8 Ekim 2017 Pazar

Çaresizliğe gülmek - AYDEMİR GÜLER

Sadece Arda Turan ile Yıldırım Demirören gülmüyorlar. Türkiye solcularının önemli bir bölümü son günlerde AKP’li belediyelerde olup bitenlere kıs kıs gülüyor.
Bu iki gülüş farklıdır.
Birincilere çok kızılmaktadır.
İkincilerse sol kamuoyu için eğlenceli günlere işaret etmektedir. Ben Arda ve Yıldırım beylerin nesine  kızıldığını ve İzlanda’dan üç gol yiyince neden ciddi olmaları gerektiğini bilemedim. Solcuların neyle eğlendiklerini hiç anlamadım…
Arda’nın başı gülmekten ilk defa derde girmiyor. Barselona bir Brezilya takımıyla özel maç yapacaktı ve bu takım aşağı yukarı bütün oyuncu ve teknik kadrosunu bir uçak kazasında kaybetmişti. Barselonalı oyuncular, rakibin acısını paylaşmak üzere saygı duruşuna geçerken bizimki sırıtıyordu. Kendisini bilmem ama sırıtışından aptallık akıyordu. Herkes Arda’ya kızmıştı.

Federasyon Başkanı Demirören de İzlanda hezimetinin ilerleyen dakikalarında bayağı mutlu görüntüler verdi. Yenilgi çoğumuzun hayatında bir şey değiştirmez.
En futbol düşkünü bile üzülür, üzülür, sonra yatar uyur.
Yıldırım bey ise futbol organizasyonunun başındaki kişi olarak belki de görevi bırakmak üzeredir, ama sırıtmaktadır.

İnsanların sinirlerinin bozulup da gülmeleri bir olasılık.
Seyircinin protestosuna karşı küfür niyetine de gülünmüş olabilir.
Sadece aptal olunduğundan da sırıtabilir kişioğlu.
Kesin olan şu ki, bu örneklere kızmak saçmadır.
Arda ile Yıldırım’ın yaşamlarında bazı şeyler değişecek olsa da bunlar meselenin sırrını çözmüş insanlardır. Futbol ile aralarındaki ilişki para ilişkisidir. Bu ilişki en hakikisidir ve bir stadı ve hatta ülkeyi dolduran, futbolla da böyle hakiki bir ilişki kurmanın çok uzağındaki kalabalıkların haline bakıp gülmemeleri için bir neden yoktur.
Arda ile Yıldırım, en kötü ihtimalle takım kaybedince birkaç milyon daha az kazanırlar. O kadar milyonun içinde lafı mı olur, demeyeceğim. Tabii çok üzücüdür ve sinirlerin bozularak yerli yersiz sırıtmaya neden olabilir.
Ama futbolcu ile federasyon başkanı çaresiz değillerdir. Daha az kazandıklarını telafi etmeleri mümkündür pekâlâ.

Asıl çaresiz olanlar AKP’li belediyelere bakıp eğlenen solculardır.
Peki Erdoğan Topbaş’ı gönderince, solcunun ve solcunun kendini vekili saydığı halkın eline ne geçmiştir?
Melih’in müze geyiği, Arda’nın sırıtması gibidir aslında. AKP’nin en muhkem kalesi ve en büyük rant kapısı olarak belediyelerin bütün başkanları işten el çektirilse, hepsi metallerini dinlenmeye alsa, kuşkusuz kazanabileceklerinden birkaç milyon daha azını kazanırlar. İyi de zenginin parası artık züğürdün çenesini, gülmekten mi yoruyor?
Daha karmaşık etkileşimleri ve olası sonuçları ise henüz bilmiyoruz. Yarın öbür gün istifaya zorlanan bir başkan masanın üstüne Erdoğan’ı çok yoracak dosyalar atabilir örneğin. Veya; rant kavgasının geleneksel örgütlenme biçimi mafyalardır ve mafyaların tartışmasının kanlı bir raconu vardır. İşin oraya varması hiç zor görünmemektedir…
Bir başkanın bir başka başkanın saçını başını yolması gerçekten eğlendirici de olabilir. Ama korkarım o eğlence solun sorması gereken hesapların üstünü örtecektir.
Erdoğan’ın siyasal mafya rejiminde işten el çektirmek en büyük ceza halini almaktadır.
Arda Turan futbolu bıraksa, kafadan iş adamı olur. Demirören’in yönettiği şirketlerden yalnızca bir tanesi futbol federasyonudur.
Belediye başkanları farklı mıdır?
Futbol seyircisi üzülüp üzülüp işine gücüne döner. Birileri biraz daha fazla veya az, kazanmaya devam eder.
Peki ya sol ve temsil ettiği halk ne yapacaktır, gülüp gülüp?
Sırtından döndürülen bütün o yağmanın gülünecek nesi var?
Kentlerdeki soygun kimden çıkmaktadır?
Yok edilen kamusal varlıklar, yitirilen yaşamlar geri dönmeyecektir…

Solcular ve halk basbayağı çaresizlikten gülüyorlar. Diğerlerinin aptallıktan sırıttığı ise yanıltıcı bir görüntüdür.
Futbolla para arasındaki bağ kesilmelidir. Bu adamlar o zaman karalar bağlar.
Belediyelerde simgelenen talandan hesap sorulmalıdır.
Rejimin mafya hesaplaşmasına çevrilmesinin hesabı sorulmalıdır.
O zaman bu itişip kakışan hırsız takımının yatacak yeri kalmayacaktır.
Yok edilenlerin, yitirilenlerin geri kazanılması mümkündür.
Gülmeyi bir an önce bırakmakta yarar vardır.

Aydemir Güler /SOL

İspanya ve Katalonya bıçak sırtında - Nilgün Cerrahoğlu

Aradan bir hafta geçmesine rağmen Katalonya’nın bağımsızlık referandumu başkaldırısına İspanya şiddetle karşılık vermeyi seçmedi. 



Katalonya valisi, oylama günü sergilenen ve İspanya’nın imajını yaralayan polis şiddeti için sonunda özür diledi. O günden bu yana Madrid, tüm kışkırtmalara rağmen, seçilmiş Katalan yöneticileri hapse atmak, bölgeye kayyım atamak, Katalonya da OHAL ilan etmek gibi otoriter yöntemlere başvurmaktan özenle kaçındı.
Bunun nedeni İspanya’nın son silahlarını tek seferde tüketmekten korkması ve baskı metotlarının bağımsızlık ateşini büsbütün körüklemesinden çekinmesi.
Her şeye rağmen hâlâ masada olan bu tedbirlere, ancak “en son çare” olarak başvurulacak. Salı günü Katalan yerel yönetimi başkanı Carles Puigdemont vaat ettiği üzere, eğer “tek taraflı bağımsızlık açıklamasını” yapmakta dayatırsa; ancak o zaman bu ekstrem uygulamalar devreye girecek. 

Gizli pazarlık
Madrid’deki son haberler, hükümet ile Katalan yetkililer arasında bu hafta sonu gizli bir pazarlığın yürütüldüğü yolunda.
Yazıya otururken dijital “Republica” gazetesinin genel yayın yönetmeni dostum Pablo Sebastian’ı aradım. Arkadaşımı Madrid’in Taksim’i sayılan, Kristof Kolomb (Colon) Meydanı’ndaki dev İspanya gösterisinde buldum.
Ülkenin en deneyimli gazetecilerinden olan Sebastian, siren seslerinin geldiği meydandaki insan selini “Görmelisin!” diye aktarıyordu: “İspanya’nın dört bir yanından gelen insanlar bugün ulusun birliği ve bütünlüğü için burada.”
Bağımsızlık tehdidinin henüz ortadan kalkmadığına işaret eden meslektaşım, “Tarihi günler yaşıyoruz” diyerek devam etti:
“Ama bu hafta sonu görece bir iyimserlik var. Gerek Başbakan Rajoy, gerek Katalan lider Puigdemont sessizliğe gömüldü. Arka planda gizli müzakerelerin yürütüldüğüne dair söylentiler var. Puigdemont bağımsızlık deklarasyonunu, sürekli erteliyor. Sözde oylamanın ertesindeki 48 saatte, bu deklarasyonu yapacaklardı. Ama ayak sürçüyorlar. Büyük bankalar ve şirketlerin, kaos haftasından sonra Barselona’dan ayrılmaya başlaması, ayırılıkçıları gafil avladı. Puigdemont’un selefi olan bir önceki Katalan lider Artur Mas, Financial Times’a ‘bölgenin bağımsızlığa hazır olmadığını’ beyan etti. Bu ayrılıkçılar arasında çatlakların olduğunu gösteriyor. Hava sanki dönüyor!”
Fondn yükselen “Viva España (Espanya)!” şarkıları ve çığlıkları arasında Pablo’ya veda ediyorum… 

‘Tüm hakların anası’
Pablo Sebastian’ın izlediği büyük gösteri, dün Madrid’de yapılan tek gösteri değildi.
Madrid ve Barselona dahil, dün İspanya’nın çeşitli kentlerinde bir dizi “Katalonya ile diyalog” gösterisi vardı.
Ne Katalan, ne de İspanyol bayraklarının taşındığı ve de herkesin beyazlar giydiği “diyalog” mitinglerde de “beyaz balonlar” uçuruldu ve “Daha az nefret, daha çok sohbet” sloganları atıldı.
Bağımsızlıkçıların sokakları fethetmesinden sonra sıra şimdi, sessiz çoğunlukta. Artık onlar da sokakta. Siyaset bundan böyle hep daha çok sokağa taşıyor.
“El Mundo” gazetesine konuşan felsefe bilimcisi Antonio Valdecantos bunu “siyasetin teatralleşmesi” olarak adlandırıyor.
“Şimdi tüm haklar içindeki en büyük hak artık bu gösterilerde yer almak. Sosyal medya da temaşanın ayrılmaz parçası. Eskiden sokak gösterileri başka bir şeydi. İnsanlar iktidarı devirmek, ele geçirmek maksadıyla sokağa çıkardı. Bugün selfie ve fotoğraf çekmek için çıkıyorlar. Kimin kalabalığı büyükse, imaj savaşını o kazanıyor!”
Katalan bağımsızlığı serüveni aynı zamanda büyük bir imaj savaşı.
Dünya TV’leri ekranlarını isyan bölgesinin bayrakları ile dolduran Katalanlara karşı İspanya’nın geri kalanı da şimdi bu imaj savaşına giriyor.
Temenniler savaşın yalnızca “temsili görüntü” düzeyiyle sınırlı kalması ve Avrupa’nın bütün “ulus devlet”leri için yıkıcı sonuçlar doğuracak tırmanmanın bir şekilde durdurulması.

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Krallıktan cumhuriyete, Katalonya - Mine G. Kırıkkanat

Hindistan’a gittiğini sanırken Amerika kıtasını keşfederek dünya coğrafyasında çığır, insanlık tarihinde ise yeni bir çağ açan Kristof Kolomb; yıllar yılı Genova (İtalya) doğumlu olarak tanındı…
Büyük denizci ve kâşif, kendisini “Genova’lıyım” diye tanıtırken elbette yalan söylemiyordu.
1198 yılında Tortosa’yı kuşatan Katalan Kontu Ramon Berenguer’in ordusunda Genova’lı askerler vardı. Bölgenin fethinden sonra bu askerlerin yerleştirildiği mahalleye de ana yurtlarının adı verildi: Genova.
Aradan üç yüzyıl geçti. Ve Kristof Kolomb, 1446 yılında bu mahallede doğduğu için Genova’lı diye bilindi. Zaten özgün adı da ne Kristof Kolomb’un Fransızca karşılığı Christophe Colomb, ne İspanyolcada söylendiği gibi Cristobal Colon; ama Katalan aslına uygun Christofer Colom olarak yerleşmeliydi.*
Ne var ki gerçek kimliği 16. yüzyıl egemenlerinin tarihine kurban gitti: Her dilde başka adla anıldı ve İspanya kralı için yelken açan İtalyan bir denizci sanıldı.

***

Katalan halkının öyküsü de hep iki arada bir derede kalmışlığın, yanlış anlaşılmışlığın; fazla parladığı için ışığı çalınmışlığın tarihidir.
Katalonya, 1151 ile 1409 yılları arasında İspanya’nın güneyindeki Murcia’dan Fransa’nın Provence bölgesine uzanan, hatta hâlâ bir Katalan lehçesi konuşulan Sardunya ve Sicilya adalarını da içine alan Aragon Krallığı’ydı. 1469’da Aragon Kralı Ferdinand ile Kastilya Kraliçesi İsabel’in evliliği yoluyla İspanya ile birleşti. Katalanlar, 1640’ta da bağımsızlık için ayaklandı ve hatta 1659 yılına kadar süren bir cumhuriyet rejimi bile kurdular! Ne var ki o sırada krallık olan Fransa’nın koruması altında kurulan Katalan Cumhuriyeti, Fransa’nın İspanya ile anlaşmasıyla son buldu ve tıpkı Bask ülkesi gibi, Katalonya da bu iki devlet arasında bölüşüldü. 
 
***

Ulus devlet Fransa, sınırları içre kalan Katalanları da Basklar gibi asimile etti. Ortaçağdan beri federatif bir yapıya sahip ve üniter devlet deneyimi sadece 40 yıllık Frankist dönem olan İspanya ise; 1974’teki anayasa ile demokratik bir monarşiye dönüştüğünde, 17 kadim prensliğe “özerklik” statüsü tanıdı. Frankist rejime en çok direnen, üstelik Fransa ile paylaştığı; yani “osuruğu cinli” diyebileceğimiz Bask ve Katalan bölgelerine, ötekilerden daha geniş yetkiler verdi.
Bugünkü Katalonya krizi, halen İspanya merkezi hükümet başkanı ve Frankist bir geçmişi olan Halk Partisi (Partido Popular) lideri Mariano Rajoy’un eseridir.
2010 yılına kadar 7 milyon nüfuslu Katalonya’da cumhuriyet rejimi ve bağımsızlık isteyenlerin sayısı, 1 milyonu geçmiyordu. 



Olaylar şöyle gelişti: 2004 yılında İspanya’nın sosyalist başbakanı olan Jose Luis Zapatero, özerklik statülerinde bir reforma gitti. Reformda, Katalonya’ya tanınan yeni haklar arasında “ulus” olarak anılmak, Katalancaya “dil önceliği” ve daha önce Basklara da tanınan “yargı bağımsızlığı” vardı. 

***

O sırada muhalefet lideri olan Mariano Rajoy, Katalonya’ya tanınan hakları Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Katalanların yeni özerklik statüsündeki “ulus” tanımı, “dil önceliği” ve “yargı bağımsızlığı” maddeleri, 2010 yılında açıklanan kararla iptal edildi.
Tabii ki Katalanlar “Biz ulusuz ve biz karar veririz” sloganıyla sokağa döküldü.
Geçen pazar yapılan bağımsızlık referandumunda görüldüğü gibi, artık bağımsızlık yanlısı Katalanların nüfusu yüzde 42’ye ulaşmış bulunuyor.
Katalonya yerel yönetimi, halkın yarısından azının onayladığı bir referandumla, söz verdiği gibi “tek taraflı bağımsızlık” ilan ederse sonuçları ne olur?
İspanya, yarından öteye demokrasi tarihinin en büyük türbülansına giriyor.
 
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* Harcourt RAOUL / Journal de la Societe des Americanistes, 1930.

Saray bahçesinde bir konsept çiftlik projesi - ÇİĞDEM TOKER

Sayıştay’ın 2016 yılı raporları çıktı. Cumhurbaşkanlığı denetim raporunu gazetemiz haberleştirdi.
Hatırlatma: 2016’da Cumhurbaşkanlığı’nda toplam 365 milyon 324 bin TL harcanmış.
Mühim detay: Önceki raporlara konulan “gizli hizmet gideri”, bu kez gizlendiği için, tutara örtülü ödenek dahil mi, değil mi bilmiyoruz.
Cumhurbaşkanlığı açıklama yaptı. Açıklamaya göre -Sayıştay belgeli- bu haber “algı operasyonu”ydu, “itibarda tasarruf olmaz”dı.
Yanı sıra denildi ki:
“Milletimiz, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki tüm yatırım ve hizmetlerin, Türkiye’nin itibarına ve Cumhurbaşkanlığı makamının mehabetine uygun şekilde, aynı zamanda harcanan her kuruşta 80 milyonun hakkı olduğunun bilinciyle yürütüldüğü konusunda müsterih olsun.”
  
***

Vesile oldu. “Müsterih olma” faslından bir proje paylaşalım.
Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisine inşa edilen Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın mimarı Şefik Birkiye’nin kurucusu olduğu “Vizzion-Architects” imzalı bir proje çalışması bu.
Adı: “T.C. Cumhurbaşkanlığı Çiftlik Yapıları” Haziran 2017 tarihli çalışma, “Sera-Kümes Yapıları Konsept Proje” başlığını taşıyor.
Her biri 575’er metrekarelik salatalık- biber ve domates bahçeleri ile 340 metrekarelik saksı bitkilerinin bulunduğu alanda, ihtimaldir ki organik seracılık yapılacak.
Cumhurbaşkanı ve Saray personelinin beslenmesi söz konusu olduğunda, maksimum tarımsal sağlık kurallarının gözetilmesi normal olmalı.
Atatürk’ün, bütün bir halkın kullanımına tahsis ettiği AOÇ faaliyetleri nostaljiye dönüşüp yerini “konsept çiftlik projesine” bırakırken “Çiftlik Yapıları” başlıklı alanda, bir de masallardaki gibi bir gölet göze çarpıyor. Domates, salatalık serası ile kümes projesi, tasarruf edilemeyecek itibara dahil midir?

Proje tamamlandığında -tam maliyeti artık halktan gizlenen- Saray’ın konsept çiftlik gider kalemlerini, 2017 Sayıştay raporunda görür müyüz? 

37 milyar ek borçta büyük şüphe
Hazine, bu yılın yasal borçlanma limitlerini doldurdu. Hazine’yi yöneten AKP, şimdi Meclis’ten 37 milyar TL’lik daha yetki istiyor.
Normalde bu tutarın ek bütçe yasasıyla getirilmesi lazım.
Ama dar gelirliden daha yüksek tasarruf isteyen (itibarda tasarruf olmuyor ya) bu ek borçlanmayı torba kanuna sıkıştırmak daha pratik olmalı.
Geçen cuma torba yasa görüşmeleri Bütçe Komisyonu’nda başladı. Muhalefet vekilleri 37 milyar TL’nin nerede harcanacağını soruyor. Eski Maliye Bakanlarından Zekeriya Temizel, “40 yıllık Maliyeciyim böyle şey görmedim” diyor.
Temizel kuşkularını şöyle paylaşıyor:
“25 milyar lira bütçe açığı, 52 milyar lira borç. Niye? 25 milyar lirasını bunun için harcadıysak geri kalan nerede, nereye harcadık? Bankada tutmuyoruz galiba. (...) Kırk yıllık Maliyeciyim, kafamı elimin arasına alıp saatlerce düşünüyorum, ortaya çıkan seçeneklerin büyük bir kısmı tüylerimi diken diken ediyor, ‘Yok ya, olmaz’ diyorsunuz, olmaması gerekir. Burada açık açık tartışmak istemiyorum ama yani bütçe emanetlerinden başlayarak daha önceden belirli sözler üzerine yaptırılmış olan ve ülkeden henüz daha resmi olarak ödenmesi mümkün olmayan alacaklar mı yoksa daha önceden burada tartışa tartışa bir hal olduğumuz devletin muhtemel yükümlülüklerinden tahminlerin çok çok üstünde bir şeyler mi?”
Temizel’in kuşkusunu açalım:
Türkiye’nin tahmin edilebilir devlet yükümlülüklerinin ötesinde mi borcu var?
Birilerinin bizden ödenmesi resmi olarak mümkün olmayan alacakları mı var? 

TVF’nin 3 milyar TL’sini hatırlayan var mı?
Türkiye Varlık Fonu (TVF) Başkanlığı’na, BIST Başkanı Himmet Karadağ vekâlet ediyor.
AA’ya açıklama yapan Karadağ, TVF’nin kuruluş döneminde “anlamsız eleştirilere maruz kaldığını” söylemiş. TVF’nin düşük maliyetli kaynak yaratacağını, KÖİ müteahhitleriyle görüştüğünü belirtmiş. “Uluslararası sistemden hak ettiğimiz finansmanı hak ettiğimiz maliyetle alamıyoruz” demiş. Ve sormuş: “Varlık Fonu olarak sahibi olduğumuz şirketlerden başlamak üzere uluslararası piyasalardan 5 yerine 3’e fon getireceksem veya fonlama maliyetini yüzde 20 ucuzlatacaksam neden böyle bir konsepti kullanmayayım?” Uzun açıklamaların arasında, şu soruların cevaplarını bulamadım:
- Başbakanlık, sekiz ay önce Stratejik Plan’ın yakında açıklanacağını duyurmuştu. Gecikmenin nedeni nedir?
- TVF bünyesindeki kamu şirketlerinin değerleme çalışmasını kim, kaç TL bedel karşılığında yapıyor?
- TVF’nin bağımsız denetimi ne durumda?
- Artık TVF kapsamındaki kuruluşların Sayıştay raporlarını göremiyoruz. TVF, Ziraat Bankası ve Halk Bankası ile nasıl bir ilişki içinde?
- Son torba kanun ile TVF, Hazine’den kaynak mı kullanacak?
- TVF, kurulduğundan bu yana ne kadar harcama yaptı? Yönetim kurulu başkan ve üyelerinin maaşları kaç TL? Akmerkez kirasını kim ödüyor?
- Son vergiler için bize “savunma harcamaları” gerekçe gösteriliyor. TVF, bir OHAL KHK’si le Savunma Sanayi Fonu’ndan aktarılan 3 milyar TL’yi nerelere harcadı?
 
Korkular insanlığımızı kaybettiriyor
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda sadece ekonomi konuşulmadı.
CHP İstanbul Milletvekili Aykut Erdoğdu korkuların insanlığımızı kaybetmemize yol açtığını söyledi. İşlerine geri dönmek için 213 gündür açlık grevinde bulunan Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’yı cezaevinde ziyaret ettiğini söyleyerek gözlemlerini paylaştı: Devlet olarak yaşatmaya çalışsak … Yine yargılayalım, yine gereğini yapalım. Tek istediği öğretmenlik, üstelik Mardin’in Mazıdağı’nda öğretmenlik istiyor. Gittim, ikna etmeye çalıştım, bana bir öğretmenlik anlattı, yemin ediyorum, bu kadar güzel öğretmenlik anlattığı için ve bu kadar bedel ödediği için ödül veririm. Teröristse hukuki delillerini koyun. Mahkemeden kaçırmak için hapishaneden yoğun bakıma… Gidin kaldığı odayı görün. O kızın kapısında bir sürü erkek bekliyor. Ya, insanın zoruna gidiyor, tuvalet ihtiyacını gördüğü sırada kızın kapısında bir sürü erkek bekliyor. Ya, insanın zoruna gidiyor, tuvalet ihtiyacını görürken kapı açılır mı arkadaşlar. Bu zulümdür ya. Bu, kim olursa olsun zulümdür.”
Tuvalet ihtiyacı sırasında kapıda bekleyen erkekleri. Adalet Bakanlığı biliyor mu?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

7 Ekim 2017 Cumartesi

Recep Beyin silahı - ORHAN GÖKDEMİR

Parti genel başkanı koltuğuna oturur oturmaz Kurultay’da aldığı yetkiyle, partinin 80 kişilik Parti Meclisini (PM) ve 20 üyeli Merkez Yürütme Kurulunu kendi isteği ve kendi tercihleri doğrultusunda oluşturdu.
Fethullahcılar, anti laikler CHP’de cirit atıyordu artık. Yeni CHP’nin bombasını patlatan kişi onun kontenjanından PM üyesi yapılan ilahiyatçı Muhammet Çakmak oldu.
Daha ilk konuşmasında “Fethullah Gülen bilgedir, saygıyla selamlıyorum” dedi. Almışsın dinbazı parti yönetimine, başka ne desin!
Herkes Çakmak’ın sözlerini tartışırken o da benzer şeyler söylemesin mi! “Siyasete girmeyen tarikata” saygılıydı CHP’nin yeni genel başkanı.
Açtı sonra sözünün anlamını; "Ben cemaatlere saygılıyım, insanlarımız manevi dünyalarında cemaatlere yakın olabilir. Nurcu da olabilir, Süleymancı da, Fethullahçı da... Yeter ki bunu siyasallaştırmasınlar. Manevi dünyayı siyasete alet etmesinler" dedi.
Sorun şu ki siyasete girmemiş, bulaşmamış bir tarikat mevcut değildi. Hepsini unutsak bile Muhammed Çakmak’ın ulu bilgesinin yediği haltlar ortada.
Onunla yeniden şekillenen CHP’nin olağan halleri böyle. Sadece laiklik değil konu zaten. Daha düne kadar mitinglerde “Türbanı biz çözeriz” diye haykırıyordu.
Çok şükür ona kalmadı, AKP bir kılıç darbesiyle çözdü türbanı.
Hafta başında bir harp okulu öğrencisi hanım derslikte türbanıyla oturuyordu.
Hem canım, anaokulu bebeleri türbanlı gezerken artık ne önemi var!

                                                                                ***

2010’da, daha taze başkanken, Almanya’ya yaptığı gezi sırasında bir Alman gazeteci beyefendiye “Laikliğin tehdit altında olduğunu düşünüyor musunuz?” diye sordu.
Tereddütsüz yanıtladı: “Hayır. Bugün için Türkiye’de laiklik tehlikededir diyemem, böyle bir tehlike görmüyoruz.”
Aynı günün öğle yemeğinde buluştuğu Türkiyeli gazetecilerden biri kulaklarına inanamadığı için aynı soruyu bir kez daha sorunca, tekrarladı: “Gerçekten böyle bir tehlike görmüyorum. Aksini söylersem bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem.
” Görüldüğü gibi laikliğin tehlikede olmadığından imanından emin olduğu gibi emindi.
E imanlı imam bunları söyler de cemaat durur mu?
Liderinin söylediklerini duyan PM Üyesi Bülent Kuşoğlu, mevzuyu bir adım ileri taşıyarak “Tekke ve zaviyeler yeniden açılsın” dedi.
Nasıl olsa laiklik tehlikede değildi!
Yine onun bulup milletvekili yaptığı Binnaz Toprak, “Türkçe ezan aşırılıktı, düzeltildi” dedi ki bu hakikaten müthişti.
Sözlerini etkili bulmamış olacak ki ekledi, “Laikçi değilim.” Biliyorum değil. Fakat o gün bugündür araştırıyorum, neci olduğunu öğrenemedim. Bir ara kendisini eleştirmeme öfkelenip “ben liberalim” demişti, hatırlıyorum. Ama bir tek Arapça ezanla olmaz ki o da. Aksiyon gerekir!
Yıl 2011. Bir TV programında programında şu soru soruldu: “Türkiye’de irtica tehdidi var mı?” Tereddütsüz, “Hayır” dedi.
Vallahi bu kez haklıydı.
Laiklik tehlikede değilse, irtica tehlikesi de yoktur değil mi? Mantıklı!

                                                                              ***

Peki, bunlar nasıl oluyor da parti içinde rahatsızlık yaratmıyor?
Almanya’daki beyanları hem parti yönetiminde hem de CHP tabanında geniş bir tartışma başlatmıştı, hatırlıyorum. Bunda, laiklik açıklamaları ile içki içildiği gerekçesiyle Tophane’deki sanat galerisinin açılışına düzenlenen saldırıya ilişkin haberlerin gazetelerde yan yana yer almasının etkisi vardı yalnız. Bir avuç gerici içki içiyorlar bahanesiyle Tophane’deki sanat galerisini basmıştı. Olayın laikle ilgisi olmadığı, abartıldığı kanısında olan iki kişi vardı.
Biri oydu, ikincisi Baskın Oran !
Baskın olayı parti MYK’sında tartışıldı. Partililer liderlerinin özellikle Almanya beyanın düzeltilmesi gerektiği kanısındaydı. Parti içinden ve kamuoyundan gelen “laiklik” konusundaki eleştirilere, Cumhuriyet gazetesi aracılığı ile yanıt verdi: “Bizim laikliğe yönelik duyarlılığımız bilinir. Bunda hiçbir değişiklik yok. Ancak ‘laiklik elden gidiyor’ politikası izlemek doğru bir yaklaşım olmaz. Böyle bir yaklaşım, ‘Türkiye’de laikliğin son derece kırılgan olduğu’ gibi bir algı yaratır. Hâlbuki Türkiye’de laiklik çok köklü bir yere sahiptir. Böyle bir iki saldırıyla ortadan kaldırılamayacak kadar güçlüdür. Türkiye bunları aşabilecek noktadadır” dedi.
Bunu söylerken tek bir dayanağı vardı; AKP yumuşamıştı. Bunu gerekçelendirmek için, Anayasa Mahkemesi’nce görüşülen AKP kapatma davasına dikkat çekerek, “Anayasa Mahkemesi’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğunu tespit etmesinden bu yana AKP tüm kararlarında ve politikalarında çok dikkatli bir tutum sergiliyor” dedi.
AKP’nin laiklik karşıtı olarak değerlendirilebilecek adımlarının da en yakın takipçisinin yine CHP olacaktı. Bu konuda ciddi bir sorun yaşanması durumunda partisi “gereğini” yapacaktı.
Vallahi ne diyeceğini şaşırıyor insan. O derece kıvrak mevzu laiklik olunca.

                                                                           ***

Hâlbuki bu sözleriyle kamuoyu oyalama-uyutma çabaları içindeyken AKP Genel Başkanı laiklik için tehlike alarmı veren oldukça etkileyici bir külliyat biriktirmişti.
“Elhamdülillah şeriatçıyız” demişti
1994’te, “Yılbaşına karşıyım” diye ilave etmişti.
Ayrıca “Bütün okullar İmam Hatip yapılacak”tı Allah izin verirse.
Nitekim verdi!
“İçki yasaklansın”,
“Sadece imamlar resmi nikâh kıysın” demişti iki yıl sonra.
 İçki yasağı yarı yolda, imama nikâh kıyma yetkisi mecliste.
“Ben Millet Meclisi’nin de dua ile açılmasından yanayım” demişti 1996’da, artık dualarla açılıyor. “Cumhurbaşkanı’nın imam hatipli olacağı günler yakındır” demişti aynı yıl, artık aday olmak için imam hatip şartı var. “Ekmek için Ekmeleddin” skandalını hatırlasanıza…
Fakat hakkını yemeyelim, laiklik konusunda onunla aynı rahatlık içindeydi “reis”imiz. Şöyle dedi; “Bir tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye, millet isterse tabii ki gidecek be!” Zaten “Ben Müslümanım diyenin aynı zamanda laikim demesi mümkün değil”di.
Önce 15 Temmuz, sonra 16 Nisan referandumu ile laikliğin son kalıntıları da kazındı. AKP usuldan şeriat düzenine geçmenin eylem ve söylemleri içinde artık.
Peki, bu arada ne yapıyor beyefendi?
Laiklik tehlikede dememeye devam ediyor.
Tarikatlar siyasallaşmamalıymış! Nakşibendî tarikatı müridi Turgut Özal’a, İskenderpaşa Dergâhından Recep Tayyip Erdoğan’a söylüyor bunu.
İlahi, 200 yıldır siyasetin içinde tarikatlar. 1826’dan beri paralel devlet olarak paralel paralel geçinip gidiyorlar.
Bir tarikat devleti artık devlet, yandaş imam ağzıyla konuşan Binnaz Toprak ne bilsin!

                                                                               ***

CHP’nin politikası 60 yıldır belli; DP-AP imam hatip açarak oy mu kazanıyor, biz daha çok açalım. AP kuran kursu mu açtı, biz daha çok açalım. AKP çarşafı mı kullanıyor, biz de çarşaf açılımı yapalım, çarşaflıya rozet takalım. AKP türbanı kaşıyarak oy mu topluyor, biz de türbanı savunalım. AKP cemaatlerden kuvvet mi alıyor; biz de cemaatlere saygılı olalım. AKP Fethullah’la işbirliği mi yapıyor; biz de yaltaklanalım…

Bu konuda bir milim ilerlemiş değiller üstelik. Hem de 60 yılda olup bitene rağmen.
Laik cumhuriyetin büsbütün tepelendiği günlerden geçerken, partisinin grup toplantısında çıkıp aynı ezberi tekrarladı; "Biz eğitim dedikçe, 'imam hatiplere karşısınız' dediler.
Açan parti biziz, karşı çıkmıyoruz."
İşte çarşafa parti rozeti takma şaklabanlığı ile başlayan, “laiklik tehlikede değildir” tuhaflığı ile ilerleyen, “türban sorununu biz çözeriz” cahilliği ile nihayet bulan bir siyasi körlüğün geldiği yer. Sonuç ortada.
Laiklik büsbütün tepelendiği için bir tehlike de kalmadı ortalıkta.
Bu karanlık tarihin sorumluluğu AKP’den çok, beyefendinin üzerindedir.
“Tayyip Erdoğan’ın eline silah vermeyelim” diyerek kimseyi kandıramaz artık.
Çünkü Tayyip Erdoğan’ın elindeki silah bizzat beyefendinin kendisidir!


O zaman son kez hep birlikte; Geliyor kılıçdar kılıçdar kılıçdaroğlu!

Orhan Gökdemir / SOL

Bize her gün SAVAŞ! - Ayşenur Arslan

Memleket devasa bir kumar masası gibi. Zarlar atılıyor, bahislere giriliyor. Kağıtlar yeniden yeniden karılıyor. Kozlar habire değişip duruyor. Sorular da her gün, hatta her saat “güncellenerek” yığılıyor:
Savaşa girecek miyiz?
Hem de İran’la birlikte Kuzey Irak’a saldıracak mıyız?
Daha Suriye’nin kiri pasından temizlenmemişken başımıza bir de böyle bir dert saracak mıyız?
ABD böyle bir savaşta -üstelik Trump İran’ı hedefe koymuşken- bizi rahat bırakır mı?
Bana kalırsa iktidar blöf yapıyor. Ama benim gibi düşünen pek az kişi var. Genel kanı, Erdoğan’ın KADER SEÇİMİ öncesinde bir maceraya atılabileceği, sandıktan çıkabilmek için savaşa gireceği yönünde.
Olur mu olur!
Beyefendilerin yüksek çıkarları için ölmeyi göze alacaklar bulundukça... Savaşa da gireriz... Kuru ekmeğe de talim ederiz... Yeter ki Reis sağolsun.
Buralarda tarih hep böyle akmıyor mu zaten! Yüksek çıkarlar için gencecik insanlar, bu ülkenin en değerli beyinleri / kalemleri hayatlarından olmadı mı!
Hangi katliamı hatırlayıp hatırlatacağımızı şaşırıyoruz.

Örneğin, birkaç gün sonra, 10 Ekim. Hani, Ankara’da 102 kişinin hayatını kaybettiği korkunç saldırının yıldönümü.
Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun sözlerini hatırlıyorsunuz değil mi:
“Ankara’daki terör saldırısı sonrasında anket yaptık ve kamuoyunun nabzını tutuyoruz. Oylarımızda bir yükseliş trendi var.”
Evet, AKP yükselmişti. 7 Haziran seçimlerinden mağlup çıkan iktidar, 1 Kasım seçimlerinden yine tek başına çıkmıştı... 102 insanımızın kanı üzerinden yapılan siyaset “kazanmıştı” yani.
Defalarca olduğu gibi!
Bundan tam 39 yıl önce olduğu gibi!
                                                                             •••
Yarın, 39 yıl önceki katliamın yıldönümü.
7 TİP’li genç -ki üçünü yakından tanıyordum- 8 Ekim 1978 gecesi katledildi.
Çok gençlerdi… 20’lerineydiler... Abdullah Çatlı’nın, katliamı planlayıp arabada gözcülük yaptığı... Haluk Kırcı’nın tel askıyla, yorganla boğamayınca o gencecik insanların kafasına kurşun sıktığı bir katliamdı.
Sadece Serdar Alten yaralı olarak kurtulmuştu... Katiller de zaten onun verdiği bilgilerle yakalanmıştı.
Serdar’ın yattığı Hacettepe Hastanesi’ne gitmiştim. Hem TİP’li yoldaşı olarak, hem de TRT muhabiri sıfatıyla... Koridoru hatırlıyorum. Kan verebilmek için, yanında olabilmek için, o gün / o an başka bir yere gidemeyeceği için gelen Genç Öncü’lerle doluydu. Aralarından zorlukla geçip odasına girmiştim. Narkozun etkisinden çıkmıştı. Az da olsa konuşabiliyordu.
Birkaç kelime etmiştik ki, kapı açıldı. Behice Boran içeri girdi. Unutulmaz... Unutulmayacak... Unutulmaması gereken bir andı. Behice Boran yavrusunu kartalın elinden kapmaya gelmiş dişi bir aslan gibiydi. Öfkeli, ama Serdar’ı etkilemesin diye kontrollü...
Ya Serdar! O ne yaptı, biliyor musunuz?
Behice Boran’ı karşılayabilmek için doğrulmaya, hatta belki ayağa kalkmaya çalıştı. Kalkamadı. Ne o gün, ne de daha sonra. Serdar, 17 Ekim’de öldü.
Sadece 23 yaşındaydı.
Aradan 39 yıl mı geçmiş sahiden?
Yazarken gözlerimden yaşlar akıyor. Ağlıyorum… VE HATIRLIYORUM!

                                                                              •••

8 Ekim gecesi, katiller, gençleri etkisiz hale getirdikten sonra Bahçelievler’deki mütevazı öğrenci evini didik didik aramıştı. Sonradan kendi ifadelerinde de vurguladıkları üzere, evde tek bir silah, bomba, patlayıcı bulamamışlardı.
Ama “Reis” Abdullah Çatlı’dan emir almışlardı bir kere. Görevlerini tamamlayacaklar, öldüreceklerdi. Akla gelebilecek en vahşi yöntemlerle öldürdüler.
Katil Haluk Kırcı, o geceyi yıllar sonra ZAMANI SÜZERKEN kitabında şöyle “yorumladı”:
“Anlatılması uzun, uzun olduğu kadar da üzücü o geceyi yaşamamız, kaderimizin bir tecellisiydi.”

                                                                               •••

Anlaşılan bu topraklarda kader kimileri için ölmek / katledilmek biçiminde tecelli ediyor. Kimileri içinse “yaşandı bitti” deyip “yoluna” devam etmesiyle...
Hatırlayın; Haluk Kırcı kaçakken evlendi. Nikah şahitliğini de dönemin Erzurum Valisi Mehmet Ağar yaptı.
Daha sonra yakalandı. Yine cezaevine girdi. Bu kez, 2004 yılında “yanlışlıkla” tahliye edildi. 2005’te yanlışlık telafi edilince, yeniden cezaevine girdi.
Sonrası da var...
Aslında Haluk Kırcı’nın, aldığı ceza yüzünden ŞU ANDA CEZAEVİNDE OLMASI GEREKİYORDU. Ama değil.
Zira, 2010 yılında AKP iktidarının “neredeyse Haluk Kırcı’ya özel” diye yorumlanan affıyla özgürlüğüne kavuştu.
O şimdi işadamı. Ve anlaşıldığı kadarıyla siyasetle de ilgileniyor. Elbette, eski çevresindeki kimi isimlerle beraber.
                                                                               •••

Yazıyı bitirmeden bir not daha paylaşmalıyım.
Türkiye’nin en karanlık sayfalarına dair kitaplara imza atan Vedat Demiröz, REİS ABDULLAH ÇATLI’da son derece ciddi bir iddiaya yer veriyor.
1978’te, yani 7 gencin katledildiği yıl, Abdullah Çatlı bir “ağabey” tarafından iletilen notla “çok gizli bir randevuya” çağırılır. Çağıranlar, kendilerini “devlet içinde sorumluluk alarak harekete geçen vatansever bir grubun mensupları” olarak tanıtır. Grupta, generaller vardır.. Bürokratlar, siyasetçiler, yazarlar vardır... Şimdi Çatlı’yı da aralarında görmek istemektedirler.
Sözü uzatmayayım. Zira sonuç ortada.
“Vatansever” katiller gençleri öldürdüler. Aydınların, gazetecilerin, yürekli savcıların hayatlarını aldılar. Ülkeyi darbelere, diktatörlüğe sürüklediler.
8 Ekim öyle yaşandı.
Canlı bombalar haklarında “somut delil olmadığı” için yakalanamayınca (!!!) 10 Ekim katliamı da öyle yaşandı.
Bunca karanlıkta savaşın lafı mı olur!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Makamlara getirmek… - L. DOĞAN TILIÇ

M. Gökçek’in 3 saatlik Saray toplantısı ardından “Müze anlattım” dediğine inanan varsa beri gelsin. Onun, “Müze anlattım, Ankara’daki projeler konusunda detaylı bilgi verdim” diye “kamuoyunu bilgilendirmek üzere” attığı tweetleri, aslında ertesi gün yapılan Cumhurbaşkanlığı açıklaması da yalanlıyor.


Herkes sadece “istifa” konusuna kilitlenmişken, ne Gökçek’in kamuoyu bilgilendirmesi “istifa” sözcüğü içeriyordu, ne de Cumhurbaşkanlığı’nın, haberleri “hayal ürünü” olarak niteleyen açıklaması.

Cumhurbaşkanlığı’nın; “Sayın Cumhurbaşkanımız, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Melih Gökçek’i Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde dün akşam kabul etmiş, ancak Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Edip Uğur ile herhangi bir görüşmesi olmamıştır” cümlesinde, Gökçek ve istifa konusundaki iddiaları ortadan kaldırmaya dönük en küçük bir ima yok.

Siyaset “ben yaptım oldu” anlayışıyla yürütülürken, şeffaflık da bu kadar oluyor! Taşları yerli yerine oturtabilmek için, açıklamaların açıklamadıklarından gerçekte ne olup bittiğini anlama becerisini geliştirmeniz gerek.

Gökçek’in Ankara’da ne kadar ve nasıl “sevildiğini” biliyoruz! Türkiye’de Erdoğan’ın ne kadar ve nasıl sevildiğine benzetmek çok yanlış olmayabilir… Bu yüzden, “istifa”ya sevinen ve dövünenler olarak bölünebilecek Ankaralıların toplamı sadece “istifa” sözcüğüne ve tartışmasına kilitlendiler.
Ancak, bana asıl ilginç (önemli, vahim) görünen hangi belediye başkanının nasıl istifa ettiği, ettirildiği değil.
Bu durumun kendisinin “normalleştirilerek” tartışılmaya başlanması. Televizyon ekranlarında anlatan anlatana; 2019’a çok önemli seçimlere doğru giderken, partisinin de başına geçmiş olan Erdoğan AKP’ye seçim kazandıracak düzenlemeleri yapıyor. Ya da FETÖ’nün siyasi ayağına dönük temizliği başlattı! Ne güzel, gayet normal!

Hangisi olursa olsun; bunun “normalleştirilerek” anlatılıyor olması, böyle anlatıldıkça normalleşmesi, olağan karşılanması ciddi bir sorun. Zaten ruhuna fatiha okuduğumuz, yarım yamalak da olsa kuvvetler ayrımına dayalı bir demokrasi anlayışından nasıl uzaklaştığımızın göstergesi.
Belediye başkanları bir suçla ilişkili ise, gereğini yapmak üzere İçişleri Bakanlığı’nın bir tasarrufu olabilir, mahkemeler harekete geçebilir. Hukuk temelinde buna kimsenin bir diyeceği olamaz.
Öte yandan, bir belediye başkanlığı makamına gelmek ancak seçmenlerin oylarıyla olabiliyorsa; “Bir makama getirilirken her şey iyi güzel, ama benim metal yorgunluğu olarak dediğim durumlarda makamı boşaltılmasının istenilmesi niye yadırganıyor?” sorusunun kendisi baştan sona sorunlu.

Bunu yadırgamayıp olağan saymaya başladığımızda, parlamenter demokratik sistemi, kuvvetler ayrımına dayalı bir yönetim anlayışını çoktan yerle bir etmişiz demektir.“E, öyle zaten; artık başka bir sistem içindeyiz. Cumhurbaşkanlığı sistemi” diyenleri duyar gibiyim.
Sözüm biraz da onlara…
Tamam, parlamenter sistemi bırakmış ve Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmiş olalım. Buna baştan itirazı olanlar, “Bir makama getirirken iyi de, götürürken niye yadırganıyor” yaklaşımına şiddetle karşı çıkmalı, bunun normalleşmesine izin vermemeli.

Ancak, bir parça entelektüel tutarlılık ve düşünce namusu varsa, referandum öncesi haftalar boyu televizyon televizyon gezip halka “Cumhurbaşkanlığı sistemi”ni anlatanlar da itiraz etmeli. Onlar ki, toplumu bu sisteme ikna etmeye çalışırken, dönüp dolaşıp gerçek kuvvetler ayrımının bu sistemde olduğunu söyleyip durdular.

Oysa, belediye başkanlarının bile aslında seçilmediğini, makama birileri tarafından getirilip götürüldüğünü kabul ettiğinizde, ne kuvvetler ayrılığı kalır ne de o anlatılan cumhurbaşkanlığı sistemi. Fiilen “ben yaptım oldu” sistemi vardır artık!

Birilerinin biri tarafından getirilip götürülmesini bugün belediye başkanları için olağan saydığımızda; yarın yargıçlar, gazete, hastane veya banka yöneticileri, rektörler, vb için de olağan saymaya başlarız.

Bu mudur?

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Göz göre göre kaçırılıp… - ERK ACARER

Devlet; ‘Kapatın’ diyor
Yıllardır savaş ve hamaset üzerinden kitleler konsolide edilip kutuplaştırılırken, yoksul çocuklar ölüyor, aileler felakete sürükleniyor. IŞİD’in kaçırıp yakarak öldürdüğü ‘iddia edilen’ askerlerden biri olan Sefter Taş’ın babası Aydın Taş, “Perişan haldeyiz, kimse bize ulaşmadı” diyor.
Herkesin gördüğü, o çığlıkları duyduğu bir iddia!!! Baba Taş; “Bugüne kadar yetkililer hiçbir şey söylemedi” ifadelerini kullanırken aile ‘gaiplik’ davası ile oyalanıyor. ‘Gaiplik’ hukuki bir konu. Bir kişiden, 5 yıl boyunca haber alınamıyorsa söz konusu dava açılıyor. Aile, bu davayı miras gibi bazı hakları için işleme koyuyor.


Gaiplik davası: Bir miktar para ve şehitlik
Ne var ki bu davanın kapsamı farklı. Sefter Taş, devlete emanet edilen bir asker. O nedenle durum; sadece aileyi değil kamuoyuna da ilgilendiriyor. IŞİD’in yayınladığı videoda da mecralarından yapılan açıklamada da Taş’ın ‘başına gelenler’ açık bir biçimde görülüyor. Babanın ‘gaiplik davası’ açması bilinçli olarak, ‘haklarını alsın ve bu olay sessiz sedasız kapansın’ diye isteniyor. Bir vahametin en ucuzlatılmış hali: Bir miktar para ve ‘şehitlik!’

Bataklık isteği ve ölen askerler
El Bab’ta, Türkiye’ye yakın bölgeyi IŞİD’den temizlemeyi amaçlayan, TSK ve Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) birlikte yaptıkları ‘Fırat Kalkanı’ adını alan operasyonlar kapsamında bugüne kadar resmi olarak 77 askerin yaşamını yitirdiği belirtiliyor. Ne var ki Kilis ve Antep bölgesinden, sağlık merkezlerinden gelenler bu resmi bilgiyle çelişiyor. Yaşamını yitiren ve yaralanan asker sayısının söylenilenin çok üzerinde olduğu tahmin ediliyor. IŞİD’in açıklamaları da bu yönde. IŞİD’in El Bab’da yakılma görüntülerini yayınladığı diğer asker Fethi Şahin. Esir alınan Kıvanç Kaşıkçı ile Muhammed Duran Keskin isimli iki de özel harekât astsubayının da başlarına kurşun sıkılarak öldürüldüğü biliniyor. Aslında Sefter Taş vakası; baştan sona ‘sınır güvenliği’, ‘müdahil olunmak istenen Suriye savaşı’ ve devletin umursamaz tavrı’ konularını kapsayan bir skandallar zincirinin halkası. Taş; göz göre göre kaçırılıp, ‘ateşe atılıyor’. Şimdi ise dosya kapatılmak isteniyor.

Emniyet çatışma günü IŞİD’i dinledi!
Emniyet, 23 Temmuz 2015’te, Kilis sınırında IŞİD ile TSK arasında çıkan ve bir astsubayın ölüp iki askerin yaralandığı gün IŞİD’i dinliyor. Bu sayede adeta gelen başka felaketlerden de haberdar oluyor.
İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’nün, İl Emniyet Müdürlüklerine dağıtılmasını istediği, 27.07.2015 tarihli ‘Muhtemel Eylem’ konulu yazısının bir bölümünde Genelkurmay Başkanlığı’nın ‘23 Temmuz 2015’te Kilis sınır hattında çıkan çatışma ile ilgili’ verdiği bilgilerin aynısı özetle şu şekilde yer alıyor:
»“Kilis/Elbeyli sınır hattında Türk silahlı Kuvvetlerine (TSK) bağlı Hudut Görevlilerimiz ile Elbeyli sınırına yakın bölgede silahlı faaliyet gösteren DEAŞ mensupları arasında yaşanan çatışmalarda, (1) Astsubayın şehit olduğu, (2) uzman çavuşun yaralandığı…
»DEAŞ’a yapılan operasyonlar nedeniyle, 24.07.2015 tarihinden itibaren legal veya illegal yollardan Türkiye’ye giriş çıkışları esnasında, örgüt mensubu olduklarının anlaşılmaması için sakal ve bıyıklarını keserek normal bir vatandaş görüntüsü vermeleri yönünde talimatlar verildiği…
»DEAŞ unsurları ile TSK arasında 23.07.2015 tarihinde Kilis/Elbeyli İlçesinin Suriye sınırına mücavir bölgesinde yaşanan çatışmalar nedeniyle, DEAŞ tarafından Suriye/Rakka’dan Halep-Aktarin ve Rai’ye (Çobanbey) yönelik olarak silahlı unsur sevkiyatı yapıldığı…”

Bilgiye ulaşıldı ama önlenemedi
Radikal cihatçı örgüt tarafından öncesinde kimlik bilgileri ve fotoğrafları, ardından da trajik görüntüleri yayımlanan Serter Taş’ın ya da bir başka askerin kaçırılacağı da gün gibi ortada olduğu belgelerden anlaşılıyor. 23 Temmuz 2015 tarihinde sınırda IŞİD askerlere saldırırken, Emniyet, ‘dinleme sayesinde’, IŞİD’in yapacağı faaliyetlerle ilgili başka bilgilere de ulaşıyor. Emniyet’in 23 Temmuz saat 17: 00’de, yani Kilis/Elbeyli sınır hattında saat 13:30’daki çıkan çatışmadan üç buçuk saat sonra IŞİD’cileri dinleyerek elde ettiği bilgiler, tanık olduğumuz vahim bir durumu da aydınlatıyor.

Emniyet Müdürlüğü’nün, ‘IŞİD’in asker kaçırılabileceği konusunda’ birimlerini uyardığı, ‘Muhtemel Eylem’ notuna yansıyor. IŞİD’in Abu Bekir kod adlı sözde Sınır Emiri İlhami Balı, Aziz Kod adlı bir kişiyle irtibata geçerek sınırdaki kulede nöbet tutan iki Türk askerin kaçırılmasını istiyor. İşte, bu konuşmaları dinleyen Emniyet’in tutanağına yansıyan bilgiler:
“…Aziz adlı şahsın 23.07.2015 günü saat 17: 00 sıralarında Abu Bekir ile irtibat kurduğu, söz konusu irtibatta Aziz’in, Abu Bekir’e Çakallı (Çangallı) olarak anılan bölgede herhangi bir sıkıntı yaşanmadığını, Suriye-Bableymun yolunun kulesinde sadece iki askerin (Türk askerleri) bulunduğunu belirttiği bunun üzerine Abu Bekir’in Aziz’e, ‘Söz konusu askerleri getirip-getirmeyeceğini’ hususunu sorduğu ve askerlerin getirilmesi halinde de ‘Dile benden ne dilersen’ şeklinde bir ifade kullandığı, Aziz isimli şahsın askerleri getirebileceği yönünde olumlu cevap verdiği…”

Emniyet’in istihbaratında söz konusu görüşmenin ilerleyen bölümleri de özetle şu ifadelerle anlatılıyor: “Abu Bekir’in, Aziz’e askerleri alması durumunda hemen almaması, özellikle kendisine haber vermesi hususunu belirttiği, bu doğrultuda Rai bölgesinde faaliyet gösteren DEAŞ mensuplarının, 23.07.2015’te meydana gelen çatışma akabinde bölgede Sırpçılık yapan (illegal sınır geçişlerini organize eden-gerçekleştiren) yandaşları vasıtasıyla ve-veya sınır hattında pusu faaliyetlerini icra ederek, Türkiye-Suriye sınır hattında görev yapan TSK mensuplarına yönelik ‘kaçırma eylemi yapmayı planladıkları-planlayabilecekleri’ şeklinde bilgiler intikal etmiştir.”

Bu istihbarattan 39 gün sonra göstere göstere kaçırılan Sefter Taş… Bir miktar para ve şehitlik! Baba Aydın Taş, “Perişan haldeyiz, kimse bize ulaşmadı” diyor.
AKP iktidarı ve Saray’ın ülkenin başına açtığı büyük dertlerin dosyaları kapanıyor.

Şimdilik!

Erk Acarer / BİRGÜN

6 Ekim 2017 Cuma

TEOG’a aşiret yaklaşımı - RIFAT OKÇABOL

Hemen her olay bir aşiret toplumuna dönüştüğümüzü gösteriyor.
Örneğin bakan, TEOG’un kaldırıldığı haberini, ilk kez, bir taksi şoförünün davet ettiği taksi durağında veriyor!
TEOG sonrası için, önüne gelen, “Şöyle olacak, böyle olacak” demeye başlayınca, milli eğitim bakanı müsteşarı bile, sınav sistemi konusunda her gün açıklama yapıldığını ve bunlara itibar edilmemesi gerektiğini söylemek zorunda kalıyor.
Sonra bir bakıyorsunuz, TEOG yerine getirilecek yöntem konusunda bakan, “Eğitim üzerine sözüm var diyenler lütfen bize göndersin. Değerlendiririz” dedikten bir gün sonra, TEOG’un yerine ne geleceği açıklanıyor.
Kim açıklıyor?
AKP Genel Kurulu’nun başbakan olarak belirlediği, fakat bir kişinin isteği üzerine, başbakanlık yetkilerini o kişiye devredip yetkisiz kalmış kişi açıklıyor!
Peki! Yetkilerini devretmiş başbakan, bu açıklamayı nerede yapıyor?
 Çanakkale 18 Mart Üniversitesi akademik yılının açılışı sırasında ve kendisine fahri doktora unvanı verilirken yapıyor!
Peki! Bu üniversite, yetkisini devretmiş bu başbakana, neden fahri doktora veriyor?
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi alanında, Türk siyasal hayatı ve kamu yönetimine üstün katkılarından dolayı” veriyor!
Fahri doktoralı başbakan, yeni sistem konusunda açıklamalar yapıyor. Önce, “TEOG neden değişiyor? TEOG'un ne olduğunu bilmeden konuşuyor, koca koca unvanları var” diyerek koca koca unvanlıları küçümsediğini (konuşmaları için fahri unvanları olmaları gerektiğini ima edercesine) gösteriyor. Arkasından da,
Öğrencinin kaderini bir sınava bağlamayalım. Ortaokuldaki öğrencinin liseye hazırlanması lazım. Nereye gidecekse ikinci dört yılda şekillenmesi lazım. Yeni uygulama bunu getiriyor. Sınav kalkıyor. Her yılın yıl sonu başarı ortalaması alınıyor. 5-6-7-8. sınıf. Ayrıca derslerdeki ilgisi ne tarafa gidiyor? Buralar izleniyor, buna belirli bir oranda da katkı yapan yine 8. sınıfta sınav yapılıyor. O sınavın soruları da soru bankasından geliyor. Burada elde edilen sonuç 4 yılın sonucu ile birleştiriliyor bir mezuniyet puanı ortaya çıkıyor, sonuca göre öğrenci yerleştiriliyor. Sınav test olmayacak, açık uçlu soru sorulacak” açıklamasını yapıyor!
Fahri doktoralı kişi, olayı iyi açıkladığından(!), 8. sınıfta yapılacak sınavın, merkezi sınav olup olmayacağını açıklama gereği duymasa da, diğer açıklamaları yeterince açık oluyor. Örneğin okul müdür ve yardımcılarının çoğu ya din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni ya da imam hatipten geçmiş kişiler. Okullardaki öğretmenlerin çoğu, laik, bilimsel ve demokratik eğitime karşı olan örgütlere üye. Sözleşmeli öğretmen alınırken de, aday öğretmenler asil/kadrolu öğretmenliğe geçme sürecinde de, bunları yazılı/sözlü sınavlarda değerlendirecek olanlar, genelde okul müdür ve yardımcıları gibi AKP’lileşmiş/imam hatipli kişiler olunca günümüzde ve gelecek günlerde atanacak öğretmenlerin laik, bilimsel ve demokratik eğitimi benimseyen kişiler olmaları neredeyse imkansız oluyor. Bu durumda, “Her yılsonu alınacak başarı ortalamasını” kimlerin belirleyeceği de belli olmuş oluyor!

Bilindiği gibi, AKP’nin temel hedefi tüm okulları imam hatipleştirmek.  Suriyeli çocukların imam hatibe yönlendirilmesi için talimat bile veriliyor. Yeni müfredatın en temel ve resmi ilkesi, öğrencilerin güncel sorunları din kitabına ve sünnete göre çözülmesi oluyor. Bakanlık, her gün Diyanet işleri, Ensar ve TÜRGEV gibi imam hatipliği savunan kuruluşlarla yaptığı işbirliğini artırıyor. Bakanlığın gerici kuruluşlarla düzenlediği değerler eğitiminde, çağdaş hiçbir değere yer verilmiyor.
Üstelik çocuklara cihat anlayışının benimsetilmesine çalışılıyor.
Çocukların camiye gidip gitmemesi fişlenmeye başlanıyor.
Öğrencileri imam hatibe çekmek için akla gelmedik yollara başvuruluyor.
Camiye gidene bisiklet, Kuran okuyana Umre gezileri vaat ediliyor.
Dolayısıyla öğrencinin neye ilgi duyması istendiği de, “derslerdeki ilgisinin ne tarafa gittiğini” kimlerin ve nasıl belirleyeceği de belli oluyor!

Fahri doktoralı başbakanın açıklamasından sonra TEOG ile ilgili olarak konuşan bakan, konuşmasının önemli bir bölümünü, üniversiteye geçiş sistemine ayırıyor. İşin tuhafı, üniversiteye geçiş sistemiyle ilişkili sorumluluk, onun değil, YÖK’e ve de ÖSYM’ye ait.  Üstelik YÖK, geçen günlerde üniversiteye geçiş sürecinde yapılan sınav sayısının azaltılmasıyla ilgili bir açıklama yaparken, bu işten hemen hemen aynı derecede sorumlu olan ÖSYM’ye haftalardır bir başkan atanmamış bulunuyor.

Bakan, üniversiteye geçişle ilgili olarak konuştuktan sonra, TEOG'un kaldırılmasının ardından uygulanacak yeni sistem hakkında da,
Başarılı olan her noktaya girecek. 11 bin 57 okulumuz var. Biz arkadaşlarla bir çalışma yaptık. Bir tanesi her lisenin kendi sınavını yapması. Okuldaki öğretmenlerle hazırlanan sınav soruları ile sınav yapılacak. Çok fazla soru çok fazla hata olabilir. Bir de her okul kendi sınavını yaptı, diyelim ki çocuk Van'da bir sınavı kazandı, 2-3 yıl sonra İzmir'e göç ettiğinde o çocuğu okul almayacak mı? O zaman ne yapalım? Öğretmenin değerini artıralım, okulun değerini artıralım. Okuldaki her dersten 3 sınav yapılıyor. Bu sınavların objektifliğini sağlamak lazım. Biz aslında yeni müfredata uygun bir soru bankası çalışmalarına da başlamıştık. Soru bankası test değildir. Kişiler adeta hem kursa yönlendiriliyor hem de hiç düşünmüyor çocuklarımız” diyor!
Peki!
Bakan ne demiş oluyor, anlayan var mı?
On üniversitenin ‘araştırma üniversitesi’ne dönüştüğünü, YÖK başkanı/genel kurulu değil de, AKP Genel Başkanı açıklıyor!
Ekim ayına girdiğimizde işler yine kızışıyor. Bakan yeniden, “TEOG’la ilişkili değişikliklerin en kısa zamanda Bakanlar Kurulu'na sunulacağını” söylüyor. Bunu söylerken, yeni müfredatla çocukların sorunlarını din kitabına ve sünnete bakarak çözmelerini isteyen kendisi değilmiş gibi davranıyor: Açık uçlu sorularla ilişkili olarak “Analiz yapabilme, kritik düşünebilme yeteneğini kazandırabilmek için bu soruların gerektiğine” değiniyor!

Bakan, TEOG’la ilgili olarak Eylül sonlarında konuştuğunda,
Amaç, öğrenciye daha az sınav stresi yaşatacak modeli bulmak” diyor. Fahri doktoralı başbakan ise Ekim başında, “Sınavsız öğrencilik olur mu? Tabii ki öğrenciyseniz hayatınız sınav demektir. Eskiden sözlü sınavlar da vardı. Şimdi var mı, bilmiyorum. Her sınıfta yazılı sınav olacak, biri de merkezi olacak" diyor!

Milyonlarca öğrenciyi ve veliyi ilgilendiren bir konudaki söylemler bu biçimde devam ediyor. “Yok, böylesi bir durum aşiretlerde bile olmaz” diyorsanız! Siz de haklısınız. 

Rıfat Okçabol / SOL

Çin Komünist Partisi Kongresi - KORKUT BORATAV

19. Kongre’ye Doğru
Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP’nin) 19’ncu Ulusal Kongresi’nin tarihi 19 Ekim 2017 olarak belirlendi.
Batı toplumlarındaki parlamento ve/veya Başkanlık seçimlerinin Çin’deki paraleli, beş yılda bir toplanan ÇKP Kongreleri’dir.
2002’den beri uygulanan bir ilkeye göre üst düzey Parti ve devlet görevlerine atanmak, seçilmek için 68 yaş sınırı uygulanmaktadır. ÇKP Politbürosu’nun yedi kişilik üst-komitesinde de bu ilke titizlikle uygulanıyor.
Bir önceki Kongre’de belirlenen üst-komitenin beş üyesi, yaş sınırı nedeniyle 19 Ekim Kongresi’nde emekliliğe ayrılacak. Görevleri beş yıl daha uzayabilecek iki kişi, Başbakan Li Keqiang ve (1953 doğumlu) Genel Sekreter Şi Jinping’tir.
Şi’nin beş yıllık Genel Sekreterliği’nin başarılı, etkili bilançosu, onu, Çin halkı nezdinde sevilen, sayılan bir lider yaptı.. Bu kısa dönemde, Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünya çapındaki saygınlığı, önemi, etkileri  zirveye çıktı. Büyüme, refah artışları istikrarlı bir tempoda sürdürüldü. Aşağıda değineceğim yolsuzlukla mücadele kampanyası büyük destek gördü; ÇKP’nin prestijini yükseltti.


Sağ / Sol Kanatlar ve Merkez
Şi Jinping, Parti içindeki reformist/sağ, gelenekçi/sol kanatlar arasındaki gerilimleri hafifletti; Parti çizgisini istikrarlı bir konuma oturttu.
ÇKP içindeki sağ / sol ayrımının simge isimleri, elbette, Deng Şiaoping ile Mao Zedong’dur.
Şi Jinping, Genel Sekreterliğe, gelenekçi/sol akımın Mao’cu ucunda yer alan Çongking Parti Sekreteri Bo Şilai tasfiye edildikten sonra geldi.
Batı kamuoyunda, “hızlı bir reformcu” olacağı beklentileri vardı. Şi, reformlara  bağlılığını teyit ettikten sonra  beklenmedik bir hamle yaptı; “SSCB Komünist Partisi niçin çökmüştü?” sorusunu Parti kadrolarında tartışmaya açtı.
Tartışma gündemi, SSCB’de sosyalizmin değil, Parti’nin niçin çöktüğü sorusuna odaklandı. Dolayısıyla öncelik, ÇKP’nin ülke yönetimi üzerindeki hegemonyasını, otoritesini korumaktır; sosyalizmi değil… Sonuçta, SSCB-KP’nin çöküntüsü, yolsuzluk teşhisine bağlandı. Sonraki beş yıl boyunca ÇKP, merkezî devlet ve eyalet yönetimleri içinde başlatılan yaygın  ve etkili yolsuzlukla mücadele kampanyası bu teşhisin sonucudur.
Kampanya sıradan kadroları (“sinekler”) ve üst düzey yöneticileri (“kaplanları”) hedefledi. Son yılların en kapsamlı tasfiye, temizlenme uygulamalarına dönüştü. Parti saflarında, iş çevreleriyle oluşan içli-dışlı çıkar bağlantılarını tamamen yok ettiği söylenemez; ama, anlaşılan, ciddi boyutlarda frenleyici oldu.
Dolayısıyla, Şi Jinping, Mao’cu kanat gibi kapitalistleşmeyi frenlemeyi hedeflemiyordu. Kapitalizmin Parti’yi teslim almasını; yozlaştırmasını önlemeye öncelik veriyordu.
Şi, böylece, ÇKP’yi, sağ ve sol çizgiler arasında dengeli bir “merkezî” konuma taşıdı.

Batı’nın Kapitalistleşme Tasarımı
Batı burjuvazisinin ideologları, ÇKP’nin “merkezî” konuma oturmasından hoşnut kalmadı. Öteden beri dıştan destekledikleri “reformları” Şi’nin hızlandıracağı beklentisi gerçekleşmedi. Reform süreci, ÇKP’nin artan gözetimi içinde sürdürüldü.
Burjuva ideologları için, ÇKP denetimindeki kapitalistleşme yeterli değildir; kapitalizmin dönüşü olmayan bir güzergâha girmesi önemlidir. Bunun güvencesi, ÇKP’nin iktidardan uzaklaştırılmasıdır. Piyasaya tam açılmanın sonunda, Çin burjuvazisinin ekonomik gücünü siyasete taşıması; ÇKP’yi teslim alması ve giderek çok partili bir rejime kapı aralaması umulmaktaydı.

Saflarında çok varlıklı patronları da barındıran Çin burjuvazisi ise, ÇKP üyesi ve Ulusal Meclis’te milletvekili olabilmektedir; ama o kadar… Hükümet, ÇKP Merkez Komitesi ve Politbüro kapıları henüz bunlara açılmamıştır. Üstelik Şi’nin yolsuzluk karşıtı kampanyası içinde Çin burjuvazisinin yöneticilerle kurdukları çıkar bağlantıları gevşemiş, zayıflamıştır. Daha da önemlisi, büyük özel şirketlerin yönetiminde, ÇKP de söz hakkı talep etmeye başlamıştır.
Peki, sosyalizm, stratejik sektörlerde varlığını sürdüren  devlet işletmeleri bünyesinde devam etmekte midir? Bana göre hayır! Devlet işletmeleri şirketleşmiş; azınlık hisse senetleri özel mülkiyete açılmıştır; kâr için üretim esastır; yöneticiler istihdam ve ücret düzeyleri üzerinde etkilidir ve  maaşları, kâra bağlı primlerle desteklenir. Bu, çıplak devlet mülkiyeti içinde emeğin metalaşması; kapitalist ilişkilerin üretim düzlemine sızması anlamına gelir.

Öte yandan, Şi Jinping yönetiminde ÇKP, devlet işletmelerinin tasfiye telkinlerine ısrarla karşı çıktı. Uzun vadeli, stratejik hedeflerinin gerçekleştirilmesinde kamu sektörüne büyük önem verdi.
Şi, byandan Trump’ın uyumsuz söylemlerine karşı uluslararası platformlarda küreselleşmeyi sahiplendi ve uluslararası sermayeyi sevindirdi. Öte yandan, Çin devletin şirketlerinin öncülüğünde ihtiraslı bir İpek Yolu projesini, piyasacı değil, planlamacı bir perspektifle başlattı; altyapı finansmanına ve kalkınma projelerine öncelik veren uluslararası bankaların kuruluşuna öncelik etti.
Çin’deki sisteme ad koymakta ısrarlıysanız, bence en uygunu, devlet kapitalizmidir. Batılı ideologlar için ise, Çin’e dolambaçlı yolla giren “devletçi bir kapitalizm”, derde deva olamaz. Dahası, ÇKP Programı hâlâ “Çin’e özgü sosyalizm” hedefini korumaktadır ve Genel Sekreter, Parti-içi çalışmalarda bu hedefin canlı tutulmasında ısrarcı olmaktadır.

Kongre’nin İdeolojik Söylemi
Politbüro’nun yayımladığı  19. Kongre’nin duyuru metni, ÇKP ideolojisinin ana öğelerini içeriyor: “Çin’e özgü sosyalizm bayrağı dalgalanacak; Parti’ye Marksizm-Leninizm, Mao Zedong düşüncesi, Deng Şiaoping teorisi, önem taşıyan Üç Temsiliyet ve Kalkınmada Bilimsel Bakış  rehberlik edecek ve Şi Jinping’in önemli görüşlerinin özü eksiksiz uygulanacaktır.
Bu ifade, ÇKP’nin ideolojik çizgisini ana öğelerini  Marx → Lenin → Mao → Deng olarak belirliyor. Bunları  izleyen “Üç Temsiliyet” ve “Bilimsel Bakış” terimleri, Şi’den önceki iki Genel Sekreter’in (Jiang ve Hu’nun) Parti programına eklenmiş tezlerine verilen referanslardır.
Şi Jinping için, bir süre önce bazı Parti metinleri “Odak Lider” ifadesini kullanılmaya başladılar. Politbüro metninde yer alan “Şi’nin önemli görüşleri”, Parti programına  Genel Sekreter’in görüşlerinin de eklenebileceğini ima ediyor.

Hangi görüşler? Metnin sonraki kesiminde “Parti’nin ve ulusun sahiplenmesi gereken dört özgüven” ifadesi var. Bunlar, Şi’nin son beş yılda geliştirdiği, “Çin’e özgü sosyalizme  özgüven, teorik özgüven, Çin’in sistemine özgüven, kültürel özgüven”den oluşuyor. Bu dört öğenin, Batı’dan Çin’e “ihraç edilen”  ideolojik etkilerden uzak durma çağrısı olduğu ifade ediliyor.

Şi Jinping’in geçmiş yıllarda geliştirdiği “Kapsamlı Dört Hedef”ten de söz edilebilir: Makul ölçülerde müreffeh bir toplumu gerçekleştirmek, reformu derinleştirmek, kanun hâkimiyetini geliştirmek, Parti yönetimini güçlendirmek… “Makul ölçüde müreffeh toplum” hedefi, ÇKP’nin yüzüncü kuruluş yıldönümü olan 2021 için öngörülmüştür.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin yüzüncü yıldönümü (2049) ise, yine Şi tarafından  “Çin ulusunun büyük yeniden gençleşmesi ve Çin Rüyası’nın gerçekleşme tarihi” olarak belirlendi.

Resmî metinlerde bir ip ucu henüz yok; ama, kim bilir, 2049’da, “Çin’e özgü sosyalizm”in de gerçekleşmiş olduğu ilan edilebilir.

Bu ideolojik söylem, deneyimli Çin uzmanları tarafından “geleneksel Çin siyasetinin ritüellerinden biridir” diye geçiştirilir. Batı’nın  burjuva ideologları ise  elbette tedirgin olmakta; ÇKP’nin tarihe karışacağı çok partili rejim senaryolarını sürdürmektedir...


Bizlere de ÇKP’nin 19. Kongresi’ni izlemek, tartışmak düşüyor.

Korkut Boratav / SOL

ÇED raporsuz yağma formülü - ÇİĞDEM TOKER

Son bir haftada ekonomiye dair üç belge-metin dizisi açıklandı. Orta Vadeli Program (OVP), eşzamanlı olarak Torba Kanun tasarısı, Sayıştay raporları.
Net olan şudur: Meclis’te görüşmeleri yakında başlayacak “torba” tasarıdaki mali hükümler, OVP hedeflerini 2018 yılı başlamadan geçersiz hale getirmiştir. Eğer insan olsaydı, bütçenin “Nakde çok sıkıştım. Her fırsatı değerlendiririm” feryadıyla hazırlanmış bir “torba kanun”dan bahsediyoruz.
Yasaya aykırı biçimde 37 milyar TL ek borçlanma hakkı talep eden, internet vergisini arttıran, kültürel amaçlı hesaba el koyan, zeytinlik ve meraları imara açan bir tasarı yasalaşmayı beklerken; aynı hükümetçe hazırlanan yüksek büyüme, düşük enflasyon, değerli TL hedefleyen OVP’den nasıl oluyor da inandırıcılık bekleniyor?

Ve kamunun 2016 hesaplarının denetlendiği Sayıştay raporları.
Yeni yayımlanan bazı raporların, ilk orijinal hallerinden farklı olduğunu biliyoruz. (Bu arada, TVF’ye devredilmiş Ziraat ile Halkbank raporları yok.)
Meclis adına denetim yapan bu anayasal kurum, üzerindeki baskı nedeniyle, raporları epeyce filtreden geçmiş, ince ve kapalı anlatımlı şekilleriyle koyuyor siteye. Fakat raporların bu hali dahi, bütçe kaynaklarının nasıl çarçur edildiğini, nepotizm ilişkilerine nasıl aktarıldığını anlatıyor.
Bu torba ne için?
Bu torba Karayolları, asfalt standardı için verilen ödeneği, araç kiralama şirketi, refüjlerin çiçek düzenini yapan şirketlere aktardığı; Emniyet Genel Müdürlüğü, temizlik ve taşıma ihalelerinde Kamu İhale Tebliği’ne uymayıp doğrudan alım yaptığı, limitleri açıkça aştığı için getiriliyor.
Bu torba, yol ihalelerinde, doğal afet filan yokken, her hafta davetle milyarlarca TL’lik ihale dağıtıldığı için geliyor.

Tam bu satırları yazarken Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in NTV yayınındaki MTV zam açıklamaları düştü ekrana. Şimşek, seneye yeni silah sistemleri alınacağını, terörle mücadele için 17-18 milyar TL ek harcama yapılacağını söylemiş. Ve MTV’den 2 milyar TL geleceğini, bu kaynağın da savunma harcamalarına gideceğini eklemiş.

Ben Sayın Şimşek’e 2017 boyunca 21/b’ye aykırı olarak pazarlığı yapılmış, eğer doğru düzgün ihale mevzuatı işletilseydi Karayolları bütçesi yerine, savunma bütçesine koyabileceği çok sayıda davetli ihale göstermeye hazırım.

ÇED raporsuz yağma
Torba Kanun’un 54. maddesine lütfen dikkat.
Bu madde, Maden Kanunu’nda çok vahim bir değişiklik yapıyor. Çevresel Etki Değerlendirmesine (ÇED) dair bütün işlemlerinin en geç 3 ay içinde bitirilmesi koşulunu getiriyor.
Eğer sorumlu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile diğer ilgili bütün bakanlıklar, ÇED raporu ve diğer izin işlemlerini üç ayda bitirmezse bilin bakalım ne oluyor?
Ben gözlerime inanamayıp tekrar tekrar okudum.
“Çevresel etki değerlendirmesi ve diğer izin başvuruları ile ilgili olumlu karar verilmiş sayılır ve genel müdürlük tarafından buna göre işlem yapılır.”
Yani; diyelim ki binlerce yıllık bir kültürel, tarihsel miras üzerinde veya doğal güzelliğin ortasında bir maden var. Ve AKP hükümeti bu madeni tanıdık bir firmaya vermek istiyor.
AKP idaresindeki bakanlıklar eğer üç ay içinde ÇED raporu ve diğer izin işlemlerini bitirmiş olmazsa, tanıdık şirketin ÇED başvurusu ve diğer izin işlemleriyle ilgili olumlu karar verilmiş sayılacak.
Soruyla kapatalım:
Sizce AKP, falanca madeni tanıdık firmaya vermekte kararlıysa, bakanlık bürokratına “Üç ay boyunca işlem yapma” der mi demez mi?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Çürümenin Kutupyıldızı - GÖZDE BEDELOĞLU

Türkiye, sadece 2 milyona yakın çocuğunu çalıştırmasıyla değil, bunu takiben çocuk yoksulluk oranıyla da Batı yakası komşuları arasında ‘zirvede’. DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası’nın geçen 23 Nisan’da açıkladığı “Türkiye’de çocuk işçi olmak” başlıklı rapor, ‘dünyaya kafa tutan’, ‘Batı’ya haddini bildiren’, ‘elleri kıskançlıktan çıldırtan’ verilerle doluydu. ‘Ucuz işgücü’ olarak görülen çocukların yüzde 80’i kayıt dışı çalıştırılıyor ve ‘kaza’ başlığı altında işlenen cinayetler sonucu her geçen yıl daha fazla çocuk işçi hayatını kaybediyordu. 2016 yılında evlenenlerin yüzde 18’i çocuktu. Bu konuda da Avrupa’da birinciliği kimseye kaptırmamıştık. Çocuklara yönelik şiddet ve cinsel istismar suçlarında ise, son 10 yılda yüzde 700 oranında bir artışla rekorlara doyulmadığı ortadaydı.

Her ay Adli Tıp Kurumu’na gelen cinsel istismar vakası yüzlerle ifade ediliyor. Son 5 yılda 200 binden fazla kız çocuğu evlendirildi. Sadece 2014 yılında 40 binden fazla ‘çocuğa cinsel taciz’ davası açıldı. Çalışan çocukların yarısı okula devam edemiyor. Yetmiyor. Avrupa İstatistik Ofisi 2017 verilerine göre Türkiye, yüzde 36 oranıyla 18-24 yaş arasında eğitimi terk edenlerin en yüksek olduğu ülke olarak yine birinciliğe uzanıyor. Eğitimi terk eden kadınların oranının erkeklerden yüksek olmasına da şaşıracak pek kimse kalmadı herhalde. Deli bohçasına dönen eğitim sistemi yüzünden kalitesiyle birlikte güvenilirliğini de yitiren okulların büyük bir kısmı imam hatiplere çevrildi. 2015 yükseköğretime geçiş sınavında 100 imam hatip lisesinden sadece 19 tanesi fen bilimleri alanında 1’den fazla soru çözebilmiş. Son 5 yılda açık liseye kayıt yaptıran öğrenci sayısındaki artış yüzde 37. Örgün eğitimden uzaklaşan, eğitimde gelecek görmeyen yoksul aile çocuklarının çoğu çocuk işçilerden oluşuyor.

Karaman’da Ensar Vakfı’na bağlı yurtlarda 8-10 yaşındaki erkek çocuklarına tecavüz davasında öğretmenden başka suçlu, sorumlu çıkmadı. Cemaat-tarikat yurtlarına mecbur bırakılan çocuklar cayır cayır yandı, kamu görevlileri yargılanmadı. Çocukların tecavüzcüleriyle evlendirilmesi için yasa hazırlanmaya çalışıldı.
Sonra bir gün Diyarbakır’dan arayan Ayşe Öğretmen, ulusal bir kanalın apolitik Beyaz sohbetine bağlanıp, “çocuklar ölmesin” dedi. İnsanları, sokağa çıkma yasaklarının sürdüğü doğuda yaşananları fark etmeye çağırdı. “Görün, duyun bize el verin” dedi. Ayşe Çelik, “İnsanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın” deme suçu işleyerek ‘teröre destek olmaktan’ 1 yıl 3 ay hapis cezası aldı. 8 aylık hamile Ayşe. Allah uzun ömür versin, evladı, Nisan 2017 itibariyle hapishanelerde annesinin yanında kalan 0-6 yaş arası 600. çocuk olacak.


Eğitimde fırsat eşitliği dendi mi son sıradayız; çocuk yoksulluğunda zirvede; çocuk işçi ve çocuk evliliğinde bir numara; efendime söyleyeyim, şiddet ve tecavüzde önlenemeyen bir yükseliş... Bütün bunların gözden gizlenecek, kulaktan kaçırılacak bir yani yok. Bu utanç tablosunun üzerini örtebilecek daha büyük bir karanlık da yok!

Derken... Türkiye ‘adaleti’ “çocuklar ölmesin” demeyi suç saydı. Hapsetti. Bir gün çürümenin Kutupyıldızı olacağımız kimin aklına gelirdi.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN

5 Ekim 2017 Perşembe

İradeye baskı ve Bahçelievler katliamı - ALİ RIZA AYDIN

“İnsan fiziki zorluklara katlanabilir, burada anlık-dönemlik bir motivasyon, karakter özelliği, fiziki dayanıklılık… bunu sağlayabilir. Asıl zor olan ideolojik-siyasi baskıya dayanabilmektir. Esen rüzgara rağmen savrulmamak, bildiği yola tam inanç ve güven. İrade derken asıl kastettiğimiz burası. Bilmeden, sürekli bir gelişim sağlamadan bu mümkün değil.”

Gelenek Dergisinde (Eylül 2017, Sayı 135) Volkan Algan’ın yazısından yaptığım giriş, sonuç da olabilecek içerikte. İdeolojik-siyasi baskı artık sıkça kullandığımız sözcüklerle “tavana vurdu”. İdeolojinin ve siyasetin işini kolaylaştıran düzen içi muhalefet ve yaygın medya bileşiminin katkı ve desteğiyle “baskı”, şiddeti ve hukuksuzluğu da yanına alarak en güçlü ve rahat dönemini yaşıyor.
Tüm hukuksuzluğuyla OHAL dönemindeyiz, sonu gözükmüyor. Bir son olacaksa da OHAL olağanlaşarak olacak. OHAL KHK’leri, 30 günlük süresini doldurmuş, OHAL’in gerekli kıldığı konular dışında her şeye el atmış, ne yargının umurunda ne de yasamanın…

KHK’ler 30 günlük ömrünü doldurduğundan içinde yazılanlar hükümsüz. Bunu biz anlatıyoruz da anlaması gerekenler anlamıyor. Anlamayınca da meşruiyeti olmayan KHK’lere meşruluk kazandırılıyor. Bu, hem yargıda hem de yasamada yüklenilmesi gereken bir konu.

Yargı devre dışı denilirse -ki denilmemeli, OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu da bu yönden hükümsüz- yasama organı devreye girmeli. Meclis bu güne kadar 28 OHAL KHK’sinden yalnızca 5’ini görüşüp kabul etti. Görüşmediği 23 KHK’yi hemen gündeme alıp “30 günlük süre dolduğundan reddine” diyerek son noktayı koymalı.  

Anayasal kurumlar ve kurallar çalıştırılmayarak (çalışması gereken Anayasa Mahkemesi’nin İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’den aldığı destekle kabulcülüğü de eklendiğinde) OHAL’i ve hukuksuzluk hukukunu meşrulaştırmaya çalışanlara düzen muhalefeti ve medyası eklendiğinde herşey istedikleri gibi yürüyor.

Bu katmerli hukuksuzluk koşulları ve rehaveti ortamında OHAL’i sonlandıramazlar. Çünkü OHAL sonlandığı an KHK’ler de sonlanacak. KHK’ler sonlanınca içinde yazılanlar da yok olacak.  
Hukuk sersemledi, kendisini ve ilkelerini ayaklar altına alan ideoloji ve siyasetin oyuncağı oldu. Bir oradan yumruk yiyor bir buradan. Faşizmin hukuk tarihine yeni sayfalar ekleniyor hem de ardı arkası kesilmeden.

İradeye baskı yapanların iradeleri sakat. İradeye baskı yapanların meşruiyeti yok ama meşruiyetsizliğe meşruiyet kazandıranlar çok. Elbirliğiyle düzeni yürütüyorlar, elbirliğiyle gerçek mücadeleyi kırmaya çalışıyorlar.

Dinselliğe teslim edilmiş devlet ve hukuk işlerini kolaylaştırıyor. Elbirliğiyle laikliği çiğneyip parçalama peşindeler. “Laiklik sorunu yok”, “imam hatipleri biz açtık niye kapatalım” diye diye elbirliğiyle eğitim ve öğretimi karanlığa itiyorlar.

Toplumun ve devletin içinde cirit atan tarikat ve cemaatler menfaat ve çıkar peşinde. Kıyım ve pazarlık bir arada yürüyor.

Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi başvurularında “özgürlük ve güvenlik hakkı ihlali”, ardından da “hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı ihlali” başı çekiyor.

Barışa sırt çeviren, savaşın içinde suçlarla yüklü bir iktidar anlayışı hakim. Savaşa ve kendi lükslerine harcanan paraları ve de sermayeye transferlerini vergilerle halkın cebinden almaya kalkışıyorlar.
Demokrasi diye diye, özgürlük diye diye ikisini de çöpe attılar.

Artık ne medeni haklar ne sosyal ve toplumsal haklar ne de insanlık güvence altında.

Sınıf çıkarlarından ödün vermeyen sermayeyle birlikte emekçi halkı ezdikçe eziyorlar.
“Vergi ödevi”ni, “yükümlülük ve sorumluluğu” esas alarak, “devlet gücü”ne dayanarak zorla vergi alacaklarını sanıyorlarsa yanılırlar. Ne ödevi? Bakın eski Anayasa Mahkemesi ne demiş: “Kişi ancak, kendisini yaşatan, maddi ve manevi varlığını koruyup gelişmesine olanak tanıyan topluma (devlete) karşı ödevler taşır. Bu olanaklar tanınmamışsa, ödevden de söz edilemez”.

Müfredatlarına güveniyorlarsa yanılırlar. Din, para, darbe ve silah okullara, derslere girdiyse eğitim ve öğretimden söz edilemez.

“Hukuksuzluk hukukları”na güveniyorlarsa yanılırlar. Ne hukuku? Kişi ancak, mücadelelerle kazanılan haklarını güvence altına alan hukuku tanır. Keyfilik varsa, hukuktan da söz edilemez.
“Köle ve kul düzenleri”ne sığınıyorlarsa yanılırlar. Baskıya boyun eğmeyenler örgütleniyor, siyasi akıl ve iradelerini birleştirerek mücadelelerini güçlendiriyor o düzeni yıkmak için…

                                                                           * * *

Baskı ve şiddet cinayetlere, katliamlara dönüşüyor. Çok cana kıyıldı bugüne kadar hem de vahşice. Kıyılmaya da devam ediyor.
Bu vahşi ve kahpe kıyımlardan biri de 1978 Ekim’inde yapıldı. İradesini siyasal ve ideolojik baskı altına sokmayan Türkiye İşçi Partili yedi fidan katledildi. Katliamdan bir yıl sonra 8 Ekim’i “Onur Günü” ilan eden Behice Boran’ı da 10 Ekim 1987’de yurtdışında kaybettik.
“Serdar Alten, Latif Can, Faruk Ersan, Efraim Ezgin, Salih Gevenci, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar” adlarını saydıktan, sosyalizm mücadelesinde yitirdiğimiz canları andıktan ve “Türkiye işçi sınıfının 1920’lerden politik örgütlenmeye ilk adımını attığında, on beş kurban verdiği görülür; Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğdurulmasıyla…” vurgulamasını yaptıktan sonra şu saptama ve uyarıları yapıyordu Behice Boran 1979’daki anma konuşmasında:
“Faşizmin kahrolası ölüm tırpanı onları körpe fidanlar gibi biçti bir sonbahar gecesi.”
“8 Ekim bizim partimizin onur günüdür.” “(…) sadece anmak değil! Ortak davamıza bağlılığımızı, mücadele azmimizi, zafere kesin inancımızı tazelediğimiz, doğruladığımız, daha da güçlendirdiğimiz gündür.”
“(…) biz, ölenleri geçmişe, mücadele bayrağını uzlaşma hesaplarına teslim edenlerden değiliz!”
“İşçi, yoksul köylü, emekçi kitlelerin ve ilerici, demokrat, yurtsever güçlerin iş ve güç birliğiyle faşizmi mutlaka yenecek, sömürü ve zulmü yok edeceğiz.”
Otuz dokuz yıl sonra, 8 Ekim 2017 Pazar günü, Ankara’da Kızılay Nazım Hikmet Kültür Merkezinde (Konur 2 Sokak No:51) Saat 16.00’da Erşen Sansal ve Mesut Odman’ın sunumlarıyla anacağız yoldaşlarımızı. Hem anacağız hem direniş ve mücadele gücümüzü bileyeceğiz.
Sözde, örgütlü mücadeleye balta vuracaklardı, işçi sınıfını sindireceklerdi baskı ve şiddetleriyle, cinayet ve katliamlarıyla ama başaramadılar; hiçbir zaman da başaramayacaklar. Çünkü “yaşamak örgütlenmektir bu yangın yerinde”.

Ali Rıza Aydın / SOL

AKP ‘Omerta’ ile ellerini yıkıyor - AYŞE YILDIRIM

Erdoğan ‘metal yorgunluğu’ dedi ve il yöneticileri tek tek istifa etmeye başladı. Partiye bir heyecan ve yenilik ambalajı gibi sunulan ‘metal’ değişikliği sonra belediye başkanlarına sıçradı.
İlk isim en riskli illerden birinin başındaydı. Kadir Topbaş, uzun uzun istifasını anlattı ama gerekçesini bir türlü söylemedi. 


Kulisleri harekete geçirmeye yeterliydi bu istifa. Öyle de oldu. Kaç gündür sırada hangi belediye başkanları var diye konuşuluyor. Erdoğan ve AKP yöneticileri de artık ayyuka çıkan bu söylentileri yalanlamıyor. 


En çok tartışılan isim ise Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek. Gökçek, ‘fitne’ demekle yetinse de kendisinden beklenmeyecek bir suskunluk içinde. Arka planda pazarlıklardan söz ediliyor. Bir başka belediye başkanının “Ben istifa etmem, siz alın” diye direndiği yazılıyor.
Artık Bülent Arınç’ın konuşma zamanı geldi. 


7 Haziran yerel seçimleri öncesi kendisini ‘paralel yapıdan talimat almakla’ ve ‘kızı ve damadını fanatik paralelci’ olmakla suçlayan Melih Gökçek’e çok sert bir yanıt vermişti Bülent Arınç.
“Gökçek ile ilgili 100 konuyu 8 Haziran’dan itibaren ömrüm vefa ederse konuşmak isterim.
Ama o gün gelinceye kadar hükümetimi yıpratacak, AK Parti’yi yıpratacak bir sözün, bir işin içinde olmam. Biz kimin, nerede havlayacağını, hangi işler çevireceğini biliriz. Belediye başkanlığı adaylığında ve seçimlerde oy isterken bu yapının kucağında oturmuştur. Bu yapıya Ankara’yı parsel parsel satmıştır. Yurt yerleri vermiştir, zengin işadamlarına okullar yaptırmıştır. İmar planlarında değişiklikler yaptırmıştır. Şunları yaptırmıştır, bunları yaptırmıştır.”

 

O 8 Haziran’ın üstünden iki 8 Haziran daha geçti ama Bülent Arınç, o 100 konuyu hiç konuşmadı. Melih Gökçek, “Cemaate hayır işi için diye verdiğim yerler nedeniyle pişmanım” dedi ve konu kapandı. 

Şimdi Gökçek dahil birçok ismin istifalarını bize ‘metal yorgunluğu’ diye yutturmaya çalışacaklar.
Seçimle gelmiş bir insan görev süresi dolmadan istifa ediyorsa bunun nedeni ya da nedenlerinin çok ciddi olması gerekir. Eğer başka bir partiye geçmiyorsa ciddi bir sağlık sorunu, parti yönetimiyle ciddi bir anlaşmazlık, başarısızlık... Yolsuzluk ya da başka bir suça bulaşmış olmak… 


Oysa AKP’lilerin istifalarının ardından bunların hiçbirini duymuyoruz. 


Peki ne yapmaya çalışıyor Erdoğan? 

Ve bunu yaparken bizi nasıl uyutmaya çalışıyor? 

Malum AKP daha doğrusu Erdoğan için çok kritik bir dönem; 2019 başkanlık seçimi. Varlık ve yokluk seçimi. Kamuoyu anketleri de gösteriyor ki başarı şansı düşük. Onun için bir kahramanlık hikâyesine ihtiyacı vardı. Çok arandı ama henüz bir türlü o hikâye bulunamadı.
Şimdi Türkiye’ye AKP’yi ‘yeni’ ve ‘temiz’ bir parti olarak yutturmanın peşindeler.
“Bakın biz en yakınımızdaki insanlardan bile vazgeçtik. En ufak bir şaibeye dahi müsamaha göstermedik” palavrasının hazırlıkları bunlar. 


“Yolsuzluk mu, cemaatle iş birliği mi? Hepsiyle yollarımızı ayırdık. Arkadaşlarımız kenara çekildi” diyecekler. Ve o arkadaşlar tıpkı Düzce Belediye Başkanı gibi “Beni ve partimi yıpratmak için her türlü yalan, dedikodu ve iftiraları üretmekle meşgul oldular. Şahsım ve yakınlarımla ilgili yürütülen bu çirkin kampanyanın partime ve kutsal davamıza daha fazla zarar vermemesi için…” deyip istifalarını sunacaklar. Ve susacaklar… 


Çünkü yargı önüne çıkmak filan olmayacak. Garantiyi Erdoğan, hepimizin gözü önünde verdi:
“Ayak uyduramıyor mu, kenara koyacağız. Affedersiniz yolsuzluğa bulaşan mı var, kenara koyacağız.”

 
Şimdi ‘FETÖ’ ya da yolsuzluk… Hakkındaki şaibeler ayyuka çıkmış isimleri ‘kenara koyacak’, onlar üzerinden ellerini yıkayıp ‘yeni’ ve ‘temiz’ bir partiymiş gibi seçime, muhtemelen de bir baskın seçime gidecekler. 


Yani bize mafyanın suskunluk yasası ‘omerta’yı yedirmeye çalışacaklar.
 


Plan bu, yerseniz…

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

RTE kaybettiği yerel seçimleri yeniden kazanma operasyonunda - ORHAN BURSALI

Cumhurbaşkanı bütün gücüyle 2019 Mart’ında yapılacak olan yerel seçimlere odaklandı. Yakın zamanda verdiği demeçte, İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi, seçimleri, iktidarı da kaybeder anlamında konuştu. Operasyonlarını görüyorsunuz. Neredeyse tüm belediye başkanlarını değiştirmeye girişti.
Şüphesiz bu resmen baskıdır, yasal değildir, halkın seçtiği belediye başkanlarının görevi hangi koşullarda bırakacağı yasalarda yazılıdır. Ama şüphesiz ki ülkemizde, yasaların – anayasanın üzerinde bir güç vardır ve bu mekanizma belediye başkanlarını da istifaya zorlamaktadır, açıkça ve resmen.
Görüş şöyle: “Ben seni aday gösterdim, o halde ben seni görevden alırım. Halkın oyu ise biçimsel olarak vardır, önemli değildir...”
Kadir Topbaş böyle gitti. Yakasında üstelik “FETÖ’cü” etiketiyle... Ankara’nınki direnebilecek mi, zerre sanmıyorum, başına bin türlü haklı bela açılabilir... Adam gider birazdan...
 

Kaybedilenleri geri almak
Konum belediye başkanlarının istifaya zorlanması değil.
RTE, bu belediyeleri kaybettiğinin farkında, şeklen başlarında AKP’liler var, ama bugün seçim olsa önemli belediyelerin büyük çoğunluğu, eğer Hayır Ruhu mekanizması işlerse, AKP’nin elinden kurtulacak... Büyük olasılıkla.
RTE Başkanlık Referandumunun sonuçlarına baktı ve seçimleri kaybettiğini gördü.
Aralarında İstanbul ve Ankara’nın da bulunduğu 17 büyükşehirde AKP kaybetti.
Tüm bu iller Türkiye’nin ekonomisinin, kültürünün kalbinin attığı yerler, atardamarları.
Bunlar yok, AKP iktidarı da yok. 2019 Kasım’ında yapılacak Başkanlık seçimi de, milletvekili seçimi de tehlikeye girer. Başkanlığı kaybetme olasılığı da tavana vurur.
Bu nedenle Cumhurbaşkanı tüm ağırlığını yerel seçimlere veriyor ve belediyelere el atıyor.
 
Hepsi zan altında duruyor
Bu, referandumda kaybettiği ana belediyeleri yeniden geri alma operasyonudur.
Tutar mı?
Bu belediyeler başarısız mı? İstifaya zorlama kıstasları var mı, nedir?
Soyguncu mu, FETÖ’cü mü, yolsuz mu?
Hadi bunların hiçbiri değiller, o zaman başarısızlar...
Ama bunu da dile getirmiyorsunuz...
Belediyeleri istifaya zorlamak, AKP belediye başkanlarını tam bir şaibe, zan altına sokmak değil mi?
Adamların hayatlarını, sicillerini karartmıyor musunuz?
İktidar yanlılarına belediye olanaklarını, ihalelerini yeterince akıttılar... Bu açıdan, merkezle herhangi bir sorunları olduğunu düşünmeyelim.
 
Sadece vitrin cilası
İktidar, belediyeleri hiç boş bırakmadı, hemen hepsinde mutlaka bir “parti denetçisi” vardır. Büyükşehirlerde hatta esas kararı verici pozisyonunda bile duruyorlar denebilir. İstanbul’da Topbaş mı tüm kararları veriyordu?
Belediyelerinde bir başarısızlık, yolsuzluk vb. söz konusuysa, bundan doğrudan iktidar da sorumludur.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı, bir vitrin düzenlemesi yapıyor.
Hem de kendi itibarını ve yönetici kişiliğini bir üst noktaya tırmandırıyor: “Bak gördün mü, başarısız olanları nasıl tırpanlıyor, işte lider dediğin böyle olur, hepsini istifa ettirdi...”
Oysa ortada değişen ve değişecek bir şey yok. Sadece kamuoyuna bu tür söylemler enjekte ederek, törpülenmekte olan lider ve parti pozisyonu güçlendirme operasyonu seyrediyoruz.
 
Peki ‘Hayır  Ruhu’ ne yapacak?
Cumhurbaşkanı tek karar verici olarak, yerel seçimleri bu tür parlatılmış operasyonlar sonucu kazanabileceğini planlıyor...
Şüphesiz bunun arkasını da getirecektir.
Hiç olmazsa RTE’nin yerel seçimlere yönelik programını az çok görmeye başladık. Hedefe odaklanmış ve yürüyor.
Peki, Hayır Cephesi ve Ruhu ne durumda? Bunun bileşenleri türlü çeşitli özverilerde bulunmaya, “ben” değil, “biz” olmaya, bir program ortaya koymaya, farklı kentlerde farklı – ince politikalar izlemeye vb hazır mı?

Orhan Bursalı / CUMHURİYET