9 Eylül 2017 Cumartesi

Türkiye’yi krize götüren isim istifa etti - ÖZLEM YÜZAK

‘Yanlış reçete vermişim’ dediği çapalı kur sistemiyle 2001’deki krizin mimarıydı.
Kimi çevrelere göre çağımızın en meşhur ekonomistlerinden biri... Kimilerine göre şişirilmiş bir isim... Fed’in şahin kanadından ve 2 numaralı adamı... 4 gün öncesine kadar istifasını verdi ve arkasında pek çok soru işareti bırakarak ani bir kararla Fed’in başkan yardımcılığı görevinden ayrılacağını açıkladı. 


Biliyorsunuz Amerikan Merkez Bankası (Fed), finans dünyası için büyük önem arz eden ve Amerika Birleşik Devletleri’nin para politikalarından sorumlu kurum. ABD Başkanı Donald Trump’a gönderdiği istifa mektubu ile piyasaları şaşkına çeviren bu kişi 73 yaşında Stanley Fischer. Türkiye’nin IMF’ye göbeğinden bağlı olduğu dönemde gazetelerin manşetlerinden inmeyen isimdi.
MIT’de ekonomi profesörlüğü yaptığı dönemde birçok ünlü ismin de hocalığını üstlendi. Eski Fed Başkanı Ben Bernanke, şimdiki Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi, eski ABD Hazine Sekreteri Larry Summers öğrencilerinden bazıları. Zambia’da doğan, Yahudi kökenli bu ABD’li ekonomist 1990’lı yıllardan itibaren küresel finans piyasalarında önemli görevlerde bulundu. Dünya Bankası Baş Ekonomistliği, IMF Başkan Yardımcılığı, İsrail Merkez Bankası Başkanlığı ve son olarak da FED Başkan Yardımcılığı... 

Yanlışını geç anladı
Fischer’i Türkiye’nin bir kesimi “kurtarıcı” olarak bağrına bastı. Ancak IMF Başkan Yardımcılığı yaptığı dönemde uyguladığı makro ekonomik program ile Türkiye’yi 2001 krizine sürükleyen kişi oldu. Kendisi de 2006 yılında İsrail Merkez Bankası Başkanlığı yaptığı dönemde bir konuşmasında “Türkiye’ye kriz zamanında yanlış reçete vermişiz” itirafında bulunmuştu.
Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi olarak değerlendirilen 2001 ekonomik krizi ya da “Kara Çarşamba”, aynı zamanda büyük bir devlet krizine de sahne olmuştu. Binlerce işyerinin kapandığı ve yaklaşık bir milyon insanın işsiz kaldığı “Kara Çarşamba” siyasi aktörlerin neredeyse hiçbir şey yapamadıkları da bir dönem olmuştu. Memur maaşlarının ödenebilmesi için IMF’den borç istenmiş, o dönem IMF Başkanı Stanley Fischer, yaptığı açıklamalarda “Gerekirse devalüasyon yapın, ek veya sıcak para da beklemeyin” şeklinde ifadeler kullanarak Türkiye hükümetinin iyice köşeye sıkışmasına sebep olan açıklamada bulunmuştu. Krizi atlatmaya çalışan hükümet, 22 Şubat 2001’de olağanüstü zirve düzenlemiş, ekonomik programın titizlikle sürdürüleceğini bildirmişti. Zirveden çıkan diğer kararlara göre THY ve Telekom özelleştirilecek, dalgalı döviz kuru uygulanacak, çalışanlar enflasyona ezdirilmeyecekti. Fakat ne bu zirvelerde alınan kararlar ne de Kemal Derviş’in Dünya Bankası’ndan Türkiye’ye transferi durumu düzeltmeye yetmiş, yaşanan krize çare olmuştu. Türkiye, MGK toplantısında “Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’a anayasa fırlatmasını kaldıramamış”, tarihinin en büyük ekonomik ve siyasi krizini yaşamaya başlamıştı.
Zaten hemen ardından da Fischer “Asya’da mali politikaları yanlış dizayn ettik” diyerek görevinden istifa etmişti...

İstifa Trump’ın işine yarayacak
Gelelim yine bugüne... Fed’in bu önemli isminin ayrılmasının sonuçları ne olacak? Örneğin faiz kararlarında oy dengesini değiştirecek mi? Dile getirilen konulardan biri Fischer’in istifasının Trump’a Fed’i istediği gibi dizayn etme imkânı verdiği şeklinde. 13 Ekim’den itibaren geçerli olacak istifa ile Fed’deki boş koltuk sayısı 4’e çıkmış olacak. Tabii görev süresi şubat ayında sona erecek olan başkan Janet Yellen’in akıbeti de belirsiz. Trump’ın söylemi, şirketlerin rekabet gücünü artırmak için doları zayıflatacak politikaları yaşama geçirmek. Doların güçlenmesinin önüne geçmenin yolu da faiz politikasından geçiyor. Dolayısı ile önümüzdeki süreç sadece ABD’yi değil dolaylı olarak küresel ekonomiyi yakından ilgilendiriyor.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Arslan’ın selamı - ÖZGÜR MUMCU

Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın 30 Ağustos resepsiyonunda cumhurbaşkanı önünde eğilip eğilmediği bir hayli konuşuldu. Tartışmalı bir ofsayt pozisyonu incelenir gibi video kayıtları ağır çekimde izlendi. Gönyelerle, pergellerle açı hesabına girildi. Sayın Arslan eğildiğini reddetti. İktidara yakın yazarlar meseleyi “imam hatip mezunu taşralı bir gencin mahcubiyeti” diye açıklamaya gayret etti. 

 
Adalet yok olunca, işte böyle baş selamlarının açısında hukuku aramaya çalışıyoruz. Sayın Arslan’ın fiziken eğilip eğilmemesi çok da önemli değil. Asıl önemli olan bir hâkimin, insan haklarına dayanan hukuk devletinin korunması, mülkün temeli olan adaletin sağlanması konularında iktidarın önünde eğilip eğilmemesidir. Sayın Anayasa Mahkemesi Başkanı, mahkemenin diğer üyeleriyle beraber bu konularda çoktan eğilmiş durumdadır. Bunu anlamak için de fotoğraf karelerine ya da ağır çekim video kayıtlarına ihtiyaç yoktur. 
 
Hâkimler kararlarıyla konuşur denir. Sayın Arslan ve arkadaşları kararlarıyla konuşmuş ve OHAL KHK’lerinin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenemeyeceğine hükmederek iktidar karşısında çoktan eğilmiştir. Hem de yerlere kadar uzanarak belden eğilerek ve dizleri kırarak selam vermişlerdir. 
 
Anayasa Mahkemesi, anlaşılmaz bir gerekçeyle içtihadını değiştirmiş ve OHAL KHK’leriyle ne istenirse yapılabilecek keyfi bir rejimin kapılarını ardına kadar açmıştır. Yarın çıkacak bir KHK, sayın Arslan’a resepsiyonlarda esas duruşa geçme zorunluluğu getirse, bu düzenlemeyi denetleyebilecek yargısal bir yol yoktur. O sebeple selam verdi, vermedi tartışmasının da Anayasa Mahkemesi’nin de pek bir anlamı yok. 
 
Oysa böyle miydi? Sayın Arslan kendini özgürlükçü bir hukukçu zannederek bu yaşına kadar gelmişti. Kim bilir Anayasa Mahkemesi’ne seçilmese ve bu zorlu kararı vermek zorunda kalmasa öyle zannetmeye de devam edecekti. İnsanların kendileri hakkındaki kanaatleri hayatın getirdikleriyle sınanmadan değer kazanmaz. 
 
Geçen gün, Ankara Üniversitesi’nden Yard. Doç. Kerem Altıparmak, sayın Arslan’ın hukuki bir makalesini hatırlattı. Sayın Arslan, 2007’de “İfade Özgürlüğü: İlkeler ve Türkiye” isimli kitapta yer alan makalede OHAL KHK’lerinin denetlenmemesinin “hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayacak şekilde, yargının paranteze alındığı bir siyasi rejimi” doğurabileceğini belirtmiş.
Herhalde “liberal” olmanın pek revaçta olduğu o günlerde bu satırları yazmasının üzerinden 10 sene geçmeden “yargının paranteze alındığı bir siyasi rejimin” ebelerinden biri olacağı aklından geçmezdi. 
 Ancak insanların ilkeleri kâğıt üzerinde savunmasıyla, gerçekten savunması arasında bir boşluk var. Sayın Arslan maalesef o boşluğa düşmüş, kendi ilkelerini, kendi yazdıklarını paramparça eden bir karara imza atmıştır. Hâkimler kararlarıyla konuşuyorsa sayın Arslan da çoktan konuşmuştur.
Yani içi rahat olsun. Memleketimizin hukuk tarihine verdiği baş selamından çok kendi kendini yalanlayan, ilkesiz hukuki muhakemesiyle geçecektir. 
 
İnsanlar kendilerini kriz anlarında tanır. Anayasa Mahkemesi Başkanı da bu süreçte kendiyle yeniden tanışmıştır. 

Kendi kendine selam verebiliyorsa, sorun yok.

ÖZGÜR MUMCU / CUMHURİYET

Gazeteciliğin en ŞIK halleri... - L. DOĞAN TILIÇ

Pazartesi günü, Silivri’de Cumhuriyet’ten meslektaşlarımızın ikinci duruşması yapılacak. İlk duruşmada G. Öz, M. Kart, B. Utku, H. Kara, Ö. Çelik, M. K. Güngör ve T. Günay tahiye edilmişti. Akın Atalay, Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Ahmet Kemal Aydoğdu ve Ahmet Şık hala tutuklular.


Bu arkadaşlara yönetilen suçlama akıllara ziyan: “PKK/KCK ve FETÖ/PDY terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek!”“Soğuk Savaş” kavramını ilk kullananlardan ABD’li gazeteci-yazar W. LipmannGazetecilikte doğruyu söylemekten ve şeytanı utandırmaktan daha yüce bir yasa yoktur” demişti.

Şeytanlar utanmaktan çoktan uzaklaştı ama gazeteciliğin o “yüce yasa”sını kılavuz edinmiş gazeteciler var!

Gandi’nin; “Gazetecilik asla bencil amaçlar için, sırf hayatınızı kazanmak için ya da daha kötüsü küpünüzü doldurmak için kötüye kullanılmamalıdır” sözünü kulaklarına küpe etmiş gazeteciler var!

Birkaç yıl önce yaşama veda eden ünlü Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas gibi “zor soruları sormanın saygısızlık olmadığını” bilen ve en zor soruları her Saray’da sorabilecek cesur gazeteciler var!

Hiçbir dürüst gazeteci kendisini ‘iliştirilmiş’ olarak tanımlamayı istememelidir. İliştirilmiş gazeteci olmak, iktidar propagandacısı olmaktır”ı daha Chomsky’den duymadan içselleştirmiş gazeteciler de var!

Var; gazeteciliği en “Şık” haliyle yapanlarımız var! Kimileri içeride kimileri işsiz!
Yukarıda ismi yazılanlar sadece bazıları. 150, 160, 170… Hapisteki gazetecileri saydığımız, dünyanın en büyük “gazeteci hapishanesi” sayıldığımız günlerdeyiz. 90’larda “dünyanın çok gazeteci öldürülen ülkesi”yken, “dünyanın en çok gazeteci hapsedilen ülkesi”ne terfi ettik!

Balzac’ın “Gazeteler insanlara düşüncelerinin gölgelerini satan dükkanlardır” dediği günleri mumla arıyoruz; medya denilen bizim devasa süpermarketlerde bir tek insanın düşüncesi satılıyor!
Dünyanın önde gelen savaş muhabirlerinden CBS’in efsane habercisi Eric Sevareid, 1992’de ölümünden çok önce bugünümüzü görmüş ve “Haber medyası ne kadar büyürse cesareti ve özgürlüğü de o kadar azalıyor. Büyüklük zayıflık demek” demişti.

Gazeteciliğin en “Şık” halini kapı önüne koyan o en büyük ve en şık medya plazalara bakın; göz kamaştırıcı ihtişamları içinden Sevareid’in siluetini göreceksiniz.

Yazının ilk cümlesinden beri “gazeteci” deyip duruyorum, ancak sözlerim sadece gazetecilere değil, daha çok gazeteci olmayanlara!

Gazetecilik gazetecilerden çok sıradan insanların meselesi aslında ve onlar tıpkı ekmeklerinden gramaj çalınmasına, sütlerine su katılmasına itiraz ettikleri gibi gazeteciliğin en “Şık” halinin hapsedilmesine, susturulmasına itiraz etmezlerse kaybeden de gazetecilerden çok vatandaşlar olacak, oluyor!

Birleşik Haziran Hareketi, bugün Ankara’da ODTÜ Mezunları Derneği Vişnelik Tesisleri’nde Laik Eğitim Kurultayı topluyor. Laik ve bilimsel eğitimi yitirmek, sizin bizim hepimizin, bütün yurttaşların ve ülkenin geleceğini zifiri karanlığa mahkum etmek demek.
Gazeteciliğin en “Şık” hallerini kapı dışarı etmiş, çok şık çok ışıklı medya plazalardan bu çığlığı duymuyorsunuz!

Doğruyu söyleyen, cesur sorular soran gazetecileri kaybettiğimizde, hepimizin içinde soluduğu özgürlüğü ve demokrasiyi de kaybediyoruz.

O yüzden, onlar için değil asıl kendiniz için; gözünüz, kulağınız, hatta gövdeniz Silivri’de olsun Pazartesi günü. Ve İstanbul’dan Diyarbakır’a; yarın, öbür gün, daha sonraki gün, nerede yargılanıyorsa “Şık” halleri gazeteciliğin, orada olsun.

Demokratik bir toplumda yaşamak ve başına bir bela geldiğinde sesini duyuracak birileri olsun isteyen her vatandaş için, gazeteciliğin savunulması yalnızca gazetecilere bırakılmayacak kadar önemli bir meseledir!

Adalet arayışındaysanız şimdi, bir parça mutluluk arayışındaysanız, bilin ki “Adalet ancak hakikatten, saadet ancak adaletten doğabilir.” Gazeteciliği hep birlikte savunmazsak, hakikati ve saadeti asla bulamayacağız!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Kimi soracaklardı Pamuk? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un, Fransız gazetesi Libération’a verdiği söyleşideki sözlerinden öğrendim siyasettten ne kadar hoşlanmadığını. Oysa tam tersini düşünüyordum, demek yanılmışım. En azından Gezi Direnişi sırasında yaptığı açıklamalarında “gırtlağına” kadar siyaset yaptığını da bildiğim için, özellikle Erdoğan destekçiliği söz konusu olduğunda pek bir siyasi bulurdum kendisini. Ciddi olarak yanılmışım meğer. “Siyasetten hoşlanmıyorum” diyorsa hoşlanmıyordur gerçekten de. Koca romancı, yalan söyleyecek değil herhalde.


Liberation’daki söyleşide kendisine Erdoğan’ın sorulmasına “Altı yıl boyunca çalışıyorsun, 650 sayfa yazıyorsun ve ilk soru Erdoğan oluyor” sözleriyle tepki göstermesine hak vermeyi çok isterdim doğrusu. Ama böyle bir sorunun sorulması gereken zatlardan biridir Pamuk. Çünkü daha önce yaptığı bir dolu açıklamada Erdoğan hakkında görüş bildireceklerden biri olarak tanınmıştı bile çoktan, en az romancılığı kadar.

Bilmiyorum 2003 yılında kaç sayfalık bir roman üzerinde kaç yıl uğraşıyordu ama Alman Die Welt gazetesine Erdoğan güzellemeleri yapacak zaman bulabilmişti: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan göreve geldikten sonra, Batı’ya karşı düşmanca bir tavır ortaya koymadı. Kendisinden öncekilerin aksine, Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırmak için çok sayıda yasa çıkardı. Erdoğan’ın, asıl siyasi düşüncesini gizlediğini ve günün birinde Türkiye’yi tümüyle dinin kucağına atacağını sanmıyorum. Eskiden dinciler gibi bazı söylemleri vardı, ancak son 10 ay içinde gerçekleştirdiklerini, kendisinden öncekiler 10 yıl içinde başaramamışlardır”.

Yazdığı romanından başını kaldırıp, bu lafları ettikten sonra yeniden romanına döndüğü o mutlu zamanlarda ettiği laflar bunlar. O yıllarda roman yazmanın telaşıyla geleceği öngörememiş olabilir Pamuk. “Günün birinde Erdoğan’ın Türkiye’yi tümüyle dinin kucağına atacağını sanmıyorum” deyişini anımsadıysa eğer Liberation muhabiri Erdoğan’ı sormasın da ne yapsın şimdi?

Nobel almasını değerli buldum ben Orhan Pamuk’un. Ülkemizden kim alsa önemserdim. Nobel çok önemli olduğundan değil, ama kabul edelim ki Nobel büyük bir dil borsası. Pamuk sayesinde dilimiz Türkçe bu borsada yer alabildi. Necip Mahfuz kazandığında da aynı şeyi Arapça için düşünmüştüm. Ermeni ya da Kürt bir yazar kazansa aynısını yazdıkları diller için de düşünürdüm. Bu nedenle Pamuk’u yabana atanlardan değilim. Ama ona kırgınlığım elbette büyük. Gezi Direnişi sırasında yine yabancı dergilerden birine yaptığı bir açıklamayı anımsıyorum. Gezi neden oldu gibi bir soruya verdiği karşılık “refah düzeyi yükseldikçe toplumlarda bu tür hareketlilikler görülür” türünden bir karşılıktı. Türkçesi “rahat battı”dır bunun. İçinde Erdoğan’a, AKP’ye ülkeyi refaha kavuşturmuş olmalarından ötürü bir övgü saklıydı bu yanıtta. Üzerinde saatler harcadığı romanından başını kaldırıp bunu söyleyecek zamanı bulabildiği dönemlerden kalma vecizelerindendir bu da. Unutmamıza olanak yok.

O nedenle ne yüzle kendisine Erdoğan’ın sorulmasından yakınır anlamak zor benim açımdan. Gezi’ye ilişkin bu açıklamadan haberi varsa eğer Liberation’un muhabiri, bugünkü haksızlıktan, hukuksuzluktan, adaletsizlikten, ayrımcılıktan, nefret dilinden, kavga ortamından, ülkedeki “refahtan sorumlu” Erdoğan’ın payı var mı diye sormasın mı yani? Kibar davranmış muhabir. Ben olsam , ne de olsa Ortadoğululuk var, tek tek anımsatır, o ettiği lafları yuttururdum Pamuk’a. “İki laf et, bir şey söyle” diye.

Bu ülkenin tüm aydın birikimini mezarötesi anlayışlara kurban eden tutumlara destek ver,”demokrasi benim için tramvaydır, uygun durakta ineceğim” diye dürüstçe niyetini söyleyen adamdan “ülkeyi Batı’yla bütünleştirecek” politikalar bekle, Gezi’yle, Gezi’de canı yananlarla alay edercesine “refah toplumu”nda olan patlamalardandır diye dalganı geç, birileri de “ee ne oldi?” diye sorunca da “romanımı değil Erdoğan”ı soruyorlar” diye ağlaş.

Erdoğan’ı övmekten aklına gelip de anlattın mı ki, romanını sorsunlar sana Orhan Pamuk!

Şuna “söyleyecek lafım yok” de.

Sonra da sus.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

8 Eylül 2017 Cuma

Fakıbaba mayınlı tarlada ne kadar ilerleyebilir? - ÖZLEM YÜZAK

Yıl 2011: Diyarbakır’da yeşil kart almak isteyen kimi öğrenci, kimi işsiz ama çiftçilikten hiç anlamayan yüzlerce kişi adına sahte başvurular yapan kişi ya da kişiler Tarım Bakanlığı’ndan 14 milyon liralık hububat ekim desteği aldı.
Tarım müdürlüklerinden de bazı kişilerin yolsuzluğa karıştığı belirlendi. Diyarbakır ve Mardin’de 3 tarım müdürü açığa alınırken bir görevlinin işine son verildi. 
 
Yıl 2012... 200 bin hayali hayvan üzerinden 10 milyon liralık destekleme ve sıfır faizli kredi alındığı ortaya çıktı. 10 ilde (Balıkesir, Karaman, Aydın, Afyon, Bursa, Gaziantep, Isparta, Uşak, Niğde ve Isparta) eşzamanlı olarak yapılan “Mavi Vurgun” isimli operasyonlarda 44’ü gıda, tarım ve hayvancılık müdürlükleriyle bir kamu bankasının çalışanları olmak üzere 85 kişi gözaltına alındı. Operasyonda ilginç ayrıntılar da ortaya çıktı: Gerçek işletmelere hayali hayvan girişi yapıldığı, hayali işletmelere hayali hayvan girişi yapıldığı, işletme sahiplerinin bilgisi olmadan girişini yaptıkları hayali hayvanları özel bir yöntem ile sistem üzerinde gizledikleri, başkasına ait olan canlı hayvanı gizlice usulsüz bir şekilde kendi üzerlerine aldıkları, yine başkasına ait ölmüş ve kesilmiş olan hayvanları gizlice kendi üzerlerine geçirme veya başkasına ait ölmüş veya kesilmiş hayvanları tekrar canlandırarak kendi üzerlerine geçirdikleri, birden fazla işletmeye girişini yaptıkları hayali hayvanları daha sonra tek bir işletmede veya birden fazla işletmede topladıkları, gerçeğe aykırı suni tohumlama belgesi düzenledikleri, hayvanların ırkını ve cinsiyetini değiştirdikleri ortaya çıktı. 
 
Yıl 2014... Kayseri’nin Felahiye ilçesinde Tarım Kredi Kooperatifi’nin muhasebe bölümünde çalışan bir kişinin, kredi kullanmayan çok sayıda köylüyü kredi kullanmış gibi gösterip yaklaşık 10 milyon TL dolandırdığı ortaya çıktı.
Felahiye Tarım Kredi Kooperatifi’ne üye olan yaklaşık 300 köylüye borç yazısı gönderip kayıplara karıştığı öğrenilen Yusuf Metin Karanfil isimli personelin, abdest alıp namaz kıldığı, tüm dini vecibelerini yerine getirdiği için de köylülerin güvenini kazandığı öne sürüldü. 
 
Yıl 2015... Balıkesir’e bağlı Kozören köyü. Köyün ileri gelenlerinden hatta işleri büyütüp siyasete de soyunan bir aile. Aile Hazine’den yıllar önce 169 dönüm arazi satın alıyor. Ancak ekip biçme falan yok. Köyün muhtarı ekip biçiliyor diye mührü basıyor. Tarım müdürlüğü onaylayarak imzayı atıyor. Ve aileye tarım desteği çıkıyor. Köylü şikâyet edince iş ortaya çıkıyor. Çıkıyor ama bir yandan da örtbas edilmeye çalışılıyor. Aile sadece bir yıl dolandırıcılıkla prim almış gibi işlem yapılıyor.
Tarım ve Hayvancılık Bakanı Eşref Fakıbaba göreve gelir gelmez önemli bir konuyu gündeme getirdi. Usulsüz fatura ile destekleme primi alıp yolsuzluk yapanları uyarıp, “Erkek olan şimdi yolsuzluk yapsın, göreyim bakayım” dedi. Böylece mayınlı alana da girmiş oldu. Bakalım ne kadar ilerleyebilecek?

 
Yukarıda sadece birkaç örnek verdim. Hepsinde de dolandırıcılığın içinde Tarım il ve ilçe müdürlüklerinde çalışan bazılarının da payı olduğu ortaya çıkmış. AKP’nin son 15 yıldır tek başına iktidarda olduğunu ve diğer bakanlıklar gibi Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın da bu dönemde AKP’li bakanlar tarafından yönetildiğini göz önüne alırsak Fakıbaba’nın işi zor. Buna bir de liyakate dayanmadan, eş dost, ahbap işi kadrolaşmayı ekleyin... Gelinen nokta vahim. Tarım desteklerindeki adaletsizlik Sayıştay raporlarına da konu olmuştu. Sayıştay denetçileri, tarımsal destekleme ödemeleri için devletin bütçesinden ciddi bir kaynak ayrıldığını, ancak yapılan bu ödemelerin tarım politikalarına etkisinin hiçbir şekilde takip edilmediğini tespit etmişti. Verilen desteklerin bugüne kadar yüzde 1’i bile takip edilmiyormuş. 
 
Bugüne kadar hep üstü kapatıldı. 
 
Öte yandan tarımın geldiği noktada bu durumun daha fazla sürdürülemeyeceği de aşikâr.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

TVF nereye ne harcadı sahi? - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu (TVF) kurulalı bir yılı geçiyor. 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra, “Gazi Meclis”te görüşülen bir kanun teklifiyle, Sayıştay’ın denetim yapamayacağı bir anonim şirket olarak kurgulandı. 
 
TVF, yürürlükteki yasalar karşısında gelmiş geçmiş en ayrıcalıklı A.Ş.
Denetimden uzak ve belirsizliklerle dolu yapısının inşasında OHAL düzeni, bu imtiyazlı şirkete, olağan rejimlerde tahkim edilemeyecek bir zemin oluşturdu. Tartışmasız, sorgusuz sualsiz “küt” diye geliveren gece yarısı KHK’leriyle, kimseye ağzını açma fırsatı dahi verilmedi.
İlan edilme gerekçesi darbeci kadroları hızla yargılayıp cezalandırmak olan OHAL rejimi, başka pek çok “tahkim” işlevinin yanı sıra, halkın birikimleriyle kurulup yaşatılan büyük kamu kuruluşlarının TVF’ye devrine yaradı.
***

AKP medyasına bakarsanız TVF, küresel bir aktör olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. (Devredilen varlıkların aktif büyüklüklerinin 160 milyar dolar, özkaynak büyüklüğünün de 35 milyar dolar olduğu açıklanmıştı.)
Oysa henüz ortada ne plan var, ne de denetim raporu. Yasa teklifi Plan Bütçe Komisyonu’nda görüşülürken, AKP’li bakan ve vekiller neredeyse yemin billah bir tarzda TVF’nin denetleneceği sözünü verdiyse de dostlar alışverişte görsün tabii.
Toplumsal hafızayı şiddet kullanarak yok etmenin gayet organize bir plan olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılırken, “denetim” sözünün lafı mı olur?
Dolayısıyla Sayıştay’ın denetlemediği TVF’nin denetim ve değerleme için hangi tanınmış “bağımsız” denetim şirketiyle, yüzde, binde kaç oran üzerinden anlaştığı, bizim vergilerimizden sözleşme bedeli olarak bugüne dek kaç TL ödendiği de belli değil.
Yeri gelmişken...
TVF yasasının gerekçesine “Otoyollar, Kanal İstanbul, üçüncü köprü ve havalimanı, nükleer santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman sağlanması” yazıldığını unutmadık.
O nedenle Ulaştırma Bakanı’nın geçenlerde ön fizibilite sözleşmesinin imzalandığını açıkladığı Kanal İstanbul’un, Cengiz-Kolin-Kalyon’un 20 milyar dolarlık Akkuyu Nükleer Santralı’nın yüzde 49’una ortaklık açıklaması ile TVF kaynakları arasında bir bağ kuruldu mu, bilmiyoruz mesela. (Geçen haziranda, bu satın almanın ardından ihtiyaç duyulan büyüklükte kredi finansmanı çekme olanağının bulunacağı duyurulmuştu.) Şeffaflık dediğiniz tam olarak budur. 

***

TVF bugünlerde, 2018 bütçe tasarısı ve üç yıllık Orta Vadeli Program (OVP) hazırlıkları sebebiyle gündemde. TVF’nin, ekonomik büyümeye yüzde 1.5 katkı sağlaması bekleniyormuş. Herhalde OVP açıklanırken, Ziraat Bankası, Halkbank, BOTAŞ, PTT, TPAO, Milli Piyango’yu bünyesinde tutan TVF’nin bu katkıyı nasıl sağlayacağını daha ayrıntılı öğreniriz. Keza, TVF’ye devredilen ve toplam büyüklüğü 2.3 milyon metrekare olan Hazine taşınmazlarının nasıl değerlendirileceğini de.
TVF’yle ilgili aydınlatılmaya bir başka kayda değer gelişme, Katar Yatırım Fonu’yla ilişkisi. Epeydir konuşulan ortaklık görüşmelerinde ne mesafe alındığı meselesine de açıklık getiren yok.
Sonuç olarak TVF’ye yurtdışından büyük ilgi gösterildiğini, yatırımcılarla işbirliği görüşmeleri yapıldığını sürekli duyup okusak da bütün açıklamalar hâlâ son derece genel, hâlâ son derece hamasi.
Devasa kamu şirketlerini OHAL rejimi marifetiyle devralan TVF’nin, geliri gideri, nereye ne harcadığı, kimden ne aldığı ve nasıl denetlendiğine dair sorular hâlâ cevapsız.
Söyleyin hadi: TVF’nin bir yılda nereye harcadığını bilmeden, büyümeye yüzde 1.5 katkı yapacağına nasıl inanacağız?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

ŞERİF MARDİN HAKKINDA İKİ DEĞERLENDİRME !....

(1)
Şerif Mardin öldü mü intihar mı etti?(Nihat Genç-ODATV)

BANA SORARSANIZ ŞERİF MARDİN ÇOK ÖNCE ÖLÜM HAKKINI KULLANIP “İNTİHAR” ETMİŞTİR.

Bugün Şerif Mardin’in öldüğü haberi geldi.

Şerif Mardin, bu topluma, yemiş yutmuş bir bilim adamı olarak pompalandı.

Bana sorarsanız Şerif Mardin son nefesini vermeden çok önce, bilimi ve kendini harcamış ve ölüm hakkını kullanıp ‘intihar’ etmiştir.

Hiçbir zaman ‘muteber’ bir bilim adamı olmamıştır, onu ‘muteber’ yapan ekranlar ve çevreler malumunuzdur.

Bu yüzden Şerif Mardin ismi sosyolojinin değil psikopatalojinin konusudur, yani, ruhsal sağlığı yerinde olmayan bir adam.

İçinde yaşadığı bilimi ve toplumu ve kendini, hepsinin ‘itibarını’ intihara sürükleyen sözde bir bilim adamı.

Cemaati bir sivil toplum gibi gösteren bu insanlardır, sivil toplum, başkan ve yönetimlerini ‘oylayarak’ seçen kurumlardır, değişmez ilahi bir şeyh ve ona ölümüne bağlı mürid toplulukları ‘sivil toplum’ nasıl olabilir, diye bir soruyu otuz uzun yıl ekranlarında ve yazılarında sormadılar.

Sormadıkları için bu kasıtlı yanıltıcı bilgileri medyadan ve ekranlardan çoğaltıp halkımızı da yanılttılar ve bu topraklarda kolektif bir suç’un işlenmesine el ayak oldular.

Ve tepeden tırnağa bu ciddi bilimsel bozukluklara rağmen bugün hala içlerinde ıstırap ve azap duyan tek kişi yok, korkunç olan da bu, arkalarında kendileri gibi intihar eğilimli bir çok genç bilim adamı ve talebe bıraktılar.

Oysa bilim adamı, bir, tarikatçıları, siyaset-din sömürüsü etrafında, iki, siyasetten soyutlayıp, müridlerini tek tek ‘klinik’ olarak, üç, yoksulluğun çaresizliğin okulsuzluğun sosyal sonuçları olarak masaya yatırmalıydı.

Kasıtla mı değil mi bir proje mi değil mi bilmiyorum, ama, ne müridlerinin ruhsal karakterlerine ve ne de odaklandıkları siyasetin gizemli ajanlı derin yerlerine ne de soysa ekonomisine hiç bakmadılar, hiç oralı olmadılar.

Ve sonuç, bu sapık cemaatlerin evrensel barışa bir insanlık ve iyilik hareketi olarak değerlendirmelerine büyük katkılar sağladılar, ötesi, asıl kötülük, bu sapıklığın bilimsel referansı oldular.

BÖYLE BİR İHANET KUŞAĞI TARİH BOYUNCA MESELA OSMANLI’DA DAHİ HİÇ OLMADI.
Sosyolog demek topluma otopsi yapan adam demektir, Irak’ta Pakistan’da Mısır’da aynı yoksulluğun nice Saidi Nursileri FETÖ’cüleri Menzilcileri vardır, ‘siyasi özgürlük’le alakaları yoktur, olmadığını son on yılda Türkiye’de Mısır’da Irak’ta defalarca gördük.

İntihar ederek ölmek isteyen kişiler kararsızdır, ölmek istediklerinden dahi emin değillerdir, modern çağın cemaatleri bu kararsızlık anında doğar büyür gelişir, ve en çok ekonomik yetersizliğin güvensizliği içinde büyürler.

Neye inandıklarını bilmeyen yüz binlerce tarikatçı nereye ait olduklarını bilmeyen binlerce sözüm ona yazar yoksulluk ve çaresizlikle cemaatlere sığınarak ‘intihar’ ediyor… Kişiliklerini eylemlerini ruhlarını özgürlüklerini hepsi tek bir şeyhe feda ediyor.

Ve bilim adamlarımız bu devasa sosyal yetersizliği bir özgürlük ve aydınlanma hareketi olarak Şerif Mardin referanslı ekranlarımızda on yıllarca değerlendirip, bu piskopatların önünü açtılar.

Şüphesiz her bilim adamı siyasi fikirlerini özgürce savunur, savunmalı, ancak, hiçbir bilim adamı, yaşadığı ülkesinin egemenlik haklarına karşı çıkamaz. Topluca çıktılar, federasyonculuk ve cemaatçilikle otuz yıl boyunca ihanetin şarkısını söylediler, ve daha ötesine gidip toplumumuzu yeniden ‘ortaçağ’ın içine soktular.

Tarikatçıların tam da istediklerini söyleyerek karanlık şeyh sarık itaat sadakat ve müritleriyle ortaçağın kapılarını açtılar.

Unutmayın bu ortaçağcı bilim adamları pek ‘muteber’diler ve onlarca yıl ağırlandılar NTV ekranlarında.

Kabarttıkları ve köpürttükleri dini dalga, hukuk kurumlarını ve bir yeni nesil muhafazakar kuşağın aklını başından aldı, öyle ki, yüz binlercesi gönüllü ajan oluverdi. Böyle bir ihanet kuşağı tarih boyunca mesela Osmanlı’da dahi hiç olmadı.

Ve karşı çıkanları, genelkurmay başkanlarının dahi ellerine kelepçe bağlayıp yüzlerce subayı aydını, giyotine o kadar gönül rahatlığıyla gönderdiler, ki…

Çünkü FETÖ’cü savcıların ‘bilimsel onaylı garanti belgeleri’ Şerif Mardin ve nicesi sözde bilim adamıydı. Modern Türkiye Cumhuriyeti eski Türkiye’ydi, bu ortaçağın şeyhleri müridleri savcıları Yeni Türkiye!

Bu satırların yazarı da dahil olmak üzere binlerce yazar / aydın; katil, faşist, ırkçı ve din düşmanı olarak itham edildik, yargılandık, sürüldük, kovulduk.

Ne diyelim Şerif Mardin Bey, Allah rahmet etsin, ancak, biz hala buradayız Şerif Mardin Bey, gerçeğin bilimini yapmanız için maaşlar aldınız, altınıza kürsüler verildi, ve sonuç, ‘gerçek’ önünü açtığınız şeyhlerden büyük çıktı.

ŞERİF MARDİN VE NİCESİ ÜZÜLMESİN ‘ARADA KAYNIYORLAR’ İŞTE

Fassbinder 37 yaşında ölmüş efsane bir Alman sinema yönetmeni, dünya çapında bir şöhret kazanmasına sebep çok genç yaşta, Alfred Döblin gibi muhteşem bir romancıyı tanıması.
Fassbinder’in dokuz saat süren ve yüzyılımızın en büyük sinema olayı olarak değerlendirilen Döblin’in romanından uyarlama Berlin Alekanderplatz filmi gerçek bir şaheserdir, izlemeyene entelektüel denilmez, ben de demem.

Muhteşem kelimesinin yetmediği bu dokuz saatlik film çağımızın ama özellikle Almanya’nın ikinci dünya savaşı öncesini bir arıza suçlu adamın hayatıyla anlatır. Dokuz saatlik filmi izlediğinizde dönüp yeni başa sarıp kaçırdığımız acaba ne var diye bir daha izliyorsunuz.

Gençlik yıllarımızda bu filmin ilk bölümlerinden dilimize takılan bir ‘replik’ vardır…

‘Herkes kötü, sen de arada kaynarsın…’

Şerif Mardin ve nicesi üzülmesin ‘arada kaynıyorlar’ işte.

Ancak bu büyük roman dizi olarak 60’lı yılların sonunda çekildi, çünkü konusu, Almanya’nın ikinci dünya savaşı sonrası derinden duyduğu ‘suçlulukla’ çok ilgiliydi.

Filmin baş aktörü suçlu kahramanının peşini ‘geçmiş’ bırakmıyordu…

Ve film kahramanı bir deliliğin içinden çıkamıyor her defasında tövbe ediyor ama kendini yine suç işlemekten alıkoyamıyordu, şunu da demek istiyordu yazar Döblin: Suç toplumu değişmeden katil değişmez…

Sarık dergah zikir görüntüleriyle şak şak dolup boşaltılan şarjür görüntülerinin iç içe girdiği Kurtlar Vadisi dizisinin asıl yazarı: Şerif Mardin gibilerdir.

Ölseler de geçmiş peşlerini bırakmayacak.

Şerif Mardin Bey’in Almancası da olduğu söyleniyor, Fassbinder’in bu dokuz saatlik filmini izlemek için çok uzun zamanı olacaktır.

Ve şüphesiz, orada cennetin kırlarında koşan çırçıplak erkekler görecektir, her birinin elinde mehdinin sümüklü mendili ve dolup boşalan şarjör sesleri, duyacaktır.

Cennetin yemyeşil çayırlarında FETÖ’den Menzil’e sivil toplumun ‘kahramanlarıyla’ şarjör doldurur zikir çeker, koşa koşa ısınır, aydınlanmanın ve bilimin önünü açarız!

Ve yetiştirip ardında bıraktığı yarası ağır kahramanlar Ahmet Davutoğulları gibi siyasiler Nur Vergin gibi muhafazakar bilim kadınları ve Ruşen Çakır gibi gazetecilerin ‘övgü’ dolu ‘analizleriyle’ sonsuza kadar inşallah rahat eder!"


Nihat Genç
Odatv.com


(II)

Şerif Mardin(Tayfun Atay-CUMHURİYET)

Prof. Dr. Şerif Mardin, aynı dili konuştuğu çevreler tarafından lânetlenmiş, farklı dili konuştuğu çevreler tarafından yüceltilmiş bir sosyal bilimciydi. 

Bir “muhafazakâr-modernist” olarak Mardin’in akademik ömrü, Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesinin pozitivistjakoben karakterinin eleştirel çözümlemesi ve bunun karşısında bir “kültürel parametre” olarak değerlendirdiği dinin durumunu anlama çabasıyla geçti. 

İşte bu çaba, onu aynen kendisi gibi modern ve seküler olan akademik meslektaşları tarafından dışlanan; Cumhuriyet modernleşmesine kültürel bir içgüdüyle direnen gelenekçi-mutaassıp kamuoyu tarafından da içselleştirilmeye çalışılan bir figür haline getirdi. 

İlginç olan şudur ki Mardin’in sosyolojik, sosyo-politik ve sosyo-tarihsel araştırma konusu yaptığı olay, eylem ve şahsiyetleri “özneleştirme” noktasında onu lânetleyenler de, yüceltenler de buluşmuş, birleşmiştir!..

En fazla gürültü koparan çalışması, “Modern Türkiye’de Din ve Sosyal Değişme: Bediüzzaman Said Nursi Örneği” başlıklı kitabından hareketle bu söylediğimizi açabiliriz. 

Bu çalışmada Mardin’in derdi, Said Nursi’den çok, onun üzerinden Osmanlı’dan Cumhuriyet’e siyasal geçişte Türkiye’de yaşanan toplumsal değişim sürecinin eleştirel çözümlemesine gitmektir.
Kitap, Türkiye’de Nurcu çevrelerde, daha genel olarak da İslami kesimde, henüz Türkçeye çevrilmemişken büyük heyecan ve coşkuyla karşılandı. 

Ancak Türkçeye çevrilip yaygın şekilde okunabilir olduğunda ise isteneni vermekten uzak bulunup hayal kırıklığı yarattı. 

Çünkü Nurcular için “özne” olan, Mardin için “nesne”ydi. Bir araştırma-inceleme konusu yani…
Said Nursi’yi hayatının öznesi yapmış insanlar açısından bu “özne”nin bir araştırmada “öne çıkarılması” heyecan yaratmış, ama bu öne çıkışın “nesneleştirme” suretiyle olması, onda umulanın bulunamamasına yol açmıştır. 

Diğer taraftan Said Nursi’yi Cumhuriyet ve Kemalizm karşısında bir “düşman özne” olarak alımlayan bilim ve düşünce erbabı açısından da Mardin’in böylesi bir şahsiyeti araştırma nesnesi olarak dahi olsa öne çıkartması kabul edilemez olmuştur. 

Bu çerçeveden, Mardin’in tüm çalışmalarının Türkiye’de laik Cumhuriyet karşıtı hareketliliklerin (“yobazlığın”, “gericiliğin” ) meşrulaşmasına, hatta AKP dinbazlığının konsolidasyonuna büyük katkı yaptığı ileri sürülmektedir. 

Fakat yine çok ilginçtir ki Şerif Mardin’in onca çalışmasındaki pek çok kayda değer kuramsal ve kavramsal katkısı yanında onu herkesçe tanınır-bilinir (popüler) hale getiren “mahalle baskısı” tabiri, tam aksi istikamette bir duyarlılığı yansıtmaktadır! 

2007 yılında bir gazete röportajında Türkiye’de AKP’nin politik öncülüğünde toplumsal alanda baskınlaşan muhafazakârlaşma karşısında laik kesimlerden yana bir endişeyi ifade etmek üzere kullandı bu tabiri o… 

Kaderin garip bir cilvesi mi demeli?! Mardin, Kemalist modernleşmenin sıkı bir eleştirmeni vasfıyla akademik ün kazandıysa da AKP marifetiyle yaşanan muhafazakârlaşmanın “yumuşak başlı” bir eleştirmeni olarak toplumun zihninde yer etti, “popüler” üne sahip oldu.

Evet, Mardin Kemalizm’e eleştireldir ve bu, bazılarının onu Cumhuriyet’e ve Atatürk’e düşman saymasına yol açmıştır. 

Oysa sakin bir okuma ile Mardin’in Atatürk’ü içerisinde yer aldığı hâl ve şartlar bağlamında tarihsel bir şahsiyet olarak değerlendirdiği, hatta gerektiğinde hakkını teslim ettiği fark edilebilir. Söz gelimi şu ifadeler onundur:
“Mustafa Kemal, var olmayan, hipotetik bir unsur olarak Türk ulusunu aldı ve ona hayat üfledi. Ne genel bir arzunun kaynağı olarak Türk ulusu, ne de bir ulusal kimlik kaynağı olarak Türk ulusu, o, böyle bir işe soyunduğu zaman mevcuttu. O, birlikte çalıştığı arkadaşlarından böylesi bir gelecek vizyonu ve bunu gerçekleştirme yolundaki isteğiyle farklılaşır.” (“Atatürk– Founder of A Modern State” içinde, A. Kazancıgil - E. Özbudun, 1981, s. 208-9). 

90 yaşında hayata veda eden Prof. Mardin, 1923’te siyaseten kurulsa da sosyolojik kurulumu hâlâ devam eden Cumhuriyet Türkiye’sinin müstesna bir analistiydi. 

Bu açıdan tarihteki yerini alacaktır.

Tayfun Atay / CUMHURİYET


Toplumu kandırma bakanlığı (1) - RIFAT OKÇABOL

Toplumu tüm duyarlı kesimleri - yani çoğunluğu- yeni müfredata karşı olsa da, eğitim bakanı Yılmaz, “Yapılmış en demokratik, en bilimsel, en çağdaş müfredat” diye tutturmuş gidiyor. Bu söylem Yılmaz’ın eğitim bakanı olarak daha önce söylediklerini anımsatıyor. 24 Mayıs 2016’da milli eğitim bakanlığına getirilen İsmet Yılmaz’ın, göreve geldiği günden bu yana, arada bir doğru söylediği oluyorsa da, hemen arkasından tersini yapıp toplumu kandırmayı yeğliyor.

Örneğin bakan olarak yaptığı ilk konuşmalarından birinde, “Eğitimde kalite problemimiz var” derken doğru söylüyor. Ancak bu konuşmanın devamında ise, toplumu uyutup  kandırmayı yeğliyor: “İnşallah eğitimde fırsat eşitliğini sağlayacağız. Yani İstanbul’daki öğrenci hangi haklara sahipse, inşallah Sivas’taki de, Hakkari’deki de aynı haklara, aynı imtiyazlara, aynı alt yapıya sahip olacak” diyor!  Oysa fırsat eşitliğinin, “inşallahla-maşallahla” olamayacağı gibi, AKP iktidarında hiç olamayacağını kendisi de biliyor.

Yılmaz’ın toplumu kandırma konusunda kendini tutamadığı hemen her olayda ortaya çıkıyor. Örneğin giderek artan cinsel istismarla, çocuk evlilikleriyle, kadın cinayetleriyle, intiharlarla, yargısız infazlarla, terör olaylarıyla, TEOG’da başarılı olamayanların imam hatibe gitmek zorunda kalmasıyla toplumun ruh sağlığı bozulmuş bulunuyor. Bonzai gibi uyuşturucuların kullanımı ilkokul çağına kadar inmiş bulunuyor. Genetiği bozulmuş gıda üretiminin yeterince denetlenmemesi nedeniyle, toplumun genel sağlığı da bozmuş durumda. Sakinleştirici ilaçlar başta olmak üzere, ilaç kullanımı tavan yapmış bulunuyor. 2002 seçimlerinden bu yana, AKP’nin önce bürokratı, sonra milletvekili ve bakanı olup tüm bu olumsuzluklarda pay sahibi olan Yılmaz, sağlık konusunda bile toplumu kandırma yolunu seçiyor, “Sağlıklı bir toplum, güçlü bir toplum demektir. Sağlığını kaybeden toplumun güçlü olabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla her şeyin başı sağlık diyoruz" deyip öğrencilere bisiklet dağıtma şovuna katılıyor.

AKP, Eylül 2013’te ortaöğretim yönetmeliğini yenilerken, “okuyan, araştıran, sorgulayan öğrenci yetiştirme” maddesini çıkarmıştı. Bu durumu yakından bilmesi gereken Yılmaz ise, 2016-17 öğretim yılının başlaması nedeniyle yayımladığı mesajda, “Aydınlık Türkiye’nin güvencesi, hiç kuşkusuz geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızdır. Yeni Türkiye yolunda, okuyan, araştıran, sorgulayan ve en önemlisi akleden bir nesli, yarınlar için yetiştirmektir” diyebiliyor!

Proje Okulları Yönetmeliği, Bakan Yılmaz zamanında, 1 Eylül 2016 tarihinde yürürlüğe giriyor. Yandaş bir kuruma dönüşmüş Danıştay bile, açılan bir dava üzerine, proje okullarının belirlenmesi, bu okullara yönetici ve öğretmen atanması konularındaki keyfilik durumunu, Anayasa’ya aykırı bularak Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyor. Proje okulları uygulamasıyla Kabataş Erkek Lisesi’ne Müdür Yardımcılığına getirilen kişi, “Bütün okullarımızın imam hatip lisesi gibi olması zamanı geldi; her imam hatibin kapısında Anadolu Gençlik Derneği'nin olması lazım; (25 yıl sonrasında) hangi ülkelerde İslami hükümlere geçilmiş ona bakıp kutlayacağız" deyip imam hatiplilerin dağı taşı dolduracağından söz ediyor. Proje okulları uygulaması çerçevesinde okullarına atanan öğretmenleri ve okullarındaki yeni yönetim anlayışını yüzlerce okul ve on binlerce lise öğrencisi protesto ediyor. Öğrenciler, kısaca, “Yandaş değil, çağdaş öğretmen ve çağdaş idare” istiyorlar. Bakan Yılmaz ise, “Proje okul öğretmenlerinin Türkiye’nin en kaliteli eğitimcileri arasından seçildiğinden” dem vuruyor.

Yılmaz, 4 Ekim 2016’da bir kez daha doğru söylüyor: “Eğitime siyaseti karıştırmamalıyız. Çünkü eğitim herkesi ilgilendiriyor. Siyaset yapacak başka mecralar bulmalıyız” diyor! Ancak Yılmaz’ın bu doğruyu dile getirdiği günlerde yaşananların bir bölümünü anımsamak bile, onun toplumu kandırmaya çalıştığını görmeye yetiyor.
Çünkü o günlerde;
  • Sırf "FETÖ"nün okullarında çalıştıkları için kapatılan 1000 dolayında temel lisenin öğretmenleriyle, yine kapatılan 15 vakıf üniversitesinin akademisyenleri yargısız infazla işlerinden/meslekten atılmıştı.
  • "FETÖ"nün bankasına para yatırdıkları için meslekten atılan öğretmen ve akademisyen sayısı ise bilinmiyordu.
  • Yılmaz, Eylül 2016’da başka adam yokmuşçasına Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’na bir ilahiyatçıyı getirmişti.
  • Bakanlık bürokratlarının önemli bir bölümü, eğitimci olmayan ve/ya da AKP’den milletvekili adayı olmuş eğitimcilerden oluşuyordu. Türkiye Maarif Vakfı mütevelli heyeti üyeliğine yalnızca, AKP’li kişiler atanmıştı.
Yine o günlerde;
  • Yılmaz’ın emrinde çalışan bir ilçenin milli eğitim şube müdürü, 15 Temmuz şehitleri anma programında tüm okulların hatim indirmelerini istemişti!
  • Yılmaz’ın emrinde çalışıp sözleşmeli öğretmen mülakatını yapanlar, mülakatlarda,  “Başkomutan kimdir? Reis kimdir?  15 Temmuz ne anlama geliyor? Peygamberimizi çocuklarınıza anlatır mısınız? Amin alayları nedir? Ailenizde namaz kılan var mı? 2023 hedefleri nelerdir” gibi yanlı sorular soruyordu!
  • Yılmaz’ın emri altında çalışan Beşiktaş İlçe Milli Eğitim Müdürü, 7 Ekim’de AKP Beşiktaş İlçe Başkanı ve Cumhurbaşkanı’nın oğlu Bilal Erdoğan’a, bazı okullara gidip konuşma yapmaları izni vermişti!
  • Duvarında Hitler ve Usame Bin Ladin'i öven gerici bir şairin "Hak Yol İslam" şiirinin asılı olduğu Keçiören’de bir okulun açılışını, bizzat Yılmaz yapmıştı!
  • Aynı Yılmaz, “Bir kadın evinden süslenip çıkıp evine dönene kadar kaç erkeğin şehvetini tahrik etmişse o kadar erkekle zina yapmış gibidir” sözleriyle tepki çekmiş kişiyi, 14 Ekim 2016'da il milli eğitim müdürlüğüne getirmişti!
Bu gerçekler yaşanmışken ve yaşanıyorken, Yılmaz’ın “Eğitime siyaseti karıştırmamalıyız” sözü toplumu kandırmaya yönelik değilse, nedir?

Rıfat Okçabol / SOL

“Zinacı” İzmir, deprem ve yobazlığın evrensel tarihi - TAYLAN KARA

Deprem bir doğa olayıdır ve depremin nedeni bilim insanları tarafından on yıllardan beri bilinmektedir. Depremlerin dağılım ve şiddetinin, insanların işlediği günahlara değil fay hatlarına bağlı olduğu konusunda bilim dünyasında her hangi bir tartışma yoktur.

Bir yobaz için ise bunların bir önemi yoktur. Yobaz bunları bilmez, bilmediğini de bilmez. Bir yobaz için deprem gibi bir doğa olayı, inandığı yaratıcının, kendi inancına uygun olmayanlara verdiği bir cezadır. Bir yobaz için her doğa olayı, onun inancına hizmet etmek için oluşur.

                                                                              ***
Tarihte Depremler
İmparator I. Justinianos İstanbul’daki depremin nedenini eşcinselliğe bağlar.
557’deki İstanbul depremi sonrası Kilise, depremin “günahkarların günahlarını cezalandırmak için” meydana geldiğini ileri sürer.
İstanbul’da 1063 yılında olan deprem, Psellos’a göre ilahi bir cezadır. Psellos şöyle der:
“Tanrı öfkesini dolaylı yolla, doğadaki kaosla göstermek istedi." (1)

                                                                              ***

Antakya’da 1053 yılında olan büyük depremin nedenini Tarihçi Mateos İncil’in yakılmasına bağlamıştı. Mateos Antakyalıların başına gelen bu felaketin sebebini şöyle ifade etmiştir:
“Antakya halkı, türlü türlü günahlarından dolayı adil hâkim olan Allah’ın bu cezasına çarptırılmıştır." (2)
                                                                              ***

1750’deki Londra depremini Londra Piskoposu Sherlock “günahkar insanlar üzerine inen takdiri ilahi” diye açıklar. (1, 3)
1 Kasım 1755’te Lizbon’da 60-100 bin kişinin öldüğü bir deprem olur. Katolik mezhebinin önemli bir merkezi olan Lizbon’daki bu depremi, Cizvit tarikatına mensup dindar bir Portekizli, “Lizbon’daki ahlâk bozulmasına Tanrı’nın gönderdiği bir ceza olarak" olarak yorumlar. Metodist mezhebinin kurucusu İngiliz John Wesley ise “fiziksel sebep ne olursa olsun depremin manevi nedeninin günah olduğunu” savunur. (1)
Bu yıllarda Voltaire, "Lizbon Felaketi" şiirinde depremin nedenini işlenen günahlara bağlayanlara karşı çıkar ve şunları yazar:
“Neden Lizbon? Lizbon diğer şehirlerden daha mı kötüdür? Lizbon’da Paris ve Londra’da olduğundan daha mı çok kötülük ve günah vardır? Lizbon harap olurken Paris’te dans ediyorlar." (4, 5)
                                                                             ***
Ramazan’ın hürmetini tutmayan İzmir!
Said-i Nursi’ye göre de depremlerin nedeni “işlenen günahlar"dır.
“Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi." (6)
Said-i Nursi’ye  “neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?” diye sorduklarında şu yanıtı verir:
“Bu hadise hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazan’ın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması, hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delâletiyle, bu hadise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.”
Kısacası İzmir “günah işlenen” bir şehir olduğu için depremler olmaktadır.
Endonezya, İran, Türkiye, Pakistan gibi Müslüman ülkelerde yüz binlerce insanı öldüren depremlerin neden “her türlü günahın” her saniye bol bol işlendiği Amsterdam’da, Berlin’de Paris’te olmadığı, onlar için pek de sorun değildir.
                                                                           ***

Bu tarihi örneklerin çoğunda bu beyanları verenler fay hatlarından bihaberdi. 1000 yıl önce yaşamış insanları levha tektoniğini veya fay hatlarını bilmedikleri için suçlayamayız. Peki ya şimdikiler?

                                                                            ***

2010’daki Haiti depreminde 200.000 kişi ölmüş, 300.000 kişi yaralanmıştı. (7) 
Bu depremden sonra köşe yazarı Nuh Gönültaş şöyle yazmıştı:
"Haiti'de yaşayan zencilerin büyük çoğunluğu satanist ayinleri yapar, insan kurban eder, büyü işleri ile geçimlerini sağlarlar. Büyü ve uyuşturucu işi bir arada gider... Haiti'deki gibi, Endonezya'daki gibi büyük felaketler bizlere olayın tıpkı Kuran'da anlatılan geçmiş kavimlerin başına gelmiş büyük felaketleri hatırlatıyor. Bazı semtlerde, bazı bölgelerde ve bazı ülkelerde yaşayan insanların yaşantı biçimi ilâhî gayrete dokununca, o insanlara musibet indirir. Bu musibet bazıları için bir ceza, bazılarının günahlarının kefareti, af olmalarına vesile, bazılarının da derecelerinin yükselmesine ve sevaplarının artmasına sebep olur. Ancak musibet umumî olarak iner." (8)
Aynı depremi Amerikalı Evangelist rahip Pat Robertson ise şöyle yorumlamıştı:
"Haitililer, Fransa'nın ayaklarının altındaydı… Ve Haitililer, toplanarak şeytanla antlaşma yaparak, 'bizim Fransızlardan özgürlük kazanmamızı sağlayacaksan sana hizmet edeceğiz. Gerçek hikaye. Ve şeytan, tamam dedi, anlaştık."
Robertson, Haitililerin bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da bu antlaşmalarından dolayı uğradıkları lanetten kurtulamadıklarını ve belaların o gün beri ardı ardına geldiğini iddia etmişti. (9)

                                                                            ***

İran’ın eski cumhurbaşkanı M. Ahmedinecad 2010 yılında depremin nedeni olarak kadınların açık giyinmelerini ve rahat davranmalarını göstermişti. (10)

                                                                            ***

2016 yılında İtalya’da yaşanan deprem sonrası rahip  Giovanni Cavalcoli, eşcinselliği ima ederek “depremin evlilik kurumuna saldırı nedeniyle verilen ilahi bir ceza” olduğunu söylemişti (11).

                                                                             ***
Aman ötekileştirmeyin!
2015 yılında Allah ile konuşarak Manisa Depremi’ne engel olduğunu ileri süren bir şeyh de çıkmıştı. (12)
Bu kişinin ifadesi şöyledir:
"Deprem Sibir Dağı’nın üzerinden Manisa üzerine siyah bulut halinde çöktü. Allah beni görevlendirdi ben de gelmesin dedim. İkinci defa gene hücum etti ben yine gelmesini istemedim bulut yine geri gitti. Deprem üçüncü defa yine bulut halinde Manisa’ya hücum etti, ben yine Rabbimden gitmesini, Manisalıların evlerinin yıkılmasını istemedim ve Allah bunu kabul etti." (13)

                                                                              ***

Şimdi bunları “yobazlık” olarak tanımlayınca despotik, jakoben ve tahakkümcü mü olmuş oluyoruz?
Akla hakaret eden bu zihne “hoşgörü” mü dediniz?
Aman bizden uzak olsun!
Yüz binlerce insanın acılarıyla alay edenlerle diyalog mu?
Hiç almayalım!
Bir inancı böyle vahşice yağmalayanları “ötekileştirmeyelim” öyle mi?
Bu yobazlığa hoşgörü göstermek, bununla diyalog önermek, aman “ötekileştirmeyin” demek cinayettir.
                                                                               ***
Yobazın zihni
Örnekler yüzlerce sayfa yazılabilir. Yobazlık bir zihin yapısıdır. Tarihsiz ve tarih dışıdır. 1000 yıl geçse de mantık örüntüsü hiç değişmez.
Yobazlık coğrafyasızdır; dünyanın farklı farklı yerlerinde farklı farklı kültürlerinde dahi yobazlık birbirinin karbon kopyasıdır.
Bazen bir cami imamı, bazen bir kilise rahibi, bazen bir facebook kullanıcısı, bazen bir tarikat şeyhi, bazen bir televizyon programcısı ya da köşe yazarı olarak karşınıza çıkar.
Her doğa olayı, kaza ya da felaket yobazın zihin dünyasında onun inancını beslemeye yarar. İzmir’de deprem olursa “Allah zina yapanı vurur” diye açıklar, Kabe’de vinç düştüğünde ise “Allah sevdiği kulu yanına erken alır” diye yorumlar.
Depremlerde onlarca cami, kilise, havra yıkılmış olsa da bu zihniyet için dikkate değer değildir. (14, 17)
18 bin 373 insanın öldüğü, yüzlercesi çocuk olmak üzere 48 bin 901 insanın yaralandığı, 505 insanın sakat kaldığı Gölcük Depremi sonrasında “7.4 yetmedi mi” pankartını açmaktır yobazlık. (18)

                                                                            ***
İki zihin yapısı
Yobazın inandığı yaratıcı, çocukların tecavüze uğramasına karşı duyarsızdır ama zinaya karşı aşırı duyarlıdır ve bunu yaparken de insani fark gözetmemektedir. Yobaza göre inandıkları yaratıcı, birkaç kişi zina yaptı diye bununla alakalı olmayan kişileri (hasta, yaşlı, çocuk, bebek demeden) öldürmekte sakınca görmemektedir.
2017 yılında deprem gibi bir doğa olayı karşısında bile insanlar ortadan ikiye ayrılmaktadır. Bu ayrışma din üzerinden değil, yobazlık üzerindendir.
Karşınızda binlerce insanın acıları karşısında “gâvur İzmirli”, “günahkar zinacılar” , “Allah cezalarını verdi işte”,  “7.4 yetmedi mi” diye sevinen bir güruh, Pat Robertson tipi yobazlar, “Allah ile konuşan” şeyhler vardır...
Yobaz zihniyete hiçbir şey eklenemez. Bu yobazlıkla diyalog kurulamaz. Bu yobazlığa hoşgörü göstermek cinayete ortak olmaktır. Bu zihniyetle sadece ve sadece mücadele edilir.
Aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere…

Taylan Kara / SOL


Kaynaklar
(1) https://ismailhakkialtuntas.com/2014/07/23/din-ve-deprem/
(2) http://docplayer.biz.tr/1341326-Antakya-da-ortacag-da-meydana-gelen-doga...
(3) Letter to the Clergy and People of London on the Occasion of the Late Earthquakes 
(4) https://www.ministrymagazine.org/archive/1956/10/voltaire-and-the-lisbon...
(5) https://static1.squarespace.com/static/55316a91e4b06d7c3b435f17/t/553ee5...
(6) http://www.risalehaber.com/said-nursiye-sordular-deprem-neden-izmirde-da...
(7) https://tr.0wikipedia.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3...
(8) http://www.on5yirmi5.com/yazar/nuh-gonultas/13879/buyuculugun-ve-sataniz...
(9) http://edition.cnn.com/2010/US/01/13/haiti.pat.robertson/index.html
(10) https://www.theguardian.com/world/2010/apr/19/women-blame-earthquakes-ir...
(11) http://www.ibtimes.com/italy-earthquakes-gods-punishment-gay-marriage-ca...
(12) http://odatv.com/allah-ile-konusup-depremi-engelledim-2004151200.html
(13) https://www.youtube.com/watch?v=44YcDhDB2xA
(14) https://www.google.com.tr/imgres?imgurl=https%3A%2F%2Fwikiislam.net%2Fwi...
(15) https://wikiislam.net/index.php?title=File:Mosque-pakistan-3.jpg&filetim...
(16) http://www.gettyimages.fr/detail/photo-d'actualit%C3%A9/turkey-mittelmee...
(17) https://www.irishtimes.com/news/world/europe/earthquakes-in-italy-god-s-...
(18) https://tehlikeyigor.tr.gg/7-.-4-Yetmedi-mi-f-.htm

Çocuklarınızın ruhuna tecavüz edilmesine izin vermeyin! - ENVER AYSEVER

On yaşında bir kız çocuğu babasıyım ve sosyalistim. Kızıma kıyamadığım için yıllardır özel bir okula haraç ödüyorum. Beklentim ne? Temiz bir tuvalet, makul sayıda öğrencilerden oluşan bir sınıf, can güvenliği ve eğer denk gelirse uygar öğretmen ve yöneticiler bulmak karşımda. Amacım ne? AKP’nin cahil, kindar nesil yetiştirme sürecinden kızımı korumak. Başarılı mıyım diye sorarsanız; ancak ‘eh’ diyebilirim. Para ödediğimiz ve semtimiz ağırlıklı laik kesimden oluştuğu için vaziyeti idare ediyoruz. Peki, çocuğumun/çocukların hakiki bir eğitim aldığına inanıyor muyum, derseniz; yanıtım net: Hayır!

Özel okullar nihayetinde ticari kurumlar ve hepsinin canı RTE’nin iki dudağı arasında. Üstelik veliler sanki bu memlekette yaşamaz gibi, hâlâ bilmem ne sınavında çocuğum nereyi kazanır türü gerzek bir sevdanın peşinden koşmakta. Tüm milli eğitim müdürleri, bakanlık çalışanları, bakan, devlet siyasal İslamcı kadrolarla dolmuşken, sadece bayramlarda İzmir Marşı söyleyerek kendini cumhuriyetçi/laik sayan tipleri de anlamıyorum. Sanıyorlar ki İngilizce öğrenince, renkli koridorlar olunca, yalandan bir çalgı tımbırdatılınca dünya ölçüsünde eğitim alıyorlar. Veli, öğretmen, yönetim, bakanlık ortak çalışmasıyla çocuklarımızın ruhu tecavüze uğruyor!


Zaman zaman eğitimci arkadaşlarla söyleşiyorum; artık öğretmen değersiz, hatta aşağılanır halde. Neden? Çünkü devlet kadrosunda iş bulmak neredeyse imkânsız! Özel okullar üç kuruş verip, öğretmenlerin haysiyetini satın almak istiyor. Bir veli toplantısına katıldım, baktım öğretmen idareden aldığı talimat neyse, öyle konuşuyor. Veliler durumdan pek mutlu. Çocuğum kaç matematik sorusunu hızla çözer derdinde. Tutamadım kendimi, sordum: “Peki ya çocuklarımızın ruhsal gelişimi, etik değerler konusundaki tutumunuz nedir?” diye. Bana bir mahlûkmuşum gibi baktılar… Akıllarına bile gelmemiş okulun böyle bir sorumluluğu olacağı…

Din dersleri başlıyor bu sene. Bir süre kızımı bu derse sokmayayım dedim. Kaldı ki saçmalıkları öğrenmenin hem yararı yok, hem de çocuklarda ruhsal yara açıyor. Soyut, kanıta dayanmayan ve korku içerikli söylemler çocukların gelişimini olumsuz engelliyor. Okul mecbur, müfredat denen yalanlar bildirisini öğrenciye dayatmak zorunlu. Derse girmek istemeyen çocuk sınıftan çıkarılıyor. Bu durumda da, suçlu muamelesi görüyor ve yalnızlaşıyor. Zaten  bizim ülke sürüden ayrılanı sevmez, yetmez gibi bir de damgalanmış oluyor çocuk. Bir baba bu riski almalı mı? Toplum bu cehaletle mücadele etmezken, çocuğunu öne atmalı mı? Zor soru… Şimdilik din öğretmeninin söylediklerini kötü masal olarak dinlemesini öneriyorum kızıma.

Devlet okullarının müdürleri çoğunlukla imam hatipli! Din dersi öğretmenleri de okulun ağası kıvamında. RTE’nin çizdiği kindar nesil projesine hizmet etmek için hababam çalışıyorlar. Evrim; dünyanın kabul ettiği, eleştirisini yapıp, geliştirdiği bir bilimsel veri…
Eğer din dersinde herifin teki “dünya düzdür” dese çocuğunuza, yaptırımı nedir sorarım size?
Ya da herhangi bir tarih öğretmeni; tüm Ermeniler düşmandır, başları ezilmeli, dese ve çocuğunuz yarın bir komşu Ermeni çocuğa saldırsa suçlu kim söyler misiniz?
‘Kadınlar erkeğe hizmet etmelidir, en doğru eş erkeğin sözünü dinleyen, itaat edendir’ dese okul müdürü bayrak töreninde kim itiraz edecek peki?
Ya da bir cuma, ders kesilip, haydi hep beraber mescide gidiyoruz namaz kılınacak talimatı verse bir öğretmen, hangi babayiğit sen ne yapıyorsun diyecek?

Çocuklarımız esir düşmüş durumda. Milli Eğitim Bakanlığı’nın zindanlarında inim inim inliyor. Biz, hayatta her şeyden çok evladımızı severiz diyen ana babalar, başımıza bir iş gelmesin diye boyun eğiyoruz. Soruyorum, buna sevgi denir mi? Dürüst olun, aynaya bakın, kaçınız görevinizi yerine getiriyorsunuz? Çocuk eski etek, gömlek, pantolonla okula giderse bir şey yitirmez. Yılda bir ayakkabısı olursa eksik hissetmez kendini. Eğer onurunu koruyamazsa, soru sormaktan korkarsa, gericiliğe boyun eğerse köleleşir ve işte o zaman ona en büyük kötülüğü etmiş olursunuz. Bilgi nedir? Bu çağda her çocuk yabancı dil öğrenir. Ama eğer haysiyetli insan olma treni kaçarsa, sonra çok üzülürsünüz…

Bir çift söz de öğretmenlerimize…
Üç kuruş maaş için kimseye boyun eğmeyin.
Mesleğin büyüklerini anımsayın.
Köy okullarında verilen aydınlanma mücadelesini okuyun, öğrenin.
Siz sıradan bir meslek yapmıyorsunuz. Çocuklarımızın ruhuna tecavüz edilirken sessiz kalmayın. Kendinizin ve mesleğinizin onurunu koruyun. Diyeceğim: Maskeli balo bitsin, hakikatimizle yüzleşelim.
Pazartesi örgütlü biçimde ses verelim, çocuklarımızı cehaletin kucağına terk etmeyelim!

Enver Aysever / BİRGÜN

7 Eylül 2017 Perşembe

O fotoğraflar olmasaydı - ALİ RIZA AYDIN

Savunma ayağı olmayan, yargıç ve savcılarının dörtte biri meslekten men edilen, tutuklanan ya da kıyıma uğrayan, hukuku OHAL hukuksuzluğuna kurban edilen yargının adli yıl açılışı gölgede kaldı.

Rize’de çay hasadı yapan yüksek yargıçların, cübbesinin olmayan düğmesini iliklemeye uğraşan Danıştay başkanının fotoğraflarını da anımsatan siyasi lidere biat fotoğrafı ile daha da gölgelendi.
Biz boyun eğilmesin diye çabalıyoruz, Anayasa Mahkemesi (AYM) başkanı olan akademisyen kökenli zat gövde eğiyor. “Kadraj oyunu” savı da boşa çıktı. Bireysel olarak “kul” olmayı tercih edebilir ama ne akademisyen olarak bilim adına, ne yüksek yargı başkanı olarak yargı adına bu görüntüyü vermeye hakkı yok.

Yargı etiği ilkeleri ve hukuksal alandan bakarsak, AYM başkanı istifa etmeli; etmezse karar vermek durumunda olduğu tüm davalarda kararını AKP siyaseti lehine önceden açıklamış olduğu için “reddi hakim” talebinde bulunulmalıdır!


Keşke bir fotoğraf karesi ya da yukarıdaki öneri kadar basit olabilse konu. Basit değil, hem de hiç değil. Tartışmalar üzerinden devam edelim.

AYM başkanının “AKP genel başkanı önünde değil cumhurbaşkanı önünde eğildiği” söylendi. Yargıç, cumhurbaşkanı önünde de eğilmez. Ki bu yargıcın cumhurbaşkanını yargılayacak yüce divanın başkanı olması sahneyi vahimleştiriyor.

Cumhurbaşkanının “milletin birleştirici unsuru” olduğu, ona saygının olağan olduğu söylendi. Daha vahimi de burası. Cumhurbaşkanı artık hukuken ve fiilen AKP genel başkanı. Cumhurbaşkanlığı makamının yetki ve görevlerinden kaynaklanan hukuksal işlemleri ayrılabilir ama kendisinin bağlı ve başkanı olduğu siyasetten ayrılması olanaksız. Millet yalnızca AKP’lilerden oluşmuyor ki birleştirici unsurdan söz edilebilsin. Kaldı ki siyaseten ve dinsel olarak ayrımcılığı yapan zaten AKP’nin kendisi, başkanının kendisi.

Malum fotoğrafa verilen tepkiler arasında Obama’yı alkışlamak için ayağa kalkmayan ABD yüksek mahkeme yargıçlarının fotoğrafı var.

Bu karşılaştırmaya göre, küçük uydu ülkede yargının fotoğrafı “kul” davranışını yansıtıyor, büyük emperyalistin yargısı kuyruğu dik tutuyor. Yargı, bizde bağımlı ve taraflı, onlarda bağımsız ve tarafsız öyle mi? Bu kadar mı?  Türkiye’de “kaka”, ABD’de “cici” mi?

Fotoğraflar yetiyor mu durumu anlatmaya?
Peki, Türkiye’de yargıçlar o fotoğraflara yakalanmasaydı ya da o fotoğraflar olmasaydı yargımız bağımsız, adaletimiz sorunsuz mu olacaktı?

AYM’nin artık istisna olmaktan çıkan ve yaygınlaşan düzen yanlısı, piyasa yanlısı, talan yanlısı, gericilik yanlısı, OHAL yanlısı, AKP hükümetinin yaptığı hukuksuzluklara onay veren kararları hak etmeliydi asıl tepkiyi.

Türkiye baskı ve şiddetin, hırsızlığın, yolsuzluğun, yobazlığın ve cinayetlerin altında ezilirken, yargı da bunlara gözlerini kapatırken verilmeliydi asıl tepki. Hak ve özgürlükler ayaklar altın alınırken, emekçiler kapı önüne konulurken, haksız tutuklama kararları verilirken,  adaletsizlik her yerden fışkırırken,  hukuk hukuksuzluğun belgesi yapılırken ve yargı da bunlara sessiz kalıp onaylarken verilmeliydi asıl tepki.

Laiklik elden giderken, dinsel buyruklar ve kurallar hukuk kuralı yapılırken, eğitim dine teslim edilirken verilmeliydi asıl tepki.

Anayasa’yı, bireysel ve toplumsal hakları ve özgürlükleri savunması gerekirken, Anayasa tanımazlığı onaylayan, bireysel başvuruları gerekçesiz reddeden, halkın yerine AKP’nin sesi olan yargı yerden yere vurulmalıydı iktidarla birlikte.

Üzerlerine hırsızlık yüklenen çocuklar hapiste, hırsızlık düzeni yaşıyor. Siyasiler, düşün insanları, gazeteciler, yazarlar, OHAL mağdurları hapiste sömürü düzeni yaşıyor. Binlerce iş kazasında, cinayette ve katliamda onbinlerce ölü, yaralı ve mağdur var, katliam düzeni yaşıyor. Ülke açık cezaevi, tecavüzcüler hem de çocuklara saldırarak yaşıyor.

OHAL hukuksuzluğuyla değiştirilen, müsvedde gibi oynanan yargı ve yargılama hukukuna ne demeli?
 O fotoğraflar olmasaydı ya da ABD benzeri olsaydı ne olacaktı? Bu kahrolası düzen, eziyet, zulüm, hukuksuzluk ve adaletsizlik olmayacak mıydı?
Bugün yargı, sermaye önünde, siyasal iktidar önünde eğilip büzülüyorsa, emir eri pozisyonundaysa, kul/köleyse, bittiyse, sorumlusu kim?
Ve bu sorumluluğa kimler ortak?
Genç AKP’nin deneyimsizliğinin cemaatçi kadrolaşmalarla kapatıldığı, yargının cemaat ve AKP’nin ortak oyunlarıyla hizaya getirildiği, düzmece siyasi davaların cemaatçi güvenlik elemanları ve savcılarca aynı ortak oyunlarla yaratıldığı, savcının il başsavcının odasını bastığı günler ne çabuk unutuldu?
Yargı bağımsızlığını fazlasıyla zedeleyen 1982 Anayasası’ndan 2010 Anayasa değişikliğine hangi oyunlarla gelindiği, “yetmez ama evetçi” destekli Anayasa değişikliğinin nasıl yapıldığı, devamında cemaat ortaklı yeniden yapılanma ve devamında AKP’li yeniden yapılanmaların nasıl yaşama geçirildiği, nihayet OHAL kıyımına nasıl yol açıldığı ne çabuk unutuldu?
Beğenilmeyen yargı kararlarında yargı tanımazlığın ve yargıca saldırıların nasıl tavana vurduğu, bu kararları verenlerin kıyımları ve geçirdiği soruşturmalar, YARSAV ve üyeleri üzerine oyunlar ve operasyonlar, yandaş yargıç ve savcıların “yargıda birlik” örgütlenmesi, mahkeme antetli kağıt yerine “adalet bakanlığı” antetli kağıda karar yazan yargıçlar ne çabuk unutuldu?
Kararını dinsel söylemlerle gerekçelendiren yargıçlar, özelleştirmeye ve kamu kaynakları talanına izin veren yargı, iş hukukunu patron lehine yorumlayan yargı, liderin ağzından çıkanı hemen işleme sokan yargı, siyasi eleştiriyi cumhurbaşkanına hakaret sayan yargı, laikliği yok eden hukuka ve işlemlere onay veren yargı, çocuk ve kadın tecavüzcüsünü tecavüzü ve tacizi tekrarlasın diye serbest bırakan yargı ne çabuk unutuldu?
Tüm rezaletlerin arasında dik duran, masumiyet karinesi ihlal edilerek mesleklerinden atılan, tutuklanan ve YARSAV Başkanı Murat Arslan gibi aylarca iddianameleri bile yazılmayan, kıyıma uğrayan yargı mensuplarının başlarına gelenler nasıl unutuldu?
Yargının savunma ayağını kırmak için avukatlara yapılanlar nasıl unutuldu?  
  
ABD mi emsal? Olmaz olsun. Orada yargı, dünyanın dörtbir yanında süren sefalet, eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürünün yaratıcısı kapitalist/emperyalist düzenin varlığı ve devamı için, başkalarının yurtlarını işgal için, emekçileri kolay sömürmek için var.

Hür dünyanın hür yargıçları, bir öyle bir böyle karar vererek yaşatırlar düzeni, buna da “yargıç özgürlüğü” diyerek övünürler. O, AKP genel başkanı önünde eğilmesini cumhurbaşkanına saygı olarak açıklayan zat iyi bilir ABD’deki bu “özgür yargı” düzenini. Onlar felsefi sözcükleri kullanırlar ama gerçek adları “serbest piyasa yargıçları”dır. 
           
Sorun fotoğraf ya da karar karşılaştırması kadar basit değil. Kapitalist/emperyalist düzen devletiyle de siyasetiyle de bütün. Ne hukuk ne de yargı bu bütünün dışında... Farklı devletler, farklı hukuklar bu bütünü oluşturan sınıfsallığı bozmuyor.

Egemen sınıfa ve siyasetine karşı mücadele ederken hem hukuk ve yargının önemli birer mücadele aracı olduğu hem de hukuksal ve yargısal alanın sınıfsal gerçeği bilinmeli. Gerçek adalete ve adaletli düzenin hukukuna ve yargısına aynı düzen içinde çekilen fotoğraf karşılaştırmalarıyla ulaşılamayacağı bilinmeli.

Hukuksuzlukla mücadele gerekli ve önemli ama yerine hangi hukukun konulacağı daha önemli.
Yüreğini, emeğini ve yaşamını insanlığa; aydınlanmaya; gerçek adalet, özgürlük ve eşitliğe ve de direnişe adayan onurlu hukukçulara mücadeleyi yükseltecekleri bir adli yıl diliyoruz.

Ali Rıza Aydın / SOL

Bir annenin evladıyla sınavı ( I ) - SEYHAN AVŞAR

Türkiye’de uyuşturucu kullanma yaşı 13’e kadar düşerken, aileler de çocuklarının bu illetten kurtulması için büyük bir mücadele yürütüyor.


Türkiye’de uyuşturucu kullanma yaşı 13’e kadar düşerken, aileler de çocuklarının bu illetten kurtulması için mücadele yürütüyor. Neriman K. (40) de dört çocuklu bir ev hanımı. Yaklaşık yedi yıldır uyuşturucu kullanan oğlu 24 yaşındaki M.K.’nin bu bataklıktan kurtulması için canla başla mücadele ediyor. Çocuğunu kurtarmak için gitmediği hastane ve başvurmadığı yer kalmadığını söyleyen Neriman K, “Yaşadığım sıkıntıları bir ben bir de Allah biliyor. Akıttığım gözyaşının haddi hesabı yok. Gezmediğimiz hastane, gitmediğimiz doktor kalmadı. Çocuğumuzu kurtaramıyoruz” diyor. Bir anne olarak evladının kurtulmasını istediğini anlatan anne Neriman K. yaşadıklarını ve çektikleri sıkıntıyı Cumhuriyet’e anlattı.

Sorunlu büyüdü 
Oğlunun, çocukluktan bu yana sorunlu bir çocuk olarak büyüdüğünü anlatan Neriman K., “Eşim bir kurumda işçi olarak çalışıyordu. Ben ise evde çocuklarımla uğraşıyordum. M.K. benim ikinci çocuğum. Ondan küçük iki kız kardeşi ve bir ağbisi var. Diğer çocuklarım sıkıntısız, sorunsuz çocuklardı. Bu oğlum ise çok yaramazdı. İlkokulda durmadan derslerden kaçardı. Bir ayağım evde, diğer ayağım okulda kalmıştı. O derslerden kaçmasın diye her gün okula gidiyordum. Okuldaki öğretmenler bizim verdiğimiz emeğe karşın çocuğumuzun yaptıkları karşısında üzülüyordu” dedi. Okul dönemindeki arkadaşlarını hiç onaylamadıklarını ancak verdikleri tüm mücadeleye karşı onlardan ayıramadıklarını söyleyen anne, “Çevresindeki arkadaşları ailelerinden kopuk çocuklardı. Ben oğlumu kurtarmak için adeta diğer çocuklarımı unuttum. Küçük çocukları evde bırakıp okula ve mahallede onu arıyordum. Ama verdiğim tüm emeklere karşı onu o çevreden kurtaramadık” diyerek çektiği acıları özetliyor.

‘Hiçbir şey eskisi gibi olmadı’
Çocuğunun madde kullanmaya başladığını bir akrabasından öğrendiğini ve o an başından kaynar sular aktarıldığı hissini yaşadığını söyleyen Neriman K. o günleri şu sözlerle anlatıyor: “Yaşadığımız memleket küçük bir yer. Herkes birbirini tanır. Görümcemin oğlu bir gün bize geldi. ‘Yenge sana bir şey diyeceğim. Ama aramızda kalsın’ dedi. Hiç aklıma gelmedi bu kadar kara bir haber vereceği. ‘Yenge arkadaşlarım M.’yi madde kullanırken görmüş. Sana demeden önce araştırdım. M. esrar kullanıyor. Haberin olsun’ dedi. O sözlerin ardından fenalaştım ve o günden beri tansiyon hastasıyım. Eşime anlatamadım. Sabaha kadar ağladım. Oğlumu takibe başladım. Doğruydu söylenenler madde kullanıyormuş. Nasıl fark edemedim oğlumdaki değişimleri diyerekten kendime kızıp durdum. Eşim ile bu durumu paylaştım. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.”

‘İtiraf etmedi’
Çocuklarını karşılarına alıp konuştuklarını ve her seferinde uyuşturucu madde kullandığını inkâr ettiğini anlatan Neriman K, “Konuştuk. Ama madde kullandığını bir türlü itiraf etmedi. Sürekli yalan söylüyordu. Eve gelince kendinde değildi. Geceleri sık sık uyanıyordu. Eşim oğlumun cebinde esrar yakaladı. O gün oğlum itiraf etti. Ağlamaya başladı. ‘Yardım edin bırakayım. Bırakmak istiyorum’ dedi. İnandık çocuğumuza, inanmak istedik. Bırakacak dedik. Tedavi için Elazığ’a götürdük. Günlerce hastanede kaldık. Eve döndük. Telefonunu vs. elinden almamıza, arkadaş çevresinden uzak tutmamıza rağmen yine başladı. Bu süreç birkaç kez daha tekrar etti” diyerek verdikleri mücadeleyi anlattı. Yıllar geçtikçe umutlarının da yok olduğunun altını çizen Neriman K., “Çocuğum daha da değişmeye başladı. Bir baktık ki bonzai denilen bir şey çıkmış onu kullanıyor. Bu kez alıp İstanbul’a Balıklı Rum Hastanesi’ne götürdük. Yatıracaktık. Ama oğlum oraya madde sokmaya çalıştı. Güvenlikler etrafımızı sardı. Böylelikle oraya yatışı yapılmadı” diyor. Neriman K. şehir şehir gezdiklerini ama oğullarının uyuşturucu maddeyi bırakmadığını aktararak şunları söylüyor: “Artık maddi ve manevi olarak tükendik. İnsanlar kapımıza gelip oğlunuz borç yaptı ödeyin diyor. İnsanların yüzüne bakamıyoruz. Oğlumuzu çok seviyoruz. Gözümüzün önünde eriyor ama bir şey yapamıyoruz. Oğlumuz kafasında uyuşturucuyu bitirmiyor. Kafasında bitirse, her şey bizim için daha kolay olabilirdi. Bir anne olarak evlat acısı yaşamanın ne demek olduğunu, çocuğum hayattayken öğrendim.”

Arkadaş ortamında hayatı karardı
Eroin bağımlısı Ş. A. henüz 20 yaşında. Babası matbaa işçisi, annesi ise ev hanımı. Ş. A. uyuşturucu madde ile 13 yaşındayken arkadaş ortamında tanışmış. 7 yıl boyunca defalarca hastaneye yatmasına rağmen vücudunu esir alan illetten bir türlü kurtulamamış. Şimdi ise daha bir umutla ve inançla yeniden tedavi olmaya başlamış. Vücudunun birçok yerinde iğne izleri olan Ş. A. yaşadığı zorlu günleri bir hastane odasında gazetemize anlattı:
‘Artık mutlu olmak istiyorum’
Ş. A. uyuşturucu maddeye bir arkadaş ortamında başladığını söyleyerek, “Nasıl bir şey olduğunu merak ettim. Folyo ile denedim. Sonra devamı geldi. 16 yaşında ise eroine başladım. 3-4 saatte bir madde alıyordum. Bu arada bir çocuğa âşık oldum. Evlendik. O da eroin kullanıyordu. Beraber, bu maddeyi bırakacağız, kurtulacağız diye hayaller kuruyorduk. Mücadele ettikçe daha dibe battık. Olmadı, bırakamadık. Zaten sonrasında ise boşandık” diyor. Ş.A. yeniden tedavi olma gerekçesini ise şu ifadeler ile anlatıyor: “Ailemin güvenini yeniden kazanmak istiyorum. Ablamın, abimin uyuşturucu madde ile hiç işleri olmaz. Hayatımda başka bir erkek var. O madde kullanmıyor. Mutlu olmak istiyorum.”

Madde kullanan çocuklardaki işaretler
  • Madde kullanmaya başlayan kişilerdeki ilk değişiklik çevrelerinde yapmış oldukları değişikliklerdir. Eski arkadaşların yerini yeni arkadaşlar alır. Maddeye daha rahat ulaşım sağlayabilecek kişilerle yakınlaşır.
  • Duygu durumu çok çabuk değişiyorsa çok dikkatli olunmalı. Bu süre içerisinde bazen çok neşeli, bazen de çok öfkeli, huzursuz, keyifsiz olabilir.
  • Ders durumunda ani değişiklikler olur. Notları düşmeye başlar, okula devamsızlık görülür.
  • Evde tek başına kalmak istiyorsa ya da arkadaşları ile birlikte dışarıda nerede olduğunu söylemeden buluşmaya başladıysa dikkat.
  • Ailesi ile olan ilişkileri mümkün olduğunca mesafeli tutmaya başlar. Evde daha az zaman geçirmek ister ki ailesiyle çatışmasın.
  • Kılık-kıyafet ya da görünür bir şey almadığı halde, fazla para harcamaya başlar.
  • Kişisel bakımı azalmıştır. Giyimine dikkat etmez. Gözleri kızarır, şişer, vücudunda değişiklikler başlar.
  • Sinirlilik, gerginlik, kişiler arası ilişkilerde sorunlar yaşar, dalgınlık, dikkatsizlik başlar.
  • İçine kapanır. Uyku düzeni değişir.
  • Psikolojisinde karamsarlık, umutsuzluk ya da inançsızlık gibi 

(II)  ‘Madde kullanımı ülkenin hali ile ilgili’ (Seyhan Avşar)

Sentetik uyuşturucuya bağlı ölümlerde Türkiye birinci sırada.

Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç İle Mücadele Dairesi’nin (UNODC) raporuna göre dünya üzerinde 29.5 milyon kişi uyuşturucu bağımlısı. Sentetik uyuşturucu kullanımı sonucunda yaşanan ölümlerde ise Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer alıyor. İstanbul Balıklı Rum Hastanesi Alkol ve Madde Bağımlılığı Araştırma Tedavi ve Eğitim Merkezi Kurucu Hekimi Prof. Dr. Özkan Pektaş, uyuşturucu madde kullanımında en önemli konunun “toplumsal rüzgârlar” olduğunu söyleyerek, “Toplumsal rüzgârlar, antisosyal, psikopatik girişimlerin bu ülkede kolaylaşmasıdır. Mesela; çalmak, yaralamak, dayak atmak, şortla geziyor diye birine saldırmak... Bütün bunlar kabalaşmayı ve şiddeti artırıyor. Madde kullanımı ülkenin hali ile fazlasıyla ilgilidir” dedi. Pektaş, Türkiye’de uyuşturucu madde satışında ciddi bir artış olduğuna dikkat çekerek, “Çok fazla madde ülkeye girmeye başladı. Madde çeşitliliği de arttı. Şu an toplumda en bilinenlerden biri bonzai olsada skunk, salvia, gubar var. Bu maddelerin girişi de çok artmış durumda. Bunun en önemli nedenlerinden biri uyuşturucu maddenin ekonomik olarak büyük getirisinin olması. Durum böyle olunca Türkiye’deki işsizlik oranları, bir de bunun yanında 3 milyon mültecinin ülkemize gelmesi madde kullanımını daha da artırdı.
Bu insanların satacakları malın daha fazla tüketilmesi ve ucuz olması gerekiyor. En pahalı uyuşturucu kokain. Ama bonzai 5-10 TL. Günde altı defa alınınca 60 TL yapar ve bu satıcılar için iyi bir para demek” diye konuştu. Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye gelmesinin ardından madde satışı ve bağımlılığında bir artış olduğunu söyleyen Pektaş, “Suriye’den zengin ve fakir olan herkes geldi. Fakir olan para kazanmak için bu işi yapıyor. Suriye’den gelen herkes uyuşturucu satıyor demiyorum. Artış var diyorum” dedi. Madde bağımlısı kişilerin başlangıçta hastaneye yatmak istemediğine dikkat çeken Pektaş, tedavi sürecini şu sözlerle anlatıyor: “Hastadan ailesi tedavi olmasını rica ediyor. Hasta hastanemize gelince önce vücudunu maddeden temizliyoruz. Vücutta uyuşturucu maddeyi bloke eden ilaçlar kullanmaya başlıyoruz.Yani panzehirini veriyoruz. Böylelikle hasta tedaviden sonra dışarı çıkıp tekrar madde kullandığında ondan hiçbir zevk almıyor. Daha sonra da psikolojik tedavileri başlıyor. Maddesiz hayata uyum sağlayabilme gibi konuların üzerinde duruyoruz.
‘Telefonunu değiştir, arkadaş ortamını değiştir’ gibi tavsiyelerde bulunuyoruz.” Pektaş, bir hastanın tedavinin ardından bir daha madde kullanmayacak demenin imkânsız olduğunu vurgulayarak, “Tekrarlama durumları oluyor. O zaman hasta yeniden bize geliyor. Bu da genelde çevreyle, arkadaş grubuyla ilgili oluyor... Bizim için önemli olan bir hastanın maddeyi bırakma sebebinin ne olduğudur. Bir hastaya maddeyi niye kullanıyorsun sorusunu sormak çok yanlıştır. Neden bırakmak istiyordur esas mesele... Hastanın bedeninden maddeyi temizliyoruz. Ama kişinin kendi kafasında da bitirmesi lazım” ifadelerini kullandı. Pektaş, ailelerin çocuklara suçu çağrıştıracak şeylerden uzak durmaları konusunda uyarıda bulunduklarını anlattıklarını kaydederek, çocuğun akademik başarıda düşüşü, hal ve gidişindeki değişiklikler, kurallara uymada sorun, aileye okula karşı isyan varsa dikkatli olunması gerektiğini söyledi.

Psikolog Şahin: Hastalara ve ailelere terapi şart
Balıklı Rum Hastanesi Alkol ve Madde Bağımlılığı Araştırma Tedavi ve Eğitim Merkezi’nde psikolog olarak çalışan Özge Şahin, madde bağımlılığının her zaman aileden kaynaklı olmadığına dikkat çekti. Şahin, ailede kopuk bir ilişki veya kavga ortamı olmadan da çocukların madde kullanabileceğini söyleyerek, “Aile ilgisizse, ilişkilerde kopukluk varsa, zemin hazırlamış oluyor. Ama aile ilgiliyse de madde bağımlılığı olabiliyor. Burada yatan çoğu hastanın ailesi ilgili, ilişkilerde kopukluk yok. Yine de kişi meraktan ve ortamın etkisiyle uyuşturucu madde kullanabiliyor” dedi. Madde kullanan insanların stresle başa çıkma olasılığının çok düşük olduğunu vurgulayan Şahin, “Hastalara stresle başa çıkmayı öğretmeye çalışıyoruz. Herkesin bir maddi sıkıntısı ya da eşiyle, sevgilisiyle sorunu olabiliyor diyerek anlatıyoruz. Ama madde kullanan kişi, stresle başa çıkmak yerine maddeye sığınıyor” diye konuştu.

‘Bağımlılık hastalıktır’
 Şahin hastalara uygulanan terapi yöntemlerini ise şu sözlerle anlattı: “Burada yatan hastalara bir haftalık bir terapi uyguluyoruz. Yatışa geldiklerinde ilk olarak bilgi alma ile işe başlıyoruz. Kişilerin hikâyelerini, aile ve iş hayatlarını öğreniyoruz. Daha sonra tedavinin faydalarını anlatıp ilaçların etkilerinden söz ediyoruz çünkü hastalar, ‘İlaçları kullandım. Bitti. Kurtuldum’ diyerek ilaçlarını bırakıyorlar. Bizler bu hastanede kanı temizliyoruz. Görüşmelerde ise bağımlılığın ne demek olduğunu, bunun nelere yol açtığını konuşuyoruz. Çoğu hasta bağımlılığı bir hastalık olduğunu bilmiyor. Ama bağımlılık bir hastalık. Şeker hastalığı gibi... Ancak ilaçlarla kontrol altına alınabilir. Terapiler sayesinde ise isteklerle nasıl başa çıkılabilir? Maddenin boşluğunu nasıl doldurabilirsin? Maddeyi insanın hayatından aldığında büyük bir boşluk oluşuyor. Bu nedenle bu tür konuları konuşuyoruz. Hastaların birçoğunun yalan söylediğine dikkat çeken Şahin, “Hastalar yalan söylüyor. Kendileri de bunun farkında. Maddeye ulaşmak için eşini, ailesini gözü görmüyor çünkü uyuşturucu duyguları sıfırlıyor. Hasta eğlenmiyor, gülmüyor, ağlamıyor... Nötr yani. Ama uyuşturucu madde kullanmadığı zaman, hem fizyolojik hem de psilojik olarak yaşadıkları gün yüzüne çıkıyor. Diyor ki mesela belim ağrıyor. Fıtık çıktı... Yani madde ağrıları da sıfırlıyor, hissetmiyor. Bu sonra ortaya çıkıyor. Psikolojik olarak da bu böyle. Ağlamaya başlıyor. ‘Aileme n’aptım? Pişmanım’ diyorlar..” ifadelerini kullandı. Ailelerle ile yaptıkları terapilere de değinen Şahin özetle şunları söyledi: “Aileleri daha çok bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Aileler çocuklarının zevk için uyuşturucu madde kullandıklarını düşünüyorlar. Onlara zevk için değil artık bir bağımlılığa dönüştüğünü anlatıyoruz. Çocuklarının çok iradesiz olduklarını ifade ediyorlar. Bunun iradeyle alakalı olmadığını bunun bağımlılıkla ilgili olduğunu söylüyoruz. Uzaklaşma imkânları varsa uzaklaşmalarını, tatil yapmalarını falan söylüyoruz. Çocuklarına güveniyor gibi yapmalarını ama asla güvenmemelerini, denetim altında tutmaları gerektiğini, nereye gidip geldiklerini kontrol etmeleri gerektiğini söylüyoruz.”

BM tehlikeye dikkat çekiyor
Dünya genelinde 15-64 yaş arasında 250 milyon kişi en az bir kere uyuşturucu madde denedi.
-2016 yılında dünyada 207 bin kişi uyuşturucu nedeniyle hayatını kaybetti.
-10 madde kullanıcısından biri maddeye bağlı hastalıklara maruz kalıyor.
-Uyuşturucu maddeyi ilk kullanma yaşı ortalaması 13.8 olarak tespit edildi.
-Yatarak tedavi gören bağımlıların yaklaşık üçte biri 15-24 yaş grubunda.
-Gençler arasında doğrudan kana karışan uyuşturucu madde kullanımı daha yaygın.
-Sentetik uyuşturucu kullanımı sonucunda yaşanan ölümlerde Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer aldı. 2015 yılı verilerine göre 580 kişi yüksek dozda uyuşturucu kullanımı nedeniyle yaşamını yitirdi.

Seyhan Avşar / CUMHURİYET