçilen ilk cumhurbaşkanı oldu. Medyada yapılan anayasaya oy verme çağrıları henüz bellektedir. İbadete çağrı yapar gibi anayasaya evet oyu verme çağrıları yapıldı. Şimdi halkın onayına kulp, bahane bulmaya çalışılıyor. Baskı ile oy verildiği savunuluyor. Eğer toplum baskı ile göz korkutma ile oy veriyorsa, o zaman sağlıklı bir seçim sonucuna, ulusal iradenin oluşumuna nasıl inanacağız? Baskıyla oy devşirme geçerliyse aynı sav sayın Cumhurbaşkanı’nın yüzde 52 oyu için de ileri sürülebilir. Aslında baskıya boyun eğenlerde eksiklik aramak gerekir. 
Evren iktidardan düştükten sonra eleştirmek, atıp tutmak marifet, yüreklilik değildir. Yürekli olanlar, Evren iktidarda iken cezayı, dışlanmayı göze alarak eleştirenler, bedelini de ödediler. Bedeli ödenmemiş, ucuz kahramanlık, demokratlık taslamak, kişilik noksanlığının kanıtı, göstergesi oluyor. 
Tutarlılık, kişilik, vefa göstererek, kınanmayı da göze alarak cenaze törenine katılan sivilleri, politikacıları kınamak değil takdir etmek gerekir. 
Egemen güçle mücadele, kişiler iktidarda, güçlü iken özveri gösterilerek yapılmalıdır.
Olaylar sonlandıktan sonra cesaret gösterisi ucuz kahramanlıktan ileri gitmiyor. 
Oy kaygısı ile Evren’i ölümünden sonra kınayıp, aşağılayarak merhum Özal ile merhum Menderes’ten övgü ile söz ederek miting meydanlarında oy devşirmeye kalkışmayı da etik bulmamak, eleştirmek gerekir.

ÖZTİN AKGÜÇ
CUMHURİYET

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Merkez Türkiye umut veriyor-ÇİĞDEM TOKER

İstihdam, ne kadar resmi ve soğuk bir kavramsa, “işsiz”, bir o kadar kişisel, bir o kadar yakıcı. 
En az 16 yıl eğitim öğrenim gördükten sonra, gepgenç insanların yıllarca işsiz kalma ihtimalinin en yüksek olduğu ülkeye Türkiye dendiğini biz biliyorduk bilmesine de, OECD’nin son raporu, bu gerçeği bir tokat gibi çarptı yüzümüze... 
Yoksulluk oranını belirleyen “Gini katsayısı”na göre Türkiye, yoksulluk sıralamasındaki 34 ülke arasında, “en kötü üçüncü ülke” olarak açıklandı. 
Bundan daha kötü veri ise gençlerle ilgili. 
Türkiye’deki gençler, nispi gelir yoksulluğu sıralamasında bütün OECD ülkeleri gençlerinden daha yoksul: Yüzde 28.5 
Oysa CHP’nin Merkez Türkiye projesi için “Bir hayal ürünü proje daha yapmışlar, üzerinde durmaya değer bulmuyorum” diyen Başbakan Yardımcısı Ali Babacanbakın 29 Eylül 2014’te ne demiş: 
“Gelir dağılımı giderek düzeliyor, Gini katsayısı düşüyor. Gini katsayısını OECD ülkeleri arasında en hızlı düşüren ülke Türkiye oldu.” 
Gelir dağılımı eğer 8 ayda tepetaklak olmadıysa, taraflardan biri doğruyu söylemiyor öyle değil mi? Ki o da muhtemelen OECD’dir!
***
Babacan gibi, “Daha yerini bilmiyorlar. Acz içindeler” diye aşağılayıcı ifadeler kullanan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in tepkisi, kurulan cümlelerden çok farklı bir gerçeği fısıldıyor bize: 
AKP iktidarı artık hayal kurduramıyor. 
İktidar partisi, 13 yıl boyunca, özgün tabanını kademeli olarak, sağlık, ulaştırma ve eğitim alanındaki hizmet projeleri sayesinde genişletti. 
Kendi siyasi çizgisiyle aynı noktada durmayan kitlelerin oylarını, “gündelik yaşam faydası” üzerinden çoğalttı. 
Ancak artık tablo değişti. Milli Gelir’in yedi yıldır 10 bin dolardan yukarıya kıpırdamadığı, büyümenin yüzde 3’lerde patinaj yaptığı, kuralsız denetimsiz ihale, taşeronlaşma, sağlık alanındaki geriye gidiş ve katlanan borçlarla, AKP iktidarı, artık gelecek tasavvuru sunan, heyecan veren bir projeyle halkın karşısına çıkmaktan uzak.

***
CHP ise tersine... İlk kez bu seçim döneminde yıllardır eleştirildiği somut proje üretememe algısını yıkmış durumda. 
Emekliye Ramazan ve Kurban bayramlarında ikramiye, gündelik hayat koşullarının iyileştirilmesine yönelik önemli bir adımdı. 
Türkiye’nin coğrafi konum ve genç nüfus avantajlarını eşanlı değerlendirmeyi hedefleyen Merkez Türkiye ise ülkeyi uluslararası mal ve hizmetlerin transfer üssüne dönüştürme fikriyle, fark yaratan bir proje. 
10 bin dolarlık orta gelir tuzağından çıkarak 33 bin dolar milli gelir hedefi koyuyor... 
En önemli iddiası, 6 milyon 200 bin işsizin, 2 milyon 200 binine istihdam sağlamak olan Merkez Türkiye, ticaret yükünü İstanbul’dan Anadolu’ya taşıyarak, göçü, sağlıksız kentleşmeyi, gelir adaletsizliğini önleme potansiyeline sahip. 
Dahası, burun kıvırma ve küçümsemelere konu olan 2035 tarihi, uzun vadeli ve kalıcı yapısı nedeniyle Merkez Türkiye’nin, umut verici en önemli özelliği. 
Kronik işsizliğe, derinleşen genç yoksulluğa çözüm üretemeyen, taşeronlaşmadan başka seçenek sunamayanlar, hayal kurma yeteneğini konformizm içinde yitirenler kavrayamasa da böyle.

ÇİĞDEM TOKER
CUMHURİYET

22 Mayıs 2015 Cuma

‘Lanetlenecek dönem!’- Meriç Velidedeoğlu



Her yıl “27 Mayıs” günü yaklaşırken; tüm sağcı, dinci, nurcu -kısacası tarikatçıiktidarlar ile yandaşları, her türden döneklerle birlikte “27 Mayıs”a ve ürünü olan “1961 Anayasası”na saldırmaya başlarlar. 
Bu durum -1965’ten bu yanayarım yüzyıldır sürmektedir; günümüzde de bu saldırı görevini “AKP” iktidarının “Başbakanı Davutoğlu” üstlenip mayıs ayına girince boşaldı atışa... 
İlk atış, “27 Mayıs’ı lanetleyin! Lanetleyin!”di, kuşkusuz arkasını da getirdi; kısılmış hırıltılı bir sesle konuştu, konuştu... 
Kendisini TV’de dinlerken dansöz “Kibariye”nin, “Davutoğlu” için yaptığı övgüyü insan anımsamadan duramıyor; “milli(!)” dansözümüz “Kibariye”“Başbakanımızıçok seviyorum; hele o ‘bıcır bıcır’ konuşması yok mu?” demişti. 
“Davutoğlu; işte o “bıcır bıcır” konuşmasıyla “27 Mayıs”ı dolaysiyle ürünü “1961 Anayasası”nı ağır bir dille eleştiriyordu; Bursa’daki metal sanayiinin binlerce emekçisinin direnişine duyduğu “öfke”yi; işçiye “sendika kurma hakkı”“grev hakkı” gibi sosyal haklar kazandıran “27 Mayıs Devrimi”nden, anayasasından çıkartıyor, bunların “lanetlenmesi”ni istiyordu; eh haklı (!), yasa tanımayan bir“icraat”a karşı “yargı denetimi”, ya da “yürütmenin durdurulması” gibi yaptırımları içren bu anayasa lanetlenmez de ne yapılır? 
Ayrıca, işçiye haklarını elde edebilmesi için kurallara uygun, “barışçıl olarak”yapılan “işin yavaşlatılması, işbaşında oturma grevleri, işyerlerini işgal” gibi eylemlere götürecek yollara “kapı açan” bu anayasa değil miydi? Bunları içeren, yasallaştıran“Uluslararası Çalışma Örgütü” (ILO) bu kapıdan içeri girmemiş miydi? 
Böylece, “27 Mayıs Devrimi”, ürünü olan 1961 Anayasası”“çağdaş demokratik bir hukuk devleti” tanımını içermesi yanında, ilk kez “sosyal nitelikli” bir “devletten”, kısacası “uyruklarının ekonomik ve sosyal durumlarını ve geleceklerini güvenceye bağlayan” bir “devlet”ten söz ettiği için, “Davutoğlu”nca lanetlenmesi gereken bir “anayasa (!)”dır. 
Kuşkusuz bu “sosyal haklar”la birlikte “evrensel hak ve özgürlükler” de “1961 Anayasası”nda eksiksiz uygulanması istenen ilkelerdi; bunların -ülkenin varlığına dokunacak durumlar dışında “sınırlanması”, “özüne dokunulması” ya da“vazgeçilmesi” düşünülemezdi; hele anayasamızda ilk kez yer alan “gösteri yürüyüşü hakkı” ve “erkler ayırımı” tam da lanetlenecek (!) kurallardı...

Öte yandan, “55 yıl” önce bu anayasa yapılırken dönemin “TemsilcilerMeclisi”ndeki görüşmelerde, “cumhurbaşkanını halkın seçmesi”de istenir; böyle seçilen bir cumhurbaşkanının ‘tarafsız’ olacağı ve ‘partili’ olmak vasfıyla hareket etmeyeceği” ileri sürülür (19.4.1861). Öneri sahibi “Raif Aybar” yaşayıp, önerisinin“R.T.E. Erdoğan”ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle gerçekleştiğine ve ardından“Erdoğan”ın tutumuna tanık olsaydı ne düşünür ne derdi acaba diye sormaya bilmem gerek var mı? 
Çünkü dilin kemiği olmadığı bilinir; “bıcır bıcır” olmasa da konuş babam konuş; böyle, artık anlamı kalmamış, anlamsız, kof, “laf kalabalığı”na karşı, “yürütmenindurdurulması” gibi bir yargı yöntemi, yargı garantisi koymamış anayasamız!”der“Hıfzı Veldet Hoca”
Belki, bilge halk ozanı “Yunus Emre”nin laf kalabalığına karşı, “Az söz erin yüküdür/Çok söz hayvan yüküdür” deyişi etkili olabilir, kuşkusuz ozanın ayrıca belirttiği gibi konuşanlarda bunu anlayacak “güher” var ise... 
Bilge “Yunus Emre” haklı, çünkü artık pek çok kişi gözümüzün içine baka baka“yalan” söylemekten çekinmiyor; bugün anlattıklarının, ertesi gün hiç sıkılmadan, rahatlıkla tam “tersini” anlatıyor; ne yazık ki bunun dört-dörtlük bir örneği “TC Devleti”nin başında olan “R.T.Erdoğan” değil mi? 
“13 yıl”dır bu böyle sürüyor, dolaysıyla artık kaçınılmaz bu sürece girdi; en küçük bir eleştiriye dayanamıyor; karşı gelenlere saldırıyor; özellikle de “ne isterlerse verip” saldırtıyor ve geride durup keyifle izliyor; “kumpas davaları” bu tutumun ürünüdür. 
Bu tür “tezgâh” davalarını kimi ülkelerin de -yakın geçmişlerinde- yaşadıkları bilinir; Fransa’nın “Dreyfüs Davası”, Osmanlı’nın “Çadır Mahkemesi” bunların en ünlüleridir; ne ki her iki yargılamada da “tek dava, tek sanık” vardır; oysa “kumpas davaları”“Başbakan Erdoğan”ın “savcı”sı olmak istediği “Ergenekon”la başlar; Balyoz, Poyrazköy, İstanbulİzmir Casusluk, Odatv ve ötekilerle sürer gider, dolaysıyla da “yüzlerce suçsuz insan”, üniversite hocaları, rektörler, bilim adamları, yazarlar, gazeteciler, aydınlar ve “TSK”nın her rütbeden -özellikle- Atatürkçü komutanları... 
Bu davaların duruşmalarını izlerken yapılan suçlamaları duyduğumda ne denli utandığımı unutamıyorum; bir de suçlananları, dayanamayıp aramızdan ayrılanları düşünürsek... Bunlardan biri olan “Alb. Murat Özenalp”i anlatan “Bir Kumpas Şehidi”ni okurken, “lanetlenecek” olan dönemin bu “13 yıllık” süreç olduğunu bir kez daha kabulleniyorsunuz. 
Yarın Beşiktaş’ta olalım, bütün “Özenalpler”i anmak için...

MERİÇ VELİDEDEOĞLU
CUMHURİYET

21 Mayıs 2015 Perşembe

‘Bizden ne istiyorsunuz?’- NİLGÜN CERRAHOĞLU



Hürriyet’in “Cumhurbaşkanına sesleniyoruz” başyazısına, Erdoğan Kasımpaşalı geçmişine” bir göndermeyle yanıt verdi.
Bana gelip ‘sizin döneminizde 1’e 5 kazandım’ diyen sen değil misin?” deyip ekledi: “Aydın Beyben doğma büyüme Kasımpaşalıyım. Hakkın olmayanı öncekilerden aldığın gibi bizden alamazsın. Bunu bilmen lazım!
O an gözümde “amiral gazete” olduğu dönemde Hürriyet’in “RTE karizmasını” bu Kasımpaşalılık üzerinden parlattığı günler geldi.
Yıl 1998…
Ertuğrul Özkök, vaktiyle müthiş dümur olduğum için unutmadığım “Kasımpaşalı Haylazın Brando Olarak Portresi” yazısını kaleme alıyor.
Kasımpaşalı Haylaz ve Brando!
Hiç uçuk demeyeceksin! Yaranmak istediğin adaya iltifatın irisini salla gitsin, pişman olmazsın!” kuralıyla yazılmış olan bu yazıyı, “yalakalığın çerçeveletilecek örneklerinden biri olduğu için” için saklamıştım.
Daha önce de burada birkaç kez yazdım.

Dönüm noktasıErdoğan Türkiye’yi sarsan “Minareler süngümüz” şiirini okumuş tam ve başı dertte; Fazilet’te de Erbakan mı, Erdoğan mı tartışması yapılıyor...
Hürriyet yazarları tartışmada bölünüyor...
Özkök, yazıyı bu kritik zamanlamayla yazıyor ve yeni lider adayını cilalıyor.
Kafama “dönüm noktası” diye kazınan yazıda Özkök, Erdoğan’ı “yeni Özal” olarak damgalıyor.
Hürriyet yazarlarının bir bölümü Erdoğan’ı, Erbakan’dan daha radikal buluyor” deyip devam ediyor:
Benim bulunduğum küçük grup aksi görüşte. Erdoğan dikkatli ve yumuşak bir üslup kullanıyor. Hayat tarzında Fazilet’in kravatlı kanadını temsil ediyor. Ama...‘Demokrasi araçtır’ sözü peşini bırakmıyor. ‘Demokrasi tramvaydır…’ dediği (de)söylenmişti. Danışmanı Sadık Albayrak... ‘Bir ara Tayyip Bey’in İhtiras Tramvayı’na bindiğini yazmıştınız. Bir İhtiras Tramvayı varsa, başkan orda (muhafazakâr) Karl Madlen değil, (delidolu) Marlon Brando’dur’ (diyor).
Bugünlere işte böyle gelindi.
Erdoğan bugün Aydın Doğan’ı “ayağını denk al” doğrultusunda uyardığında, verilen mesajlar artık İhtiras Tramvayı’nın Brando’sundan çok “Baba”nın Brando’sunu düşündürüyor...
Doğan Grubu da bu mesajı aldığından bugün “Cumhurbaşkanına seslendiği” başyazısında; “Bizden ne istiyorsunuz?” diyerek haykırıyor: “Neden bize saldırıyorsunuz? Neden hedef gösteriyorsunuz? Sürgün mü edeceksiniz bizi?Neden korkmalıyız ki? Demokratik bir ülkenin cumhurbaşkanı, vatandaşlarına neden korku ile yaşamalarından söz etsin? Korku ve demokrasi yan yana gelebilecek kavramlar mıdır?
Artık demokrasi olmadığımızın kanıtı olan vahim satırlar bunlar.
Oh çekmenin sırası değil 
Bir o denli vahim olan... Hürriyet’in başyazısının ardından köşelerde hüküm süren sessizlik. Ayşenur Arslan’dan başka kimse dün doğrudan konuya el atmadı. 
Bunun bir nedeni “korku dağları bekliyor” sendromu ise, diğeri Doğan medyasının “inandırıcılığını” yitirmiş olması ve “AKP’nin kontrolsüz gücünde” katkısının bulunması... 
Muhalif basının arkasında kenetlenmesi gerektiği bir anda, yükselen birkaç sesten başka ses çıkmıyor bu yüzden. 
Sosyal medyada ne yazılmış diye şöyle bir baktım da... İnsanlar göz önünde olandan (yani basın özgürlüğünün sonundan) çok; perde arkasında olanla (komplolarla) meşgul. “Niye şimdi?” ve “Böyle bir yazı?” diyorlar.“Erdoğanologlar” ve “Hürriyetologlar” tam kadro devrede. Kimi “Oh olsun!” diye Doğan gibi bir güçlünün sindirilmesine seviniyor... 
Kimi “Üç günde anlaşırlar!” kehanetinde bulunuyor... Kimi Hürriyet’ten atılan yazarları sıralayıp, “Basın özgürlüğünü savunmak yeni mi aklınıza geldi?” diye soruyor. 
Ne olursa olsun bir gazeteye bu şiddetle yüklenmenin kabul edilmez olduğunu gözden kaçırıyorlar. 
Baskının sade Doğan Grubu’na değil; uçan kuşa gözdağı olduğunu görmüyorlar... 
Ayşenur Arslan gibi ben de Doğan Medya’dan kovulmuş olmama rağmen bugün “Bizden ne istiyorsunuz?” çaresizliğini dile getiren bir yayın organının çığlığına kulak vermeyi gazetecilik görevi biliyorum.

NİLGÜN CERRAHOĞLU
CUMHURİYET

Türkan Saylan’a terörist diyenler nerdesiniz??? - ZEYNEP ORAL

Ahlaksızlar, namussuzlar, sahtekârlar! Utanmazlar, insanlıktan nasibini almamış pislikler! İşbirlikçiler! 
8 sütuna manşetlerde haykırıyorlardı: “İşte! İşte Ergenekon’un finans kaynağı ortaya çıktı!” diyorlardı. “ÇYDD’nin Ergenekon’un finans kaynağı olduğu ispatlandı!”diyorlardı. Salyalarını akıtan diğerleri ise başka bir cevher bulmuştu: “Falanca filancaisimli şahısların ÇYDD’den burs aldıkları, ÇYDD’den burs alan bu öğrencilerin PKK/KONGRAGEL terör örgütü üyesi oldukları tespit edilmiştir” diye yazan alçaklar neredesiniz?

“ÇYDD örgütün dağ kadrosuna eleman kazandırıyor” diye televizyonlarda öten pislikler, “ÇYDD Güneydoğu’dan topladığı genç kızları, Türk ordusundaki subayların koynuna servis ediyor” diye kafalarındaki pisliği dışa vuranlar hâlâ ne yüzle ortalarda dolaşırsınız! 
18 Mayıs Türkan Saylan’ın ölüm yıldönümüydü. Yeniden, yeniden 2009’da, Türkan Saylan’a ve eşsiz kuruluşu ÇYDD’ye yapılan ahlaksız suçlamaları düşünmeden edemedim! İktidarın elvermesiyle, kışkırtmasıyla yapıldı bu suçlamalar; yandaş medyayla yaygınlaştırıldı. Bu suçlamalar onu yitirdikten sonra da devam etti!
Sevgi insanı 
Kendi de söylemişti zaten: “Beni hırpaladılar, yerden yere vurdular, ne gâvurluğum kaldı ne Kürtçülüğüm, ne de komünistliğim. Şu son aramayla da darbeci yerine kondum. Umurumda bile olmadı. Çünkü ben gâvur, Kürtçü, komünist veya darbeci değilim. Ben sadece, yüreği insan sevgisi dolu bir hekimim. Ülkemi, insan haklarına ve hukuka saygılı, demokrasiye inanan hükümetlerin idare etmesini isteyen bir vatanseverim.” 
Bu kadar açık seçik, bu kadar net! 
Uzun yıllar boyu, tüm çalışmalarına tanıklık ederken Türkan Saylan’ın yorulduğuna, öfkelendiğine ve yakındığına hiç rastlamadım. 
Ne zaman bir olumsuzluk görse, derhal çözüm yolları aramaya başlar; öfkelenmeyi“enerji kaybı” diye nitelerdi.
Çalışkanlığının, yapıcılığının kaynağında o sonsuz insan sevgisi vardı!
Devlet özür dilemeli 
Sevgili Aysel Çelikel iki gün önce Cumhuriyet’teki yazısını şöyle bitiriyordu: “Şimdi yargılanan 3 arkadaşımız için ve Türkan Saylan için beraat ve itibarlarının iade edilmesini ve devletin özür dilemesini bekliyoruz.” 
Sahte deliller, düzmece mahkemeler.. ve hâlâ süren yargılama! Oha! 
Sadece devlet mi? İktidar da özür dilemeli bence!
O filmi gösterin 
Birkaç akşam önce İş Sanat’ta Nurdan Arca’nın yönettiği, gerçekleştirdiği “TürkanSaylan Anlatıyor” adlı bir belgesel film gösterildi. 
35 dakikalık bu film boyunca Türkan Saylan, Zehra İpşiroğlu’nun sorduğu, hepimizin aklındaki soruları yanıtlıyor, anlatıyor... Kişiliğine, yaptıklarına, düşüncelerine dair müthiş zihin açıcı açıklamalar getiriyor. Söyledikleri, her söylediği, her önerisi, her analizi, her değerlendirmesi öyle önemli ki, bizler ne desek boş. Filme emeği geçenleri kutluyorum. 
Bu film bütün televizyon kanallarında gösterilmeli. 
İnanın o zaman Türkiye çok daha farklı bir yerde olur. Çağdaşlaşma yolunda önemli bir adım atmış oluruz.

ZEYNEP ORAL
CUMHURİYET

19 Mayıs 2015 Salı

Tarih tersine döner mi?-EMRE KONGAR

Tarihsel süreçler esas olarak teknolojik, coğrafi, siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel oluşumların bir toplamıdır...
Doğru olarak gözlenebildikleri zaman sonuçları kestirilebilir...
Çünkü bu süreçler, beklenmedik bir biçimde ortaya çıkmaz ve birdenbire tersine dönmezler...
Diyalektik bir mantıkla, bazen duraklayarak ve geri dönmüş izlenimi vererek, bazen de aynı yönde sıçrayarak ama kestirilebilir bir biçimde devam ederler!
***
Osmanlı İmparatorluğu’nun Endüstri Devrimi’ni kaçırdığı ve EndüstriDevrimi’ni kaçıran dintarım imparatorluklarının çöktüğü tarihsel bir gerçektir!
İmparatorluk kendi içinde Endüstri Devrimi’ni gerçekleştirerek evrimleşemediği için, zayıflamış, toprak kaybetmiş, yoksullaşmış, savaşlarda yenilmiş ve sonunda galip devletler tarafından işgal edilmiştir!
Bu oluşumun doğal sonucu, Sevr Antlaşması ile imparatorluğun ortadan kaldırılması, topraklarının galip devletlerce paylaşılması ve paylaştırılmasıdır.
19 Mayıs 1919’daki durum budur!
***
Üstelik imparatorluğu yıkacak olan tarihsel süreç, 19 Mayıs 1919’da da durmamıştır:
İngiliz, Fransız ve İtalyan orduları fiilen, bugünkü Türkiye’yi işgal etmişlerdir...
Her yer düşman askeri kaynamaktadır.
Bu da yetmemiştir:
Batı’dan Yunan, Doğu’dan Ermeni orduları, kendi anavatanları saydıkları ve Müslüman Türkler tarafından işgal edildiğini düşündükleri Anadolu’yu geri almak için, taze kuvvet olarak saldırıya geçmişlerdir.
Bu da yetmemiştir:
Düşmana karşı direnmeye çalışan milli kuvvetler din düşmanı ilan edilmiş, katledilmelerinin vacip olduğu belirtilmiş ve Padişah’a bağlı kuvvetler isyan etmişlerdir.

***
Bütün bunlara karşı Bağımsızlık Savaşı yapanlar ise:
Yıllardır savaşmakta olan...
Yorgun, bezgin, kılıç artığı...
Yenilmiş bir ordudan geriye kalmış olan...
Hasta ve sakat insanlardır.
19 Mayıs 1919, Anadolu topraklarında tarihsel süreçlerin tersinedöndürüldüğü, akıl almaz olayların yaşandığı bir serüvenin başlangıçtarihidir!

EMRE KONGAR
CUMHURİYET

NUTUK 19 Mayıs’la başlar-MUSTAFA BALBAY

Mustafa Kemal Atatürk 15 20 Ekim 1927’de 5 gün süreyle Türk ulusuna hitaben CHP Kurultayı’nda okuduğu Nutuk’ta söze şöyle başlar: 
“19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım. Durum: ...” 
Bu başlangıç cümlesinin ardından 19 Mayıs 1919’daki durumu ayrıntılarıyla anlatır. 
İstanbul’daki yönetim acz içindedir... 
Anadolu, savaştan savaşa koşmaktan yorgun düşmüş yüzbinlerce evladını yitirmiştir... 
Emperyalist ülkeler bu topraklara ilişkin planlarını saltanat yönetimiyle açıkça konuşmaktan çekinmeyecek kadar ileri gitmiştir...Ülkenin dört bir yanında emperyalistlerle işbirliğine yatkın eğilimler filizlenmektedir... 

Buna karşın, bu toprakları vatan edinen insanların bağımsız yaşama duygusu körelmemiş, arayış içindedir... 
Mustafa Kemal bu tabloyu, tek tek olay kahramanlarının adlarını da vererek ortaya serer. Gerçeği bütün çıplaklığıyla anlatmaktan kaçınmaz. Çünkü kurtuluş ve kuruluş planlarını yıl yıl, hatta gün gün yapmış, adım adım alacağı kilometreleri hesaplamıştır. Yıllar sonra Kurtuluş Savaşı’nın öncesi ve sonrasına ilişkin ayrıntıları bilgileriyle ve belgeleriyle toplumla paylaşırken miladı 19 Mayıs 1919 olarak belirlemiştir. Çünkü bu tarih Atatürk’ün bir anlamda toplumsal doğum tarihidir. 
***
19 Mayıs 2015’e Atatürk’ün gözlüğüyle bakmaya çalışırsak, olaylar, olayların kahramanları ve araçları elbette çok farklıdır, ama öze indiğimizde ciddi benzerlikler vardır. 
Bugün Türkiye iyi yönetilmiyor. Bir yandan küresel aktörlerin bizden istediği her şeye evet diyen, bir yandan da hiçbir komşusuyla geçinemeyen bir yönetim anlayışı var. 
İktidar, neredeyse vatan şuurunu yitirmiş. 
İktidar sahipleri, kendi varlıklarını ve güçlerini korumak uğruna ülkede her türlü gerginliğe evet diyecek, hatta bunun planlarını yapacak kadar densizleşmiş.
Ülke ekonomisi üreten değil tüketen, her türlü kapkaççılığı mübah sayan bir anlayışa sürüklenmiş. 
Yurtta gerilim, dünyada gerilim anlayışı benimsenmiş, komşu ülkelerle yıllardır geleneksel sürdürüğümüz saygın ilişki, karşılıklı iç işlerine karışmama dengesi çoktan yitirilmiş. Bu durum ekonomiye de yansımış, komşularla hedeflenen sıfır sorunun yerine sıfır ilişki, sıfır ticaret noktasına gelinmiş. 
Eğitim, her yıl birkaç kez yapılan sistem değişikliği ile yazboz tahtasına dönmüş. 
Tarıma elverişli topraklar, üretimin değersizleşmesi nedeniyle kaderine terk edilmiş, adeta çölleşmiş.
Ülkenin 90 yıllık birikimini haraç mezat satan iktidar “onlar konuşur, ben yaparım”diyerek ülkeye yaptığı kötülüklerle övünür hale gelmiş.
***
Yukarıdaki örnekleri, aktardıklarımızın birkaç katı daha çoğaltarak vermek mümkün. 
Nutuk, durumu özetleyerek başlar ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile biter. 
Bu hitabe de biraz dikkatli okunduğunda içinde bugüne dair pek çok dersi barındırmaktadır. 
Gençliğin içinde her şeye karşın ciddi bir yurtsever köz vardır. 
Atatürk, bu öngörüsünde de yanılmamıştır. Her kesimi bedelini ödeyip satın alabileceğini sanan iktidar sahipleri, gençlik duvarına çarpmıştır. 
En güzel bayramlarımızdan biri olan 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun!..

MUSTAFA BALBAY
CUMHURİYET

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Uygarlık düşmanı ‘gelişme’...- AHMET CEMAL



Birkaç akşam önce İz TV’de, Isparta il sınırları içersinde yer alan Eğirdir Gölü’ne ait nefis bir belgesel izledim. 
Film, nefis olmasına nefis, ancak konusu bağlamında gerçek anlamda utanç verici. Çünkü ülkemizin en büyük doğa zenginliklerinden birini sergilemesinin yanı sıra, böyle bir zenginliğin nasıl bir acımasızlıkla ve bilinçsizlikle yıkıma sürüklenmekte olduğunun da öyküsü. 
Çevresindeki sanayi tesislerinin atık sularıyla, tarım alanlarına uygulanan ilaçlamayla göl olmaktan hızla çıkıp bataklığa dönüşmenin yolunu tutmuş, bunun sonucunda da doğal yaşamını yitirmenin son sınırlarını da zorlamaya başlamış dev bir su birikintisi. 
Bu, yalnızca Eğirdir Gölü için değil, fakat Türkiye’nin en güzel göllerinin çoğu için artık yazgıya dönüşmüş bir öykü.

Uygarlık ve ‘gelişme’... 
İşin en acı yanı ise ülkemizde bu yazgının artık sadece göllerle sınırlı kalmaması, fakat ‘gelişme’ sözcüğünün acı gerçekleri perdeleyen koruması altında, örneğin‘kentleşme’ olgusu için de geçerlik kazanmış olması. 
Kentleşme’, kabaca iki aşamadan oluşan bir kavramdır. İlk aşama, belli bir yaşama biriminde nüfusun çoğalmasıdır. Kentleşmenin terminolojisinde gerçek anlamda kentleşmenin hemen öncesindeki aşamayı belirleyen bu durum ‘kentlere yığılma’ diye de tanımlanmaktadır. Ancak ‘kentlere yığılma’, tek başına ‘kentleşme’ olgusunu inşa etmeye kesinlikle yeterli değildir. Zaman içersinde bu ‘yığılma’nın birlikte yaşama bağlamında örgütlenmesi ve örgütlenen bu bütünün yine zamanla insana yakışır bir hayatın yansıması haline gelmesi, ‘kentleşme’yi tamamlayan öğelerdir. Bu yansımanın öteki adı ise ‘uygarlaşma’dır. 
Şimdi yine Eğirdir Gölü örneğine dönersek, doğal zenginlik ve dolayısıyla da insana yakışır bir hayatın ta kendisi olan bir çevrenin doğal yaşama koşullarının, insanoğlunun bilinçli ve bilinçsiz çabalarıyla bu özelliklerini yitirmesi, aslında uygarlığa yönelik bir yıkım eyleminden başka bir şey değildir.

Aynı saptamayı, başlangıçta uygar bir birlikte yaşama ortamı olması öngörülmüş kentlerin zamanla türlü rant kaygılarının ve hırslarının etkisiyle insanca hayatlarla ilintisiz odak noktalarına dönüşmesi durumu için de yapabiliriz. 
 
Düzmece gelişme modelleri...
Ülkemizde yıllardır yürürlükte olan model, Eğirdir Gölü örneğindeki gibi, bir gölün çevresini oradaki doğal hayatı yok olma noktasına getirecek sanayi tesisleri ile kuşatmanın veya silueti de dahil olmak üzere, bir kentin tarihsel dokusunu delik deşik etmenin ‘gelişme’ ya da ‘modernleşme’ diye adlandırılmasını öngören bir modeldir. Ve bu model, aslında bir uygarlık düşmanlığını vurgulamaktan başka bir şey değildir!

AHMET CEMAL
CUMHURİYET

Bize girecek kazık 20 milyar dolar (2) - ORHAN BURSALI

RTE ve eski Ulaştırma Bakanı Elvan’ın 4.5G’ye geçeceğiz açıklamasının çok başka boyutları var... Yine ben öncelikle 4G ihalesini durduran tek kişinin kararıyla, ülkenin kaderinin nasıl temelden sarsılacağına işaret edeyim önce. Böyle bir konuda uzmanlar, piyasanın teknoloji tarafı, oturur konuşur tartışır, yani ülkenin “ortak aklı” karar verir. 
Düşünün ki ortak akıl yok, başkalarının düşüncesi yok, tek kişi var ve hemen bunu itirazsız kabul eden bir de devlet ve hükümet tarafı... Ve korkudan sesini çıkartamayan bir “piyasa”. Ülkenin geldiği duruma bakın. Tam bir zavallılık! 
Muktedir için “kurum” diye bir şey yok. Tüm kurumların yerine kendini geçirmiş. Padişahlığı bile aşan bir durum! Bunun böyle olduğunu zaten bugüne kadarki pratiklerinde biliyoruz. Şimdi bunun 4.5G örneğinde de yaşıyoruz.
***
4.5G, dünyada resmi olarak kabul edilmeyen bir şirketin geliştirmekte olduğu “ara teknoloji” dedik.

Türkiye 4.5G’ye geçti diyelim. Dünya kabul etmez ve mesela akıllı telefon üreticileri telefonlarını buna göre ayarlamazlarsa, hiçbir telefonda bu teknolojiyi kullanamazsınız. Belki Çin’de kullanırsınız. 5G’nin gelmesini beklersiniz. “Teknoloji uzmanı dostum” diyor ki: “Mesela iPhone Türkiye’de çalışmaz olursa Gezi’deki slogan şekil değiştirir, ‘4G’me / iPhone’uma dokunmayacaktın’a döner iş.” 
RTE farkında mı bilmiyorum, ama ülkede 4G’yi geliştiren yerli teknoloji şirketlerini cezalandırmış olacak. ARGE’ye yatırımı teşvik etmek için “hükümet” ve bakanları ortalıkta gezerken, “Sakın AR-GE’ye yatırım yapmayın, kaybedersiniz” mesajını verecek. 
Uzman dostum diyor ki: Eğer 4G yerine hemen başka bir şeye yatırım yapacaksakkazanacağımız bir şey olmayacak. 5G teknolojisi 2018 yılında kesinleşecek. 4.5G ara teknolojisini geliştirmekte olan Huawei, bunu Türkiye’ye kabul ettirirse, AB’ye dönüp, ‘Bakın sizin üyeniz bir ülke bunu kullanmaya başladı, bu teknolojiyi benimseyin’ diyecek. Peki Avrupa bunu benimser mi? Zor, çünkü Huawei Avrupalı pek çok şirketin önüne geçer
Avrupa buna izin vermez. 5 yıl içinde geçeceği 5G teknolojisini bekler, çünkü şirketleri bunun üzerinde çalışıyor! 
Bu durumda Huawei 4.5G’ye yaptığı yatırımdaki zararı sineye çeker. Ama Türkiye’ye kabul ettirirse kârâ geçer...
Türkiye o zaman çöplük olur! 
Teknoloji konusunda karar verecek olan uluslararası kurum (ETSI), 4.5G’yi, 5G’ye kadar bir ara teknoloji olarak kabul ederse, “kısa sürede Türkiye 4.5G’sini söküpyerine 5G kurmakla mükellef olacak. Esas o zaman çöplük olacağız..” Geçmişte böyle örnekler var. “İlk telsiz telefon Panasonic’in CTI teknolojisi ‘ara teknoloji-interim’olarak ilan edilmişti. Ama 3 senede DECT teknolojisine geçildi ve Panasonic’leri çöpe attık.” 
Dünkü yazımda dedim ki, RTE’nin iptal ettirmeye çalıştığı 4G’nin teknolojisi (OFDM) ordu için geliştirilmişti. Yerli şirketlerce! TASMUS (Taktik Saha Muhabere Sistemi) adıyla kullanılıyor. Yerli fikri mülkiyet hakları var. Ve şimdi sivil kullanım için geliştiriliyor. Aselsan, Netaş ve Türk Telekom şirketi ARGELA tarafından. 
Peki, 5G devreye girerse 4G çöp olur mu? 4.5G çöp olur ama 4G çöp olmaz. Cumhurbaşkanı’na kim doğru bilgi vermiyor merak ediyorum... 
İlk GSM (cep telefonu) resmi teknolojisi olan 2G bile, kurulduğu hemen her yerdehâlâ hizmette. Çok az bir yerde söküldü. Dolayısıyla bir ‘çöplük’ten söz edemeyiz.Genelde telekom teçhizatının ekonomik hizmet ömrü 20 yıldır. GSM 1992’de hizmete girdiğine göre 2G’nin 2012’de hizmet dışı kalmaya başlaması normaldir. 2GGSM’in söküldüğü yerler, çok yoğun cep telefonu trafiği olan yerler.”
***
Peki maliyeti nedir? Teknoloji uzmanımın uzun hesabının kısası: 4.5G için telefon şirketlerinin Huawei’ye ödeyeceği yaklaşık 240 milyon dolar. Şirkete AR-GE maliyeti ve fikri mülkiyet hakları kârı olarak 140 milyon dolar kadar kalır.. Tabii abonelere yanibizlere maliyeti ise (girecek kazık), akıllı telefonlar değişeceği için, 20 milyar dolar! 
Son söz: 4G dursun 5G yapalım demek, 4G’de ARGE yapanı ürününe pazarıkapatarak cezalandırıp, ARGE zamanı geçtiği için 5G’de yabancı ürünü pazarlayacak tüccarlara yol açmaktır.” 
RTE’ye 4G’yi iptal etttirin diyen kimler?

ORHAN BURSALI
CUMHURİYET