6 Ağustos 2017 Pazar

Vesayet Savaşları! Ahmet Yavuz ve Cesaret - Mine G. Kırıkkanat

Meydandaki kalabalık 300-400 kişi, dar sokaktaki askerler 40 kadardı. Sivil ve asker karşı karşıyaydı. Askere en yakın duran sivillere yaklaştım. Kendimi emekli general olarak tanıttım. Darbeye karşı bir kişilik olduğumu vurguladım. Tanıyan birkaç kişi, saygılı bir tavır takındılar. Kalabalığın büyük bölümü sakindi.
Askerlerle
konuşmak istiyorlar, onlar ise cevap vermiyorlardı. Askerlere döndüm. Kendimi tanıttım. Komutanlarını sordum. Arkadaydı. Geldi. Kendimi tekrar tanıttım. Yasadışı bir iş yaptıklarını, derhal kışlalarına dönmeleri gerektiğini söyledim. Binbaşı hem saygılı, hem de ne yapacağı konusunda ikircikliydi. Daha doğrusu yaptığı işin doğru mu, yanlış mı olduğundan emin değildi.
Beni tanıdığını söylemesi üzerine, Ordu komutanının açıklama yaptığını, darbe girişiminin hiyerarşik olmadığını ve suç işlediklerini yeniden ifade ettim. Bir yandan sivillerle, diğer yandan binbaşıyla konuşuyordum. Sivillere konuşmak için her dönüşümde, Binbaşı telefona sarılıyor ve birilerine ulaşmaya çalışıyordu.
Bazı sivilleri ikna etmekte çok zorlandım. Amaçları olay çıkarmak gibiydi. Onları sakinleştirmeye çalışırken, askere de kışlaya dönmesi için baskı yapıyordum. Binbaşı, siviller uzaklaştığı takdirde kışlaya döneceğini söyledi. Geniş çoğunluk talebime uydu ve kalabalık arasında bir yol açıldı. Binbaşı oradan geçmek istemediğini belirtince, geriye dönüp ters istikamette ilerlemelerini önerdim. Tam bu kararı uygulamaya koyduğumuzda, kalabalık içinden iki kişiyi zapt etmek sorunu yaşadık. Sonradan, bunlardan birinin sivillere “Asker ateş açacak!”, askere yaklaşıp “Ateş açın!” dediğini öğrendim. Muhtemelen FETÖ’nün adamlarındandı. Bunlarla mücadele etmek oldukça güç oldu ve zaman kaybına yol açtı.
Sonuçta kalabalığı askerlerden uzaklaştırmayı başardık...*
*AHMET YAVUZ’un “Vesayet Savaşları/ İleri Demokrasi Hayalinden Darbe Gerçeğine” başlıklı inceleme kitabından alıntıdır. (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2017) 


***
Fatih Terim & Co.
Fatih Terim, başarı oranı en iyimser hesapla yarı yarıya “imparator”luk mesleğinde yıllarca Galatasaray ve Milli Takım’dan beslendi.
Hem de ne beslenme! Ama Terim hanedanına besi yetmiyor...
Fulya Terim, Events adlı organizasyon şirketiyle kocasının çevresindeki milyarderlerin düğün dernek düzenlemelerinden sebepleniyor.
Küçük kız Buse, babasının ününden nemalı “moda blogger”ı oldu. Bebeğinin alt bezi dahil, kullandığı tüm eşya ve aksesuvar fotolarını sosyal medyada yayımlayarak marka reklamı yapıyor. Kazancından ne kadar vergi veriyor doğrusu bilmek isterdim; çünkü bencileyin utanç verici bu çığırtkanlıktan, “post” (gönderi) başına 30 bin TL parsa topladığı iddia ediliyor. Hatta bir ara Milli Takım’ı çığırtkanlığını yaptığı markalarla giydirdiği bile ileri sürüldü!
Buse’nin kocası Volkan Bahçekapı, futbol menajeri Ahmet Bulut’un ortağı. Şirket, pek çok futbolcuya menajerlik hizmeti veriyor. Bu futbolculardan bazıları, sebebi hikmeti Fatih Terim’den sorulan yeteneklerinden dolayı Milli Takım’a transfer edilince, büyük kulüpler tarafından kapışılıyorlar... ama Ozan Tufan ve Ahmet Çalık örneğinde görüldüğü gibi, pek de olağanüstü çıkmıyorlar. Zarar yok, çünkü damat Volkan Bahçekapı, bu transferlerin parsasını tıkır tıkır topluyor.
Büyük kız Merve’nin ne iş tuttuğunu bilmiyoruz. Büyük damadın meşgalesini de bilmiyoruz. Ama Fatih Terim’in Alaçatı’da kebapçı basmasına neden olan restoran sahibinin, büyük damadın kız kardeşi olduğunu biliyoruz.
Sizin anlayacağınız, Terim hanedanını doyurmak zor... 


***


İşte size birbirine zıt karakter ve tıynette iki adamın yaşamından kesitler.
Balyoz kumpası mağduru ve mapusluğunun dışında futbol tutkusuyla ünlü Em. Tümgeneral Ahmet Yavuz’un, bugün bilgisinden başka hiçbir zenginliği yok ve yurdunu, halkını korumak için mücadeleye devam ediyor.
Ötekinin neyi koruyup kollamakla iştigal ettiğini, artık biliyorsunuz.
Hangisinin mega, hangisinin mikro olduğuna ve bu ülkeyi kimin temsil ettiğine siz karar verin.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Meczup - AYDEMİR GÜLER

Erdoğan ektiğini biçiyor!

Uyuşturucuyu çekip Atatürk heykelinin ayağına saldıran yaratık.
Bayramiç’te sarıklı polis memuru.
İstanbul’da parkta kılık kıyafet düzenlemesi yapmaya kalkan özel güvenlik görevlisi.
Aynı mesleği vapurda icra ederken izinsiz simit satan gence işkence edip tehdit ve -belli ki- eğlence için görüntü kaydeden manyaklar…
Bu uzun liste geçen yılların birikimi olmakla kalmıyor. Daha dün cumhurbaşkanının “Cuma hutbesi” diyebileceğimiz konuşması ekim dikim çalışmalarının sürdüğünü gösteriyor. Ortalığı meczuplar sardı. Türk yobazlığının militan kadrosu hakikaten sıyırdı. Herhalde önleyici sağlık hizmetlerinde bırakılan boşluklara değil, en elverişli siyasal ve ideolojik iklimi özenle şekillendiren siyasi iktidara bağlayacağız bu sonucu.
Ancak ektiğini biçmek deyimi bir iç çelişkiyi de barındırır. Erdoğan her sabah gözünü açtığında “Allahım, diyordur, bugün beni hangi sapıkla sınayacaksın?” Tanrısı gün sektirmediği için adamcağızın inancı sarsılıyor, kendinden kuşkuya kapılıyor, sevgili kul kategorisinden atıldığını düşünerek derin buhranlara gark oluyordur. Öte yandan meczup yobazların muktedir yobazlar tarafından nasıl cezalandırılabileceklerini bildiğimden, oh olsun demekle iç bulantısı arasında gidip geldiğimi de eklemeliyim.
Demek istediğim şu ki, bu gidişat kontrolden çıktı ve ortada içinden çıkılması büsbütün imkânsız bir mekanizma var. Erdoğan stratejik kararını çoktan verdi. Buna göre içine düştüğü siyasi kriz karşısında uzlaşma aramak intihar olurdu. Çare yola tam gaz devam etmekti. Lakin motorun ne suyunun ne yağının, ne de aracın kaportasının kaç zaman yeteceği tam bir muamma olduğu için, gaza bastıkça memleket deliler evine döndü. Şimdi reis gazdan ayağını çekmeden kontrolü sağlamak zorunda!
Gaza bas ve mesela müftülere evlendirme yetkisini ver... Yarın öbür gün bir toplu tecavüzde yakalananların “nikah kıymaya gelmiştik” diye ifade vermelerine kimse şaşırmasın.
Fransız Devriminde işin görülmemiş bir kilise düşmanlığına ve ruhban sınıfın fiziki tasfiyesine varması Jakobenlerin katı ateistler olmasından kaynaklanmıyordu. Dinci siyaset ve dinsel kurumları hedef alan terörün arkasında büyük bir halk enerjisi vardı. Öfkeden, çileden çıkarılmışlıktan kaynaklanıyordu bu...
Bize ve bugüne ait örnekleri ekleyin lütfen... Milli Eğitim Bakanlığının tarikatların cirit attığı bir yağma evi olduğu açıktır ve yönetici ve kadrolarının kendilerini basbayağı tecavüze vakfettiği kanıtlanmış bir kurum bu yağmadan aslan payını almaktadır. Bunların veya Fatih Terim’e o paraları maaş diye bağlayanların halkın öfkesinden sıyrılma ihtimali sıfırdır.
Erdoğan dindar nesil sloganından vazgeçemez ve dolayısıyla eğitim artık sapıkların etkinlik alanıdır. Sporun bugünkü gibi, hem kendisi bir sömürü mekanizması hem de sömürüyü örten bir yanılsama organizasyonu olarak daha da tahkim edilmesi zorunludur. Dolayısıyla ceplerinden tomar tomar para dökülen bir Fatihler ordusu basacak mekân aramaya çıkmışlardır. Bu ahlaksızlık, belasını bulmazsa cezasını bulur.
AKP’nin bizzat proje olarak kurduğu birkaç kulüp hariç, o endüstriyel futbol organizasyonunun her bir takımında en büyük taraftar gruplarının İzmir Marşına sevdalanması rastlantı değil. Hiç merak etmeyin, zorla ayet ezberletilen çocuklar çok sert tepki verecek. Örnek çok. Bütün örneklerden aynı doğrultu çıkar. Erdoğan’ın iktidarda tutunma stratejisi toplum tarafından kusulacak.
Erdoğan daha fazla yobazlık isterken meczupları nasıl tasfiye edecek? Liberallerin, yobazlığı aklama hızlarından kuşku duymuyorum, ama meczupların üreme hızına kim yetişebilir? Bu toplumsal kaynamanın AKP’deki aşırı ısınmayla buluşacağını biliyoruz. Yakın zamanda parti ve devlette yeni kadrolaşmaların ve tasfiyelerin gündeme gelmemesi mümkün değildir. Kavgada zaten meczuplara çok iş düşecektir…
Bu çıkışsız yolun çıkışsızlığını söylemek artık marifet olmaktan çıktı. Yapılması gereken bir başka çıkış yolunu, emekçilerin çıkış yolunu örgütlemek.

Aydemir Güler / SOL

4 Ağustos 2017 Cuma

9 Madde’de Diyanet - KEMAL OKUYAN





1. MEHMET GÖRMEZ ÇOK YAKIŞIYORDU

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez gitti. Erdoğan’ın pek sevgili kuluydu, toz kondurulmuyor, zırhlara büründürülüyordu. Sakal kesimi ve kıyafetiyle biraz İranlı reformcu mollaları, biraz Vatikan elitlerini, biraz da Osmanlı ulemasını andırıyordu. Büyük bir tahribata imza attı ve gitti. Gidişinde saray entrikalarına bulaşmasının etkili olduğu söyleniyor. Bir noktadan sonra bizi ilgilendirmez; entrikasız olmaz Yeni-Osmanlı hülyası.

2. ERDOĞAN UYANIYOR!
Görmez’in gidişi bazılarını rahatlattı, ülkenin artık eskisi kadar gerici olmayacağı iddia edildi. Erdoğan’ın da laikliğin önemini kavramaya başladığı 15 Temmuz’dan hemen sonra ileri sürülmemiş miydi! Görmez giderken “sapkınlığı görmek için 40 yıl geçmesi gerekti” itirafını biraz da bu basınçla yapmıştı vs. vs. vs.

3. KENDİNİ KURTARMAK İÇİN
Kuşkusuz Erdoğan kendisini kurtarmak, giderek ciddileşen uluslararası kuşatmayı hafifletmek ve içerideki laik duyarlılığı azıcık okşamak için dinselleşme gazından ayağını çekmeyi düşünebilir. Birkaç konuşmasında din istismarcılarına sataşabilir. Laiklikten kim ölmüş ki! Türkiye’de laikliğin tanımını din ve vicdan özgürlüğü olarak yapan bir ana muhalefet partisi var. Erdoğan da ucundan laiklik yapsa ne olur? Erdoğansız AKP, AKP’siz AKP modellerinde de bu tür bir göz çıkarmayan dincilik hedeflenmiyor muydu? Gerekirse Erdoğan, Erdoğansız AKP modeline bile reis olabilir!

4. AMA İMKANSIZ
Ancak bütün bunlar dilimizi yoran, gerçekte karşılığı olmayan akıl yürütmelerdir. Dinselleşme olmaksızın Erdoğan ve arkadaşları iktidarlarını sürdüremez. Artık kelle verme dönemine giren AKP’nin başka tutkalı yok. İslamcılığı aşağıya çekip milliyetçiliğe daha fazla yaslanmak AKP’yi tamamen dağıtır.

5. SAPKINLIK YARIŞI
Mehmet Görmez “FETÖ sapkınlıktır” demiş oldu. Kendi icraatlarını ve konuşmalarını dökelim, hiç aşağı tarafı yoktur. Yerine geleceklerin de. Bugün Diyanet’in Türkiye’de devletin içinde tuttuğu yer, genel olarak dinin siyasette kapladığı alan, sapkınlıktan başka bir şey üretmez. Ülkenin en az yobaz din adamını bulup oraya koyun sonuç aynı olur. Diyanet bir fetva kurumuna dönüşmüş durumda; ne diyecek “bilime inanın” mı!

6. LAİKLİK NEYDİ?
Din işleri, devlet işlerinin ve siyasetin dışında duracak. Laiklik bu. Buradan hareketle din işleri toplumsal hayatın düzenlenmesine karışmayacak, eğitimden uzak duracak, hukuka burnunu sokmayacak. Dahası da var, dinsel referanslar ile öne çıkan, dinsel inançlarını bir toplumsal kimlik haline getiren kimse siyaset yapamayacak.

7. LAİKLİK NE DEĞİLDİ?
Kılıçdaroğlu “laiklik, din ve vicdan özgürlüğüdür” desin istediği kadar. Böyle bir laiklik yok. Din ve vicdan özgürlüğü temel özgürlüklerdendir, bir haktır. Laiklik bu değil. Acı ama gerçek: Laiklik Kılıçdaroğlu’nun da bu şekilde siyaset yapmaması, yapamamasıdır.

8. DİYANET’İN BAŞININ ÖNEMİ YOK
Görmez gitti, yerine yenisi gelir (belki de siz bu satırları okurken geldi), bir şey değişmez. Eğitim bütün unsurlarıyla gericileştirilirken, her gün her saat kadınlara dönük inanç ve değer sisteminden “ilham” alan bir saldırı gerçekleşir ve bu resmi bir onay görürken, dini nikah “resmiyet” kazanırken azıcık daha dikkatli bir Diyanet Başkanı’na sevinecek varsa şaşarım onun aklına.

9. HOŞGÖRÜ, EŞİT MESAFE… GEÇİNİZ!
“Bütün din ve mezheplere eşit mesafede duran bir Diyanet olsun” demek, hem imkansızı istemek hem de gericiliği meşrulaştırmaktır. Sonra, “inanmayana da saygı gösterilsin” talebinin muhatabı Diyanet değildir. İnanmayanlara korunması ya da hoş görülmesi gereken “azınlık” muamelesi yapılamaz çünkü inançları saymak, insanları inanç üzerinden tasnif etmek suçtur! Bugünkü biçimiyle Diyanet topyekun lağvedilmelidir. Talep bu olmalıdır. Laiklik ilkesine aykırı davrananlarsa illa ki yargılanacaktır. Aydınlanma kavgasının önemli bir unsuru budur.

Kemal Okuyan / SOL

Ekonomide durum muhasebesi - KORKUT BORATAV

Türkiye ekonomisi için kuşbakışı bir “durum muhasebesi” yapalım.

2015 Sonu: Sağlıksız Bir Sentez
AKP döneminin istatistiklerine bakarak 2015 sonunda şu teşhisi yapıyordum: Türkiye ekonomisi hastalıklı bir senteze ulaşmıştır.

Teşhis dört vurgulamaya dayanıyordu:
(1) AKP iktidarı boyunca Türkiye ekonomisinin büyüme ivmesi dış kaynak girişlerine bağımlı olmuştur. 2008-2009’un kriz ortamını saymazsak, her yıl ortalama olarak millî gelirin yüzde 7,5’i oranında yabancı sermaye girişi gerçekleşmiştir.

(2) Dış kaynak girişlerinin oranı değişmediği halde ekonomi durgunlaşmıştır. AKP iktidarının ilk (2003-2007) ve son (2011-2015) beşer yıllık dönemlerinde ortalama  büyüme hızı yüzde 7,3’ten yüzde 4‘e inmiştir.

(3) Durgunlaşmaya rağmen cari işlem açıklarının millî gelire oranı yükselmiştir: Bu iki dönem ortalaması: %4,8 → %6,6.

(4) Büyüme hızı düşerken artan dış açık oranının nedeni, dış kaynak girişlerinin  sermaye birikimini değil, tüketimi beslemesidir. 1998-2002, 2003-2007 ve 2008-2015 dönemlerinde millî gelirin yatırımlara ayrılan payı, benzer ekonomilerin çoğuna göre düşük kalmıştır: Yüzdeler olarak ve aynı sırayla 19,0 → 20,4 → 19,8… Düşük sermaye birikimi, büyüme hızını da aşağı çekmiştir. Aynı üç dönemde özel ve kamusal tüketimin millî gelirdeki ortalama payları, %80,2 → %83,4 → %85,0 olmuştur.  

(5) Bu olgular, yurt içi tasarruf oranlarının aşınması anlamına da gelir. Bu dönemlerde millî gelirde tasarrufların payına bakalım: %18,6 → %15,8 → %13,8…

(6) Özetle, on üç yıllık AKP iktidarı, 2015 sonunda Türkiye ekonomisini sağlıksız bir senteze getirmiş oluyor: Artan dış bağımlılık içinde tüketimi pompalayarak durgunlaşan bir ekonomi…  

“Sağlıksız, hastalıklı” sıfatları bana aittir. İstatistiklerden türetilen bu tespitler ve bunların yarattığı sorunlar üzerinde iktisatçılar arasında yaygın görüş birliği vardır; nedenler ise tartışmalıdır. Örneğin “dış kaynak hareketlerine artan bağımlılık ve tasarruf oranındaki düşüklük”, IMF’nin son yıllardaki Türkiye raporlarında hep vurgulanmıştır.

Özetlediğim makro-ekonomik göstergelerin ayrıntılı verilerle zenginleştirilmesi, dış bağımlılığın ciddiyetini ortaya çıkarmaktadır. “Yükselen piyasa ekonomileri”ni inceleyen uluslararası finans çevreleri bu nedenlerle iki yıl önce Türkiye’nin “beş kırılgan ekonomiden biri” olduğunu belirlemişti.

2016’da Bir “Ekonomik Mucize”

Geçen yıl bir “mucize” gerçekleşti ve Türkiye ekonomisinin yukarıda “sağlıksız bir sentez” diye özetlediğim sorunlarının büyük bir bölümü ortadan kalktı.
“Ekonomik mucize”, yerli ve yabancı sermayenin,  işçilerin, tüketicilerin, hükümetin iktisadî davranışlarının değişmesinden değil, Türkiye İstatistik Kurumu’ndan (TÜİK’ten) kaynaklandı.
Nasıl oldu? TÜİK Haziran 2016’dan itibaren eski millî gelir (GSYH) serilerinin sürdürülmesine, yayımlanmasına son verdi ve 1998-2015 GSYH düzeylerini, öğelerini yeni baştan hesapladı. Yeni veriler, yerli-yabancı iktisat çevrelerinin yukarıda özetlediğim tespitlerini büyük ölçüde geçersiz kıldı. 

Eski ve yeni istatistikler arasındaki farklar nedir?
Yeni hesaplamalara göre, 2015 millî gelir düzeyi, önceki (eski) serinin yüzde 19,7 üzerindedir. AKP’nin iktidarının her yılında millî gelir, eski serinin üzerine çıkarılmıştır. Bu “ayarlama”, 2009 sonrasında hızlanmakta; Türkiye ekonomisinin 2010-2015’te büyüme ortalaması (yüzde olarak) 4,8’den 7.3'e yükseltilmekte; ülkemiz dünya sıralamasında Çin’in hemen ardında ikinci konuma yerleşmektedir.

Bu “ayarlama”, harcama kalemlerine de çarpıcı değişiklik getirecektir: TÜİK,  yatırım ve yurt-içi tasarruf oranlarını da (kabaca) onar puan yukarı çekmiştir. Bu basit revizyon sayesinde Türkiye ekonomisi,  yüzde 30 civarında yatırım; yüzde 25 oranında tasarruf gerçekleştiren sağlıklı bir özellik kazanmıştır.

Böylece, yıllardır dışsal kırılganlıkların temel bir dayanağı olan “düşük sermaye birikimi, yetersiz tasarruflar” arızası, “durgunlaşan ekonomi” tespiti ile birlikte ortadan kalmış oldu. TÜİK’in revizyonları da Türkiye’yi “yükselen piyasa ekonomileri” içinde  Asya ülkelerini andıran dinamik, olgun bir konuma yerleştirdi.

Kısacası, iktisatçıların belirlediği “sağlıksız bir sentez”, TÜİK yönetimi tarafından ekonomik bir mucizeye dönüştürülmüştür.

“Mucize” İnandırıcı Bulunmuyor

Peki, bu revizyonun gerekçeleri, dayanakları, yöntemleri nedir? Güvenebilecek miyiz??
TÜİK, yeni hesaplarını yayımlarken kaynaklarını, yöntemini açıklamadı, tartışmaya açmadı. İlk aşamada bir grup iktisatçı, sorularını, kuşkularını bir makalede özetledi; TÜİK’e ve kamuoyuna taşıdı.

Yanıt gelmeyince eski ve yeni millî gelir serilerini karşılaştıran bir dizi yazı yayımlandı. Gösterildi ki reel ekonominin öğeleri olan sanayi ve inşaat üretim endeksleri ile istihdam istatistikleri, 2003-2015’e ait eski (önceki) GSYH  serileri ile yakın paralellik taşımıştı. Buna karşılık,  aynı değişkenler ile yeni millî gelir verileri arasında büyük boyutlu kopukluklar vardır.
Bu sorular, bulgular kamuya açık bir seminer ile tartışmaya açıldı. Yeni millî gelir hesaplarının tutarsızlıklarını belirleyen bu tespitler ve benzeri eleştiriler TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda TÜİK yetkililerine doğrudan doğruya aktarıldı.

Anlaşıldı ki, yeni millî gelir tahminleri, “üretim verilerinden, bunları içeren anketlerden değil, Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı’ndaki şirket bilgilerinden ve benzeri idarî kayıtlardan” yapılmıştır; ileride de yapılacaktır. Aykut Erdoğdu Plan ve Bütçe Komisyonu’nda sormuş: “Bu bilgiler, hangi yöntemlerle millî gelir kalemlerine taşınmaktadır?” Bu soruya muhatap olan TÜİK Başkan Yardımcısı’nın, “meslek sırrıdır” anlamına gelecek tuhaf bir yanıt verdiğini de öğrendik.
İstatistikçilerin ciddi bir meslek etiği vardır; orada “meslek sırrı”  kavramına  yer yoktur.
Açık-seçik ortaya çıkmıştır ki bu meslekten olmayan kişilerce yönetilen TÜİK, millî gelir revizyonları ile kamuya, topluma değil AKP’ye hizmet etmiştir.

2016-2017’de Büyüme Göstergeleri

Bu açıklamalar göstermiştir ki TÜİK’in millî gelir hesaplarına güvenmemiz mümkün değildir.
2016’dan itibaren yayımlanan GSYH istatistiklerini eski hesaplarla karşılaştırmak da artık mümkün olmayacak. Bize sunulan bulguları, diğer verilerle karşılaştırmak, denetlemek, tartışmak zorundayız.
Aşağıdaki tabloda 2016 ve Ocak-Mart 2017 için  bu tür bir tartışma için düzenlendi.
Değişkenler, 12 ay öncesinin aynı zaman aralığı ile karşılaştırılıyor ve büyüme oranları böylece hesaplanıyor.

Tablonun ilk üç satırı TÜİK’in yeni millî gelir serilerinin enflasyondan arındırılmış (yeni terminoloji ile “hacim endeksli”) tablolarından alınmıştır. 2016’nın tümü ve 2017’nin ilk üç ayı için toplam GSYH’nın ve sanayi, inşaat sektörlerine  ait millî gelirin büyüme hızları veriliyor.

2016 ve 2017 için TÜİK’in millî gelir hesapları ile sunulan bu büyüme oranlarını, sonraki üç satırla kontrol ediyoruz. Hemen ifade edelim ki, bu veriler de TÜİK kaynaklıdır; ancak millî gelir hesaplanırken dikkate alınmamıştır.

Satır 4, istihdamdaki değişimi içeriyor: Toplam istihdam 2016’da %2,2, 2017’nin ilk üç ayında ise %1,6 artmış.

2016 bulgusu, GSYH’daki büyüme temposunun gerisindedir; ancak, aradaki fark ortalama emek veriminde ılımlı (%1’in altında) bir ilerlemeye tekabül eder ve kabul edilebilir.

Ne var ki, aynı makas, Ocak-Mart 2017’de abartılı boyutta açılmıştır: İstihdam artışı yavaşlamış (%1,6’ya inmiş); ekonominin büyümesi ise hızlanmış, %5’e çıkmıştır. Türkiye ekonomisinin ortalama emek verimi bir yıl içinde olağan-dışı, açıklanması imkânsız bir tempoda artmış görülmektedir.

Daha ciddi bir kopukluk, sanayi ve inşaat sektörlerine ait millî gelir (katma değer) ve üretim endeksleri arasındadır.

Sektörlerin millî gelir kalemleri bunların gayri safi üretim değerlerinde içkindir; onlardan türetilir. TÜİK, yeni millî gelir hesaplarından bu nesnel bağlantıyı dikkate almadığı için, 2016’da üretim değeri  sadece %1,9 artan sanayi sektörünün millî gelir  öğesi (katma değeri) uçmuş-gitmiş, %4,5 oranında büyümüştür. Ocak-Mart 2017’de sanayide üretim/millî gelir artışları arasındaki kopukluk daha da açılmıştır: %1,7 → %5,3…

Bu iki dönemde sanayide gözlenen kopukluk nasıl açıklanabilir? Ara-mal kullanımını düşüren teknolojik bir sıçrama mı? İthal girdilerde veya emek maliyetlerinde olağan-dışı bir ucuzlama mı? Arıyoruz; iktisadî göstergelerini bulamıyoruz.

Gelelim inşaata… Bu sektörün 2017 üretim endeksleri henüz yayımlanmadı. 2016’da inşaat üretim değeri %2 oranında artarken sektörün millî geliri (katma değeri) %7,2 büyümüştür.  Üretim/millî gelir kopukluğu sanayi sektörünü dahi aşmıştır. Üstelik, inşaat sektörünün, sanayiye göre daha durağan bir teknoloji içerdiği malumdur.

TÜİK geçmiş yıllarda, millî geliri geleneksel yöntemlerle, yani, sektörlerin üretim verilerini temsil eden anketlerden hareket ederek hesaplarken, sanayi ve inşaat üretim değerleri ile millî gelir öğeleri arasındaki bağlantı çok yakındı. Büyüme tempolarından türetilen esneklik katsayıları 0,9 ile 1,1 arasındaydı. Şimdiki gibi iktisat sağduyusunu zorlayan kopukluklar söz konusu değildi.

Daha önce değindiğimiz  2003-2015 karşılaştırmaları  ve tablomuzda içerilen 2016 sonrasına ait bulgular aynı sonucu veriyor: TÜİK’in yeni millî gelir verilerine güvenemiyoruz…

                                                                              ***

Bu durumda millî gelir verilerini bir yana bırakalım ve “ekonominin gidişatı” üzerinde birkaç gözlem yapalım… Bu “gidişat”, yukarıdaki “sağlıksız sentez” genellemesinde ısrar ederek algılanabilir.
Son iki yılda ne oldu? Temmuz 2016 şoku, dış kaynak girişlerini  azalttı; ekonomiyi inişe sürükledi. Hükümet, kamu maliyesinden beslenen teşvikler, sübvansiyonlar ile telafiye kalkıştı. Bütçe açığı arttı; kamu borç limitlerinin sınırına ulaşıldı; iç talep canlandırıldı.

Ne var ki, yirmi yıl boyunca durgun seyreden sermaye birikim oranı nedeniyle, iç talep pompalaması ekonominin büyüme sınırlarına toslamaktadır. Sonuç, bir boyutuyla enflasyondur. Diğer boyutu ile iç talep artışları ülke dışına taşar; ithalat yoluyla dış açığı yukarı çeker. Böylece bu güzergâh içinde de kronik durgunluk sürmekte; dış kırılganlıklar ise artmaktadır.

TÜİK, dolarlı millî gelir düzeyini yukarı çektiğine göre dış kırılganlık göstergeleri hafiflemedi mi?
Sadece bir kereliğine… Zira, “yeni” millî gelir düzeyleri dahi kırılganlıkların artma eğilimini durduramayacaktır. “Hastalıklı sentez” süregeliyor; kalıcı görünüyor.

Önümüzdeki hafta bu sürecin ayrıntılarını tartışmak istiyorum.

Korkut Boratav / SOL

Devlet, değerlerini taşerondan temin etmez! - ÜNAL ÖZMEN

MEB’in, Ensar Vakfı ile imzaladığı “Çeşitli Eğitim, Seminer ve Sosyal Etkinlikler Düzenlenmesine Dair İşbirliği” protokolü, AKP’nin bir türlü yer edinemediği sosyal alanı işgal planı dahilinde değerlendirilmelidir.

AKP Genel Başkanı, sık sık iktidarda olduklarını ama sosyal alanda olmadıklarını dile getiriyordu. Ensar Vakfı’nın protokol çerçevesinde eğitim kurumlarında düzenleyeceği “sanatsal, sportif, sosyal, kültürel, bilimsel ve teknolojik gelişimi desteklemeye yönelik eğitim, seminer, gezi, yarışma, kamp, yaz okulu gibi etkinlikler”le sosyal hayata adım atacaklarını umuyorlar.

AKP Genel Başkanı, bir süre önce "İhracat ve turizm gibi alanlarda iş dünyasının devlete yol göstericiliği sayesinde çok ciddi başarılar elde ettik. Aynı şekilde eğitim ve kültürde adım atmalıyız" demişti. İş dünyasının yol göstericiliğinde ekonominin durumuna bakıp 2009’dan beri dinci vakıf ve cemaatlere teslim edilen Eğitim Bakanlığı’nı kalıcı olarak onlara teslim etmenin sonucunu siz düşünün.

İhracat dibe vurmuş, turizm çökmüş; halinden memnun iş dünyası ise devletin sağladığı ayrıcalıklarla büyüyen bankalarla inşaat şirketlerinden ibaret. Yani, baskı karşısında sinmiş iş dünyasının devlete yol gösterdiği koca bir yalan. Eğitim Bakanlığı, Ensar’la imzaladığı protokolle, vakıf görünümlü şirketlerde örgütlenmiş mezhepdaşların eğitim kurumlarında cirit atmasını, uyduruk olduğu herkesçe malum iş dünyası başarısıyla meşrulaştırmaya çalışıyor. Eğitim konusunda devlete yol gösterecek Ensar Vakfı, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti, ÖNDER gibi örgütlenmeler zaten devletin birer dairesi gibi çalışıyorlar. Onların katkısıyla eğitim bu hale geldi.

Evet, AKP siyasi ve ekonomik alanı kontrol ediyor ama bu parti ve ideolojisi kültür alanında yok. Eğitim ve kültürde adım atmak, bir yerden bir yere ulaşmak için adım atmaya benzemez: Sosyal alanda var olmak için Yasin değil şiir, öykü, roman okuyup yazacaksın; iki bin polisin arasından garibana artistlik yapmayacaksın, film artisti olacaksın; orakla heykele saldırmayacaksın heykel yapıp, heykeli dikilecek adam olmaya çalışacaksın; para  değil, enstrüman çalacaksın, makamla değil, notayla müzik yapacaksın… Hayatı güzelleştiren ne varsa tahrip edip sonra da eğitim ve kültür alanında yokuz diye sızlanmak olmaz!

Dinciler eğitim ve kültürden anlamaz; hayata şekil veren bilim, sanat, kültür faaliyetlerinin üreticisi ve tüketicisi olamazlar. Bundan dolayıdır ki İslamcılar, siyasi iktidarlarını sarsan, muhalefetlerinin iktidar alanını işgal ediyorlar. Ensar Vakfı, “ülkemiz insanının manevî dinamiklerini zenginleştirmek, ilmi, fikri ve ahlaki yönden gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla” kurulmuş! Yurtlarında çocuklara tecavüz edenleri, “ahlaki yönden geliştireceği” solcular mahkemeye çıkarıyor! Bu vakıf ayrıca, vizyonunun dini değerleri öğrencilere aktarma olduğunu söylüyor. Eğitim Bakanlığı ise Ensar Vakfı’na, değerler üzerine kurduğu yeni müfredatı için öğrencilere kazandırılacak değerler sipariş etmiş! Bu resmen, İslamcıların dahil olamadıkları alanları işgalidir.

Başta öğrenci ve öğretmenler ile tüm halkımız şunu bilmeli; okulda öğrencilere kazandırılacak değerler, ortaklaştığımız kültürel unsurlardan olmak zorunda. Hangi değerlerin nerede nasıl öğretileceğine ise demokratik usullerle eğer varsa devlet karar verir. Kendi özel hedefleri için örgütlenmiş vakıf, dernek, şirket, kişi devletin bu faaliyetine burnunu sokamaz.

Eğitimin içeriğini oluşturma ve sunumu tamamen yasalarla devlete verilmiştir. Öğrenci ve öğrenci velisi, devlet dışında üretilmiş eğitim içeriklerini kabul etmek zorunda değildir. Devletin eğitim hizmetlerini taşerona devretmesi durumu, bu hizmeti alanlarla, hizmeti devlet adına sunan başta öğretmenler olmak üzere eğitim çalışanlarına direniş hakkı verir. Ben öğretmen olsam, öğrencimin yararına olmayan içeriklerin aktarıcısı olmam; öğrenci velisi olsam Ensarcıların çocuğumdan uzak tutulmasını isterim; öğrenci olsam herhalde okuldan kaçarım!

Bilim insanı Rektörlüğü hak eder, ilim adamı atanır!

Bilim insanı, rektörlüğü istediğinde atanabileceği bürokratik bir memurluk olarak görmez; bilimsel faaliyete katkısı olacaksa kendisine yapılan teklifi değerlendirir. Diyanet İşleri Başkanlığından ayrılan Mehmet Görmez, rektör olmak istiyorum diyor ve oluyor. Bu bir çelişki değil, çünkü bu zat bilim insanı, atanacağı yer de üniversite değil. Problem yok, olsun, zaten kendileri de ilim yapmak istiyorum diyor!

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

‘Hukuk’ mu ‘Guguk’ mu? - Meriç Velidedeoğlu

R.T. Erdoğan, geçen ayın son haftasında kendisini -yıllarca- el üstünde tutan Batı’lı dostlarına (!) seslendi. “Almanya ya da Amerika’da yapılınca suç sayılan ‘eylem’, Türkiye’de yapılınca niye hak-hukuk oluyor?” sorusunun hemen ardından da -bıyık altından bir “gülümsemeyle” -“Sizdeki ‘hukuk’ da bizdeki ‘guguk’ mu?” diye sordu. (25.7.2017)
Anlaşılan Erdoğan, bu “Hukuk-Guguk” ikilisini seviyor; çünkü geçen yıl da, yine bu dostlarına, “Sizinki hukuk da bizimki guguk mu?” diyerek aynı soruyu yöneltmişti, üstelik dört dörtlük bir “ciddiyetle” (6.11.2016).
Bu “gülümseme” ve “ciddiyet” ayrımına değinmeden önce, “guguk” söylemine şöyle bir baksak diyorum, değerli dostlar!
“1940”lı yıllarda -özellikle- ellili yıllarda, İstanbul Üniversitesi’nde türlü fakültelerdeki öğrenciler, yılda bir kez yayınlanan birer “dergi” çıkarırlardı; bunların içinde en tanınmış olanı, “Hukuk Fakültesi”nin “Guguk” adlı dergisiydi. Bu adın seçilmesinin nedeni, “hukuk” ve “guguk” sözleri arasındaki ses uyumu olmasıyla birlikte, Guguk’ta yalnız hocalara takılmalar, karikatürler yer almaz, “hukuk”un “guguklaştırılması” da örnekler verilerek eleştirilirdi. 
 
Sanırım ellili yıllara ait bir Guguk’ta, tarihçi “Ahmet Rasim”den yapılmış bir alıntı vardı: “Halet Efendi Olayı!” Bu tarihsel olaya daha önce de değinmiştim; izninizle yine kısaca anımsayalım: 1800’lerin ilk yıllarında, İstanbul’da hükümete karşı eleştiriler uluorta söylenmeye, üstelik çoğalmaya başlayınca, önlemek için bir çözüm bulup bunu da Padişah’ın onayına sunmak üzere “Meclisi Vükela” (bir bakıma Bakanlar Kurulu) toplanır. Toplantıda bulunan, dönemin ünlülerinden (danışmanlarından) Halet Efendi: “Şimdi Okçular Başı’ndaki berberin başı kesilsin, bunlara örnek olur korkarlar!” deyince, içlerinden biri: “Aman ha! O benim berberim!” diye itiraz eder. Bunun üzerine Halet Efendi “Eh! O zaman, öte yandaki berberin boynu vurulsun!” der... 
 
Kuşkusuz bu alıntıyla öğrenciler, böyle bir “adalet” anlayışının da, tüm güçlerin “tek kişide” toplanmasıyla oluşan “hukuk”un da, nasıl “guguk”a dönüştürüldüğünü göstermek istemişlerdi.
Demek ki, hukuksuzluğun, yönetimin “pervasızca hukuku çiğnemesi”nin anlatımıydı, ortaya konuşuydu, kısacası göstergesiydi “GUGUK”!.. 
 
Böylece geleceğin hukukçusu olacak gençlerin armağanı olan “guguk”, “guguklaşma” hep bu anlamda, “olumsuz” anlamda kullanıldı yıllarca... 
 
Ve şimdi, Batı’nın, ülkemizdeki durumu, yaşananları, imza atıp kabul ettiğimiz “Evrensel İnsan Hakları”nın çoğunun hiçe sayılmasını, basın özgürlüğünün göz göre göre çiğnenmesini, “dikta” rejiminin temelini oluşturan tüm erklerin bir kişinin avucuna almasını, söylemeleri, eleştirileri yeter de artar Türkiye’nin ne halde olduğunu ortaya koymakta... 
 
Dolaysiyle onların bu eleştirilerine “yanıt” vermek için de, Erdoğan’ın ülkemizde uyguladıkları “hukuk”u, “guguk”a benzeterek yapması, unutulmayacak, üstelik acı bir gülümsemeyle anılacak; sanırım tarihsel bağlamda da... 
 
Ayrıca Erdoğan’ın, ülkemizdeki hukuku Batı’ya karşı korur duruma geçerken yaptığı bu “guguk” benzetmesi “gaf”ının hamurunda, Anayasamızın değiştirilemez olan ikinci maddesindeki, “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğumuzu belirten bu saptamayı hep, “laik” demeden yapan -bir bakıma-“çağdaşlaşma karşıtı” görüşünün de bulunduğunu hiç ama hiç unutmamalı... 
 
Kuşkusuz, “Erdoğan’ın, Türkiye’de göz göre göre yaşanan “hukuksuzluk” durumunu yadsıması için, “adaletsizliği, hukuksuzluğu” anlatan bir “simge” olarak kabul görmüş “guguk”u kullanmasının, şaşkınlığını da hiç unutmamalı... 
 
Ne dersiniz, değerli dostlar?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Depoyu tarikatlar için fullemek - ÇİĞDEM TOKER

Meclis’e geçen kasım ayında bir torba kanun geldi. 
 
Birçok yasayla birlikte “Yüksek Öğrenim Kredi Yurtlar Kurumu Kanunu’nu” da değiştiriliyordu. Kredi Yurtlar Kurumu’nun amacını düzenleyen maddeye,
- Beslenme yardımı
- Milli ve manevi gelişmelerine katkı sağlamak
ifadeleri eklendi.
Aslında yapılan; herkesin alkışlayacağı bir düzenlemeyi, Cumhuriyet rejimini -eğitimde de- yıkma yolundaki stratejik bir adımı, aynı pakete koymaktı.
Tıpkı 2010 referandumunda rıza üretmede çok işe yarayan 12 Eylül darbecilerinin yargılanabilirliğini, HSYK’deki kompozisyon değişiminin ardına saklamak gibi bir girişimdi özetle.
Üniversiteyi, dar gelirli ailesinden uzaktaki bir kentte okuyacak öğrencilerin dengeli beslenmesini sağlayacak, kimsenin itiraz edemeyeceği bu ifade, dinsel gericiliğin kapısını biraz daha açacak “milli ve manevi gelişmelerine katkı sağlamak” ifadesiyle art arda ekleniverdi maddeye. 

‘Maneviyat istasyonu’
CHP Bursa Milletvekili Lale Karabıyık, Plan Bütçe Komisyonu görüşmeleri sırasında bunun ne anlama geldiğini sordu. O gün Maliye Bakanı Naci Ağbal’dan net olarak alamadığı yanıtı, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın bütçe sunumu sırasında öğrendi Karabıyık.
Bakanlık, bütün gençlik kamplarında, -Osmanlıca ve Arapça derslerin de verildiği “Maneviyat İstasyonu” adı altında etkinlikler yapıyordu. 
 
Henüz 14 yaşında önünde kocaman bir hayat, rengârenk bir dünya uzanması gereken çocuklara, hayatın değil ölümün övüldüğü programlardı bunlar. (Bu yazı yazılırken, sosyal paylaşım sitesinde gördüğüm bir örnekte, çocuklara şahadet övgüsü sergileniyordu. 14-15 yaşındaki çocuklara “Siz de şehit olmak isterseniz, İslami hassasiyeti yüksek tutup, Kuran’a, İslama, Allah’a, vatana bağlı olmanız gerekiyor” deniliyordu.) 
 
Çocuk eğitiminin gericiliğe teslim edilmemesi konusunda Parlamento’da etkin bir mesai sergileyen Karabıyık, Maneviyat İstasyonları’nı, yasanın Genel Kurul görüşmesi sırasında şöyle sorguladı:
“Diyelim ki bu eğitim vermek iş edinildi. Peki milli ve manevi değer eğitimi ya da etkinliği dediğinizde, yapılan veya yapılması hedeflenen eğitim ve etkinliklerin bir tanesinde bari Atatürk’ün ilke ve devrimlerinin adı geçmez mi, böyle bir etkinlik içerikte yer almaz mı?”
Cevap alamadı tabii. 
 
Bir haftadır işlediğimiz Milli Eğitim Bakanlığı’nın Ensar Vakfı’yla imzaladığı “anahtar teslim” protokolün farklı versiyonları, diğer bakanlıklarca da farklı vakıflarla imzalanıyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın, Nakşibendi Tarikatı’nın Ankara kolu olarak bilinen Muradiye Kültür Vakfı’yla imzaladığı protokol, dün gazetemizde Ozan Çepni imzasıyla yer aldı.
Protokole göre Ankara’da 31 çocuk evi açılmış, apartman dairesi biçimindeki her bir dairede 5-6 çocuk kalıyordu. Çocuk evi adı altında kurulan tarikat evlerinin masrafları da bakanlık bütçesinde karşılanıyordu. 
 
Bakanlık, vergilerimizden oluşan bütçeye el atma işini o kadar abartmıştı ki, Nakşibendilerin açtığı çocuk evlerinin hangi masraflarını nasıl ödeyeceğini, uzun bir listeyle belirlemişti:
- Kira, elektrik, su, doğalgaz faturalarını.
- Tarikat evinde çalışacak personelin maaşı, özlük hakları.

Tarikatçı vakıf bir zahmet evin tefriş, donanım ve boya badanasını karşılayacak.
Bir daha ve açık olarak yazayım:
Nakşibendi tarikatının vakfı olan Muradiye’nin Ankara’da devlet onayıyla açtığı evlerin sabit giderleri bizlerin vergisiyle oluşturulan bakanlık bütçesinden karşılanacak. 
 
Tıpkı, diğer bakanlıkların protokol yaptığı tarikatların diğer etkinlikleri gibi. 
 
Bu yazı, arabanıza benzin, çocuğunuza bilgisayar oyunu alırken gerici dinsel tarikatları da finanse ettiğinizi unutmayın diye yazıldı.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

3 Ağustos 2017 Perşembe

‘FETÖ’ye yarayan iklim - ÖZGÜR MUMCU

Otoriter popülist yönetimlerin millet kavramına bakışı bir hayli sorunlu. Kendinden olanı öz, hakiki millet sayıp geriye kalanı milletin dışında gören bir anlayış bu. Sadece memleketimizde değil, bu tarz yönetimlerin görüldüğü her yerde rastlanan bir özellik. İktidarı kaybetmemek için asla elden bırakılmaması ve milletten saydıkları dağılmasın diye toplumsal kutuplaşmanın sürekli körüklenmesi gerekiyor.
“Büyük gerileme” adı da verilen popülist sağ iktidarların yükselişi aynı zamanda dünyanın birçok yerinde benzer söylemlerin de yükselişi. Yepyeni bir vaziyetle karşı karşıya değiliz. 1930’ların dünyasında da sanayii devriminden sonra kültür savaşları yaşayan Batı devletlerinde de benzer bir yekdiğerini milletten saymama halini gözlemlemek mümkün.
Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi fikri bu bir devleti içten içe çürütüp yıkan sadece kendinden olanı millet görme anlayışının panzehiri. Batı’da İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan özgürlükçü ve çoğulcu demokrasilerin gücünü aldığı sosyal demokrat politikaların sağa evrilmesiyle içine girilen ekonomik kriz ve gelişen yeni teknolojilerin yol açtığı üretim ilişkilerindeki büyük altüst oluş başka bir tartışmanın konusu.

Bugün cemaatin “FETÖ”leşmesi, devlete sızarak bir darbe girişiminde bulunacak kadar gözünü karartmasına giden süreç de bu sakat “millet” anlayışının eseri.
Siyasal iktidar, milletten saymadığı hatta milletin iradesinin önünde bir engel olarak değerlendirdiği, millete yabancı unsurlar diye gördüğü toplum kesimleri ve onların bürokrasideki varlığıyla mücadele ederken “cemaat” ile işbirliği yapmıştır.
Bu işbirliğinin sebebi, toplumun yarısı dışlanırken “cemaat”in siyasal iktidar tarafından milletin bir parçası diye kabul edilmesi. Bunun en veciz ifadesini zamanında “cemaat”in faaliyetleri ile ilgili uyarıldığında “Hayır, arkadaşlarımız bizim gibi düşünüyorlar, aynı kıbleye bakıyoruz...” diyerek sayın cumhurbaşkanı vermiştir.
17-25 Aralık’tan sonra Erdoğan’ın o dönemki başdanışmanı ve uzun seneler metin yazarı Hüseyin Besli’nin Habertürk gazetesine verdiği bir röportaj da “cemaat”le ilgili hayal kırıklığının asıl sebebini gösteriyor:
“Mütedeyyin, İslamcı, muhafazakâr... Bakın ta Osmanlı’dan beri uğraştığımız bir karşı taraf olmuştur. Hep ötekidir, dışarıdadır, kendimizden olmayandır. Ama ilk kez kendi dilimizi kullanan, kendimiz gibi yaşayan, aynı mahallede oturan, aynı camiyi paylaşan insanlar söz konusu.”
Eski bir Fransız atasözü “birbirine benzeyenler bir araya gelir” der. Toplumsal ilişkilerde bu gayet normaldir. Ancak bu bir araya geliş, toplumun bir kesimini millete yabancı saymaktan kaynaklanınca, o kesimin uyarıları da dikkate alınmaz. Sonucu gördük.
Bugün MEB, Ensar Vakfı’na emanet. Tarikatlar işe alımlarda ön planda. Onlar da sayın Erdoğan’ın deyimiyle “aynı kıbleye bakanlar”.
Milletin tamamını millet olarak kabul eden, kapsayıcı bir ekonomik ve siyasi düzen kurulmazsa, iş aynı kıbleye bakanların güç için birbirini yemesiyle sonuçlanır.
Dün “FETÖ”yle, yarın “aynı kıbleye bakan” başka bir güç odağıyla. Kabul, “FETÖ” atipik bir yapılanma. Ancak bu yapılanmayı var etmese de palazlandırıp darbeye girişecek güce ulaştıran milleti sadece kendine destek verenlerden ibaret zanneden anlayıştır.
“FETÖ” bir sebep değil bir sonuç. Bu sonucu doğuran siyasi iklim ise maalesef değişmiş değil.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Laikliğin pasifi, yumuşağı, birazı olmaz - İLKER BELEK

Laikliği pasif ve dışlayıcı diye ikiye ayırıyorlar.
Dışlayıcısı Fransız orijinli ve Jakoben tarzda olanı anlamına geliyor.
Dinle anlaşmaya çalışan “demokrat” görünümlüye ise pasif laiklik deniliyor, ABD’nin bu bakımdan örnek oluşturduğu söyleniyor.
Bizde Cumhuriyet laikliği dışlayıcı türe dahil ediliyor.
Önerilen pasif olanı. Din ile laiklik anlaşsınlar, toplumsal alanları paylaşsınlar, kardeş kardeş geçinsinler, dinin radikalleşmesi böyle önlenebilir, demokrasi böyle gelişebilir deniliyor.
Bu tez bundan yalnızca dört beş yıl önce canlı biçimde tartışılıyor, önemli beğeni topluyor ve AKP’nin bu bakımdan iyi bir örnek yarattığı söyleniyordu. Cumhuriyet laikliği buyurgandı, seçkinciydi, halkı anlamıyordu.
                                                                          

                                                                       *****
Söylenenlerin yanlışlığı Türkiye laikliğinin şu anki durumuna bakılarak anlaşılabilir.
AKP özgürlükler için savaşan bir görüntüyle işe koyuldu. Asıl niyetin başka olduğu ise çok geçmeden anlaşıldı. Şimdilerde şeriat rejimine doğru yol aldığımız noktasında artık herkes hemen hemen hemfikir.
Geç ve işe yaramaz bir mutabakat.
Laiklik yumuşayınca yok oldu, yerine katı bir din iktidarı konuldu.
                                                                           *****
Laikliğin arası, ortası, pasifi, demokratı yoktur.
Bunun nedeni laiklikte değildir.
Tersine laikliği tavizsiz olmaya mecbur bırakan şey dinin karakteridir.
Din bir inanç sistemi değil, amacı toplumu yönetmek olan siyasetin kendisidir.
Sure’ler, ayet’ler, bab’lar, hadisler, vb hepsi yönetmek üzere yazılmış siyasi kurallardır.
Dini kurallar insanların neye, nasıl inanacaklarından başlayarak, topluluk halinde nasıl yaşanacağına kadar, hayatın hiçbir alanında herhangi bir boşluk bırakmayacak şekilde belirlenir.
Dinde demokrasi yoktur. İnanç emirdir.
                                                                        *****
Din ancak aklın isyanıyla geri çekilmek zorunda bırakılabilir. Aydınlanma isyandır.
Fransız devriminin yeni bir çağın başlangıcı olarak kabul edilmesi dine karşı isyanındandır. Anlaşma yolları aramış olsaydı yeni bir çağ da açılmamış olacaktı.
Dine demokrat davranıldığında toplumu yönetme işine yeniden soyunacak, cihadını yürürlüğe koyacaktır.
                                                                         *****
“İnanç özgürlüğü” denilen şey dincilerin dini rejimi tesis etmek bakımından kullandıkları takiyyedir.
İnanç özgürlüğüyle başlarlar ve her tür inancı ve düşünceyi yasaklayarak şer-i rejimlerini inşa ederler.
                                                                         *****
Laiklik “dinle devlet işlerinin ayrılması” değildir, hele hele “inançlara özgürlük” hiç değildir.
Çünkü bu ikisi de din devleti kurma riskini ortadan kaldırmaya hiç yetmez.
Laiklik dinin tüm etki ve izlerinin toplumsal yaşantıdan silinmesini amaçlayan düzenlemedir. Bu düzenlemede bireysel inançlara yasak konulmaz, ama, toplumsallaşmalarına da izin verilmez.
Laiklik, eğitimden, din derslerinin müfredattan çıkarılmasından, kadından başlamak zorundadır.
Amaç insan bilincinin özgürleştirilmesi, bilimselleştirilmesi, dogmalardan kurtarılmasıdır.
İnsan akıllı canlıdır ve dinin insan karakterinde yeri yoktur.
Özgürlüğü sağlayan şey inançlar değil, akıldır.
                                                                          *****
“Nikahı din adamları mı kıysın?” gibi konular tartışılacak şeyler değildir.
İsteyene nikahını imama kıydırma seçeneğinin sunulması laikliğin zaten olmadığının işaretidir. Şimdi seçenek diye başlarlar, çok geçmeden kural olarak dayatırlar.
Dinle ilgili konularda özgürlük olmaz, çünkü din özgürlük tanımaz. Tanrısı ile insanın kendisi arasında olması gereken dini konular ortalık yerde konuşulmaz.
Bu konuların medyada tartışmaya açılması, o tartışmalarda farklı görüşlere yer verilmesi medya özgürlüğünün değil; medyanın laikliği yok etmiş olan iktidarın borazanı haline gelmiş olduğunun göstergesidir.
                                                                          *****
Laiklik ancak sosyalist bir düzende hayat bulabilir. Bunun nedeni kapitalizmin egemen sınıfı olan burjuvazinin laiklik konusundaki samimiyetsizliği ve çaresizliğidir.
Burjuvazinin sömürmesi için din işlevsel bir araçtır.
Bu asalak sınıfın düşünce sistemi idealizmdir, idealizmin en organize hali dindir.
Aklı egemen kılmanın nesnel zemini bu nedenle sınıf sömürüsünü ortadan kaldırmaktır. Burjuva düzeninde akıl, bilim, adalet, eşitlik, özgürlük bulunmaz.
Aklın özgürleşmesi için işçi sınıfının özgürleşmesi koşuldur.
Laikliğin taşıyıcısı işçi sınıfıdır.
Laiklik mücadelesi bu nedenle sosyalizm mücadelesiyle bağlıdır.


İlker Belek / SOL

OHAL’in kaosunda palazlanan gericilik - ALİ RIZA AYDIN

Yıkıcı fırtınalara anında gerekli tepkiyi veremeyen muhalefete, yargı ve özellikle Anayasa Mahkemesi, daha sonra da İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi eklenince, sömürücü ve gericilerin “afet”i kasıp kavuruyor toplumu.

Sorun “gerekli tepkiyi vermemek” kadar basit değil tabii… Sözü edilen kurumlarla sınırlı da değil…
AKP iktidar olduğundan bu yana adım adım yerleşen gericilik, OHAL’le palazlandı, pervasızlaştı. Laiklik paramparça edildi. OHAL iyi bir araç oldu…

Rejim değişikliği yapan yeni Anayasa’nın, OHAL’in bir yılı içinde yasalaşarak şaibeli halk oylamasıyla devreye girdiğini de vurgulamadan geçemeyiz.   
  
İşsizler ve mesleksiz bırakılanlar ordusu genişletilerek hem ucuz ve güvencesiz işgücüne (buraya milyonlarla anlatılan mültecileri de eklemek gerekiyor), hem de mücadelesiz ve örgütsüz emekçi kitlesine zemin hazırlandı. Gözaltı ve tutuklamalar, korku ve sindirme, grev ertelemeler de “mücadele kırma” araçları yapıldı.

OHAL KHK’leri yayımlandığı zaman ilk bakılan, eklerinde görevden ihraç, ilişik kesme, kurum ya da kuruluş kapatma listelerinin olup olmadığı... Masumiyet karinesini ve hukuku silindir gibi ezip geçen, masalarda yaratılmış suçlular listesinde isminiz ya da tanıdık isim yoksa ufaktan bir “ohh” bile çekilebiliyor. Bu kadar basitçe kanıksandı her şey.

Arada bir de göreve iade, öğrenciliğe iade, açılan kurum ve kuruluş listesi… Hem savcı ham yargıç oldukları için, suçlanan “çok”a karşı bağışladıkları “az” da olmalı ki güç kaybı olmasın. Bir de KHK’lerde doğrudan yer verilmeyen, mesleki özelliklere göre ilgili kurumlarına ve bakanlıklara bırakılan kıyım işlemleri söz konusu.

KHK’ler, listeler dışında OHAL’le ilgili olmayan her alana el atıyor. Milli savunma, iç güvenlik, askeri okullar ve hastaneler sil baştan. Yargı, usul hukukuyla birlikte alt üst ve de OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu’yla birlikte asli organ değil, sırasını bekleyen tali organ oldu.
İhraç önlemleri, kurum ve kuruluşlara el koyma, yönetme ve devir önlemleri, kayyum ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu işleri, soruşturma önlemleri, OHAL görevlerinde sorumsuzluk, yürütmeyi durdurma kararı yasağı, pasaport ve trafik işlemleri, eğitim, iflas erteleme, kişisel veri paylaşımı, sınav, iletişim, medya hizmet sağlama,  kadro ihdası, bankacılık, ihale, sendika ve toplu sözleşme işleri, grev erteleme, sosyal güvenlik, ilk bakışta göze çarpan başlıklar… OHAL KHK’si değil, binbir surat hukuk yazıcılığı söz konusu; OHAL dönemine bağlı olarak geçici değil, kalıcı…
AKP genel başkanının “yasayla nokta”sı, artık “KHK ile nokta” oldu. Yasalar denetime tabi iken KHK’lerin denetimsiz olması tabloyu daha da vahimleştiriyor, hukuku da düzen siyaseti gibi vahşileştiriyor.

Meşruiyeti olmayan iktidara, meşruiyeti olmayan anayasanın nasip olması da sermaye memnuniyetinin ürünü. Seçeneksizlik, “yüzeysel eleştiri” ve “sorumsuzluk” arasına yerleşmiş muhalefetin de işine gelmiyor mu?

Sermaye iktidarı ile siyasi iktidar “ihtiyaç-amaç” birlikteliğinde, emperyalizmin yolunda tam gaz ilerliyor. Sürekli OHAL, sürekli baskı, sürekli sömürü…
Bu düzeni besleyecek “anayasa” da hazır, beklemede. İçinde düzeltmeler ve iyileştirmeler yapılamayacak derecede değişti, dönüştü her şey.

OHAL kaosunda palazlanan sömürü düzeni değil yalnızca. Gericilik en rahat dönemini yaşıyor ve çift yönlü çalışıyor. Laiklik ve bilim “dinsel dogmalar”la saldırı altında tutulurken, dinsellik de yaşamın her alanına yerleştiriliyor.

Bir devlette, yurttaşlık ilişkilerine, eğitime, öğrenime, sağlığa, devlete, hukuka, siyasete, ekonomiye, toplumun yaşam tarzına ve giyimine dinin yerleşmesi önlenemiyorsa; dinsel ideolojinin varlığı tartışılmaz hale getiriliyorsa ve buna halkın bir bölümünün militanlığı da ekleniyorsa “İslami faşizm” için daha ne kalmıştır geriye?

Anayasa’ya karşın kendini bu kadar rahat hisseden AKP’de midir bütün maharet?
Oğuz Oyan’ın Salı yazısında açılımını da yaparak yazdığı gibi, “AKP’nin İslamizasyon hamlelerinde kendini bu kadar rahat hissetmesinin bir nedeni de ciddi bir muhalefet görmeyeceğine inanması” değil midir?
Ve bu konuda aydınlanmayı teslim alan liberallerin maharetleri unutulacak mıdır?
Ya da sermaye sınıfının işçi sınıfını susturması için dinselliğe sarılması görmezden mi gelinecektir?    
Bu kapitalist/emperyalist sömürü koşullarında, ne yüzeysel aydınlanma mücadeleleri ne de göstermelik eşitlik ya da adalet arayışları hedefe ulaşabilir.

“Sınıf mücadelesi”nden, “sınıf temelli siyaset”ten uzaklaşıldıkça boşluğu din temelli siyaset doldurmaya, sermaye de sömürüye devam edecek. “Boyun Eğme” başlığında dediğimiz gibi “o halde sosyalizm”…

Ali Rıza Aydın /SOL

Ahmet Cemal Enstitüsü - NAZIM ALPMAN

Cep telefonuma gelen bir mesajı okuyup da acı gerçeği öğrendiğimde, çok hızlı etki eden, küçük bir operasyon öncesi iğne vurulmuş gibi oldum:
-Ahhh!
Yanımdaki arkadaş telaşla “ne oldu, neyin var?” diye sordu. Bir şeyim yoktu, ona da söyledim ve ekledim:
-Ahmet Cemal’i kaybetmişiz.
Bu sefer acıyla burkulma sırası ona gelmişti:
-Ayyy!
Sonra Ahmet Cemal üzerine karşılıklı soru-cevaplı hüzünlü bir konuşmaya geçtik. Hayır tanışmıyorduk. Ama onu iyi tanıyordum, yirmi beş yıldır Cumhuriyet’te yazdığı yazılardan ve mükemmel çevirisiyle Türkçe’ye kazandırdığı eserlerden…
Çevirmenlik mi, yoksa yazarlık mı daha zor? Yazarlar kendilerine yontarlar, okurlar ise birinci seçeneğin üzerinde dururlar. Ahmet Cemal her iki alanda da ürün vermiş biri olmasına karşın, çeviri sanki onun esas dalıymış gibi öne çıkar… Zorluk derecesi bakımından olsa gerek.

                                                                            • • •

1942 yılında doğan Ahmet Cemal, Avusturya Sankt Georg Lisesi’nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Cemal, aynı fakültede asistanlık yaptı. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde çevirmenlik dersi verdi. Avusturya Kültür Ofisi’nde basın danışmanlığı görevini yürüttü. 1980’de Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi’nde (YAZKO) genel yayın koordinatörü olarak çalıştı; YAZKO Çeviri  dergisini kurdu ve yönetti. Anadolu Üniversitesi’nde 19 yıl süreyle “Sanat Tarihi”, “Estetik”, “Kültür Tarihi”, “Metin Yazımı” ve “Metin Çözümleme”, “Temel Sanat Kavramları”, “Dünya Tiyatro Tarihi”, “Çağdaş Tiyatro”, “Tiyatro Edebiyatı” ve “Tiyatro Estetiği” derslerini verdi. İstanbul ve Mimar Sinan üniversitelerinin tiyatro bölümlerinde ve Bahçeşehir Üniversitesi’nde de hocalık yapan Cemal 2013-2014 akademik yılında da Nazım Hikmet Akademisi’nde ders verdi. 2014 Haziran’ında Akademi’den ayrılarak Moda’da öğrencileri ile birlikte Ahmet Cemal Kültür Atölyesi’ni (ACKA) kurdu.
Yukarıdaki kısa yaşam öyküsü onun ölüm haberiyle birlikte Cumhuriyet gazetesinin internet sitesinde yer aldı. Üstadın bir kendi yazdığı var. Artı TV’deki Gün Başlıyor programında İş Bankası Kültür Yayınları Editörü Ruken Kızıler okudu. Kızıler dokuz yıldır onunla editör-çevirmen ilişkisi içindeydi. Ahmet Cemal’in kendisinin yazdığı kısa yaşam öyküsünden bir bölümü şöyle:
“İkinci Dünya savaşının ortalarında doğdu. Avusturya Lisesinden sonra hukuk eğitimini tamamladı. Hayatı boyunca hukukçuluk yapmadı. Üniversite yıllarında Cağaloğlu’nda arka odaları karanlık, tozlu çevirmenlik bürolarında tapu kayıtları, diplomalar çevirerek çevirmenlik hayatına adım attı. Okumadan yaşamadığı için günün birinde edebiyat çevirmenlik hayatına başladı. Hiçbir çevirisini zamanında teslim etmedi. Hiçbir sözleşmesine bitiş tarihi koydurtmadı. Ben bitti demeden bitmez gibi asla profesyonellik ile bağdaşmayacak bir ilkeye göre yaşadı.
Moda’daki kira evinde dört duvar arasında kendi ülkesinde yaşıyor.”
Anlaşılacağı üzere Ahmet Cemal “Özgür” yaşıyordu, yani tek başına… Bunun güzellikleri yanında güçlükleri olduğu ancak yaşayarak öğrenilecek bir deneyim idi. Cemal, 20 Mart 2017 tarihli yazısı bunu kanıtlıyordu:
“Birkaç yıl önce, işim düşene kadar, benim için de “Alo 112” TV ekranlarında, canavar düdüklerinin eşliğinde beliren bir görüntüden ibaretti.
Bir binanın önüne, “
olay yerine” yaklaşan cankurtaranlar. Onların içinden sedyelerle fırlayan “Alo 112” görevlileri. Daha yardımlarına koşulanlar arabalara alınmadan başlatılan ilk yardımlar.
Heyecan verici görüntüler.
Benim için de öyleydi. Ta ki bir sabah, daha gün ağarmamışken, yalnız oturduğum evde, telefonu açıp zorla: “
Alo… sanırım bir kalp krizi geçiriyorum…” diyene kadar.
‘Lütfen sakin olun ve hemen adresinizi verin…’

Ve ardından: “Ambulansı hemen yönlendiriyorum…
Duyar duymaz inanmış mıydım acaba?
Bilmiyorum. Kesin bildiğim tek şey, bu konuşmalardan yaklaşık on, on beş dakika sonra evimin önünde bir ambulansın belirdiğiydi.
Sonra beni sedyeye yerleştirip arabaya taşıyanlar. Daha araba kalkmadan:
Lütfen korkmayın hocam, artık buradayız!” diyen sesler.
O güne kadar, “…artık buradayız!” gibi kısacık bir cümlenin böylesine güçlü bir hayat kaynağı olabileceğini hiç düşünmemiştim!”
Ahmet Cemal bu yaz başında (5 Haziran 2017) Cumhuriyet’teki köşesinde yine benzer bir yazı kaleme aldı:
“Bu yıl ölümün kıyılarına yaptığım üçüncü yolculuk.
Ve bir geri dönüş daha.
Ve yine tuhaf bir güven duygusu: “
Bu hikâye daha bitmedi…
Cankurtaranın sirenleri gecenin karanlığını yırtarken bile gücünü yitirmeyen bir duygu: “
Bu hikâye daha bitmedi…
Başlangıçta, iç dünyamda hafiften nabız gibi atarken, henüz soyut adımlarla ilerleyen bir kıpırdanış. İleriye yönelik, sanki yeterince şekillenmemiş bir köprüde el yordamıyla ilerlemeye çabalayan bir duygu: “
Daha söyleyeceklerim, söylemem gerekenler var…” 

                                                                            • • •

Ahmet Cemal ile geçen yıl (2016) İZTV’ye yaptığımız İş Bankası Kültür Yayınları’nın 60. Yıl Belgesel çekimleri için Kadıköy Moda’da öğrencileriyle birlikte kurduğu Ahmet Cemal Kültür Atölyesi’nde bir araya geldik. Bu bizim ilk bir araya gelişmizdi. Bazı insanlar uzaktan tanıyıp da sevdiği ünlü kişilerle tanışmaktan kaçınırlar. Ya benim sevdiğim gibi değilse? Ahmet Cemal tam bu kaygıların karşısında yer alan birisiydi. Daha merhaba dediği andan itibaren insanı sarıp sarmalayan bir dost sıcaklığına sahipti.
Her kelimesi bilgiye dayanıyordu. Bu kadar engin bir bilgi dağarcığının ardında ağır bir disiplin olduğu her an belli oluyordu. Titizlik konusu ise fotoğrafını görerek de anlayacağınız bir özelliği olarak öne çıkıyordu. Sevgisi ise öğrencileriyle birlikte olduğunda her şeyin üstüne çıkıyordu. Bu kısa karşılaşma bir anda yıllar öncesine dayanan bir dostluğun varlığı gibiydi. Dostuz ama sadece tanışmamışız o kadar… Kendisi hatırlayamadı ben de iftihar ettiğim anımı paylaşmıştım o gün. Benim Milliyet Pazar’da yazdığım bir yazımı değerlendiren bir köşe yazısı yazmıştı Cumhuriyet’te. Benim için ödül değerindeydi.
Daha yapacağımız birçok şey olabilirdi. Çünkü ölüm ona çok uzak duruyordu. Kalbi tekleme yapmıştı, ama ondaki yaşama isteği bunların üstesinden rahatlıkla gelebilirdi.
Biz Ahmet Cemal sevenleri böyle düşünüyorduk. O da zaten bu fikirdeydi.
Ahmet Cemal yaşadı, okudu, çevirdi, yazdı. Türkçe’ye kazandırdığı çeviri ve telif eserleriyle yaşamaya devam edecek. Bunun için sadece şunu diyebiliriz:
-Teşekkürler Ahmet Cemal, tek kişilik enstitü!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Yılmaz Büyükerşen’i halk seçti halk koruyor! - FİKRİ SAĞLAR

AKP iktidarıyla büyük sıkıntılar çeken Türkiye’nin son 15 yılında yaşama dair çok önemli bir örnek var!.
Eskişehir Mucizesi!.
Yılmaz Büyükerşen’in Büyükşehir Belediye Başkanı olması sonrası Anadolu’nun bozkırında, adeta bir vaha gibi yepyeni bir kent kuruldu.
Eskişehir, üniversite şehri iken şimdi imrenilecek bir şekilde ‘kültür kenti’ haline dönüştü.
Bir zamanlar trenlere hizmet eden insanların yaşadığı, Türkiye’nin ilk otomobili olan DEVRİM’in yaratıldığı, Anadolu Üniversitesi ile bilim dünyasına adım atıldığı ya da TSK’nin en büyük Hava Üssü nedeniyle tanındığı bir kent olmaktan öte Eskişehir, ülkemizin en çok görülmek istenen bir şehri haline dönüştü.
Yurdun dört bir yanından otobüsler dolusu insanlar, Eskişehir’i görmek, oradaki yaşamı gözlemlemek adına turistik turlar düzenlediler!.
Dönüşlerinde bu kente duydukları hayranlıkları samimiyetle dile getirdiler…

                                                                           • • •

Eskişehir yeni,gizemli, romantik ve insanları ilk bakışta kucaklayan bir kent haline geldi.
Belki de Türkiye’nin en mutlu ve rahat yaşanacak yeri oldu!..
Bu gelişmelerin tek mimarı vardı!.. O da Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen!.
Büyükerşen bugüne kadar geçen süre içinde imar planları, binaları, parkları ve her sokak başında yerleşik sanat merkezleriyle yaşanacak çağdaş bir kent yarattı.Kültür Merkezleri, salonları ve atölyeleriyle sahne sanatlarına, edebiyat ve plastik sanatlara büyük şehirler dışında ev sahipliği yaptı. Sanat festivalleriyle dünyanın ilgisini çekti!.
Porsuk Çayı ıslah edildi, üzerinde gondollar dolaştı. Hatta üzerine plajlar yapılarak, kumsallarında güneşlenen insanlara yeni bir yaşam biçimi sunuldu.
Yollar, caddeler, sokaklar, mahalleler çiçeklerle donatıldı, çevreye önem verildi.
Doğaya sahip çıkıldı. Çocuklar, gençler ve ailelere hobi bahçeleri yapıldı.
Medeni insanlara rahat ve huzurlu bir hayatın varlığı hatırlatıldı.
Emekçiler, işverenlerle birlikte yaşamanın güzelliğini tattı.
Kent kültür, sanat, estetik kenti haline dönüştü...
Üreten, yaşayan ve barışa sahip çıkan il oldu Eskişehir!..
Devletin bütün kayıtları gösteriyor ki; Eskişehir Türkiye’nin en huzurlu kenti!..

                                                                              • • •

İktidar uzun zamandır Eskişehir’in yaratıcısı Büyükerşen’in önünü kesmeye çalışıyor.
Büyüyen, cazip hale gelen, dolayısıyla değer kazanan Eskişehir, rantiye iktidarın ağzını sulandırıyor!.. Bu nedenle Büyükerşen başta olmak üzere CHP’li belediyelere rant dağıtmadıkları için diş biliyorlar.
AKP’nin yönettiği birçok kamu kurumu, Eskişehir’in gelişiminden çıkar elde etmek için türlü yollar deniyor. Kılıfına uydurup kendilerine bağlı olan değerli yerleri yandaşlarına peşkeş çekmekten geri durmuyor.
Başta TCDDY olmak üzere, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı gibi kamu kurumları belediyeleri atlayarak, kendi meşreplerine uygun çıkar mekanizmalarını kurmaya çalışıyorlar!..

                                                                               • • •

Geçenlerde korumasız dolaşan Yılmaz Büyükerşen’e bu rantiye düzenin mafyalaştırdığı kişilerce haince bir saldırı düzenlendi.
Yılmaz Büyükerşen darp edildi. Tüm Türkiye bu menfur saldırıyı lanetledi!..
Sadece Eskişehirliler değil bütün yurttaşlarımız ‘Büyük Başkana’ sahip çıktı!..
Her ne kadar failler yakalandıysa da rant ve ranta ulaşmak adına saldırganlık bizim ülkemizde suç olmaktan çıkarıldığı için, eminim ki, bir zaman sonra bu failler aramızda dolaşmaya devam ederler!..
Saldıran adamın kesinleşmiş hapis cezası almış biri olduğu söyleniyor.
Gazeteciler, yazarlar, çizerler, aydınlar yakalanıp içeride tutulurken, kesinleşmiş cezası olan kaçaklar ortalıkta rahatça dolaşabiliyor!.. Kimse de hesap vermiyor!..
Türkiye’deki adalet anlayışı da bu!..
Ayrıca devlet tek adama tabi olduğundan, onun rızası alınmadan, hiçbir vukuat da suç olarak değerlendirilemiyor!..
                                                                            • • •

Saldırı sonrası Büyükerşen, oynanmak istenen oyunu hemşerilerine veciz bir şekilde açıkladı!..
Dedi ki; “Eskişehir içinden geçen YHT’nin, yerin altına alınmasıyla ortaya çıkan 2 kilometrelik alan, yeşil alan olarak imar planına geçti. Bu hattın bakımı TCDD’ye verildi.
TCDD, alanın temizliği ve bakımında gelir kaynağı olarak kullanılmak amacıyla belediyeden, 100 metrelik mesafelerde 5 adet 20 metrekarelik büfeler yapma talebinde bulundu…
Kamu çıkarı adına bu talep karşılandı. Tepebaşı Belediye Başkanlığı büfelere ruhsat verdi.
Ancak gördük ki, büfeler TCDD tarafından saldırgan kişiye 30 bin TL’den verilmişken o kişi, bu büfeleri başkalarına 60 bin TL’ye devir etmiş. Ve TCDD yapılan usulsüzlüğü bilmesine karşın sesini çıkarmamış açıkça göz yummuş!.. Elde edilen rantı düşünün!..”
Başkan devam ediyor!.. “Büfede ne satılır? Su, meyve suyu, bisküvi, sakız satılır değil mi?.. Ancak gördük ki; o alanda kilometrelerce masa, binlerce sandalye konularak ticaret yapılıyor. Öyle ki görme engelliler için yapılan yolların üstüne dahi masa ve sandalyeler yığılmış.
Alan adeta açık kahvehane olmuştu. Yani kanunsuz bir yer haline dönüşmüştü.
Ben buna karşı çıktım...
Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç da bu duruma el koyarak ruhsatlarını iptal etmişti.
15 günlük tahliye süreleri vardı. Ancak yediğimiz bir yumruk sonrası gördüm ki apar topar kaldırılıyor. Ne yapalım Türkiye burası, oluyor böyle şeyler ama ben sizlere güveniyorum. ‘Korumasız neden geziyorsun’ diyorlar, beni Eskişehirliler korur diyorum 18 senedir. Nitekim dün de öyle oldu. Eskişehirliler hepinize çok teşekkür ediyorum.

                                                                              • • •

Bu olaya OdunpazarıBelediyesi’ni AKP’nin elinden alan ve çok başarılı işler yapan Başkan Kazım Kurt çok tepkili!..
Çıkarlarına dokunduğu için benzeri yöntemleri kullanmaya çalışanlara karşı kararlı ve cesur bir duruş sergileyen Kurt diyor ki; “Türkiye Büyükerşen’e sahip çıktı. Çok sevinçliyiz. Biliyoruz ki Adaletin olduğu yerde kaos olmaz. Bir yerde kaos varsa, kargaşa varsa adalet yoktur. Eskişehir’de kaos yaratamayacaklar!.. Hiç kimse kendi infazını kendi yapmaya kalkmamalı. Niyetlenenlerin sonu hüsran olmalı! Bu nedenle hepimiz hocaya sahip çıkıyoruz! Hepimiz adalete sahip çıkmalıyız...”
                                                                               • • •

Vahim olay sonrasında Eskişehir’i yöneten Belediye Başkanlarının gösterdiği dayanışma, şiddete teslim olmama kararlılığı ve adaletin oluşmasındaki hassasiyetin uygarca dışa vurumu, Eskişehir’in neden barış içinde yaşanılacak bir kent haline geldiğini bize çok net açıklıyor!...
Üç Belediye Başkanı da sosyal demokrat!.. Ve üçü de bu kimliklerini hiç saklamıyorlar!..
Parti bayrağını sallamaktan çekinmiyorlar. Parti programına sımsıkı bağlılar!..
Çünkü halk için mücadele veriyorlar, halkla birlikte halka hizmet ediyorlar!..
Onları birileri değil halk seçti!.. Halk seçmeye de devam edecek!..

Solcu adam ilkeleriyle özdeşleşirse, kime hizmet edeceğini, ne yapacağını ve nasıl yapacağını bilir!..

Bu nedenle ‘solcu olmak’ kolay değildir!..

Fikri Sağlar / BİRGÜN

2 Ağustos 2017 Çarşamba

AKP'de metal yorgunluğu ve cumhuriyet - OĞUZ OYAN

RTE partisinin genel başkanlığına gelmek için olağan kongreyi beklememişti, acelesi vardı. Şimdi de, partisinde ve yöneticilerinde bir metal yorgunluğu olduğu saptamasıyla, parti kadrolarında hızlandırılmış bir yenilenme sürecine girişti.
Neler oluyor?
Yorumlar daha çok seçimler ve seçim başarısını güvenceye almak üzerinden yapılıyor. Bunda gerçeklik payı yüksek, biz de benzer yorumları daha önce yapmıştık. İktidara gitmemek üzere gelmiş olan otoriter siyasetler açısından, hâlâ yapılması şart ise, seçimler mutlaka kazanılmalıdır.
AKP ise bir daha Haziran 2015 kâbusunu yaşamak istemiyor. Buna, MHP’nin bölünmesi üzerinden gelişen yeni partileşme sürecinin kendi seçmen kitlesinin altını oyabileceği hesabı da ekleniyor (Bu partinin doğmaması veya ölü doğması için elinden geleni ardına koymayacağı da açık).

Metal yorgunluğu mecazı da genelde siyasi partiler açısından yanlış sayılmaz. Türkiye pratiği de, darbelerle önleri kesilmeseydi bile, sağ partilerin belirli bir iktidar ömrü olduğunu doğrulamaktadır; 1980 sonrasının ANAP ve DYP’si bunun somut kanıtlarıdır. Bunlar,
varlık nedenlerini
/iddialarını
/kurucularını yitirince işlevlerini yitirmişlerdir.
(CHP ise ayrı bir durumdur; Cumhuriyetin kurucu partisi olarak uzun bir kalıcılığa sahip olması anlaşılır bir şeydir; 1999-2002 arasında Meclis dışında kaldıktan sonra Cumhuriyetin saldırı altında olduğu yeni dönemde Cumhuriyeti ve kurumlarını savunmak gibi yeni bir misyonla hayatiyet bulmaktadır).

AKP farklı bir sağ partidir. Yürütmede ve yasamada çoğunluğu ele geçirmekle yetinen olağan bir iktidar partisi kalıbına hiç sığmamıştır. Yargı ve ordu da dâhil devletin bütün kurumlarını, bütün iktidar alanlarını ele geçirmek üzere vücut bulmuştur. “Devleti fethetmek” de kendi başına bir amaç değildir; Türkiye Cumhuriyeti’ni ideolojisi, kültürü, siyaseti, hukuk sistemi ve toplumsal yapıları bakımından dönüştürmek üzere kullanılan vazgeçilmez bir araçtır.
Dolayısıyla, AKP’nin varlığı iktidara yapışık olmakla mümkündür. Bu nedenle her seçimin kazanılması, koalisyonların reddedilmesi, bu hedefe varmak için her türlü yolun mubah görülmesi, AKP gibi bir partinin doğasına uygundur. Kritik görülen (ve gerçekten de öyle olan) 2019 seçimlerinin hazırlıklarının bugünden başlatılması da AKP gibi bir hareket açısından olağandışı sayılmayabilir.

Ama “metal yorgunluğu” metaforunun bu kadar sık kullanılmasının, yolun devamını kendileriyle yürümeye hazır olmayanların kenara çekilmesinin bu kadar üst perdeden dillendirilmesinin bir başka anlamı daha var.

AKP gibi rejim dönüştürücü bir parti, iddiasını sürdürebilmek için sürekli olarak radikalleşmek zorundadır. Her radikalleşme hamlesi buna ayak uyduramayanların (gerek kadroların gerekse müttefiklerin) elenmesini içerir; eski kadroların yerine de daha radikal unsurların cepheye sürülmesini zorunlu kılar.

16 Nisan Referandumu sonrasında İslamizasyon hamlelerinin peşpeşe geldiği ve bunların daha da yoğunlaşmasının beklendiği bir süreçte, şimdiye kadar AKP’yi hâlâ bir sistem partisi olarak görenlerle yolların ayrılması şart olmuştur.
Artık Batı illerinde görülen melez türlerin (örneğin, içkisini de içen AKP’li yöneticilerin) ömrünü tamamladığı bir döneme girilmektedir; yaşam tarzlarına yeni ayarlar çekilecektir.
Artık Cumhuriyete ve yaşam tarzlarına dolaylı saldırılar yerine doğrudan saldırıların daha fazla öne çıkacağı bir döneme girilmektedir. AKP için önümüzdeki dönem yeni bir ideolojik-siyasi yapılanma dönemidir. Buna ideolojik hazırlığı olan partililer ve parti teşkilatları kalacak, diğerleri değişecektir. Devletteki kadrolaşma, partideki yeni kadrolaşmayla paralel götürülecektir. Partideki kadrolaşma da daha sonra 2019’daki milletvekili, belediye başkanı ve yerel meclis üyeleri bileşimine de yansıtılacaktır.

                                                                              ***

AKP’nin yeni İslamizasyon hamlelerinde kendini bu kadar rahat hissetmesinin bir nedeni de ciddi bir muhalefet görmeyeceğine inanmasıdır. Bir kere anayasaya aykırılıklardan dolayı yeni bir yargılamaya konu olması bugün için olasılık dışıdır, diğer kurumların uyarısı da artık gündem dışıdır. Ama daha önemlisi, siyasi partilerden de ciddi bir muhalefet beklemiyor oluşudur.
MHP’nin her iki kanadı da zaten dinselleştirme karşıtı bir muhalefete yanaşmayacaklardır.
HDP ise hem kendi derdiyle meşguldür hem de iktidarın kendi kitlesini din üzerinden etkilemesinden ürkmektedir. Asıl önemlisi ana muhalefettir kuşkusuz.
Ama orada da CHP liderliğinin ‘laiklik ekseninden bir muhalefet götürmek partiye seçmen kaybettirir’ tarzındaki anlayışları ciddi bir handikaptır. CHP’nin bu ürküntüsü iktidar tarafından çoktan kayda geçirilmiştir.
Böylece AKP’nin Cumhuriyete ve onun en önemli kurumuna/ilkesine saldırısının çok güçlü bir karşılık görmeden ilerlemesinin önü açık durmaktadır.
Daha önce dile getirdiğimiz bir ayırımı tekrarlayalım: Mücadeleyi salt laiklik ekseni üzerine oturtmamak doğru bir strateji olabilir; ama laiklik mevziini terketmek, saldırıya uğrayan bu mevziden de bir mücadele ekseni açmamak kesinlikle yanlıştır.
Gündemin birinci maddesine yükselmiş bulunan bu konuyu ikinci üçüncü elden anlık tepkilerle geçiştirip daha az riskli “adalet” kavramı üzerinden yeni toplantılar yapmaya odaklanmak demek, AKP’nin dinselleştirme üzerinden gericileştirme hamlelerine alan açmak demektir.
CHP’lilerin önemli bölümü kuşkusuz bu yetersizliğin farkındadır, ama mesele bu yetersizliğin Genel Merkezce “kavranılmasını” sağlamak ve acilen harekete geçilmesinin yollarını bulmaktır.
CHP yönetimi, bu konuyu MYK, PM, Meclis Grubu ve İl Başkanları toplantıları kapsamında enine boyuna tartışmakla yükümlüdür.

                                                                            ***

Cumhuriyete saldırı denilince, Cumhuriyet Gazetesi’ne saldırıdan söz etmemek olmaz. Yönetici ve yazar-çizerlerinin bir bölümünün özgürlüklerine kavuşmasını sevinçle karşıladığımızı, rehin tutulanlara ilişkin olarak dayanışma duygularımızı bir kez daha ifade ettiğimizi öncelikle belirtelim.

Feto örgütü ile AKP’nin ortaklaşa yürüttüğü önceki davalarla, iddianame uydurukluğu, hükümlerin peşinen verilmiş olması, tutuklamaların fiili cezalandırma aracı olarak kullanılması bakımından bir farkı olmayan Cumhuriyet Gazetesi davası, aynı zamanda medyanın sindirilmesinin de gösterişli bir aracıydı.
Faşizmin kök salma araçları olmak bakımından da önceki davaların uzantısında olan bu davanın sanık sandalyesine oturttuklarının savunmaları da, Ahmet Şık gibi meydan okumayı seçenlerinki başta gelmek üzere, yürekliydi.
Bu davanın iddianamesinde Cumhuriyet Vakfı davasından gelen argümanların kullanılması (bu argümanların AKP yargısına birilerince servis edilmesi ayrı bir rezalettir), gazetenin çizgi değiştirmekle suçlanması vs., hukuk tanımayanların gülünç yöntemlere başvurmaktan kendilerini alamadıklarının yeni bir kanıtıydı. (Kaldı ki, Cumhuriyetin liberalleşme yönündeki çizgi değişikliği, eğer zamanı tutturulabilmiş olsaydı, örneğin 2010 sıralarına denk gelmiş olsaydı, iktidarın pek işine de gelebilirdi!). (Bu arada tüm yeni katılanlara haksızlık etmeyelim; aralarında konusuna hâkim ve Cumhuriyet için gerçek bir kazanım olan Ceyda Karan gibi yazarlar da var).

Aslında radikal-liberal kadrolardan “Can Dündar’ın Cumhuriyeti”ne yapılan takviyelerden en köşelisi olan Nuray Mert, tam da davada tahliye kararlarının açıklanması beklenirken yazdığı ve Lozan’ın yıldönümüne denk getirdiği “Yeni Türkiye’nin tarih yazımı” yazısında, içerdeki meslektaşlarıyla dayanışmaktan ziyade onlara bir bakıma ihanet etmekle meşgul oluyordu.
Bu yazısının en çok tartışılan bölümü, evrim kuramını “bir akıl yürütme biçimi” olarak değersizleştirmeye çalışması ve iktidarın bu kuramı müfredattan çıkarmasına arka çıkmasıydı. Anti-kemalizm ve anti-pozitivizmin (ve dolayısıyla İslamcı iktidarın) sularında gezinmeyi pek seven bu radikal liberal şahsiyetin zırvalarıyla uğraşmaya doğrusu değmez.
Cumhuriyet içinden köşe yazarları da zaten, bu kişinin düşüncelerini özgürce ifade etme hakkı olduğunu ama bunun yerinin Cumhuriyet olmadığını açıkça yazıp duruyorlar. Muhtemelen Mert’in Cumhuriyet bünyesinde köşe tutmasının son günleri de yaşanıyor olabilir. Zaten kendisi de bu süreci hızlandırmak istiyor olabilir.
Ama yazısının evrim teorisinden daha önemli bölümü yazısının başlığındaki konuydu. Yazıda, “Şimdi iktidarda olanlar, aslında Kemalizmin tam karşıtı bir alternatif tarih yazımı geleneğinden geliyorlar ama hâlâ bu tarih anlatısını resmileştirmeye girişemediler” (…) hatta bu anlatıyı “bir türlü açık açık savunamıyorlar” (…) “Benim asıl merak ettiğim, diyor, neden ‘Yeni Türkiye’nin kurucularının ‘tarih’ anlayışının bir türlü netlik kazanamayıp, müfredatın bu yönde değiştirilme çabasına girilmediği konusu. Malum, her yeni rejim kendi dünya görüşüne, ideolojik çerçevesine temel teşkil edecek bir tarihsel anlatıda ısrar eder”…

Şimdi bu yazı aslında iktidara yazılmış bir dilekçedir; bir göreve talip olma yazısıdır. Eleştirilere ayetli yanıtı da, ‘yeterince açık olamadım mı’ hatırlatmasıdır. Hâlâ anlamayanlara da biz anımsatmış olalım. 

Oğuz Oyan / SOL

Akşener'le Erdoğan aynı partinin üyesi - ÖZGÜR ŞEN

Meral Akşener kendisini Türk milliyetçisi ve ülkücü olarak tanımlıyor. Pek çok farklı partide siyaset yapmış olması ve hatta bugün “merkez sağ” bir parti kurmak için yola çıkmış olması bu tanımlama ile çelişmiyor. Tam tersine Akşener'in politik geçmişi Türk milliyetçiliğinin siyasi reflekslerinin nasıl biçimlendiğinin bir özeti adeta...

Aileden MHP'li ve ilk gençliğinden bu yana ülkücü camiayı çok iyi tanıyan Meral Akşener'in meclise ilk kez DYP'den girmesi ve Türkiye'nin en karanlık dönemlerinden birisinin hemen ardından, 1996-97 yılları arasında Erbakan liderliğindeki kabinede İçişleri Bakanlığı görevini üstlenmesi yalnızca milliyetçiliğin Türkiye sağının içindeki yerine dair ipuçları içermiyor. Bu koltuğu sermayedarların karşı devrimci örgütlerinde hep üst düzey görevler üstlenmiş Mehmet Ağar'dan devralan Akşener'in siyasi gezintisi Türkiye sağının farklı eğilimlerinin birbirinden hem tabanda hem de tavanda birbirinden tamamen ayrılmasının olanaksız olduğunu gösteriyor.

Aynı Akşener AKP'nin kuruluş çalışmalarına da katılıyor örneğin... Erdoğan ve ekibiyle anlaşamayınca da soluğu baba ocağı MHP'de alıyor. Ta ki yollar bu defa Bahçeli'yle ayrılana dek. Bu defa Bahçeli'nin Erdoğan'ın ekibinde yer almasıysa tabloyu tamamlıyor.

Akşener'in yolculuğunun ona has olduğu düşünülmesin. Çok eskiye gitmeye gerek yok, 1980 sonrasında önce ANAP'ı, sonra DYP'yi taşıyan kadroların önemlice bir bölümünün milliyetçi ve gerici kökenleri olduğu kolaylıkla hatırlanabilir. 2002'den sonra aynı alanı kaplayan AKP de aynı havuzdan beslenecektir.

Türkiye sağı bir büyük tek partidir aslında ve hep iktidardadır. Sağ parti milliyetçi, gerici ve liberaldir. Bu eğilimleri birbirine bağlayan düzenin selametidir. Bu düzeni sürdürmek için ise sol ve işçi düşmanlığı yapmak şarttır.


Türkiye'de düzenin ihtiyaçları, bu partinin ortak eğilimlerinden hangisinin ağır basacağını belirler. Tersi de doğrudur; Türkiye sağının yönelimlerinden Türkiye'de düzenin o gün için neye ihtiyaç duyduğu anlaşılabilir.

Türkiyeli patronların tercihleri ve düzenin ihtiyaçları nedeniyle son on beş yıldır Türkiye sağının hakim partisi ve eğilimi ağır İslamcı tonlar içeriyor. Patronlar öyle istediği için, dünya kapitalizminin gidişatı bunu gerektirdiği için Türkiye derin bir İslamcı karanlıkla boğuşuyor.

Üstelik bu karanlığın izi yine Türkiye sağının tarihi vesilesiyle geriye doğru sürülebiliyor. Türk milliyetçiliğinin 60'lardaki girdiği İslamcı yönelim, 80 darbesiyle resmi ideoloji konumuna yükselen Türk-İslam sentezi, '80'den sonra liberalleşmeye paralel adım adım yükseltilen İslamcı hareket, '90'larda her zaman hazırda ve yedekte bekletilen islamcı yanı ağır basan Türk milliyetçiliğinin sahne alması ve en sonunda AKP iktidarı...

Şimdi Türkiye sağına dair tartışma yeniden alevleniyor. Bahçeli ve Akşener'in şahsında ikiye bölünmüş milliyetçilik, Erdoğan'ın ve AKP'nin geleceğine dair yapılan kurgular Türkiye'de düzenin kendisine bir yol aradığını gösteriyor.

Bahçeli çizgisi açıkça AKP'ye yedeklenirken, Akşener'in milliyetçiliği gericilikten değil ama AKP'nin İslamcı hattından ayırma çabası patronların da kafasının karışık olduğunu ispatlıyor. Tüm dünyanın kafası karışmışken, kapitalizm derin bir krizin pençesinde küresel olarak kendisine yol ararken kafalar nasıl karışık olmasın... Türkiye'de düzenin tarihsel olarak aldığı tüm büyük virajlarda, köklü rota değişikliklerinde Batılı merkezlerin imzası varken, kapitalizmin merkezinden net bir işaret gelmedikçe de kararsızlık devam edecektir.


Belli ki ortada bir karar yok, ama bir arayış var. Bu arayış da elbette Türkiye sağının temel karakterine uygun olacak. Türkiye'nin geldiği noktayla uyumlu gerici, piyasacı, milliyetçi bir arayış bu. Ama bu eğilimlerden hangisinin daha ağır basacağı veya aynı eğilimlerin nasıl tonlar taşıyacağı konusu belirsizliğini koruyor.

Kararsızlıktan ve arayıştan ise doğal olarak uzun yıllardır iktidar koltuğunda oturan Erdoğan ve partisi AKP faydalanıyor. Başka bir karar ve alternatif çıkmadıkça, düzen bir boşluğa tahammül edemeyeceği için geçmiş bir kararı temsil eden AKP yola devam ediyor.

Türkiye'de patronlar ve düzen bir yol arıyor... Bununla bağlantılı olarak Türkiye sağı tartışıyor... Türk milliyetçiliği sınıfsal bir refleksle bölünüyor... Akşener milliyetçiliği AKP çizgisinden bağımsızlaştırmaya çalışırken, düzenin muhtemel farklı bir yönelimine uygun pozisyon alıyor... AKP Türkiye sağındaki hakimiyetini ve dolayısıyla iktidarını kaybetmemek için uyanık davranıyor...
Bunların hepsinin Türkiye sağının iç tartışmaları ve aynı partinin yönelimleriyle ilgili olduğunu görmek istemeyenler sağın iç tartışmalarından heyecanlanıp AKP'ye karşı sağdan müttefik arayabilirler. Oysa bu kararsızlık ve yönsüzlük hali, sağdaki tartışmaya değil, solun kendi olanaklarına bakmayı zorunlu kılıyor.

Siyasette ve toplumsal yaşantıda tamamen gözden çıkarılmış bir sınıf Türkiye'de sesini arıyor. Bu sınıf sağın gerçek düşmanı ve panzehiri... Onu alt edebilecek tek güç aynı zamanda. Sağdaki yeniden yapılanma işaretleri uzun zamandır hiç sesi çıkmayan bir kesimi, Türkiye işçi sınıfını siyasete çağırıyor.

Özgür Şen / SOL