12 Aralık 2016 Pazartesi

Bu ulus bu siyaseti hak etmiyor - İZZETTİN ÖNDER

Terör hiçbir şekilde tasvip edilemez. Siyasi kanalların tıkanıklığının sonucu olarak görülse dahi, terör tasvip edilemez. Bu kadar acı yaşandıktan ve güvenliğimiz nerede ise sıfır noktasına inmişken, “şehitlerimizin kanları yerde kalmayacak” vb gibi beylik lafları bir tarafa bırakıp, toplumumuzu sarsan olaylar ya da terör belasını anatomisi ve fizyolojisi ile tahlil edip, bir çözüm bulmak zorundayız. 1960’ların ve Demokrat Parti yönetiminin sonuna doğru gelinirken partinin kullandığı “tenkil” veya “bastırma” sözcüğünü değil, çözüm sözcüğünü kasıtlı olarak kullandım, çünkü terörü baskılamak, anında değilse bile, bir fırsatını bulduğunda hiç ummadık bir noktada toplumu tekrar vurabilir. Nitekim içimizi dağlayan son terör olayı, sanki ortalık biraz olsun sakinleşti dediğimiz bir anda, hiç ummadık yerde çirkin yüzünü gösterdi. Demek ki, terörün kaynağı hala canlı ve bilinmedik hedefine odaklanmış olarak her fırsatı değerlendirmektedir. Terörle salt silahlı mücadele, çok güzel bir benzetme ile, çekiçle hücreyi öldürme garabetine benzer. O nedenle, terörün kaynağına inmek, salt fizik olarak yuvalarına girmek olarak değil de, siyasi olarak terör dürtülerinin şifresini çözmek şeklinde anlaşılmalıdır. Bu dilekle, ulusumuza başsağlığı ve yaşamını yitirenlere Allah’tan rahmet diliyorum!

İktidar partisi, ileride kendi siyasi etik hanesine kara leke olarak geçecek önemli bir hamleye yönelmiş bulunmaktadır. İktidar partisi, toplumsal temsil yapısı oldukça tartışmalı bir parlamento çatısı altında, kendisine kardeş bellediği bir siyasi parti ile bir takım manevralar ve karşılıklı alış-verişlerden sonra, çoğunluğunu elinde tuttuğu parlamento yetkilerini bizzat kendi oyları ile bir kişiye devretmeye hazırlanmaktadır. Söz konusu girişimin yeni anayasa olmayıp, yirmi küsur maddelik bir değişim olarak topluma sunulma aldatmacasına rağmen, aslında tasarlanan çok temel siyasi yapılanma değişimini amaçlayan köklü bir yeniden yapılanma belgesidir. Türkiye bir rejim değişikliğine sürüklenmektedir.  Böyle bir belgenin kotarılıp topluma sunulması ne tek başına iktidardaki partinin ne de tüm cari parlamentonun yetkisindedir. Böyle bir rejim değişikliği önerisini ancak bir kurucu meclis, uzun erimli tartışmalar sonucunda yapıp, olağan bir dönemde halkoyuna sunarak gerçekleştirebilir. Girişilen usulsüz proje yapılışı itibariyle maddi anlamda hukuksal bir temele dayanmadığı gibi, bir şekilde zor ve şantajla kabul ettirilip uygulamaya sokulsa dahi, toplumu temelinden sarsacak ve belki de bugünlerden daha vahim olaylara sürükleyecektir.

Anayasa, olağan yasa metin ve ruhundan çok ayrı olarak farklı toplumsal kesimlerin bir tür iletişim ve anlaşma vesikasıdır. Toplumun bir kesimin tercihini doğal olarak diğer kesim benimsemeyebilir, ancak her iki taraf da, müşterek yaşam koşuluna uyma zarureti bilinci ile bir noktada anlaşmaya vararak, toplumsal yaşamda huzuru sağlayabilir. Bunun dışındaki her çözüm dayatmadır ve toplumu sonu alınamaz huzursuzluk ve kaosa taşır.

Solo konserlerde sanatkârın detone olma riski çok yüksektir, oysa koro konserlerinde hemen hiçbir zaman böyle bir risk söz konusu değildir. Siyasette de bir siyasinin mantığı ve amacı toplumsal yaşamı sarsar ve huzuru bozabilir. Bu gidişatı düzeltecek olan parlamentodur. Parlamento bir korodur, ancak toplulaştırılmış değil, münferit iradelerin ortaya koyulduğu bir korodur. Çok net söylemem gerekiyor; evet, parlamento bir korodur, ancak yoğun, usulsüz ve çirkin markaj altında iradesini ortaya koyamayan kurşun askerler korosu değildir, olmamalıdır.  Parlamentonun böylesi yaşamsal kararlarda grup olarak kenetlenmeleri ya da parlamenterler markaja boyun eğmeleri durumunda seçmenlerden aldıkları oyun hakkını vermemiş olurlar ve böylesi sapkın davranışlarından kendi vicdanlarında olduğu kadar seçmenine ve tüm halka karşı da hesap veremeyeceği sorumluluk altına girmiş olurlar.

Parlamentoya sunulan tasarıda 600 kişilik parlamento karşısında tek kişi kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisini elinde tutacaktır. Tek başına bir kişi parlamentonun tümü ile denk durumda olurken, yargının da yarısını kedisi, yarısını da kendi tertiplediği parlamento seçecektir. Böyle bağımsız (!..) yargı, tek kişilik mutlak otoritenin atayacağı milletvekillerinin büyük çoğunluğunun karar vermesi durumunda kendi efendisini yargılayabilecektir. Doğrusu anlamada zorlandığım bu hükümleri, umarım ki, ünlü yetmez ama evet tayfası devreye girerek hepimize açıklar.

Bir toplumun müşterek yaşama kurallarını ve bu amaca yönelik olarak devletin yapısını belirleyen ve halka karşı siyasilerin davranış alanını sınırlayan anayasa, böylesine iki kardeş partisinin gizli görüşmeleri ve tertiplenmiş baskı altındaki bir parlamentonun az buçuk oyu ile ve OHAL gibi olağanüstü dönemde halkoyuna sunularak yaşama geçirilmiş bir metin olamaz. Tüm çağdaş hukuk kurallarının çiğnenerek, halka zorla dayatılan bu metin umarım bir yerde takılarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz karası olarak tarihe geçmez.

AKP ve siyasi liderlerinin 14 yıllık iktidarları döneminde toplumu sürükledikleri olumsuz koşulların hesabını vermedeki endişeleridir ki, böylesi başka hukuksuzluklarla rejim değişikliği yapacak olan metni halka dayatmaktadır. Tek parti ile sürüklendiğimiz nokta, tek insan yönetiminin de bugünkü görüntüsüdür. Ne var ki, dünya emperyalizmi ve burjuvazi demek ki tek parti ile yetinmeyip, tek siyasiyi karşısında görmek ve ricalarını(!) ona iletmek istemektedir. Hal böyle iken, halk iradesinin tecelli ettiği parlamentonun yerine bir kişiyi ikame etmek, halk iradesinin yerine emperyalistin iradesini geçirmektir. Böyle bir irade değişikliği onayını iradesini terk etme durumunda olacak halktan ve onun parlamentosundan almaya kalkmak, daha başlangıçta diktatörlüğün ilk adımıdır.  Böylesi bir siyasi dayatmayı özgürlüğüne düşkün bu halk hak etmemektedir ve irade terki yoluna asla gitmeyecektir!

İzzettin Önder
SOL

Yalnızca başkanlığa hizmet eder-İLKER BELEK

1- Bu karanlık bir eylemdir.
2- Yapanın kim olduğu yukarıdaki tespiti değiştirmez: IŞİD ya da PKK-TAK. Hepsi bu tip eylemleri yapabilecek karakterde ve güçtedir.
3- Eylemi hiçbir “ulvi” gerekçe meşrulaştıramaz.
4- Sorumlusu AKP’dir. 15 yıldır iktidardalar, son birkaç yıldır neredeyse her ay onlarca insanın hayatını kaybettiği bir katliam yaşanıyor, önleyemiyorlar.
5- Yönetemiyorlar. Güç mekanizmalarını başkanlık sistemini dayatacak kadar kontrol edebiliyor olmaları yönettikleri anlamına gelmez. Düzenli aralıklarla bombaların patladığı, bir bölgesinde kesintisiz savaşın devam ettiği bir ülkenin yönetildiğinden söz edilemez.
6- Yönetemiyorlar ve kanıtı eylemden sonra içişleri bakanının intikam alma sözüdür. Edebildikleri tek söz intikamdır ve bu söz havada kalmaya mahkumdur.
7- Eylemi TAK üstlendi. Ancak fark etmez. IŞİD sıraya girdiğini zaten açıklamıştı. Her ikisi de büyük güçlerin kontrolündedir. Amaç ülkenin istikrarsızlaştırılmasıdır. Bunda herkesin bir hesabı vardır. IŞİD de PKK de kendi devletinin derdindedir, ancak kurulacak devlet bir ABD eyaleti olacaktır.
8- Önemli olan büyük sahneyi görmektir. ABD’nin planı bölgenin yeniden düzenlenmesidir. AKP’yi bu nedenle 2002’de sahneye sürmüştür. Sovyetler Birliği sonrası döneme İslam’la, Müslüman Kardeşler’le müdahale etmiş, buna Büyük Ortadoğu Projesi demiştir. Afganistan’da Taliban, Irak’ta El Kaide, Suriye’de Kaide’den IŞİD bu amaçla yaratılmıştır. Arap Baharı’nın anlamı budur. AKP Bahar’ın başlangıcıdır. IŞİD’e silah Türkiye’den sokulmuş, IŞİD petrolü Türkiye’den pazarlamıştır. Suriye’deki cihatçıları kontrol eden AKP, PKK’yi silahlandıran ABD ve Türkiye NATO ülkesidir.
9- Destekledikleri cihatçıların, “barış” masasında görüştükleri PKK’nin ve stratejik müttefik oldukları ABD’nin hedefi durumundadırlar. Böyle olduğu için bombalar patlamaya devam edecektir.
10- Bu katliamı da başkanlık ve OHAL’i uzatmanın gerekçesi olarak kullanacakları kesindir.
11- Bu taktikleri tutar. 7 Haziran seçimlerinden sonra gündeme soktukları savaş stratejisinin sonuçlarından bunu biliyoruz. Her katliam AKP’nin tabanını konsolide etmekte ve MHP tabanının AKP’ye kaymasına yaramaktadır. Bunu en iyi bilenler AKP kurmaylarıdır.
12- Bu eylem başkanlık senaryosunun gerçekliğe dönüşmesi için katkı sağlayacaktır.
13- Kaostan Kürtler lehine hiçbir şey çıkmayacak, yalnızca Türkiye her tür operasyona açık bir hal almış olacaktır. Anlaşılan örgüt hendek savaşlarının Kürt halkında yarattığı yılgınlığın hiç farkında değildir ya da halkımıza yılgınlık vermek ve AKP’yi güçlendirmek üzere özel bir misyon benimsemiştir.
14- En önemli sorunumuz halk sınıflarının umutsuzluğunun, korkularının artması ve mücadele azminin kırılmasıdır. Bu da yalnızca AKP’nin ve emperyalizmin işine yarar. Bu durum görülerek karanlık eylemler sürdürüldüğüne göre amaç bu olsa gerektir.
15- Yapılacak tek şey emekçi sınıf hareketinin örgütlenmesidir.
16- Sınıf siyaseti, sınıfın sorunlarına, esnek çalışma düzenine, işsizliğe, sömürüye, kıdem tazminatının kaldırılması planına, eşitsizliklere ve laikliğe odaklanmak; iktidarın din sömürüsüyle sömürüyü akladığını göstermek; özgürlüğü ve barışı eşitliğe, eşitliği kamuculuğa bağlamak; her türlü kimlikçi söylemi reddetmek zorundadır.
17- Açıkça ilan ettiler: 2017 sıkı bir tasarruf yılı olacak. Yapılacak şey pratik ve ideolojik olarak sınıfa gömülmektir.

İlker Belek/SOL

11 Aralık 2016 Pazar

Kenize Murad’ın izindeyiz! - TAYFUN ATAY

Numan Kurtulmuş’un “Bağımsızlık, gâvura gâvur diyebilmektir” sözünün Tanzimat’la, dolayısıyla “Osmanlı modernleşmesi” ile gizli-saklı hesaplaşmayı da akla getiren çağrışımlarına değindiğimiz yazının dumanı hâlâ tüterken Osmanlı torunu Kenize Murad’ın “basın özgürlüğü”yle ilgili sözleri gündeme güm diye düştü.

Padişah 5. Murad’ın torunu Kenize Murad, Fransa’da başkanlığını yürüttüğü “France Turquie” Komitesi’nin edebiyatımızın bir pırlantası Oya Baydar’a ödül verdiği törende Cumhuriyet’e yönelik operasyonu da değerlendiren şu sözleri sarf etmiş:
“Gazetecinin ülkesinde neler olup bittiğini özgürce yazması gerekir. Demokratik ülkelerde yargı bağımsızlığı, gazeteci özgürlüğü, politika özgürlüğü her zaman olmak zorunda. Türkiye’de hapisteki gazeteci arkadaşlarımız için çok üzgünüm. Umarım Türkiye tekrar önceki yıllar gibi demokrasi yoluna dönerek ilerler.”
***

Aman Allah, ecdat yadigârının sözlerine bakar mısınız!
Bu kadarını “Muhteşem Yüzyıl” dizisinde ecdadımızı yanlış tanıtanlar dahi yapmamıştır!.. 

***
Peki, bu sözlerin bir padişah torununun ağzından çıkacağını acaba rüyada görseler inanır mıydı neo-Osmanlıcı hülyalarla yatıp kalkan dinbaz iktidar sahipleri?..
Hayır, çünkü dindarlıkları sahte (o yüzden onlara “dinbaz” diyoruz) olduğu kadar, Osmanlıcılıkları da seraptır.
Kendi kendilerine “hayallendikleri” gibi bir Osmanlı yok.
“Yeni Türkiye”lerine ihtiyaç duydukları tarih inşası için “tarih- dışı” bir Osmanlı tasarımı peşindeler.
Hatta tarihten ve Osmanlı’dan bir “bugün” çıkarma çabasında da olmayıp kendi bugünlerinden hareketle bir tarih ve Osmanlı icat etme derdindeler. 

***
Osmanlı’nın torununa gazete Cumhuriyet için yukarıdaki sözleri söyletense, Türkiye Cumhuriyeti’ni önceleyen Tanzimat ve Meşrutiyet’ler Osmanlı’sının acı acı tecrübe ettiği yüzyıllık modernleşmenin birikimi...
Elbette AKP dinbazlığı bunların da reddinden yana. Ama böyle yapıldığında Osmanlı diye elinizin altında kalacak olan, hepi- topu “bir” (rakamla 1) yüzyıllık bir dönemdir ki o zaman da 600 yıllık bir cihan imparatorluğundan dem vurmanız abes olur.
Çünkü güçlü merkezi otoriteye dayalı olarak iktisadi istikrar üretmiş düzen, 1550’lerden sonra bozulmaya başlar. Öyle ki 16’ncı yüzyılın sonlarından itibaren devlet ve toplum yapısında görülen değişmeler, sonuçları itibarıyla daha o dönemde çözülme ve bozulma olarak değerlendirilmiştir. Bu çerçevede dönemin bazı devlet adamları ve tarihçiler, ıslahat amacıyla “kanûn-ı kadîm” ya da “selâtin-i maziye” tabirleriyle ifade edilen ve Yavuz dönemi ile Kanuni’nin saltanatının ilk yarısına karşılık gelen bir “altın çağ”a dönüş düşüncesiyle ortaya çıkmışlardır. (Bu konuda kısa, öz bir değerli kaynak olarak bkz. Mehmet Öz, “Osmanlı’da Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları”, Dergâh Yayınları, 1997.)
Ama hayat, tüm dinamizmi ve değişimi ile hükmünü icra etmeyi sürdürmüştür. Ve “kanûn-ı kadîm”in ihyası (yeniden hayat bulması) fikri temelinde kendini gösteren anlayıştan “nizam-ı cedid”in tesisi (yeni bir düzenin kurulması) anlayışına dereceli gidiş, bizi 18 ve 19’uncu yüzyılların Osmanlı modernleşmesine çıkarmıştır.
Osmanlı’nın son iki yüzyılındaki bu yeni düzen arayışının ve “modernleşme çabası”nın bir sonucu Tanzimat, müteakip iki sonucu Meşrutiyet’ler ise nihai sonucu da Cumhuriyet’tir. 

***
Cumhuriyet’in bir “kopuş” olduğunu ister olumlu ve destekleyici, isterse olumsuz ve reddiyeci yönde öne sürenler, aslında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin değişmeler kadar süreklilikleri de içerdiğini göz ardı ederler. Bunu laik-yenilikçi bir gözle yapmak söz konusu olduğu kadar şimdilerde fark ediyoruz ki dinbaz-gelenekçi bir gözle yapmak da mümkünmüş.
Hâlbuki Kenize Murad’ın sözleri, Osmanlı’yla Cumhuriyet arasında nasıl süreklilikler bulunduğuna işaret edecek bir mahiyet de taşıyor.
Cumhuriyet’i kuranlar kadar “modern” perspektife sahip bir sultanın torunu olan Murad, demokrasi ve basın özgürlüğü konusundaki sözleriyle “Osmanlıcı” geçinen dinbaz iktidarın antidemokratik ve totaliter tasarruflarını onların yüzüne vuruyor.
Osmanlı’yı tarihsel bağlamı içerisinde değerlendirenleri ve değerlendirecekleri hiç mi hiç şaşırtmaması gereken bir durum bu...
Ve Osmanlı’nın, dinbaz-totaliter neo-Osmanlıcılara bırakılamayacak kadar önemli olduğunu da düşündürmesi gereken bir örnek...

Tayfun Atay
CUMHURİYET

10 Aralık 2016 Cumartesi

Mayın eşeklerinin izinde - ORHAN GÖKDEMİR

Irak’ın kuzeyindeki Kürt özerk bölgesinin tarihi 1970’li yıllardaki Saddam Hüseyin Mustafa Barzani anlaşmasına dayanıyor. Irak-İran savaşı başlayınca Kürtler İran’ın safına geçti ve bölge Irak’ın kontrolünden çıktı. Birinci Körfez savaşında on binlerce Kürdün topraklarını terk edip Türkiye’ye kaçmasında bu tarihin etkisi vardı. Kürt Özerk Bölgesini de kapsayan bir hat üzerinde uçuş yasağı bu gelişmeler üzerine konuldu. Uygulama, Kürt Özerk Bölgesinin fiili bir devlete dönüşmesi anlamına geliyordu. 2003’teki ikinci Irak işgali bu fiili durumu yasallaştırdı. Kürt devleti böyle kuruldu. Barzani, Irak-İran savaşında İran’ın, ABD’nin Irak’ı işgali sırasında da ABD’nin yanında yer alarak kazandı bu zaferi.

Suriye Kürt bölgesindeki durum Irak’takinden biraz daha karışık. KDP’nin yerine PKK’yı ve Barzani’nin yerine Öcalan’ı koyarak benzer bir fotoğraf elde etmeniz mümkün evet. Ama Kürtlerin yayıldığı alan bir özerk bölge olmaya Irak’ın kuzeyindekinden daha uzak. Kantonlar arasında geniş koridorlar var. Kantonların birleştirilip bütünlüklü bir hat haline getirilmesi büyük ölçüde Suriye’deki savaşın gidişatına bağlı. Üstelik Suriye merkezi hükumeti iç savaştan galip güç olarak çıkmak üzere. Bunun, bölgeyle ilgili bütün planları geçersiz ilan etmesi mümkün.

Ancak PKK bütün bu zorlukları aşıp bölgede Barzani’nin Irak’ta izlediğine benzer bir stratejiyle özerklik kurabileceğine inanıyor. Suriye’deki cihatçı kışkırtma bir iç savaşa dönüşünce bu fırsatı yakaladığını düşündü. 2012 yılında Kobane, Afrin ve Derik YPG tarafından ele geçirildi ve “devrim” ilan edildi. Cümle biraz tuhaf ama söylenen bu. Rojava Devrimi böyle doğdu.

Güzel. Fakat bu devrime en sert tepki Güneyde bir devlet kurma faaliyeti içinde olan Barzani’den geldi. Şöyle dedi: “PYD, Rojava’da devrim yaptığını iddia ediyor. Kime karşı kazanılmış bir devrim bu?” Sonra PYD’yi oyunbozanlıkla suçladı ve Rojava’ya ambargo uygulama kararı aldı. Yetinmedi, Irak Kürdistanı ile Rojava bölgesi sınırına 17 kilometre uzunluğunda hendek kazdırdı.
PKK ise haklı olarak “Rojava Devrimi”ni çok önemsedi. Elindeki bütün güçleri bölgeye yığdı. O kadar ki üniversiteler boşaldı. Üniversiteli gençler Rojava’ya geçirilerek ellerine silah tutuşturuldu ve profesyonel cihatçı katillerle savaşmaya gönderildi. Rojava’ya ne yararı oldu bilmiyorum ama ülkedeki öğrenci hareketi böyle tasfiye edildi. Devrimdir.
Kuşkusuz Barzani-Öcalan rekabetinin kokusunun sindiği bir devrimdir bu. Öcalan, Barzani’nin Kürt Özerk bölgesi ile yaptığı atılıma Rojava Özerk Bölgesi ile karşılık vermek istiyordu. Haliyle PKK Güney’de bağımsız Kürdistan’ın, KDP ise Suriye’de Rojava devriminin karşısındaydı. Kürt devrimi Kürt devriminin kurdu olmuştu.

***

“Rojava Devrimi” ile “HDP Devrimi”nin yolu 7 Haziran’da kesişti. Ülkenin batısının ilerici birikimine yaslanan HDP, AKP’yi durdurmuş görünüyordu. Bunun Rojava’dakinden daha sarsıcı etkiler yaratacağı belliydi. Ama HDP nedense 7 Haziran’daki devriminin arkasında duramadı ve ülkeyi 1 Kasım’a sürükleyen akıntıyı adeta seyretti. Gerisi malum. Belediyeler kayyumda. Eş başkanlar, vekiller, belediye başkanları içeride. Ve asıl tuhaf olanı, Kürt halkının olup biteni 7 Haziran’dan bu yana sadece izlemekle yetinmesi.

Bir hatırlatma daha. Hendek siyaseti özellikle HDP'nin güçlü olduğu il ve ilçelerde 7 Haziran’dan sonra yaygınlaştırıldı. Masa devrilmiş, savaş bölgenin üzerine kara bir bulut gibi çökmüştü. Belli ki, bunda Rojava’daki gelişmelerin etkisi büyüktü. PKK kazanımlarını kaybetmek istemiyordu, AKP gelişmelerden endişeliydi. PKK için Rojava sınırındaki bütün Kürt kentlerini Kobane’ye dönüştürmekten başka çıkar yol görünmüyordu. Hendek budur.

***

HDP milletvekili Garo Paylan, birlikte katıldığımız bir TV programında Kürt halkının sessizliğinin sebebinin “Batının sessizliği” olduğunu söylemiş, ben “ama Doğu daha sessiz” dediğimde şaşırmıştı. Belki de Batının sessizliğinin sebebi, Sur abluka altındayken, bitişik mahallelerin normal bir hayat sürmesiydi. Kim bilebilir?

“Kürtler niçin sokağa inmiyor?” Sorunun bu şekli Mahmut Bozarslan’a ait. Yorumu 4 Kasım 2016 tarihli Al-Monitor’da yer alıyor. Özeti şu:
“Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin koltuğuna Feridun Çelik oturdu. Seçimlerin üzerinden daha bir yıl geçmeden, PKK’ya yardım ve yataklık yaptığı iddiasıyla, Siirt ve Bingöl belediye başkanlarıyla birlikte gözaltına alınınca bölgede tansiyon yükseldi. Binlerce kişi belediyenin önünde toplanarak protesto gösterileri düzenledi. Polisin zaman zaman müdahale ettiği gruplar günlerce eylemlerini sürdürdü. Başkanlar tutuklandıktan bir süre sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Bu olaydan 16 yıl sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi yine bir operasyonun hedefindeydi. Bu kez Eş Başkanlar Gültan Kışanak ve Fırat Anlı “Terör örgütüne üye olma” iddiasıyla gözaltına alındı. Polis ve jandarma ekipleri belediyeyi basarak arama yaptı. Aramalar sürerken bina önünde az sayıda belediye çalışanı ve kent sakini vardı.”

Gazeteci Mahmut Bozarslan bu sessizliği “korku iklimi” ile açıklayamayacağımızdan emin görünüyor. Evet, bir “korku atmosferi” var ama ne zaman yoktu ki? “Peki, öyleyse neden?” Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun veriyor cevabını: “7 Haziran’dan sonra PKK’nin uyguladığı hendek siyaseti demokratik tepkilerin gösterilmesi konusunda kitleleri çok ciddi hayal kırıklığına uğrattı… İnsanlar sokağa çıkmıyorsa hendeklerin, barikatların yarattığı tahribatın etkisi var.”

“PKK Demirtaş’ı kurban etti.” El Jazeera Türk’te Gonca Şenay’ın haberi de budur. 5 Aralık’ta şöyle yazıyor: “Aralarında Selahattin Demirtaş ve Ahmet Türk’ün de bulunduğu Kürt siyasetinin önemli isimleri tutuklandıktan sonra, HDP ve PKK’dan yapılan çağrılara rağmen bölge halkı sokakta tepki göstermedi… Diyarbakırlı bir sivil toplum kuruluşu temsilcisine göre PKK Demirtaş dâhil Türkiye’de tüm güçleri Suriye için kurban etti.” Gonca Şenay, ismini vermek istemeyen bir sivil toplum kuruluşu temsilcisinin söylediklerini aktarıyor: “Kobani’den cenaze geldiğinde konvoy oluyordu burada. Sur’dan cenaze çıktığında kimse gitmiyordu. Bunu fark etmediler… Biz değiştik. Bağımsızlık için ölünür belki ama özerklik için insan ölür mü? Ölmez.”
Gonca Şenay sessizliğin nedenini bir de Altan Tan’a da soruyor. Tan’a göre PKK yanlış yaptı ve HDP o yanlışa dur diyemedi. Sebebi bu. Yanlış ne? 7 Haziran’daki sıçramayı önemsemeyip, bütün yığınağı Rojava’ya yapmak. Sonra “özyönetim” amacıyla hendek siyaseti izlemek ve bütün bölgeyi bir tür Rojava haline dönüştürmek. Ancak halk hendek kazılan mahallelerden baskılara rağmen çekildi ve hendektekiler güvenlik güçleri karşı karşıya kaldı. Sonuç ortada.

***

Yazılanların ve söylenenlerin anlamı şu: Masanın devrilmesinin en önemli sebeplerinden biri Rojava ve Ortadoğu’daki gelişmelerdir. Batıdaki hendekler Türkiye’yi hendeklerin önünde durduracak ve bölgenin dışında tutacaktır. PKK ise bu sayede Rojava’yı elinde tutmasını sağlayacak dış yardımlara daha kolay ulaşacaktır. Hendeğin kazıldığı kentler yakılıp yıkılacaktır gerçi ama Rojava elde tutulduğu sürece bu sorun olmayacaktır. Kuzeyi, Rojava’ya feda etme siyasetidir bu.
Hendek, Kobani’yi kuzeydeki Kürt illerine taşıma girişimidir. PKK, AKP’yi HDP’nin değil hendeğin düşürmesinin daha iyi olacağına inandı. Sonuçta AKP yine düşecek ve Rojava’daki kazanımlar korunmuş olacaktı. HDP de böylece büyüyen bir sorun olmaktan çıkacaktı.
Evet, HDP bir sorun olmaktan çıktı ama hendek siyaseti de yıkılmış kentlerin altında kaldı. HDP’yi sorun olmaktan çıkarma siyaseti PKK’yı sorun olmaktan çıkarma siyasetine dönüşmek üzere. Kürt halkını sessizliğe iten de işte bu siyasettir. Halk hendeğin kendisi için büyük bir tuzak olduğunu görmüş ve geri çekilmiştir.

***

Kürt sorununun masada konuşulduğu dönemin akil adamı Baskın Oran’ın Cumhuriyet’te Kemal Göktaş’la yaptığı söyleşi bunlar tartışılırken yayınlandı. Özeleştiri yaptı Baskın Oran, “Biz orada AKP’nin mayın eşeği olduk” dedi. Haklıdır. Liberaller AKP’nin mayın eşekliğini kabul ederek HDP’yi patlattılar. HDP’nin patlaması AKP’yi yerle bir etti. Yol kazasıdır. Şimdi bir kısmı hapiste, geri kalan ise ev hapsinde gün sayıyor. Suçları büyüktür, HDP’nin patlayacağını görememişler, AKP’nin düşüşüne engel olamamışlardır. Gerisini görüyoruz: HDP dağıldı, PKK çekildi, hendekli kentler harabeye dönüştü. Ve buna yol açan mayın eşekleri birkaç hafta önce toplandı. Baskın Oran, Oya Baydar ve Binnaz Toprak konuştu. Masa yeniden kurulsun istiyorlardı. Demokrasi için birlik yapacaklardı.

Castro’yu yitirdik geçtiğimiz hafta. HDP vekili Osman Özçelik ve Kürt gazeteci Fehim Işık Fidel’in Kürtleri katledenlerle işbirliği yaptığını hatırlattı haklı olarak. Yukarıdakileri hatırlatıp Kürt düşmanı mı ilan edilselerdi?

PKK Güney’de bağımsız bir Kürt devleti kurulmasına, Barzani Rojava’daki devrime karşı teyakkuzda. Ortalık rastgele kazılmış çukurdan geçilmiyor. Kürt sorunu üzerine yazarken o çukurlardan birine düşüp kolu bacağı kırmak işten değil. Bu kadar hendeğin arasından düşmeden, yuvarlanmadan geçmek büyük başarı. Mayın eşeği kullanıyorlar demek ki.

Kıskanmamak elde değil. Aşk olsun vallahi!

Orhan Gökdemir/SOL

Gerçek Türkiye fotoğrafı - ÖZGÜR MUMCU

İktidar çevreleri uzunca bir süredir Gezi eylemlerini “üst aklın”, cemaat eliyle giriştiği ve sonuncusu 15 Temmuz darbe girişimi olan operasyonlarla ilişkilendiriyor. 
 
Ağzını açan iktidar mensubu, “Gezi, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz” diyerek bu üç meseleyi aynı torbaya koyuyor. İlk başta Gezi’nin polis şiddetiyle kışkırtılmasının arkasında cemaatin olduğunu söylediler. Şimdilerdeyse Gezi topyekûn cemaate mal edilmeye çalışılıyor. 
 
16 Haziran’da polis yaptığı sert müdahaleyle Gezi Parkı’nı ve Taksim Meydanı’nı boşalttı. Aynı günün akşamı 11. Türkçe Olimpiyatları’nın kapanış töreni düzenleniyordu. Sayın Erdoğan törenin onur konuğuydu ve cemaate şöyle sesleniyordu:
Gerçek Türkiye tablosu budur. Gerçek Türkiye fotoğrafı, buradaki fotoğraf, buradaki kadrajdır... Dışarda anlık zevkleri için sokakları ateşe verenler değil bir dünya dili olan Türkçeyi omuzlarında taşıyan gerçek Türkiye mesajıdır bu.” 
 
Bir sene öncesinde MİT Müsteşarı tutuklanmaya çalışılmıştı. Buna rağmen savaş baltaları hâlâ toprağın altındaydı ve Erdoğan cemaate Gezi’yi şikâyet ediyordu:
3 haftadır Türkiye’de birbirinden farklı iki manzara, iki fotoğraf var. Bir tarafta sapan, taş, molotof kokteyli vardı. Diğer tarafta Türkçe vardı, türkü vardı, şiir vardı. Bir tarafta öfke, nefret, çatışma vardı. Diğer tarafta dayanışma, kardeşlik, merhamet vardı. Bir tarafta vandallar bir tarafta barış elçileri vardı. Engin yürekli gönül neferleri vardı.” 
 
Yani 2013 Haziranı’nda Erdoğan için cemaat demek hâlâ “dayanışma, kardeşlik, merhamet” demekti. Gezi’ye katılanlar “vandal” iken, cemaat mensupları “barış elçileri” ve “engin yürekli gönül neferleri”ydi. Devletin adına sikke kestirdiği Türkçe Olimpiyatları’nda Erdoğan, “Gerçek Türkiye fotoğrafı, buradaki fotoğraf, buradaki kadrajdır” diye seviniyordu. Hatta eklemişti de “aldatan elbette olmayacak, ama aldanan da olmayacağız”. Hey gidi. 
 
Gülenseverliğin bir şaheseri olan bu konuşma metnini kimin yazdığını ve kimin ona okuttuğunu elbette sayın Erdoğan iyi bilir. Gezi’ye karşı cemaatle beraber “gerçek Türkiye” fotoğrafı verenler bugün Gezi’yi bir cemaat operasyonu olarak değerlendiriyor. 
 
Şayet cemaat polis şiddetiyle Gezi eylemlerinin büyümesine yol açtıysa Erdoğan’ın “Polise talimatı ben verdim, işgal kuvvetlerini mi izleyecektik” demesi nasıl izah edilir. Yok Gezi tamamen bir cemaat operasyonuysa, Gezi Parkı’nın boşaltılmasından saatler sonra Erdoğan’ın Türkçe Olimpiyatları’nda cemaatçilere Gezi’yi şikâyet etmesinin açıklaması nedir? 
 
İki aydan daha kısa bir süre sonra Yüksek Askeri Şûra toplandı. 25 kurmay albay tuğgeneralliğe terfi ettirildi. Bugün 18’i darbe girişimine katıldıkları için tutuklu. 9’u ilk sıradan atanmıştı. Ertesi iki seneki YAŞ toplantılarında terfi edenlerin de büyük bir oranı, darbe girişimi sebebiyle tutuklu.
Yani Gezi sırasında Gezi’yi cemaate bir güzel şikâyet ettiler. Sonra da YAŞ toplantısına gidip darbeci generalleri terfi ettirdiler. Şimdi de ağzını açan, Gezi’ye cemaatçilerin bir oyunu demekte. 
 
Böyle iktidarların tarihi kendilerine göre yeniden yazmaları âdettendir. Ama el insaf. İnsan bari beş on sene bekler de hâlâ hafızamızda dünkü canlılığıyla duran hakikatleri silmeye yeltenmez.

Özgür Mumcu/CUMHURİYET

Onlar niye ‘Mustafa Kemal’in alanında’ olsunlar ki...-IŞIK KANSU

Düşüncesi yüzünden kimsenin hapisyatmasına göz yumamayız.Ancak haksızlıklara karşı durmak, insan haklarını savunmak ya da mazlum duruma düşenleri korumak başkadır; onları tüm yanlışları, aykırılıkları ve kötülükleri ile içselleştirmek başka... 
 
Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin Adana mitinginde, tutuklu bulunan Ahmet Altan, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Ali Bulaç gibi yazarların adlarını sıralayınca alandaki CHP’lerin “Burada” demesini istedi. Alandakiler de, o adlar sıralanınca hep bir ağızdan “Burada” diye bağırdı. 
 
Tıpkı bir zamanlar, Harbiye’de Atatürk’ün numarası okununca, Harp Okulu öğrencilerinin topluca “İçimizde” dedikleri gibi. 
 
Zaman gösterdi ki, Atatürk, Harp Okulu öğrencilerinin hiç de içinde değilmiş. Onların içinden “Fethullah” çıktığını hepimiz yaşayarak gördük. 
 
Ahmet Altan, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Ali Bulaç gibi isimlerin de “Mustafa Kemal’in meydanında” olmaları da pek olası gözükmüyor. 
 
Çünkü bütün bu isimler, ömürleri boyunca Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ile kavgalılardı.
Cumhuriyet devriminden yana olduğu için aramızdan alınan Uğur Mumcu’nun, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın Cumhuriyet karşıtlıklarına karşı yürüttüğü savaşım, okuyucularımızın belleğinde hâlâ yerini koruyordur mutlaka. 
 
Bir başka isim; Ali Bulaç, AKP kadrolarının örgütlendiği “Bilgi ve Hikmet” dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yapmıştı. 
 
Bulaç’ın bu görevleri üstlendiği dönemde, derginin Ankara sorumlusu, şimdi AKP’nin AB Bakanı olan Ömer Çelik’ti. 
 
Dergi, 12. sayısında Ömer Dinçer’in “21. yüzyıla girerken dünya ve Türkiye gündeminde İslam” başlıklı makalesini yayımlamıştı. Yıllar sonra AKP iktidarlarında bakanlıklar yapacak olan Ömer Dinçer, o makalesinde, bakın ne diyordu:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin, laiklik, cumhuriyet, milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha ademimerkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.” 
 
Ahmet Altan’a gelince... Altan’ın, ulusal ordunun tasfiyesi sürecinde Ergenekon ve benzeri uydurmaları gazeteci olarak körükle ateşlediğini herkes biliyor. 
Altan’ın 2002’de dillendirdiği “Sanıyorum ki, insanlık tarihinin en büyük toprak kaybı anlaşması Lozan’dır. Yeryüzünde 4 milyon kilometrekare toprak kaybedip de o anlaşmayı sevinçle karşılayan tek toplum biziz” yönündeki görüşlerinin, bugün Saray’daki tarafından tümüyle benimsendiğini de herkes biliyor. 
 
Eh, o zaman, nasıl oluyor da bu isimler “Mustafa Kemal’in meydanı”nda ya da CH P’lilerin “içinde” olabiliyor? 
 
Burada bir kafa karışıklığı var. 
 
İnsan, herhangi bir düşünce sistemine inanabilir, güvenebilir, onu savunabilir. Ama insanın kafası karışıksa, ne dediğini, ne yaptığını bilmiyorsa; ya cahildir ya niyeti iyi değildir ya da oyuna geliyordur. Dolayısıyla çevresini de oyuna getiriyordur.
En iyisi, oyuna getirenin oyununa gelmemektir.

IŞIK KANSU/CUMHURİYET

9 Aralık 2016 Cuma

Zorunlu bireysel emeklilikten çıkışı örgütleyelim - ALPASLAN SAVAŞ

15 Temmuz sonrası patronlara kaynak aktarma araçlarından biri olarak gündeme gelen Bireysel Emeklilik Sistemi’ne (BES) zorunlu katılım uygulaması 1 Ocak 2017 tarihinden itibaren uygulamaya konulacak. Düzenleme 25 Ağustos tarihli Resmi Gazete’de yayınlanmış ve arkasından bir de yönetmelik çıkarılmıştı ki geçtiğimiz Pazar günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısından sisteme katılımın kademeli olarak yapılmasını kararı çıktı.

Kademeli geçiş kararının altında, uygulamanın toplumsal sonuçlarından emin olamama hali var. AKP, milyonlarca işçinin cebinden her ay tasarruf adı altında prim kesilmesinin, hem de ekonomik kriz kapıdayken maliyetinden belli ki çekiniyor. Bu önemli ayrıntıyı sona bırakarak BES’te güncel durum nedir, yakından bakalım:
BES, 2001 yılından buyana uygulamada. Mevcut durumda sisteme girenler 56 yaşına kadar her ay düzenli prim ödüyorlar. Yeni getirilen zorunlu katılım şartı ile 1 Ocak 1972 tarihinden sonra doğan tüm işçiler (devlet memurları dahil) sisteme itirazsız girmiş olacak. İki ay içinde çıkma hakları saklı olarak.

Çalışanların sistemden nasıl çıkacağı henüz belli değil. Çıkış için nasıl bir yol izleneceği konusunda Çalışma Bakanlığı herhangi bir düzenleme yapmış değil. Buna karşın 2 ay içinde sistemden çıkmak için başvuru yapmayanlar, ayrılma hakkını kaybedecek. Bakanlığın bu konuda ağırdan almasının nedeni çıkışı gözden kaçırmak.

Sisteme kademeli geçiş de sistemden çıkışı karmaşık hale getiriyor. Bu nedenle işçilerin çalıştıkları işyeri ölçeğine göre yapılan kademelendirmeyi takip etmeleri gerekli. Açıklanan kademe sistemi şöyle:




Zorunlu katılım yaklaşık 17 milyon çalışanı kapsıyor. Mevcut BES’te halen yaklaşık 6,5 milyon kişi olduğu düşünülürse, zorunlu katılım ile patronlara 10 milyonun üzerinde sayıda ücretliden oluşan ek bir havuz kaynak yaratılmış oluyor. Hedefledikleri miktarın 100 milyar lira civarında olduğunu söylüyorlar. Patronlar için güzel olan kaynağın doğrudan işçinin ücretinden elde edilmesi.

Her ay işçinin bürüt ücretinin yüzde 3’ü kadar kesinti ilgili bireysel emeklilik şirketine yatırılacak. En düşük ücret olan asgari ücretten kesilecek miktar 49 lirayı buluyor. Tabi sene başında asgari ücret arttığında bu tutar da artacak. Kesinti, daha yüksek ücretlerde 320 liraya kadar çıkıyor. Üstelik Bakanlar Kurulunun bu miktarı yükseltme yetkisi bulunuyor.

Kaynağa devlet de katkı verecek. Sistemden çıkmayanlara belirli şartlarla yüzde 25’e kadar varan oranda katkı yapılacak.

BES’e zorunlu katılım, “ikinci emeklilik” olarak pazarlanıyor. Halbuki BES, hem emeklilik yaşının kademeli olarak yükseltildiği hem de emekli maaşı bağlama oranının kademeli olarak düşürüldüğü SGK emekliliğinin, yani “birinci emekliliğin” tamamen tasfiyesini hedefliyor. Ayrıca “ikinci emeklilik” olarak bile BES’in işçilere getirisi de son derece sınırlı olacak. Örnek hesabı Birleşik Metal’den aktaralım: “Bugün itibariyle asgari ücretli 32 yaşındaki bir çalışan sisteme he ay 50 lira yatırır ve 33 yıl boyunca sistemde kalıp 65 yaşında sistemden emekli aylığı bağlatırsa, hesabında devlet katkısı ve fon birikimleriyle birlikte birikecek rakam 40 bin TL civarında olacaktır. Buna yasa gereği ek yüzde 5’lik katkı olan 2 bin lira 1000 lira ek devlet katkısı eklendiğinde rakam 43 bin lirayı bulacaktır. Bu hesaplamaya göre bu kişi ortalama yaşam süresi dikkate alındığında ancak 250 liralık emekli aylığı alabilecektir.”

BES’e zorunlu katılımın ilk özeti budur: 33 yıl para öde, kalan ömründe asgari ücretin beşte biri kadar emekli maaşı al! Diğeri ise bir adım sonrasında emekliliğin kamusal vasfı ve güvencesinin tamamen tasfiyesidir. Dünyada çok fazla örneği var.

Peki bu hesap bozulabilir mi?

AKP’nin patronlara kaynak aktarımı işçilerin giderek daha fazla cebini yakıyor. BES’e zorunlu katılım belki de bunun en somut örneklerinden biri olacak. Kriz kapıda ve AKP işçinin cebinden aldığı parayı sigorta patronlarının cebine koyacak. Bakmayın teşkilattan nemalanmanın yollarını bulan AKP’li esnafın “döviz bozdurana bedava döner ekmek” safsatasına… Ekonomik krizde geniş halk kesimlerinin gemiyi terk etmesi olası ve AKP bunun farkında.

O halde hesap bozmak için fırsat var demektir. İşyerlerinden başlayalım. Öbek öbek yan yana gelelim ve “patronlara kaynak, AKP’ye can suyu vermeyeceğiz” diyelim. BES’ten çıkışı örgütleyelim.

Alpaslan Savaş / SOL

Din, devlet, şirket - TAYFUN ATAY

Birkaç hafta önce “Eutelsat” tematik televizyon kanalları ödül töreni için jüri kontenjanından davetli olarak Milano’daydım. Orada tanıştığım ve dünyanın çok prestijli bir yayın kuruluşu bünyesinde çalışan İranlı bir editörle dönüşte İstanbul için aynı uçaktaydık.
İslâm Cumhuriyeti’nde büyümüş, lisans ve lisansüstü eğitimini ülkesinde tamamladıktan sonra Batı’ya göç etmiş bu yol arkadaşı ile Türkiye, İran, din, kültür, siyaset üzerine tarihsel ve karşılaştırmalı çerçevede koyu bir sohbet tutturduk. Atatürk ve (devrik Şah’ın babası) Rıza Şah; Türkiye’de çokpartili yaşama geçiş ve demokratikleşme, İran’da ulusalcı Musaddık ve sonrasında Muhammed Rıza Şah’ın “Saray Diktatörlüğü”; İran’da 1979 İslâm Devrimi, Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi; İran’da post-Humeyni dönem, Türkiye’de post-İslamist Erdoğan dönemi, vd.
Sohbetten kayda geçilecek çok şey var ama burada bir nokta üzerinde durmak istiyorum. 

***
Dostumuz İstanbul üzerinden İzmir’e gidiyordu. Orada İran’dan gelen bir grup arkadaşı ile bir hafta geçireceklerdi. İran’da “açıktan” yaşayamadıkları bir hayatı Türkiye’nin bu en “seküler” kentinde doya doya yaşamak için!..
Buradan lâf açıldı ve İran’ın kadim zamanlardan bugüne, içinde bulunduğu duruma ilişkin konuşmaya başladık. Yol arkadaşım bana İran’ın antik dönemden yakın tarihe kadar Orta Asya ve Hint Yarımadası’ndan Anadolu ve Ortadoğu’ya kadar açılan geniş alanda bir kültür havzası olarak nasıl “merkez” bir rol oynadığından bahsetti hüzünle…
Hüzünle, çünkü bu kültürel birikim, elbette muazzam bir dinsel çeşitlilik ve zenginlik arz etmekle birlikte kendine has “seküler” bir niteliğe de sahipti. Ve ne acı ki bu birikim, İslâm devrimi sonrası süreçte heba olup gitmişti.
Aslında İran nüfusu içerisinde hâlâ hiç de azımsanmayacak ölçüde bir seküler-kültürel potansiyel mevcutsa da bu, kendini ancak evde ya da ülke dışında fiiliyata dökebilmekteydi.
İranlı dostuma bu seküler yönelimli nüfusun böylesine kaderine razılığının can korkusuyla mı ilgili olduğunu sordum.
Bir an düşünüp söyledikleri sarsıcıydı ama can korkusundan başka bir “korku”yu daha çok öne çıkarıyordu.
Rejime yönelik olarak “ülkeyi bir ‘şirket’ gibi yönetiyorlar” dedi ve devam etti: “Herkesi de bu şirkete ortak yaptılar. Sadece yandaşlarını değil, kendilerine karşı olduğunu bildikleri kesimleri de yıllar geçtikçe bir şekilde ‘hissedar’ kıldılar. O yüzden herkesin az ya da çok kaybedecek bir şeyi var. Açık bir tepki ya da muhalefetin bedeli can kaybı olmazsa ‘hisse kaybı’ olacak. O yüzden herkes evlerde alabildiğine serbest. Ev kesmeyince de soluğu yurtdışında alıyor hepsi.” 

***
O bunları söylerken Türkiye’de içinde bulunduğumuz durumun da buna ne kadar benzer hale gelmeye başladığını düşündüm.
Gezi-sonrası süreçte giderek amansızlaşan dinbaz baskı rejimi karşısında sesi soluğu kitlesel bazda kesilmiş seküler kesim çağrıştı zihnimde.
Siyasetçisinden sendikacısına, gazetecisinden edebiyatçısına, avukatından akademisyenine kadar öne çıkmış muhalif odaklara yönelik gözaltılar, gözdağları, tutuklamalar, eziyetler karşısında artık üzerine ölü toprağı serpilmişçesine hareketsiz “bizim mahalle” yani…
“Ne yapsak boş, bunlar gitmeyecek, vazgeçtik artık uğraşmaktan, olan bize olacak” demişti 1 Kasım seçimleri sonrasında özel bir üniversitede öğretim üyesi konumunda olanı…
“Herkes korkuyor işimden olurum diye, çünkü pek çoklarını soruşturma açtırıp açığa aldılar” demişti “Barış İçin Akademisyenler” bildirisine imza atmayan, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, devlet üniversitesinde çalışan bir diğeri…
Edindiği gayrimenkuller için hâlâ bir dolu kredi borcu ödediğini, o yüzden hiç kimsenin gözünün yaşına bakmayan bu adamların garezini üstüne çekmek istemediğini söylemişti dost meclislerinde onlara atıp tutan ötekisi…
“Gelecektim ama mesafe uzak olduğu için vazgeçip evde şarabımı açtım ve televizyondan izleyerek katıldım” demişti CHP’nin Taksim’deki “Cumhuriyet ve Demokrasi” mitingine gel(e)meyen üst düzey idari-akademik görevlisi…
“Biz artık kendi içimize kapandık, orada var olmaya çalışıyoruz” demişti ülkenin en prestijli holdingi bünyesindeki özel okulda öğretmenlik yapanı… 

***
Örnekleri ben de çoğaltabilirim, eminim kendi çevrenizden siz de…
Hepimizi bir şekilde “Şirket”e ortak etmişler!..
Kendi aramızda ve korunaklı alanlarda…
Kafelerde, kampüslerde, plazalarda, publarda, barlarda…
İzmir’lerde, Bodrum’larda…
Kapalı devre solculuk, sosyalistlik, komünistlik, feministlik, demokratlık, özgürlükçülük oynuyoruz.
Onun ötesine geçmiyoruz.
“Meydan”a inmiyoruz.
Kızsak da, sayıp sövsek de “hissedar”ız, ondan zahir!..


Tayfun Atay
Cumhuriyet

8 Aralık 2016 Perşembe

AKP'den laiklik dilenecek halimiz yok, yeniden kazanılacak bir laiklik var-AHMET ÇINAR

AKP’nin ve o kafadakilerin meşru kabul ettiği tek hukuk İslam hukuku. Dolayısıyla laik değiller.
Bunu ben söylemiyorum. Kendileri her fırsatta vurguluyorlar.

Anayasa Mahkemesinin kararı var. 2008’de Anayasa Mahkemesi “AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğuna karar verdi. Ceza olarak da “Hazine yardımını” kesti!
Karar kesindir, geçerlidir, halen yürürlüktedir. AKP adlı islamofaşist parti, Türkiye’de laiklik karşıtı eylemlerin odağı, laikliğin düşmanı bir partidir. Bu yalnızca siyasi bir tespit değil, Anayasa Mahkemesi kararıdır.

Sadece bu değil. AKP, bu özelliğini hiç gizlemedi. Bu partinin milletvekili olan TBMM Başkanı İsmail Kahraman, anayasada laiklik ilkesinin olmaması gerektiğini savundu.

Şimdi de eylemlerine devam ediyorlar: Evlilik yaşını islam hukukunun öngördüğü biçimde düzenlemek istiyorlar. Dinsel nikahı, resmi nikahın yerine geçirmek istiyorlar. Ülkemizi en köktenci, en radikal biçimde islamize etmeye çalışıyorlar. Tarikatları, cemaatleri toplumsal yaşamın her alanında hakim kılmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bu partinin kurucularından 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 1980 yılında kendisi 30 yaşındayken, 15 yaşında bir çocukla evlendi… Öyle ya, Türk Ceza Yasası 18 yaşını doldurmamış herkesi çocuk kabul eder. Hayrünnisa Özyurt, 30 yaşındaki Abdullah Gül’le evlendiğinde henüz 15 yaşında bir çocuktu.

AKP’den, AKP zihniyetinden, hukuk deyince akıllarına yalnızca islam fıkhı ve hukuku gelen anlayıştan, laikliği ve laik düşünceyi düşman belleyenlerden “çocuk yaştaki evlilikleri durdurmalarını” bekleyemeyiz.

Son bir hafta içinde yaşananlara bakın… Yasa dışı, hukuk dışı, laiklik dışı, insanlık dışı bir öğrenci yurdunda, bir tarikat yurdunda 12 kişi cayır cayır yandı… Cin hastanesi adı altında bir şarlatanlık merkezi çıktı ortaya… Hemen ardından çeşitli kentlerden hacamat tedavisi, sülük tedavisi, cin çıkarma adı altında bir takım umut pazarlama merkezlerinin açıldığı haberleri geldi... Diyanet’in kuracağı afet ve acil müdahale merkezlerinde çadır, battaniye, ısıtıcının yanı sıra sarık, cübbe, tesbih ve ilmihal de olacağını öğrendik!

İzmir’in hastanelerinde “Hastalık bir definedir. Hastalık bir sabun gibi günahlarınızı temizler” diyen broşürler dağıtılıyor. Tarikatların sağlık alanındaki vahşi talanını ve saldırısını örtmek, gizlemek için “propaganda” adı altında düpedüz baskı yapıyorlar…

Fal kahveleri pıtrak gibi çoğalıyor… Gazeteler, televizyonlar, internet, sosyal medya, kitaplar, dergiler fal, muska, büyü, cinler, dualar, parapsikoloji, ruhçuluk, medyumluk, telekinezi gibi safsataların mecrası haline getirildi…

Toplumsal bir cinnet bu, uçsuz bucaksız bir çıldırı hali!

Böyle bir ucubeliği yaratan, bu cinneti hazırlayan bir partiden, laiklik dilenilir mi, aydınlanma beklenir mi, bilimsel düşünce istenir mi?

Aklın sınırlarını zorlayan bu gelişmelerle ilgili kimi milletvekilleri “soru önergesi” verip bakanlara soruyorlar: Bu laikliğe aykırı değil mi, şu bilimselliğe aykırı değil mi…

Karşımızda laikliğe düşman, bilimsel düşünceyle savaşan, kamusal insanı yok eden bir zihniyet var zaten. Böyle bir zihniyetten laiklik, bilimsellik, kamusallık talep edilebilir mi?
İnsan aklının aydınlığını söndürmek isteyen AKP’den akılcılık beklenebilir mi?
“Ben çobanım siz sürü” diyen bir anlayıştan yurttaşlık, cumhuriyet, erdem istenebilir mi?
Anadolu’da “Ananı belleyen kadı, kimi kime şikayet edeceksin” diye bir laf vardır… Tarihsel olarak laikliğe, ilericiliğe, aydınlanmacılığa düşman kadrolardan laiklik, ilericilik, aydınlanmacılık beklemek de ne ola ki!

Ve bu karanlık dönemi, emperyalizmden ayırmak olası ve olanaklı değil.

Karanlık dönemde, insan aklının aydınlığı söndürülmek istenir. Yapan, eyleyen, düşünen, yaratan, değiştiren, dönüştüren insan yok edilmek istenir.

Mistifiye edilmiş, itaat eden, boyun eğen, sorgulamayan, itiraz etmeyen, şükreden, boyun eğen insan modeli üretilir ve yüceltilir.

İşte bu nedenle…
Emperyalizm ile dinsellik iç içedir. Dinsellik, emperyalizmin kolaylıkla yöneteceği insanı yaratır; emperyalizm de yeniden ve yeniden dinselliği yaratır. Bu sarmal döngü, birbirinden beslenerek böylece sürüp gider.

Emperyalizm, insanı sürekli güçsüzleştirmek zorunda olduğu için dinseldir. Emperyalizm, insanı sürekli edilgenleştirmek istediği için dinseldir. Emperyalizm, insanın yaratıcı ve eyleyici potansiyelini yok etmek istediği için dinseldir.

Özgüvenin, sorumluluğun, eylemselliğin, iradenin, özgür aklın olmadığı bir düzen, kaçınılmaz olarak dinseldir.

Çünkü emperyalizm, dinselliği, genişletilmiş ve derinleştirilmiş bir biçimde sürekli ve yeniden üretmektedir.

İşte “Emperyalizm özsel olarak dinseldir” derken, kastettiğimiz budur.

Emperyalizmin olduğu yerde tarikatlar, tarikatların olduğu yerde acı, vahşet, kan ve gözyaşı vardır.
"Ya tarikat düzeni ya sosyalizm" diyoruz ya hani... Tam da şunu diyoruz aslında: Ya Küba'daki gibi bebek ölümlerini sıfırlarsın ya da Türkiye'deki gibi "Ölen bebeğiniz sizi cennete götürecek" diye hastanelerde broşür dağıtırsın!

Dolayısıyla AKP’den dileneceğimiz, AKP’den bekleyeceğimiz, AKP’den isteyeceğimiz bir laiklik yok. AKP’yle ve AKP’nin temsil ettiği gerici değerlerle savaşarak, mücadele ederek kazanacağımız bir laiklik var.

Ahmet Çınar / SOL


ahmetcinar2000@hotmail.com
twitter.com/_ahmetcinar_  

Avrupa solunun çöküşü, sosyalist mücadelenin zorunluluğu-İLKER BELEK

Avrupa’da yükselen ırkçılık, radikal sağın değişik ülkelerde ardı sıra gelen seçim başarıları. Fransa’da faşist Le Pen’in kazanma ihtimali.
Fransa: 1789 Fransa’sı, Nazi işgaline karşı komünistlerin örgütlediği yer altı direnişinin ülkesi.
ABD’de açıkça faşist bir siyasi çizgiye yöneleceğinin işaretlerini veren Trump’ın seçilmesi.
Halklar, şimdi farkında değiller ama, kendi başlarını fena belaya sokuyorlar. Olabilir.

* * *
Nedenini yine aynı yerde, 1970’lerde başlayan, bir türlü içinden çıkılamayan, her beş altı yılda bir krizlerle sarsılan durgunlukta ve işçi sınıfının bu ortamın gerektirdiği yanıtı verememiş olmasında aramak zorundayız.
Sermayenin kar oranlarındaki düşüş sürüyor. Patron sınıfı buna yanıt olarak, işçi sınıfına çok boyutlu bir saldırıyı örgütledi: Sendikalar zayıflatıldı, ücretler düşürüldü, iş yoğunluğu artırıldı…
Durgunluğun yarattığı sorunlar global ölçekliydi. Emperyalizmin çevresinde yer alan ülkelerde, ekonomilerin absorbe etme ihtimali bulunmayan ve sayıları yüz milyonları geçen yedek emek ordusu birikti.
Merkez sermayesi, işsizliğin etkisiyle iyice düşen ücretleri değerlendirmek üzere yatırımlarını çevreye kaydırdı. Bu tercih merkezde işsizliğin yükselmesine ve işçi sınıfı direnişinin kırılmasına yol açtı.
Ancak merkez sermayesinin çevrede yarattığı istihdam olanakları buradaki emek arzını emmeye de yetmiyordu. Çevrede biriken işsizler, gemi gemi, fersah fersah merkez yollarına düştüler. Uzak ve Orta Doğu’dan, Türkiye ve Akdeniz üzerinden.
Silah tekellerinin, yeniden paylaşım aç gözlülüğünün, postSovyetik dönemin dünyasını yeniden şekillendirme hırsının yol açtığı savaşlar merkeze göç eden açlar ordusunu daha da büyüttü. Artık insanlar iş bulmak için değil, hayatlarını kurtarmak için kendilerini zifiri karanlıklara atıyorlardı.
Çevredeki yoksulluğun da, merkezdeki işsizliğin de nedeni kapitalizmdi.
Emekçi sınıfların algıladığı ise tamamen farklıydı.

* * *
Çevredeki işçiler sınıf kardeşlerini dirsekleyerek, sabahlara kadar çalışmaya razı konumda, iş bürolarının önünde sıraya girerken; merkezdekilerin gözünde can havliyle kendilerini Avrupa kapılarına atanlar düşmandı.
Emperyalizm emekçiyi emekçiye kırdırmayı başarmıştı.
İşte bu insanlık dışı ortamda Avrupa sağ partileri azgın bir yabancı düşmanlığını örgütler ve krizden çıkışın reçetesinin yerli olmayan herkesin sınır dışı edilmesi olduğunu bağırırken; sol partilerin takati ne olduğu bile anlaşılmayan bir şeyleri mırıldanmaya ancak yetti. Dünyaları küçülmüştü.
Ekonomik krizin çözümünün istikrarda, istikranın reçetesinin ise Dünya Bankası’nın, tekellerin elinde olduğuna inandılar. Boyun eğerken, yaptıkları aslında sınıf mücadelesinin yok edilmesiydi.
Seçim meydanlarında açıkça yalan söylediler, halkı kandırdılar ve zaten bunu yapmaları için tekeller tarafından özel olarak parlatıldılar.
Hollande Fransa’da solu bitiren yalancıdır.Tobin vergisi benzeri bir servet vergisi uygulama sözü vermişti. Bu sözünü seçim meydanında yüz üstü bırakırken hiç utanmadı. Şimdi arkasındaki toplumsal destek %5 düzeyinde. Ama bu önemli değil. Görevini tamamladı, solu itibarsızlaştırdı.
Öte yandan Syriza Yunanistan’ı ele geçirmek için fırsat kollayan tekellerin Truva atıydı. Geleneksel sağa karşı biriken toplumsal tepkiyi etkisizleştirmek için öne sürüldü. İktidara yerleşir yerleşmez Yunanistan’ın kalan bütün varlığını üç kuruşa pazarladı.
Sol bunu yaparsa halk ne yapmaz ?

* * *
Avrupa solu denilen şey emperyalist soygun şebekesinin uzantısıdır.
Yükselen ırkçılıkta, faşist sağın bu kadar yaygın bir ölçekte iktidar seçeneği olarak kendisini kabul ettirmiş olmasında doğrudan payı vardır.
Avrupa solunun tükenişi, aslında sosyalist mücadelenin güncelliğinin kanıtlanmasıdır.
Yeniden bir sosyal devlet inşası olanaksız görünüyor. Tekeller, patronlar emekçi sınıflara yönelik saldırılarını artıracaklar.
Bu ortamda kapitalizmin içinde herhangi bir ara çözüm söz konusu değil. Demokrasi falan palavra.
Ara çözüm denilen Hollande’dır, Syriza’dır ve böyleleri tekelci sermayenin siyasal aracıdır.
O nedenle artık “sol” diye bir kelimeyi de lügatımızdan çıkarmak zorundayız. Sol ise sosyalist-komünist olmak zorundadır ve yalnızca bunlar sol denilmeyi hak eder. Geriye kalanın hepsi sağdır.

İlker Belek
SOL

Renzi muktedirleşmenin bedelini ödedi - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Umutsuzluk, çaresizlik ve öfke... Renzi’yi tahtından eden uzun dalga bu oldu.
Merkez solun gelecek vaat eden lideri olarak bundan üç yıl önce göz kamaştırıcı bir çıkış yakalayan, partisinin önseçiminde yüzde 70 oyla “popülarite rekorları” kıran, 2014 son Avrupa Parlamentosu seçiminde hiçbir merkez sol liderin sağlayamadığı destekle “yüzde 41” oy alan İtalya’nın merkez sol başbakanı Renzi, pazar günkü anayasa değişikliği referandumunda tepetaklak yere çakıldı.
Renzi’nin oylamayı kişiselleştirerek şansını fazla zorladığı kampanya boyunca hissedilse de, katılım oranı çok yüksek (yüzde 70) bir referandumda “yüzde 60” oranında “hayır”ı kimse beklemiyordu.
Kaybetse de.. İtalya Başbakanı’nın daha dar bir marjla kaybetmesi umuluyordu.
Bu nedenle bizzat Renzi’nin önerdiği bir referandumun “yüzde 60” “hayır”la geri çevrilmesi gerçek bir şok etkisi yarattı.
Pazardan beri şimdi bu “hayır”ların analizi yapılıyor.

Tsunami boyutunda tepki
Merkez sola ve ülkeye “istikrar” getirmesi umulan bir liderin şimdi birdenbire niye “tsunami” boyutunda tepkiyle geri çevrildiği araştırılıyor.
Hezimetin çeşitli nedenleri var.
Her şeyden önce çok teknik bir konu olan “anayasa reformunu”, eğitimli ülkelerde bile halka anlatmak kolay değil.
Renzi de senatonun üçte ikisinin lağvedilmesini ve kalanının yapısının değişmesini öngören; konuyla ilgili anayasada 47 maddenin değişikliğini içeren ayrıntılı bir reformu seçmene anlatamadı.
Renzi’nin “reform”la varmak istediği hedef, 950 üye ile Avrupa’nın en kalabalık parlamentosuna sahip olan ülkede, bu sayıyı aşağı çekerek hem “tasarruf” sağlamak, hem kararları hızlandırmaktı.
Parlamentonun üst kanadında 200’ü aşkın üye indirimi ile halkın hem “kast” gibi algıladığı bir kalabalık sınırlandırılmak isteniyor; hem işlevini yitiren bir kurumdan kurtulmak amaçlanıyordu.
Genç başbakanın ne ki bu “kastı sınırlama hamlesi”, seçmence inandırıcı bulunmadı ve geri püskürtüldü. Üç yıl önce (halktan kopuk siyaset sınıfı ile özdeş kullanılan) kasta bayrak açarak işbaşına gelen Renzi’nin kendisi zaman zarfında bizzat “kast”a dahil olmuştu.
Bisikletle işe gittiği günlerden.. devlet uçağı ile kayağa gitme eşiğine terfi etmiş ve zamanla “muktedir”leşerek halktaki kredisini yitirmişti.
Renzi’nin düşüşünün ardındaki en büyük neden bu; seçmen nezdindeki yüksek dozdaki “sempati kotasını” yitirmesi.
Bir diğer neden de Renzi’nin referandumda alabildiğine geniş bir cepheyle mücadele etmesi.


Herkese karşı bir başına
Her şeyden önce bizzat kendi partisinden eski Başbakan D’Alema etrafında toplanan bir klik, sosyal demokratların çok tipik “birbirinin kuyusunu kazma” geleneğinin bir örneği olarak Renzi’ye bayrak açtı. Ve sağcıların bulunduğu “Hayır”cılara katıldı. Silvio Berlusconi’ciler, faşist “İtalya’nın Biraderleri”, ırkçı “Kuzey Ligi” partisi, yüzde 30 oy potansiyeline sahip “Beş Yıldız Hareketi” ile hep birlikte “Hayır” kampında yer aldı.
Renzi, popülaritesi gerilerken bu müthiş geniş cepheye karşı, “tek tüfek” savaştı.
Bunların ötesinde merkez sol liderin uğradığı hüsranın en tayin edici nedeni de başta bahsettiğim “öfke”.
Gazetelerde “Kim hayır dedi?” röportajlarına bakınca; “dip dalga”nın fakirleşen orta sınıfın derin öfkesinden kaynaklandığını görüyorsunuz.
İşsizlik oranı yüzde 36’da seyreden gençler, geçici sözleşmeye mahkûm kesimler, kadınlar ve krizden en ağır biçimde etkilenen az gelişmiş güneydeki İtalyanlar... Pazar günü alabildiğine yaygın bir “öfke kabarmasıyla” hayır dediler.
“La Stampa”da dün, “hayır” oyu veren 43 yaşındaki bir seçmenin profili vardı. Yıllardır kalıcı işi olmamış, garsonluktan tezgâhtarlığa her işi yapmış, günde 14 Avro kazanıyor ve annebabasıyla yaşıyor, “zenginle fakir arasındaki mesafenin çok açıldığından” yakınıyor; “en büyük düşünün hesaba katılmak olduğunu” söylüyor.
Sırf “hesaba katılmadığı” için “hayır” demiş ve Başbakan’a “Sen beni tanımaysan, ben seni hiç tanımayrum!” yapmış.
Avrupa’da kol gezen bu öfke ve bu öfkeyi hesaba katmadan hâlâ devlet uçağı ile kayağa giden şuursuz bir siyaset sınıfı var.
İkisinin alaşımı çok tehlikeli.

Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

Çuvalladınız, kabul edin ve rahatlayın - AYDIN ENGİN

Sözüm ne Saray’da ve Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan değişmez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez Reisinize, ne Ahmet Davutoğlu’nun halefi (=ardılı), yeni gelecek olanın selefi (=öncülü) Binali Yıldırım nam yiğide...
Sözüm, siz AKP listelerinden seçilip Meclis’e giren milletvekillerine; AKP’nin köyde, kasabada, ilçede, ilde başkanlığını, yönetim kurulu üyeliğini filan yapanlara; hatta kaçıncı olduğunu artık sayamadığım “Saray buluşmalarına” katılan muhtarlara...
Beyler, gelin kabul edin, kendi kendinize kaldığınızda itiraf edin: İktidarınız fena halde çuvalladı...
Parti büyüklerinizden en büyüklerine kadar tümünün ağız birliği edip günde beş vakit “Çağ atladık,.. Türkiye’ye çağ atlattık... Ekonomi tıkır tıkır... İşler yolunda... Dış mihraklar, iç alçaklar... Halep de bizimdi, Musul da bizimdi... Ordumuz Suriye’yi fethediyor... Esadın günleri sayılı.... Şam’ın Emevi Camii bizleri bekliyor” nutukları atmalarına aldırmayın, aldanmayın.
O tumturaklı, o firaklı cümleler gece yarısı mezarlıktan geçerken yüksek sesle türkü çığırıp korkusunu, paniğini örtmek isteyenlerin patırtısından farksız...
İster iç politikaya, ister dış politikaya; ister siyasete, ister ekonomiye; ister eğitime, ister güvenliğe... Nereye bakarsanız bakın, gözleriniz cavlak, bilinciniz berrak, aklınız kıvrak ise çuvalladığınızı göreceksiniz...

***
Hangi birinden başlasam?

“Komşularla sıfır sorun” diye başladınız, Dostlarımızı çoğaltmak, düşmanlarımızı azaltmak diye devam ettiniz. Az gittiniz, uz gittiniz... Dönüp ardınıza bir bakın. Sorunsuz komşu kalmadı; dostlar azaldı, düşmanlar çoğaldı.
İnanmadınız mı?
Söyleyin öyleyse: Irak dostumuz mu ve sorunsuz mu? Suriye? Yunanistan? Şiiliğin kalesi İran? Hatta laflara değil, gerçeklere ve gerçekleşenlere bakılırsa Rusya? İktidarınızın ilk yıllarında sizi destekleyen Avrupa Birliği ile bugünkü Avrupa Birliği aynı mı? Obama ile aranız şekerrenk idi. Peki bel bağladığınız Trump’ın Ortadoğu projelerine bakınca ne diyorsunuz?
Dış politikayı geçelim...
Ekonomi’ye gelelim mi?
Ayrıntıya girmeyeceğim. Ciddiye alınacak katma değer katkısı olmayan inşaat sektörünü bir kenara koyun. Sanayi üretimine bir bakın. Hele hele ihraç malı üretebilecek sanayi üretimine bakın.
Buna bir de hem milli ve yerli para edebiyatına sarılıp, “dolarlarınızı bozdurun” çağrıları yapıp hem de küresel ekonominin bir halkasıyız diyorsunuz ya, size oksimoron terimini hatırlatırlar. (Oksimoron için daha önce yazdım, tekrarlıyorum. “Bakire anne, ateist imam, tarafsız taraftar” ne kadar anlamlıysa “Küresel ekonomide sadece yerli ve milli para” da o kadar anlamlıdır).
Eğitime ne dersiniz? Mesela OECD’nin ünlü ve saygın PISA araştırmasının bu yılki sonuçları size ne anlatıyor? (PISA İtalya’daki yamuk kule değil, biliyorsunuz değil mi?)
“Çuvalladınız beyler” sözümden alınanlarınız olmuştur. Öyleyse cevap verin TSK, Suriye topraklarına “Esad’ın hükümranlığına son vermek için” mi girdi, yoksa “teröristlerle mücadele için” mi?
“Esad da teröristtir” diye topu taca atmayın. El Nusra, IŞİD filan teröristtir ama halkına terör de uygulasa egemen bir ülkenin devlet başkanına terörist denemez. Hele onu devirmeye kalkışmaya dış politika çizgisi hiç denemez. Sonra biri kalkar “Ama siz de...” diye başlayan bir cümle kurar, altında ezilirsiniz...
***
Daha sayayım mı? Hukuk’a, güvenlik’e, işsizliğe, üniversitelere, bilime geleyim mi?
Anladım.
Haklısınız. Haydi bitirelim.
Beyler çuvalladınız. Kabul edin ve rahatlayın... 


Aydın Engin
CUMHURİYET

7 Aralık 2016 Çarşamba

Türkiye’nin dolar ile serüveni - ERİNÇ YELDAN

Amerikan Doları’nın TL karşısındaki fiyatı 3.50’ye değin yükseldi. Doların fiyatındaki bu hızlı artışın yaratacağı maliyet baskısı ve ekonomik tahribat karşısında ekonomi idaresinin şu ana değin önermiş olduğu tedbirler, “yastık altındaki dövizlerinizi bozdurun” türünden vatanperverlik duygularının ya da “faizleri düşürmekten başka çare yok” gibi iktisat biliminin temel mantığına aykırı önerilerin ötesine geçemiyor.

Döviz kuru, kuşkusuz, bir ekonomideki en önemli makroekonomik fiyatların başında geliyor. Döviz kurunun “dengesinin” ne olduğu ve nasıl oluşacağı soruları yıllardır iktisat dünyasını meşgul etmekte. Tam olarak kesin bir hüküm içermemekle birlikte, dövizin fiyatının uzun dönemde ülkeler arasındaki enflasyon farklarından arındırılmış reel değerinin, “döviz dengesi” olarak algılanabileceği konusunda genel bir görüş birliği olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, iktisat biliminde “satın alma gücü paritesi” diye tanımlanan söz konusu reel döviz fiyatı, Türkiye ekonomisinde döviz piyasalarındaki dengesizliklerin de doğrudan yansımasını vermekte.
Bugünkü yazımızda da söz konusu tanımdan hareketle “bu noktaya nasıl geldik” sorusuna yanıt vermeye çalışacağız. Öncelikle, 2001 krizi sonrasından başlayarak küresel krizin patlak verdiği 2008 Eylülü’ne değin Amerikan Doları’nın TL karşısında piyasada gözlenen fiyatıyla enflasyondan arındırılmış reel fiyatına bakalım. Aşağıdaki şekilde bu serüveni aylar itibarıyla izlemekteyiz. 

[Haber görseli]
Veriler bize 2003 başında doların fiyatının 1.70 TL olduğunu; 2005’e değin genelde dalgalı bir seyir izlendiğini; ancak özellikle 2006 yılı ortasından başlayarak gerek piyasada gözlenmiş bulunan güncel fiyatının, gerekse enflasyon farklarından arındırılmış reel fiyatının hızla gerilemeye başladığını görebiliyoruz. Öyle ki küresel krizin başlangıcı olan 2008 Eylülü’ne ulaşıldığında 1 Amerikan Doları’nın reel fiyatının 90 kuruşa kadar gerilemiş olduğunu hesaplıyoruz. Bunun anlamı şu: 2008 Eylülü’nde Türkiye ekonomisinde doların fiyatı 2003’e görece olarak yarı yarıya daha ucuzdu.
Dövizin fiyatındaki bu olağanüstü ucuzluk dönemi ekonomi idaresi tarafından coşkuyla karşılanan bir gelişme idi. Zira dövizin bu denli ucuzlaması bir yandan Merkez Bankası’na ithalat maliyetlerinin düşürülmesi sayesinde enflasyonu kontrol altına alma olanağı vermekte; bir yandan da AKP ekonomi idaresine döviz bazında yaşanan büyümenin gerçekte olduğunun kat be kat üstünde olarak propagandasının yapılmasına olanak sağlamaktaydı.
Enflasyon hedeflemesi”, “çağdaş merkez bankacılığı”, “yatırımcı güveni” gibi cilalı sözler ardına gizlenen gerçekler ise bambaşkaydı. Öncelikle, dövizin fiyatında yaşanan bu olağandışı ucuzlama ithalatı özendirmekte ve ulusal ekonominin yatay ve dikey bağlantılarını parçalayarak, ithalat girdilerine aşırı bağımlı kılınmasına neden olmaktaydı. Üretim sürecinde ithalat girdilerine olan aşırı bağımlılık, dövizin fiyatı ucuz olduğu sürece ekonomide yapay bir canlılık yarattı. Ancak bu canlılığın bedeli ulusal sanayinin milli gelir içerisindeki payının hızla gerilemesi anlamına gelmekteydi. Öyle ki 2003 yılında milli gelirin yüzde 25’i düzeyinde olan sanayi üretiminin payı, 2008’e gelindiğinde yüzde 16’nın altına gerilemiş idi.
Dövizin ucuzluğu bir yandan da tüketim talebini kamçılayarak ulusal tasarrufların gerilemesi anlamına gelmekteydi. Söz konusu dönemde tasarrufların milli gelire oranı yüzde 22’den yüzde 15’e geriliyor, bu da cari işlemler açığı diye anılan dış açığı kontrolsüz bir biçimde yükseltiyordu.
Sanayisizleşen ve tasarrufları çökertilen ulusal ekonominin tek çıkış yolu sürekli dış borçlanma idi. Dış borçlar 2003’ten 2008’e 129 milyar dolardan 281 milyar dolara fırlarken ekonomide yatırım öncelikleri sanayi ve genel olarak reel ekonomik faaliyetlerden, inşaat sektörüne ve spekülatif finansal aktivitelere yönlendiriliyordu. 2008 krizi ve sonrasında Türkiye ekonomisinde yaşananlar artık 2003 sonrası dönemdeki ucuz dövize dayalı hormonlu büyüme sürecinin sonuna ulaşıldığını vurgulamaktadır. Türkiye’de neredeyse 15 senedir “güçlü ekonomiye geçiş” ve “yeni Türkiye” masallarıyla uygulanmakta olan hayal dünyası çökmüştür. Üretkenlik kazanımlarının gerilemekte olduğu sanayisizleşen ve tasarruf üretemeyen dışa bağımlı bir ekonomide, ne döviz piyasalarında ne de sosyal ve hukuk alanlarında dengenin veya istikrarın sağlanması mümkün değildir.

Erinç Yeldan
CUMHURİYET

6 Aralık 2016 Salı

Cahiliye devri kapanırken - ORHAN GÖKDEMİR


Süleyman Demirel siyasal hayatımızın en pragmatik şahsiyetlerinden biriydi. Siyasetin gereklerinin ilkeleri ezip geçtiğini yaşayarak öğrenmiş, ilkesizliği ilke edinmişti. 1980’li yıllardan sonra cuntanın engelleri ile karşılaşınca kurduğu partileri emanetçiler ile yürüttü. Perde gerisinde durduğu ve her şey ona sorulduğu için adı “bir bilen”e çıkmıştı. Sonra o yasakları yıkmayı başarıp başbakan oldu, oradan cumhurbaşkanlığına sıçradı. Giderken partisine yeni bir emanetçi bulması gerekiyordu. O göreve en uygun kişi Hüsamettin Cindoruk’tu. Siyaseti biliyordu, Demirel’e sadakati tartışılmazdı. Ama Demirel onun yerine “bir bilmez”i seçti. Onun işaretiyle Tansu Çiller DYP’nin başına geçti ve başbakan oldu. Çiller iktisat profesörüydü, ilk kadın başbakandı. İlk bakışta pek parlak görünüyordu. Ama sırrı kısa sürede döküldü, siyasi hayatı bir gaflar manzumesiydi. Gerçekten de bilgi ve kültürü ile nam salacak bir kişilik değildi ama yine de ülke hakkındaki bilgisizliği şaşırtıcıydı.

Aynı denklemi Turgut Özal da kurdu. Cumhurbaşkanı seçilince partisini Yıldırım Akbulut’a bıraktı. Akbulut mütevazı bir taşra avukatıydı. O mütevazılığı nedeniyle Özal tarafından iktidar partisi kucağına bırakıldı ve başbakan oldu. O da icraatlarından çok gaflarıyla meşhur oldu. Arkasında pek çok fıkra bırakmıştır.

Yerine bir bilmez bırakmak bizim köklü siyaset geleneğimizdir. Böylesi liderlere daha güvenli görünmüştür. Ama sanırım Hüsamettin Cindoruk dışındaki emanetçiler, teslim aldığı partileri bir bitişe doğru sürükledi. Nitekim Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz devraldıkları o köklü partilerin son liderleri oldu. Partileri onlarla birlikte küçüldü ve onlarla beraber yok olup gitti.

AKP’yi var eden boşluk merkez sağ partilerin bir bilmezlerinin bıraktığı o boşluktur. Bülent Ecevit esir alınmış, Devlet Bahçeli teslim olmuştu. Necmettin Erbakan’ın eteklerine tutunan bilmezler tarafından kuruldu parti. Birkaç aylık partiyken iktidar paketlenmiş halde kucaklarına bırakıldı. AKP bir boşluk partisidir. Demirel’e, Özal’a, Menderes’e referans yapsa bile Çiller-Akbulut çizgisinin devamıdır daha çok. Haliyle artık yükselmek için bilmemek esastır. Bilinmez bir dönemdeyiz şimdi…
                                                                               xxx
O gelenek sürüyor. Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığına geçerken yerine Binali Yıldırım’a bıraktı. Tansu Çiller ve Yıldırım Akbulut ile benzerliği şaşırtıcıdır. Hatta bir Tansu Çiller-Yıldırım Akbulut sentezidir Binali Yıldırım. O kadar eğlencelidir. Rivayet o ki, “beni niye başbakan yaptılar bilmiyorum” demişliği var. TÜSİAD Yüksek İstişare Toplantısı'nda da konuştu geçtiğimiz hafta. AB'ye kızgındı görünüşe göre. Şöyle dedi: "Gümrük Birliği'ni yeniden gözden geçireceğiz, bu kadar seneden sonra sanayide durum ne, tarım ne, e-ticarette güncelleme yapılacak. Çünkü Gümrük Birliği'nde de maalesef bize madik attılar, mal ve hizmetler serbest olacaktı üstüne yattılar." Anlamadım ne demek istediğini, baktım. “Madik”, miskete fiske vurarak oynanan zıpzıp oyunu. Hile yapmak, dolap çevirmek anlamı da var. Ermeniceden geçmiş Türkçeye. Belki de geçmemiş. Argo çünkü. Kahvehane kültürüne ait sayılıyor o yüzden. Her ne ise, Gümrük Birliği’ne girerken bize kötü bir şey yaptıklarını anladım. O anlaşmayı imzalayan başbakan Tansu Çiller’dir. Büyük başarı olarak sunulmuştu iç kamuoyuna. Madik yediysek günahı onun boynuna!

                                                                                xxx
Avrupa Birliği’nden yediğimiz “madik”in, her neyse o, canımızı çok yaktığı aşikâr. Binali Bey yukarıdaki konuşmayı yaptığı sıralarda Cumhurbaşkanı Erdoğan, Saray'da muhtarlarla buluştu. Avrupa Parlamentosu müzakereleri dondurma kararı almıştı. Çok kızgındı fiili başkan, "Bizi oradan kovmaya Avrupa devletlerinin gücü yetmez. Biz Avrupa'da misafir değil ev sahibiyiz" dedi. Arada Aşık Veysel’in tipi beğenilmedi diye Ankara’ya sokulmadığını hatırlatıp muhalefet partisine esaslı bir ayar verdi. Sonra bıraktığı yerden AB’ye saymaya devam etti: “Artık tek taraflı adımlar bitti. Ne kadar ekmek o kadar köfte.”

Bunu da anlamayıp araştırdım. Öyle bir atasözümüz yok. “Ne verirsen elinle o gelir seninle” gibi şık bir tane var ama çok kullanılmıyor. “Ne ekersen onu biçersin” var, güzel. Ama “ne kadar ekmek o kadar köfte” yok. “Ne ka ekmek o ka köfte” versiyonu var bu sözün bir de. Sanırım “ka” “kadar”ın yarısı yutulmuş hali. Allahtan yutmadı başkan “kadar”ın yarısını. Geriye tek bir olasılık kalıyor. İddia edildiği gibi bu tekerleme “ne ekersen onu biçersin” atasözünün aç karnına söylenen versiyonu. Mümkündür. Ama AB’ye girmek isteyen biziz, yoksa onlar bize girmek istiyor değil. Yani ekmek-köfte denklemini onlar kursa oluyor, biz kursak olmuyor, ekmeğin içi boş kalıyor.
Baktım, daha önce Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz'un Türkiye'ye yönelik açıklamalarına tepki göstermiş. Şöyle demiş; "Kimsin sen ya? Neymiş orada bir parlamentonun başkanı. Sen Türkiye adına ne zamandan beri karar verme yetkisine sahip oldun? Ne diyor, şu terbiyesize bak 'Yaptırım uygularız' diyor. Senin her yerin yaptırım olsa ne yazar?"
Burada da “sen kimsin ya?” sorusu havada kaldı benim için. Kim olduğu belli çünkü: Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz… Burada köfte yok, o da belli. Yavan ekmeği ölçüsüz yeme halinin getirdiği bir şişkinlik belki daha akla yakın. Köfte olmayınca ekmek de birden mana kazanıyor haliyle. “Gâvurun ekmeğini yiyen, gâvurun kılıcını çalar” gibi muhteşem bir atasözümüz var mesela. (Siz “sallar” anlayın.) Köftesiz, berrak.

                                                                           xxx
“Gavur” da kaba ve argo bir sözcük. “Müslüman olmayan kimse, Hıristiyan, Avrupalı, batılı” anlamında kullanılıyor. Halk ağzında ondan daha çok “dinsiz” demek. Doğal, çünkü halkımız, kendisinin dışındaki dinleri de din saymıyor. Dinsiz deyip çıkıyor içinden. Ama gelin görün ki, özellikle yurtdışına göçmüş olanlar gâvurun ekmeğini yemekte bir beis görmüyor. Çok şükür, köfte karışmamış bu mevzuya. “Gavurun köftesini yiyen” diye başlayan bir atasözü “ne ka köfte o ka ekmek”ten daha tuhaf olurdu. “Gavurun ekmeğini yiyen kılıcını çalar” bölümüne Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş bir açılım getirdi. Şöyle dedi: "Bizim bu bağımsızlık meselesini ciddiye almamız lazım. Bizim için bağımsızlık gâvura 'gâvur' diyerek karşısına dikilebilmektir." Tamam, bu cümleyi kuran kişi “Müslüman” bir siyasetçi ama biyografisinde şöyle şeyler var: Amerika Birleşik Devletleri'nde Temple Üniversitesi School of Business & Management’da lisansüstü çalışma. Aynı ülkede Cornell Üniversitesi New York State School of Industrial & Labor Relations’nda misafir öğretim üyesi. İstanbul Üniversitesi'nde doktora, doçentlik, profesörlük… Sebep? Gâvura gâvur demek için!

Eğitimin bu gibi konularda hiçbir şeye yaramadığının başka işaretlerini gördük geçen hafta. İBB Başkanı ve Mimar Kadir Topbaş, İşadamı Mehmet Hattat’ın “Topbaş’ın villasının arkasındaki arsaları bana zorla aldırttılar ve belediyeye bağışlattılar” iddiasına şöyle bir yanıt verdi: “Orada bir bölgenin ihtiyacı olan küçük bir mescit... Bu kadar küçük hesaplar yapar mı başkan? Allah korusun. Ama maalesef hep böyle terso bakmak.” Vallahi bunu hiç anlamadım. Araştırmalarım sonucu anladığım şu: Hattat Holding Maslak’ta “Diamond of İstanbul” adlı bir inşaat projesi yürütüyormuş. Belediye sorun çıkarınca proje durmuş. Bunun üzerine İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile holdingin yönetim kurulu başkanı Mehmet Hattat arasında bir protokol imzalanmış. Protokole göre Hattat Holding, İBB’ye 18 arsa bağışlamış. Belediye de buna karşılık holdingin inşaat projesi önündeki engelleri kaldırmış. Hattat’ın bağışladığı 18 arsanın üçü İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın Kumburgaz’daki villasının hemen arkasında yer alıyormuş. Olağan bir siyasi iklimde bunun adı rüşvettir, ismi geçenlerin istifa etmesini gerektirir. Malum bizimkisi olağanüstü hal. “Ne halleri varsa görsünler” deyip geçeceğim ama “terso”ya takıldım kaldım. Bulamadım ne anlama geldiğini. Bir göz damlası var “Terso” adında. Kornea ödeminin tedavisinde kullanılıyormuş. Sanırım Kadir Bey, işadamının gözündeki ödeme dikkat çekiyor ve olup biteni iyi göremediğini ima ediyor. Göz damlası öneriyor da olabilir. Bilemedim.

Ben bunları anlamaya çalışırken darbe girişiminden sonra Ohal uyarınca kurulan Milli Savunma Üniversitesi rektörlüğüne atanan Prof. Dr. Erhan Afyoncu, tarihteki birçok Türk devletinin Başkan seçemediği için yıkıldığını iddia etti. Şimdi düşük, eski akil adam Prof. Baskın Oran da sona eren “barış süreci”ne değinerek “Biz orada mayın eşeği olduk" dedi. Bir Ahmet Kaya şarkısı takıldı dilime: Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça!

Süleyman Demirel’i, Tansu Çiller’i, Turgut Özal’ı, Yıldırım Akbulut’u hayırla yâd ediyorum bu tabloya baktıkça. İyi insanlarmış hepsi, anlamamışız. Madik atmışız, köftelerini ekmeklerinden az vermişiz. “Sen kimsin ya” demişiz nahak yere. Gâvurun kılıcını çalmakla suçlamışız, terso bakmışız. Nereden bilelim biz, başkan seçemediğimiz için bu hallere düşüp, mayın eşeği gibi başıboş dolaşacağımızı?

                                                                                     xxx
Boşlukta geldiler ve ülkeyi büyük bir boşluğa çevirdiler. Ayaklarının altındaki toprak hızla kayıp gidiyor ve uzun bir cahiliye devri nihayet kendi üzerine çöküyor. Düştüğünün farkında olmayan tuhaf adamlar ve kadınlar görüyorsanız bilin ki  bundandır.

Orhan Gökdemir
SOL

Saptamalar - OĞUZ OYAN

Bugün farklı konularda bazı sorulara yanıt aramaya, bazı saptamalar yapmaya çalışalım. Böylece belki de yoğun gündemin çeşitli başlıklarına değinme fırsatı elde etmiş oluruz.

Zeka ile İnat Bağdaşır mı?

Buradaki inattan kasıt "fikri sabit" olma durumu. Eğer "kararlılık", "sebat" veya "yılmamak" anlamında bir inattan bahsetmiyorsak, inat zeka ile bağdaşmaz. Hatta tam tersi. Düşünün, fikrinizin defalarca yanlışlandığını hayat size gösteriyor ama o fikirde ısrar ediyorsunuz. Peki, zeka bunun neresinde?
Bazıları kurnazlık ile fırsatçılığı da büyük zeka işaretleri olarak algılamaya eğilimlidir. Hele bu "yeteneklere" sahip birisi, tarihsel ortamın sağladığı fırsatlarını da iyi kullanıp, toplumda büyük bir destek sağlamayı ve bunu beklenenden daha uzun bir zaman aralığında sürdürmeyi başarabilmişse, onun için "çok zeki" yorumlarını daha sık duymaya başlamanız işten değildir. Bu biraz da toplumun değerlendirme yeteneklerinin yetersizliğiyle de körüklenir.
Ama bir an gelir, inadı bilgiyle ve zekayla çelişkisi büyür ve üstelik bunun zarar verici bazı sonuçları daha fazla açığa çıkar, işte o zaman "her şeyi bilen, her şeyi öngören, her türlü siyasi entrikayı çevirebilen büyük zeka", ilahlaştırıldığı tahtında sorgulanmaya başlar.
Hatta, inanç alanına ait değerleri araçsallaştırmanın ve bunun sağladığı kitle desteğinin verdiği güvenle bir yığın hatası kitlelerce tolere edilebilen siyasi simalar için bile, bardağı taşıran damlalar çoğaldıkça, ekonomik olarak zarar görmeler (iş kaybı, servet aşınması) sıklaştıkça, birdenbire "acaba ona bu kadar değer vermekle, gücünü bu kadar arttırmakla hata mı yaptık" iç seslendirmeleri yaygınlaşmaya ve giderek dışa vurulur olmaya başlar.
Peki o an ne zaman gelir? Geldiğini nasıl anlarız?

***

Türkiye Ekonomisine Karşı Komplo mu Kuruluyor?

İktidardakiler olumsuzlukları dış etkenlere yüklemeye bayılırlar. Hele halka kendi hatalarından dolayı hesap verme sorumluluğunu hiç taşımayan ama bu arada başarı hikayelerine de hiç toz kondurtmak istemeyen iktidar türleri... Türkiye'de şimdi olan da bu. İki kademede yapılıyor.

Birinci kademede, başta döviz kurları olmak üzere ekonomik göstergelerde ortaya çıkan olumsuz gidişat, Trump'ın seçilmesinin artçı şoklarına bağlanıveriyor. Oysa bu seçimin dünya paraları üzerinde yarattığı kur şoklarının çok ötesinde değer yitiriyor Türk Lirası. Daha da kötüsü, öngörülemez bir oynaklık taşıyarak. Trump meselesini açıklayıcı değişken olarak kullanmada en ileri giden Başbakan Yıldırım oluyor, Tüsiad'çılara tarih garantisi bile vererek: 'Hele Trump Ocak ayında bir koltuğuna otursun, bu çalkantı biter' diyebiliyor.

İkinci kademede dış etken arayışı daha ileriye gidiyor: 15 Temmuz'da başarılı olamayan dış güçlerin, bu defa ekonomik istikrarımızı bozmaya yönelik komplolarıyla karşılaştığımız ileri sürülüyor. Kademe yükselince bu defa hiyerarşi de yükseliyor, Saray sakini devreye giriyor. Rol paylaşımı mı? Yoksa, bu sonuncusunun daha dizginlenemez kişilik yapısı mı?

Tıp alanını da ilgilendiren son soruyu bir yana koyarsak, ikinci kademe iddianın kitleleri harekete geçirici özelliğinin daha fazla olduğu görülür. Eğer sistemli bir komployu kabul etmeye hazır kitleler varsa -ki Reis'in her söz ve davranışında keramet arayan müritler epeydir oluşmuş durumda- o zaman Türkiye'ye karşı ekonomik kumpas kuruluyor iddiası daha fazla iş yapabilir. Birincisi (Trump'ın etkisi) pasif bir dış etkenken, ikincisi kasıtlı bir müdahaleyi içeren aktif bir dış etkendir ve buna karşı da aktif kitle tepkileri göreve çağrılabilir. (Bu, aynı zamanda, faşizmin kitle seferberliği provasında yeni bir test olacaktır). Nitekim, dolar bozdurma, dolardan TL'ye geçme tiyatrosu, ülke çapında sahneye koyulabilecek bir malzemeye kolayca dönüştürülebilir.

Nasıl olsa bu ülkede dolarizasyonun esas olarak AKP döneminde tavan yaptığını, 2002-2013 döneminde düşük değerli döviz üzerinden sıcak paraya ödenen kur farklarının ciddi bir dışa kanamaya dönüştüğünü, gene aynı dönemde sıcak paraya ödenen reel faizlerin dünya ortalamalarının çok üzerinde olduğunu, özetle dış kaynakları çekip sahte bir bahar oluşturabilmek için bu ülkeyi faiz-kur sömürüsüne teslim edenin (IMF'nin her dediğini yapan) AKP'den başkasının olmadığını vs. kitlelerin öğrenmesi mümkün olmayacak veya buna izin verilmeyecektir. Ekonomiyi dünyanın en kırılgan beşlisi arasına sokmanın, faiz, Esad, vb. saplantı veya inatların yol açtığı hasarların siyasi hesabını da kimseye vermek zorunluluğunu hissetmemek gibi bir sorumlu sorumsuzluk halidir bu. Üstelik kitleleri dış mihraklara karşı seferber edebilmek için, "kriz bu defa da teğet geçecek" ifadeleriyle 2008-2009 kıvamında bir krizin oluştuğu algısını yaratmak da cabası... Elbette bu algının kıt bilgiler nedeniyle iktidarın tepelerinde de oluştuğunu, yani bilinçli bir çabadan söz edilemeyeceği de söylenebilir. Ben de bu ikinci yoruma daha yakınım ama sonuç farketmiyor: Kriz söylemi en tepeden gelince, hatta "dövizleri bozdurun" panik çağrıları yapılınca, döviz talebi (dolayısıyla kur) yukarı doğru zıplayıveriyor.

Ardından gelsin döviz arzını arttırmak için halkı göreve çağırmalar... Esnafımızın bir kısmı da durumdan vazife çıkarıveriyor. Güler misin ağlar mısın?...

CHP Mitingleri Umut Vadediyor mu?

Aslında miting yapmak, hiç birşey yapmamaya kıyasla iyi bir fikirdi; ama 15 Temmuz sonrasındaki İstanbul ve İzmir Mitinglerine bakınca fazla umutlu olmak zorlaşıyordu. AKP'nin kendi rejimini bu kadar fütursuzca yerleştirmeye çalıştığı, tarikat-sermaye zorbalığının yol açtığı çocuk ve iş cinayetlerinin zirve yaptığı, gericiliğin okulları iyice kuşattığı, işsizliğin her haneyi etkilediği bir zaman diliminde, muhalif kitleler gene de bir umudun peşine düşmek istiyorlardı. Sonuç? Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak vb. için "üçlü çektirme" eyleminin oyuncağı olmak mı? Onlar ki, çok sayıda insanın hayatını kaydırdılar, ömürlerinden çaldılar, bazılarının intiharına, ölümüne neden oldular; her durumda mevcut rejimin yerleşmesini kolaylaştırdılar.

AKP'ye görkemli bir yanıt verebilmek için büyük bir enerji sarfederek bir araya gelen/getirilen kitleler, Türkiye'de demokrasi mücadelesinin ancak bir aydınlanma/laiklik mücadelesi ekseninden verilebileceğini seziyorlar. Bu enerjiyi harekete geçirmesi gereken siyasal oluşum ise, adeta enerjinin boşa akıtılması misyonuyla görevliymiş gibi davranıyor.

Oysa, zihinlerin bu denli bulandırıldığı bir siyasi ortamda kitlelerin gerçekleri görebilmesini ve harekete geçmesini sağlamanın en büyük sorumluluğu anamuhalefete düşüyor. Çok geç olmadan farkına varabilecek mi?


Oğuz Oyan
SOL




Bugünlere nasıl mı geldik? - EROL MANİSALI

Büyük insan Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümer’iyle, Hayrettin Karaca’nın doğa aşkıyla, Genco Erkal’ın dilinden Nâzım dizeleriyle, Fazıl Say’ın coşku veren müziğiyle, Yılmaz Özdil’in Adam’ıyla aynı zamanda faşizmi eşzamanlı “yaşamak” kafamızı da ruhumuzu da katmanlara bölüyor, irkiliyoruz.

Uygarlıktan koparılıp karanlıklara terk edilen yavrularımızın yangın çığlıkları, katmanlar arasında patlayan bombalar gibi, yüreğimizi parçalıyor.
Televizyonda, İkinci Dünya Savaşı filmi izler gibi iç çatışmaları ve Suriye savaşlarını yaşayıp akşam Borusan Filarmoni’de İdil Biret’i dinlemek “ruhsal bunalıma düşmemek için ilaç alan bir kişi durumuna düşürüyor bizleri”.
FETÖ’nün Ergenekon kumpasında beni ilk polis sorgulamasında savunan hukukçu Bülent Utku’nun FETÖ’cü sanığı gibi Silivri’ye kapatılışı beni içimden yaralıyor.
Tevrat, İncil, Kuran gibi üç büyük kitabın bu coğrafyadan çıkması; ve bu toprakların yüzyıllardır en kanlı savaşları yaşamakta oluşu Türkiye’deki çelişkileri de anlatıyor.
Aydınlık devrimlerden karanlıklara
Kurtuluş ve Atatürk devrimleri ile bu coğrafyanın “fıtratına” başkaldıran bir ulusun yurttaşları olarak övünüyoruz.
Köy Enstitüleri ile dünyaya örnek olduk. Bilime, sanata, uygarlığa sarıldık. Ama toprak ağasından din tüccarına ve emperyalizme kadar uzanan karanlık güçler, yolumuzu kesmeye başladılar.
Aynen İran’da Musaddık’ın yolunu kestikleri gibi, “Salem büyücülerini” oynatmaya koyuldular.
Yakılan çocuklarımızdan cephede ölen delikanlılarımıza kadar her şey bu karanlık ve emperyalist gelişmelerin sonucudur.
Bugünkü modern FETÖ’cüler gibi, eski dönemlerde de daha ilkel FETÖ’cüler vardı. Toprak ağasından Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen din tüccarlarına kadar, toplumu “karanlıklara sürükleyerek iktidarlarını korumak için” çaba gösterdiler. Geldiğimiz nokta bunun sonucudur.
Faşizmi yazmak mı? Yaşamak mı?
1964’te Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) temsilcisi olarak Avrupa Konseyi’ne (CENYC) gitmeye başladığımda Kıbrıs sorunu ve Avrupa ilişkileri ile yüz yüze geldim. Daha sonraki akademik hayatımda Ecevit, Demirel, Özal, Çiller, Erbakan, Yılmaz, Perinçek, Erdoğan ve Gül ile Türkiye’nin geçirmekte olduğu süreci yüz yüze ve aynı sofrada konuşma ve tartışma şansına (ve şansızlığına) sahip oldum: sadece bir akademisyen kimliğimle.
Kamuoyunun hiç bilmediği bazı gerçeklerle karşı karşıya kaldım: Asil Nadir’in hapsedilişinin tamamen siyasi bir komplo olması: Oyak’ın Volvo yerine Renault ile anlaşmasının 1960’larda tamamen Prof. Feridun Ergin’in “eseri” olduğu: Kirk Douglas’ın 1964’te Ankara’da İsmet İnönü ile gizlice buluşması gibi trajikomik gerçeklerle de karşılaştım.
Bugün ülkenin geldiği çelişkili ve kutuplaştırılmış ortamı düşünürken, 1960’lı yıllardan beri bire bir şahsen yaşadığım olayların bugünü hazırladığını gördüm. Bu nedenle kaleme aldım.
Yeni açmış sarı papatyalar gibi turlayan Avrupalı turistler yerine, karalara bürünmüş “yeni” nesil turistlerin ağırlığı altındaki çok sevdiğim İstanbul’dan geçen yaz kaçarak Gündoğan’a sığındım. Zeytinlerin ıssız gölgesinde 29 adam ve 1 kadınla olan bütün bu tartışmalarımı yazdım.
Dostum Haluk Hepkon’a teslim ettim, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden bir iki ay içinde yayımlanacağını söyledi.
Adını “Yolumun Kesiştiği Ünlüler” koyduğum kitapta çok ilginçtir, bütün siyasilerle yolum kesişmiş, bir tek Devlet Bahçeli hariç.
Oysa kendisinin çok sosyal olması gerekirdi, ne de olsa, kendisi Ata Koleji’nin tedrisinden geçmiştir.

Erol Manisalı
CUMHURİYET