10 Şubat 2017 Cuma

Cadı avı, kimlikkırım, diaspora - TAYFUN ATAY

İki yıl önce bir başka bağlamda söz konusu etmiştim ama şimdi KHK ile ihraç edilen, aralarında bazı yakın dostlarımın da bulunduğu BAK imzacısı akademisyenlerin durumunu değerlendirirken tekrar gündeme getirme gereği duyuyorum.
Sadece Türkiye’de değil, dünyada da pek çok insan, Avrupa tarihinde karşımıza çıkan cadı-avı çılgınlığını Orta Çağ’ların karanlık atmosferinde vuku bulmuş sanır. Bu yanlıştır. Yüzbinlerce insanın “şeytani cadılık” suçlamasıyla geniş çaplı ve sistematik katliamı, 15’inci yüzyıldan itibaren, yani Yeni Çağ’la birlikte karşımıza çıkar. Tepe noktasına ise 16’ıncı ve 17’nci yüzyıllarda erişir; erken modern dönemin iki diğer önemli olayı, Protestan Reformu ve Din Savaşları ile birlikte…
Bu buluşmanın, yani cadı avları ile Hristiyanlık-içi bir “çatışkı”nın aynı zaman kesitinde karşımıza çıkmasının nedeni nedir sorusuna pek çok cevap verilmiştir. Bunlardan birisi, her ne kadar tartışma ve sorgulamaya da fazlasıyla açık olmakla birlikte hayli çarpıcı ve düşündürücüdür.
İngiliz tarihçi Hugh Trevor-Roper’a göre cadı avları, Katoliklikle Protestanlık arasında 16’ncı yüzyıldan itibaren başlayan rekabet ve çatışmanın sonucu olarak şiddetlenmiştir.
Cadılar, yani Avrupa’nın Hristiyanlıkla hiç ilişkisi olmayan ve doğa tapımına dayalı paganizmle büyüsel işlemleri buluşturmuş inanç pratisyenleri, Hristiyanlığın kendi içindeki kavgada kilise babalarınca kitlelerin dikkatini bu iç çatışmadan uzaklaştırma, başka noktaya sevk etme yolunda hedef gösterilmiş, kurban edilmişlerdir.

***
Kotarılış ve sahneye konuş sürecinde hâlâ mevcut bir dolu karanlık noktayı, boşluğu, belirsizliği bir yana bırakarak ileri sürüyorum: 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında da din referanslı bir iç-iktidar çekişmesinin çirkinlikleri ifşa oldukça, Hristiyanlık-içi bir çatışma sürecinde cadıların başına gelmiş olanlar, ne AKP ne de FETÖ ile ilişkisi olmayan, dünyaya ve insana bambaşka gözle bakan insanların başına geliyor Türkiye’de...
Bizler… Solcusuyla, sosyal demokratıyla, sosyalistiyle, liberaliyle, Kemalist’iyle, feministiyle, LGBTİ’lisiyle, çevrecisiyle… Siyasi aktivistler, gazeteciler, akademisyenler,  öğretmenler, öğrenciler, sendikacılar, sanatçılar, edebiyatçılar…
Ve dahi paylaştığı birkaç sosyal medya mesajı ile canı yakılan sade insanlar…
Bizler, 10 küsur yıllık iktidar ortaklığından sonra vuku bulan bir iktidar çatışmasının, AKP-FETÖ kavgasının, o kavgadan kaynaklı kanlı bir darbe girişiminin aslî sorumluluğunu taşıyanların suç bastırma ve hedef şaşırtma yolunda seçtiği kurbanlarız.
Kendi hitap ettikleri dindar-muhafazakârların gözünde de olup bitenlerdeki sorumlulukları gayet iyi bilindiği, bu her vesileyle tekrar tekrar ayyuka çıktığı için dikkati başka yöne sevk etme yolunda ha bire “cadılar” üretiyorlar.
Bu “üretim” sürecinde an itibarıyla en elverişli “malzeme” de BAK bildirisine imza atmış olup iktidarın en üst perdesinden lanetlenmiş, karanlık addedilmiş, şeytanlaştırılmış akademisyenler…
Onlar da dâhil yukarıda sıraladıklarımızın, gazetecisi, sendikacısı, sanatçısı, edebiyatçısı ve diğerleriyle tüm “cadı”ların ortak paydası, laik/seküler kimlik ve yaşam biçiminin taşıyıcısı olmaları…

***
Yaygın kamusal bilinirliği de olan soykırımın yanı sıra etnikkırım (“ethnocide”) ve çevrekırım (“ecocide”), sosyal bilimlerde sıkça işlerliğe soktuğumuz kavramlardır. Bunlara artık bir de “kimlikkırım” kavramını ekleme ihtiyacının doğduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de “15 Temmuz” fırsatından istifade bir “kimlikkırım” politikası da uygulanıyor.
Dinbaz hesaplarla laik/seküler kimlikli toplum kesimini marjinalleştirme ve minimalleştirme yolunda bu kimliğin kamusal temsilinde niteliksel ağırlığıyla öne çıkanları enterne ediyor ya da etkisizleştiriyorlar.
Ankara Siyasal, İLEF ve DTCF’de yoğunlaşan son akademik kıyım da bunun bir parçası.
Sonuç ne olacaktır?
Kuvvetle muhtemel ki bu nitelikli insan gücü; okuldan, okumaktan, okutmaktan, öğrenmekten, öğretmekten ve yazmaktan başka bir şey bilmeyen bu üniversiteliler, “üniversal” çağrılara kulak verecektir.
Varlık sebeplerini oluşturan bilgi ve düşünce üretimini gerçekleştirebilecekleri başka diyarlarına açılacaklardır yeryüzünün…
KHK’larda boğulan Türkiye’de bu cadı avı ve kimlikkırımın sonucu, korkarım “diaspora” olacaktır.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bir ‘Guguk Devleti(!)’nde... - Meriç Velidedeoğlu

Yaklaşık “70 yıllık” bir “Cumhuriyet” okuru olarak, gazetemizin yazarları, çizeri, yöneticileri, avukatları olan; “Akın Atalay’ın, Murat Sabuncu’nun, Kadri Gürsel’in, GürayÖz’ün, Hakan Kara’nın, Turhan Günay’ın, Musa Kart’ın, Önder Çelik’in, Bülent Utku’nun, M. Kemal Güngör’ün”, tutuklu günlerinin “100.”sünde olumlu bir karar çıkar diye bekledim durdum...
Oysa bir “hukuk devleti”ne değil, “tek adam rejimi”ne -kısaca- bir “diktatör”ün buyruklarıyla yönetilecek bir “rejim”e, “diktatörlüğe” doğru koşturulmakta olduğumuzu unutmamalıydım.
Evet doğru, unutmamalıydım, böyle bir yönetimde “yargıdan”da “hukuksal” bir değerlendirme ortaya konulamayacağını... 
 
Ne var ki değerli dostlar, tam da bu ortamda, gerçekten unutulmaması gereken, “yaşamsal” diyebileceğimiz bir “ilke”, bir “tutum” var: “Umut”. 
 
Bu sözün türlü türlü tanımı, açıklaması vardır kuşkusuz; bunlar arasında, “Hıfzı Veldet Hoca”nın, yıllar yılı çalışma masasının camı altında duran bir değerlendirmeyi -izninizle- bir kez daha paylaşalım; bu değerlendirme “Birinci Dünya Savaşı”nda görevli Fransız Generali F. Foch’a (1851-1930) ait; Alman Ordusu’nun ünlü “Sonbahar Saldırısı”yla, iyice gerileyen, şaşkınlaşan “İtilaf Devletleri” birliklerinin durumu karşısında şöyle seslenir: “Eğer param, varlığım ‘yok’ olmuşsa ‘epey şeyimi’, eğer ‘sağlığım’ elden gitmişse ‘çok şeyimi’, ama ‘umudumu’ yitirmişsem ‘her şeyimi’ kaybetmişimdir!” diyerek görüşünü açıklar. 
 
“İtilaf Devletleri”, son bir çözüm olarak, birliklerinin komutasını ona verirler; kısa bir aradan sonra karşı bir saldırıya geçip Almanları püskürtürler.
“General Foch”un bu değerlendirmesini, yazarlarımızın, çizerimizin, yöneticilerimizin, tutuklulukları “100” günü doldurduğu halde, iddianamenin hâlâ yazılmamış olması karşısında duyduğum kızgınlığı, üzüntüyü bir türlü üstümden atamadığım sırada anımsadım.
O gün “Cumhuriyet”i yeniden elime alıp, “Akın Atalay”ın Silivri’den bize gönderdiği, “Güzel günler göreceğiz dostlar, güneşli günler...” başlıklı mektubunu okuyunca “umud”un anlamını, değerini bir kez daha anladım. 
 
Çünkü, ne ile suçlandıklarını tam bilmeden, üstelik “OHAL” koşullarında, olağan döneme göre, “daha çok yoksunluk, sıkıntı ve mağduriyet” yaşanmasına, üstelik, “...kendisi FETÖ üyeliğinden ağır suçlamalarla yargılanan bir savcının adaletine değil ataletine karşı, metanetimizi ve sabrımızı korumaya çalışıyoruz...” diyerek belirttiği ağır olumsuzluklara karşın da şunu söylüyor: “Ama biliyoruz ve inanıyoruz ki, bu böyle devam etmeyecek” ve ardından da “güzel günler göreceğiz...” ile noktalamak, dayancın, “haklı” oluşun yalın bir anlatımıdır, kuşkusuz “umud”un da... 
 
Ayrıca “Cumhuriyet”in Genel Yönetmeni “Murat Sabuncu” da, “100. tutukluluk gününde”, Silivri’den sesleniyor, “Cumhuriyet” okurlarına -daha doğrusu-“bu ülkede yaşayan herkes”e, “M. Luther King”ten yaptığı şu alıntıyla: “Herhangi bir yerdeki adaletsizlik her yerde adalete yönelik bir tehdittir!.. Bir kişiyi doğrudan etkileyen şey, herkesi dolaylı olarak etkiler...” diyerek... 
 
“Murat Sabuncu”nun bu çok anlamlı anımsatmasını okuduğumda, Silivri’deki “Kumpas Davaları”na uzandım; duruşmalarda mahkeme salonunun kapıları açılıp kapandıkça, binadan az ötedeki alanda toplanan on binlerce destekçinin haykırdığı sloganları duyardık; bunlardan en çok seslendirilen, “Ya hep beraber, ya hiçbirimiz!” olurdu.
Bugün -her ne denli sesler kısılmak istense de-bu sloganı sürdürmeliyiz diye düşünüyorum; bilmem ki ne dersiniz değerli dostlar?


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

İkbal yabancılaşması - ÇİĞDEM TOKER





Adalet ile ikbal arasındaki bağlar muhtelif.
Altın varaklı görgüsüz bir otel olacakken, ek adliyeye dönüşmesi uygun görülmüş o binayı tarifte kullanılan lokantayı kastetmiyorum.
Evet o da Ankara’da. Fakat başkentte salgına dönüşmüş öteki ikbalden söz ediyorum şimdi. Bu “çağ yangını”nın anahtar kelimesinden.
Malum iki anlamı var ikbalin: Baht açıklığı ya da yüksek bir makama erişmiş olma durumu. Söz ettiğim, ikincisi.
Öğretim üyelerini, onların kimliğinde, Cumhuriyetin köklü üniversitelerini tasfiye eden “bir kısım” kadronun halini de anlatan ikbal.
Erişilen yüksek makamda -artık bakanlık, rektörlük ya da dekanlık, hangisi ise-olabildiğince uzun süre kalmak, öylesine vazgeçilmez bir amaca dönüşmüş, hukuki ve insani değerlerin cümlesinin birden öyle önüne geçmiş ki, altına imza atılmış ihraçların, bireysel-toplumsal sonuçları ile bağların kopması kaçınılmaz hale gelmiş. 


***

İkbal yabancılaşması diyoruz biz buna.
“OHAL’de referandum olmaz” diyen Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, dünya çapında orkestra şefi İbrahim Yazıcı ile terör örgütleri arasında ilişki kurduracak, bundan mahcubiyet duyurmayacak ölçüde devasız bir hastalık.
“Kırmızı çizginiz nedir? Kaç kişi daha atılırsa o görevde durmazsınız?” sorusunu duymazdan geldiren bir yabancılaşma.
Ne bilime adanmış onca yıl, ne -bir kısmı ikbal sahiplerinin çocuğu yaşındaki-öğrencilerin geleceği, ne üniversitelerde o kadroların bir daha nasıl yetişeceği, oluşacak büyük zamansal ve birikim kaybı, özlük hakları da ellerinden alınan hocaların nasıl mutfak alışverişi yapıp çocuklarını nasıl okutacağı...
Öyle derin bir yabancılaşma, insani olandan öyle ürkütücü bir uzaklaşmadır ki bu, gece yastığa baş koyunca “Ya ne yaptım, bugün bir imza attım ama, hangi hayatların, hangi emeklerin nasıl canına okundu? Kimlerin geleceğini çalmış olabilirim? Bu ülkeyi kaç yıl daha geriye düşürmüş olabilirim?” gibi düşüncelerin kazara o başa üşüşme ihtimali yoktur.
Varsa yoksa, sahte bir tevazuyla maskelenen iktidar ortaklığı, ilişkileri ya da adacıkları. 

***

Kabinede Mülkiye mezunu bakanlar var mesela. Tıp, hukuk okumuş olanlar.
Devlete girerken, terfi alırken ne kadar önemliydi o diplomalar kimbilir.
O diplomalarla edinilen makamlarda atılan imzaların, bugün; kimisi büyükleri, kimisi küçükleri kimi dönem arkadaşları onlarca hocanın hayatını karartmaya araç oluşu nasıl hissettiriyor ki kendilerini.
Ha şunu da not düşmeden geçmeyelim: OHAL KHK’lerindeki bazı imza sahiplerinin, o imzaları “falanca öğretim üyesi ihraç edilsin” diye bilip atmamış oluşu muhtemeldir. Eski bir Ankara geleneği faslından, boş kararnameye atılmış imzaların üstünün sonradan doldurulması, altına ihraç listelerinin eklenmesi akla uzak ihtimal değil. Tabii bu da dramın bir başka sayfası. Ama o bile bize dram işte. İmza sahiplerine değil.
O kadar ki, imzasını yüzlerce hoca, onbinlerce öğrencinin geleceğinin karartılmasına amade kılanların, yarın bir kürsüde Ar-Ge inovasyon, eğitime yatırım konuşmalarını art arda sıralaması işten bile değildir.
Böyledir ikbal yabancılaşması. İnsanın zekâsına dahi hakaret etmeye kalkar.
Lakin gücü tek bir kilidi açmaya yetmez:
Makamla değil, emek ve sevgiyle kazanılmış saygınlıktır o kilidin adı.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Türkel Minibaş’a mektup... - ÖZLEM YÜZAK

Sevgili Türkel, 9 yıl geçmiş sen aramızdan ayrılalı. Hallaç pamuğu gibi savrulduğumuz koca 9 yıl. Gel eskiden yaptığımız gibi biraz dertleşelim can dostum. İnan çok ihtiyacım var. Son dönemeçteyiz. Ve önümüzde sadece 65 gün var. 16 Nisan’da Türkiye’nin geleceği referandum ile halkın onayına sunulacak. Ya ‘Bu ülkede sadece benim dediğim olur’ diyen tek adam ve ‘parti devlet’ sistemine ‘evet’ diyerek geçit verilecek; ya da ‘hayır’ ile “dur bakalım, buraya kadar” denecek.
Sen iyi bir iktisatçıydın Türkel. Ama sadece iktisadı öğrencilerine anlatmak değildi işin. Ülkesini seven bir aydın olarak kaygıların vardı, bu yüzden yazıyordun, tartışma programlarına katılıyordun. Yetmiyordu. Toplumda bir şeyleri düzeltmek, iyileştirmek adına sivil toplum kuruluşlarında aktif görev almaktan hiçbir zaman kaçınmadın. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ndeki katkılarını unutmak mümkün değil. Ama hepsinin ötesinde önemli bir özelliğin vardı: “Haksızlığa asla sessiz kalmazdın.”


 
Evet Sevgili Türkel,
Bugün geldiğimiz noktada, ülkede yaşanmakta olan rejim değişikliği ile ilgili kaygıları olan; olan bitene seyirci olmak yerine bunu çeşitli demokratik ve barışçı yollarla (yazarak, konuşarak, imza vererek...) dile getirenlere yönelik sistematik bir saldırı var. Bunun son örneğini önceki gün 170 akademisyenin daha, sadece Barış Bildirgesi’ne imza attıkları için Kanun Hükmünde Kararname ile görevlerinden uzaklaştırılmaları ile yaşadık. Aralarında senin meslektaşların, belki öğrencilerin de var. 


Kıyım büyük, kıyım acı...
Üniversitelerinden, öğrencilerinden, araştırmalarından uzaklaştırılan pırıl pırıl bilim insanlarından bahsediyorum. Suçları ‘barış istemek’. Onlarla birlikle ülkenin geleceği de kapı dışarı ediliyor. Bilim istenmiyor, onun yerine biat isteniyor Türkelciğim. Akademik özgürlüklerin olmadığı bir sistemde bilimin de yeşeremeyeceği, bilimin olmadığı bir ortamda ekonominin de gelişemeyeceği gerçeği umurlarında bile değil. Türkiye’de bilim yapmanın zorluğunu gören birçok insan çareyi yurtdışına yönelmekte buluyor. Ne acı değil mi geleceğimizin böyle şekilleniyor olması...
Tıpkı basının da aynı şekilde susturulduğu gibi. “Yaşamımda benim için en değerli 2 unsur var. Biri akademik kariyerim, ikincisi de Cumhuriyet gazetesinde yazmak” derdin hep. Ne yazık ki ikisi de susturulmak isteniyor sevgili dostum. Cumhuriyet gazetesinin yazarları, yöneticileri 103 günden beri özgürlüklerinden yoksunlar. 98 günden beri ne ile suçlandıklarını bilemeden iddianamenin hazırlanmasını bekliyorlar. 


Sevgili Türkel,
Şaşırmanın da bir sonu olmalı değil mi? Ama olmuyor. Her gün değil, her saat yeni bir karar, yeni bir uygulama çıkıyor karşımıza. Yangından mal kaçırırcasına... Varlık Fonu aldatmacası altında dev kamu şirketleri ve arazileri tek çatıda toplanıyor. Halka ait gelirleri, bütçe denetimini dışına taşınıyor, çiftlik gibi kullanımının yolu açılıyor. 


Siyasi ve toplumsal kutuplaşmanın neredeyse son noktasındayız.
Prof. Daron Acemoğlu birkaç ay önce bir uyarıda bulunmuştu “Türkiye’de akademisyenlerin durumu çok kötüleşti. Akademik özgürlük çok önemli, bunu da kaybediyoruz. Düzeltmek için çok az vaktimiz kaldı. Türkiye’de siyasette de ekonomide de durum acil. Siyasi kurumlar ve ekonomik kurumlar birbirini tamamlıyor. Geleceğin büyümesini sağlayabilmemiz için, kaliteli bir büyüme için kapsayıcı kurumları güçlendirmemiz lazım. Sivil toplumu ve bağımsız yargıyı güçlendirmemiz lazım” diyerek... Acemoğlu’nun vurguladığı o “çok az vakit” sona ermek üzere...
Ne yapmalıyız Türkel? 


Sen gerçekleri ortaya koyarken, umut aşılamaktan da vazgeçmezdin. Şimdi de sesini duyar gibiyim: “Birleşin. Birleşerek direnin...” Zaten başka çaremiz yok sevgili dostum. Rus yazar Mihail Bulgakov’un, dünya edebiyatında önemli bir yere sahip olan “Usta ile Margarita”sında sıkça dile getirilen bir özdeyiş vardır: “En büyük ahlaki çöküntü korkaklıktır.”
Bugün iktidar elindeki tüm güçleri kullanarak bir korku toplumu yaratıyor. Ya buna teslim olacağız ya da birleşerek güçleneceğiz...


Özlem Yüzak / CUMHURİYET

9 Şubat 2017 Perşembe

Sınırsız tahakküm ve yıkım - ALİ RIZA AYDIN

Sermayenin ve devletin sınırsız tahakkümü ile “Cumhuriyet”in yıkımına konulacak son nokta yolculuğu birlikte ve son hızla devam ediyor. Eş zamanlı olarak OHAL kıyımı da devam ediyor.
Keyfi OHAL KHK’si düzeni, Demokles’in kılıcı gibi halkın tepesinde. Yirminci KHK yayımlandı, on güne bir KHK düşüyor. O kadar dağınıklar ve keyfiler ki, 20 KHK’nin son 8 tanesi, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nca aynı tarihte,  2 Ocak 2017 tarihinde kararlaştırılıyor. 3’ü 6 Ocak, 4’ü 21 Ocak, 1’i de 7 Şubat günü yayımlanıyor. Bu aynı tarihli KHK’lerdeki ilginç çelişkiler bir yana, Bakanlar Kurulu yeni anayasa yasasıyla varlığının sona ermesini daha şimdiden kabul etmiş durumda, boş kağıda imza atmaktan kaçınmıyor. İmzalanan kararnamelerinin altı sonradan dolduruluyor. Sorun sorun üstüne ve bir de etik sorun var.


Her kararname tozu dumana katıyor. Son KHK eğitime ve akademiye hızlı daldı. İşsiz bırakmakla kalmıyor, mesleğini de yapamazsın diyor. Yılların birikimini kendilerince çöpe atarken bir yandan da “bitti sizin laik eğitiminiz ve bilimsel üretiminiz” diyor. Bunlara kısaca “yağma yok” diyoruz; “akıl ve bilim yok edilebilir mi” diyoruz.

Devleti de iki “fon” ile yönetecekler. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ile mülkiyet yeniden yapılandırılırken; Türkiye Varlık Fonu ile devlet şirketleştiriliyor. Hazine  “anayasalı hükümdarlık” emrine geçiyor. Kaynakların akacağı deniz aynı: sermaye… Bu selin önüne katıp paramparça etmek istediği sınıf da emekçiler…

Piyasanın devleti tüm varlığıyla piyasa içine yerleştirilirken “denetimsizlik” asıl, denetim tali kılınıyor. Anayasa Mahkemesi de bu denetimsizliğe -tıpkı laiklik ve OHAL KHK denetimi kararlarındaki içtihadını yok saydığı gibi- kendi içtihadını yok sayarak izin veriyor. Son golü Sayıştay’a attı.

Esneklik, güvencesizlik, yolsuzluk, talan, sermaye lehine gelirin yeniden dağılımı hukukla serbest bırakılırken, bir hazırlık daha gündemde… 30 olan büyükşehir sayısı 51’e çıkacak. Yani illerin mülki sınırları içi tek başkana, büyükşehir belediye başkanına teslim edilecek. Bunun devamı, bu illerde seçimle gelen vali… Bunun anlamı da federe devlet kurmadan, sözde üniter devlet içinde eyalet tipi modeller oluşturmak.

Yapılanların hepsi, devleti “cumhurbaşkanı” adlı tek kişiye teslim edecek yeni rejim arayışıyla örtüşüyor: Sermaye düzeni için en rahat yönetim, soygun düzeni için en rahat ortam.
Siyaset: düzen için var, onlara serbest… “Evet” serbest… “Hayır”, kolay bastırılır, hakarete sokulur… TRT’de bile 4 parti konuşacak, bir de “isterse” notuyla Cumhurbaşkanı…
İtirazı olan varsa ya soruşturma/gözaltı ya da KHK… Kırk satır mı kırk katır mı? Dava açmadan önce de “OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu”na başvurulacak. Bekle dur halim ne olacak diye. Aç mısın açıkta mısın devlete ne?
Özetle “herşey sermayeye”, “saray” aracılığıyla devlet de sermayeye… Ama “saray”ın epeyce yetkisi ve çıkarı olmalı ki ilkede sapma olmasın…

Cumhurbaşkanı, TOBB toplantısında açık açık ilan etti rengini, “evet” için oy istedi. Artık, halkoylamasına yönelik kampanya ve propagandalarda “hayır”cıların karşısında siyaseten de hukuken de ideolojik olarak da taraftır.  Artık, bu kampanya ve propaganda boyunca Anayasa’nın 101. maddesindeki en temel ilke “Cumhurbaşkanının tarafsızlığı” ilkesi fiilen ve resmen askıda olduğundan, zaten yeni anayasa yasasındaki konumuna uygun davranma konusunda şimdiden rahat olan Cumhurbaşkanı’nın “şeref varlığını koruma” konusu da halkoylaması yönünden askıdadır. Bu konuda Ceza Kanununun “cumhurbaşkanına hakaret” maddesi de askıdadır.
Çünkü artık, hukuksal olarak “kabul edilebilir eleştiri sınırları”, siyaset insanı olan Cumhurbaşkanı için genişlemiştir. Cumhurbaşkanına karşı eleştiri, “siyasi nitelikli” hale gelmiştir. Çünkü “evet” siyaset ise “hayır” da siyasettir.

Burada bir konuya daha dikkat çekelim: “başkanlık rejimi” geliyor sözlerine karşı, “cumhurbaşkanı rejimi” savunması yapılıyor ya, aslında “başkan” kavramını yeni anayasa yasasında kendileri kullanıyor: Yenilenen 104. maddede, “Cumhurbaşkanı, Devlet başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder” deniliyor. Mevcut Anayasada bu kavram, “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır” şeklinde geçiyor.

Sermaye sınıfı, burjuva devletle birlikte çalışıyor; saldırıyor, baskı altına alıyor, satıyor, talan ediyor, peşkeş çekiyorlar; işçi ve emekçileri işsiz bırakıyor, mesleklerini kullanılamaz hale getiriyor, güvencesiz ve esnek çalışmayı yerleştiriyorlar; soydukça soyuyor, ezdikçe eziyorlar.
Sermaye sınıfı, sınırsız tahakküm için, yıkmak dahil,  herşeyi yapıyor; yaptırıyor. Sonra da “sınıf mı kaldı” sorusunu soruyor/sorduruyor; hem kendisini perdelemek hem de “işçi sınıfı”nı unutturmak için… Uzlaşın bizimle, dinsel sadakatinizi eksik etmeyin diyor susturmak için.

Sınıflar yok olmadı ki… Yok olmadığı gibi, toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik “altüst oluş” sınıfsal karşıtlığı keskinleştirdi. Kapitalizmin, mutlak yasası olan eşitsizliği ve ekonomi politiği olan sömürüyü her gün iliklerine kadar yaşıyor emekçiler.

İşçi sınıfı tüm emekçilerle, tüm ezilenlerle birlikte yaşıyor; örgütleniyor. Örgütlenmeyenleri, kayıtsızları ya da düzenle uzlaşan partilerde zaman öldürenleri de, “sınıfsal mücadele siyaseti”nde örgütlenmeye çağırıyor.
    
“Sefalet içinde uzlaşma mı”, bu sömürüye ve sefalete karşı “çetin ve acımasız mücadele mi”? Bugünün düzeni birinciyi işaret ediyor, ikincinin adresi ise “yeter” diyerek işçi sınıfı mücadelesi veren devrimci siyasal örgüt…

Bir kez daha değil defalarca söylemeliyiz ki, “umutsuzluk, karamsarlık ve korkunun ilacı partili mücadeledir. Programıyla, siyaset kültürüyle, örgütsel varlığıyla işçi sınıfının partisinde” buluşmaktır.

Ali Rıza Aydın / SOL

8 Şubat 2017 Çarşamba

Dinbaz imam, dindar cemaat - TAYFUN ATAY

Çıkmamış candan ümit kesilmez sözü boşuna söylenmemiş. Dinbaz iktidarın sadece varını-yoğunu, kalemşörünü-ekranşörünü, bakanını, başbakanını, cumhurbaşkanını değil, dinini-imanını, hatibini-vaizini de adeta kumar masasına sürercesine önümüze koyarak yürüttüğü “Evet” kampanyası, en umulmadık yerlerde geri tepebiliyor.Geçen Cuma, Ümraniye’de bir “iktidar imamı”na bu halkın içinden çıkmış dürüst ve sağduyu sahibi, imanı da aklı da tertemiz bir cemaatin verdiği tokat gibi ders, buna bir örnek.
Bu aynı zamanda bizim hanidir AKP’nin ekonomi-politik pratiğini tanımlama yolunda işlerliğe soktuğumuz dinbaz tabirinin dindar tabirinden farkını netleştirme yolunda da turnusol kâğıdı işleviyle seçkinleşen bir örnek.
Buna geleceğiz, ama önce olayı ayrıntılarıyla aktaralım. 

***
Basına yansıdığı kadarıyla Ümraniye’de bir başka camide görevli imam Hüseyin Güleç, geçen Cuma günü vaaz vermek üzere yine aynı ilçedeki İmes Sanayi Camiî’ne gider. Belli ki özellikle esnafa yönelik bir “oyun” çevirme peşindedir.



Vaazı ses kaydından dinleyelim:
“Kötüye gidiyor işler diye esnafın moralini bozmaya çalışıyorlar. İşler kötüye gitmiyor, iyiye gidiyor. Kötüye gidiyor diyenlere bakacaksınız. (...) Bugünkü Hayır’cılar, onu söyledim ya, kimdir bunlar?.. Dünyanın en büyük havalimanını istemeyenler... Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nü hazmedemeyenler... Gözünüze dizinize dursun dedi ya Başbakan, durmasın! Gözleriniz dizlerinize aksın!.. Aksın aksın, utanmadan gezsin onlar!.. İşte bunlara karşı çıkanlar, Marmaray, Avrasya, Esenler’i istemeyip [adeta hançeresini yırtarak] Hayır’cılaarrr, bunlar işte Hayır’cılarrr!.. 15 Temmuz’daki, bu milletin iradesiyle, bu milletin istikrarıyla oynayan katiller bunlar!..”
Sonrasında imam, neredeyse ses duvarını aşarcasına gürleyerek Hayır’cılara atfen başka bir şeyler söylüyorsa da anlaşılmıyor, ama araya cemaatten birinin gayet sakin şekilde “Hocam” diyerek girdiğini ve şöyle devam ettiğini duyuyoruz: “Hocam, camideyiz (...) geldik. Hayır diye düşünenler de var.”
Bunun üzerine cemaatten “Evet, öyle” diyenler duyuluyor ve alkış sesleri yükseliyor. Sonra bir başkasının, “Burası cami Hocam, cami” diye bağırdığını duyuyoruz. Elbette protesto uğultuları eşliğinde... 

***
Tam o noktada dinbaz ve de kurnaz imamımız ne yapıyor dersiniz?!
Hemen “Eşhedü” çekmeye koyulup Allah ve Resûl’ünün adlarına sığınarak cemaatin kendisine yönelik haklı tepkisini soğurmaya ve soğutmaya yelteniyor. Ne yapsın cemaat, “Eşhedü”ye eşlik ediyor!..
Ama sonra yine devam ediyor bizimki! Sanki birkaç dakika önce Hayır’cılara yönelik “gözleri dizlerine aksın”, “utanmadan gezsin onlar”, “katiller” diye bağıran kendisi değilmiş gibi, “Biz, Hayır’cılara da saygılıyız, Evet’çilere de saygılıyız. Herkes hürdür, iradesini söyler, fikrini söyler” diye “makas değiştiriyor”.
Tabii cemaat yutmuyor ve karşılık veriyor: “Hocam, hain diyordunuz ya! Yapmayın böyle yaaa!..”
Protestolar devam edince imamımız yine “çevik”çe dine sığınıp “Değerli kardeşlerim, namazdan sonra 57 tane cami için yardım toplanacak, Allah yardımlarınızı kabul etsin, geçmişlerinize rahmet olsun, şehitlerimizin ruhu şâd olsun, birliğimiz beraberliğimiz daim olsun” diyerek bastırıyor cemaati... 

***
Film gibi, değil mi?! Ve beni en çok çarpan, meydanı da, cemaati de “boş” sanan imamın, dini siyasete ucuz ve bayağı şekilde alet edişine insanların tepkisi karşısında dağılıp “Eşhedü”ye sığınması oldu.
Bunu, Hz. Ali ile Muaviye orduları arasındaki Sıffin Savaşı’nda (657), kaybedeceğini anlayan Muaviye’nin (Amr bin el-Âs marifetiyle) askerlerinin mızraklarına Kur’an sayfaları taktırarak Ali ve ordusunu durduruşuna benzer bir girişim olarak değerlendiriyorum!..
Demek ki dinbazlık, yani ister savaşta ister referandumda olsun dünyevi iş ve çekişmelerde dini kendinden yana araçsallaştırıp oyuncak etmek, o günden bugüne halka halka zincirlenerek gelen bir musibet…

***
Dinle oynayana “dinbaz” denir.
Farsça oynamak demek olan “bâhten” fiilinden çıkış bulan “bâz”, hangi sözcüğün sonuna eklenirse ona “oynayan” anlamı verir. Kumarbaz, canbaz, dilbaz ve işte dinbaz...
Yine Farsça “dâşten”den çıkış bulmuş “dâr” eki de sonuna geldiği her ne ise onu “sahiplenen”i tanımlar. Dolayısıyla “dindar” da dine sahip olan veya sahip çıkan anlamına gelir.
Yukarıda ayrıntılarıyla aktardığımız hadisede cemaat, dinbazlık yapan imam karşısında dinine sahip çıkmış, tertemiz bir dindarlık örneği sergilemiştir.



Helâl olsun o cemaate, o dindarlara! Onca asırlık “İmam öyle yaparsa cemaat ne yapmaz” deyişini de boşa çıkartıp hükümsüz kıldılar ya, helâl olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Varlık Fonu’nun harcamaları - ÇİĞDEM TOKER

Bazı konular kabak tadı veriyor.
Her TOBB üyesi şirket bir işçi alsa, istihdam sorunu hallolurmuş.

Sanki bilinmiyor: Formülde keramet olsa, ilk söylendiğinde uygulanıp çözülürdü.
Ama hâlâ kalabalık bir salon, şekilli baklava tepsisi başında şakalar, komiklikler.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 2008’de başbakandı. Hindistan yolunda gündeme getirdi bu öneriyi. O zaman korku dağları böyle beklemiyordu. İş dünyası “Önce hükümet, devlet üstüne düşeni yapsın” diye itiraz etti.
Dönemin meşhur oda başkanları, “Zaten işveren üzerinde kanuni zorunluluklar var. Avukat, doktor, engelli istihdamı almak mecbur. Bir de işçi almaya mecbur etmeyin” dedi, müteahhitler ekonomi muhabirlerine “Fedakârlığı sadece bizden beklemeyin” diye demeçler verdi.
Yani o dönem kulaklarımla duyup haberini yazmasam, inanmakta zorlanacağım bir cesaret. Tam “Vay canına” denilesi bir değişim rüzgârı.
Ve şimdi sene olmuş 2017, işsizlik 2001 kriz zamanındaki düzeyi geçmiş.
Hâlâ aynı diyaloglar. TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu da “bir Kayserili olarak Sayın Cumhurbaşkanı ile pazarlık yapılamayacağını gayet iyi bildiğini” söylüyor. Zoraki gülüşmeler, neşesiz alkışlar. 
 
 

Varlık Fonu harcamaları
Biz TOBB üyelerinin son talimatı dinleyip 1.5 milyon işçi alıp almayacağını bekleyeduralım. Çözülemeyen işsizlik aslında, ötüleşen diğer göstergelerin de altını çiziyor.
AKP kadroları, yıllarca ekonomi sunumu yaptı. Ve yüzlerce sunumda hep “başarı öyküsü” kanıtlamak adına, 2002’yi referans aldı. Sanki krizden çıkış programını, her fırsatta aşağılanan koalisyon hükümeti hazırlayıp uygulamamış, Merkez Bankası bağımsızlığı AKP öncesi sağlanmamış gibi, 2002 tüm kötülüklerin anası olarak gösterildi.
Şimdilerde bu referansa hiç işaret edilmeyişini belki de anlayışla karşılamak lazım.
Bugün 5.43 TL olan benzin, 2002’de
1.50 TL. Şimdi 430 milyar dolar olan dış borç, 2002’de 130 milyar dolardı. Bugün 3.70 TL olan dolar ise o zaman 1.67 TL’ydi.
Ülkenin biriktirdiği bütün kaynakların Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devri, biraz da bu göstergelerde gizli. Gerçi Maliye Bakanı Naci Ağbal’a göre “varlıklar ekonomiye kazandırılacak, sinerji oluşacak, ciddi kaynak üretilecek, sahip olduğu potansiyel açığa çıkarılacak, büyük altyapı projeleri harekete geçirilecek.”
Yani uzaydan biri gelip dinlese, Türkiye’de yeni hükümet kurulduğunu filan zannedebilir. Tamam biz de potansiyelimizin açığa çıkarılması için neden 15 yıl beklendiğini sormayalım. Ama şunu bir diyelim:
Ekonomiyi düze çıkarmak adına kamu şirketlerini yutan TVF, tam bir harcama canavarı olma yetkisini de almış durumda.
TVF’nin Ticaret Sicili’nde yayımlanan içtüzüğü müthiş. 30 Ocak tarihli gazetedeki içtüzükte TVF harcamaları, 16 madde halinde listeleniyor:
“Tescil ve ilan giderleri, portföydeki varlıkların sigorta ücretleri, varlıkların saklama hizmetleri için ödenen ücretler, varlıkların nakde çevrilmesi ve transferinde ödenen ücretler, hukuki danışmanlık giderleri, pazarlama, portföydeki varlıkların satış ve dağıtım giderleri, alım satımdaki aracılık komisyon...” diye uzayıp gidiyor.
En şahanesi ise listenin sonundaki “t” maddesi “Yönetim kurulunca yapılması uygun görülen diğer harcamalar.”
Hepsi bizim paramız biliyorsunuz değil mi?
Şimdi daha iyi anlaşılıyor mu bu fon kurulurken neden Sayıştay denetimi istenmedi?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Trump’ın dinci âlemi - CEYDA KARAN


Trump yönetimi ile birlikte “dinci dünyaya” da hoş geldiniz... Amerika; “kurucu babaları”, uhrevi âleme başkaldırıyla şekillenmiş Anglo-Sakson sekülarizmini olmazsa olmaz kılmışlarsa bile, “dindarlığın” el üstünde tutulduğu bir diyardır. Vaktiyle kanlı kavgaların getirdiği inançlar arası denge gözetilir. Donald Trump ise bu dengeyi tüm dünyayı etkileyecek şekilde sarsacağının işaretlerini veriyor.
***

Trump’ın ideoloğu Steve Bannon’un duruşunu geçen yazıda aktarmıştım. Bannon kapitalist sistemin bugünkü krizini Judea-Hıristiyan geleneğinin gerilemesine bağlıyor. Ona göre sekülarizm bozucu unsur. Buna karşı “barbarlıkla mücadele” vaktinin geldiğini savunurken, kilisenin “militan rolü” bulunacağı bir seferberlik öngörüyor. Dilinden düşmeyen “hasım” “Radikal İslam”

 


Yani, Trump’ın “radikal İslamcı terörle mücadele” söylemini tutturmasına şaşırmamalı. Obama gibi bir din ile şiddet biçimini birlikte kullanmaktan kaçınmayacağı anlaşılırken, Merkel gibi “İslamcı” ve “İslami” gibi “entelektüel” bir ayrıma da gitmeyeceği aşikâr.
Geçen hafta başka alametler de belirdi. Trump, kiliselerin siyasi partilere fon sağlaması yasağını kaldıracağını ilan etti. “Dini temsilcilerimizin özgürce ve bedel ödetilme korkusu olmadan konuşabilmelerini sağlayacağım” dedi. Odaklandığı diğer mevzu şiddet içeren ideolojilerle mücadele programını, misal beyaz ırkın üstünlüğünü öne sürenleri çıkartacak şekilde değiştirip, yalnızca “İslamcı aşırılıkla mücadele”ye öncelik vermek. 

***
Trump, gündemini hayata geçirirse, ABD gibi bir ülkede dinin siyasete alet edilmesinin sonuçlarını göreceğiz. Bilmediğimiz mevzu değil. Bizler dini ideolojinin yarattığı güçlü zeminde ulus devletlerini kurmuş modernleşme yanlılarının kaçınılmaz olarak güçlü reaksiyonlar geliştirdiği diyarların insanlarıyız. Modernleşmenin “Cebrail dokunuvermiş gibi hazır bulunacağı bir atmosfer, kültür ve bilincin olabileceğini” düşünen yoksa eğer, neden ve nasıl laikliğe yöneldiklerini gayet iyi idrak edebiliriz.
İslamcı ideoloji de tıpkı Bannon’unki gibi dünyevi âlemin dini kaideler çerçevesinde şekilleneceği bir “medeniyet projesine” sahip. O halde bu akla, “gelin orta formül bulalım” demek ancak “naifliğe” girebilir.

***
Bu naifliğin bizim coğrafyada örneklerini Tunus’ta ve Mısır’da gördük. Tunus’ta laik güçler sıkı direniş sergilemeseydi “ılımlı” denilen Ennahda’nın tümüyle şeriata dayalı anayasa yapacağını anlatmıştım. Mısır’da da kendini “muktedir” sandığı andan itibaren verili şeriat hükümlerine dudak büküp “ötekileri” ezen bir İhvan gördük. Proje toplumun diğer yarısının isyanı ve bunu fırsat bilen orduya tosladı.
Tabii bu süreçleri anlarken “naiflikler” bitmiyor. Misal geçen eylülde “Müslüman Kardeşler Arasında” (Inside the Brotherhood) isimli kitap yayımlamış önemli bir araştırmacı olan Hazem Kandil. New Left Review’de kendisiyle uzun bir söyleşiyi okuyunca ağzım açık kaldı. Şöyle diyor:
“Her İslamcıda, ‘eğer iyi Müslümanlardan oluşan bir toplum yaratırsanız, bunu hayır izleyecektir’ inancı bulunur. Zamanla bu (ideoloji) günlük politikalardan ziyade kişisel bir inanç meselesi haline gelebilir. İhvan Mısır’da bir süre iktidarda kalıp hükümet etme gereklerini yerine getirmek zorunda kalsaydı, kanaatimce olacak olan buydu. Fakat yapamadıkları için orijinal ideolojilerine yakın kaldılar, çünkü hükümette hiç denenmediler. Tıpkı diğer İslamcı hareketlerde olduğu gibi.”
Ne yalan söyleyeyim kulağımda “Yıldarado’nun sesi” çınladı. Kandil de siyasal İslamcı İhvan’ın “mağduriyet”ten “muktedir” olmaya geçtiğindeki tutumunu ideolojisine bakarak sorgulamak yerine, her şeyi “yarım kalmaya” bağlayıp “serzenişi” seçiyor. Mısır İhvan’ının devrimin asıl sahibi solcu ve liberalleri kenara itip “ordu-millet el ele” sloganı atmalarını “hataya” yoruyor. 

***
Kandil’in yazdıkları liberallerin ve solun siyasal İslamcılıkla karşılıksız aşkını anlamak açısından bilhassa önemli. Başa dönersek, dini ideoloji üzerinde yükselen siyasetin ne denli “dönüştürülür” olduğuna dair iyi düşünmeli. Aksi halde Bannon’dan nasıl şikâyet edebiliriz ki?

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Neden “Hayır” zeytinlere sorun! - ENVER AYSEVER / BİRGÜN

Üç yıldır Ege’de zeytin ağaçları meyve vermiyor, hatta kimi kurumaya başlamış. Köylü ne yapsa bu derde deva bulamıyor. Zeytin ağacı boynunu bükmüş, suskun, kederli ve artık isyanını kendinden vazgeçerek gösteriyor… Metafor yapmıyorum, zeytin düşünür, konuşur, duygulanır ve bunu gösterir… Zeytin ağacı ne anlama gelir derseniz…


Anadolu toprağının en değerli varlığıdır o güzel zeytin ağaçları. Varlıklarıyla toprağı besler, gövdesiyle umut olur, kök salar tarih/kültür yaratır, meyvesiyle/yağıyla şifa olur, sağlık verir… Duruşuyla estetik bir haz sunar, gölgesiyle insanı korur, imgesiyle şiir olur, düşündürür. Eğer Anadolu’da bulunduysa bir kişi; zeytin ağacının barış, kardeşlik olduğunu bilir. Antakya’dan Edremit’e, Muğla’dan Çanakkale’ye uygarlığın en güzel ifadesidir…

Peki, neden bu halde Zeytin ağaçları?

Göçmen çocuk ölülerinin vurduğu kıyılarda yaşıyorlar da ondan. Artık Anadolu’nun ev sahibi/yerli tohumları, kendi topraklarında yasaklı da ondan! Yüzyıllardır bir arada yaşayan, kardeş halklar birbirine düşman olmuş da ondan. Ayakları prangalı köylüler sevgiyle, şefkatle bakmıyor birbirlerine de ondan. Bereketliydi Anadolu toprağı, ana kucağıydı… Beslerdi insanlarını, korurdu… Kimsenin diline, dinine, ırkına bakmadan şifalı elleriyle sahip çıkardı halklara Anadolu… Oysa şimdi görgüsüz, ölçüsüz, insafsız, zalim bir güruh yaratıldı. Zeytinler işte buna dayanamıyor…


Önümüzde yakın tarihin en anlamsız, yersiz ve gereksiz sorusuna yanıt arayacağımız bir halkoylaması var. Anlamsız; çünkü soru değil sorular var ortada ve birine olumlu yanıt vermek isteseniz ya da birine olumsuz, böyle bir seçenek yok. Kişiyi güdüleriyle davranmaya iten toptancı bir dayatma söz konusu. Üstelik açlığa, savaşlara, düşünsel sorunlara yanıt vermeyecek bir düzenleme için yapılıyor bu oylama…

Yersiz; çünkü toplum asgari gereksinimleri bile karşılanmaktan uzakken, düşünce suç ve en korkuncu cehalet kutsanmış/salgın haldeyken yapılıyor bu oylama. Daha az düşünen, daha çok teslim olan insanlar yaratmak için. Yarış adil değil. Birinin topu tüfeği var, ötekinin elinde çalı süpürgesi… Üstelik soruyu yöneltenin kim olduğu belli değil, daha doğrusu belli de gizleniyor. Bir Meclis kendini fes etmek için oylama yaptıramaz, yapamaz! Hangi gerekçeyle halkların bu soruya muhatap olduğu belirsiz. En önemlisi Meclis bu soruyu sormak için yetkilendirilmiş değil. Dolayısıyla soru hakkı yok!

Gereksiz bir halkoylaması bu! İnsanlığın hukuk, bilim, demokrasi, felsefe birikimini oylatamazsınız. Oylatsanız da karşılığı, geçerliliği yoktur. Bir kişi istedi ve toplum buna rıza gösterdi diye bilim, hukuk, demokrasi, felsefe birikimi geriye doğru işlemez. Bazı meseleler oylanamaz. Nasıl bugün bir meczup evrim diye bir şeyden söz edilemez dediğinde, insan ve maymuna dikkatle bakanlar gerçeği görüyor ve gülüp geçiyorsa, tek adam istedi diye de insanlık geriye doğru işlemez. Sekteye uğrar, yara alır, bedel öder ama er ya da geç akar yolunda. O halde bu oylama gereksizdir. Geçersizdir.
“Hayır” demek bir etik sorundur artık. Kimse maaş bordrosu kaygısıyla davranma hakkına sahip değildir. Hiçbir konum, görev, iktisadi varlık bahane değildir bu oylama için takınılacak tutuma. Okuma yazması olan kim varsa “hayır” demekle yükümlüdür. Eğer hakikati gördüğü halde kişi “evet” diyor ve ortaya çıkıyorsa, bunun adı çarpıtmadır! Zeytin ağaçları bu riyakârlığa dayanamıyor işte. Bencil, çıkarcı, kurnaz, fırsatçı olmak bir tercihtir ve eğer toplum bu yolu seçmişse, gerekirse bir başına kaldığı halde kişi direnmelidir. Etik sorumluluk bunu gerektirir.

Tarihin hızlı aktığı, kalın çizgilerle yazıldığı dönemler vardır. Sıradan bir kişinin büyük kahraman olması gerekmez. Lâkin geçici konfor, haz için kendinden vazgeçenlerin sonları hep aynıdır. Bakın tarihe sınırsız örnek bulursunuz. İnsanı diğer tüm varlıklardan ayıran özellik işte budur: Etik sorumluluk! Yaşamın bir anlamı olmalı. O halde “hayır” demenin gereğini anlamalı ve anlatmalıyız. Zeytin ağaçları meyve versin diye, yeniden…

“Hayır” sıradan bir sözcük değildir artık.

Enver Aysever / BİRGÜN

7 Şubat 2017 Salı

Saray Holding A.Ş. - OĞUZ OYAN





Geçen haftaki yazımı, "haftaya gündem değişmezse buradan devam" diye bağlamıştım. Beklenen oldu ve Türkiye Varlık Fonu (TVF) gündeme yeniden yerleşiverdi. Kaçınılmaz olarak buna giriyoruz. Ama bunun ele almak istediğimiz  Türkiye ekonomisi gündeminden çok uzak olmadığı da açık.

Dünkü soL Haber Portalı'nda Ahmet Çınar'ın, 26 Ağustos 2016'da RG'de yayımlanan 6741 sayılı TVF yasası üzerine uzman görüşlerini derlediği 5 Eylül 2016 tarihli yazısı tekrar manşetten yayımlandı. Orada benim de görüşlerim var. Onları pek tekrar etmeden birkaç konuya dikkati çekmek istiyorum.

Bir: Meclis'ten Ağustos'ta çıkan 6741 sayılı yasa, Meclis'e sunulan yasa tasarısından farklı bir mecraya girmişti. Sunulan tasarının genel gerekçesinde, "Başlangıçta kamu kaynakları ve çeşitli fonlardan aktarmalarla oluşturulan TVF kaynakları, zamanla kendi kaynağını yaratan bir yapıya sahip olabilecektir. Bu çerçevede, ilk aşamada Devlete ait çeşitli fon ve gelirlerin belirli bir yüzdesi alınarak TVF'nun kaynaklarını oluşturması planlanmaktadır" denilmekteydi. Bu çerçeve oldukça kısıtlayıcıydı. Yasada bu kaynak çerçevesi genişletildi. Son olarak 5 ve 6 Şubat 2017 tarihlerinde Resmi Gazete'de yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararları (BKK) bunu daha da serbest yorumlayarak iki kamu bankasını, Borsa İstanbul'u, PTT'yi, TPAO'yu, BOTAŞ'ı ve diğer kamu kuruluşları ile çeşitli tahsisli kamu taşınmazlarını TVF'na aktardı.

Önce bir hatırlatma: Bütçesi ve ödemeler dengesi açık veren, uluslararası yatırım pozisyonu açık veren, Hazine üstlenimleri vs. üzerinden bütçe açıklarını çok aşan kamu açıkları veren bir ekonomide 'ulusal varlık fonu' veya 'ulusal yatırım fonu' gibi bir fon oluşturmanın maddi koşulları oluşmamış demektir.

Demek ki, karşı karşıya olduğumuz fon yapılanması çok farklı bir düzenektir. Bunu çok farklı ve görülmemiş bir uygulama yapan bir diğer işaret de, öz kaynaklarıyla değil de mevduat ve dış borçlanma üzerinden kaynak oluşturarak faaliyet gösteren bankaların da bu fon kapsamına alınmış olmasıdır. Bu, bu tür fonların amaçlarına uygun değildir. Kaldı ki, böylesine kozmopolit kuruluş ve varlıklar bütününün yönetilebilir bir yapı olması da mümkün değildir. Saray'a yakın 5 kişilik yönetim kurulunun, allame-i cihan olsalar (ki olmadıkları biliniyor), bunu başarması hiç mümkün değildir.
İki: TVF, amaç ve kapsam maddesinde (md.1), "dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek" amaçlarını sayıyor. Bunun gösterdiği şey şudur: Türkiye'nin iki büyük kamu bankası, Ziraat ve Halk bankaları, tüm aktif ve pasifleriyle, dış kaynak temin etmenin, büyük yatırımlara iştirak etmenin veya madde 4'e göre bu yatırımlara yurtiçi ve yurtdışından finansman sağlamanın teminatı olmanın araçları olarak Fona devredilmektedir. Hazine borç üstlenimlerinin (4749 sayılı kanun, md. 8/A) artık TVF borç üstlenimlerine dönüştürülmesi aşamasına gelinmiştir.
Bu, bir yandan bütçe dışı kamu açıklarının artık gizlenemez boyutlarının ve risklerinin dağıtılması operasyonudur; diğer yandan ise, sıra bekleyen büyük projelerin finansman sorunlarının (gene gelecek nesillere yük aktarmak kurgusu üzerinden) bugün için "halledilmesi" teşebbüsüdür. Ne pahasına? "Finansman sağlanırken TVF portföyü üzerinde teminat, rehin, kefalet, ipotek tesis edilebilir" (md.4, fıkra 3) düzenlemesi pahasına.

Bu arada, TVF yasasıyla (10. maddesiyle), 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 8 maddesinin onuncu fıkrası hükmü de değiştirilmekte ve "TVF Yönetimi AŞ ve TVF ile bunların finansman temini amacı ile kuracakları fon ve şirketler" için, "her türlü dış imkân ile diğer kurum ve kuruluşlar lehine verilecek garantiler" Hazine Müşteşarlığının izni dışında tutulmaktadır. Yani TVF yönetimini AŞ ile bunların kuracakları fon ve şirketlerinin elini sınırlayabilecek hiçbir düzeneğe yer yoktur. Kamu maliyesi tarihinde, Özal'ın kamu özel fonları için dahi öngörülmemiş bir serbestlik ve denetimsizlik peydahlanmaktadır.

Üç: Aslında vücut bulan ve bulacak olan "şeyler", bir "Saray Holding A.Ş." kuruluşunu çağrıştırmaktadır. Zat-ı muhterem'in ‘Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir’ özdeyişi, durumu en veciz şekliyle izah etmektedir. Yakın maliye tarihine bakılırsa, izi sürülen şey Özal'ın kamu özel fonları sistemi ile Erbakan'ın peşpeşe açıkladığı kaynak paketleriyle kurmaya niyetlendiği kamu fonları havuzudur. Ama bunların toplamını aşan bir şeydir. Üstelik bugün için TVF'na aktarılan varlıklar ve kuruluşlar, adeta buzdağının sadece görünen yüzüdür. Devamının hangi kapsamda geleceğine dair bir işaret, yaz sonunda açıklanıp tepkiler üzerine geri çekilen listeye bakarak anlaşılabilir. Ama bu dahi yetmez, çünkü aktarılacak kamu varlıkları ve kuruluşları için hiçbir sınır tanımlanmamıştır.

"Türkiye'nin bir anonim şirket gibi yönetilmesi" arzusu, suya yazılmış bir yazı gibi de değildir. Öncü roldeki Özal, 1984'ten itibaren kuruluşlarına hız verdiği kamu özel fonlarının sayısını 1991'de 107'ye ulaştırmış; bunların aynı tarihteki gelirleri toplamı da  toplam bütçe gelirlerinin yüzde 57'sine kadar çıkmıştı. Bunların toplam büyüklüğünün yüzde 80'lik bölümü de doğrudan doğruya Başbakanlık üzerinden kontrol ediliyordu. Yani Başbakanlık, devlet içinde devlet olmuştu. Farklı kamu tüzel kişikilerine de sahip olabilen bu harcama dükalıklarının oluşturduğu denetimsiz, kaotik ve yönetilemez yapının tasfiyesi 10 yıl sonra yapılabilmişti. (Aralık 1992'de benim başkanlığımda Başbakanlıkta kurulan ve sevgili Ali Rıza Aydın'ın da katkı verdiği "Fon Tasfiye Birimi"nin önerdiği tasfiye projesi DYP-SHP Hükümeti tarafından değil ama aşağı yukarı benzer yöntemlerle 2000-2001 yıllarının IMF programı eliyle gerçekleştirilmişti).

Kıssadan hisse: Sağ ve dinci sağ partiler, kamu kesimini bütçe kısıtlarına tâbi olmadan yönetmeye büyük bir heves duymaktadır. Başka açıdan bakılırsa, bütçe dışı ve denetimsiz fon düzenekleri olmadan ülkeyi yönetememekte veya öyle yönetmek kendilerine çekici gelmemektedir. Bu, hem bugünü kurtarmak için geleceğin kaynaklarını borçlanma üzerinden kullanmanın dayanılmaz cazibesidir, hem de rant dağıtma düzeneklerini kontrol altında tutarak partileşmeyi ve iktidarda kalmayı garantilemenin vasıtasıdır. (Türkiye'nin muhtemel en büyük holdingini yönetmenin kime ne kişisel zenginleşmeler vadedeceğini bugünden tam kestiremeyiz kuşkusuz).

Dört: Eylül'de değindiğim için burada girmedim ama değinmeden olmaz: TVF, zaten kamuya ait olan kaynakları oradan oraya taşıyarak yeni kaynak yaratamaz. (Kamu bankalarının mevduatı kamu kaynağı tanımı dışındadır, ama burada da zaten mevduatın devletleştirilmesine gidilemez). Bu nedenle, işçinin, memurun parasına göz dikmek işin esasıdır. İşsizlik Sigortası Fonu, Zorunlu Bireysel Emeklilik Sigortası, muhtemel bir Kıdem Tazminatı Fonu gibi fonların kaynaklarının TVF'na ve onun aracılığıyla iktidarın tercihli yatırımlarına ve muteber sermayedarlarına sunulmasının da sistemin esası olması gibi...

OĞUZ OYAN / SOL

Ata yolu - ARİF AKALIN

Sağlıkçılar Kazakistan dendiğinde, Dünya Sağlık Örgütü’nün 1978’de bu ülkenin o zamanki başkenti Alma-Ata’da düzenlenen Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı’nı anımsar. Dünya Sağlık Örgütü bu konferansta temel sağlık hizmetlerini, “Herkese Sağlık” hedefine ulaşmanın anahtarı olarak tanımlamıştır.

Konferans’ın Alma-Ata’da düzenlenmiş olması bir tesadüf değildir. Kazakistan tarihinde sağlık alanında elde edilen başarılar, bütün dünyada daha sağlıklı bir yaşam için umut kaynağı ve esinlendirici bir örnek olmuştur.


KAZAKLAR
Bizim kuşağımız Kazakları ilk kez, Durgun Don gibi klasikleri bilmeyen birinin kantinde masaya oturamadığı üniversite yıllarında okuduğu Sholokhov’la tanıdı. Gerçi romanda öyküleri anlatılan hristiyan Kazaklar, bugünkü Kazakistan coğrafyasına göre oldukça batıda yaşayan ve uzun süredir yerleşik düzene geçmiş Kazaklardı. Yine de doğan bebeklerini “yulaf lapasına bulamak” gibi gelenekleri, Kazak steplerinde tamamen göçebe bir yaşam süren milyonlarca sünni müslüman Kazak’ın sağlık davranışlarına ilişkin fikir veriyordu.

Bugün dahi yalnızca yüzde 48’i şehirlerde yaşayan Kazaklar, 1917 yılında Ekim Devrimi gerçekleştiğinde, bugünkü Kazakistan coğrafyasında irili ufaklı boylar ve aşiretler halinde göçebe bir yaşam sürüyorlardı. Yirminci yüzyılda kapitalizmin, okulun, hastanenin henüz ulaşamadığı bu coğrafyada geçimlerini hayvancılıkla sağlayan göçebe gruplar, sosyalizmle tanıştıklarında henüz yerleşik yaşama geçmemişlerdi.

Diğer birçok kadim toplumda olduğu gibi Kazaklar da, hastalıkların tanrılar tarafından, işlenen günahlar karşılığında ceza olarak gönderildiğine inanıyorlardı. Bu nedenle hastalandıklarında iyileşmek için tanrılara yalvarıyorlar, şamanlardan tanrılarla iletişim kurmalarında yardımcı olmalarını bekliyorlardı. Çoğu aynı zamanda dini lider olan şamanlar (geleneksel iyileştiriciler), sağlık sorunlarının çözümünde kilit rol oynuyorlardı.

Şamanlık yanında, ayurveda (Hint), unani (Fars – Arap) ve siddha (Tamil) tıbbı bu coğrafyada sık rastlanan geleneksel uygulamalardı. Şamanlık islamiyetin benimsenmesinden sonra bazı değişimlere uğradı. Eskiden “kötü ruhları” uzaklaştırmaya çalışan şamanların bir kısmı, Kuran’dan dualar okuyarak “cinleri” kovan mollalar haline geldi.

Bunların yanında Kazakistan coğrafyasında her boy ve aşiret içinde çeşitli bitkisel ve hayvansal ürünlerden “kocakarı ilaçları” yapan yaşlı kadınlar da vardı. Bu ilaçlar şaman ve mollaların tedavilerine “tamamlayıcı” olarak görülüyordu. Örneğin Kazaklar arasında oldukça yaygın olarak görülen tüberküloz hastalığının tedavisi için fermente edilmiş kısrak sütü kullanılıyordu.

SOSYALİST KAZAKİSTAN’DA SAĞLIK
Çarlık döneminde Kazakistan topraklarında bulunan Rus askeri birlikleri ve bölgede kurdukları büyük çiftliklerde yaşayan Ruslar sağlık sorunlarının çözümünde “bilimsel” tıptan yararlanabiliyordu. Kazakistan’da Ruslara hizmet için kurulmuş birkaç klinik ve hastane ile çiftliklerde doğumlara yardımcı olan ebeler vardı. Ruslarla ilişki içinde olan Kazakların bir bölümünün de Ekim Devrimi öncesinde bu hizmetlerden (en azından acil durumlarda) yararlandıkları söylenebilir. Kağıt üzerinde 100 bin kişiye 4 doktor düşüyordu fakat Kazaklar, çoğu askeri hekim olan bu doktorların hizmetine erişemiyordu.

Kazakların Çarlık dönemindeki sağlık göstergelerine ilişkin çok az bilgimiz var. Ancak bölgede sıtma, lepra, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıkların kol gezdiğini biliyoruz. 1900’lerin ilk yıllarında yapılan bazı tahminlere göre Kazaklar arasında yaşam beklentisi 32 yılın altında hesaplanmıştı. Bunun en büyük nedeni, bebek ölüm hızının binde 270’in üzerinde olması, diğer bir deyişle neredeyse doğan her üç bebekten birinin, bir yaşını göremeden yaşamını yitirmesiydi.
1918 yılında Rusya’da merkezi bir Sağlık Bakanlığı kurulmasından sonra, 1920’li yıllarda Kazakistan’da ve diğer Cumhuriyetlerde de Sağlık Bakanlığı örgütlendi. Köylerde feldsher istasyonları açıldı ve sağlık eğitimi kampanyaları başlatıldı.

Kazakların barınma, beslenme ve sanitasyon koşulları çok kötüydü. Sovyet yönetimi 1920’li yıllarda bu koşulların iyileştirilmesi için çaba harcarken, toplumun üretim ilişkilerinde de köklü değişimler gerçekleştiriyordu. Bu değişimler molla ve şamanların toplumsal konumlarını sarsarken, tıbbi etkinliklerine daha da sıkı sarılmalarına yol açtı.

Şaman ve mollaların Kazak aşiretleri Sovyet tıbbına ve modern tıp ve sağlık eğitimi almış sağlık emekçilerine karşı tutum almaya teşvik etmeleri, kısa zamanda Kazakistan’da hizmet sunmaya çalışan sağlık emekçilerinin dikkatini çekti. Toplumu sağlık emekçilerine karşı kışkırtan bazı şaman ve mollalar tutuklanarak, hapis cezalarına çarptırıldılar.

1928 yılında Komünist Parti Kazak Bölgesel Yönetimi, sağlık konusunda kitlesel bir propaganda kampanyası açmak ve Sovyet sağlık kurumlarını destekleyerek molla ve şamanların etkisinin kırılmasına yardımcı olmakla görevlendirildi. Ana-Çocuk Sağlığı Merkezleri kadınlara “gece kursları” vermeye başladılar.

Aynı yıl içinde Kazakistan Bakanlar Kurulu Semipalatinsk ve Kzyl Orda’da birer Ebe Okulu açmaya karar verdi. Bu okullardan yetişen ebeler doğan Kazak bebeklerin sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesi ve hayatta kalabilmeleri için çaba harcayacaklardı. Bütün doğumların sağlık personeli eşliğinde yaptırılmasını teşvik etmek için kampanyalar açıldı. Ancak okur – yazarlığın oldukça düşük olduğu göçebe bir toplumda insanlara tek tek ulaşmak ve yüz yüze iletişim kurmak gerekiyordu.
Kentsel bölgelerde ise “Sağlık Eğitimi Evleri” aracılığıyla yürütülen eğitim çalışmaları daha başarılıydı. Fabrikalarda ve okullarda hijyen eğitimi veriliyor, sergiler açılıyordu. Fizyoloji, enfeksiyon hastalıkları, sosyal hastalıklar (alkolizm, fuhuş, sifiliz ve tüberküloz) konuları özellikle vurgulanıyordu.

Sağlıkta en büyük sorunlar hijyen ve ana-çocuk sağlığı alanlarında yaşanıyordu. Çoğu insan sağlığını tehdit eden “gelenekler”, dinsel motiflerden de beslenerek göçebe toplum yapısında önemli bir yer tutuyordu. Bunlar arasında en yakıcı olanlardan biri genç kızların çok erken yaşlarda evliliğe zorlanmalarıydı. Çocuk yaştaki kızlar “başlık” parası (kalyan) karşılığında evlendirildiklerinden, aynı zamanda aileler için bir “gelir kaynağı” durumundaydılar. Bu durum jinekolojik sorunları daha da arttırıyordu.

Kızların çocuk yaşta evlendirilmesini önlemek amacıyla bir yasa çıkartılarak, 18 yaş altı evlilikler yasaklandı. Diğer yandan Kazak toplumu içinde islami geleneklere göre bir erkek 4 kadınla evlenebiliyordu. Sovyet hükumeti poligamiyi de yasakladı ve 22 Mart günü çocuk evliliği ve poligamiye karşı mücadele günü ilan edildi. Böylece sağlık kurumları 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ile 22 Mart Çocuk Evlilikleri ve Poligamiye Karşı Mücadele Günü arasındaki süreci, kadınlara yönelik propaganda faaliyetlerine ayırdılar.

Sovyet yönetiminin bu uygulamaları müslümanlar arasında tepkiyle karşılanıyordu. Kızlarını erken yaşta evlendirmekten sağladıkları gelirlerden yoksun kalan Kazak aileler arasında Sovyet rejimine tepkiler artmaya başladı. Yine poligaminin yasaklanması da, aile içinde cömertçe kullanılabilen kadın emeğinin yitirilmesine neden olmuştu. Bunlar geleneksel göçebe Kazak ailesinin dağılmasına neden oluyordu.

Müslümanların muhalefetinin “dışarıdan” müdahaleyle etkisizleştirilemeyeceğini gören yetkililer, Kazak nüfus içinden daha çok sağlık emekçisi yetiştirebilmek amacıyla 1931 yılında V.M. Molotov Kazak Tıp Enstitüsü’nü açtılar. Ancak Kazak kökenli sağlık emekçisi yetiştirme çabaları doğası gereği zaman alacaktı. Kazakistan’da 1927 yılında 452 olan hekim sayısı, 1937 yılında üç katından fazla artarak 1.571’e yükseldi. Ancak yine de Kazak nüfusa hizmet veren hekimler içinde Kazak kökenli hekimler ancak yüzde 30 – 35’e ulaşıyordu. Bu durum hekim dışı sağlık emekçileri için de geçerliydi. 1935 yılında ülkede hizmet sunan 14.604 sağlık emekçisi içinde yalnızca 2.015’i (yüzde 13.8) Kazak kökenliydi.

1930’dan itibaren Sovyet hükumeti göçebe Kazakları sovhoz ve kolhozlara yerleşmeye zorlamaya başladı ve aynı zamanda Rusları ve diğer Slav halkları Kazakistan’a yerleşmeye teşvik etti. Yerleşik düzene geçmek istemeyen Kazaklar arasında Çin, Afganistan, İran ve Türkiye’ye kaçanlar oldu. Ancak yerleşik düzene geçildikçe patriarkal – feodal yapı çatırdıyor, yalnızca aşiret reisleri değil, aynı zamanda molla ve şamanlar da güçlerini yitiriyorlardı.

1930’lu yıllarda Sovyet tıbbı bütün Kazaklar için erişilebilir ve ücretsiz hale gelmesine rağmen, Kazaklar “aşiret baskısı” nedeniyle Sovyet tıbbından yararlanamıyorlardı. 1933 yılında Aktyubinsk Doğumevi’nde yalnızca 6 Kazak kadın doğum yapmıştı. Kadınlar Sovyet sağlık kurumlarına gelmeye çekiniyorlardı. Fakat çabalar ısrarla sürdürüldü ve 1935 yılında aynı doğumevinde doğum yapan Kazak kadın sayısı 200’e çıktı. 1934 yılında yenidoğanlar da tüberküloza karşı aşılanmaya başlamıştı. Gericilik adım adım geriletiliyordu.

Sağlıkta gericiliğe karşı mücadele, sosyalizm mücadelesinin de bir parçasıydı ve oldukça sert geçiyordu. 1938 yılında Kazakistan Sağlık Bakanı I. Karakulov, “tıbbi yardımın sunulamayışı, şamanların ve cahil büyücü hekimlerin islama daha sıkı sarılarak ilkel gelenekleri sürdürmelerini kolaylaştırıyor” diyordu. Bu ilkel gelenekler arasında hastaların ağzına tükürmek, hastaları ele geçiren ruhları onları sakat bırakacak derecede “döverek” çıkartmaya çalışmak gibi uygulamalar vardı.

Aralık 1938’de Kazakistan Sağlık Bakanı yardımcısı I. Tazhiev, molla ve şamanların Kazak toplumunun sağlığı üzerine olumsuz etkilerine dikkat çekti. Şamanların ağızlarında çiğnedikleri materyali, hastaların ağızları içine tükürmeleri, hastayı iyileştirmemesi bir yana, kendisi bir sağlık sorunuydu. İnsanların bir an önce molla ve şamanlardan kurtarılmaları gerekiyordu.
Sağlık emekçileri arasında Kazak kökenli olanların sayıları arttıkça “dil” sorunu da önemini yitirmeye ve Sovyet tıbbı Kazaklara daha iyi ulaşmaya başladı. Artık bebeklerinin doğduktan kısa bir süre sonra ölmediklerini gören kadınlar, molla ve şamanlara daha az gider olmuştu. İkinci Paylaşım Savaşı öncesinde Kazakistan’da sağlıkta gericiliğe karşı önemli kazanımlar elde edilmekle kalınmamış, sağlık göstergelerinde de önemli iyileşmeler sağlanmıştı.

Şimdi insanlar tüberkülozun, tanrı tarafından günahları için gönderilmiş bir ceza değil, kötü barınma ve beslenme koşullarının, çok çalışıp az dinlenmenin etkisiyle depreşen bir hastalık olduğunu ve tedavisinin bulunduğunu biliyorlardı. Molla ve şamanların gerçekte birer şarlatan oldukları ortaya çıkmıştı. 1940’larda Kazaklar arasında bebek ölüm hızı 5 kat azalmış, doğuşta yaşam beklentisi 1942 yılında 43 yıla yükselmişti.

Ancak molla ve şamanların etkinliklerinin kırılmasının ardındaki en önemli etmen, molla ve şamanların toplum içinde güç kazanmalarını sağlayan feodal sistemin yıkılmasıydı. Çarlık döneminde Kazak toplumunu sömürenler, Kazak aşiret reisleriyle işbirliği içindeydi ve aşiret düzeninin devamından çıkar sağlıyorlardı. Molla ve şamanların birer şarlatan olduklarını bildikleri halde, aşiret düzeninin sürmesinde payları olan bu asalaklara karşı hiçbir şey yapmıyorlardı.

Sovyet yönetimi sağlıkta gericiliğe karşı mücadeleye özellikle kadınların katılmalarını sağlamak için büyük çaba harcamıştı. Bu çabalar 1940’ların başında meyvesini vermiş, Kazakistan’da mesleğini icra eden hekimler arasında kadınların sayısı, erkek meslekdaşlarını geçmişti.
1960 yılında Kazakistan 77 bin yatak kapasiteli 1.620 hastane (11.500’ü çocuk yatağı), 560 poliklinik, 704 sağlık merkezi, 34 saniter – epidemiyolojik istasyon (sanepid) ve 3.940 feldsher – ebe istasyonuna sahip olmuştu. 410 kolhoz doğumevinde 11 bin yatak vardı. 196 kırsal bölgede 1.700’den fazla çocuk sağlığı uzmanının görev yaptığı 500’den fazla ana-çocuk sağlığı merkezi açılmıştı. Kazakistan’da 13 binden fazla hekim ve 53 binden fazla feldsher, ebe ve hemşire görev yapıyordu.

Devrim öncesi 25.000 kişiye bir hekimin düştüğü Kazakistan’da, 1961 yılında 859 kişiye bir hekim düşüyordu. Bu oran 1971’de bin kişiye 2,18 ve 1988 yılında 3.83’e kadar yükseldi. Diğer bir deyişle Kazakistan’da devrimden önce 100 bin kişiye 4 hekim düşerken, sosyalizm çözülürken bin kişiye 4 hekim hizmet sunuyordu. Dahası 1970’lerde Kazakistan’da her 4 hekimden 3’ü kadındı.
Önleyici tıbba ağırlık verilmesiyle, sıtma, lepra, çocuk felci, tüberküloz, difteri, kolera, veba, çiçek, tifüs gibi hastalıklar artık görülmez olmuştu. Aşılama ve bağışıklama çabaları oldukça etkin biçimde yürütülüyordu. Bebek ölüm hızı binde 36’ya gerilemişti. Bu rakam Sovyetler Birliği ortalamasının yüzde 40 kadar üzerinde olmasına rağmen, uluslararası platformlarda da çok büyük bir başarı olarak kabul ediliyordu. Kazakistan’da doğuşta yaşam beklentisi Sovyet tıbbıyla tanıştığı yıllarda 32 yıl iken, bu rakam sosyalizm çözüldüğünde 70 yıla yaklaşmıştı.

İşte Kazakistan gibi bir coğrafyada sağlık alanında elde edilen bütün bu kazanımların, 1978 yılında DSÖ’nün Konferansı’nın Alma-Ata’da yapılmasına karar verilmesinde büyük payı vardı. Kazakistan başardıysa, her yerde başarı kazanılabilirdi.

SOSYALİZM SONRASI KAZAKİSTAN
1990 yılında 68.8 yıl olan doğuştan yaşam beklentisi, sosyalizmin çözülmesinden sonra hızla düşerek 1996 yılında 64.4 yıla geriledi (erkeklerde 58.9 yıl). Yaşam beklentisi daha sonraki 15 yıllık dönemde kısmen iyileşmesine rağmen, yirmi birinci yüzyılın ilk on yılı tamamlanırken hala 1990’daki düzeyine erişememişti.


Sosyalizmin çözülmesiyle birlikte Kazakistan’ın diğer sağlık göstergeleri “inanılmaz” bir hızla kötüleşmeye başladı. Özellikle 1992 – 1995 yılları arasında sosyoekonomik koşulların kötüleşmesi ve alkol tüketimindeki patlama Kazakistan’da uzun zamandır unutulan hastalıkların hortlamasına neden oldu. Ülkede ishal, hepatit ve tifo gibi hastalıkların artması, ciddi hijyen sorunları yaşandığına işaret ediyordu.

Çevre sağlığı sorunları insan sağlığını tehdit etmeye başladı. Aşırı gübre kullanımı ve kimyasal sanayi atıkları suları kirletirken, tarım emekçileri pamuk tarlalarında kullanılan pestisitlere maruz kaldılar. Artık Kazakistan’da üretimin amacı “kâr” olduğundan, emekçilerin sağlığı hiçe sayılmaya başlamıştı. Önemli olan pestisitler nedeniyle kaç tarım emekçisinin öldüğü değil, pamuk üretiminin ne kadar arttığıydı.

Ülkede solunum sistemi hastalıkları, özellikle astımda büyük artışlar görüldü. Kimyasal kirleticilere bağlı alerjik reaksiyonlar ile nörolojik ve doğumsal hastalıklarda da artış gözleniyordu. Öyle ki, birçok araştırmacı birkaç yıl içinde “patlayan” bu sorunların yeni ortaya çıkmış olamayacağını, geçmişte de var olması gerektiğini, bunların eskiden “gizlenmiş” olabileceğini düşünmeye başladılar. Ancak bunu kanıtlayabilecek hiçbir veri yoktu.

Kazakistan ve Özbekistan’ın belli bölgelerinde “anne sütünde” toksik maddelerin tehlikeli düzeylere eriştiği anlaşılınca, annelere bebeklerini emzirmemeleri tavsiye edildi. 1995 yılında Kazakistan’da “anemi” başlıca sağlık sorunlarından biri haline geldi. Kadınların yüzde 49’unun ve üç yaş altındaki çocukların yüzde 69’unun anemik olduğu belirlendi. Aral bölgesinde oranlar çok daha yüksekti. Bunlar sosyoekonomik sorunlarla, çevre sağlığının kötüleşmesi bir araya gelince neler olabileceğini gösteriyordu.

ÇÖZÜM ATA YOLU’NDA
Kazakistan’da sosyalizmin çözülmesinden sonra Kazakistan’ın yirmi birinci yüzyılda “çağdaş” sağlık hizmetlerinde öne çıkmaya başlayan şamanlar, ruhlar ile insanlar arasında aracılık yaparak “tedavi hizmetleri” sunuyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri, yirminci yüzyılda sağlık sorunlarının “dünyevi” kaynaklı olduğuna inanan Kazakların, artık hastalıklarından “doğaüstü” güçleri sorumlu tutmaya başlamaları. Yine Kazak yöneticiler, yaşanan sorunlardan Kazakların “Ata Yolu’nun” terk edilmesini sorumlu görüyorlar. Eğer işler on dokuzuncu yüzyılda Ataların gittiği yoldan gidilirse, kolayca çözülecek.

Kazakistan 1991 yılında “bağımsızlığını” kazandığında, kurulan yeni Kazak devleti Sovyet döneminde yitirildiğine inanılan “Kazaklığı” yeniden inşa etme kararı alıyor. Bu çerçevede her şeyi eskiden “atalarının yaptığı gibi” yapma politikası olarak “Ata Zhol” veya Ata Yolu, Kazakistan’ın yaşamın her alanında izlediği temel politika haline geliyor.

Sağlık alanında Ata Yolu’na dönüş amacıyla, Sovyet döneminde yasaklanan geleneksel tıp, yeniden yasal bir statüye kavuşturuluyor. Ancak şamanların ve mollaların mesleklerini icra edebilmeleri için bir devlet sınavından geçerek, “lisans” alma şartı getiriliyor. Şaman ve mollaların tepkisini çeken bu düzenlemeye, Kazakistan Cumhuriyeti Anayasası’ndaki devletin yurttaşlarının sağlığını koruma görevi gerekçe olarak gösteriliyor.

İlk olarak sertifikalı şaman ve mollalar yetiştirmek üzere Alma-Ata Bilimsel-Uygulamalı Geleneksel Tıp Merkezi açılıyor. 1997’den itibaren lisans alan iyileştiricilere Sağlık Bakanlığı tarafından Profesyonel İyileştirici unvanı ve diploması veriliyor. Sağlık Bakanlığı 2000 yılında tıpta uzmanlık alanları listesini yenilediğinde, listeye doğu tıbbı doktorluğu, homeoterapi ve hinduroterapi uzmanlıklarını ekliyor.

2003 yılında lisans almadan şamanlık ve mollalık yapanlara üç yıla kadar hapis cezası getirilirken, ülkede açılan “özel” iyileştiricilik kursları da yasaklanıyor ve böylece şamanlık ve mollalık tamamen devletin denetimine alınıyor.

Yirmi birinci yüzyılda Kazakistan’da iyileştiriciler (emsi) üç ana grupta toplanıyor:
• Bedensel hastalıklarla ilgilenenler (tamirisi, uwqalawsi)
• Falcılar (palsi, balger, zawirinisi)
• Spiritüel iyileştiriciler (tawip / tabip).
Tawiplerin kullandıkları ana iyileştirme tekniği, dini metinleri yüksek sesle okumak. Şamanların (baqsi) büyük çoğunluğu mesleklerini tawip olarak icra ediyor. Tukiruwsiler, tawiplerden farklı olarak, yüksek sesle dini metinler okuduktan sonra hastalarına tükürürken, uskiruwsiler hastalarına üfleyerek yaşam enerjilerini geçiriyor. Diğer bir tawip türü olan imamlar (molda veya molla) ise tedavilerinde Kuran kullanıyor.

KAZAKİSTAN’DA ÇAĞDAŞ BİR ŞAMAN
1970’li yılların sonlarında Dünya Sağlık Örgütü’nün tarihindeki en önemli toplantılarından birine, “Uluslararası Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı”na ev sahipliği yapan Alma-Ata, bugünlerde Kazakistan’ın en önemli şamanlarından Bifatima Dauletova ile anılıyor.

1940 yılında doğan Bifatima şimdi 77 yaşında. Sovyet döneminde bir şekilde zorunlu eğitime katılmaktan kurtulmuş ve hayatında hiçbir zaman okuma – yazma öğrenmemiş. Avrupalı bir araştırmacıya verdiği mülakata göre 13 yaşında ruhlarla konuşmaya başlamış. Ruhlar Bifatima’ya hastaları nasıl tedavi edeceğini öğretmişler. Sosyalizmin çözüldüğü 1989 yılına kadar mesleğini serbestçe icra edemeyen Bifatima, sosyalizm yıkılır yıkılmaz Alma-Ata’ya taşınmış. Bifatima bu kararı Zher-ana’nın (ana tanrılardan biri) telkiniyle aldığını söylüyor.

Dauletova, Tien Shan dağlarının eteklerinde kurduğu “tedavi merkezinin”, dünyanın enerji merkezi olduğuna söylüyor (Zher-ana böyle olduğunu söylemiş). Rusya’nın ve bölge ülkelerin her yerinden her yıl binlerce insanın sağlık sorunlarına şifa bulmak için ziyaret ettiği bu çağdaş şaman, konuklarının konaklayabileceği derme-çatma tesisler de yaptırmış. Buralarda kalanlar Dauloteva’nın koyunlarına çobanlık ve bahçesine bahçıvanlık da yapabiliyorlar. Böylece şamanlık ve ekolojiyi sentezleyen Bifatima, hastalarına biyomedikal yaklaşımın sunamadığı olanaklar sağlıyor.
Kazaklar Bifatima Dauletova’ya, Bifatima-apa diyorlar. “Apa”, Kazakistan’da yaşlı kadınlar için kullanılan, saygınlık ifade eden bir sıfat olup, iyileştirici, bilge ve yaşam kurtaran anlamlarına da geliyor. Bifatima müslüman bir aileden geliyor ve şamanlıkla müslümanlığı ustaca bütünleştirmiş. Hastasının yüzünü koyun kanıyla ovarak, hastanın hastalığına yol açan günahlarını ölmüş hayvana transfer ederken, dualar mırıldanmayı da ihmal etmiyor.

Bifatima-apa günde ortalama 50 – 60 hasta kabul ediyor. Hastaları arasında Moskova’dan, hatta Berlin’den gelen tıp doktorları da varmış. Açıkçası Bifatima-apa’nın tedavi merkezine erişebilmenin, sırf yol parası göz önüne alındığında dahi, ortalama bir Avrupalı veya Rus emekçinin bütçesinin kaldıramayacağı bir yük olduğu düşünülürse, 21. yüzyıl şamanının hastalarının ağırlığının toplumun orta ve üst kesimlerinden insanlardan oluştuğunu varsaymak çok yanlış olmaz.

Bifatima’nın muayene ücreti 15.000 Tenge (2015 kuruyla 80 dolar civarında). Ancak bu ücret “muayene” ücreti olarak talep edilmiyor, hastaların “şükran” duygusunun bir ifadesi olarak görülüyor ve “hediye” olarak tanımlanıyor. Ancak bu ücret dışında tedavide kullanılan malzemelerin de (örneğin inek akciğeri veya kilim) Bifatima’nın tezgahından satın alınması gerekiyor.

Yine burada islami geleneklere göre adak sunmak veya kurban kesmek de mümkün. Bir koyunun hediyesi 150, bir sığırın hediyesi ise bin dolar. Bifatima adak ve kurban etlerini bölgedeki yoksul Kazaklara dağıtıyor. Bunun Bifatima’nın “yöre halkı” tarafından çok sevilmesinde payı olabilir.
Bifatima-apa’nın “tedavi” yöntemleri çok geniş bir yelpazeye yayılıyor. Bunlar arasında hastaların sırtına inek akciğeri ile vurmaktan (daha sonra bu akciğerler köpeklere yediriliyor), kışın dondurucu soğuklarda bile tedavi merkezinin yakınlarındaki soğuk akarsuda yıkanmaya kadar birçok farklı tedavi yöntemi var. Buzlu suya giren insanlar, bedenlerinin bütün toksinlerden arındığına inanıyorlar. Bifatima sigarayı bırakmak isteyenlere de yardımcı oluyor.

Bifatima Dauletova, Kazakistan devlet yetkilileri ve ileri gelenleri arasında da oldukça popüler bir figür. Geçen yıllarda Alma-Ata belediyesi tarafından düzenlenen “ekoloji festivaline” davet edilen şaman, burada bir Hint Yogi (yoga öğretmeni) ile tartışmaya giriyor. Bifatima tartışma sırasında sinirlenerek Yogi’ye bir odun parçası fırlatması bir yana bırakılırsa, başarılı bir tanıtım gerçekleştiriliyor.

Bifatima festivalde isteyenlerin bedenine ellerini koyarak, hastaları tedavi ediyor.
Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyenler, internet üzerinden herhangi bir arama motorunda “Bifatima Dauletova” yazarak şamanın mesleki etkinliklerinin fotoğraflar ve videolarla tanıtıldığı çok sayıda web sitesine erişebilir.

ARİF AKALIN / SOL

http://satobel.blogspot.com.tr/2017/02/ata-yolu.html
İLGİLİ MAKALE
http://haber.sol.org.tr/blog/sinifin-sagligi/akif-akalin/neoliberal-kapi...

Türkiye’nin varlıklarını tüketme fonu! - ORHAN BURSALI



İyi niyetle yaklaşalım şu Varlık Fonu’na hele: İçine atılan şirketler değer üretemiyorlardı... Üstüne üstlük borç üretiyorlardı... İktidar içlerine yığınla adam yığmıştı, maaş alıp iş yapmıyorlardı, zaten yapacak iş de yoktu... Onları demir disiplinli, yüksek yetenekli bir ortak yönetimin elinde birer dünya şirketine dönüştürmek, büyük katma değer oluşturmak, Türk’ün yüksek ekonomik ve finans gücünü de dünyaya göstermek ve oluk oluk akacak paralarla dar boğazlardan çıkmak neden kötü olsundu!
Arsalar da boş boş orada koyun otlatıyorlardı... Denizi de seyredemiyorlardı, çünkü gözleri yoktu...
Bu senaryoya inandınız mı?
Kulağıma fısıldayıp duruyorsunuz: Dün yazan sen değil miydin, 60 milyar dolara satıp savmadılar mı milletin malını mülkünü! Bugüne kadar neye ne kattılar?
Durun, bizi suçlamıyorlar mı: hep kötü niyet hep kötü niyet!
Eviriyorum çeviriyorum ve iyimser yaklaşmaya çalışıyorum, şu Varlık Fonu hikâyesinden, ülkenin zenginliğine zenginlik katacak bir ipucu bulamıyorum. Bir yardım lütfen! 

İşte teminatım Fon!
Varlık Fonu dünyada zengin, bütçesi fazla veren ülkelerin, varlıkları katlamak ve böylece dar zamanlarda “altınlarına” güvenmek amacıyla kullandıkları bir araç.
Bizde ise, ekonomiye neredeyse sıfırı tükettirmiş bir iktidar bu araca başvuruyor.
Bakıyorsun, içine attıkları genellikle de sorunları olan şirketler. Evet kazandıran da var.
Bu şirketlerden bazılarını yasal olarak satamazlar.
Ama hepsi anlamlı, ismi cismi olan gözde şirketler!
Şimdilik ilk aşamada yapacakları iş, ekonomistlerin de işaret ettikleri gibi, dışarıdan alacakları- alınan borçlara karşı Varlık Fonu’nu teminat olarak göstermek.
Yani borç verin, işte size teminat!
Böyle bir borç-teminat denklemi şu demek: para veriyorum - teminatımı alıyorum.
 
Borcumu alamazsam teminatımı alırım
Yani Fon’daki şirketlerin tümü, borca karşılık satılmaya hazır demektir.
Türkiye önemli varlıklarını satışa çıkardı demektir bu.
Bazıları satılma aşamasına gelince, eh o zaman da milli servetine millet sahip çıkmalı kampanyası açarlar ve milletin nakitleriyle dış borçlarını ödeme yoluna giderler!
Bu Varlık Fonu değil, Ülkenin Varlıklarını Tüketme Fonu!
Osmanlı, borçlarını ödeyemeyince Düyunu Umumiye (Genel Borçlar) kurulmuştu.
Şimdi bunu, bir anlamda peşinen kurmuş oluyoruz.
İkidarın “varlıkları daha etkin yönetim” için bu kararı aldıklarını açıklamasının hiçbir anlamı yok, çünkü bu şirketlerin hepsi ikitdarın denetimi altında bulunuyordu.
Tepelerine yeni ortak bir yönetim atanmakla mı etkinleşecekler!
İktidar, dışarıdan “terörist” milyar dolarlar akmadığı için vaat ettiği yatırımları yapamıyor. Yeni yatırımlar için de kaynak yok.
 
Değer yok, tüketim var
Sanayi sektörünü yıldan yıla gerilettiği, GSMH içindeki payını yüzde 23’lerden 15’e düşürdüğü için, gelir getirici büyük ekonomik değerler yaratamıyor.
Tüketimi kamçılayarak ekonomik canlılık yaratmaktan başka bildikleri bir şey yok.
Ekonomi 57 milyar liralık vergisini ödeyemiyor. Taksitlendirme habire gündemde!
Eeee, neyle zenginlik havası basacak? Varlık Fonu ile!
Peki, sonra?
***
Bence Osmanlının torununun torununun torununun torununu da Varlık Fonu’na katmakta yarar var.
Ne de olsa bir Osmanlı mirası bize…
Antik pazarda değeri yüksektir.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Sıkıntılı bilançolar ilk hedef - ÇİĞDEM TOKER





“En temel yanılgılarımızdan biri, karar alıcıların mantıklı, kurallı düşündüğünü sanmak” dedi telefondaki ses.
Kamuda uzun yıllar önemli görevlerde bulunmuştu. Köklü, toplumla bütünleşmiş, büyük sermayeli kamu şirketlerinin bir çırpıda Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devredilişini konuşuyorduk.
Son devirler, TVF ile birlikte devredilen kurumları da denetim dışına çıkardı. TBMM adına Ziraat Bankası’nı, Halkbank’ı, BOTAŞ’ı, TPAO’nun hesaplarını denetlemeyecek, bir Sayıştay’ın, zaten işlevi tartışılan yasama organına ölümcül darbe indirdiğini söyledim. Bunun üzerine yazının girişindeki sözü etti ve “acil konunun” başka olduğunu söyledi. 


***
TVF yasası, iktidarın kaba aritmetik dayatmasıyla hızla çıkarıldığına göre, özel yetkili bu şirketin içinin birtakım devirlerle doldurulması bekleniyordu tabii. (Nitekim yılbaşı haftası yayımlanan OHAL KHK’siyle Milli Piyango ve Türkiye Jokey Kulübü gelirlerinin Fon’a devri ilk adımdı.)
Ancak son operasyonun zamanı, zincirleme niteliği ve ölçeği, telaşlı bir önceliği düşündürüyor. 

***
Zincirleme nitelikten kastım şu:
Şok etkisi yaratan ilk 9 şirket, genel müdürlük ve bankaların devri, akşam saatlerinde yayımlanan mükerrer Resmi Gazete’de duyuruluyor.
Ne zaman? Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın baş başa görüşmesinin hemen ardından.
Aynı mükerrer sayıda, 2 milyon 300 bin metrekarelik turizm alanı listeleniyor. Cennet sahiller, koylar da Varlık Fonu’na.
(Çarpıcı bir not: Fon’a devredilen Eti Maden, TİM’in açıkladığı en büyük 100 ihracatçı şirket listesinin 14. sırasında. 2015’te 797 milyon dolar bor ihracatı yaptı. Kasa dolu.)
Sabah piyasalar açılır açılmaz da Özelleştirme Yüksek Kurulu kararıyla Türk Telekom ile Halkbank hisselerinin devri.
Deneyimli ses, bu önceliğin “sıkıntılı bilançoların” düzeltilmesi olduğu kanısındaydı. 

***
Türk Telekom’un sahipliğinde ana hissedar olan Oger Telekom’un kredi borçlarını geri ödemede güçlük yaşadığı, aylardır herkesin bildiği sırra dönüştü.
Şirketin iki Türk bankasına borcu karşılığında hisselerinin satın alınmak istendiği, ödenmeyen kredi nedeniyle kredilerin “takip”e alınması gerekirken alınmadığı, bu köşe dahil, pek çok yerde işlendi. Aslında “altın hisse” sahibi devlet, bu tahsilatı istese hemen yaptırabilir. Ama istese.
Yanı sıra, diğer kamu banka ve şirketlerinin de bilanço sorunları yaşadığı biliniyor.
Mesela BOTAŞ’a “içeride” zam yaptırılmadığı için Gazprom’a borcunu ödeyemediği konuşuluyor. Dün Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un net bir yanıt vermediği- ya da veremediği-“Savunma Sanayi Destekleme Fonu’ndan Türkiye Varlık Fonu’na neden 3 milyar TL aktarıldı?” sorusunun bir “mantıklı” izahı bu olabilir. Sıkıntılı bilançoların en acil kısmında bir miktar düzeltme 
yapmak. 

***
Tabii kısa vadede öncelik bu olsa da orta-uzun vadeli hedefler bambaşka.
Hangi teknik ve usulle olacağını bilmesek de kanunun yönetene açtığı sonsuz keyfi alan, tahminleri mümkün kılıyor. 11 kuruluşun, kanunlar dışı, denetime kapalı, özel yetkili TVF’ye devrinin, referandumda “evet”i garantileyecek çalışmalarla ilgisiz olacağını düşünen var mıdır? Yasanın verdiği imtiyazların yanı sıra, OHAL düzeninin, yapılacakların saklanması konusunda eşsiz bir imkân (!) sunduğu gözden kaçmamalı.
Sermayeden de alacağı destekle uzun vadede sahip olduğu sonsuz-sorumsuz kaynak toplama dağıtma yetkisiyle TVF, rejimi tahkime, ömrü uzatmaya hizmet amaçlı olarak da kurgulanmış görünüyor.
Türkiye’nin kurumsal birikimini, doğasını, hiçbir yasal ve etik kurala tabi olmaksızın toplayıp dağıtan TVF’yi anlatmak isterken insanın aklına önce “çiftlik gibi” ifadesi geliyor.
Fakat bir an, yalnızca bir an durup düşündüğünüzde, çiftliklerin, bugün birer üretim merkezi olduğunu hatırlıyor ve gerçek çiftlik sahiplerine haksızlık etmiş olabileceğinizi fark ediyorsunuz.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Varlık Fonu Hitler ve Mussolini’den miras - İBRAHİM VARLI


Herhangi bir rejimin inşası sadece siyasal yapının değiştirilmesiyle, toplumsal yapının dönüştürülmesiyle olmaz. Bu inşanın mutlak ama mutlak sacayaklarından bir tanesi de ekonomidir. Ekonominin tek adam diktası tarafından belirlenen siyasal hedefler doğrultusunda dizayn edilmesi gerçekleştirilmeden, siyasal ve toplumsal dönüşümün başarılı olması mümkün değil. Bunun için de sermayenin önce tek elde toplanması ardından da yeni rejimin bekası için, yandaşlara dağıtılması yani pay edilmesi gerekiyor.
Sadece politik olarak değil, ekonomik olarak da gücün hiçbir şekilde denetlenemeyen tek bir merkezde, tek bir adamda toplanarak yoğunlaşmasının can alıcı örnekleri yakın siyasi tarihte mevcut.
Kıta Avrupası’nda iki dünya savaşı arasında işbaşına gelen Mussoli İtalya’da, Hitler de Almanya’da benzer bir model ile kendi faşist yönetimlerini inşa etti.
Tek adam diktasına dayalı faşist rejimlerin ekonomi-politiğinin tamamlanması için Mussolini de Hitler de bir gecede kamu kaynaklarının üzerine çöktü, halkın bütün varlıklarına hunharca el koydu. El konulan varlıklar daha sonra yandaş işbirlikçi tekelci sermayeye peşkeş çekildi. İtalyan faşizmi ve Alman Nazizmi ekonomik temelleriyle incelendiğinde bu durum bariz örnekleriyle karşımıza çıkacaktır.

•••

Faşist diktatörlükle yönetilen İtalya ve Almanya’daki ekonomik-mali uygulamalarla ‘Varlık Fonu’ gaspı arasında büyük benzeriklerler dikkat çekici.
Mussolini, yönetime gelir gelmez tüm devlet varlıklarını yağmaladı. besleme basın da bu uygulamalara alkış tuttu. Otoyollardan sulama ve bataklık kurutma projesine kadar bütün kamu yatırımları büyük sermaye kümelerine peşkeş çekildi. Devlet, bankalar başta olmak üzere büyük sanayi işletmelerinin zararlarına karşı garanti oluşturan sigorta organı haline getirildi. Bir yapılanma ile kazançların büyük özel işletmelere, zararların ise devlete yüklendiği bir düzen oluşturuldu.
Büyük işletmelere akçalı yardım yapmakla görevli devlet örgütleri kuruldu. Halktan alınan vergilerin tümü bir avuç büyük endüstriciye ve bankere dağıtıldı.

•••

Hitler, akıl hocası Mussolini’nin ekonomik politikasının hemen aynısını daha kapsamlı bir biçimde Almanya’da uyguladı. Tekelci sermayeye büyük devlet yatırımlarının ihaleleri verildi. Büyük yol, bina, santral, iletişim vb. yatırımları yapıldı. Buralarda bir yandan işsizlerin düşük ücretle örgütsüz olarak çalışmaları sağlanırken bir başka yandan ayrıcalıklı büyük firmalara kolayca sermaye birikimi sağlayacak yüksek kazançlı iş alanları yaratılmış oldu.
Kruppların, Thyssen’lerin, IG Farbenlerin, Opellerin, Siemenslerin, Allianzların, AEG’lerin açık desteği olmasaydı Hitler diktatörlüğünü sürdüremezdi. Hitler’i iktidara taşıyan Alman sermayesi bütün bu desteklerinin karşılığını kısa sürede alacaktı. Alman sermayesinin en büyükleri 1935-1944 yılları arasında Hitler’e verdikleri destek karşılığında muazzam karlar elde etti. Tekelci sermayeye büyük devlet yatırımlarının ihaleleri verildi. Bu şirketler de Nazi liderlerini açıkça kârlarına ortak ettiler.

•••

İslamcı bir rejim inşasının arifesindeyiz. Yeni rejimin ekonomi-politiği için kamu varlıklarına el konulması gerekiyordu, öyle de yaptılar. Bu gaspı sadece referandum üzerinden okumak bu nedenle eksik kalır. Fatih Yaşlı hoca da yazdı, Varlık Fonu mevzunun “referandumun finansmanı”nı aşan ve doğrudan rejimle ilgili bir ekonomi-politik boyutu var. Varlık Fonu, rejimin ekonomik ayağını teşkil edecek, hedeflerini ve yatırımlarını rejimin iç ve dış politikadaki hedeflerine uygun bir şekilde belirleyecek, kaynak ve rant dağıtımı buradan yapılacak.
Yapılmak istenenler 20’inci yüzyılın ilk yarısında kıta Avrupası’nda hayata geçirilen modellerin ‘ön Asya’ya uyarlanmış versiyonu. Tonaj farklılıkları olsa da. Tepesinde tek adamın bulunduğu fiili parti-devleti rejiminin bekası ve kurumsallaşması için ekonomik gücün de tek adamın denetimine verilmesi kaçınılmazdı.
Evet, yeni ekonomi politikaları rejimin ekonomi-politiğine uygun olacak. Özelleştirmeler ona göre yapılacak, yandaş sermaye grupları buna göre fonlanacak, sermaye muazzam sermaye aktarılacak, onlar da malum vakıflara bağış yapacak, havuz medyasını fonlayacak. Tek adamın kararname çıkardığı, tek adamın bütçe yaptığı, tek adamın hazinenin patronu olduğu bir rejim arzusu. Bu kararname ile Anayasa değişikliğiyle getirilmek istenen “tek adam” yönetimine uygun bir varlık yönetimi kuruluyor.
Mussolini ile Hitler’in ekonomik ve siyasi gücü tek elde toplayarak ülkelerini nasıl da sonu felaketle bitecek bir maceraya sürükledikleri ortada. Umarız tarih tekerrür etmez!

İbrahim Varlı / BİRGÜN