7 Nisan 2017 Cuma

Şaklaban ve başkan - MİNE SÖĞÜT

Cumhurbaşkanı bir konuşmasında “Pensilvanya’daki şaklaban”dan bahsetti.
Şaklaban güzel kelime, severim.
TDK’ye bakılırsa, “Basit şakalar yaparak herkesi güldüren, şakacı kimse” demek.
Gerçi Pensilvanya’daki kişi benim bildiğim kadarıyla mesleğini herkesi ağlatarak ve bizzat kendisi de ağlayarak icra ediyor.
Hatta ülkenin anasını ağlatması da bu performansının afili bir uzantısı.
Ama şaklabanın bir başka tanımı daha var.
O da: “Şak şak diye yüksek ses çıkararak insanları oyalayan kimse.”
Biz Pensilvanya’dakinin çıkardığı o yüksek sesle oyalanırken;
Korkarım iktidar rahat rahat kendi planlarını uyguladı, uyguluyor.
Ve bizim anamızı ağlatan şaklaban, iktidarın yüzünü güldürüyor.
O yüzden iktidar lideri, dün söylediğinden rahatça vazgeçip bugün “Siyasi hayatım boyunca ne aldatan ne de aldanan oldum” diyor.


Biz Pensilvanya’nın şak şaklarıyla oyalanıyoruz;
Başımıza bela edilen referandum hengâmesiyle boğuşuyoruz;
O, gemisini yürüten kaptan, baştan beri uyguladığı taktiği ısıtıp ısıtıp yine önümüze sürüyor.
Laflarını fırıldak gibi bir o yana bir bu yana döndürüyor, bizi ambale etmeye çalışıyor.
Dini siyasete alet etmenin ilmini yapan bir lider neticede.
Takıyye diye bir şeyi ülke politikasına sokup sıradanlaştırmaktaki hüneri zaten malum.
Üzerine bir de Allah’ın cenneti ve cehennemiyle kulların aklını çeliyor.
İktidarın propaganda enstrümanları kısıtlı.
Eninde sonunda elini dini ve arkaik malzemelerle güçlendirmeye çalışılıyor.
Ve alaturka bir Ortadoğu estetiğini aşamıyor.
Referanduma neredeyse bir hafta kala, iş cennetten parsel vaadiyle ‘Evet’ oyu toplamaya kadar vardı.
Üstelik bu dilin mimarı yobaz bir cami imamı değil.
Kurnaz bir tarikat lideri de değil.
Hele bir meczup hiç değil.
Ülkenin cumhurbaşkanı.
“Şaklaban”ın “eski” ortağı.
Eğer vaadi iş yaparsa, geleceğin ülke başkanı.
Yani yarınların ve uzun yılların belki de tek adamı.
Kürsülerde, Cumhuriyetin ilk yıllarında çeşitli sanat eserlerinde karikatürize edilen yobaz din adamlarının lisanıyla konuşuyor.
“Bu halk oylamasında ‘evet’ çıkınca sadece ülkenin yönetim sistemi değişecek.
Emin olun, her şey daha güzel olacak.
Buna karşı çıkacağım derken, dünyanızı da, ahiretinizi de tehlikeye atmayın” diyor.
“Evet”i pazarlamak için seçmene resmen cennet vaat ediyor.
“Hayır”dan caydırmak için cehennemle gözlerini korkutuyor.
Bana sorarsanız, bu referandumda hayır deyip ahreti tehlikeye atmayı göze almakta hiçbir sakınca yok.
Ben baktım, ahret soruları içinde anayasayla ilgili bir şey yok.
Ahiret bugünün politik hengâmesine göre datalanmamış.
Girilmesi gereken veriler hep eski, ilk zamanların temel din bilgileri.
İçiniz rahat olsun yani, oradan soru gelmeyecek.
“Hayır” diyerek ahretinizi tehlikeye atmanız mümkün değil.
Ama, hukukçuların tüm değerlendirmelerini okudum, “Evet” derseniz iş sakat.
O zaman yaşadığınız bu dünyayı değil tehlikeye, doğrudan ateşe atıyorsunuz.
Daha ölmeden cehennem neymiş bizzat burada canlı canlı görüyorsunuz!

Mine Söğüt / CUMHURİYET

6 Nisan 2017 Perşembe

İzmir'in HAYIR'ı... - AHMET ÇINAR

Ne diyorduk?
16 Nisan’da sadece padişah bozuntusuna, saltanat özentisine, hilafet özlemlisine değil; patronların yağmasına, yobazların kuşatmasına da HAYIR dersek, gerçekten HAYIR demiş oluruz.
AKP’nin ve patronların uzun süredir bir hayali var: İzmir’i kendilerine “kâr” etmek, “rant” eylemek… Bu hedeflerini gizlemiyorlar da: “İzmir’i İstanbullaştıracağız” diyorlar, “İzmir’in Manhattan’ı Bayraklı olacak” diyorlar, İstanbul burjuvazisine "Haydi izmir'e" diyorlar, Karaburun’u, Çeşme’yi RES tarlası, kenti bir beton çölü haline getiriyorlar, İzmir’in kimliğini ve karakterini silip yerine geçmişsiz, geleceksiz, sınırsız, şekilsiz, çerçevesiz bir ucube inşa ediyorlar… İzmirliler ve İzmir’de yaşayanlar elbette buna da “HAYIR” diyecek.
Hafta geçmiyor ki, İzmir’de birkaç kamu arazisi ya da kamuya ait bir kupon arsa herhangi bir sermaye grubuna peşkeş çekilmesin… Hem de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı eliyle imarı değiştirilmiş halde: Kılçıksız balık, dikensiz gül imar revizyonları…
Bir yer mi satılacak? Hemen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı devreye giriyor, imar değişikilikleri anında yapılıyor: Toplu iş yeri ve konut alanı, turizm alanı, ticaret alanı, akaryakıt istasyonu alanı… Sonra gelsin adrese teslim satışlar…
Bir yere AVM, RES, tower mı dikilecek; taş ocağı, maden ocağı, balık çiftliği mi açılacak? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yine devrede. Plan, proje, imar, ÇED… Tertemiz! Arada bir mahkemeler iptal ediyor ya, dinleyen kim? Yargı kararı artık bu ülkede davulcu yellenmesi… İptal edilen ÇED’in yerine itinayla yenisi veriliyor… Sonra gelsin paralar, kârlar, rantlar…
Eskiden hukuk yoktu, artık kanun da yok! Bu keyfiliğe, bu denetimsizliğe, bu yağmaya, bu talana da “HAYIR” demeyeceksek, ne işe yarar o hayır?

BİR "SATIŞ" HİKAYESİ
Bu vesileyle size İzmir’den bir “satış” hikayesi anlatayım.
Kentin göbeğine Folkart adlı iki hançeri saplayan Sancak’tan söz açmak gerekecek… Hani şu “Tayyip Bey’e aşığım” diyen Ethem Bey’in -AKP diktası boyunca kârına kâr, rantına rant, zenginliğine zenginlik katan- sülalesi… İzmir’de hangi taşı kaldırsan altından bu aile çıkıyor.
Her daim çiçekler açan İzmir’in dağlarına, utanmasalar Sancak, Çalık, Doğuş yazacaklar!
İşte bu sülale geçtiğimiz günlerde bir iş daha kotardı, onu anlatacağım…
İzmir’in orta yeri Alsancak, bilenler bilir. Alsancak’ın göbeği de TRT binası… Yıllarca TRT’nin en büyük stüdyoları olarak kullanılan binalar, Mehmetçik Orduevi yapılsın diye askeriyeye aktarılmıştı. O proje gerçekleşmedi, TRT arsası Milli Emlak’a geçti. İzmir’in kritik noktasında çok değerli bir arsa… Tüm değerli arsalar gibi burası da satışa çıkarıldı AKP tarafından… İhaleye çıkıldı.
Açık artırma yapıldı. Kenan Kalı-Murat Akdemir-Sabri Memur’un oluşturduğu konsorsiyum, 56 milyon 100 bin TL teklif verdi. Arsayı isteyen diğer firma Folkart (Sancak) ilk turda çekildi.
Sonra bir şeyler oldu: Yeterli rekabet koşulları oluşmadığı gerekçesiyle o ihale iptal edildi, yenisi açıldı.
Folkart (Sancak) bu kez hazırlıklıydı. Karşısındaki rakibini daha rahat eleyebilmek için ihaleye hem Folkart olarak kendisi katıldı, hem de kendilerine ait Saya Grup’un alt şirketi Volt Elektrik Motorları şirketini sahaya sürdü. İhale gerçekleşti: İptal edilen önceki ihalede 56 milyon 100 bin TL teklif veren konsorsiyum ile Folkart’ın sahaya sürdüğü Volt Elektrik Motorları yarıştı. Rekabet kızıştı. Volt şirketi adına Murat Başer 92 milyon TL’ye arsayı kaptı. Böylece Sancak ailesi, ilk ihalede kaybettiği TRT arsasını, ikinci ihalede sahaya sürdüğü yan firması Volt aracılığıyla almış oldu!
Sonra bir garip iş daha döndü: Fiyatı 92 milyona kadar çıkaran Volt firması (Saya/Sancak), yasal yükümlülüğü olan teminatı yatırmadı. Yatırmayınca ihale ikinci en yüksek teklifi veren konsorsiyuma kaldı. Yani iptal edilen ilk ihaleyi kazanan konsorsiyum, ikinci kez kazanmış oldu. Gitti halkın arsası bir grup komisyoncuya!
Karanlık bir hesap belli ki: Yoksa 92 milyona kadar fiyatı yükselten Sancak sülalesinin Volt firması, neden bile isteye yaksın ki kazandığı ihaleyi… Henüz burası bir muamma ama vardır patronların bir hesabı… Kimi duyumlar var: Aile kavgası diyorlar… Ethem Sancak ile Mesut Sancak arasında bir huzursuzluk olduğu, Erdoğan’ın, kendisine ilan-ı aşk eden Ethem’den yana tavır aldığı, Folkart’a (Mesut’a) ise “İzmir’den çekil” işareti verdiği yönünde… Bu bir iddia… Dedik ya, karanlık ve kirli bir dünya… Hepsi olabilir… Bir sermaye grubu yeterince ihya edildikten sonra, ihya edilme sıra yeni sermaye gruplarına gelebilir… İzmir bu: Tüm patronlara yetecek rant ve kâr vardır nasıl olsa!
Görüldüğü üzere İzmir bir talanın, yağmanın hedefinde… Komisyoncuların elinde kaldı 8 bin yıllık kadim şehir... Halka ait kamu alanları patronlara devredildi. Kamusal arsaların, arazilerin üstünde binlerce işçinin kanı ve teriyle AVM’ler, rezidanslar, towerlar, RES’ler yükseldi, yükselmeye devam ediyor. Kamu varlıklarını iç etmekle kalmıyorlar, tekeller ve tarikatların ördüğü ağlarla kamusal hayatı ve kamusal insanı da yok ediyorlar.
İşte 16 Nisan’da bu tabloya da HAYIR diyecek İzmir.
Sadece padişah bozuntusuna HAYIR demek yetmez; yandaşına, yancısına, hınk deyicisine, çanak yalayıcısına, kemik bekleyenine, el etek öpücüsüne, ön ilikleyicisine, payanda olanına, kolonuna, kirişine hepsine birden örgütlü, bilinçli, öfkeli bir biçimde HAYIR demedikçe o HAYIR’dan hayır gelmez.
Soru tek, seçenek de tek…
Soru şu: Patronun yağmasına, yobazın kuşatmasına evet mi hayır mı?
Yanıt tek: HAYIR!


Ahmet Çınar / SOL
twitter.com/_ahmetcinar_

AKP kumarhane kapitalizminin ürünüdür - İLKER BELEK

Son yazımda AKP’nin ABD tarafından nasıl iktidara taşındığını yazmıştım. AKP ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin yüklenicisidir.
Ama bir de işin iktisadi ayağı var.

                                                                             ***

Türkiye Menderes döneminden beri mali açık-borçlanma sarmalı içindedir. Üretmeyen ekonomilerin başına gelen budur. Türkiye sağının tercihi ekonomiyi sıcak parayla döndürmektir.
Ama olmaz. Açık ve borçlanma gereği günden güne büyür, giderek daha yüksek faiz oranlarıyla borçlanılabilir. Borçluluk siyasi krizleri tetikler. Türkiye’yi emperyalistlere yem yapar.

                                                                              ***

Bu kısır döngünün en bariz biçimde yaşandığı dönemeçlerden birisi tam 2000’lerin başıdır.
Türkiye yine borç batağındadır. Spekülatörler için uygun ortamdır. 2000 krizinden hemen önce koalisyon hükümeti spekülatif ataklara faizleri daha da yükselterek ve IMF’den 7.5 milyar Dolar borç alarak yanıt vermeye çalışır.
Borcun ve faizlerin belli bir düzeyin üzerine çıkmış olması bu hamleleri etkisizleştirir.
22 Kasım 2000 tarihinde mali krizin ilk aşaması patlar. Ciddi döviz kaçışı baş gösterir. Zaten yükselme eğilimi gösteren bankalar arası piyasa gecelik borçlanma faizi %80’lerden %210’a fırlar. Nakit sıkıntısını gidermek üzere Merkez Bankası 24 Kasım sonrasındaki iki hafta içinde 25 milyar Dolar’lık rezervinin 5.5 milyarını satar.
MB’nın bu mecburiyeti mali ajanlar tarafından ekonomik durumun vahametinin göstergesi olarak okunur. Sonuçta dövize olan talep daha da artar. 21 Şubat 2001’de mali kriz ikinci aşamaya sıçrar. Gecelik faiz %4000’i aşar. Aynı gece TL %40 değer kaybeder ve 1 Dolar 600 bin TL’den 960 bine yükselir. Sonraki bir haftada ise 1.2 milyonu görür.
Yabancılar TL cinsinden yatırımlarını bozup, dövize geçerek kaçarlar. Krizle geçen birkaç ay içinde 6 milyar Dolarlık çıkış gerçekleşir.
2001 yılında; GSMH %9.5 küçülür, toptan eşya fiyatları %88.6 artar, ağırlıklı mevduat faiz oranları %63’ü bulur, TL Dolar karşısında %97 değer yitirir.

                                                                            ***

Bu zeminin bir önceki yazıda sözünü ettiğimiz siyasi operasyonu gerçekleştirmek bakımından özellikle hazırlandığını kabul etmek gerekir.
Ecevit hükümeti artık yönetebilir durumda değildir. 3 Mart 2001 tarihinde ABD’nin direktifiyle Kemal Derviş Dünya Bankası’ndaki görevinden ayrılarak fiili başbakan olarak Türkiye’nin başına geçirilir.
Gelir gelmez 15 günde 15 yasa adı altında işçi sınıfının gördüğü en kapsamlı iktisadi saldırılardan birisini başlatır. Programın iki temel ayağı vardır: İlki bütün kamu mallarının özelleştirilmesidir. Gerekçesi kamu zararının önlenmesi ve kamu borçlarının ödenmesi olarak sunulur. İkincisi ise ücretlerin baskılanmasıdır.
AKP işte bu iktisadi zemin üzerine gelir. Krizden yorulmuş halk sınıflarına kurtarıcı olarak sunulur. Yeni kurulmuştur. İslamcıdır. Muhafazakar kesimler gözünde “bizden”dir. ABD tarafından desteklenmekte olduğu bizzat kurucuları tarafından iftiharla dillendirilmektedir. Hedef     ekonomide istikrar ve faizlerin düşürülmesidir. Erdoğan’ın faiz konusundaki takıntısının kaynağı burasıdır.
Derviş’in iki ayaklı iktisat politikasını uygulamaya koyan AKP olur. Borçlanma gereği özelleştirmeler ve ücretlerin baskılanmasıyla düşürülür. Ücretlerin baskılanmasında İslam ikna edici bir siyaset aracı olarak devreye sokulur.
Ancak Türkiye’nin borç kaderi değişmemiş, toplam borç yükü AKP döneminde 250’den 650 milyar Dolara yükselmiştir. Böyle olmalıdır. Zira borçluluk bundan sonraki emperyalist müdahalelerin gerekçesini oluşturacaktır.

                                                                               ***

Bütün bunlar şunun için önemli: AKP’yi yaratan iktisadi ve siyasi bir nesnellik mevcut. Aynı nesnellik 15 yıl sonra AKP’yi işlevsizleştirdi ve emperyalistler açısından yeni bir aktörün gerekliliğini yarattı.
Batı ile AKP arasındaki gerilim buradan doğuyor. O nedenle AKP’nin iktidardan uzaklaştırılması, Erdoğan’ın başkanlığının engellenmesi gibi gelişmelerin Türkiye’nin kaderini etkileme imkanı yoktur.
Kapitalist Türkiye’nin kaderi emperyalistlerin elindedir. Borçluluk boynumuzdaki urgan, mali kriz başımızdaki cellattır. Bu zeminde iktidara talip her düzen partisi yalnızca kumarhane kapitalizmini yönetmeye adaydır.
AKP’nin işinin bu kadar uzamış olmasının önemli bir nedeni Türkiye’nin iktisadi, siyasi, askeri, her bakımdan devasa bir krizin içine gömülmüş olması ve bu krizin nasıl yönetileceği konusunda emperyalistlerdeki kafa karışıklığıdır. Zira emperyalist sistem bir bütün olarak aynı kapsamlı bir krizin içindedir.
Kısaca, Gordion’un düğümüyle karşı karşıyayız. Kesip atmaktan başka çaremiz yok.

“Hayır” bu insanlık dışı saçma düzen için.

İLKER BELEK / SOL

Kampanya! - L. DOĞAN TILIÇ

Referandum kampanyası medya tarihine de geçecek, hiç kuşku yok!
Bir ülkenin geleceğini belirleyecek önemde olduğu herkes tarafından kabul edilen, Evet ve Hayır konusunda vatandaşların yarı yarıya bölündüğü, önemli bir kararsızlar grubu olduğu ve anketlerin sağlıklı kestirimler yapamadığının söylendiği bir durumda, medyanın işini yapması -gazetecilik yapılabilmesi- yaşamsal öneme sahip.
Kendisini muhafazakâr saysa da, şimdiki iktidarın da içinde yer aldığı “liberal”, hem de bayağı liberal, hatta neo-liberal anlayış medyayı demokrasinin olmazsa olmazlarından sayar! Bugünün dünyasında, bir demokrasinin var olabilmesi ve sürdürülebilmesi ancak ve ancak vatandaşları doğru bilgilendiren bir medyanın varlığı ile mümkündür! Doğru bilgilendirmenin olmazsa olmazı da tartışmalı konularda taraflara adil söz hakkı tanınmasıdır.
Demokrat iktidarlar, medyanın taraflara adil söz hakkı tanımasını, taraflardan birinin kendileri olması durumunda bile garanti altına alır.
Medyanın ve hukukun nalıncı keseri gibi hep bir tarafa yonttuğu bir düzen her şey olabilir ama demokrasi olamaz.
Herhangi bir göz, tarafsız olması da şart değil göz olsun yeter, bugüne kadar yürütülen kampanyada medyanın durumuna baksın... Kimi HAYIRcıların hiç konuşturulmadığı, konuşturulanların ancak EVETçilerin yüzde biri kadar konuşturulduğu, gazetecilik adına “soru soranların” bir tarafı (Evet) sürekli onaylayıp, çanak sorular sorduğu, hatta “röportajlar” içine konuşanı destekleyip karşı tarafa vuran sesler ve görüntüler yerleştirdiği bir medya manzarası görecektir.
İçinde bir parça gazetecilik duygusu taşıyan herkes için utanç verici bir durum bu. Vatandaşlık bilinci taşıyan herkes için de şiddetle reddedilmesi gereken bir durum.
Referandum kampanyasının medyada verilişine bakınca, bir köşede elleri ve gözleri bağlanmış bir boksör ile karşı köşede eline ayrıca silahlar da verilmiş bir boksörün ringde kapışmasını görüyorsunuz!
Gelin görün ki, bu memlekette medyanın bu haline alışıldı ve olağan sayılmaya başlandı.
O kadar olağan sayılmaya başlandı ki, bu manzaranın sorumluları manzarayı sınır ötesine de taşımaya başladı!
Geçen gün, Kıbrıs’ta; Kıbrıs, Kıbrıs Postası, Star Kıbrıs ve Hakikat gazeteleri “EVET KIBRIS KAZANACAK” manşetleri ile çıktı. EVET’i kırmızı, KIBRIS KAZANACAK’ı da siyah ve büyük puntolarla yazarak okurun gözüne sokmaya çalıştılar. Hepsinde de, her gazetenin onuru olan gazete isminin hemen altında. Manşet olarak!

Biz burada 8-10 gazetenin aynı manşetle çıkmasına alışmıştık. Ama o manşetlerin altına “haber”e benzetilmeye çalışılan bir şeyler yazılıyordu. Kıbrıs’ta iş bir adım öteye taşınıp, gazetelerin asla reklam almadıkları, baş sayfalarında isimlerinin yazıldığı yerin hemen altı reklama ayırıldı. Haber gibi reklam! Daha önce herhangi bir yerde benzeri olduysa ben bilmiyorum; ama bu referandumda manşetlerin satılmasına da tanık oldu gazeteci1ik Kıbrıs’ta!
Tamam, her şeyin pazara sunulup satıldığı bir dünyada yaşıyoruz ama yine de her şeyin satılmayacağını söyleyip duruyoruz. Gazetecilikte o her şeyden biri manşetlerdi. Ve bu kampanya manşetleri de satılabilir hale getirdi.
Bakalım bundan kim kazanacak? Kıbrıslılar da olağan karşılayıp alışacaklar mı?
Öyle görülmüyor!
Ada’nın değişik kesimlerinden o manşetler atıldığından beri tepkiler yükseliyor. O gazetelerde çalışan gazeteciler rahatsız.
Kıbrıslı gazetecilerin sendikası Basın-Sen; “Bağımsız olduğu iddia edilen ülkenin, bağımsız olduğunu iddia eden gazetelerinin bu duruma düşürülmesi, basın açısından utanılması gereken bir durumdur. Medya kuruluşlarına reklam verilerek referandum propagandası yapılması ayrı şey, gazetelerin kurumsal kimliklerini kullanarak yayın yaptırmak ayrı şeydir!” diyerek protesto ediyor. Ve bu dört gazeteye dönük boykot çağrıları yapılıyor.
Bu referandum kampanyası çok şeyin kirlendiği, kirletildiği bir kampanya olarak da tarihe geçecek.
Kirlenmeye de HAYIR demek gerek!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

İzmir’de şifalı etkinlik - NAZIM ALPMAN

İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından bu yıl üçüncüsü düzenlenen “İzmir Mizah Festivali” 1-4 Nisan 2017 tarihleri arasında yapıldı. Başkan Aziz Kocaoğlu, festival açılışında hemşerilerine hitaben şunları söylüyordu:
“Sevgili İzmirliler,
Sanatın iyileştirici gücüne çok ihtiyacımız var. Direncimizi arttıracak etkinlikler arasında mizah festivalinin yen apayrıdır. Mizah toplumsal muhalefetin öncü gücüdür. Bir topluma bakıp onun ne halde olduğunu anlayabilmek için mizahçıların eserlerine bakmanız yeterlidir. Mizahçı kul köle olmaz, özgürlük sevdasından ödün vermez.”
Şehrin içinde akciğer işlevi de gören Kültür Park’taki İz Sanat Merkezi’nde süren festivalin koordinatörü Vecdi Sayar ise İzmirliler ve direniş arasında köprüler kuruyordu:
“İzmir güce tapmak yerine, güce başkaldıranların şehridir. Efeler şehri… Karamsarlığa teslim olmayanların, güleryüzlü insanların yaşadığı yer. Mizah bu kente çok yakışıyor.”
Festivalin bu yılki teması, “Karanlığa Karşı Mizah” olarak belirlenmişti. Mizahın sivri ucu olan karikatür en öndeydi.
Türkiye’nin mizah ve karikatür tarihini tek başına bir enstitü titizliğinde araştırıp bir araya getiren Turgut Çeviker’in arşivinden çıkmış sansürlü karikatürler sergisi İz Sanat’ın bahçesinde sergileniyordu.
İlk gün sahne Turgut Çeviker’indi:
“Siyasi iktidarlara karşı dik duran bir sanat dalı olan karikatür 1870’lerden itibaren engellerle karşılaştı. II. Abdülhamit döneminde mizaha verilen 30 yıllık ara, en büyük darbe olarak tarihe geçti. O günden itibaren mizah ve karikatürün çilesi hiç bitmedi. Tabii karikatürcüler ve mizahçıların da…”
Çeviker’in seçtiği belalı karikatürlerden biri de Cumhuriyet çizeri Ali Ulvi’nin çizdiği “Uçtu Uçtu” adlı çoklu karikatürüydü. Ali Ulvi, dünyanın ünlü diktatörlerini havaya uçurmuş en altına da Adnan Menderes’i çizmişti, uçmaya hazırlanır biçimde… Ali Ulvi tutuklanıp Ankara Kapalı Cezaevi’ne konuldu. Tarih 1960’ın Nisan’ıydı…
Şimdi 2017’deyiz. Aylardan Nisan. Yine Cumhuriyet gazetesinin bir çizeri (Musa Kart), yine iktidarı hedef alan karikatürleri ve yine demir parmaklıklar arkasında bir sanatçı…
Ali Ulvi karikatür yüzünden hapse girdiğinde bugünün muktedirleri, küçük çocuk ya da bebektiler. Hatta dünyaya gelmemişlerdi bile… Ama doğrular, büyüdüler, yönetime geldiler ve karikatürcüleri hapse attılar!..Bir ülkede kadersizlik bu kadar mı istikrarlı olur?
Turgut Çeviker’in ardından Levent Cantek, “Popüler Kültür, Mizah ve Muhalefet” başlıklı sunumunu yaptı. Sonra da İzmirli bir yazar olan Canan Tan “Edebiyat ve Mizah” üzerine konuştu, kitaplarını imzaladı. Canan Tan, yazın dünyasına mizah kitaplarıyla adım atmıştı. “İster Mor İster Mavi” İnkılap Kitabevi’nin birincilik ödülünü kazanmıştı. Yanı sıra ona Türkiye’nin ilk kadın mizah yazarı unvanını getirmişti.
İkinci gün 2017’de 25. yılını kutlayan Leman çizerleri, hem atölye hem de söyleşi ve imza günü yaptılar.
Festival de sinema da vardı. Reis Çelik’in ödüller rekortmeni filmi, “İnat Hikayeleri” ile Atalay Taşdiken’in 2016’da çektiği ve yeni tamamladığı filmi “Arama Motoru” gösterildi.
Reis Çelik’in filminde başrol oyuncusu Tuncel Kurtiz idi. Diğer oyuncular Çıldır Gölü’nün insanlarıydı. Atalay Taşdiken’in ise hiç profesyonel oyuncusu yoktu. Hepsi Konya, Beyşehir’in Çavuş Köylüleriydi. İnanılmaz bir film ortaya çıkmıştı. Mizah dozu bu kadar yüksek bir film biraz zor çekilebilir. “Arama Motoru” geçen hafta Paris’te Fransızca alt yazılı olarak gösterilmiş sinema yazarlarını büyülemişti.
İzmir Mizah Festivali, açılışta Aziz Başkan’ın belirttiği üzere “ilaç gibi” geldi. Keşke bu festival de birkaç ayrı şehirde bu kadro ile tekrarlanabilse…
İyileşmeye o kadar ihtiyacımız var ki!

***

Dikkat fotoğraf çekebilir
Fotoğraf Sanatçısı Ufuk Kıray ‘toplumsal meseleler üzerine eleştirel fotoğraflar’ çekiyor. Ama bunları bir deklanşör zamanında değil de sinema filmi çeker gibi hazırlandıktan sonra yapıyor. Onun senaryolarını ise memleketimin insanları yazıyor. Elbette acı hikâyeler hepsi…Soma maden faciası Ufuk’un bir karesine sığıp, bütün dünyaya taşıyor. Kadına şiddet de öyle… Politikacılar ise neredeyse başrolde. Seçim sandıkları ile tabutlar arasında da sıkı bağlar kuruyor Kıray…
Uzun süredir çektiği fotoğrafları “Dikkat Fotoğraf Çekebilir” adlı bir albümde topladı. Ama ne zorluklarla… İki matbaa kitabı aldı, içeriğini görünce vazgeçti. Sonunda kitap çıktı ortaya.
Ufuk Kıray 6 Nisan 2017 Perşembe (bugün) akşam 19.30’da Karaköy’de katlı otoparkın tam arkasına denk gelen Köleman Sokak 10/B adresindeki ARTİSTANNBUL Fotoğraf Kafe’de kitaplarını imzalayacak.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Gülen’in tespih taneleri - ÖZGÜR MUMCU

Cemaatle o kadar sene işbirliği yapınca, cemaat yargısının taktiklerini aynen uygulamak şaşırtıcı değil. Eskiden cemaatin savcılarının düzmece iddianameleri cemaatin yayın organlarına sızdırılırdı. Bugün ise iktidar yargısının iddianameleri iktidar yanlısı medya aracılığıyla servis ediliyor. Cumhuriyet gazetesi için savcıların sonunda zahmet edip hazırladıkları iddianameyi sağ olsunlar Sabah ve Takvim gazetesinden öğrendik.

Cumhuriyet’in avukatlarından önce iktidarın emir eri gazetelere bunun sunulması, bir yargı faaliyetinden çok, bir siyasi propaganda ile karşı karşıya olduğumuzun da ispatı.
İddianamenin tahmin edildiği üzere bomboş olduğu da haberlerin içeriğinden anlaşılıyor. “Atıl kurt” diye memleketin en köklü gazetesinin üzerine salınan iradesi ipotekliler işe yarar bir delil bulamamışlar. Ancak Cumhuriyet yönetici ve gazetecilerinden bir kısmının telefon rehberindekilerin bazılarının ByLock kullandığını öne çıkarabilmişler.

Suça gel suça. Gazeteciler toplumun her kesimiyle irtibat halindedir. Nefret ettikleri insanların dahi telefon numaralarını bulundururlar. Bazen bir haber hakkında görüşlerini almak bazen de bir haberle ilgili sıkıştırmak için gereklidir. Bunu servis haberi yapmayı gazetecilik zanneden kurşun askerlerin anlaması mümkün değil elbette.

Fakat mesele insanların telefon rehberlerinde ByLock kullanan kişilerin yer almasıysa buradan açık bir çağrıda bulunalım. İktidar yanlısı medyanın yönetici ve gazetecileri lütfen bizimle telefon rehberlerini paylaşsın. Bakalım telefonuna ByLock kurulu kaç kişiyle irtibatları var.
Hatta şu anda AKP milletvekili olan, iktidar gazetelerinde köşe yazarlığı yapan, Cumhurbaşkanı’na başdanışmanlık “hizmeti” verenlerden hangileri vaktiyle cemaat gazetelerinde köşe yazmış, cemaat yapım şirketleri aracılığıyla TRT’de ballı programlardan nemalanmış, Bank Asya’dan kredi çekmiş, onun da listesini çıkaralım.

Bir adım daha ileri gidelim ve sabah akşam 15 Temmuz üzerinden kendisine siyasi güç devşirmeye çalışan bu kişilerden, vaktiyle Fethullah Gülen’in cebinden aldıkları maaş ve telifleri 15 Temmuz’da ölenlerin ailelerine verip vermeyeceklerini de soralım. Nasıl yaşıyorlar kursaklarından geçen o cemaat lokmalarıyla?
Cemaat kontenjanından AKP milletvekili yapılanlardan da bahsedelim. Milli iradeyi kandırıp bir illegal çetenin mensuplarını AKP ambalajıyla Meclis’e gönderen siyasi iradeyi de sorgulayalım.
Cemaatten yargılanan savcı eliyle Cumhuriyet’e operasyon çektiren bu anlayış cemaatle mücadele edemez. Bu iktidarın cemaatle mücadelesi ancak kendi kuyruğunu yiyen bir yılanınkine benzer. AKP ve cemaat senelerce öylesine bir ilişkiye girmiştir ki çoğu parçaları birbirine kaynamıştır. Bu sebeple de cemaate karşı verildiği iddia edilen kavga, Cumhuriyet’i cemaatçilikle suçlamak gibi densiz bir sanrıya varmıştır.

Tahliye kararları veren hâkimlerin açığa alındığı, mahkeme kararlarına uyulmayan, hâkim ve savcıların iktidara biat etmezlerse ya hapse atıldığı ya da işlerinden olduğu bu ortamda adalet beklemek güç iş.

Ancak cemaat yargısı taktiklerine bel bağlamış, cemaatin kesesinden beslenmiş, Fethullah Gülen’in tespihinde çekile çekile pürüzsüzleşip kayganlaşmış tespih tanelerinden cemaat dersi alacak değiliz.
Cumhuriyet, cemaatçilikle suçlanacak değil, sizin cemaatçiliğinizi ortaya koyacak gazetedir. Bu hadsizliğin hukuki hesabı elbette bu siyasi ortam geçince sorulacaktır. O gün geldiğinde sanık sandalyelerinden kalkacak ve tanık sandalyelerine oturacak Cumhuriyet’in yönetici ve gazetecileri yalnız değildir. Hukuk yeniden hâkim olacak ve bu çekilen operasyonlar aydınlatılacak.


Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Yüz yıl önce Atatürk ne demiş! - EMRE KONGAR


Bence Atatürkçülük ya da Kemalizm, her ne ad verirseniz verin, “BİLİM VE AKIL YOLUDUR”...
Başka bir şeye indirgenemez!
“Başka bir şeye indirgenemez” derken, her türlü “indirgeyiciliği” kastediyorum:
Atatürk, ne sadece “İstiklal Savaşı Komutanı”dır...
Ne de sadece “Atatürk Devrimlerinin Filozofu ve Uygulayıcısı”!
Yani kısacası:
Ne sadece “Asker”dir...
Ne sadece “Düşünür”...
Ne sadece “Politikacı”...
Ne sadece “Devlet Adamı”... Ne sadece “Anti-Emperyalist”... Ne de sadece “Cumhuriyetçi”dir... Gazi Mustafa Kemal Atatürk, yukarıda saydıklarımın hepsi ve daha da fazlasıdır:
Her dönemde ve her coğrafyada, o dönem ve o coğrafya için çağdaş bilimlerin ve aklın gösterdiği yolu, çözümleri temsil eder!

***

Değerli gazeteci-yazar Kerem Çalışkan, “Mustafa Kemal’in İsyan Muhtırası, 20 Eylül 1917” adlı son kitabı ile sadece tarihe değil, günümüze de ışık tutuyor!
Çalışkan, tam yüz yıl önce, Mustafa Kemal tarafından, Birinci Dünya Savaşı koşullarında, Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver, Sadrazam Talat ve Şam’daki 4. Ordu Komutanı Cemal Paşalara “Zata Mahsus” olarak yollanmış muhtırayı mercek altına almış ve bugün de anlamlı olan şu sonuçları çıkarmış:
1) Milli Politika. Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu.
“Alman Sömürgesi” Olmaya Güçlü itiraz.
Bulgar Milliyetçiliği Örneği.
İttihat ve Terakki’nin Programsızlığı. Alman Islah Heyetine Muhalefet.
2) Halkçı Muhalif Söylem. Siyaseten Muhalefet.
Siyasal Eleştiri.
Halkçılığın Başlangıcı.
3) Ordu Çökmüştür Saptaması.
Ordu Gerisindeki Halkın Güçlendirilmesi.
4) Sorumluluk Cesareti.
5) Siyasal Öngörü. Osmanlı’nın Çöküşü. Almanya’nın Yenilgisi. Filistin’in Kaderi.
6) Gerçekçilik.
7) Medeni Cesaret.
8) İsyan Ruhu. İsyan ve Sürgünle Dolu Bir Yaşam.
9) Tarih Bilinci. Devirler Arası Çizginin Teşhisi.
10) Liderlik Bildirgesi.

***

Kerem Çalışkan, bu “İsyan Muhtırası”nı, Mustafa Kemal’in İstiklal Savaşı öncesi hazırlık dönemi çerçevesinde irdelemiş ve değerlendirmiş...
“Muhtıra”da, İstiklal Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in, bugünlere dek uzanan ipuçlarını görüyoruz:
Baharı müjdeleyen “Nisan Yağmurları Altında”...
Hiç kurtulamadığım “Siyasal Romantizm” etkisiyle:
“Hayır deyin, Direnin” diyor diye okudum ben bu “Muhtırayı!”

Emre Kongar / CUMHURİYET

5 Nisan 2017 Çarşamba

Emekliler neden HAYIR demeli? - Atilla Özsever

Başkanlığın gelmesi durumunda emeklilerin haklarını daha da geriletecek uygulamalar artık tek bir kişinin imzası ile yürürlüğe girebilecek. Bu sistemde TBMM işlevini yitireceğinden emekliler için olumlu girişimler de sona erebilecek.  


Türkiye’de 12 milyona yakın emekli var. Emeklilerin büyük bir bölümünü işçi (SSK) emeklileri oluşturuyor. Halen en düşük işçi emekli aylığı, 1.350 TL (AB para birimi açısından 346 Euro).
En düşük Bağ-Kur emeklisinin aylığı ise 1.204 TL (308 Euro), en düşük memur emekli aylığı da 1.752 TL (449 Euro). Türk-İş’in Mart 2017 itibariyle açlık sınırı, yani dört kişilik bir ailenin sadece mutfak masrafı 1.481 TL. Emeklilerin yüzde 70’i açlık sınırının altında yaşıyor. Yine Türkiye’deki emeklilerin yüzde 33’ü geçinemediği için çalışıyor. Çalışan emeklilerin de yüzde 30’u da 65 yaş ve üstü kişilerden oluşuyor.

Avrupa’daki emekliler
Türkiye’deki mevcut durum böyle. Peki Avrupa’da nasıl? Avrupa’daki birkaç ülkenin en düşük emekli aylıkları ise şöyle: Almanya’da 1.300 Euro, Fransa’da 1.032 Euro, İspanya’da 1.021 Euro, İtalya’da 900 Euro, Yunanistan’da 882 Euro, Polonya’da 504 Euro.
AB ortalaması, 713 Euro. Türkiye’deki en düşük emekli aylığı ise 350 Euro. En az iki katı fark var. Türkiye’deki ortalama emekli aylığı ile en düşük aylığı arasında çok fazla bir fark bulunmuyor. Oysa AB’de ortalama emekli aylığı 1.700 ile 2.000 Euro arasında. Bu durumda Türkiye emeklisi ile Avrupalı emekli arasındaki fark 3 katını aşıyor.
Emeklilik sonrası yaşam süresine baktığımızda ise, durum şöyle: İtalya’da yaşam umudu 83 yaş, emeklilik yaşı 65, yani emeklilik sonrası yaşam süresi ise 18 yıl. Fransa’da yaşam umudu 82 yaş, emeklilik yaşı 62, emeklilik sonrası yaşam süresi 20 yıl.
Almanya ve İngiltere’de emeklilik sonrası yaşam süresi 16 yıl, Yunanistan’da 14 yıl ve Polonya’da da 13 yıl. SGK istatistiklerine göre, Türkiye’deki emeklilerin ortalama ölüm yaşı 70. Emeklilik yaşı da 60 olduğundan bir Türk insanının emeklilik sonrası yaşam süresi 10 yıl.

Emeklinin sendikalaşması
Emekli aylıkları ülkemizde hükümetler tarafından belirleniyor. Oysa Avrupa’da emekli sendikaları, hükümetlerle pazarlığa oturarak bu aylıkların saptanmasında etkili oluyor. Avrupa’da iki tip emekli sendikası var:
1) Bir işçi konfederasyonunun çatısı altında sendika ya da federasyon tipinde örgütlenme: İtalya (Tüm sendika üyelerinin yarısı emekli), Lüksemburg, Malta vb.
2) Emekli olsa da sendika üyeliğinin devam ettiği örgütlenme biçimi: Almanya, İsveç, Fransa, İspanya, Danimarka vb.
Türkiye’deki son durum ise şöyle: Danıştay 10. Dairesi, 17 Ocak 2017 tarihinde verdiği bir kararla emekli sendikası kurmanın yolunu açtı. Ankara Valiliği, daha önce “Emekliler sendika kuramaz” şeklinde bir karar almıştı. Valiliğin bu kararına yapılan itiraz sonucu Ankara 7. İdare Mahkemesi, söz konusu durumun Anayasa’ya aykırı olduğunu iddia etti. Valilik, temyize gitti. Sonuçta Danıştay, Ankara Valiliği’nin İdare Mahkemesi’nin kararının yürütmesinin durdurulması yönündeki talebini reddetti. Böylece emeklilere sendika kurma olanağı çıktı. Ancak Danıştay’ın kararı henüz kesinleşmedi. Konu daha sonra esastan karara bağlanacak.

AKP dönemindeki hak kayıpları
2008’de çıkarılan 5510 sayılı yasaya göre emeklilerin hak kayıpları şöyle sıralanabilir:
» Emekli aylığının hesaplanmasındaki refah payı yüzde 100’den yüzde 30’a indirildi.
» Emeklilik yaşı, kademeli olarak 65’e yükseltildi.
» Prim ödeme günü 7.000’den 7.200’e çıkarıldı.
» Emekli aylığı, SSK ve Bağ-Kur emeklileri için yüzde 65’ten yüzde 50’e düşürüldü.
» Emekli aylığının alt sınırı (Asgari emekli aylığı), uygulaması kaldırıldı.
» Muayene ücretleri artırıldı.
» İlaçta katkı payı yükseltildi.
»Yatarak tedavide katkı payı zorunlu hale geldi.
» Özel hastanelerde katkı payı ve ilave ücret uygulaması (yüzde 200’e kadar) getirildi.
» 2008’den sonra ilk kez sigortalı olanların daha sonra emekli olup çalışması halinde emekli aylığı kesilecek.
» 2008 öncesi işçi emeklilerinin çalışması halinde yüzde 32 oranında prim kesiliyor. Bağ-Kur’lu emeklinin çalışması durumunda kesinti miktarı Temmuz 2015’e kadar yüzde 15 idi, daha sonrası için yüzde 10 olarak belirlendi.
» Sosyal Güvenlik Destek Primi (SGDP) denen bu uygulama bir anlamda haraç niteliği taşıyor. Çünkü emekliler, zaten çalışırken bu primleri ödemişlerdi. Şimdi kesilen bu primler emekli aylığına da hiçbir şekilde yansımıyor, yani tamamen haraç niteliğinde.

Başkanlık gelirse…
Başkanlığın gelmesi halinde tüm bu ve benzeri uygulamalar artık tek bir kişinin imzası ile yürürlüğe girebilecek. Başkanlık sisteminde TBMM işlevini yitireceğinden emekliler için olumlu girişimler de sona erebilecek.
Örneğin; sınırlı bir etkisi olmasına rağmen mevcut durumda TBMM’deki muhalefetin çabasıyla 2012 yılında AKP, emekliler için bir intibak yasası çıkarmak zorunda kaldı. Meclis, işlevsiz kalınca bu tür çabalar da yapılamayacak.
Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Maliye Bakanlığı döneminde emekli aylıklarının yüksekliğinden bahsederek emekli maaşlarından vergi kesilebileceğini ifade etmişti. Muhalefetten ve sendikalardan büyük bir tepki aldı. 16 Nisan Anayasa Referandumu’nda başkanlığa ‘Evet’ denilmesi halinde tek bir imza ile böyle bir uygulamanın da yürürlüğe girmesi mümkün olabilecek.
İşte tüm bu nedenlerle emeklilerin başkanlık sistemine ‘HAYIR’ demesi gerekiyor.

Atilla Özsever   / BİRGÜN

Referandum dizileri - TAYFUN ATAY

Dönemden döneme farklı tematik yönelimlerin Türkiye dizi sektöründe öne çıktığı, daha fazla rağbet kazandığı görülmüştür. Bir ara sol-tınılı politik-melodramların furya oluşturduğuna tanıklık ettik mesela. “Dönem dizisi” denilen yapımların çok revaçta olduğu zamanlar da oldu, “aşiret-töre dizileri”nden geçilmez olduğu günler de… Liseli-gençlik dizileri gerçi hemen her dönem iş yaptı ama bazı dönemler başlı başına “olmazsa olmaz”laşmışlardır. Tarihi diziler ha keza…
Yine de diyebilirim ki en çok iş yapanlar elbette bu memleketin en yaygın ve yakıcı toplumsal gerçeğinden (köyden kente göç) reyting gıdası bulan, gelenek-modernlik, kırsallık-kentsellik, feodallik-burjuvalık ikiliğimiz üzerinden kurgulanan dizilerdir. Bir tarafta İstanbul ve yüksek tabaka (“posh”) yaşantısı ile diğer tarafta o yaşantıyı sürdürenlerin akrabalık temelli irtibatının kurulduğu cemaatçi kır yaşantısını uzlaştırmaya çalışan, “ne kırdan geçerim ne ‘Nişantaşı’ndan” misali yapımlar yani…
Şimdi bunların hepsini geri plâna iten ama bir zorlama ile, daha doğrusu “politik zor”la kıyıya iten yeni bir “tematik trend” karşımızda. Art arda seyrimize sunulan ve kestirmeden “terör dizileri” denilebilecek yapımlar bunlar.
Pazartesi gecesi bunlardan bir yenisi, “SÖZ”, Star TV ekranında yayına girdi. Önümüzdeki Pazar gecesi de FOX’ta, üstelik bu tarzın en deneyimli ve yetkin hikâye üreticilerinden Süleyman Çobanoğlu imzalı “Savaşçı” ekrana gelecek. Kanal D’de başlamış ve üzerine bir değerlendirme kaleme aldığımız “İsimsizler” ise bu hafta ikinci bölümüyle karşımızdaydı.
O değerlendirmede belirtmiştik, bu tür diziler önceden de vardı ama marjinal kalmışlardır. Elbette bu, onların hiç reyting başarısı yoktu demek değil. Asıl söylemek istediğim, devlet ve şu eski “paralel devlet” (artık FETÖ) televizyonları dışında, anaakım medya kanallarında bu yapımlar pek yer bulmamış, hasbelkader yer bulduğunda da seyre mazhar olmayıp kısa sürede yayından kaldırılmıştır.
Mesela "Çalgı Çengi", "Düğün Dernek"le sinemada, "İşler Güçler"le de televizyonda neşe fenomenine dönüşmüş Ahmet Kural-Murat Cemcir ikilisinden Ahmet’in daha öncesinde yaptığı ciddi mi ciddi “Gazi” dizisi vardı. ATV’de 2008’de yayına giren “Gazi”, seyirci (reyting) nezdinde kısa sürede “niyazi” olmuştur.
Böyle, tutunamamış dizi çoktur. (Kurtlar Vadisi’ni bu tarzla “iltisaklı” olsa da onun “has” bir örneği olarak almamaktan yanayım.)
Denilebilir ki insanlar çok haz etmemiştir hayatlarını zaten kanla, gözyaşıyla, cenazelerle cehenneme çeviren, 30 yılı aşkın zamandır aşılamamış bir Türkiye sorununun kurmaca çerçevede ve propagandist itkiyle önlerine sürülmesinden…
Peki, şimdi durum farklı mı ki bu tarz diziler karşımızda böyle pıtrak gibi bitmekte?..
Cevap arayışında önce “durum”a bakalım!
“7 Haziran-1 Kasım” türbülansından çıkmış bir durumumuz var. Bir muktedirin, milletin kendisine yönelttiği demokratik uyarıyı (7 Haziran 2015) beka kaygısı eşliğinde öfkeyle karşılayarak şiddete hiç hayır demeyecek bir hasmın da (PKK) etkenliğiyle hepimize “ölüm”ü gösterip “sıtma”ya razı ettiği süreç sonrasında (1 Kasım 2015) içinde olduğumuz bir durum...
Ne yaşadığımız, daha doğrusu bize ne yaşatıldığı ortada. Türkiye bir anda çatışmanın, terörün, şehitliğin hayatın “yeni-normal”i haline geldiği bir ülke oldu. Elbette buna “15 Temmuz” dehşetinin katalitik etkisini eklemeden geçemeyiz.
Bu korkunç reel-politiğin popüler kültür evrenimizdeki karşılığıdır bu diziler. Ama tabii bir “zamanlama” boyutu da var işin. Referanduma az bir zaman kala bunların karşımıza çıkmasının medya endüstrimizin “tedbir” arayışlarıyla da bağlantısı kurulabilir.
Çünkü 1 Kasım 2015 sonrasının tüm çatışmacı/güvenlikçi atmosferine rağmen bu dizilerin hâlâ seyirci nezdinde bir önceliği yok. Reyting rekabetinde zirve yapacaklarına dair bir emare fark edilmiyor.
Bunlar, bilmiyorum çok mu ağır olacak, ama tuzu-kuru, tatlı-su medyamızın “Evet” kampanyasına verdikleri “rüşvet”ler gibi görünüyor.
Elbette akıbetlerini de hayatımızı nereye çıkaracağı hiç mi hiç belli olmayan, önümüzdeki meşum
“Evet-Hayır” yarışmasının sonucu belirleyecek...
“SÖZ”ü yazacaktım, yazamadım! Aklım, kalbim, kalemim başka bir yörüngede aktı gitti, köşemde satır bitti.
Cuma günü yazmayı deneyelim o zaman!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Hitler'li iki tespit - PINAR ÖĞÜNÇ

Nazilerin Almanya’yı kararnamelerle yönettiğini söyleyen Hollandalı Türkolog Prof. Dr. Zürcher, AKP sloganlarının Nazilerinkilere benzetilmesi kararını okuyucuya bıraktı. Türkiye siyasetini yakından takip eden Hollandalı Türkolog Prof. Dr. Erik J. Zürcher ile Hollanda krizini, ortalıkta dolaşan Osmanlı ruhunu, AKP’nin içeride ve dışarıda seçtiği yolu konuştuk.

Hollandalı bir Türkolog olarak bugünlerde ülkenizin gazetecileri tarafından çok aranıyor olmalısınız. Size en çok ne soruluyor, ne merak ediliyor?
Genelde iki mevzunun netleştirilmesini istiyorlar. İlki Türkiye’nin, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, canı gönülden AB üyeliği savunuculuğu yapması üzerinden daha on yıl bile geçmemişken Avrupa’yı neden böyle çok sert bir biçimde karşısına almayı seçtiğini anlamak istiyorlar. İkinci merakları da AKP liderliğinin bu aşırı milliyetçi çizgisini seçmeye hazır neden bu kadar çok Türk olduğuna dair...

Hollanda’nın tepkisi, içeride AKP tabanında “canlanan Osmanlı ruhu karşısında Avrupa’nın korkudan titrediği” şeklinde karşılık buluyor. Alanı tam da bu olan bir tarihçi olarak AKP’nin, Erdoğan’ın Osmanlı’nın ruhunu geri getirme iddiasına nasıl bakıyorsunuz?
Daha önce birçoğunun yaptığı gibi bir siyasetçinin tarihi bir araç olarak kullanmasının numunesi... Fakat bilhassa Osmanlı İmparatorluğu’nu anarken çok kişi, hakikaten birçok etnik yapının bir arada yaşadığı, çok kültürlü bir imparatorluk oluşunu görmezden gelebiliyor. Sanki imparatorluk bir Türk ulus-devletiymiş, sadece biraz daha büyüğüymüş gibi, Osmanlı geçmişini de Türkleştiriyorlar. Merkez Avrupa’da, Balkanlar’da ya da Ortadoğu’da çözümler ararken, çeşitliliği uzun müddet başarıyla idare etmiş yapılar olduklarından, tıpkı Habsburg İmparatorluğu gibi Osmanlı İmparatorluğu da ilginç bir referans noktası olabilirdi. Modern dünyamızda ulusdevletlerin yarattığı hasara tezat olarak ele alınabilirler. Suriye’nin, Irak’ın, Bosna’nın, Kosova’nın ve de Türkiye’nin yaşadığı felaketler bizi imparatorluklar yahut Avrupa Birliği gibi ulus kökenli olmayan çözümlerin erdemleri üzerine düşündürmeli. Bunu, geçmişi romantize etmeden, bu emperyal tarih Türk ulusal tarihiymiş gibi varsaymadan yapmak gerekiyor. Bu Osmanlı mitolojisinin yaratılması için çok uğraşmış, Necip Fazıl Kısakürek gibi kişilerin zehirli fikirlerinin, bugün insanları geçmişte hiç olmadığı kadar etkileyebilmesi büyük talihsizlik.

2005’te Türkiye tarihi üzerine bilimsel çalışmalarınız sebebiyle size Yüksek Şeref Madalyası verilirken Türkiye’nin gittikçe AB’ye yaklaştığını söylüyordunuz. Geçen yıl bu ödülü iade ederken Türkiye’nin artık Avrupalı bir ülke olma şansı kalmadığını söylediniz. 2005’teki yorumunuza dair bir pişmanlığınız, gerekçesini tespit ettiğiniz bir yanılgınız var mı?
2005’teki müspet takdirim bir dereceye kadar benim iyiniyetli okumamın sonucu olabilir. Beni AKP’nin kuzu kılığında kurt olduğuna dair uyaranların önyargıyla hareket ettiklerinden ve yeni rejime dürüstçe şans vermeleri gerektiğinden emindim. Fakat yine söyleyeceğim, 2003-2005 yılları arasında AKP Türkiye’yi daha demokratik bir ülke kılacak, yurttaşlarının haklarını önemli ölçüde artıran inanılmaz yasalar çıkardı. Abdullah Gül ve Ali Babacan gibi mühim aktörlerle Türkiye’nin Avrupa’ya entegre olabileceğini düşünmekte gerçekçi sayılmayacak bir yan yoktu. Ama başka birçok kişi gibi benim de ne kadar safça davrandığımı ya da son on yılda Erdoğan’ın ve AKP’nin ne kadar değiştiğini tam olarak ölçmek imkânsız.

Olağanüstü hal koşullarında bir referanduma doğru yol alıyoruz. Tarihin verdiği ders ışığında Türkiye’nin kısa ve uzun vadede geleceğini nasıl okuyorsunuz?
Tarihten bize geleceği göstermesini ummak hiçbir zaman iyi bir fikir değildir. Ama Türkiye’nin yakın geçmişinden bugün için geçerli bir durum arayacaksak 1961 ve 1982’deki iki referanduma bakabiliriz. İki oylama da, bilhassa 1982’deki, kısa bir süre önce gerçekleşmiş darbeleri izleyen askeri hâkimiyetin gölgesinde, “evet” demeye yönelik ağır bir devlet baskısı altında yapılmıştı.

Tabii tarihte daha karanlık bir paralellik de mevcut. 5 Mart 1933’te Adolf Hitler, Almanya’daki seçimlerden yüzde 43.9 oranında oy aldı ve sonrasında muhalif partileri yasakladı. Üç hafta sonra, 24 Mart 1933’te, Alman parlamentosundaki Nazi partisinin mutlak çoğunluğu Selahiyetlendirme Kanunu ile tüm iktidarı yürütmeye teslim etti. O andan itibaren Hitler Almanya’yı kararnameler ile yönetti. “Nasyonal Sosyalizm: Milletin Örgütlü İradesi”, “Tek Millet, Tek Devlet, Tek Lider” ve “Lider Hükmeder: Biz Takip Ederiz” şüphesiz Nazi sloganlarının en ünlülerindendir. Bunun benzerliklere işaret edip etmediğine karar vermeyi okurlara bırakıyorum.


KİMDİR?
1989-99 yılları arasında Amsterdam’daki Uluslararası Sosyal Tarih Ensititüsü’nün Türkiye bölümünü yöneten Prof. Dr. Erik J. Zürcher, 1997’den beri Hollanda Leiden Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Bölümü öğretim üyesi. Zürcher’in çalışmaları özellikle 1880-1950 arası Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş yılları üzerine yoğunlaşmış. Derledikleri dışında Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Milli Mücadelede İttihatçılık, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isimli kitapları yazdı; Orta Asya ve İslam Dünyasında Kimlik Politikaları’nı ise Willem van Schendel ile birlikte hazırladı. (İletişim Yay.) Zürcher, Türkiye sıcak siyasetini de iyi takip eden bir isim. 2005’te Türkiye tarihi üzerine çalışmaları nedeniyle kendisine verilen Yüksek Şeref Madalyası’nı geçen yıl iade etmişti.

Pınar Öğünç / CUMHURİYET

4 Nisan 2017 Salı

İnsan tükenmez - ORHAN GÖKDEMİR

1938’li. Demek annemin kuşağı. İlk rolünü 5 yaşında oynadı. Babası Sıtkı Bey ve annesi Leman Hanım sinemamızın oyuncuları, emektarları. Üstelik oğluyla beraber de oynadı baba. Hababam Sınıfı’nın öğrencileri cenk hikâyeleri anlatınca coşup kendinden geçen öğretmen Paşa Nuri’si o. Paşalık genlerinde de var Sıtkı Bey’in. Anne tarafından Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın torunu.
Oynadığı sayısız filmle birkaç kuşağın hafızasında, hatırasında yer etti. Arada tiyatroda oynadı, senaryo yazdı. Yaptığı, yarattığı işlerin herhangi biri kibre bulanmak için yeter de artardı bile. Mütevazı, sade, sessiz, tuhaf bir şekilde sıradan bir insan yaşadı oysa. İleri yaşında ölümü sordular bir TV programında, “düşünür müsünüz” dediler. “Niye düşünmeyeyim ölümü? Öleceksek öleceğiz. Bunun başka çaresi yok. Cenazemde görürsün benim ne kadar sevildiğimi” diye yanıtladı soruyu.
Caddebostan Kültür Merkezi'nden uğurlandı birkaç gün önce. Arkasından yürüyenlerin sayısından çok sevildiği açıkça görülüyordu. Kızı Ebru, "İyi bir insan, iyi bir sanatçı, iyi bir baba. Bir evlat olarak diyorum ki; bu miras da bize yeter" dedi babasının ardından. İşte böyle bir insanı uğurladık birkaç gün önce…

                                                                             xxx

44’lü. Malatya’dan göçüp geldiği İstanbul’da bir lokma bir hırka için ömür boyu çalışmış Emekli Mustafa Bey’in oğlu. Üç kardeşin en büyüğü o. Liseyi 11 yılda ite kaka bitirdi.  Kendisinin deyimiyle salaklığından değil haylazlığından. Üniversiteye başladı ama onu da boşladı.
Tiyatro oyuncusu. Sinemaya damgasını vurup gitti üstüne. Filmlerin haksızlıklara isyan eden, iyiliği ve saflığı yüzünden başı beladan kurtulmayan, zekâsıyla kötüleri alt eden, doğru yolu gösteren, ille de her daim gülen unutulmaz karakteri. Dönüp bakın oynadıklarına; her biri çekildiği dönemin sosyo-politik bir özetidir. Zamların alıp başını gittiği, fakirliğin, geçim sıkıntısının bir yıkıma dönüştüğü, dolandırıcıların, üçkâğıtçıların, “zübük”lerin mühim adam sayılmaya başlandığı, siyasetin yozlaştığı, sağcılaştığı bir dönemde çekilmişlerdir ve her biri birer politik hicivdir. Antalya Film Festivalinde en iyi erkek oyuncu ödülünü alarak “jön” geleneğini yıktı. Edindiği ün sanırım bu ülkede bir daha hiçbir faniye nasip olmayacaktır. Buna rağmen evine, çocuklarına bağlı, az konuşan çok dinleyen serin bir adam olarak yaşamayı başardı.
Onca yılın, onca deneyimin ardından sadece sevgi biriktirdi ve arkasında sadece sevgi bıraktı. Atatürk Kültür Merkezi'nden uğurlandı sonsuzluğa. Büyük bir kalabalık taşıdı tabutunu son ikametine kadar.

                                                                             xxx

49’lu. Subay çocuğu. Bu yüzden il il dolaştı çocukluğunda. Babası emekli olunca Bakırköy’e yerleşti. Burada lise, sonra ver elini Yıldız Teknik Makine Mühendisliği bölümü. Bakırköy'deki plajlarda cankurtaranlık, sokaklarda işportacılık yaptı. Makineden hazzetmeyince Gazetecilik Yüksek Okulu'nda denedi şansını, mezun oldu. Zamanının tabiriyle “artist gibi çocuk”tu zaten, şansını denedi, bir derginin düzenlediği “Sinema Artist Yarışması”nın galibi oldu.
Mesleğinin doruğuna çıkan o cici çocuk 28 yaşında sinemanın devrimci çocuğu olmaya karar verdi. Bebeksi yüzüne kondurduğu devrimci bıyığı o günlerin mirası. Yılmaz Güney’le tanışınca büsbütün başka bir yol tutturdu. E bedeli var solculuğun; 12 Eylül’de tutup tıktılar hücreye. Üç adamın en politiği. "Sanatçı dediğin andan itibaren; dünyaya bakışı, yaşamı, görüşleri, her şeyi politiktir. Bu politik düşünce hiçbir zaman gerici, muhafazakâr, tutucu bir politika değildir" dedi bir söyleşisinde. Kendi yolunu kendi çizen adam. Sayısız film, sayısız ödül bıraktı arkasında. Bir faninin ulaşmak isteyebileceği bütün zirvelere koşarak çıktı. Buna rağmen sade bir insan, inatçı bir cumhuriyetçi, yakışıklı bir sosyalist olarak yaşadı.
Geçen yılın Eylül’ünde uğurladık onu da. Yüzbinlerce seveni yürüdü ardından.

                                                                             xxx

1930’lu yılların sonunda, 1940’lı yılların başlarında doğdular, 1960’lı, 1970’li yıllarda parladılar. İşçi çocuğuydular, subay çocuğuydular, sinema emekçileriydi anne babaları. Halit’tiler, Kemal’diler, Tarık’tılar. Sessiz sedasız çıkıp geldiler, bizden birisi gibi aramıza katıldılar. Güce yaltaklanmadılar, iktidara aldanmadılar, paranın önünde eğilip bükülmediler, dimdik durdular. Direnişi, insanlığı, yiğitliği, delikanlılığı, yakışıklılığı, sevgiyi, fedakârlığı, paylaşmayı, insan olmayı anlattılar bize. Türkiye’nin umut dolu 20 yılının parıltılı yansımaları oldular.
Sonra birdenbire zifiri bir karanlık geldi üzerlerine. O yiğit hayatlar o zifiri karanlıkta silinip gitti. Bugünün saray soytarıları, paragözleri, sanatçı müsveddeleri, iktidar yalakaları, gece kuşları, sidikli havuz kurbağaları, zorba işmar edince aklını yitirmiş akilleri türedi onların bıraktığı boşlukta. Zübük iktidar olmuştu çünkü.
Zübük iktidar olsa ne olmasa ne? Güç onlarda, para onlarda, alkışlar onlar için, sahne ışıkları onların üzerinde. Ama huzursuz kıvranıyorlar yine de. Son tiyatro kapatıldığında, son sinemaya kilit vurulanda, son sanatçı aşağılandığında, son oyuncu işsiz bırakıldığında, son kültür merkezi yıkıldığında huzur bulacak ruhları.

                                                                           xxx

Ne sanatları, ne sanatçıları olabilir ki zaten? Arkalarından itilmeseler ne başarıları var? “Sıkmabaş”ın mucidi yobaz Şule, şairliğe eğilimli takıntılı Necip Fazıl… Marjinal Milli Selamet Partisi, küçük Milli Gazete, birkaç yarım akıllının hüküm sürdüğü bir buçuk tarikat. Devletin kuyruğuna tutundular, ilerlediler. Devlet kimi düşman bellediyse düşman bildiler, devlet kimi dost bellediyse dostu oldular. Taa Kanlı Pazar’dan beri, paramiliter MHP’nin yanında, muhafazakâr bir yedekler ordusu oldular. Sivas’ta aydınlığımızı yakarken bile arkalarında devlet tedbir almıştı.
12 Eylül geldi, cumhuriyetin yarattığı bütün bir kuşağı silindir gibi ezdi, işkence etti, vurdu, öldürdü. Kalanlar kaldı, kaçanlar dağıldı. Alan düzlenince gizlendikleri mağaralarından çıkıp geldiler. Askerdiler, polistiler, bakandılar, vekildiler. Coplarını, tüfeklerini, tomalarını, akreplerini alıp geldiler. Arkalarından itenlerin desteğiyle “iktidar” oldular. İçinde debelendikleri zifiri karanlıkta bile payları pek azdır.
Cumhuriyeti sahipleri öldürdü, ölüyü bunlara teslim ettiler. Leşin başına çöreklendiler. Gelene geçene hırlıyorlar şimdi. Bir siyasal hareketin hazin sonudur…

                                                                           xxx

Halit’in, Kemal’in, Tarık’ın oyununda ne var sanıyorsunuz? İnsan tabii ki. O üç güzel adamın arkasından düzdüğümüz ağıt, yitip giden insanlığımızadır.

                                                                           xxx

İnsanı, insanımızı, insanlığımızı tükettiler. Tuhaf yaratıklarda doldurdular koca ülkeyi. Ama işte uzun karşı devrimin sonu yaklaştı. Duyduğunuz çürüyüp yıkılanın uğultusudur. Kaldırın bakın başınızı, yapıp edebilecekleri işte böylesi bir çölden ibaret.


Evet, tükettiler insanı. Ortaçağ artığı zombiler yürüyor sokaklarımızda. Ama az kaldı sabaha. Güneş doğdu doğacak, devrilip gidecekler!

Orhan Gökdemir / SOL

Darbeci Ülker ve Hayır korkusu - SELÇUK CANDANSAYAR

Muhafazakârlığı tescilli, AKP desteği açık koskoca Ülker Holding neredeyse gümbürtüye gidecek. Henüz kendini kurtarıp kurtarmadığı da belli değil.

Yayınladıkları reklam filmiyle darbenin ‘subliminal’ mesajını vermekle suçlanıyorlar. Daha vahimi, devasa firma bu suçlamadan paniğe kapılmış durumda. Tutarsız açıklamalarla durumu kurtarmaya çalışıyor; bir yandan kumpas diyor, öte yandan suçlamayı mahkemeye vereceğini söylüyor ama sorumluları işten çıkarıyor.

Youtube’da Ülker reklamında verilen subliminal mesajları çözümleyen (!) videolar var. Büyük planı açığa çıkarıyorlar. Reklam filmini kare kare çözümlemişler. Çizgi kahramanın ellerinin RTE’nin el işaretlerine benzemesi, biberden ağzı yanan çocuğun gırtlağının mezara benzemesi, “evini folyoyla kaplanmış bulacaksın” sözündeki sözcüklerin baş harflerinin (EFKB) uzaktan kumandalı patlama düzeneğinin baş harfleri olması çıkarımı!
Reklamın yayımlanması, içerdiği mesajın çözümlenmesi ve darbe mi oluyor endişesiyle insanların Kısıklı’ya toplanmaları birkaç saati bulmadı. Durumun bu kadar vahim hale gelmesinde bilginin yayılma hızındaki artışın büyük etkisi var. Ruh sağlığı uzmanları benzeri çözümlemelere, hatta daha da inanılmazlarına her zaman tanık olurlar. Eskiden, bu tür fikirler yayılma olanağı bulamazlardı. Genellikle yakın çevreyle paylaşılır, bazen posta ile gazetelere vs gönderilir, bazen de emniyete ve yargıya başvurulurdu. Ciddiye de alınmazlardı.

Bu akıl yürütme tarzının bazı ortak özellikleri var. Öncelikle kişide sabit bir fikir olmalı. Dünyaya ve olup bitenlere sabit, değiştirilemez bir fikrin penceresinden bakanlar karşılaştıkları her durumu bu fikirlerini temel alarak yorumlarlar. Onlar için her şey o şeyle ilgilidir. Hani çokomilkin hiç akıldan çıkarılamaması gibi. Böyle olduğunda zihin, aksi kanıtları sürekli ihmal ederken her tür bilgiyi o temel fikirle bağdaştırmaya başlar. Bu akıl yürütmenin kaçınılmaz sonucu, anlam çıkarma/ anlam bulma arayışı olur. Şeyler oldukları değil de başka bir şeyin işareti olarak değerlendirilir. Sokakta kırmızı kazaklı biriyle karşılaşmış olmak rastlantı değil, kırmızı kazaklılar tarafından takip ediliyor olarak yorumlanmaya başlanır.
Aslında çok ama çok güçlü olduğuna, dünyanın kendisinden çok korktuğuna, önünü kesmezlerse üç vakte kadar dünyanın en güçlü ülkesi olacağına dair ‘sabit bir fikirle zehirlenmiş’ bir kitle, olup biten her şeyi bu düşünceyle okumaya başlar. Peki, Türkiye’nin hakikaten dünya lideri olduğuna Amerika’sından Rusya’sına, Avrupa’sından Çin’ine yedi düvelin Türkiye’nin gücünden korktuğuna nasıl inanıyor bu insanlar? İnanmasalar, bu  hayale tutunmasalar toslayacakları gerçek çok kırıcı olduğundan. Asgari ücretle, açlık sınırında, iş güvencesi olmadan, işsiz, aşsız, ekmeksiz bir dünyaya dayanabilmenin sırrı burada. Ben aslında çok güçlüyüm, çok zengin olabilirim, çok rahat edebilirim ama işte düşmanlar önümü kesiyor hayali; çaresizim, zayıfım düşüncesine yeğleniyor.

Böyle olunca, Antalya’da genelkurmay başkanının ABD ve Rus genelkurmay başkanlarıyla verdiği pozdan dünyanın en güçlü ordusunun komutanı sonucunu çıkarılıyor. Ama toplantının asıl sonucu olan Fırat Kalkanı Harekâtı’nın bitirilmesi yok sayılıyor. Bir hafta önce, önce Menbiç, ardından Rakka diyen reis ağzını bile açmıyor.

Yetersizlik, zayıflık hisleri inkâr ede ede ortadan kalkmaz. Ne kadar inkâr etse de aklının bir kıyısını korku dalgaları dövmeye başlar. Korkuyu inkâr ettikçe kuşku dehlizine doğru gerilemeye başlar. Kendisini o kadar güçsüz ve çaresiz hisseder ki, buluttan nem kapar hale gelir. Dünya tekinsiz, kim dost kim düşman belli olmayan bir savaş alanına dönüşür. Bu noktadan sonra öfke başlar. Ama öfke hiçbir zaman güçlü olana değil, gücünün yetebileceğini düşündüğüne yönelir.

AKP özellikle 2007 yılından sonra “siz aslında çok güçlüsünüz ama düşmanlar ve yerli işbirlikçileri önünüzü kesiyor” propagandasıyla toplumun bir bölümünü peşinden sürükledi. Ayakta kalmanın yolu olarak düşmanlaştırma politikasını ana ilke olarak uyguladı. Şimdi bu ilke kaçınılmaz olarak kendi içine doğru yöneliyor. Dış düşman çok güçlü olduğunda önce içerideki düşmanları ayıklayarak saflar sıklaştırmaya çalışılır. Bir kere bu süreç başladı mı içerideki kimse artık güvencede olmaz. En küçük bir farklılık, hoşnutsuzluk; ihanetin işareti olarak yorumlanır.

AKP örneğinde bu durum daha da beter halde. Fethullah hareketi kimin dost kimin düşman olduğunu iyice belirsizleştirdi ve dahası düşman olduğunu bildiklerinin bazılarını da içinde tutmak zorunda. Demem o ki durum sürdürülebilir olmaktan çıkıyor ve yönetilemez hale geliyor.

Ülker reklamına gösterilen tepki, AKP’nin halkoylamasından ‘Hayır’ çıkacağından korkmaya başladığının kanıtı. Kendilerine yitirmek üzereler.

Son bir not da Murat Ülker şahsında sermaye sahiplerine söylenebilir. İşçilerinizi uyutuyor sandıklarınız aslında sizin kuyunuzu kazıyormuş. İşçileriniz hakikaten olsa olsa asgari ücretlerini kaybederler, peki ya siz?

SELÇUK CANDANSAYAR / BİRGÜN

Sinema sektöründeki derin kriz üzerine… - ZAHİT ATAM

Hayatımızı altüst eden faktörlerin başında, uzun erimli planlamalar yapmadan toplumsal yaşamı yönetmeye kalkmamız geliyor. Bu nedenle bir rahatlamanın hemen ardından ciddi daralmalar geliyor. Sektördeki sorunların en büyüğü yapımcı falan olmaması değil, tam tersine yapımcılığın devam ettirilmesine sağlayacak film projelerinin olmaması. Türkiye’de ödül alan ve kendisini “sanatsal” olarak sunan filmlerin önemli bir bölümü son derece başarısız ve hatta lüzumsuz film olmaları geliyor.

Türkiye’de sanat filmleri yapan yönetmenlerin bilgiçlikleri, yalanları ve hatta kasıntılıkları asap bozacak düzeyde. Oysa yaptıkları filmlerin sosyolojik değerleri son derece az, psikolojik derinlikleri ise kendi yanılsamalarını gösterecek kadar “cahillik” dolu. Etrafta “alim” diye gezen epey cahil var, bu insanların toplumda rol modeli olması ve elbette “sanatı” temsil etme çabaları, onları iyi tanıyan ve filmlerini derinden gören insanlar için “acuze” durumlar oluşturuyor.

Entelektüel denilen kimilerinin gerçekten “cahilliklerini” ortaya çıkaran konuşmaları unutmaya meyilli olması ve dahası bu insanların hiçbirinin esastan fikir ve estetik insanı “makalelerinin” olmaması tuhaf ve artık gelenekselleşmiş bir durum. Filmlerinin gişelerinden utanç duymamaları da onlardaki “kişilik” özelliği gibi duruyor. Evlerindeki tuhaf ödüllerden aşırı haz duymaları, tenekesever olmalarından başka neyi gösteriyor.

Bu anlamda diyeceğim net: Türkiye’deki sinemanın net krizinin en açık nedeni, “taşıma suyla değirmen dönmez” iktisadi doktrine dayanıyor. Bakanlık desteği, bir tür susma ve apartanlar için vitrinde durmanın bedeli niyetine “haraç” olarak veriliyor bu insanlara. Bu insanların bir de bakanlık desteklerinden şikayet etmeleri, haksızlığa uğradıklarını söylemeleri aslında gülünç bir durum, çünkü gerek bakanlık destekleri ve gerekse festivallerin altın kese ödülleri için denilebilecek en açık şey şu: Buradan gelen para ile yapılan filmlerin büyük bölümü sadece çöp.
İşin en acı tarafı ise, sektörde diğer çalışanların durumu. Onların durumu korkunç, çünkü iş bulamadıklarında, şu ya da bu olay sonrasında sektörün dışına sürüklendikleri hayatları tam bir açmaza giriyor.

Türkiye korkunç bir iktisadi ilişkiler içinde olan bir toplum: Toplumdaki alışverişin en açık özeti, aslında “dostlar alışverişte görsün misali” olarak yapılıyor. Bunun  sonucu, yani hakikaten dişe dokunur film yapmamanın bedeli ve sonuçları çok ağır. Düşünün şimdi, yaklaşık yirmi milyon insan şu ya da bu şekilde gösteri yapıyor, dünya televizyonları canlı yayına geçiyor, Avrupa’daki Türkiye’den giden insanlara Avrupalılar ilk kez sempati besliyorlar, eylemler aylarca sürüyor, ne oluyor sonuçta: Sinemacılar Parkta çadır kurup, hatıra fotoğrafı çektiriyorlar. Ne filmler ne romanlar ne de diziler bu günleri anlatıyor. İşte bakanlık desteklerinin hiç dile gelmeyen sonuçlarından birisi bu, yeterince korkunç ve yeterince düş-kırıcı.

Bir terzinin sözleri bile onların çıkışlarının tümünden daha açık daha dürüst ve daha net ve daha kimliğini daha yaşamını ortaya koyacak şekilde. Şimdi o terzide gitmeye çalışıyor, çünkü yalnız ve çünkü yalıtılmış.

Sinema sektöründe yönetmenlerin artistlik şovlarına değil, tam anlamıyla, meslek örgütlerinin durumuna bakarak sektörün halini görürseniz, daha net daha tam sonuçlara ulaşırsınız.

Şu koşullar altında sinema Türkiye’de iktisadi kriz içinde diyemeyiz: Tam aksine sinemamız bir meşruiyet krizi içinde, çünkü varlık nedeni belli değil, ne hayali ne hedefi ne de meşruiyeti var.

Siyaset için çok kısaca şu denilebilir: Bu vatana nasıl kıydınız?

Sinemacılar için çok kısaca şu denilebilir: Bu kıyıcıların suyuna nasıl gittiniz?

Hiçbir durum değerlendirmesi, hiçbir bütünü tanımlayıp sistemi deşifre eden çıkış ve hiçbir toplu duruşun olmadığı sektörde, at iziyle .. izinin birbirine karıştığı dönemde, Sanatın kendisi de meşruiyet krizi içinde. Buna bir kimlik bunalımı denemez, tam aksine varlık bunalımı, varlığa anlam bulamama krizi demek daha doğru olur.

Zahit Atam / BİRGÜN

O ‘tek adam’lara kurban olsunlar - ALİ SİRMEN

Referandum ortamının abes çekişmelerinden biri de, 21. yüzyılda Türkiye’yi diktaya götürmek isteyenlerin, kendilerine yöneltilen tek adam suçlamalarını sanki haksız kılarmış gibi, “Ama Atatürk de İnönü de tek adamdılar” çıkışları ile, tek adam yasasına “hayır” diyenlerin, sanki Atatürk ile İnönü’nün zamanında tek adam rejiminin uygulamasının şimdiki tek adamlık heveslilerini haklı kılacakmış telaşıyla, bunlara cevap yetiştirmeye çalışmaları.
Cumhuriyetin Atatürk sonra da İnönü dönemlerine bakınca açıkça görülür ki, Atatürk dönemi de, 1950 seçimlerine giden süreçte başlayan çok partililik denemesine kadar geçen İnönü devri de tam anlamıyla tek adam dönemleridir.
TBMM’nin üyelerinin Cumhurbaşkanı tarafından saptandığı, hükümetin fiilen yasama tarafından değil de Çankaya tarafından denetlendiği, değiştirildiği döneme tek adam dönemi demeyeceğiz de ne diyeceğiz?
***

Evet, Atatürk ve İnönü dönemlerinde fiilen yürürlükte olan tek adam rejimiydi.
Başka türlüsü de zaten olamazdı. Sermaye birikimi oluşmamış, burjuvazisi, proletaryası, orta sınıfı olmayan, yüzde sekseni cahil toplumun padişahlıktan Cumhuriyete, ümmet toplumundan ulus topluma, kapalı ekonomiden pazar ekonomisine geçişinin zorunlu kıldığı uluslaşma ve çağdaşlaşma sürecinin uyum yasalarının yoğun biçimde yaşama geçirildiği, büyük eğitim seferberliğinin başlatıldığı bu dönemde Türkiye’de çoğulcu parlamenter sistemin koşulları zaten oluşmamıştı ki, demokratik düzen tüm kurum ve kurallarıyla yürürlüğe konulsundu?
Yoksulluk ve cehalet ile savaşırken sürdürülebilir bir kalkınma düzenini yaşama geçirmeyi becerecek çağdaş bir ulus toplumu ve onun devletini oluşturmaya çalışanlar, bir yandan da, demokrasinin ve ekonomik kalkınmanın altyapı kurumlarını oturtmanın çabası içindeydiler.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında dünya üzerinde olduğu kadar Avrupa’da da çoğulcu demokrasinin bugünkü kurum ve kurallarının oluştuğunu söylemek de mümkün değildi.
Çoğulcu kurumların Avrupa’da dahi tam olarak oluşmamasının yıkıcı etkilerini Batı da dahil olmak üzere bütün dünya yaşadı ve ancak topyekûn bir savaşın ertesinde, çoğulcu demokrasinin denge ve güvenceleri oluşturuldu.
***

Buna rağmen Türkiye’de büyük dünya ekonomik bunalım ortamında dahi, Atatürk’ün, girişimiyle Serbest Fırka denemesi yapıldı.
Başarısızlığı kaçınılmaz Serbest Fırka deneyiminden sonra, yeniden çok partili yaşama geçiş denemesi, ikinci tek adam döneminde, büyük savaş ertesinde bizzat tek adamın teşebbüsü ile yapıldı.
Bu deneme Cumhuriyetin ilanının 27. yılında iktidarın değişmesine yol açtıysa bile, demokrasiye geçişin sağlanması toprak ağalarının partisi vasıtasıyla denendiği için, çoğulculuğa erişilmesi yine mümkün olamadığı gibi, Cumhuriyetin kimi kurumlarının, yıkıcı toplumsal etkileri ileride görülecek biçimde zedelenmesine yol açtı.
Özetlemek gerekirse, toplumsal yapılar irdelenirken, her dönemin koşullarının kendi içlerinde, kendi gerçekleri çerçevesinde ele alınması gereklidir.
Bunu yaptığımız zaman, Atatürk ve İnönü, tek adam dönemlerinde, çoğulcu katılımcı bir demokrasinin koşullarının oluşmadığını, ama o dönemlerin hem bu altyapıyı oluşturma çabalarıyla, hem de çok parti uygulamalarını gündeme getirerek, yüzlerini demokrasiye çevirdiklerini görürüz.
O dönemde tek adam rejimleri demokrasiye yönelmenin büyük uğraşı içindeydi ve geçmişteki, karanlıktan aydınlığa geçme amaçlı tek adam dönemi çok partililiğe ulaştırdı ülkeyi.
Şimdi yapılmak istenen ise, kör topal yürümeye çabalayan parlamenter sistemden tek adam sistemine yönelme girişimidir.
Parlamenter sistemden tek adama dönüş inadı, kendi iradesiyle çok partililiğe dönüşmeyi başarmış, tek adam dönemiyle mazur gösterilemez.

 
Dikta heveslileri o iki “tek adam”a da kurban olsunlar!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

İlk gayrimenkul sertifikası ve ilişkiler - ÇİĞDEM TOKER

Gayrimenkul sertifikası “Ev yerine hisse al” diye de anılıyor. Devlet, bir şirketin inşa edeceği ya da yapımına başladığı konut projesini finanse etmek için menkul kıymet çıkarıyor. Kâğıdı alan yatırımcı biriktirerek ya ev alıyor ya da ileride artacak değerinden nemalanıyor.
Böyle sunulmadı tabii. Ama gayrimenkul sertifikası, şişen konut piyasası ve daralan ekonomiye ilaç niyetine tasarlandı. Sonuçlar, şimdilik yüz güldürmüşe benziyor.
Bu hafta Borsa İstanbul’da (BİST) işlem görecek ilk gayrimenkul sertifikası, “Park Mavera 3” adlı proje için ihraç edildi. (239 milyon 238 bin 705 TL değerinde.) Aynı zamanda Türkiye Varlık Fonu’nun da yönetiminde yer alan BIST Başkanı Himmet Karadağ, talep toplama sürecinin gördüğü büyük ilgiden memnun.
***
Gayrimenkul sertifikası, iktisatçı Dr. Ümit Akçay’ın veciz ifadesiyle “Türkiye’de inşaat-finans bütünleşmesinin yeni bir aşaması olarak görülebilir.” (http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/04/03/barinma-hakkinin-finansallastirilmasi/)Linkini aktardığım makalede meselenin özünü anlatan asıl ifade, yazının başlığında: “Barınma hakkının finansallaştırılması.” Birleşmiş Milletler raporunda tanımlanan bu kavram, “Finansal piyasaların ve firmaların konut sektöründe daha önce eşine rastlanmayan hâkimiyeti olarak” tanımlanıyor. Dr. Akçay, bu kritik yazısında gayrimenkul sertifikası ile hepimizin olan kent mekânı ve barınma hakkının öznesi olan konutun yatırım aracına dönüştüğünü vurguluyor.
Bıraktığı yerden devam edelim.
***
Peki, bu işi kim üstleniyor?
Dar gelirlinin konut sorununu çözsün diye kurulmuş Toplu Konut İdaresi (TOKİ), kendisinin ve sermaye piyasaları mevzuatının gereği olarak Park Mavera 3 projesiyle ilgili bilgileri, sitesinde ayrıntılı biçimde yayımladı. SPK’nin 23 Mart’ta onayladığı “İhraççı Bilgi Dokümanı” bu belgelerden biri.
Herkese açık olan bu belgenin girişi şöyle:
Bu ihraççı bilgi dokümanı, “düşünülmektedir”, “planlanmaktadır”, “hedeflenmektedir”, “tahmin edilmektedir”, “beklenmektedir” gibi kelimelerle ifade edilen, geleceğe yönelik açıklamalar içermektedir. Birçok faktör, ihraççının geleceğe yönelik açıklamalarının öngörülenden çok farklı sonuçlanmasına yol açabilecektir.
Bu ifadeler yatırım aracının, piyasaların kendine has koşulları nedeniyle şaşırtıcı değil belki. Ama 6. sayfadaki “Risk Faktörleri” başlığı altındaki ifadeler, özel bir dikkati hak ediyor. “İhraççı” konumundaki TOKİ ile ilgili riskler, bu raporda şöyle:
 
TOKİ’nin politik riski
“İhraççı belirli bir kamu hizmetini yürütmek üzere kurulan, Başbakanlığa bağlı bir yapıda faaliyet gösteren gelir tahsis edilen, bu gelirlerden harcama yetkisi verilen, özel bütçeli bir kamu kuruluşudur. Bu nedenle Türkiye’de oluşabilecek her türlü siyasi ve politik risk, TOKİ ve TOKİ’nin faaliyet ve bütçesini etkileyebilecektir.”
Ayrıntılı bir analiz yapılan bu bölümde “yönetimsel ve operasyonel riskler” başlığı altında da müteahhidin ekonomik, mali, mesleki ve teknik yeterliliklerinin kaybı durumunda TOKİ’ye ek finansal ve operasyonel maliyetler çıkabileceği kayda geçmiş.
 
Makro inşaat ve AKP
Türkiye’nin ilk gayrimenkul sertifikasının ihraç edildiği Park Mavera 3 projesinin yüklenicisi, TOKİ’nin uzun yıllardır çalıştığı Makro İnşaat.
Makro İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Ercan Uyan’ın, bu projeyle ilgili görüşlerini incelemek isterseniz, internette iki yıl önce katıldığı bir etkinlik sayfasını da görüyorsunuz. Uyan, 2 Mart 2015’te Ensar Vakfı Küçükçekmece Şubesi Gençlik Kolları’nın düzenlediği “Tecrübe Konuşuyor” etkinliğinde konuşmacı olarak yer almış. (http://www.ensar.org/ kucukcekmecede-tecrube-konusuyorun-konugu-ercan-uyan_H483.html)
Aynı sayfada, Türkiye’deki ilk gayrimenkul sertifika ihracına konu projeyi yapan Uyan’ın “Ak Parti Küçükçekmece Gençlik Kolları Kurucu Başkanı” olduğunu da öğreniyoruz. Makro İnşaat’ın kendi sitesinde de önceki projelerin tanıtım sayfalarında “Güçlü Türkiye İçin Birlik Vakti” yazılı kırmızı bir logo var. 



Burada bitireyim yazıyı. Hayırlı olsun.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Dün Avrupa’dan ‘Atatürk Türkiyesi’ne, ya bugün? - EROL MANİSALI

1930’lu yıllarda Avrupa’da bilim insanlarının Türkiye’ye göçü vardı. Atatürk devrimlerinin eğitimde, bilimde, hukukta, iktisatta ve sanatta Ortadoğu ilkelliğinden ve bataklığından kurtulmak için başlattığı harekete destek vermek ve Hitler Avrupası’ndan uzaklaşmak için Türkiye’ye gelenlerdi bunlar. 

 
Bugünkü Türkiye’den kaçışın tersine, Avrupa’dan Atatürk Türkiyesi’ne geliyorlardı. Almanya, Fransa, İsviçre, İtalya bunların başındaki ülkelerdi. 1 Nisan 2017’de, Almanya’dan gelenlerle ilgili özel bir anma günü, İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti’nde (Taksim) yapıldı.
Bu bir sentezdi; “Arapgil” Ortadoğu bataklığından kurtularak çağdaş ve uygar dünyanın tarihsel birikimlerine kapılar açılıyordu. Kurtuluş, bağımsızlık, kuruluş ve Atatürk devrimleriyle çağdaş ve uygar dünyaya çok güçlü adımlarla giriyorduk. 
 
O dönemi birebir, Atatürk’le birlikte olmuş, 1933-1953 döneminde İktisat Fakültesi’nde hizmet etmiş bir tanık; Prof. Fritz Neumark’tan 1976-1987 döneminde üç defa beraber olarak anılarını dinledim ve yazdım.(*) 
 
1930’dan itibaren Türkiye’ye davet edilen Avrupalı aydın ve bilim insanları, Hitler faşizmine karşı, Atatürk Türkiyesi’ne sığınıyorlardı. 
 
Son 15 yıldır Türkiye’de bu hareketin tersini yaşıyoruz. Bilim insanlarımız ve aydınlarımız Türkiye’yi terk ediyorlar. Lise öğreniminde yurtdışına gitmek için sınava girenlerin “tehacümünü” 10 gün önce yaşamadık mı? Sevr imzalanırken Kahire’ye gitmek için çabalayanların “asimetrik” talepleri misali!
 
‘Örtülü FETÖ’cüler’ ve Aydınlık karşıtları
 
Dün Avrupa’dan eğitim, bilim ve sanat insanlarının Türkiye’ye gelişine karşı çıkanlar da vardı. Bu çevreler Atatürk Türkiyesi’nin yüzünü aydınlığa ve uygarlığa çevirmesini istemiyorlardı. Din tüccarları ve şeriatçılardan toprak ağalarına kadar bu kesim, kendi ilkel ve kaba kuvvete dayalı güçlerinin kaybolacağını gördüler; hilafet, din elden gidiyor diye isyanlar bile çıkarttılar, hem de emperyalist devletlerin bir maşası haline gelerek Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığına soyundular.
Bunlar, “o dönemin FETÖ’cüleriydiler”. Şimdi yine aynı köklerden beslenerek “postmodern FETÖ’cülüğe” giriştiler. Medyada cinleri, hurileri, perileri konuşturarak ve yazarak insanların bilimden, çağdaş eğitimden koparılıp şıhlar, şeyhler, krallar, şahlar, padişahlar dönemine dönülmesini ve güçlerinin bu yolla sağlanmasını istiyorlar. Hem de ‘BOP’ ve emperyalizmle işbirliği yaparak.
Uğur Mumcu, Cavit Orhan Tütengil ve Ahmet Taner Kışlalı’yı katledenler; Genco Erkal’ı, Müjdat Gezen’i, Fazıl Say’ı, Yılmaz Özdil’i ve diğerlerini hedef gösterenler, bu örtülü FETÖ’cülerdir. 
 
Bir ellerinden dinciler, öbür ellerinden emperyalizm tutmuştur. IŞİD’i son beş yıldır izleyin, görürsünüz: IŞİD önce işgal edip Irak, Suriye ve Libya’yı böldü; şimdi IŞİD’i çıkaracağız diyen emperyalistler bölünmenin fiili durumunu adeta meşrulaştırdılar. Bu yolla Musul’a, Kerkük’e, Irak Kürdistanı bayrağı çekildi. Suriye’de Fırat’ın doğusu da batısı da PKK ve YPG’nin emrine verildi, ABD askeri üs kurdu, Rusya da var. 
 
Atatürk düşmanları ve dinciler, “emperyalizm ile stratejik ortaklık içindeler”. Bu odaklar emperyalizmle birlikte Ergenekon’u, Balyoz’u ve 15 Temmuz’u hazırladılar. 15 Temmuz özünde, Atatürk Cumhuriyeti’ne, devlete ve TSK’ye yönelik bir darbe girişimidir. 
 
16 Nisan’da oy vereceklerin, bu “stratejik işbirliğini” akıllarından çıkarmamaları gerekir.
TV’de 18 maddenin “çok teknik” ayrıntılarının tartışmalarını biraz da garipseyerek izliyorum: Paris’te giyotine götürülen adam için, “Peki, nezlesi de var, ne olacak şimdi” demek kadar trajikomik geliyor bana. 1 Mart 2003’ü anımsayın yeter, ‘evet’ ve ‘hayır’ın yanıtını verirsiniz.
Birkaç gün önce Kapalıçarşı’ya gittim, sonra Ortaköy Meydanı’na indim. Eskiden rengârenk Avrupalı turistlerin cıvıldaştığı Kapalıçarşı da, Ortaköy Meydanı da kan ağlıyor. Siyahlara bürünüp “karalar bağlamışlar”, her şey çok kötü, canım çok sıkılıyor çok, hem de nasıl, ya sizin...

Erol Manisalı / CUMHURİYET
 
(*) “Ergenekon Kumpasında Yaşadıklarım”, sayfa 34, Kırmızı Kedi, 2016
“Denktaş’ın Öbür Yüzü”, sayfa 27, Kırmızı Kedi, 2011
Doç. Arzu Azer, “Anılarda Gizli Kalan, Bir Aydının Portresi”, sayfa 52, Derin Yayınları, 2016
Prof. Fritz Neumark, “Boğaziçi’ne Sığınanlar”, İÜ İktisat Fakültesi, yeni baskı, 2006

3 Nisan 2017 Pazartesi

İktidara getirenler indirmeye çalışırken, AKP vatanseverlik pozlarında - İLKER BELEK

AKP Ağustos 2001’de kuruldu. Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar oldu.


Milli Gazete ve Star Gazetesi eski yazarlarından Nasuhi Güngör’ün Yenilikçi Hareket (2001) isimli kitabında yazdığına göre, Erdoğan Refah Partisi’nin Beyoğlu ilçe başkanıyken ABD büyükelçisi Abramowits ile görüşmeye başladı. Temmuz 2000 tarihinde ABD’de “geleceğin lideri” olarak tanıtılıp, neoconlarla bir araya gelmesi sağlandı.

O dönemde Bush Irak operasyonu için DSP-MHP-ANAP hükümetinden destek arayışı içindeydi. Ecevit’in öneriyi reddetmesi, Türkiye’de “uyumlu” İslamcı bir partinin iktidara hazırlanması konusundaki neocon eğilime ağırlık kazandırdı.

Merdan Yanardağ’ın, Turan Yavuz’un Çuvallayan İttifak isimli kitabından aktardığı üzere, Erdoğan Ocak 2002 tarihinde ABD savunma bakan yardımcısı Perle’in ABD’de organize ettiği bir sabah kahvaltısında kalabalık bir Amerikalı siyasetçi grubuyla görüştü. Ortadoğu konusu ve Kürt sorunu hakkında konuştu. Irak harekatına destek sözü verdi. Cüneyt Zapsu danışmanı olarak yanındaydı. Amerikalılar duyduklarından memnun kaldılar.

Bu arada ANAR isimli araştırma şirketi yaklaşan genel seçimlerde AKP’nin %34 oy alacağını duyurmaya başlamıştı. CIA Ortadoğu şefi Fuller Foreign Affairs’in Nisan 2002 sayısında Türkiye’de demokrasinin İslami partilerin doğuşuna izin verdiğini yazıyor, AKP’nin iktidar olacağı tahmininde bulunuyordu.

Erdoğan’ın 2002’deki ikinci ABD ziyareti seçim zaferinden hemen sonra Aralık ayında gerçekleşti. Siyasi yasağı nedeniyle henüz başbakan değildi. Bush kendisini Oval Ofis’te kabul etti. Bu, bir ABD başkanının hiçbir resmi sıfatı olmayan bir siyasetçiye tanıdığı önemli bir ayrıcalıktı.
ABD yeni Ortadoğu partnerini oyuna hazırlıyordu. Irak işgal edilecek, Ortadoğu yeniden şekillendirilecek, bunun için AKP kullanılacaktı.

Wikileaks’in 2010’da yayımladığı ABD Dışişleri Bakanlığı gizli yazışmalarında Ankara büyükelçisi Pearson, ABD’nin Irak’taki stratejik çıkarları için kamuoyunun etkilenmesi bakımından Erdoğan’ın anahtar konumda olduğunu yazıyor ve kendisine şimdiden hükümetin başıymış gibi muamele edilmesini, Kopenhag zirvesinde(Aralık 2002) AB katılım müzakereleri için Türkiye’ye tam destek verilmesini öneriyordu.

AKP’nin ABD’ye verdiği sözlerin samimiyeti ilk kez 1 Mart 2003’de sınandı. ABD Irak’a Türkiye üzerinden girmek istiyordu. Bunun için TBMM’nden karar çıkması gerekiyordu. AKP bastırıyordu. Ancak tezkere reddedildi. AKP daha ilk sınavda tökezlemişti.

Tartışmalar alevlendi. Amerika’da Erdoğan tercihinin hatalı olduğu yönünde değerlendirmeler yapılmaya başlandı. Bunun üzerine araya yine Zapsu girdi. Yasemin Çongar’ın teybine kaydettiği gibi, Amerikalılara “Bence O’nu devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine, kullanın” dedi.
Abdurrahman Dilipak geçen hafta, Erdoğan’ın “ne istediler de vermedik” dediği Fethullah cemaatinin CIA projesi olduğunu açıkladı. AKP’nin kuruluş döneminde ABD ile görüşmeler yapan isimlerden birisi olduğunu da ekledi. Dediğine göre bu görüşmeler 1991 yılında başlamıştı. Dilipak bu çerçevede Fuller ile de görüşmüş, ancak Cemaatte görev alması yönündeki teklifi geri çevirmişti.
Bu görüşmelerin içeriğine ilişkin ayrıntılar ise daha önce siyasal İslam’ın önemli isimlerinden Ali Bulaç’tan gelmişti. Bulaç’ın yazdıklarına göre (21 Aralık 2014 tarihli AK Parti Bir Proje miydi ? yazısı) görüşmelerin başlama tarihi 1998’di. Amerikalıların biri gidiyor diğeri geliyordu. ABD’nin yanıtını aradığı soru Türkiye’de dindar bir iktidarın mümkün olup olmadığıydı. Mümkünse bunu hangi siyasi yapı başarabilirdi.

Aslında Refah Partisi’nin 1990’lardaki yükselişi ilk sorunun yanıtıydı. Ancak ABD’nin Refah ile kalıcı iş tutması mümkün değildi. Zira bu parti 1. Cumhuriyet Türkiye’sinin siyasal bağlamı içine oturuyordu. ABD ise emperyalizmi hiç dert edinmeyecek ve Cumhuriyeti yıkacak İslamcı bir yapı arıyordu.

Dilipak ve Bulaç’a göre AKP ABD’nin bu ihtiyacı doğrultusunda yaratıldı ve desteklendi. AKP de bu projenin taşıyıcısı olmayı kabullenerek işe girişti.
Bu açıklamalar, emperyalizmin verdiği görevleri yerine getirmenin siyasal İslam açısından hiç sorun oluşturmadığını gösterir.

ABD ile AKP arasındaki tam uyum 2011 yılına kadar devam etti. 2011 genel seçimleri sonrasında AKP’nin Suriye’de ABD ile ters düşmesi önemli değişikliklere neden oldu.
O noktadan itibaren ABD, iktidara getirdiği AKP’yi indirmenin yollarını aramaya başladı. Erdoğan’ın emperyalist sistemin kural ve işleyiş tarzını anlamayan tutumu sorunun hızla Avrupa ülkelerine de yansıması sonucunu getirdi.

Şimdi AKP emperyalistlerin daralttıkları çemberi yarmaya, kendisi hakkında verilmiş karardan en az zayiatla kurtulmaya çalışmaktadır.

Bunun için vatanseverliğe oynamakta; dünya alemin AKP’yi ve reisini çekemediği, Türkiye’nin önünü kesmek için kirli planlar kurduğu yalanını uydurmakta; tabanını her tür olasılık için konsolide etmeyi hedeflemektedir.

Türkiye’nin görebileceği en kirli oyun AKP’nin yaratılması ve iktidar yapılmasıydı. AKP’nin işi bitti. Finale işçi sınıfının el koyması için çalışmak gerekiyor.

İlker Belek / SOL