Fikret Abi, ağabeylerin abisi yakışır mıydı sana bizlerini yalnız bırakıp gitmek? Şimdi bu sözlerimi duysan, “Hayat böyle Işıl” der bir kahkaha basardın. Şimdi sen ışıklı bir yoldasın ve ben seninle konuşur gibi bu satırları yazıyorum. İnsanların yazmaya çizmeye, tiyatroya, resme, müziğe vurgun olmalarının en büyük nedeni bana göre, başka insanların hayatlarına değme ve onları değiştirme isteğidir. Sen bu işin piriydin. Gencecik bir üniversite
öğrencisiyken, Güneydoğu röportajlarını okumuş, Zap’ın azgın sularında cengâverce ilerlediğine tanık olmuş ve her zamanki inadınla karaya ayak bastığını görmüştüm. Öyle mi, hemen Cumhuriyet gazetesine gidip, “Ben Güneydoğu’ya gidip röportaj yapmak istiyorum” diye açıkça gönül koymuştum. Gazete yöneticileri “Madem bu kadar ısrarlısın git bakalım” demişlerdi. O yolculuk sırasında ilk kez mayında bacaklarını, bedenlerinin yarısını toprakta bırakan insanlarla tanıştım. Mardin Kızıltepe’de taksicilere “Beni Ahmet Türk’ün Kasrı Kanco’suna götürür müsünüz?” dediğimde, onların yüzündeki şaşkınlığı hiç unutmadım. Beni götürüp dönüş için de bir güzel beklediler. Yollarda çocuklar bana “Hey turist!” diye sesleniyorlardı ben dönüp Türkçe konuşunca da acayip gülüyorlardı ve gene “hey turist” diye seslenmeye devam ediyorlardı. Bu yolculukta bana hep senin o muhteşem inadın ve cesaretin eşlik etmişti.
Sonra dediler ki, “Fikret Otyam, büyük kentleri terk edip Gazipaşa’ya yerleşmiş. Kendine yepyeni bir hayat kurmuş.” Bu o zamanlar çok az kişinin yapabileceğini birdeğişimdi. Can Yücel’in dediği gibi Fikret Abi sen “Ne kadar az yalan söylersek o kadar iyi” diyenlerdendin. Yeni hayat yoldaşınFiliz’le birlikte yeni bir hayat kurmuştun. Ve en sevdiğin iş resme dönmüştün. Senin gibi bir fotoğraf ve yazı ustasının resimde neler yapacağını merak etmiştim. Sonra o rengârenk giysili ama yüzlerinde hep bir hüzün olan kadınlar geldi. Dağları mekân tutmuş keçiler geldi ve tabii benim en sevdiğim şahmeranlar geldi. Cesaret pirimsin ya, ben de hemen resme başladım. Camaltı resmine. Çok parasız zamanlarımda bu becerimle epey para kazandım. Teşekkür ederim Pirim!
Tamam tamam anlatacağım, bana nasıl kızdığını, şekerini nasıl yerinden oynattığımızı anlatacağım. Yıl 1999. O yıl Abdullah Öcalan tutuklanmış ve biz onu yargılayan hâkimin doğduğu Adıyamın’ın Mut köyündeyiz. Köyde bir şenlik var, yok yok. Tiyatrocular, sinemacılar, yazarlar, fotoğrafçılar ve tabii ev sahibi Fikret Otyam. Hâkim de orada. Ve dağlar taşlar onu koruyan özel harekât ordusuyla çevrili. İşte bu zamanda benim aklıma milleti toplayıp Harran’a gitmek düşüyor. Taliplisi çok, ülkesine yeni dönmüş bir Alamancının minibüsüne doluyoruz. Doğru Harran, ama yolda bölgeyi iyi bilen bir arkadaşımız, “Şuralarda buralarda bir Sin (ay ) tapınağı olacak” diyor adı: “Sumatra.” Başlıyoruz onu aramaya ama tek bir levha göremiyoruz. Saatler sonra bir mezranın sahibi çok yakışıklı bir adam bizi Sumatra’ya götürüyor. Ama hava kararmış ve ay çıkmış. Sanırım tapınağın tepesinde grubu ay çarpıyor. Ve biz kimselere haber vermeye gerek görmeden çok tehlikeli Fırat Nehri’ne giriyoruz, yollarda yüzü siyah boyalı özel harekâtle karışlaşıp, açıkça korkuyoruz. Neyse gece yarısını oldukça geçe Mut’a varıyoruz. Bir de ne görelim, Fikret Abi ayakta ve bizi bekliyor. Dehşet öfkeli. “Siz canınıza mı susadınız!” diye bizi karşılıyor. Biz de yaramazlık yapmış okul çocukları gibi özür diliyoruz. Hatırladın mı Fikret Abi, “Neyse sağ salim geldiniz ya” demiştin, “havuzdan soğuk bir karpuz getirin de yiyeyim.”
Fikret Abi seni anımsadığımda hep cesaretin geliyor aklıma, bir de neşen. O doğum gününü anımsadın mı, hani köye bir Atatürk heykeli bağışladığın o doğum gününü. Ben seni hep o günkü mutlu Fikret Otyam, dürüst Fikret Otyam, türkülere ve keçilere vurgun Fikret Otyam ve kadınları çok seven Fikret Otyam olarak anımsayacağım. Sevgiler. Keçilerin bize emanet.
IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet
öğrencisiyken, Güneydoğu röportajlarını okumuş, Zap’ın azgın sularında cengâverce ilerlediğine tanık olmuş ve her zamanki inadınla karaya ayak bastığını görmüştüm. Öyle mi, hemen Cumhuriyet gazetesine gidip, “Ben Güneydoğu’ya gidip röportaj yapmak istiyorum” diye açıkça gönül koymuştum. Gazete yöneticileri “Madem bu kadar ısrarlısın git bakalım” demişlerdi. O yolculuk sırasında ilk kez mayında bacaklarını, bedenlerinin yarısını toprakta bırakan insanlarla tanıştım. Mardin Kızıltepe’de taksicilere “Beni Ahmet Türk’ün Kasrı Kanco’suna götürür müsünüz?” dediğimde, onların yüzündeki şaşkınlığı hiç unutmadım. Beni götürüp dönüş için de bir güzel beklediler. Yollarda çocuklar bana “Hey turist!” diye sesleniyorlardı ben dönüp Türkçe konuşunca da acayip gülüyorlardı ve gene “hey turist” diye seslenmeye devam ediyorlardı. Bu yolculukta bana hep senin o muhteşem inadın ve cesaretin eşlik etmişti.
Sonra dediler ki, “Fikret Otyam, büyük kentleri terk edip Gazipaşa’ya yerleşmiş. Kendine yepyeni bir hayat kurmuş.” Bu o zamanlar çok az kişinin yapabileceğini birdeğişimdi. Can Yücel’in dediği gibi Fikret Abi sen “Ne kadar az yalan söylersek o kadar iyi” diyenlerdendin. Yeni hayat yoldaşınFiliz’le birlikte yeni bir hayat kurmuştun. Ve en sevdiğin iş resme dönmüştün. Senin gibi bir fotoğraf ve yazı ustasının resimde neler yapacağını merak etmiştim. Sonra o rengârenk giysili ama yüzlerinde hep bir hüzün olan kadınlar geldi. Dağları mekân tutmuş keçiler geldi ve tabii benim en sevdiğim şahmeranlar geldi. Cesaret pirimsin ya, ben de hemen resme başladım. Camaltı resmine. Çok parasız zamanlarımda bu becerimle epey para kazandım. Teşekkür ederim Pirim!
Tamam tamam anlatacağım, bana nasıl kızdığını, şekerini nasıl yerinden oynattığımızı anlatacağım. Yıl 1999. O yıl Abdullah Öcalan tutuklanmış ve biz onu yargılayan hâkimin doğduğu Adıyamın’ın Mut köyündeyiz. Köyde bir şenlik var, yok yok. Tiyatrocular, sinemacılar, yazarlar, fotoğrafçılar ve tabii ev sahibi Fikret Otyam. Hâkim de orada. Ve dağlar taşlar onu koruyan özel harekât ordusuyla çevrili. İşte bu zamanda benim aklıma milleti toplayıp Harran’a gitmek düşüyor. Taliplisi çok, ülkesine yeni dönmüş bir Alamancının minibüsüne doluyoruz. Doğru Harran, ama yolda bölgeyi iyi bilen bir arkadaşımız, “Şuralarda buralarda bir Sin (ay ) tapınağı olacak” diyor adı: “Sumatra.” Başlıyoruz onu aramaya ama tek bir levha göremiyoruz. Saatler sonra bir mezranın sahibi çok yakışıklı bir adam bizi Sumatra’ya götürüyor. Ama hava kararmış ve ay çıkmış. Sanırım tapınağın tepesinde grubu ay çarpıyor. Ve biz kimselere haber vermeye gerek görmeden çok tehlikeli Fırat Nehri’ne giriyoruz, yollarda yüzü siyah boyalı özel harekâtle karışlaşıp, açıkça korkuyoruz. Neyse gece yarısını oldukça geçe Mut’a varıyoruz. Bir de ne görelim, Fikret Abi ayakta ve bizi bekliyor. Dehşet öfkeli. “Siz canınıza mı susadınız!” diye bizi karşılıyor. Biz de yaramazlık yapmış okul çocukları gibi özür diliyoruz. Hatırladın mı Fikret Abi, “Neyse sağ salim geldiniz ya” demiştin, “havuzdan soğuk bir karpuz getirin de yiyeyim.”
Fikret Abi seni anımsadığımda hep cesaretin geliyor aklıma, bir de neşen. O doğum gününü anımsadın mı, hani köye bir Atatürk heykeli bağışladığın o doğum gününü. Ben seni hep o günkü mutlu Fikret Otyam, dürüst Fikret Otyam, türkülere ve keçilere vurgun Fikret Otyam ve kadınları çok seven Fikret Otyam olarak anımsayacağım. Sevgiler. Keçilerin bize emanet.
IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet