22 Eylül 2017 Cuma

Büyüme göstergelerinde kargaşa - KORKUT BORATAV

Durgunlaşma mı? Dinamizm mi?
Ocak-Haziran 2017 istatistikleri yayımlandı. Bunların bir önceki yılla karşılaştırılması, ekonominin büyüme eğilimlerine ışık tutacaktır. Çünkü 2016’nın ilk altı ayının ekonomik ortamı “olağan”dır. Temmuz darbe girişiminin yarattığı ekonomik sorunlar söz konusu değildir.
Bu karşılaştırmada temel bir soru gündemdedir: Türkiye ekonomisi kronik bir durgunlaşma sürecine mi girmiştir? Veya, “yükselen ekonomiler” grubunun ön saflarında yer alan bir dinamizm mi göstermektedir?

1998-2015 döneminin eski millî gelir (GSYH) serilerini, diğer istatistiklerle birlikte kullanan Türkiye’den ve dışarıdan çok sayıda araştırmacı, 2007’yi izleyen dönemi, kronik dış kırılganlıklar içinde durgunlaşma olarak nitelendirmekteydi. TÜİK’in yeni millî gelir istatistikleri benimsenirse, 2009 sonrasında sağlıklı bir dinamikleşme gerçekleşmiştir.
TÜİK, “dinamik ekonomi” tezini, 2016 ve 2017 millî gelir tahminleriyle de destekliyor. Buna göre, 2016’nın ilk altı ve son üç ayında ekonomi yüzde 5’e yaklaşan bir tempoyla büyümüştür. Ocak-Haziran 2017’nin büyüme hızı ise yüzde 5,1’dir.
Medyatik iktisatçıların çoğunluğu, yeni GSYH istatistiklerini sineye çekti; “dinamik ekonomi” söylemine  destek verdi.
Bana göre, ekonominin yapısal sorunlarla bağlantılı durgunlaşma eğilimi sürmektedir.
Ocak-Haziran 2017 istatistiklerini de bu çerçeve içinde tartışalım.

Üretimden Kopuk Büyüme
Millî gelir, üretim süreçleri içinde yaratılan katma değerlerin toplamından oluşur. Her faaliyet kolunun millî gelir kalemi, oradaki gayri safi üretim verilerinden türetilir. Üretim anketleri, endeksleri, bu yüzden önemlidir.
2017’nin büyüme göstergelerine ilişkin ilk karşılaştırmayı, yine TÜİK’in yayımladığı sanayi üretim endeksleriyle başlatalım: Ocak-Haziran 2017’de 12 ay öncesine göre yüzde 2,1 oranında artış belirleniyor. Geçmiş yılların ortalama katsayılarına (esnekliklerine) göre hesaplansaydı, sanayi üretim değerinde yüzde 2,1’lik artış, millî gelirde sanayi sektörü büyüme hızını yüzde 2’nin üzerine çıkaramazdı.
TÜİK ise, Ocak-Haziran 2017’deki milli gelir hesaplarında sanayi sektöründe yüzde 6,5’lik bir büyüme temposu “keşfetmiştir.”
Nasıl yaptı? Millî geliri, üretim anketlerinden hareketle hesaplamaya son vererek; “idarî” belgelerdeki şirket verilerini kullanarak…
TÜİK’in yeni hesaplarına göre, sanayi üretimi ile millî gelirdeki sanayi kalemi arasındaki büyüme makası zaman içinde açılmaktadır: 2016’da  %1,9 → %4,5;  Ocak-Haziran 2017’de ise %2,1 → %6,5…
Türkiye sanayi sektöründe üretimden bağımsız katma değer oluşmasını (üstelik giderek artan oranlarda) mümkün  kılan bir ekonomik ve teknolojik “mucize” mi gerçekleşmektedir? Mühendislerin ve iktisatçıların bir türlü yanıtlayamadığı bu bilmeceyi TÜİK, sanayi üretim endeksleri yayınına son vererek çözecekmiş.
2016’da inşaat üretim endekslerinin artış oranı %2; sektörün millî gelirdeki büyüme hızı %5,6 çıkmıştı. TÜİK, bu uyumsuzluğu da inşaat üretim verilerinin yayınını durdurarak çözdü.

İstihdam - Millî Gelir Kopukluğu
İstihdam istatistikleri, millî gelirin düzeyi, büyümesi ile doğrudan bağlantılıdır. Sektörler arasında istihdamın kayması ve üretim kollarındaki teknik ilerlemeler, ekonominin tümünde emeğin ortalama verimini yukarı çeker. “Normal” yıllarda millî gelirin istihdamdan biraz daha hızlı büyümesi beklenir.
Ocak-Haziran 2017’de bu bağlantı da “uçup gitmiştir”. İlk altı ay boyunca Türkiye ekonomisinde istihdam rölanti (yüzde 2,1’lik) bir tempoyla artmıştır. Önceki yılların istihdam ve (bizim hâlâ güvendiğimiz) eski millî gelir serilerine göre, bu istihdam artışının millî gelirde yüzde 3 civarında bir büyümeye yol açması beklenebilirdi. TÜİK’e göre ise, Ocak-Haziran 2017’de ağır-aksak artan istihdam,  millî gelirde coşkulu bir canlanmaya yol açtı: %2,1 → %5,1… Türkiye ekonomisinin ortalama emek veriminde bir yıl içinde açıklanması çok güç bir sıçrama…
Peki işsizlik? Ocak-Haziran 2017’nin ortalama işsizlik oranı, 12 ay öncesinin ortalamasına göre çarpıcı boyutta yükselmiştir: %10,4 → %11,6… İşsiz sayısında Ocak-Haziran ortalamaları,  bu yıl %17 oranında artmıştır.
Sonuç: Bu yılın ilk altı ayındaki büyüme temposu,  işgücü arzındaki artışı massedecek, emecek boyutta gerçekleşmemiştir.
TÜİK’in yüzde 5,1’lik büyüme bulgularını, “ekonomi coştu” sloganlarıyla alkışlayanlar, Ocak-Haziran ayları boyunca sayıları 3,2 ile 4 milyon arasında seyreden işsiz insanın, “bize niçin yansımıyor?” sorusunu yanıtlamalıdır.

Dış Kaynak Hareketleri
Dış kaynak hareketlerinin kısa dönemde büyüme hızını etkilediği malûmdur. 2017’nin ilk altı ayına bu açılardan da bakalım:
2016 ve 2017’nin Ocak-Haziran aylarında ekonomiye aşağı yukarı aynı miktarda  (28 milyar dolarlık) yabancı sermaye girmiştir.
Buna karşılık, bu yılın ilk altı ayında, kayıt-dışı para “net çıkış” göstermiş; Temmuz  sonrasında büyük önem taşıyan “can simidi” işlevini (şimdilik) durdurmuştur. Yerli rantiye, şirket ve bankaların dış dünyaya kaynak aktarımı da hızlanmıştır. Kayıt-dışı ve yerli sermaye hareketlerindeki bu olumsuz etkenler, Ocak-Haziran 2017’de toplam dış kaynak hareketlerinin üçte bir oranında daralmasıyla sonuçlanmıştır.
Kısacası, Ocak-Haziran 2017’nin dış kaynaklar bilançosu, iç talebi ve ekonominin kısa dönem büyüme temposunu ve yukarı çekecek bir dinamizm içermemiştir.
Karşılaştırmayı Temmuz 2016 sonrasıyla yaparsak görüntü değişmektedir. Sonraki altı ayda döviz fiyatlarındaki tırmanma, Şubat 2017’den itibaren tersine dönmüş; 10 milyar doları aşkın sıcak para girişi döviz piyasalarını rahatlatmıştır. Ocak 2017 sonunda aylık TL mevduatına yatırılan dolar, sekiz ay sonrasında yüzde 9,1 ucuzlayacak; Ağustos sonundaki getirisi, dolar cinsinden yüzde 16,7’ye ulaşacaktır. Bu boyutta bir arbitraj kazancı, yabancı spekülatörleri “her an çıkışa hazır” hale getirir.

Dış Ticaret ve Büyüme: Tuhaflıklar
Temmuz 2016’nın ekonomik şoku, maliye politikalarıyla telafiye çalışıldı. Kamu harcamaları yukarı çekilerek; istihdamı ve banka kredilerini besleyen teşviklerle, aktarımlarla ekonominin daralması frenlenebildi.
Ne var ki, iç talep genişlemesi, geçmiş yılların durgun sermaye birikiminin mirası olan kapasite sınırlarına toslamakta; enflasyonu ve/veya cari işlem açıklarını tırmandırmaktadır.
TCMB’nin yüzde 5’lik enflasyon hedefi bir kez daha “iflas” etmiş; ekonomi 2017’de iki haneli bir enflasyona yerleşmiştir.
Ödemeler dengesi verilerine göre, mal ve hizmet ithalatı ise, 2017’nin ilk altı ayında on iki ay öncesine göre yüzde 7,5 oranında artmıştır. Bu durum, iç talepteki artışın önemli bir bölümünün ithalata taştığını; dış dünyaya katma değer taşıdığını gösteriyor.
Bu olumsuz etken ihracat artışlarıyla tamı tamına telafi edilmiştir: 12 ay öncesine göre Ocak-Temmuz 2017’de dolarlı  ihracat ve ithalat artış oranları birbirine eşittir. TÜİK dolar/TL kur hareketlerini kullanarak bu bilgiyi GSYH verilerine taşıyor: Cari TL ile hesaplanan harcamalara göre GSYH tablosunda Ocak-Haziran 2017’de hem ihracat, hem de ithalat aynı tempoyla (yüzde 33,5 oranında) artmıştır.

Buna göre, hem dolarlı  ödemeler dengesi, hem de cari TL ile hesaplanan GSYH tabloları aynı sonucu veriyor: Bu yılın ilk altı ayında, dış dünyaya (ithalat yoluyla) aktarılan katma değer, dış dünyanın Türkiye’ye (ihracat yoluyla) aktardığı katma değer ile  aynı oranlarda artmıştır. Büyüme hızını yukarıya veya aşağıya çekecek bir değişme yoktur.

Ne var ki, büyüme oranları, enflasyonu da içeren cari TL üzerinden değil, sabit fiyatlı millî gelir üzerinden hesaplanır. Yeni TÜİK terminolojisinde buna hacim endeksli millî gelir deniliyor.
TÜİK’in “Ocak-Haziran 2017 hacim endeksli harcama yöntemli milli gelir” tablosunda beklenmedik bir bulgu ortaya çıkıyor: Bu dönemde ihracat yüzde 10,7; ithalat ise sadece yüzde 1,5 (bir buçuk) oranlarında artmış görünmektedir. Millî geliri yüzde 5,1’lik büyüme temposuna taşıyan ana etken de, böylece, belirlenmektedir: Dış ticaret…
Böylece, karşımıza yeni bir “bilmece” çıkıyor. Bu tablodaki “düzelme” ana istatistiklerde yer almamaktadır: Ödemeler dengesi verilerine göre dolar ve cari TL itibariyle ihracat ve ithalat eş-oranlı büyümüştür. Bu bilgiyi, “hacim verilerinde” astronomik boyutta değiştiren tek etken, dış ticaret hadlerinde bozulma olabilir. Bir yıl öncesiyle karşılaştırıyoruz. Bir dolar karşılığında ihracatçının eline geçen TL ile bir dolarlık ithalat ürünü karşılığında Türkiyeli tüketicinin ödediği TL arasındaki makas, 2017’nin ilk altı ayında açılmıştır.
Değerli meslektaşım Oktar Türel hesapladı ki, TÜİK’in verileri kabul edilirse, ihraç ve ithalat fiyatları arasındaki bu makas altı ayda Türkiye aleyhine %14,3 oranında bozulmuştur. Bu “bozulma” içinde GSYH’de gerçekleşen yüzde 5,1’lik artışı gelirlere yansımaz; ders kitaplarında yoksullaştırıcı büyüme olarak adlandırılır.

Durgunlaşma Sürmektedir
Bu yılın ilk altı ayını tartıştık. Temmuz 2016 sonrasında iç talebi destekleyen maliye politikaları, yapısal/dışsal sınırlarla karşılaştı.
İç talep genişlemesinin üretime, katma değere, millî gelir düzeylerine yansımasını sanayi üretimi, istihdam ve dış ticaret istatistiklerinden izleyebiliyoruz.
Bunlardan hareketle, Ocak-Haziran 2017’de ekonominin büyüme temposunun yüzde 3 civarında seyrettiği tahmin edilebilir: Üretim ve istihdam verilerinden tamamen kopuk, dış ticaret istatistiklerinde gözlenmeyen ve gelirlere yansımayan bir “ihracat patlaması” sayesinde gerçekleşen %5,1’lik bir büyüme bulgusu ciddiye alınamaz.

Buna karşılık, Temmuz-Eylül 2017’de yüksek bir büyüme hızı beklenmelidir. Zira, ekonominin küçüldüğü 2016’nın üçüncü çeyreği ile karşılaştırılacaktır.
  
Ancak, bu canlanmanın yıl sonuna taşınması mümkün görünmüyor. İhracat/ithalat fiyat hareketleri tersine dönecek; büyüme hızını aşağı çekecektir. Ekonominin yapısal bozuklukları, sınırları, dışsal kırılganlıkları, resmî istatistiklerde büyük boyutlu, bazıları “esrarengiz” revizyonlarla düzelemez.
Orta vadede durgunlaşma eğilimine son veren, ekonominin büyüme potansiyelini yukarı çeken bir dönüşümün habercileri, belirtileri yoktur.

Türkiye ekonomisinin karmaşık sorunlarını, gelişim doğrultusunu TÜİK’in millî gelir tablolarından değil, diğer iç ve dış kaynaklardan izlemeye; tartışmaya devam edeceğiz.

Korkut Boratav / SOL

Çalıkuşundan akbabalara - MİNE SÖĞÜT

Evler önemlidir...
Okullar kadar evlerde öğrenilenler de hayatı biçimlendirir.
O yüzden çocuklarınıza evlerinizde doğru bildiğiniz her şeyi bir bir anlatın.
Hayalleriniz kadar hayal kırıklıklarınızı da...
Geçmişe özleminizle birlikte geleceğe dair endişelerinizi de.
Bugünü her şeyiyle anlatın onlara...
Dünün ve yarının yanı sıra.
Hukuktan bahsedin, laiklikten ve çağdaşlıktan ve her geçen gün daha da uzaklaşılan uygarlıktan.
Çocuk oldukları için sakınıp saklamayın onlardan gerçeğin sertliğini.
Aksine gerçeklerin mutlak gücüyle besleyin gelişmekte olan zihinlerini.
Ki kafalarının içini korkularla doldurarak onları kendi neferleri yapmaya çalışan sisteme direnmeleri gerektiğini erkenden bilsinler.

Gitmek zorunda kaldıkları devlet okullarında kendilerini nelerden sakınacaklarını öğrensinler.
İşaret edilenin değil doğru olanın peşine düşsünler.
Okullarda onlara öğretilen 15 Temmuz safsatasının aslının ne olduğunu...
Dini bayramların milli bayramlara neden üstün tutulduğunu...
Evrim teorisinden neden bu denli korkulduğunu...
Öğretmenlerin neden sınıflara artık besmeleyle adım attığını...
Din derslerinin neden zorunlu olduğunu...
O derslerde çocukların kafalarına neler neler sokulduğunu...
İktidardakilerin yeni neslin aklıyla nasıl oynamaya çalıştığını...
Sınav sisteminin hangi hesaplarla değiştirilip durduğunu...
Baştakilerin geleceğe dair nasıl korkunç hayaller kurduğunu...
Hepsini anlatın evlerde çocuklarınıza.
Bilimden, laiklikten ve hukukun üstünlüğünden bir dinmiş, bir ahlakmış gibi bahsedin onlara.
Başlarına gelenin ne olduğunu bilerek büyüsünler.
Sahip çıkmaları gereken değerleri iş işten geçmeden öğrensinler.
Okuduklarını, duyduklarını kendi akıl ve vicdan terazilerinde ölçüp biçmelerini tembihleyin onlara.
Akılcı olmayı ve bilimsellikten şaşmamayı öğütleyin.
Gerçek ahlak nedir iyice belletin.
Devrimlerden bahsedin.
İyilerinden ve kötülerinden ve her devrimin eninde sonunda başına gelebileceklerden.
Barbarlardan bahsedin ve uygarlardan.
Nasıl bir karşıdevrimin hedefinde olduklarının bilincini aşılayın çocuklara.
Bu olağanüstü zamanda...
Çocuklarınıza ülkenin başına gelmekte olanları bu açıklıkta anlatmazsanız...
Onları sizden tek tek çalacaklar.
Ve kendi kirli çuvallarına dolduracaklar.
İktidardakiler...
Yeni nesillerin beynini yıkamayı başardıkları gün, Cumhuriyeti de ülkeyi de gerçekten yıkacaklar.

***

Bugün bu ülkede laikliğe küfredenler ve Cumhuriyetten nefret edenler ve rejimi değiştirmeye ant içenler...
Hepsi eksikliklerle, aksaklıklarla dolu olsa da laik bir sistemin ilke ve devrimlerine fazlasıyla bağlı görünen bir eğitim anlayışında okudular.
Ama evlerinde bambaşka hayallerle ve itirazlarla, dogmatik inançlarla bilendiler.
Kendilerini sistemin önerdiği o çağdaş dünyaya hiç ait hissetmediler.
Bu dirençle nihayetinde iktidara yükseldiler.
Eğer bu kaos ortamında çocuklarınızı kaybetmek istemiyorsanız...
Siz de kendi bilimsel ve tarihsel gerçeklerinizle ve akılcı bir zihinle bileyin çocuklarınızı...
Mesela şuradan başlayın anlatmaya:
Bir zamanlar çalıkuşu kimdi...
Ve kim bugün çocukların üzerinde kanat çırparak uçan şu akbaba.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Diyanet neden kurulmuştu? - TAYFUN ATAY

Kendilerini “Atatürkçü Cumhuriyetçi” olarak tanımlayan dokuz ilahiyatçının Diyanet’i laikliğe, Atatürk’e, Cumhuriyet’e sahip çıkmaya çağırması, (sayısal açıdan) yükte hafif gibi görünse de pahada gayet ağır bir yerinde çıkıştır. 

Yerindedir, çünkü Diyanet laik Cumhuriyet’in var ettiği bir kurumdur. 

İlahiyat hocalarımız, Diyanet’i İslam’ın farklı yorumlarına mensup bütün Müslümanlara ve ayrıca tüm farklı inanç sahiplerine yönelik ayrımcı tutum ve uygulamaların son bulması için de gayret göstermeye çağırmış. 

Bu da hep yazdığımız bir husus; “çoğul” bir toplumun laik devletinde resmi bir din kurumu olacaksa ancak böyle olabilir. 

Elbette bu söylenenler “naiflik” olarak görülecektir. Çünkü bugünden bakıldığında laik Cumhuriyet’i kuranların nasıl olup da dini bu kadar devletin göbeğine bağladıklarını anlamak kolay değildir.
Çünkü bugün, 100 bini aşkın çalışanıyla “laiklik düşmanı” devasa bir kurum haline geldiği izlenimini hepimize bol bol sergileyen bir Diyanet vardır. 

Peki, laikliği rejimin olmazsa olmazı kılmış bir siyasi irade, bugün onun başını yiyecek noktaya gelmiş bu kurumu neredeyse Cumhuriyet’le yaşıt şekilde (3 Mart 1924) neden, ne amaçla var etmiştir?
***
Cevap arayışında en önemli ipucu, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hilafetin kaldırılmasıyla aynı gün hayata geçirilmiş olmasıdır. 

Bu, “İslam enternasyonalizmi” (Panislamizm) iddiasından vazgeçip “nasyonal”, yani ulusal bir İslam arayışına yönelmeyi yansıtan en çarpıcı örnektir. 

Cumhuriyeti kuranlar, kendi bindikleri dalı kesecek kadar ne yaptığını bilmez insanlar değildi. Onlar, (ne kadar mümkün olup olmadığı tartışması bir kenara) İslam’ı ulusallaştırmak, “ulus-devlet” (Cumhuriyet) sınırları dışına taşmayan biçimde yeniden yapılandırmak istediler.

Ve tüm Müslümanlar için bağlayıcı ideal ve iddiaya sahip, İslam adına “evrenselci” halifelikten vazgeçerken nasıl modern ulus-devlet parametresiyle (kural ve ilkeleriyle) hareket ettilerse, Diyanet’i hayata geçirirken de aynı parametreden hareket ettiler. 

Modern toplumu var eden temel dönüşüm dinamiklerinden biri, dinde reformdur. Reform hareketi, Katolikliğin evrenselci anlayışına karşı dinin (Hıristiyanlığın) ulusallaşması sonucunu da doğurmuştur. 

Bu, Türk modernleşmesinin öncü siyasi kadrolarının esin kaynağını oluşturdu. 

O yüzden halifelik gibi “evrenselci” ve “enternasyonalist” bir kurum kaldırılırken dinde ulusallaşmanın arayışına gidildi. 

Kur’an’ın ve ezanın Türkçeleştirilmesi yolundaki girişimler bu arayışın sonucu olduğu gibi Diyanet İşleri Başkanlığı da aynı arayışın sonucudur!..
***
Diyanet, ulus-devlet Türkiye’nin, İslam’a da ulusal temelde yeni bir biçim ve içerik verme hedefiyle kuruldu. 

Ancak hilafetin kaldırılması dış (Müslüman) dünya ile bağın kopması açısından isteneni sağladıysa da İslam adına ülke içinde mevcut karmaşa ve darmadağınıklık, herkese hitap eden bir “ulusal İslam” var etme yolunda büyük zorluk yarattı. 

Mezhepler, tarikatlar, cemaatler, halk inançları… Diyanet bu malzemeden bir “Türkiye İslam’ı” çıkarma yolunda, modernitenin olmazsa olmazı “okuryazarlık” ilkesiyle de buluşabilecek elde mevcut tek seçenek olan “kitabî” (yazılı-basılı) Sünni birikime yöneldi. 

İşte bu, yukarıda sözünü ettiğimiz reformist hedef bakımından ciddi bir açmazdı. Çünkü Osmanlı’yla bağlaşık Sünniliğin resmî, (dolayısıyla “millî”) bir tercihe dönüşmesi, Diyanet’in zaman içerisinde Cumhuriyetin kuruluş ideallerinden çok Osmanlı-İslam anlayışını kültürel, toplumsal, siyasal çerçevede idealize eder hale gelmesine yol açtı. 

Böylece “çoğulcu” bir ulusal din arayışından, Sünni ve Hanefi kesime hitap ederek ulus-devletin kimliğini dinselmezhepsel bakımdan daralmaya uğratan, laik kimliği de yıpratan bir noktaya gelindi. 

***

Sözün özü, laik Cumhuriyet, dini tasfiye etmemiş, Diyanet’le ulusal çerçevede “tanzim” etmeye çalışmıştı. 


Ama şimdi Diyanet, laik Cumhuriyet’i tasfiye etme yolunda harıl harıl koşturuyor diyenlere hayır demek zordur. 

Hele ki sekülerizmi “hiçbir değer tanımama” sayan bir akıl, işin başındayken!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bilimsel ve kamusal eğitimden hızla uzaklaşıyoruz - ASLI AYDIN

2017-2018 eğitim öğretim yılı tüm ağır sorunlarıyla ve olumsuzluklarıyla başladı. Çocukların, gençlerin gördüğü eğitimden okuluna, okulun fiziki yapısından okula nasıl gideceğine, kırtasiye ve giyim masraflarına varana dek sorunlar her yıl biraz daha ağırlaşıyor. Okullarda gencecik zihinlerin dini dogmalarla doldurulması, evrensel ve çağdaş eğitim değerlerinden her yıl daha da uzaklaşılması, gelecek nesiller adına oldukça ürkütücü bir gelecek tehlikesini ortaya koyuyor. Dünya hızla ileri teknolojilere doğru yol alırken, Türkiye’nin büyük bir nüfusa sahip gençliği, ülkedeki politika seçimleri nedeniyle, geri vitesli arabanın içine tıkıştırılmış yokuş aşağı sürükleniyor. Bunun hiç şakası yok, bir an önce eğitimin baştan aşağı yenilenmeye, kökten değiştirilerek ilerici temellere oturtulmaya ihtiyacı var.


Eğitim Sen, bu ayın başlarında önemli bir durum raporu yayınladı. 2017-2018 Eğitim Öğretim Yılı Başında Eğitimin Durumu başlığıyla yayımlanan bu raporda eğitimdeki mevcut veriler ve eğilimler değerlendiriliyor. Raporda yer alan ve oldukça önem taşıyan veriler, eğitimdeki ‘piyasa merkezli’ ve yoğun ‘inanç sömürüsüne’ dayanan durumu bir rapor olarak bizlere sunuyor.
Eğitimdeki ağır sorunların iki temel kaynağı var, birincisi kamusal eğitimin tasfiyesi yani ticarileşme eğilimleri, diğeri ise gericileşme yani bilimsel eğitimden dinsel eğitime geçiş.

Geçen haftalarda Eğitim Sen Genel Başkanı Feray Aytekin Aydoğan, katıldığı CNN Türk’ün ‘Ne Oluyor?’ programında çok güzel bir örnek verdi. Aydoğan, çoğunluk gibi dindar kesimden velilerin de imam hatipleşmeye karşı olduklarını, çünkü zaten çocuklarına din eğitimini ücretsiz bir şekilde aldırabildiklerini, fakat fen-matematik gibi dersleri aldıramadıklarını ve imam hatipleşmeyle (ve de eğitimde dinselleşmeyle) birlikte bu haklarının tümden ellerinden alındığı konusundaki sıkıntılarını iletiyordu. Eğitimde dinselleşme sorununu tartışırken, hangi pencereden bakılması gerektiğini Aydoğan, kendisinin de yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak oldukça doğru saptamalarla anlattı.

Özellikle 2012-2013 eğitim öğretim yılından itibaren, 4+4+4 modelinin sisteme enjekte edilmesiyle kamusal eğitimden uzaklaşma oldukça hızlanırken, özel okulların sayısında da büyük bir artış yaşandı. Son haberlerde de yer aldığı gibi örneğin İstanbul’da özel okul sayısı devlet okulu sayısını geçti. Eğitim Sen’in raporuna göre, 4+4+4 modeli öncesinde Türkiye’de genel olarak özel okulların resmi okullara oranı yüzde 10 iken, bu oran bugünlerde yüzde 20’ye sıçramıştır. Diğer bir yandan özel lise sayısı yaklaşık 3 kat, özel liselere giren öğrenci sayısı ise yaklaşık 4 kat artış yaşamış gözüküyor. Toplamda 1472 okul, özel okula dönüştürülürken özel okul sayısı 10 kat, özel okula giden öğrenci sayısı ise toplamda 12 kat arttı.

Burada elbette bölgesel farklılıkları göz önüne almak gerekiyor. Gelir dağılımı içinde düşük sıralarda yer alan kentlerde hâlâ devlet okulları ağırlık taşıyor. Ne var ki yoksul kentlerde özel okullaşmanın düşük olmasına artık ne iyi ne de kötü diyebiliyoruz. Çünkü özel okullar, aslen birer ticarethane olsalar da, dinsel eğitimi de minimum düzeye indirebilme esnekliğine sahip. Zaten Türkiye genelinde çocuklarını krediyle, borçla harçla özel okula gönderen veliler de bu motivasyonla hareket ediyorlar.

Nitekim parası olan, borçlanabilen, bazen oturduğu evi bile satmaktan çekinmeyen bir azınlık çocuklarını özel okula gönderiyor. Ya geride kalan çoğunluk?
2002 yılında yaklaşık 71 bin olan imam hatip öğrencilerinin sayısı bugünlerde 645 bin 318’e ulaştı. İşte bu rakamla birlikte tüm veriler değerlendirildiğinde, ülkenin içine sürüklendiği girdap ortaya çıkıyor.

Eğitim gibi yaşamın en temel alanlarından birini topyekûn, antidemokratik bir şekilde değiştirmek, hatta yapboz tahtasına dönüştürmenin toplumsal bedeli oldukça ağır ve daha da ağırlaşacak. Eğitimi 
özelleştirmek, toplumu özel okullara mahkûm etmek, diğer bir yandan eğitimi evrensel değerlerinden kopararak bilimden uzaklaştırmak, bu ülkeye ve insanlarına yapılmış en büyük haksızlıktır.

Aslı Aydın / BİRGÜN

21 Eylül 2017 Perşembe

Çay keyfi… - L. DOĞAN TILIÇ

“Bugün biraz keyifsizim” diyerek işi kırdım. Evde çay keyfi yaparak dinleniyorum.

Zonguldak’tan Turan Karagöz mesaj göndermiş; yıllar önce okur toplantılarında söylediklerimi hatırlatıyor.

“Solcular hastane yapsın, beceremiyorlar mı pastane yapsın, o da olmadı meyhane yapsın… Ama yapsın ve çok iyi yapsın. İnsanlar parmakla gösterip, solcular bir pastane yaptı ama olursa böyle olur desin. Söyleme modundan eyleme moduna geçmedikçe toplumsallaşmak mümkün değil” dediğimi vurgulayıp, keyifle yudumladığım çay hakkında yazmamı istiyor.

Bunları söyledim, yazdım. Çok güzel sözler söyleyen solun başarısının, güzel eylemesinden geçtiğine inanıyorum. Toplumsallaşmanın insanların hayatına üretim tüketim ilişkileri içinde dokunmak ve o dokunuşla hayatları değiştirmekten geçtiğini biliyorum. Üretim ve tüketimden gelen gücümüzü kullanamayışımıza üzülüyorum.

Oysa hiçbir şey başarı kadar ikna edici değil. 

Küçük küçük başarı öyküleri yarattığımızda, o öykülerle hayatlara dokunup değiştirebildiğimizde çoğalacağız da!

Karadeniz’de tarımın iki ayağından biri fındıksa, diğeri de çay. Sömürü, soygun, vurgun ikisinde de var. İkisi de yerli yabancı büyük tüccarlara peşkeş çekiliyor. Üretici ağlıyor.

Çayımı keyifle yudumluyorum, çünkü çektiğim her yudumla çay üreticisine destek olduğumu biliyorum. Her yudumda fındıktaki, çaydaki, tarımın her alanındaki çaresizliklere bir çare ürettiğimi biliyorum.

Turan Karagöz’ün “yaz” dediği, benim de bir ayı aşkın bir zamandır yudumladığım çay HOPA ÇAY.

Verdiği keyif yalnızca lezzetinden gelmiyor. Hopa Çay, 4300 kadar üreticinin üye olduğu Hopa Tarımsal Kalkınma Kooperatifi’nin yeniden işletmeye soktuğu fabrikada üretiliyor. 1959’da kurulan, 12 Eylül’ün kıyımı sonrası batan kooperatif, yeniden yapılandırıldı ve imece usulüyle üretime başladı. Atıl durumdaki fabrikanın dumanı tütüyor artık. Üretici, kendi kooperatifi sayesinde, kendi üretip topladığı çayı, kendi fabrikasında işliyor ve satıyor.

Kadın erkek birlikte çalışıyor, gönüllüler dayanışmaya koşuyor, sonuçta “Halk üretiyor, halk işliyor, halk kazanıyor.” Dilerseniz yazının bu noktasında; www.hopacay.com adresini kısaca ziyaret edip, çaylarınızı sipariş edin. Bu yazıya yetişmese de bundan sonraki yazıları Hopa Çay’ınızı keyifle yudumlarken okursunuz.

Hopa Çay’ın bölge dışında İstanbul, Gebze, Kayseri, Bursa ve Ankara’ya da dağılmış 12 bayii var. Ülkenin neresinde olursanız olun sitesine girip sipariş verdiğinizde çayınız kargo ile size ulaştırılıyor.

Kooperatif yönetiminin aklında benim de yıllardır hayal ettiğim, hatta bazen yapabilir miyiz diye bazı arkadaşlarla heyecana kapıldığım bir fikir var: “Çukurova’dan domates, Ege’den zeytin, Ovacık’tan nohut, fasulye, Malatya’dan kayısı, Amasya’dan elma alacağız, yerine çay vereceğiz. Bizim gibi kooperatiflerin bizimle iletişim kurmasını bekliyoruz” diyorlar.

Eminim yapacaklar. Böylece öncelikle üyelerinin temel gıda gereksinimlerini en ucuza sağlarken, başka yerlerdeki üreticilere de destek olmuş olacaklar. Fındık üreticisine de, ülkenin dört bir yanındaki tarımsal üreticilere de örnek olacak bir başarı hikâyesine dönüşecek Hopa Çay.

Daha şimdiden, Çaykur’un açıkladığı fiyatların hep formalite olarak kaldığı koşullarda, özel sektörün üreticinin çayını istediği fiyattan almasının önüne geçtiler. Başarılarının büyüklüğü, dilerim olmaz, Çaykur özelleştirilirse çok daha net görülecek.

2012 yılında başlayan çabalarla yeniden ayağa kalkan kooperatif, şimdi sadece çay üretmekle de kalmıyor; üreticilerin birbirleriyle temas kurmasının, dayanışma içinde sorunlarını çözmesinin kanallarını yaratıyor. Çaya gübreyi, üyelerine temel gıda maddelerini kaliteli ve ucuza sağlıyor.

Onlar Karadeniz’in doğusunda bir güzellik yaratırken, bize düşen görev keyifle çay yudumlamak! Eşe dosta Hopa Çay hediye etmek! Hiç değilse bu!

Hopa Çay’ın bir başarı öyküsü olarak gelişip yeni başarılara koşması üretilen çaya talep olmasına bağlı.

Haydi, bir yudum da siz alın. Keyifle!

 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Gözyaşı renkleri - NAZIM ALPMAN

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan 19 Eylül 2017 Salı günü New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda konuştu. Çok güzel mesajlar verdi. Zulme uğrayan ulusların durumuna dikkat çekti. Dünyanın kayıtsızlığını eleştirdi. Sonra da son derece veciz bir cümle ile dedi ki: »Gözlerimiz, tenlerimiz farklı olsa da gözyaşlarımızın renkleri aynıdır!

Gerçekten de ayakta alkışlanacak bir vurgu bu!
Erdoğan, insan hakları savunma konuşmasını New York’ta yaptı. Güney Asya’daki dram için Arakan Müslümanlarının uğradığı insanlık dışı saldırıları gündeme getirdi.
Oradaki insanların gözleri, tenleri farklı renkteydi.
Fakat, gözyaşları tıpkı dünyanın diğer bölgelerindeki gibiydi, onlarla aynı renkteydi.
Arakan’daki gözyaşlarının rengi acaba Sur’dakilerle de aynı mıydı?
Soma’da, Nusaybin’de, Yüksekova’da,  Cizre’de, 10 Ekim Ankara’sında acaba farklı mıydı?

Dünyada artık hiçbir şey gizli kalmıyor. Herkes her şeyi görüyor, öğreniyor, biliyor.
Onun için sadece konuşmak yetmiyor.

Bir şeyler yapmak da gerekiyor.

•••

Eski Musul Başkonsolosu olan CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz önceki gün Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler temaslarını değerlendiren bir basın toplantısı yaptı. Çok önemli bir iddiada bulundu:

»Dünya’da hiçbir lider, Cumhurbaşkanı ile görüşmek istemiyor. İtibarımız eriyor.

Temasların tümü bittiğinde daha derli toplu bir bilanço çıkarılacaktır. Ancak şu var; 2004 ile 2010 arasındaki Erdoğan ile 2014 sonrası Erdoğan arasında diplomatik alanda büyük bir fark oluştuğu kabul ediliyor.

Bir devletin itibarıyla devlet başkanının itibarı arasında doğru orantı vardır.

Devletin itibarıyla insan hakları arasında da sıkı ilişkiler söz konusudur. Tıpkı basın özgürlüğü, demokrasi, bağımsız yargıda olduğu gibi.

Sorarlar sana “ülkende, hapiste gazeteci var mı?” diye, eğer sen “Ooo istemediğin kadar” dersen, itibarın yükselmez, tersine irtifa kaybeder…

İşçiler grev yapabiliyorlar mı?

OHAL ile grevleri yasaklıyoruz!

İtibarın birkaç basamak daha aşağıya iner.

Peki serbest seçimler yapılıyor, sonuçlarına da saygı gösteriyor musunuz?

Biz kazanırsak evet, onlar kazanırsa görevden alıyoruz.

Yerel yönetimler demokrasinin en temel ölçütüdür. Seçilmiş başkanları görevden alıp cezaevine atıyorsan, itibarın aynı hızla inmeye devam edecektir.

Sadece devletteki işine dönmek için açlık grevi yapan iki insanı hiçbir inandırıcılığı olmayan “güvenlik gücümüz yetersiz” gerekçesiyle duruşmaya getirmeyip, sonra da “savunma yapmadılar” diye tutuklu kalmalarına olanak sağlarsan itibarın azalmaya devam eder.

Benzeri örnekler o kadar çok ki, yazmakla bitecek gibi değil. Hepsinin yönü aynı… Olumsuzluklar zirvesi oluşturuyorlar.

İtibarınız indikçe iniyor.

Geliyorsunuz bakıyorsunuz New York’tasınız:

»Gözyaşın rengi yoktur!

                                                                             ***

Termofor cinayetleri
 
Bilindiği üzere termofor içine sıcak su konulduktan sonra vücudun sancılı bölgelerine konularak şifa veren eski, basit bir tıbbi alettir. Lastik bir su torbası.Karnı ağrıyan çocuklara, üşüyen yaşlılara, romatizma vakalarında termofor ilaç gibidir. Ama ilaç değildir. Buna karşın eczanelerde satılır.
Son yıllarda termoforlar da bozuldu.
Bozuk termofor ne yapabilir ki?
Atar yenisini alırsın değil mi?
Hayır öyle değil. Bozuk termoforlar cinayet işleyebilecek hale geldiler.

Bizim, İZTV’den Burcu Camcıoğlu’un ayağı üzerinde alt kenarından boylu boyunca yarılan termofor, ayağında üçüncü derecede yanık meydana getirdi. Bir buçuk aydır yatakta tedavi görüyor. Daha ne kadar göreceği de belli değil. Bu cinayet işleyecek kabiliyetteki aleti aldığı eczaneye gittiklerinde, üretici firmanın kendini daha en baştan sağlama aldıklarını görüyorlar:30 derecenin üzerinde sıcak su koymayın!

Bir ısıtıcıda suyun ısındığını nasıl anlarız?
Fokurdamaya başlayınca değil mi?
İşte o zaman su 100 dereceye gelmiş oluyor. Yani normalin üç katına çıkmıştır.
Üretici firma yasal olarak kendini kurtarıyor, olan da vücutlarında üçüncü derece yanıklarla hastanelere koşanlara oluyor.
Yanık tedavi merkezlerindeki doktorlar diyorlar ki, her gün iki üç termofor yanığı yaralarla hasta geliyor.
Bu kadar çok olursa kaza denilmez onların adı artık konulmuştur:
Termofor cinayetleri!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Erdoğan’ın torunları hangi okula gidiyor? - AYŞE YILDIRIM

Yıl 2014. CHP Milletvekili Gürsel Tekin bir ses kaydı dinletiyor. Milli Eğitim yöneticilerinin de katıldığı bir toplantıda dönemin Başbakanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan konuşuyor:
“Kısa sürede 1 milyon öğrenci olacak imam hatiplerde, yani şu anda bu kesin.”
Ve devam ediyor:
“Yeni planlanan okulları da ya kız ya erkek olarak planlayalım. Yani şimdi yeni planlananlarda ‘hem kız hem erkek olarak’ gelen projeler oluyor. Onları ortaokul ve lise diye çevirelim. Bu kız mı olacak, erkek mi olacak diyelim. Yani kız-erkek aynı kampus içinde düşünmeyelim.”
Hatırladınız değil mi?


Ertesi yıl Bilal Erdoğan’ın hedeflediği 1 milyona ulaşılmıştı bile. Ve o yıl yani 2015’te Bilal Erdoğan yine eğitim sahnesindeydi. İl il gezip imam hatip müdürleriyle toplantılar yapıyordu. Bunlardan en azından ikisi basına yansımıştı.
Bilal Erdoğan, Diyarbakır’da 28 imam hatip ortaokulu ile 32 imam hatip lisesi müdürüyle bir toplantı yapıyordu. Toplantıya AKP’li milletvekili ile Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç da katılmıştı. Saraç, darbe girişimi sonrası “FETÖ”den tutuklandı. Ne diyordu Bilal Erdoğan o toplantıda:
“Biliyorsunuz eğitim faaliyetlerinin önemini. Özellikle bu bölgedeki imam hatiplilerin gelecekte daha iyi bir seviyeye ulaşması ile ilgili özel çalışmalarımız var onlara devam ediyoruz. Bütün bölge için, sadece Diyarbakır için değil.”
Ardından benzer bir toplantıyı bu kez İzmir’de yapıyordu. İmam hatip lisesi müdürleri ve İzmir Valisi Mustafa Toprak’la birlikte.
Bilal Erdoğan’ın hangi sıfatla böyle bir toplantı düzenlediği, toplantılarda neler konuşulduğu, milli eğitim politikalarına onun mu karar verdiği, bu çalışmaların amacının “Erdoğan Nesli”nin inşa edilmesi projesi olup olmadığı soruları hiçbir zaman yanıt almadı.
Gelelim bu yılın şubat ayına. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Performans Programı’nda imam hatipler için ayrılan kaynaklar açıklandı. Ve şaşırtmayan bir şekilde aslan payı imam hatiplere gitti. Tabii burada dikkat çeken bir nokta da “kız Anadolu imam hatip liseleri” için ayrılan bütçe oldu.
Kız çocuklarının okula devam oranlarının artırılması için 16 milyon 759 bin TL ayrılırken açılacak kız imam hatip liseleri için 500 milyon TL’lik bütçe belirlendi. Programda da “Okullaşmanın yaygınlaştırılmasına katkı sağlayacak olan pansiyonlu kız Anadolu imam hatip liselerinin 2017’de sayısının artırılması hedeflenmekte. Türkiye genelinde olduğu gibi özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki veliler kız AİHL okullarının açılması/ yaygınlaştırılması yönünde taleplerini bildirmektedir” denildi.
Ve gelelim dört gün öncesine Erdoğan, “TEOG’un kaldırılması lazım” deyiverdi: “Biz TEOG’la mı geldik ya.”
Üç gün sonra da Milli Eğitim Bakanı, TEOG’u kaldırdıklarını duyurdu. Yerine ne konulacağını bile bilmiyordu ki, “Bir ay içerisinde yeni uygulamayı Bakanlar Kurulu’na sunarız” dedi.
Daha TEOG’un yerine ne geleceği bile belli değilken üniversiteye giriş sisteminin de değişeceğini “müjdeledi” Cumhurbaşkanı.
Anlayacağınız hiçbir şey birdenbire oluvermedi. Taşlar hepimizin gözü önünde döşendi.
Oğulun modeli, Saray’ın emriyle uygulamaya konulmaya başladı. Daha yaygın demokrasi için “yerinden yönetim” hayal ederken “Saray’dan yönetim” geldi.
Aslında bu önümüzdeki dönemde Türkiye’nin yönetim biçiminin de çok somut bir göstergesidir. Artık ne TBMM, ne Milli Eğitim Komisyonu, ne Milli Eğitim Bakanlığı... Her şey Saray’da kotarılacak, tek kişinin emriyle aile yakınları ya da “Evet efendim”ci bürokratlar tarafından uygulanmaya konulacak.



O zaman biz de daha sandıktan çıkmadan kendisini “başkan” ilan ediveren, oğlunu “gölge Milli Eğitim bakanı” yapan Erdoğan’ın torunlarının hangi okula gittiğini öğrensek.

Ayşe yıldırım / CUMHURİYET

‘Oyunun sonu’ ve Godot’ya dair... - ERGİN YILDIZOĞLU

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın dışında kalanlar açısından dünya adeta Beckett’in tiyatro oyunlarına benzemeye başladı. Örneğin, eğitim sistemindeki son gelişmeler ve “Oyunun sonu.Kör ve yatalak Ham, soruyor: “Ne oluyor, ne oluyor?” Uşağı Clov cevap veriyor: “Bir şey olduğu yok, şeyler kendi seyrini izliyor.” Ya da, başbakanın “Değişimi okumak, değişime göre kendimizi de gözden geçirmek zorundayız” sözlerinden esinlenirsek: “Bir şey olduğu yok! On beş yıl önce başlayan ‘değişim’ kendi seyrini izliyor”...
 

Değişim’ diyerek...
Her şey, şimdi artık ıskartaya çıkarılan Zaman gazetesinin, Taraf’tar liberallerin, “darbe geliyor” korkutmalarıyla boğazımıza tıktığı “değişim” fantezisiyle başlamadı mı?
“Değişim” ilerledikçe siyasal İslam, AKP eliyle devlet kurumlarına yerleşmeye, iktidarı kullanmaya, özgüveni artmaya başladı; “devleti yöneten sınıflar” konumundaki kadroları tasfiye ederek kendine yer açtı, ardından da bu tasfiye sürecinde kullandığı liberal entelijansiyayı ıskartaya çıkardı.
Devlet aygıtına egemen olma süreci giderek toplumda üretilen ekonomik artığı paylaşma, bilgi üretimini kontrol etme araçlarına yansıdı. Siyasal İslam içinde, kirli çamaşırların ortalığa serilmesiyle başlayan, ucu 15 Temmuz şeyine kadar uzanacak bir iç savaş patlak verdi. Bu arada, Kürt siyasi hareketinin Başkanlık rejimini, totaliter projeyi onaylamadığı ortaya çıkmış, onlar da tasfiye sürecine dahil edilmişler, AKP Türkiye’si de çoktan, gazeteci ve entelektüel tutuklama rekorunu eline geçirmişti. Ekonomik kontrol tamamlandıktan, devletin fiilen değiştirilmiş biçimine “mühürsüz” oylardan bir kılıf dikildikten sonra, değişim, kaportadan gelen kimi çatırdama seslerine rağmen hızlandı. 


TEOG ve yeni müfredat
Eğitim sistemi, siyasal İslamın elinde 15 yılda 5 kez, müfredat da giderek değişti: Evrim teorisi çıkarıldı; Cumhuriyetin kuruluş “olayı”, öyküleri, değerleri, haklar ve özgürlükler yönündeki eğilimleri ve liderleri siliniyor. Bunların yerini, Osmanlı nostaljisi, lider kültü, “dini hakikat rejiminin” değerleri, kadına, çocuğa yönelik şiddeti sıradanlaştıran cinsiyet, beden politikaları, “cihat” kavramı alıyor. Tüm bunlar, “eski rejim”in penceresinden bakanlar için tam anlamıyla bir çılgınlık! Ancak arkalarındaki mantık sağlam! 


Değişim süreci ilerliyor ama, “Dindar, kindar nesiller yetiştirme”, “kültürel egemenliği” kurma projesi arzulanan ivmeyi kazanamıyor. Diğer bir deyişle siyasal İslamın egemen sınıfının, kendisinin yeniden üretimini garantileyecek yapılanmaları istikrar kazanamıyor. 


Her ne kadar, eğitim vakıflarla el ele özelleştirilirken yaratılan alanda yetişecek olanlar varsa da bunlar piramidin yalnızca en tepesini yeniden üretebilir. Esas önemli olan imam hatipler gereken işlevi üstlenemiyor. Öğrencilerinin sayısı 10 yılda 7 kat artarak 650 bini geçmiş olsa bile, mezunlarının üniversiteye giriş oranları yerlerde sürünüyor. “Okumuşları sevmeyen bir yönetim için neden sorun olsun ki?” Ancak devlet bürokrasisinden şiddet organlarına, parti, vakıf, eğitim kadrolarına, mikro iktidar noktalarına kadar birilerinin eski rejimden boşalan yerleri doldurması, en azından verilecek talimatları anlayacak, “gücü” uygulayacak düzeyde programlanması gerekiyor.
İşte bu nedenle, AKP liderliğindeki siyasal İslam, TEOG’u kaldırarak ÖSYS’yi kaldırmaktan söz ederek, yeni müfredatı dayatarak “değişimi” toplum üzerinde, kültürel olarak “bütünsel” (totaliter) kontrol noktasına doğru hızlandırmaya çalışıyor. Toplumun, “değişimi” kabullenemeyen, direnmeye çalışan yüzde 50’si için çok sancılı bir süreç bu. 


“Otoriter mi, faşist mi” tartışmaları ne yazık ki yararlı olamıyor. Rejimin, siyasal İslamın yarattığı somut sonuçlara, gündeme getirdiği, açık ve güncel tehlikelere öncelikle odaklanmak gerekiyor.
Bu sırada, birileri, AKP Türkiye’si, uluslararası alanda yalnızlaştıkça, umutla, Godot’yu bekliyorlar. Birileri de “ya gelirse” diye korkuyorlar. İkisini de kale almamakta yarar var.


Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

20 Eylül 2017 Çarşamba

AKP'deki çatlaklar büyürken herkes AKP'nin içine oynuyor - ÖZGÜR ŞEN

AKP'deki çatlaklar bitmiyor. Erdoğan'ın partisinin attığı adımlar veya bir siyasi gelişme partide ve parti çevresinde bazı görüş ayrılıklarını tetikliyor. Üstelik bu ayrılıklar halının altına da süpürülemiyor, açığa çıkıyor. Açığa çıkmasıyla birlikte çatlak doğal olarak büyüme eğilimi gösteriyor.

Erdoğan partisini şu ana kadar bir arada tutmayı başardı. Otoritesini sarsacak her türlü girişime sert yanıt verdi, güvensizlik hissettiği veya kendi liderliğini sorgulayacak bir adımdan endişe duyduğu anda da tasfiye mekanizmasını çalıştırdı. Erdoğan da iktidarda geçen uzun yıllardan sonra partinin yıprandığını ve bir sürü arıza biriktirdiğini biliyor. Teşkilatıyla bizzat ilgilenmesi, eline geçen her fırsatta AKP adına konuşanlara ayar vermesi bunun işareti.

Ama AKP liderinin işi hiç kolay değil...

Partiyi bugüne getirirken çevresini gittikçe daraltması ilk bakışta işleri kolaylaştırmış gibi görünebilir. Oysa bu büyüklükteki bir iktidar partisini böylesine dar bir ekiple yönetmenin güçlükleri var.
AKP için en önemli pozisyonlardan birisi olan Diyanet İşleri Başkanlığının Nurculukla ilişkisi açık, Abant toplantılarının müdavimi bir isme emanet edilmesi bunun göstergesi olmalı... AKP kendi içinden yetenekli bir hekim, iyi bir fizikçi veya birikimli bir iktisat uzmanı aramadı. Bunu yaparken işinin zor olduğu zaten ortada. Ancak neredeyse yarısı imam olan bir partide, bu iş Ali Erbaş'a kalmışsa Erdoğan'ın seçenekleri gerçekten azalmış olmalı. Burada mesele genel olarak işaret edildiği gibi AKP'nin aslında cemaatle mücadele etmemesi değil. AKP ve cemaat bu anlamda birbiriyle gerçekten mücadele edecek iki özne olarak zaten tanımlanamaz. Ama bir partide Diyanetten MİT'e, MİT'ten Genelkurmaya ağırlığı olan tüm makamların sahipleri hakkında soru işaretlerinin varlığı normal karşılanabilir mi? Erdoğan'ın atadığı neredeyse her isim için kendi açısından soru işaretlerinin ortaya çıkması kadro kaynaklarının kuruduğunun kanıtı olarak görülebilir.

Bütün bunlar AKP'nin 15 Temmuz'la somutlanan sürecin travmasını atlatamadığını ve işlerin kolaylaşmadığını, tam tersine zorlaştığını gösteriyor. Erdoğan için koşullar gittikçe ağırlaşırken, bu koşullarda alınan önemli kararlar parti içinde ve çevresinde gerilimi doğal olarak arttırıyor. Gerilim arttıkça da çatlakların ortaya çıkması kaçınılmaz hale geliyor.

ABD yönetiminin eski bir bakan hakkında tutuklama kararı çıkardığı, Erdoğan'ın ABD'ye korumasız gitmek zorunda kaldığı günlerde işlerin Erdoğan açısından kolay olduğu söylenebilir mi? Peki ya bu gelişmelere dair alınan tutumun partide soru işaretleri doğurmayacağı, mesela kimilerinin aklına bazı isimleri verip kendimizi kurtaralım fikrinin düşmeyeceği...

Bölgedeki en önemli müttefiklerden birisi olan Barzani'nin attığı referandum adımının AKP'de hem iktisadi hem de ideolojik nedenlerle sorun çıkarmaması mümkün mü?

Ya da toplumsal yaşantıyı, eğitim, hukuk gibi alanları gericileştirme operasyonunun yoğunlaştığı her an partide hızlanalım diyenlerle, acelecilikten endişelenenleri karşı karşıya getirmemesi olası mı?

Türkiye'nin yağmalanması sürerken önemli varlıkların toplandığı fonun yönetiminin ve dolayısıyla paylaşılmasının kabine düzeyinde gerilim yaratmaması ihtimal dahilinde mi?

Bunlar bitmeyecek. Erdoğan ve partisi hem içeride, hem dışarıda zorlandıkça çatlaklar büyüyerek devam edecek. Bu çatlaklar işleri AKP için daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz hale getirirken, 2019 seçiminin arifesinde, partinin bölünmesinden, Erdoğan'ın devrilmesine kadar çok sayıda farklı senaryoyla AKP'ye oynayanların sayısı ve beklentisi artacak.

Türkiye'de düzen içi muhalefet uzun zamandır AKP'nin iç dengelerine oynuyor zaten. Erdoğan'ın hem bu kadar güçlü, hem de bu denli zaaflarla malul olması, büyük toplumsal desteğine rağmen bu zaaflar nedeniyle gidebilecek gibi görünmesi Türkiye siyasetini Erdoğan merkezli sınırları belli bir oyuna hapsediyor.

Üstelik bu oyun yalnızca içeride oynanmıyor. Uluslararası düzende süren krizin yarattığı boşlukları kullanmaya gayret eden Erdoğan'ın partisinin içinde bulunduğu koşullar, AKP'yi sözcüğün gerçek anlamıyla dış müdahaleye açık hale getiriyor.

Erdoğan, AKP'nin içindeki çatlaklara bu gözle baktı mı bilinmez, ama kendisine yönelik dış destekli tehdidin yalnızca muhalefet saflarında örgütlenebileceğine bu noktadan sonra artık kimse inanmaz... ABD, Almanya, Rusya... Bu liste uzar gider ama bunların AKP'nin içine dönük bir perspektifinin olmaması, AKP'nin içindeki çatlak ve dinamiklerin dışarıdan da takip edilmemesi ve hatta yönlendirilmeye çalışılmaması mümkün mü? Her taşın altında dış tehdit arayan sıkı reisçilerin kendi partilerine ve hatta aynaya bakmalarının vakti geldi de geçiyor... Hatta, delicesine bir hızla komplo senaryoları üretmelerinin bir nedeni de aynaya bakmayı erteleme çabası olsa gerek.

Türkiye'de siyasete Erdoğan başta olmak üzere tüm güçler yön vermeye çalışıyor. Bir tek halk dışarıda kalıyor. Bu oyunda halk yok, çünkü emekçileri temsil eden bir aktör yok. Geniş emekçi kesimler şimdilik olanı biteni izlemekle yetiniyor. Tüm bu güçlerin bu oyunu bu kadar rahat oynamalarının sebebi de bu zaten.

O zaman soru da belli; olanı biteni elleri kolları bağlı izleyecek ve bizim dışımızda gelişen bu senaryolara onay mı vereceğiz?

Yoksa biz de kendi yolumuz ve hedeflerimiz doğrultusunda siyasete müdahale mi edeceğiz?

Özgür Şen / SOL

Sekülerizm sana söylüyorum, laiklik sen anla! - TAYFUN ATAY

Diyanet İşleri Başkanlığı’yla ilgili yapılabilecek “ortalama” tarihsel özet şudur:
Başlangıçta Cumhuriyet’in bir Diyanet’i vardı.
Şimdi Diyanet’in bir Cumhuriyet’i olma noktasına gidiyoruz.
Diyanet, laik ulus-devlet Cumhuriyet’le uyarlı bir “ulusal İslam” üretmek gibi, bugünden bakıldığında “naif” bir hedefle kuruldu.
Bugün Diyanet, kendisiyle uyarlı bir “İslami ulus” üretme yolunda “namütenahi” (sonsuz) bir hırsla Cumhuriyet’e yükleniyor. 
 
Yeni başkan Prof. Ali Erbaş da devirteslim töreninde bu doğrultuda bir konuşma yaptı. Muazzam uzun bir “set-cümle” de var bu konuşmada:
“Fethullahçı Terör Örgütü, Paralel Devlet Yapılanması’nın genç beyinleri sömürerek insanımızın hayır duygularını istismar ederek gizemli ve bulanık bir din anlayışıyla itikadi ve ameli düzlemde oluşturduğu hasarı onarmak için; 15 Temmuz şehitlerimiz başta olmak üzere kanlarıyla bu toprakları bize vatan kılan bütün şühedanın emanetine sahip çıkıp şehit ve gazilerimize milletçe sadakatimizi göstermek için; umut olan, dua alan ülkemizin örnek teşkilatı Başkanlığımızın dağınık zihinleri toplamaya, parçalanmış gönülleri birleştirmeye, fitne ateşinde yitirilen ümmetin tevhid ve vahdet pınarında dirilişine vesile olmak için; Allah ve Resul’ünün ezeli ve ebedi çağrısını sekülerizm, yani dünyevileşme ve hiçbir değer tanımama kıskacında debelenen insanlığa ulaştırmak için her zamankinden daha çok çalışmamız gerekiyor.”
Bu bir türlü bitmek bilmeyen cümlenin sırrı sanırım başıyla sonunu bağlama derdinde saklı. 
 
Çünkü FETÖ’den “sekülerizm”e bağ kurabilmek için lafı böyle uzatarak bol miktarda da kutsallık imleyen bir belagat gargarasıyla yol almaktan başka çare olmasa gerek!..
Yeni başkan özde “kahrolsun FETÖ” ve “sekülerizme hayır” diyor.
FETÖ’den bahsi anlıyoruz, o daha bismillah demeden bir dolu iddia ortalığa saçıldı.
Sekülerizm reddiyesine gelince, orada ciddi itiraz gerektiren bir terminolojik karmaşa var.
Hemen söyleyeyim, ben de sekülerizm derken kastın “laiklik” olduğu kanısındayım.
Ama eminim sözlerin hedefinin “laiklik” olduğunu söyleyenlere ben laikliği kastetmedim diyebilecektir. 
 
Burada her iki sözcüğün karşılaştırmalı tartışmasına girecek yerimiz yok. Sadece neye özellikle vurgu yaptıklarına bağlı olarak aralarında fark olduğunu, ama onları hiçbir ortak paylaşım alanları bulunmayan “apayrı” kavramlar olarak değerlendirmenin de mümkün olmadığını belirtelim. (Meraklısı için de kitabımız “Parti Cemaat Tarikat”taki [2017] “Laiklik, Sekülerlik ve Selefilik” yazısına yönlendirmede bulunalım.) 

 
Fakat yeni başkanın önce “sekülerizm” deyip ardından “yani dünyevileşme” diye ekleyip nihayet “hiçbir değer tanımama” ifadesiyle “tüy dikmesi” üzerine birkaç söz söylemeden geçemeyiz.
Bir kere “dünyevileşme”ye karşılık sekülerizm değil “sekülerleşme”dir.
Sekülerlik bir “olgu”, sekülerleşme bir “süreç”, sekülerizm de bir değer atfıdır.
Sekülerlik ve sekülerleşmenin iyi, doğru, güzel olduğunu düşünüp savunuyorsanız “sekülerist”sinizdir.
 
Ama seküler(ist) olmasanız da sekülerleşme hayatınızın bir parçası olabilir ve siz de ondan kaçamayabilirsiniz.
Tıpkı tesettür defileleri, haşema mayo, helâl şarap gibi…
Tıpkı “Jet Fadıl”ın reklamını yapıp sonra milleti dolandırdığı, Maldivler’deki “Caprice Gold” helâl tatil beldesi gibi…
Ve tıpkı Başkanlığınızın da desteği olan, kazananları “Masiva”nın, yani dünyevi (seküler) olanın nimeti altınlara boğan televizüel Kur’an okuma yarışması gibi!.. 
 
Ama daha büyük sorun, sekülerizmi hiçbir değer tanımama diye tarif etmenizde.
Sekülerizm, dini yok saymak değil, dindenbağımsızbir hayatın da mümkün olduğunu var saymaktır.
Sekülerizm, dinden insanın arayışlarına ışık ve kaynak olan değerler çıktığı gibi, dünyevi plânda da böyle değerler çıkabilir demektir.
Dolayısıyla sekülerizm, hiçbir değer tanımama değildir. 
 
Öyle olsaydı devletin milyonlarca lira akıttığı bazı vakıfların din kisvesi altında çocuk tacizi ahlaksızlık ve alçaklıklarına “yüksek sesle” tepki gösterecek hiç kimseyi de bulamazdınız bu memlekette!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Cezaevi yaptırmak kolaylaşırken - Çiğdem Toker

AKP iktidarı 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, devletin cezaevleri yaptırma sürecini mali, hukuki ve teknik açıdan kolaylaştırdı.
Tahmin edeceğiniz gibi bu “kolaylıklar seti”, OHAL KHK’siyle mümkün olabildi. 674 sayılı KHK ile cezaevleri mevzuatına eklenen madde, yerleşik süreci tamamen değiştirdi.
Şimdi Adalet Bakanlığı istediğinde Hazine arazileri kolayca tahsis edilebiliyor.
Eskiden mera alanlarına cezaevi yapılamazken şimdi yapılabiliyor.
Eskiden bütçede ödenek olması gerekirken, şimdi bu şart bulunmuyor.
Ve nihayet deprem, sel, afet olmadan, “Sen gel, sen gel” diyerek, cezaevi ihalelerini yapacağı düşünülen firmalar çağrılıp ihale bedelini pazarlıkla (yani 21/b) belirlemek de mümkün oluyor. 

***

Hal böyle olunca, Türkiye’nin dört bir yanında, yeni cezaevi projeleri hızla artıyor.
Derlediğim verilere göre Adalet Bakanlığı, mayıs ayından bu yana, toplam 20 il ve ilçede cezaevi pazarlığı yaptı. Ortalama 2-3 yıl süreceği öngörülen her bir cezaevi için müteahhitler belirlendi.
Bu ihalelerin toplam tutarı -yaptığım hesaplamalara göre- 3.5 milyar TL’yi buluyor. Derlediğim verileri, ihalenin yapıldığı yerlere göre aylık olarak paylaşayım:
- Mayıs: Elmalı, Sakarya (290 milyon TL)
- Temmuz: Gerede, Aziziye (Erzurum), Van Erciş (381.9 milyon TL)
- Ağustos: Sarıçam, Ereğli, Akdağmadeni, Tokat, Bodrum, Küpçüler, Kırşehir, Aksaray (1 milyar 839 milyon TL)
- Eylül: Foça, Elbistan, Manavgat, Silivri, İzmir, Samsun, Çorlu (930.9 milyon TL) 


***

Son dört ayda pazarlığı sonuçlanan 20 cezaevi arasında; Aksaray Ceza ve İnfaz Kurumu, 519 milyon TL ile ihale bedeli en yüksek olan cezaevi. Projeyi Varyap İnşaat-Sibar yapı ortaklığı yapacak.
Aksaray’ı, 385 milyon TL ile Sarıçam, 358.5 milyon TL ile de Çorlu cezaevleri izliyor.
Konuyu araştırırken rastladığım bir “durum”, özel bir dikkati hak ediyor. Yeni cezaevleri, yapılacakları yerdeki iktidara yakın yerel medya tarafından, istihdam ile ekonomik canlanma bakımından habere değer bulunuyor.
Hak/hukuk temelinden tamamen bağımsız biçimde “yatırım” olarak görülen cezaevleri, yüzölçümü ve kapasitesinin genişliğine göre ekonomiye olumlu yansıyacağı yaklaşımıyla ele alınıyor.
Bu yaklaşımı, AKP’li yerel politikacıların beslediğini de belirtmek gerekiyor. Misal, AKP Aksaray İl Başkanı Abdülkadir Karatay, Kapsam Haber’e “Aksaray’a çok önemli ve tarihinde tek olarak en yüksek yatırımı kazandırdık. Adalet Bakanlığı Aksaray Ceza İnfaz Kurumu ihalesinin tamamlandı” diyor. Cezaevinin, içinde 2 bin 500-3 bin kişinin çalışacak olması nedeniyle Aksaray’a çok önemli katkı sağlayacağını söylüyor.
Netice olarak, hukuk devleti ölçüleri bakımından övünç değil, mahcubiyet vesilesi olması gereken cezaevleri üzerinden, ekonomiye olumlu yansıyacak bir yatırım diye propaganda yapmak, kolay düzelir bir maraz gibi görünmüyor.
İşin kamu harcamalarındaki aşırı artışa dair bütçeyi ilgilendiren kısmını Maliye düşünüyordur nasılsa. Cezaevleriyle daha da canlanacak inşaat sektörü üzerinden tahsil edilecek vergi tahminleri yapılıyordur.
Olmasa da benzin/motorin zammı ne güne duruyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Pembe bir otobüs nereye gider? - Mine Söğüt

Bu ülkede başı açık kadınlar henüz sokaklarda rahat rahat dolaşabiliyorlar.
Askılı bluz, mini etek ve şort giyebiliyorlar.
Bikini ve mayoyla kadınlı - erkekli denize girebiliyorlar.
Erkeklerle aynı ulaşım araçlarını kullanabiliyorlar.
Erkeklerle aynı sınıflarda okuyabiliyorlar.
Erkek doktorlara muayene olabiliyorlar.
Araba kullanmalarına izin var.
Tek başlarına veya yanlarında bir erkek olmadan sokağa çıkmalarına karışılmıyor.
Aileden olmayan erkeklerle birlikte aynı çatı altında bulunmaları suç teşkil etmiyor.
İçki içmeleri yasal.
Sigara kullanmaları normal.
Eğlence mekânlarına girmeleri, dans etmeleri serbest.
Bisiklete, motosiklete, jetski’ye binmeleri mümkün.
Kimseden izin almadan okula gidebiliyorlar.
Diledikleri işte çalışabiliyorlar.
Doğum kontrol yöntemlerini kullanabiliyorlar.
Kürtaj olma hakları var.
Evlenmeden sevişme hakları var.
Evlenmeden çocuk doğurma hakları var.
Seçme ve seçilme hakları var.
Resmi nikâh hâlâ yürürlükte.
Yasalar karşısında erkeklerle eşitler.
Tecavüz bu ülkede hâlâ suç.
Taciz hâlâ suç.
Mobbing hâlâ suç.
Çocuk yaşta evlilik hâlâ suç.
Çünkü bu ülke, kâğıt üzerinde de olsa hâlâ laik bir ülke.
Devlet kendi işlerini din işleriyle iyice karıştırmış da olsa Cumhuriyet henüz yıkılmadı.
Hukuk devletine yapılan saldırılarla sınırları çoktan aştılar ama insan haklarını, kadın haklarını, çocuk haklarını önde tutan ağır yaralı çağdaş bir sistem, ayakta, direniyor.
Ve iktidar o yüzden emeline bir türlü tam olarak eremiyor.
Laiklikten despot bir babadan tiksinir gibi tiksinenler...
Ve laikliğin sopasını ellerine alıp onu laiklerin başında kırmaya yeltenenlere destek verenler...
Ülkeyi “sekülerizmin kıskacı”ndan kurtarmaya ant içenlerin küstah rüyalarını gerçekleştirmeleri için gerekli yolu törenlerle açtıkları için...
Nihayetinde duraklardan kadınlar için pembe otobüslerin kalkmaya başladığı noktaya geldik.
O otobüsler, o pembe otobüsler içindeki kadınlarla birlikte ülkeyi de korkunç bir yere taşımak üzere.
Otobüslerin şoförü belli, yakıtı malum.
Düne kadar laikliği küçümseyen ve İslami referanslarla siyaset yapanları bir insan hakları savunucusu edasıyla destekleyen o ‘kaygısız’ liberaller ‘endişeli’ laiklere “Ne olacak, iktidara geldiklerinde bir günde tüm kadınların başlarını mı kapatacaklar sanıyorsunuz!” diye sorarlardı.
Artık kimse birbirine bir şey sormuyor.
Olanlar olacakları net bir şekilde işaret ediyor.
Pembe bir otobüs tehlikeli bir rotada usul usul ilerliyor.
Anneler pembe otobüse...
Çocuklar imam hatiplere.
Ülke geriye, hep geriye...

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Referandum meselesi - ÖZGÜR MUMCU

Bir haftadan az zaman kalmasına rağmen Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumunu yapıp yapmayacağı belirsizliğini koruyor. Bu bile hem bölgenin hem de meselenin ne kadar hassas olduğunu göstermekte. 
 
Referandum konusunda, Barzani yönetimi İsrail hariç uluslararası destek bulamadı. Çeşitli seviyelerde de olsa, bölgesel aktörler de dünya güçleri de referanduma karşı bir tavır takındı.
Mesud Barzani, önceki gün Birleşik Krallık Savunma Bakanı Michael Fallon’la buluştu. Fallon, Barzani’ye referandumun ertelenmesi ve Irak yönetimiyle görüşülmesini tavsiye etti. Ondan birkaç gün önce ise ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson aynı mesajı iletmişti.
Bu gelişmeler üzerine Barzani, içeriği belirsiz ve uluslararası garantisi olmayan bir müzakere süreci uğruna referandumdan vazgeçmeyeceklerini dile getirdi. Ancak açık bir kapı da bıraktı ve şöyle dedi: Şayet Bağdat Kürdistan’ın bağımsızlığı için belirli bir süre zarfında müzakerelere başlar ve Kürdistan’ın bağımsızlığı hakkındaki anlaşmanın yerine getirilmesi için uluslararası garantiler sağlanırsa, Kürdistan’ın siyasi liderleri buluşarak nihai bir karar verebilirler.
Kürt siyasetinin de referandum konusunda hemfikir olmadığı görülüyor. Hem Kuzey Irak’ta, hem Suriye’de hem de Türkiye’de referandum kararını coşkuyla değil tepkiyle ya da eleştirel bir tavırla karşılayan önemli bir kesim var. 
 
Öte yandan, en görünen yüzü Diyarbakır milletvekili Galip Ensarioğlu olmak üzere AKP içinde, referandumdan yana olanlar da var. Cumhurbaşkanı ve başbakanın referandum karşıtı açıklamalarından sonra Barzani’nin kararına ve Kerkük’ün de referanduma dahil edilmesine desteğini açıklamaktan çekinmedi. 
 
Başkanlık seçimi için Devlet Bahçeli’ye ihtiyacı olan Erdoğan’ın hem Bahçeli’nin çevresindeki daralmış MHP seçmenini hem de Güneydoğu’daki oylarını korumak gibi bir hayli güç bir hedefi var. Referandumun ertelenmemesi bu hedefin tutturulup tutturulmayacağının da seçimlerden önce bir sınaması olacak. 
 
Bütün bunlar sürerken, Aysel Tuğluk’un annesinin cenaze törenine yapılan iğrenç saldırı gibi olayları yaratacak gergin bir siyasi ortamın sürdürülmesinin toplumsal tehlikeleri herhalde açıktır.
Ortadoğu’da bin bir çeşit aktör bin bir çeşit siyasi ajandayla kâh güreşir, kâh karşılıklı dans eder, kâh ip üzerinde karşılıklı yürürken Kürt meselesi de dahil bütün siyasi fay hatları gerilmiş ve yer yer çatlamış bir memleket olarak “milli çıkarların” korunması bir hayal. 
 
Türkiye’nin bugünkü otoriterlik tuzağından çıkıp çoğulcu bir demokratik yapıya kavuşması da öyle. Ancak “devletin bekası”nın tek bir kişinin güçlü yönetiminden geçtiğini zannedenlerin bu hayallerinden bir an önce kurtulmalarının öneminin altını defalarca çizmek gerek. 
 
Güçlü bir Türkiye’nin bir kişinin güçlü olmasına değil, bütün bir toplumun demokrasiyle güçlenmesine ihtiyacı var. 
Bunun yolu ise ilk başta siyasi davaların sona erdirilmesinden, tutuklu milletvekilleri ve gazetecilerin serbest kalmasından ve hukuk devletinin yeniden inşasından geçiyor. 
Adalet boşuna mülkün temeli değildir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

HAMAS şer’i prensiplerinden vazgeçti - MUSTAFA K. ERDEMOL

Hamas bundan sonra Filistin sorununda ılımlı bir role bürünecek, öyle görünüyor. Gazze’deki idareye son vermesi, Filistin’deki çift başlığın ortadan kaldırılmasına yönelik adım atması bunun işareti. 

Bu haftanın belki de en önemli gelişmesi Filistin İslami Direniş Hareketi’nin (Hamas) İsrail ablukası altındaki Gazze’de daha önce kurduğu İdari Komiteyi, Filistin’in siyasi bölünmüşlüğünü sonlandırmak için feshettiğini duyurması oldu.

Bu birdenbire olmuş bir gelişme değil. Fetih Hareketi ile Hamas heyetleri Mısır’ın başkenti Kahire’de görüşmeler yapmış, Hamas Sözcüsü Hazım Kasım 13 Eylül’de uzlaşı için Fetih Hareketi yöneticileriyle hemen masaya oturabileceklerini belirterek, “Hamas, Gazze’de kurulan İdari Komiteyi feshetmeye, uzlaşı hükümetinin görevini oradan sürdürebilmesine imkan sağlamaya ve seçimleri yapmaya hazırdır” ifadelerini kullanmıştı.

Nitekim, Hamas’tan yapılan açıklamada, Mısır’ın, Filistin’in siyasi bölünmüşlüğünün sonlandırılması çerçevesinde ortaya koyduğu çabalara uyulduğuna vurgu yapılarak, Gazze’deki İdari Komite’nin feshedildiği duyuruldu. Açıklamada, Filistin Uzlaşı Hükümeti’nin Gazze’de ‘hemen’ görevi devralması, genel seçimlerin yapılması ve Hamas’ın Fetih Hareketi ile diyaloğa hazır olduğu belirtildi. Açıklamada, 2011 Kahire anlaşmasının uygulanması, bu  çerçevede anlaşmayı imzalayan bütün Filistinli gurupların yer alacağı bir ulusal birlik hükümetinin kurulması çağrısı da yapıldı.

Hamas’ın bu kararına Fetih Hareketi de “umut verici bir gelişme” açıklamasıyla yanıt verdi. Bu elbette bölünmüş Filistin’in yeniden birleşmesi için atılmış önemli ve olumlu bir adım. Hamas, ağustos ayının başlarında da , Gazze Şeridi ile Batı Şeria arasında bölünmeye son vermek için İdari Komiteyi feshetmeyi de içeren yeni bir siyasi girişim sunmuştu.

Yeni Siyaset Belgesi Doğrultusunda
Hamas, bu yılın mayıs ayında siyasi çizigisinde ciddi değişkliğe gitti. Uzlaşmaz, katı çizgisinden uzaklaştı. Bunda Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin ciddi etkisi oldu. Çünkü Hamas’ın eski çizgisiyle dönüştürücü bir etkisinin olmadığı artık genel kabul gören bir gerçeklikti. Katar’ın başkenti Doha’da 1 Mayıs 2017’de Hamas’ın o zamanki lider Halid Meşal tarafından açıklanan Siyaset Belgesi’ndeki en önemli özellik örgütün 1967 sınırlarında kurulacak bir Filistin devletini destekleyeceğini açıklaması oldu. Örgüt bunu daha önce asla kabul etmiyordu.

İkincisi artık örgüt olarak hedeflerinn “tüm Yahudiler değil, Siyonistler olduğunu” açıklıyordu. Bir başka dikkat çeken taraf da yeni siyaset belgesinde Müslüman Kardeşler örgütünün bir kanadı olduğu ifadesine yer vememesiydi. Bunlar gerçekten de örgüt için çok ama çok önemli değişikliklerdi.

Şimdi, Filistin’de iki başlılığa yol açan Gazze’deki Hamas hükümetini fesh etme kararı da bu yeni siyaset belgesiynle başlayan sürecin bir parçası olarak değerlendirilmeli. Elbette Filistin için çok önemli/değerli gelişmeler bunlar, ancak Hamas açısından çok çok radikal değişiklikler.

Kökleri geçen yüzyıla dayansa da Filistin’deki ilk İntifada sonrası Aralık 1988’de kurulan Hamas’ın 36 maddeden oluşan prensiplerinin çoğu Kuran ayetlerine dayanıyordu. Örneğin Yahudilere karşı mücadele dini bir mücadele olarak değerlendiriliyordu. Müslüman Kardeşlerin bir kanadı olduğu da bu Kuran prensiplerine dayandırılıyordu.

Mayıs ayında Doha’da tüm bumlardan vazgeçtiğini açıklamış oldu Hamas. Yani “reel politika” daha ağır bastı ve Hamas çizgisini değiştirdi. Artık bu yeni politika uyarınca “İsrail’in yok edilmesinden söz etmeyecek, bir çok yerde “terör örgütü” olarak kabul edilen Müslüman Kardeşler”le bağının kalmadığını duyurmuş olacak. Bunu yapmakla Fetih Hareketi’nin dünya çapına kazanmış olduğu Filistin’in meşru temsilcisi sıfatını en azından onunla paylaşmış olacak, politik sahnede “aktör” olarak yer bulmaya çalışacak. Bunda başarılı olup olmayacağını da zaman gösterecek elbette.

Hamas, hem Filistin’in tümünde ikna edici olmamasıyla, hem Mısır, hem İsrail için sorun olmasıyla, hem de Filistin sorununun çözümünde öneri getiremeyişle “sıkışmış” bir hareketti. Yeni siyaset belgesiyle bu “sıkışmışlık”tan kurtulmaya çalışacak. Suudi Arabistan ile Katar’ın “siyasi” çizgisine girmesi durumunda giderek etkisizleşmesi de sürpriz olmayacak.

Fetih Hareketi ile aralarında derin görüş ayrılıkları var. Yaşamın gerçekliğinin farkında olmayan bir örgüt Hamas. Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail arasındaki Oslo Anlaşması’nı da, karışıklı tanımaları da, İsrail devletinin ortadan yok edilmesi çağrılarının kaldırılması

Hareket, 1991 Madrid Konferansı sonrası Arapların izlediği barış sürecinin yanlış olduğunu düşünüyor ve 1993 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail arasındaki Oslo Anlaşması ve öncesindeki FKÖ-İsrail karşılıklı tanımaları, FKÖ’nün sözleşmesinin değiştirilmesini, İsrail devletinin ortadan kaldırılması çağrısı yapan cümle ve ifadelerin çıkarılmasını İsrail’e ödün vermek olarak değerlendiriyordu.

Nasıl Kuruldu?
80’li yılların sonunda kurulduğu belirtilir ama aslında kökleri 1948 öncesine kadar gider. Müslüman Kardeşler’in bir kolu gibi görür kendini. 1988’de Hamas adıyla ortaya çıkmadan önce İslami Mücadele Hareketi adıyla çalışmalar yürüttüğü biliniyor.

Müslüman Kardeşler’in Filistin’deki üyeleri Dr. Abdülaziz Rantisi, Dr. Mahmu Zehhar ve bazı üyeleriyle birlikte Şeyh Ahmed Yasin tarafından Hamas adıyhla 87’de kuruldu. İsrail istihbaratı Yasin’i 2004’de öldürünce yerine Halid Meşal getirilmişti.

Yeni siyaset belgesi uyarınca çizgi değişikliğine giden Hamas uzun yıllar ABD’nin “terör listesi”nde yer aldı. ABD, Hamas’a karşı “yok etme” operasyonlarına İsrail’e sürekli destek verdi. Ancak, Filistin’de her zaman büyük bir desteğe sahip oldu Hamas. 2006’da yapılan seçimleri büyük çoğunlukla kazandı. İsmail Haniye başkanlığına bir hükümet kurdu. İsrail, Hamas’ın askeri eylemlerini bahane ederek Gazze’yi abluka altına aldı.

Hamas bundan sonra Filistin sorununda ılımlı bir role bürünecek, öyle görünüyor. Gazze’deki idareye son vermesi, Filistin’deki çift başlığın ortadan kaldırılmasına yönelik adım atması bunun işareti. Fetih Hareketi ile birlikte hem İsrail hem de diğer aktörler tarafından dikkate alınacak bir güç haline gelmek için bundan sonra ne tür gi,rişimlerde bulunacağını göreceğiz.

Hamas’ın eylemleri:
 
»6 Temmuz 1989 Kiryat Ye’arim yakınlarında meydana gelen bir intihar saldırı sonucunda 22 kişi öldü.

»6 Nisan 1994 tarihinde Afula’da (İsrail) bir otobüste meydana gelen intihar saldırı sonucunda 8 kişi öldü.

»13 Nisan 1994 tarihinde Hadera’da bir otobüs durağında meydana gelen intihar 
saldırısının sonucunda 5 kişi öldü.

»19 Ekim 1994 tarihinde İsrail’in başkenti Tel Aviv’de meydana gelen bir intihar saldırısı sonucunda 22 kişi öldü.

»11 Kasım 1994 tarihinde Netzarim’de meydana gelen bir intihar saldırı sonucunda 3 kişi öldü.

»4 Eylül 1997 tarihinde Hamas militanlarınca gerçekleştirilen Kudüs’teki Ben Yehuda Caddesi’nde meydana gelen intihar saldırısı sonucunda 8 kişi öldü. Ölen üç kişi Hamas militanıydı.

»1 Haziran 2001 tarihinde Tel Aviv Dolphinarium’un kapısında meydana gelen intihar saldırısında yaşları 14 ile 21 arasında değişen 21 kişi öldü ve 120’den fazla insan yaralandı.

»9 Ağustos 2001 tarihinde Kudüs’deki Sbarro adlı restoranda meydana gelen intihar saldırısı sonucunda 7’si çocuk 15 kişi öldü ve 130 kişi yaralandı.

»2 Aralık 2001 tarihinde Kudüs ve Hayfa’da meydana gelen dört patlamada 26 kişi öldü, 220 kişi yaralandı. Saldırıları Hamas üstlendi.

»9 Mart 2002 tarihinde Kudüs’te bir kafeteryada düzenlenen intihar saldırısının sonucunda 11 kişi öldü ve 54 kişi yaralandı.

»31 Temmuz 2002 tarihinde İbrani Üniversitesi’nde meydana gelen intihar saldırısının sonucunda çoğu ABD vatandaşı 9 kişi öldü ve 100’e yakın kişi yaralandı.

»5 Mart 2003 tarihinde Hayfa’da düzenlenen bir intihar saldırısı 7 İsraillinin ölümü ile sonuçlandı. Saldırının sorumluluğunu Hamas üstlendi.

»11 Haziran 2003 tarihinde Kudüs’deki bir intihar saldırısında 17 kişi öldü. Saldırının sorumluluğunu Hamas üstlendi.

»19 Ağustos 2003 tarihinde Kudüs’de bir intihar saldırısında 6’sı çocuk 23 kişi öldü. Saldırının sorumluluğunu Hamas üstlendi.

»9 Eylül 2003 tarihinde Kudüs Hillel Café’de gerçekleşen intihar saldırısı sonucunda 7 kişi öldü ve 70 kişi yaralandı.

»4 Ekim 2003 tarihinde Hayfa’daki bir restoranda meydana gelen intihar saldırısı sonucunda 21 kişi öldü. Saldırının sorumluluğunu Hamas üstlendi.

»4 Mart 2004 tarihinde Aşdod Liman’ında gerçekleşen iki intihar saldırısının sonucunda 10 kişi öldü ve 10 kişi yaralandı.

»31 Ağustos 2004 tarihinde Beerşeba’daki iki intihar saldırısı sonucunda 16 İsrailli öldü. Saldırının sorumluluğunu Hamas üstlendi.

»27 Aralık 2008 tarihinde İsrail’in operasyonlarının ardından Hamas’ın gerçekleştirdiği roket saldırıları sonucunda 4 İsrailli öldü.

»2007 yılında Hamas örgütü Gazze’deki tek heykel olan “Meçhul Asker Anıtı”nı, heykelin dinen yasak olduğu gerekçesiyle yıktı.(Kaynak: Wikipedia)


MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Fındık hayattır - L. DOĞAN TILIÇ

Okul zili çaldı dün. Diyarbakır’dan, Urfa’dan kalkıp; Ordu’ya Giresun’a günde 40-45 liraya fındık toplamaya gelen mevsimlik tarım işçisi çocuklardan kaçı sınıflara girebildi bilemiyorum. Karadeniz’in dere yataklarına kurdukları derme çatma çadırlar içinde, kendileriyle birlikte hayallerini de büyüten çocuklar; öğretmen, polis, asker, doktor olabilecekler mi?

Bu soruların cevabı da fındıktadır biraz. Sadece Karadeniz’de değil, denizin çok uzağındaki kimi yerlerde de hayattır fındık. Fındık üretimi yapılan 13 il ve yoksul hayatlarını sürdürebilmeleri fındığa bağlı mevsimlik tarım işçisi Kürtler, fındığın gözünü gözlerler!

“Fındık çocukları” ile okudum ben, kimi “parasız” kimi “paralı” yatılı. Samsun’da; Ordu’dan, Giresun’dan gelen çocuklarla… Şimdi “büyük adam” oldularsa, çoğu fındığa borçludur bunu.

Daha önce bu köşeye konuk ettiğim Prof. Dr. Ramazan Aşçı da fındığın okuttuğu Karadeniz çocuklarından. “Fındık Karadenizlilerin geçmişi, bugünü ve geleceğidir. Düğünler, alışverişler, okul  masrafları, diş yaptırmalar, doktora gitmeler ve ameliyatlar hep fındık zamanına bırakılır” demiş; 1970’lerde kamyon kasalarında fındık mitingleri için köylerinden Ünye’ye inişlerini anlatmıştı.

Karadeniz’in ve solun tarihinde önemli bir yeri vardır fındık mitinglerinin. Dün Ordu’da başlayan ve yarın saat 18:00’de Giresun’da Kılıçdaroğlu’nun katılacağı mitingle noktalanacak olan Fındıkta Adalet Yürüyüşü Karadeniz’in mücadele tarihinde yeni bir halka.

ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen, Ordu ve Giresun il örgütleriyle birlikte, herkesi yürüyüşe çağırırken “Milli olduğunu söyleyen iktidar”ın fındığı İtalyan Ferero’ya teslim ettiğini vurgulamış ve; “Bu şirket yalnızca fındığı değil toprağımızı da istiyor. Fındığın değersizleştirilmesi aynı zamanda fındık bahçelerinin elden çıkarılmasının da yolunu açıyor. Fındık bahçelerini, gıda tekelleri satın almaya çalışıyor. Bu satın alımlarla köylü topraksızlaştırılacak. Köylünün elinden çıkarmak zorunda kalacağı topraklarda gıda tekelleri üretimi de ele geçirmiş olacak. Bu gidişata baktığımda Türkiye’nin bağımsızlığına büyük bir pranga vurulduğu görülüyor” demişti.

Günlerdir Fındıkta Adalet Yürüyüşü’nün örgütlenmesi için çabalayan CHP Gn. Bşk. Yardımcısı ve Ordu Milletvekili Seyit Torun, dün yürüyüş başlamadan hemen önce; “Geçen yıl 12 liradan açılan fiyatlar 9’a düştü. Bu sene Bakan bile maliyeti 8,75 lira olarak açıklamışken, şu anda fındık 7 liradan satılıyor. Piyasa öldü, üretici perişan; çocuğunu okula, hastasını hastaneye götüremiyor. Bunlara dikkat çekmek, iktidarı uyarmak için 47 km.lik bir yürüyüş başlatıyoruz” dedi telefonda.

İşleyen, fındıkta çözümün taban fiyat uygulamasına dönüş olduğunu, taban fiyatın da maliyet + kar payı + insanca yaşam payı ile belirlenmesi gerektiğini söylemişti. Daha çok yol yürünmeli bunun için!

Fındık hayatsa, sağlıklı bir hayat için de “yürüyüş” şart! Cep telefonuyla video çekip; “O 2019 gelecek. Hani biz size oy verdik. Başkan oldunuz ya. O başkan değişir. Ben sana söyleyeyim. Hadi hayırlı işler” diyen üretici de, fındığı Samsun 19 Mayıs AKP ilçe binası önüne döken üretici de, sağlıklı bir hayata yürüyerek kavuşabileceklerini görecekler!

70’lerin fındık mitingleri yalnızca fındıkla ilgili isteklerin dillendirildiği eylemler değil, aynı zamanda “tüm yaşamı fındığa bağlı köylüyü, kasabalıyı, esnafı ve diğerlerini bir araya getiren toplumsal bir muhalefet odağı” olmuştu. Yürüyüş de öyle olmalı.
Fındık türküleriyle ne güzel yürünür şimdi. İşin nereye varacağını merak edenler;
“Yine yeşerdi fındık dalları
/ Acep ne olacak yârin halleri” diye sorarlar şakayla karışık. Kimileri bir başka yerden “kızım sana  söylüyorum” diye uyarır iktidarı:
“Bahçeye gel bahçeye
/ Kuru fındık bulursun
/ Alacaksan al beni
/ Sonra pişman olursun.
” Öfke galebe çaldığında da;
“Dalda fındık tekleme
/ Derdime dert ekleme
/ Gidiyorum Ordu’dan
/ Gelir diye bekleme.”

10 yıl önceki bir fındık yazısında dediğim gibi; “Öyle basit bir aganigi meselesi değil, bir yaşamdır fındık.”

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

19 Eylül 2017 Salı

Tarımda ne yapmalı? - OĞUZ OYAN

2000'li yıllarda IMF/DB programını ("Tarım Reformu Uygulama Programı"-TRUP) harfiyen uygulayan iktidarların Türkiye tarımını hangi noktaya getirdiğine geçen yazımızda değinmiştik. TRUP’un yol açtığı olumsuzlukların başında, tarımsal desteklerin çok önemli ölçülerde kısıtlanması gelmekteydi. Bu kritik çıpanın uygulandığı yer bütçeydi. 2006 sayılı Tarım Kanunu'ndaki hüküm,  bütçeye milli gelirin yüzde 1'inden az olmayan bir destek bütçesi konulmasını öngörüyordu. Bu esasen çok katı bir sınırlamaydı. Ama AKP iktidarı, kendi çıkardığı bu Kanunu dahi uygulamayarak çiftçiyi milli gelirin yüzde yarımı civarında bir toplam destekleme tutarına mahkum etti. (Batı'nın ve onun ulusötesi şirketlerinin yükselen yıldızı olmak için daha neler yapılmadı ki!).


Tarımsal desteklemedeki kısıtlamanın boyutunu daha iyi kavrayabilmek açısından, AKP döneminde tarıma yapılan yıllık toplam destek miktarının tarım kesiminin kullandığı akaryakıt üzerinden alınan KDV ve ÖTV miktarının yıllık tutarına hemen hemen eşit büyüklükte olması dikkate alınabilir.

Neler Yapılabilir?
Mevcut tarım politikalarını köklü bir biçimde değiştirmeye yönelebilmek için, ilk koşul siyasidir. Bu tür bir dönüşümün doğuracağı büyük dış tepkilere karşı kararlı bir mücadeleyi göze alacak bir iktidar yapısı gerekir. IMF, DB, DTÖ, OECD, AB, ABD gibi dıştan tarım politikası dayatan kapitalizmin merkez ülkeleri ile bunların mali/iktisadi örgütlenmelerine verilebilecek yanıtlar eğer bağımsız bir tarım politikası oluşturmak yönünde olacaksa, bunun karşılaşacağı tepkilerin şiddetinin AKP iktidarının bugün bu dünyayla yaşadığı sorunlarla kıyaslanamaz ölçeklerde olacağını öngörmek gerekir. Kaldı ki, yalnızca tarım politikalarında neoliberalizme karşı duruş oluşturulamaz, ekonomik politikalarının da buna uyumlu çizgiye çekilmesi gerekecektir.
Peki böyle bir meydan okumayı, göbeği Batı'da kesilen ve neoliberal politikalara asıl sahiplerinden daha fazla sadık bir bağımlı iktidardan nasıl bekleriz? Hatta, mevcut muhalefet yapılarından bile ne ölçüde bekleyebiliriz?

Bu soruları buradaki tartışmamızın dışında tutalım.
İleri bir faraziye yaparak böyle bir iktidar oluşumunun gerçekleştiğini düşünelim ve bu koşullarda önemli politika değişikliklerinin neler olması gerektiğine özetle değinelim. Bu arada, böyle bir meydan okumanın tek başına göğüslenmesi yerine Güney ülkelerinden müttefikler edinerek sürdürülmesi (DTÖ müzakerelerinde bunun örneklerini veren ülke grupları oluşmuştur) koşullarının da oluşturulabileceği varsayımını yapalım.

Asıl mesele, gıda güvenliği/egemenliğinin yeniden tesisi için neler yapılabileceğidir. Desteklemenin ana amacı bunu sağlamaya yönelik olmalıdır.  Arz açığı olan stratejik ürünlerde ithal bağımlılığının azaltılması gerekecektir. (Kendi üreticisini desteklemeyen ülkelerin nihayetinde ithal bağımlılığı üzerinden başka ülkelerin çiftçisini desteklemiş olacağı gerçeği unutulmamalıdır). Aynı çerçevede yerli tohumların ıslahı üzerinden yabancı tohumlara (ve ulusötesi tohum şirketlerine) olan bağımlılığın giderek azaltılması şarttır. Gübre, ilaç, yem gibi girdilerde dışa bağımlılığı azaltacak bir tarım ve sanayi politikaları bütünlüğünün, buna ilişkin kurumsal mekanizmaların de buna eşlik etmesi zorunludur.

Gıda egemenliğinin tek meselesi dış ticari ilişkiler değildir. İkinci mesele, ülke çiftçisinin yeniden üretime dönmesini ve kalıcı olmasını sağlamaktır; aksi halde tüm çabalar boşa gidecektir. Çiftçi çocuklarının tarımdan kaçmak için fırsat kolladıkları bir konjonktürde çiftçi ailesinin kırsalda ve tarımsal üretimde kalmasını sağlamak için onun emeğinin ve maliyetlerinin karşılığını alabilmesini güvenceye alabilmek gerekir. Burada birkaç konu içiçedir.

İlk olarak, çiftçinin girdi maliyetlerinin önemli ölçüde düşürülmesi gerekir. Dünyanın en pahalı mazotunu kullanan, üstelik görece düşük verimlilikle çalışan bir çiftçi kesiminin, eğer koruma sürdürülmezse dünya tarım fiyatları karşısında ezilmesi kaçınılmazdır. O halde, çiftçinin kullandığı mazot ve elekrik gibi enerji girdileri üzerindeki dolaylı vergileri sıfırlayacaksınız. Hem üretim maliyetlerini hem de verimliliği etkileyen sulamanın temel bir girdi olarak kamu yatırımları üzerinden (tarlaya getirilmesi aşamasına kadar) temin edilmesini sağlayacaksınız.

Kuşkusuz çiftçinin en çok ihtiyaç duyduğu bir girdi kalemi de tarımsal kredilerdir. Çünkü çiftçinin eli sadece hasat döneminde para görür (ki onu da peşin alamayabilir), ama ekim dönemi öncesinden başlayarak yılın bütününe yayılabilen üretim giderlerini üstlenmesi ve ailesinin geçimlik ihtiyaçlarını karşılayabilmesi gerekir. Kaldı ki, mekanizasyon ihtiyaçları da onu bankalara borçlu yapacaktır. Gelirleri ile giderleri arasındaki bu zaman kaymaları onu tarımsal kredilere muhtaç duruma getirir. İşte bunun çözülebilmesi gerekir. Tarım kredi kooperatifleri ve Ziraat Bankası’nın bu sorunu çözmek için yeterli kapasiteye getirilmeleri şarttır. Kaldı ki aynı ihtiyaç TSKB’ler için de geçerlidir. Buradaki tarımsal kredilerin faizleri enflasyon oranını aşmayacak düzeyde tutulmalıdır. Demek ki burada da önemli bir destekleme fonuna ihtiyaç olacaktır.

Çiftçinin girdi sorununu çözmek de yeterli olmayabilir. Çiftçinin ürününü gene de maliyetlerini karşılayamayan bir fiyattan satmak durumunda kalması halinde de üretim faaliyetlerinin devamlılığı sağlanamayacaktır. Demek ki kritik ürünlerde fark ödemesi sisteminin devrede olması, çiftçinin eline geçen fiyatların maliyetlerinin altında kalması durumunda aradaki fark kadar çiftçiye ödeme (prim ödemesi) yapılması gerekir. (Bu, AB ülkelerinin onyıllarca uyguladıkları ama şimdi neoliberal düzende piyasa bozucu diye rafa kaldırdıkları sistemdir. Bizde -2006 tarihli  Tarım Kanunu’nda zikredilmesine rağmen-  uygulanmasına imkan verilmeyen sistemdir).

Ama bunlara ek olarak bütün ürünleri kapsayacak bir çözüm, çiftçinin üretim, kredi, girdi ve satış aşamalarını denetleyebileceği bir kooperatif örgütlenmesi içine girmesinin teşvik edilmesi ve bu arada TSKB gibi kooperatif kurumların yeniden ayağa kaldırılması olacaktır. Fark ödeme sistemi olsun, tarımın kullandığı bazı genel girdilerin (mazot gibi) sadece tarıma özgü olarak indirimli fiyattan verilmesinin denetlenebilmesi için olsun, destekleme sistemi her zaman örgütlü bir yapı içinde daha sağlıklı işleyecektir. Buna ilişkin anlamlı bir tarımsal kalkınma modeli İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yıllardır uygulanmaktadır. Ülke çapında farklı ölçeklerde, farklı havzalara göre farklı uzmanlık alanlarında benzer tarımsal kalkınma uygulamalarının harekete geçirilmesi bakımından merkezi ve yerel yönetimlerin görev alanlarının yeniden tanımlanması gerekecektir.

Desteklemenin kurumsal yapısının bütünlüklü bir biçimde yeniden oluşturulabilmesi için yeni mekanizmalara gereksinim olacaktır. Bazı alanlarda (girdi üretimi, girdi yayımı ve destekleme alımlarında) tarımsal KİT’lerin bugünkü tarımsal yapının gereksinimleri göz önünde bulundurularak yeniden oluşturulması gerekmektedir. 2008 sonrasının küresel krizine bir gıda krizi de eşlik ederken bu krizin şoklarına karşı hazırlıklı olabilmek için koruyucu kurumsal kalkanların inşa edilmesi şarttır.
Tarımsal desteklemenin bu boyutta bir yeniden yapılanmayı gerçekleştirebilmesi için tarımın TRUP sonrasındaki destekleme bütçesinin çok ötesinde bir kaynağa ihtiyacı olacağı açıktır. Buradaki ölçütü şöyle belirleyebiliriz. Gelişmiş ülkelerde tarıma verilen destekler tarımın milli gelire katkısının kabaca yarısı ile üçte ikisi arasında bir paya sahiptir. Türkiye’de ise bu oran (destekler 0,5 bölü tarımın MG'e katkısı 7,5=) 1/15 düzeyindedir. Bu oranın 1/3’e yükseltilmesi yani tarıma milli gelirin yüzde 2,5’i oranında bir destek sağlanması durumunda, yukarıda destekleme programı uygulamaya konulabilecektir. Yukarıda sayılan girdi destekleri (mazot, gübre, tohum, elektrik, sulama, toprak ıslahı gibi) burada öngörülen yeni destekleme modelinin en ağırlıklı bölümünü oluşturacaktır. Destek miktarının arttırılmasına eğer doğru destekleme mekanizmalarının kurulması da eşlik edecekse, tarımın bugünkü bağımlı yapısı kırılabilecek ve üreticinin tarımdan kopması önlenebilecektir.

Bütün bunlar yapılabilir mi?
Siyasi koşulların oluştuğu ve yeterli bir siyasi iradenin bu yeni programın arkasında kararlılıkla durmasının sağlandığı bir ortamda, tek bir yasama döneminde bile böylesine bir dönüşümün gerçekleştirilebilmesi mümkündür. Ama gıda emperyalizmine kafa tutabilmek için asıl mesele siyasi koşulların oluşturulabilmesinde düğümlenmektedir.

Oğuz Oyan / SOL

Venseremos - ORHAN AYDIN

Dünya siyasetinde çokça örnekleri var, bazı ülkelerin politik figürleri; parti başkanları, bakanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları, belediye başkanları filan halkın içinde yalnız başlarına dolaşıyorlar.
Şimdilerde korkanları çok olsa da bu özellikleriyle anılan yüzlerce siyasetçi var. Behice Boran, M. Ali Aybar, Gandi, Olof Palme, Fidel Castro, Che Guevara ve Latin Amerika’da birçokları gibi.
Amsterdam’da, kentin merkezindeki parkta bulunan Sinema Cafe’de dostlarla sohbet ediyoruz. İnsanlar bisikletleriyle dolaşıyor, yol iki şerit halinde bir karınca akışında, onlarcası başka bir yoldan yürüyüş yapıyor, kimileri banklara oturmuş gül bahçesinden gelen bülbül seslerini dinliyor, kimileri kitaplarını okuyor. Bir sessizlik ki sormayın. Deniz seviyesinin altında kurulmuş bir kentte huzur denen şey, kökleri yukarıda ama çiçekler kuşanmış olan ağaç dallarına sinmiş.
Kareli şortu ve beyaz tişörtü ile bir adam yanaşıyor cafeye, “Belediye Başkanı” diyor yanımdaki arkadaş. Bakınıyorum. Öyle sade, gösterişsiz tıknaz bir adam. Bizim mahalle bakkalı gibi. Park ediyor bisikletini, yanımızdaki gençlerin oturduğu masaya oturup kahvesini söylüyor. Gökyüzüne bakıyorum. Güneş mavi bulutların arasından benimle alay eder gibi sırıtıyor.
Ülkemi düşünüyorum.
Yalnız CB değil, başbakan ya da bakanlardan biri sokağa çıksa, yüzlerce koruma onlardan önce her köşeyi tutuyor, trafik durduruluyor, bir araç değil onlarca son model zırhlı araç ortalığı gürültüye boğa boğa seyirtiyorlar.
Binaların tepelerine uzun menzilli silahlarla keskin nişancılar yerleştirilmiş, gökyüzünde helikopterler dolaşıyor.
Vay anasını arkadaş, bu kadar olur.
Korkuyorlar.
Bir yerlerden biri slogan filan atsa!
Düşünsenize durumu.
Hareket halindeki her canlıdan korkuyorlar.
Halkından korkan yediğinden içtiğinden korkar, karısından, kızından, oğlundan, komşusundan korkar, uykusunda bile rahat edemez, kendi hırıltısından korkar.
Böyle yaşanır mı?
Nedeni bu yazının hem konusu hem değil ancak görünen o ki, suçu olan korkar halkından.
Bülent Ecevit’i anımsıyorum. Anadol marka bir arabası vardı. Başbakanken bile kurulurdu direksiyona tiyatrolara, operaya, baleye onunla giderdi.
Davetiye kabul etmez yer ayırtır ve bilet satın alırdı.
Erdal İnönü ile Ankara’da kitapçı dükkânlarında karşılaşırdık. Mülkiyelilerin bahçesinde aldığı kitaplara göz atar, çayını yudumlardı.
Ülke mi değişti, yoksa biri şair olacakken siyasetçi olmuş ve diğeri fizikçi iken zorla parti başkanlığına getirilmiş bu iki insan mı doğrusunu yapmışlardı?
Biliyoruz ki ikisinin de siyasi günahları kabarık.
Ancak görünen o ki korkmuyorlardı.
Behice Boran, fırına gidip ekmeğini kendi alır, mahalle bakkalından alış-veriş eder, sinema ve tiyatrolara elini kolunu sallayarak halkla selamlaşarak giderdi.
M. Ali Aybar eski sporcu olmanın hazzıyla sabah yürüyüşlerini yalnız yapar, kitapçı dükkânlarını yalnız dolaşırdı.
Korkmuyorlardı. Ortalık faşist kemik yalayıcılarla doluydu oysa.
İnsan halkına, kendinden olmayan herkese küfredince, düşmanlık kusunca, yalanı büyütünce, talanı gündelik yapınca korkuya boğuluyor demek ki.
O zaman kabadayılık, yalnız kameralar karşısında ve mikrofon önünde geçerli oluyor.
Kendi kitlene bile söylev çekerken araya mesafeler koyup, koruma ordusuna, takviye polis ve asker katarak, yığınak yapmak zorunda kalıyorsan, bunun başka izahı yok.
Amsterdam kentini dolaşıyoruz. “Bu kaçıncı, bıkmadın mı?” diyor Meltem.
Bıkmadım, ne bu yosun kokusu taşan kanal boylarından, tekneler üstündeki çiçeklerden, kedilerden, ne müzelerinden, tiyatrolarından, sinemalarından, galerilerinden, kitapçı ve şekerci dükkânlarından bıkmadım.
Varsın kapitalizm höykürsün üstümüze. Değil mi ki adım başı bir yaşanmışlığın içinden geçiyoruz, umurumda değil.
Bir marş çalıyorum ıslıkla, sokaktaki dansçıyla dans ediyorum, ileride gar meydanında çello çalan bir grupla şarkı söylüyorum, mim yapan Hintliyi selamlıyorum göz ucuyla, şu ağacın altındaki ressamla aynı tuvalin içinde geziniyorum, heykellerin önünden geçiyorum saygıyla eğilerek, çiçeklerle gülüşüyorum, diniyor yüreğim.
Kentin mimari dokusunu yaşatmak için, yerel yönetim hiçbir katkı payı gözetmeden tarihi dokuyu sürekli restore ediyor, kentte toz duman ve ses kirliliği yok, iskelelerin tepelerinde ustalar, birer resim yapar, heykel yontar gibi dokunuyorlar yaşama, her gelişimde buna tanık oluyorum, tüm su kanallarında da aynı çalışma sürüyor.
Yine memleketimi düşünüyorum.
Yaşadığım kenti, Beyoğlu’nu. Kültürel varlıklara olan düşmanlığı, sokakların, caddelerin gericiliğin talan politikalarına esir edilişini.
Tadım kaçıyor.
Bu konuda yetenekliyim, başkasına gerek yok, ben kendi kendimin tadını kaçırmayı çok iyi biliyorum.
Zaten sevinç dediğin boğuldu benim ülkemde.
Beş paralık huzurumuz kalmadı.
En son yaptıklarını hiç hazmedemiyorum.
Çocuklarımızın geleceklerini çalıyorlar ve ülkem susuyor ya işte buna hiç dayanamıyorum.
Adanalı İsmail arkadaşın kahvesine oturuyoruz. Küba kahvesi kokuyor üstüm başım.
Bisikletliler geçiyor her yaştan, ne kadar çok. Kim bilir hangi öyküleri taşıyorlar evlerine ve yalnızlıklarına. Yaşlı bir palyaço geliyor karşı kahvenin önüne. Kocaman yusyuvarlak ay gibi bir burun, dilini çıkarıyor hayata ve mızıkasıyla bir Şili halk şarkısını çalarak dans ediyor.
Vensemeros.

Ayağa kalkıp alkışlıyorum, şaşırıyor bizimkiler.
Palyaço ile el sallaşıyoruz.
Bakınıyorum gri bir buluta.
“Kıralım zincirlerimizi.”

Orhan Aydın / SOL