10 Ekim 2017 Salı

Ne AKP anti-Amerikancı ne de ABD demokrasi yanlısı - İBRAHİM VARLI

Türk sağının düşünce atlası tüm bir Soğuk Savaş boyunca ABD tarafından şekillendirildi. Haliyle sağın ve siyasal İslamcıların ABD’yi kavrama biçimi tutarlılık değil reaksiyonerlik üzerine kurulu. Hal böyle olunca Güven Gürkan Öztan Hoca’nın da dikkat çektiği üzere sağın ABD karşıtlığı politik bir retorik olmanın ötesine geçmez. Anti-Amerikancılık kisvesine büründürmek istedikleri şey ideolojik bir perspektiften ve de siyasal temelden yoksun içi boş bir külhanbeylikten ibaret.
Washington ile yaşanan son kriz de gösterdi ki bağımlılık ilişkilerini bertaraf etmeden bağımsız bir duruş sergilemek mümkün değil. Karşılıklı açıklamalar aldatmasın. Buradan bir kopuş ya da ayrışma çıkmaz. Bütün dertleri hamasi nutuklar üzerinden zevahiri kurtarmak. Siyasal İslamcıların ne fikriyatı ne ideolojisi ne de siyasal aklı ABD ile çatışır. Sağın ve İslamcıların kıblesi ABD’dir. Yarım yüzyıl boyunca ABD emperyalizminin gölgesinde serpilip büyüyen, Menderes’lerden Özal’lara uzanan bir siyasi hareketin ardılları olduklarını her fırsatta yenileyen bir zihniyetten aksi de beklenemez zaten.
İdeolojik, siyasi angajmanın yanında ekonomik ve siyasi bağımlılık ilişkileri de ABD katşıtlığına el vermez. Daha bir hafta önce Washington’da Trump’ın önünde secdeye duran, milyar dolarlık silah/uçak anlaşmaları yapanların ‘Sam Amca’nın yörüngesinden çıkması mümkün değil. Ve haliyle bu ve benzeri krizlerden de bir kopuş çıkmaz.

Ülkenin mi iktidarın mı çıkarı?
Siyasal İslamcılar kendi otoriter yeni rejimlerinin çıkarlarını tüm ulusun çıkarıymış gibi sunma, bunun böyle olduğuna bütün bir toplumu inandırma konusunda oldukça mahirler. “Milli çıkar” kutsiyeti içerisinde sağ-muhafazakar kitlelerle birlikte ulusalcı çevreleri de arkalarında hizalayabileceklerinin pekala farkındalar.
“Seksen milyon Reis’in ardında durmalı”, “Bu iş memleket meselesi” diye feryat figan etmeleri, birdenbire 6. Filo’dan dem vurmaları, her fırsatta küfrettikleri Nâzım’dan parçalar paylaşmaları bunun somut örnekleri.Bu farkındalık iktidara istediği şekilde top çevirme rahatlığı verirken, krizleri fırsata çevirme konusundaki maharetleri bilinen İslamcılar, ABD’ye kafa tutuyoruz algısı üzerinden rant devşirme niyetinde. Yakın siyasi tarih bize İslamcılardan anti-emperyalist çıkmayacağını, İslamcıların “millici” olamayacağını gösteriyor.

AKP anti-Amerikancı olabilir mi?
AKP’nin son dönemlerde çeşitli emperyalist güç odaklarıyla yaşadığı sorunlar, onun “bağımsız”, “millici” karakterinden değil. Yaşananlar sadece dönemsel bir çıkar çatışmasının yansımaları. ABD’ye göbekten bağlı, her fırsatta soluğu ABD’de alan, askeri, siyasi, ekonomik ilişkiler yumağı içiçe geçmiş AKP/Saray rejimine ne ABD ne de Almanya ile yaşanan krizler antiemperyalist bir karakter kazandırır.
Ancak AKP ilk günden bu yana dış politikanın iç politika üzerindeki mobilizasyon etkisini çok iyi kullandı. Bir ideolojik aygıt olarak dış politika “yeni rejim”in inşasının temel dinamiklerinden oldu. İç politikadaki tahkimata paralel bir dış siyaset üretildi. Her ihtiyaç duyulduğunda kontrollü şekilde bir kriz inşa edildi.
Siyasi iktidar varlığını krizlere borçlu. Sürekli bir kriz dalgasının yaratılması da bundan. Rahatsız olunduğuna bakılmasın, bu krizler silsilesi müesses nizamın tesisi, tahkimatın sağlamlaştırılması amacıyla oldukça kullanışlı bir araç. Ardı arkası gelmeyen krizlerde bu strateji var.

Krizler kime, nasıl yarıyor?
İstisnalar hariç, bütün dış krizler mevcut iktidara yaramıştır. Sadece komşu ülkelerle değil, ABD’si Rusya’sı başta olmak üzere bütün dış aktörlerle girişilen ağız dalaşında milliyetçi-muhafazakâr kitlenin konsolidasyonu açısından krizler bulunmaz fırsatlar yaratmıştır.
Dış güvenlik, ülke menfaati, ulusal çıkar kavramları üzerinden bütün bir toplum rehin alınırken, “bütün dünya bize karşı, birlik beraberlik içinde olmalıyız” söylemiyle yaratılan gerginlikler üzerinden siyaset tahkim ediliyor, sorunlar görünmez kılınıyor, politikalar meşrulaştırılıyor.

Krizin faturasını kim ödüyor?
İstisnasız her zaman olduğu üzere, yanlış, tutarsız, savruk dış politikanın bedelini bütün bir ülke ve toplum ödüyor. Şimdilik durdurulan vizeler nedeniyle öğrenciler ABD’ye gidemeyecek, burslar yanacak, ticari anlaşmalar geçersiz kalacak, aileler mağdur olacak. Krizden en fazla etkilenen bir başka grup da bu ülkede yaşayan göçmenler olacak. Bütün bunların yanında ülkenin üçüncü dünya ülkeleri ligine sokulması da cabası. Libya, Yemen, Sudan seviyesine indirilen ülkeye bakış olumsuz etkilenecek.

ABD-Almanya demokrasi mi istiyor?
Ne ABD’nin ne de krizin dinmediği Almanya’nın AKP yönetimiyle yaşadığı sorunların demokrasiyle, özgürlüklerle, hak-hukukla ilgisi yok. Hiç bir zaman da olmadı. ABD, Almanya ve Batı dünyasının Saray rejimiyle yaşadıkları sorunlar dönemsel çıkarlarının çakışmasıyla ilgili. Her iki ülke de uzun yıllar AKP’yi tüm gücüyle destekledi. Toplumsal muhalefetin tüm uyarılarına rağmen bu destek sınırsız bir şekilde iktidarın ayağına serildi.
ABD ve Almanya’nın iktidara itirazları, AKP’nin çizilen çizginin dışına taşmak istemesinden ve mevcut iktidarla çıkarlarının kimi noktalarda çatışıyor olmasından kaynaklı.

Sol ne yapmalı?
Solun antiemperyalist, bağımsızlıkçı, enternasyonal kimliği emperyalizme cepheden karşı duruşu gerektirirken, bu odaklarla içiçe olan ancak dönemsel olarak güç çevreleriyle sorunlar yaşayan kendi egemenlerinin her türlü oyununu teşhir etmeyi de bir zorunluluk kılar. Her ne koşul altında olursa olsun iktidarın siyasal ve ideolojik yönelimlerine meşruluk kazandıracak argümanlar üretmekten kaçınmak bir elzem. Bu handikaba düşenlerin hali ortada.
İçeride siyasi iktidarın otoriter, baskıcı, gerici “yeni rejim”ini haklı bir şekilde eleştirirken, dış politikadaki sonu gelmeyen krizler karşısında “milli çıkar kutsiyeti” adına siyasi iktidarın arkasında saf tutmak ideolojik bir körlükten ibaret olur. Emperyalizme göbekten bağımlı, varlığını bu güç odaklarına borçlu bir iktidarın, kendi çıkarını “milli çıkar” adı altında halkın çıkarıymış gibi sunması kimseleri yanıltmamalı.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Vize paniği: ABD, ilk defa yargılanıyor! - Arslan BULUT

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ardahan Milletvekili Öztürk Yılmaz, ABD'nin Türkiye'den bütün vizeleri askıya almasına kadar nasıl gelindiğini anlatırken bunun, ABD'nin İstanbul Başkonsolosluğu'ndaki bir kişinin tutuklanması ile başlayan sürecin ötesinde bir husus olduğunu söyledi.
Öztürk Yılmaz, "Darbe girişimi sonrası yaşanan süreçte; siyasi iktidarın darbede ABD'nin rolü olduğu yönünde yaratmak istediği algı, FETÖ, Reza Zarrab, Halkbank dosyası, Astana'da başlayan Suriye süreci, S-400 füze savunma sistemlerinin alınması konusunda Rusya ile yakınlaşma, ABD'nin PYD'yi silahlandırma kararı, Cumhurbaşkanı'nın ABD ziyaretinde korumaların karıştığı münakaşalar ve son olarak ABD Büyükelçisi'nin giderayak yaptığı açıklamalar süreci buraya getirdi." dedi...
                                                                              ***

Bir defa darbe girişiminde ABD'nin rolü olduğu, "yaratılmak istenen bir algı" değil, gerçeğin ta kendisidir. Bu süreç Ergenekon, Balyoz davaları ve kozmik odaya giriş ile başlamıştır. Şimdi Türk subaylarına ve Türk aydınlarına kumpas kuranların hepsinin ABD ile bağlantıları ortaya çıkmaktadır.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca FETÖ soruşturması kapsamında tutuklanan ABD'nin İstanbul Başkonsolosluğu görevlisi Metin Topuz'un,
*17-25 Aralık 2013 darbe girişimini planlayıp icra eden eski emniyet müdürleri,
*15 Temmuz 2016'daki darbe girişimine katılan kişiler,
*Ve FETÖ'ye üye olmak suçu sebebiyle hakkında soruşturma yürütülen 121 kişi ve ByLock kullanan çok sayıda kişiyle yüzlerce irtibatının tespit edildiği bildirildi.
Metin Topuz, ''Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs'', ''casusluk'' ve ''Türkiye hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs'' suçlamasıyla tutuklandı!
İddiaya göre Metin Topuz, casusluğu hangi ülke yararına yaptı? ABD'nin değil mi?

                                                                            ***
Anadolu Ajansı'nın haberine göre Metin Topuz'un irtibat halinde olduğu darbeciler isim isim, sevk yazısında belirtiliyor. Ayrıca "17/25 Aralık girişiminin yargı ayağını yöneten" eski İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili firari sanık Zekeriya Öz ile ABD İstanbul Başkonsolosluğu görevlisi Metin Topuz'un irtibatının tespit edildiği bildiriliyor.
Yine sevk yazısında, 1994-2017 yılları arasında 120 defa yurt dışına giriş çıkış kaydı bulunduğu belirtilen şüpheli Metin Topuz'un, 17-25 Aralık girişiminde emniyet ve yargı ayağını yürüten şüphelilerle, eylemin asıl faili konumundaki dış istihbarat servisleri ve ülkeler arasında "aracılık görevini" yürüttüğü ifade ediliyor.
Metin Topuz da ifadesinde Zekeriya Öz ve polis müdürleriyle görüşmelerini iki ülke arasındaki narkotik iş birliği çerçevesinde sürdürdüğünü ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhine hiçbir yasa dışı işe girişmediğini belirtti.
Sevk yazısında ise "Şüphelinin, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimini yöneten Fetullahçı Terör Örgütü mensuplarıyla ABD'nin Pensilvanya eyaletinde yaşayan FETÖ lideri Fetullah Gülen arasındaki irtibatı sağladığı" iddia edildi.
                                                                             ***

Kısacası, Metin Topuz soruşturması, ABD'ye yönelik çok ciddi suçlamalar içermektedir. Sadece bu soruşturma bile ABD'nin panik yapmasının sebebi olabilir. Bu soruşturma, bir hesap görmedir. ABD'nin Ergenekon ve Balyoz davaları ile başlayan Türkiye'yi işgal girişimi, 15 Temmuz'dan itibaren geri püskürtülmektedir. Bir darbe girişimindeki ABD parmağı, ilk defa soruşturulmaktadır. Üstelik Topuz'un eşi ve oğlu da gözaltında ve bir başka Başkonsolosluk görevlisi de gözaltı kararı sebebiyle binadan çıkamıyor!
Diğer taraftan, Fars Haber Ajansı'nın haberine göre Amerikalı tarihçi Huan Cool, Ayetullah Hamaney'in Amerika'nın güvenilmez olduğu konusunda haklı çıktığını yazdı.
AKP iktidarı, şimdi bunu anladı ama ABD'ye çok açık verdiler. Bu yüzden kıvranıyorlar. "Metal yorgunluğu" denilen de budur.

Arslan Bulut / YENİÇAĞ

9 Ekim 2017 Pazartesi

Millet ve başkanları - İLKER BELEK

AKP ne kadar dinciyse, en az o kadar da piyasacı. Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan özelleştirmelerin 15 katını son 15 yıl içinde gerçekleştirdi. Sağlık, eğitim, ulaştırma, konut, enerji sektörlerini özele devretti.

Bu yağma furyası aynı zamanda ittifakla AKP’yi oluşturan sermaye grupları, cemaatler arasında bir koordinasyonu, sıralamayı da gerektiriyordu. Hangi ihale kime verilecek meselesiydi söz konusu olan ve AKP ittifakının devamı açısından bu iş yaşamsal öneme sahipti. Örneğin eğitim sektörü Fethullah’a bırakılmış ve O da özel dershanelerle epey dünyalık yapmıştı.
Şimdi belediye başkanlarının istifa ettirilmesinin bu düzende yeni bir usul oluşturmak amacı taşıdığı kesin. Zira belediye denilen yapı kentin el değmemiş alanlarının betonlaştırılmasından kimin para kazanacağını belirleyen bir mekanizma olarak işliyor.

Bir şey daha var: Biliyoruz ki AKP ekonomisini ayakta tutan şey yıllardır hep kayıt dışı sermaye girişleri oldu (net hata noksan payı) ve bu noktada muhtemelen Arap sermayesinin payı çok büyük. AKP idare heyetinin bir de bu payın kimlere, nerelere tahsis edileceği konusunda yetkili olduğu kesin.

Ama başka bir şey daha var: AKP 16 Nisan referandumunu hileyle zor bela kurtarmış olsa bile, “evet” oranı 2019 için işi sıkı tutmak ve ek önlemler almak gereği bulunduğunu da açığa çıkardı.
“Nasıl olsa sandık ellerinde, sonucu istedikleri yüzdeye ayarlamaları mümkün, seçim sonuçlarını garanti etmek için ne diye ilave gayret göstersinler?” denilmemeli. Evet her şey ellerinde ama bu kadar kör gözüm parmağına yapılan oyunlar da içerideki memnuniyetsizliği ve dışarıdaki eleştirileri artırıyor. İşi olabildiğince usulüne uygun biçimde yürütmekte, en azından öyle olduğu havasını yaratmakta, yarar var.
Dolayısıyla şimdi bir taşla birkaç kuşu vurmaya çalışıyorlar:

Birincisini söyledik: Rantın vanasına ayar veriyorlar.

İkincisi, bunu yaparken yıpranmış, haklarında her çevreden değişik eleştirilerin söz konusu olduğu belediye başkanlarını ekarte ediyorlar ve bir yenilenme havası yaratıyorlar. Hem de FETÖ’cü diye nitelenen bu tanınmış simaları yargıdan da kurtarmış oluyorlar. Ne olur ne olmaz yargının ucu başkalarına da değebilir zira.

Üçüncüsü, bu inisiyatifi kullanan Erdoğan bir kez daha parti üzerindeki hakimiyetini tesis ediyor.

Dördüncüsü, yine Erdoğan, Afyon kampının açılışında yaptığı konuşmada özellikle öne çıkardığı gibi, istifa operasyonunun milletin talebi sonucu yapıldığını belirtiyor, oyuna milleti dahil etmeye çalışıyor.

Erdoğan’ın referandumun belirlediği yeni düzenlemeyle yapılacak başkanlık seçimini garanti altına alabilmesi açısından böyle bir hamle yapması kaçınılmazdı ve kendisine “reis” diye tapanların da bu yöndeki beklentisi zaten tepe noktasındaydı.

Demek ki AKP içindeki ittifak ilişkileri iktisadi ve siyasi olarak yeniden düzenleniyor. Bu 2019’a topyekun hazırlık hamlesidir. Orası düzen içinde siyaset yapan herkes için kritik aşamadır. Zira birisi ilk kez başkan sıfatıyla halk tarafından seçilmiş olacaktır.


AKP’nin sloganı “milletin sözü”. Şimdi milletin seçtiği belediye başkanlarının, “milletin adamı” tarafından istifa ettirilmesi de “milletin adamı”nın yeni bir pozisyona göz dikmiş olduğu yönünde okunmalı: Artık başkan millettir.

Bu operasyon hem AKP’ye hem de Türkiye’ye çok yüksek bir gerilim yüklüyor.
Hep söylediğimiz gibi Türkiye bu anlayışa sığmaz, Türkiye bu anlayışla yönetilemez.
Daha ne alametler belirecek hep birlikte göreceğiz.

İlker Belek / SOL

Erdoğan ve Gökçek - TAYFUN ATAY

Melih Gökçek ve Tayyip Erdoğan, Türkiye’de hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına en erken işaret sayılabilecek 1994 yerel seçimlerinde Ankara ve İstanbul büyük şehir belediye başkanlıklarını alarak bir “gelecek yarışı”na, kendileriyle aynı doğrultudaki başka pek çok insandan önde ama birbirleriyle aynı hizada başladılar.
Akan zaman bu iki “iktidar koşucusu” arasında muazzam mesafe farkı ortaya çıkardı. Bunu Beştepe’deki görüşmede ne olup bittiğini kelimesi kelimesine bilemesek de gözlemliyor, duyumsuyoruz.
Devam etmeden, belirtmek isterim ki bu, “spekülatif” bir yazı. Tahmin yürütüyorum. Kendimce bu tahminleri besleyen somut veriler de, maddi temeller de var ama takdir size ait...
Bence Melih Gökçek’in siyasi serüveninde bir “hobi”, bir de “fobi” oldu.
Gökçek’in hobisi, kendisinin de zaman zaman dile getirdiği üzere CHP’dir.
Fobisi ise hiç ama hiç dile getirmediği, ancak alttan alta hissedildiği üzere “RTE”dir.
Gökçek’in 1994-sonrası siyasi yükselme çabasına bir “Erdoğan-kompleksi” damga vurmuştur.
Elbette Gökçek, çekirdekten bir “Milli Görüş”çü, yani Türkiye’ye has İslamcılığın bağrından çıkmış bir figür değildir. Onu ilk, 1980’lerde ANAP döneminde Keçiören belediye başkanı olarak, ülkücü cenahla titreşimli ve anti-komünizm itkili bir garez ve şiddet operatörü olarak hatırlıyoruz.
Sonra Refah Partisi’ne geçiş yaptı.
Bu, tabii ki neredeyse çocukluğundan beri o bünyenin içindeki Erdoğan karşısında Gökçek’in en büyük dezavantajıydı.
Ama bir başka faktör daha var: Karizma...
Erdoğan’ın siyasi gidişatını, 1994-sonrası süreçte ayan beyan belirginleşen “karizmatik otorite”si, daha da öte bu karizmaya kapılmış kitlelelerin talep ve beklentileri belirler oldu.
Bu bakımdan Tayyip Erdoğan, kendi karizmatik otoritesinin mahkûmu bir muktedir olarak da değerlendirilebilir. Belki de bu, onun “kısırdöngü”südür.
Gökçek’in karizması yok. O, evet korkunçtur, ama hiçbir zaman bir karizmatik otorite olarak ayrımsanmadı.
Bu yüzden onun kısırdöngüsü, her seçim ona yerinden olma riski yaşatan ve yerinden olmamak için allem edip kallem edip her türlü karşı-stratejiyi işlerliğe soktuğu Ankara halkı oldu.
Elbette hasar, Ankara’ya, Ankaralılara, en çok da Çankaya’ya, ODTÜ’ye olmuştur.
Ama bir yandan da Ankara, Gökçek’in mahkûmiyeti olmuştur.
Bu mahkûmiyeti aşma yolunda Gökçek, başka açılım imkânları arar oldu. Medya, el attığı alandı, ama arzu ettiği sonucu alabildi mi, tartışılır. Dedik ya, karizması yoktu; ne Erdoğan-vari, ne de Acun-vari mahiyette!..
Medyadan da sosyal medyaya açıldı. Ve işte bu, 1980’lerden beri tanır/bilir olduğumuz korkunç figürün hızla gülünç bir figüre dönüşmesine yol açtı.
Medyanın esası “eğlence”, sosyal medyanın esası “mavra”dır.
Gökçek sosyal medyada 4 küsur milyon takipçi yapıp çok “ünlendi”. Ama bu, yıllarca karşıtlarında yarattığı korku, öfke, nefret duygularının yerini dalga geçmelere, “ti”ye almalara, acıma duygularına bırakması pahasına oldu.
Sosyal medya “aşkı”, şedit bir siyasi kariyerle ne olmuşsa olmuş Gökçek’i çözdü, çözeltti, çökeltti.
O yüzden 1994’te aynı hizada başlayan iktidar koşusunda bugün gelinen noktada Beştepe’de Erdoğan-Gökçek görüşmesinin bir çıktısı da “Melih Başgan”a “Reis”ten nasihatler eşliğinde Twitter yasağı oluyor.
Hazin bir final!
Adeta dersine çalışmayıp fuzuli işlerle uğraşan çocuğun, babası tarafından kulağının çekilmesine benzer bir muameleye maruz kalmak!..
Peki, iş burada biter mi?..
Hayır, bu da Gökçek’i çok hafife almak olur.
Yaşadığını kolay kolay unutacağı, sineye çekeceği kanısında değilim.
“Trump Amerikası”nın korku fantezisini, o Amerika’nın gerçek korkunçluklarından beslenerek yansıtan “American Horror Story-Cult” dizisinin (FX) ilk bölümünde ne diyordu benzer bir muameleyle karşılaşmış korkunç başrol karakteri:
“Aşağılanmış bir ruhtan daha tehlikeli bir şey yoktur.”
Dolayısıyla bizim "korku filmi"miz de devam ediyor.
AKP denen korkunç iktidar makinesinin içten çöküşüne şahit oluyoruz.
Oluyoruz ama, söz konusu “makine”nin hacmi düşünüldüğünde bu çöküşün sadece kendisine mi, yoksa hepimize mi zarar vererek, yıkım üreterek gerçekleşeceği sorusu hâlâ yanıt bulmuş değil!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

8 Ekim 2017 Pazar

Nedir bu AKP’deki değişim? - Berkant Gültekin

Erdoğan’ın temel amacı, içeride oluşması muhtemel bir basınç noktasını güç biriktirmesine izin vermeden buhar haline getirmek. Bu süreçte bir siyasal partiye değil, sadakatinden şüphe duymadığı bir orduya ihtiyaç duyuyor.

AKP’de bir süredir “yenilenme” ve “değişim” rüzgârları esiyor. Tabiatıyla bu konu Türkiye siyasetinin önemli gündem başlıklarından biri haline geldi. Şimdiye kadar İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Düzce Belediye Başkanı Mehmet Keleş, partinin talebi sonucu istifa etti.
İktidara yakın kalemlerden Abdülkadir Selvi, “AK Parti’de değişim süreci başladı. Değişecek belediye başkanı sayısı ise beklenenden fazla olacak. Çünkü Erdoğan için 2019 seçimleri, var olmak ya da yok olmak gibi bir anlam taşıyor” diye yazdı.
Basına yansıyan iddialara göre Erdoğan şimdilik; Ankara, Bursa, Balıkesir, Uşak, Niğde ve Nevşehir belediye başkanlarının istifalarını istiyor. Buna karşın sürecin sorunsuz bir şekilde kotarılamayacağı şimdiden belli oldu. Balıkesir Belediye Başkanı Edip Uğur, istifa etmeyi reddederken, bir “direniş” gösterisi de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’ten geldi.
Topun ağzına konulduğunu anlayan Gökçek, Saray’da Erdoğan’la özel bir görüşme bile yaptı ve İstanbul’daki meslektaşı kadar kolay pes etmeyeceğinin işaretlerini verdi.

Erdoğan’ın bu hamlesi, “yenilenme” ve “değişim” kavramlarıyla cilalanıyor. Medya da aynı kavramları yaygınlaştırarak süreci toplumsal algıda istenen biçimde pekiştirmeye çalışıyor.
Sözde Erdoğan, farklı bir dil ve üslup benimseyerek, AKP’nin yerel yönetimleriyle seçmen arasındaki bağı yeniden inşa etmeyi arzuluyor. Oysaki Erdoğan ve AKP kurmaylarının kullandığı ‘sempatik’ siyasi argümanlar işin boyası.
Öncelikle yapılmakta olan işi kavramsal  bakımdan doğru saptamak gerekiyor. Zira başlığı doğru koymak, bütünü kavrayabilmek açısından kritik. Dolayısıyla süreci “değişim”den ziyade “tasfiye” şeklinde kodlamanın daha uygun düşeceğini söylemek yanlış olmaz.
Selvi’nin dediği gibi, “2019’u var olma yok olma savaşı olarak gören” Erdoğan, şüphe duyduğu isimlerin üzerini birer birer çiziyor. Söz konusu olan sadece belediye başkanlarının değişimi de değil. Geçtiğimiz hafta kongre dahi yapılmadan AKP’nin Giresun, Niğde, Nevşehir ve Kırıkkale il başkanlarının değiştiği duyuruldu.
Erdoğan, siyaseti artık tamamen kişisel bir muharebe alanı olarak gördüğünden, bu savaşta sadakatinden şüphe duymadığı kişileri yanında istiyor. Bu açıdan ismi tartışılan AKP’lilerin, kurtuluşu Erdoğan’a secde etmekte görmeleri yabana atılmaması gereken bir gösterge.
Bazı iktidar kalemşorlarının da “Gökçek görevine devam ediyor ve 2019 sürecinde de Cumhurbaşkanımızın yanında savaşacak” türünden sözleri, meselenin bir “vizyon yenilemesi” değil, “cephe tahkimatı” olduğunu tüm billurluğuyla ortaya koyuyor.

Erdoğan’ın endişesi boşuna değil. Bu süreçte özellikle Karar gazetesinin attığı dirsekler dikkat çekiyor. Yayına başladığı dönemlerde Davutoğlu-Gül çizgisine yakın olan gazete, darbe girişiminin ardından “FETÖ’cü” damgası yememek için kılıcını kınına sokmuş ve Erdoğan’ın arkasında hizalanmıştı.
Ancak son haftalarda gazetede yayımlanan kimi yazılar, AKP içindeki muhalefet fayının yeniden görünür biçimde aktifleştiği anlamına geliyor. Ek olarak, Abdullah Gül’ün, AKP’nin 3. Olağanüstü Kongresi’ne katılmadığını ve gazetecilerin tutuksuz yargılanmasından yana olduğunu belirttiğini de buraya not edelim.
Elbette buradan Gül’ün demokrat olduğu gibi absürt bir sonuç çıkarmak doğru değil ancak Erdoğan’ın ve hükümetin “terörist” olarak kabul ettiği gazeteciler konusunda aldığı açık tutum, ayrım noktalarını kavramak açısından önemli.

Gökçek’in tweeti ve ilk rauntun sonu
Neoliberalizm ve Arap Baharı gibi kendisini ayakta tutan dinamikleri kaybeden Erdoğan, birkaç yıl önceki küreselleşmeci tutumunun aksine bugünlerde katı “millici” bir imaj çizmeye çalışıyor. Önümüzdeki süreçte karşısındaki yüzde 50 kadar, parti içindeki çalkantılarla da meşgul olacağının farkında. Erdoğan’ın temel amacı, içeride oluşması muhtemel bir basınç noktasını güç biriktirmesine izin vermeden buhar haline getirmek. Kendisinin kudretinden şüphe duymayacak bir parti mimarisine ihtiyaç duyuyor. Aslında bir siyasal partiden ziyade ordu yaratmayı amaçlıyor. 
Bu momentteki tüm hamlelerini de olası sarsıntıların hafif sıyrıklarla atlatılması için yapıyor. Yeni dizayn uyarınca, Erdoğan’ın “Kadir Abi” dediği Kadir Topbaş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı görevinden ayrıldı.
Şimdi hedefte Melih Gökçek var. Erdoğan’ın, 1994’ten beri Ankara’yı yöneten Gökçek’e siper olmaması ve isminin yıpratılmasına ses çıkarmaması, Gökçek’in biletinin kesildiğine ilişkin önemli işaretler.
Şu an gözlem yapılıyor ve tansiyon ölçülüyor. Görüldüğü kadarıyla meydanda Gökçek’e kol kanat gerecek birileri yok. Dahası Gökçek’in oyun dışına çıkarılmasının, Erdoğan’ın ittifak kurduğu kimi ulusalcı çevrelerce de (AOÇ talanı üzerinden) olumlu karşılanacağının altını çizelim.
Belli ki Erdoğan’ın, Gökçek’e dair giderilmesi güç kuşkuları mevcut. Bunların tümünü tam olarak bilmek olanaksız. Kuşkusuz Bülent Arınç’ın “Gökçek, Ankara’yı parsel parsel FETÖ’ye sattı” sözlerinin ve Gökçek’in oğlunu Ankara Ticaret Odası Başkanı yapma hevesi gibi bazı ‘özerk’ ekonomik girişimlerinin bu fazda bir anlamı vardır.
Gökçek vadesini uzatmak adına Saray’da Erdoğan’la yaptığı görüşmenin ardından, “Sayın Cumhurbaşkanıma Külliye’nin karşına yapılacak müzeyle ilgili projenin tüm detaylarını sundum” şeklinde bir tweet attı.

Bu “Reis, Gökçek’i müzeye kaldıracak” diye gazetecilere kulis bilgisi veren kimi AKP’lilere bir mesajdı. AKP Parti Sözcüsü Mahir Ünal’ın “İstifa söz konusu değil” açıklamasına bakılırsa, Gökçek ilk rauntta nakavt olmadı.
Belki Erdoğan’la görüşerek kendisini en azından 2019’a kadar koltukta tutmayı başardı.
Ama şu bir gerçek ki kum saati Gökçek'in aleyhine işlemeye başladı.
Ne de olsa krala yaslanan kralla devrilir.
Bazen de kral isterse, kendisine yaslananları devirir.

Berkant Gültekin   / BİRGÜN


Orwell’ın Hayvan Çiftliği, popüler kültür ve cehalet… - Zeynep Altıok Akatlı / BİRGÜN PAZAR

Bu bilmezlik, siyasi rant için bile bile gerçekleri değiştirme, yalan -adını siz koyun önümüzde apaçık duran -sevgili annem Füsun Akatlı’nın bir kitabına Shakespeare’den esinle isim olarak verdiği- “kültürsüzlüğümüzün kışı”nı yaşadığımız gerçeğidir.

 TDK’ye göre ‘diktatör’ün tanımı: Bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış kimse.

TDK’ye göre ‘adalet’in tanımı: Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması.

Hayvan Çiftliği, Onuncu Bölüm: “Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir!”

Birini tercih edeceğiz. Ya yasalar önünde eşit yaşayan özgür ve demokrasiye bağlı bireyler olacağız. Ya da diktatör ne derse o olacak…

Yani ya hepimiz ya da hiçbirimiz…

• • •

Son günlerde Orwell’in Hayvan Çiftliği romanı üzerinden yapılan açıklamaya bakılırsa AKP’nin Genel Başkanı ne derse olsun istemenin de bir adım ötesine geçmiş ne uydurursa o olsun istiyor! 15 yıllık AKP iktidarı boyunca sistemli şekilde öncelikle eğitimi hedef alarak yerleştirilen kültürsüzlük, bu yozluğun inşası için kullanılan popüler kültür ve kalıcı olan teslimiyet sayesinde koca ülke sahici bir çiftliğe dönüştü.

Öyle ki kulaktan dolma bilgilerle afili yazar, filozof isimleri kullanmak bu yolla aydın postuna bürünmek de yetmiyor. Hiç söylenmemiş sözleri, hiç kastedilmeyen yorumları bu isimlere atfederek, çıktığınız tahttan büyük bir özgüvenle ‘hayvan çiftliğindeki sürülere’ doğru savuruverdiniz mi daha güvenilir, bilge ve inandırıcı görünüyorsunuz anlaşılan. Kimse işin gerçeğini bilmez, kimse sorgulamaz nasılsa. Sorgulamayan, düşünmeyen sadece beyana inanan bir toplum inşa edilmiştir artık. Düşünenler susturulmuş, konuşanlar tutsak edilmiş, ısrarcılar bir şekilde yok edilmiştir. ‘Kral çıplak’ diyebilecekler de korkudan susmaktadır.

Hayvan Çiftliği olabilecek en ince ve ironik biçimde tam da bu tabloyu anlatır. Kitapta özetle; çiftlikte yaşayan hayvanlar baskılar ve kısıtlanan özgürlüklerden yılmıştır. Arzuları kendilerine iyi davranılması olan hayvanlar başkaldırır ve yönetimi ele geçirirler. Bir kanun çıkartırlar. İnsanlar gibi olmayacaklar, asla başka bir hayvanı öldürmeyeceklerdir. Başta her şey yolunda gider ve kendi aralarında yaptıkları eşit iş dağılımı ile çiftliği mükemmel şekilde işletirler.

Ancak iyilik bu kadar kolay değildir. Diğerlerinden üstün olmak isteyen hırslı domuzlar iktidarı ele geçirir ve insanlardan da daha baskıcı bir düzen kurarlar!

Snowball adındaki domuz okumayı öğrenip diğer hayvanlara öğretmeye başlar. Snowball düşünen biri olduğu için zamanla liderliğini kaybetmekten korkan Napolyon’un kinini kazanmaya başlar. Napolyon gücünü koruyabilmek için yavru köpekleri polis gibi eğitip kendi himayesine alır. Gücü eline geçirdiğinde Snowball’u hain ilan ederek çiftlikten attırır. Napolyon ihtiras ile kendine göre kararlar almaya başlar. İlk olarak kelime oyunları ile anayasa’da değişikliklere gider. Tabi ki değişiklikler hep kendi rahatı, rantı ve iktidarı içindir. Çiftliğe propaganda için yandaş medya’yı getirir ve sürekli kendini haklı gösteren ve öven yayınlar ile hayvanların beynini yıkamaya başlar! Çiftlikte bir sorun olduğunda bir zamanlar kovdurduğu ve ortalıkta görünmeyen Snowball’a suçu atar. Güzel bir şey olduğunda da kendi marifeti olduğunu bağırarak anlatır. Muhalif bir görüş olduğunda ise polis köpeklerini salarak korku yaratır.

Napolyon çiftlikte kıtlık başlayıp açlık baş gösterdiğinde tavukların yumurtalarını satmaya karar verir. Fakat tavuklar karşı çıkınca onları hain ilan eder ve hepsine ölüm cezası verir. Anayasada da maddeyi “hiçbir hayvan öldürülemez, hainler hariç” diyerek değiştirir. Bunun üzerine tüm tavuklar öldürülür. Napolyon başkan olmanın konforunu sonuna kadar yaşamak ister ve bu yüzden bir zamanlar çiftlikten kaçırdığı insanlarla anlaşma yapar. Keyfi için çiftliğin ürünlerini onlara satar ve ihtişam içinde hayatına devam eder…

Bu kısa özete baktığımda benim aklıma gelen Birleşmiş Milletler olmadı nedense. Hatta kitabın yazıldığı dönemde eleştiri getirdiği Stalin ve onun iktidarı da aklıma öncelikli olarak düşmedi.

Tarihsiz bir sistem eleştirisi olarak Hayvan Çiftliği’nin, muktedirin diline nasıl ve neden düştüğüne bakalım. İktidarın siyasal İslâm etkisi altına alarak topyekûn değiştirmek istediği eğitim sistemi felsefeye, edebiyata, sanata düşman. Geçmiş ve bugün bağını yok etmek üzere belleksiz ve bilgisiz bir toplum yaratma emeliyle ilk ve orta öğretimi tamamıyla imam hatiplere teslim eden anlayış iş yüksek öğretime geldiğinde intihallerle profesör olan, “Cemevi, Ali, insana saygı, Madımak, hoşgörü diyen ne kadar namussuz mezhepçi varsa Halep’te katillerle beraber. Lanetliler topluluğu…” sözleriyle halkı açıkça kin ve düşmanlığa teşvik eden açık nefret dili kullanan akademisyenler gibileri koruyup kollar hatta iktidarın kilit görevlerini emanet eder.

Cahilleştirilen kitleler toplumsal hafızasızlık da eklendiğinde süslü sözlere, kof vaatlere kolayca inanır hale geldi. Öyle ki bilgisizliği açığa çıkaracak, ifşa edecek birikimde eğitmen, siyasetçi, gazeteci de bulunmaz oldu genç nesil arasında. Tarihi, doğruyu, bilgiyi eğip bükme de yetmez olunca okkalı yalanlar devreye giriveriyor şimdilerde. Öyle ya Kabataş’ta gündüz ortası 100 adamın bir türbanlı bacımızı üstleri çıplak, deri pantolonlar ve zincirlerle çevreleyip üzerine işediği ve gelip geçen kimsenin de müdahale etmediği müthiş bir zulüm tablosuna ülkenin önde gelen “okumuş yazmış” gazetecileri, genel yayın yönetmenleri bile inanır!

“Camileri ahır yaptılar” klişesi yetmemiş olsa gerek “cenazeleri yıkayacak imam yoktu” safsatasını sorgulayacak ‘cenazeyi imam yıkamaz ki’ diyebilecek “dindar” bile bulunamaz olur. Bu söylemler ve eğitim politikalarının bugün ülkemizi getirdiği yer 993 bin 794 öğretmen, 156 bin akademisyen yanında 101 bin imam-Kur’an kursu hocası-müezzin; 61 bin 201 okul yanında 87 bin 806 cami bilançosudur. İstanbul Müftüsü “10.000 cami daha gerek İstanbul’a” diyor. Sanırsınız büyük bir zulüm var. Evet 21. yüzyıl Türkiye’sinde cenazeler yerlerde kalıyor ama imam yokluğundan değil. İnsanlık ve vicdan yokluğundan!

Bugün ömründe bir edebiyat eseri okumamış, konsere gitmemiş siyasetçiler “Yeni Türkiye”nin inşası için kolları sıvamış; büyük bir kurtuluş savaşının ardından kurulan köy enstitülerinde yetişen öğretmenleri, sanatçıları, gazetecileriyle aydınlanan genç Cumhuriyetin bilimle sanatla, kültürle yetişen bireyleriyle üreten, büyüyen Atatürk’ün Türkiye’sinin fabrikalarını, TDK, TÜBİTAK gibi kurumlarını, okullarını, üniversitelerini, demir yollarını, topraklarını, ormanlarını talan ediyor.

Bunu yaparken de Orwell’i çarpıtıyor, August Comte gibi ‘sorunlu bir şahsın’ fikirlerinin kabul görmesinden rahatsız oluyor. Öyle ya “yerli ve millisi” dururken! Oysa “kendinden” bildiği İbn-i Haldun’u yasaklayan sandığı gibi ilerici, laik, kesimler değil gericiliği, baskı ve yasakları ile nam salmış Abdülhamit’tir. İbn Haldun’un dinsel, siyasal olaylara ideolojik bir açıdan bakmadığını, akıl ve bilimi esas aldığını bilse böyle sever miydi bilinmez. Ama “kindar ve dindar” kitlesi İbn Haldun’u da bilse bilse reisi kadar bilir nasılsa.

Şöyle bir bakalım bizim “ben söyledim oldu” çiftliğinde kimler başka neler söylemiş:

Recep Tayyip Erdoğan: “Türkiye hiç bu kadar özgür olmamıştı.”
159 gazeteci tutuklu, hapishaneler yetmiyor 175 yenisi inşada.

Bekir Bozdağ / Eski Adalet Bakanı: “Türkiye’de tweet attı diye
tutuklanan bir Allah’ın kulu yok”
Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiği iddiasıyla 1845 kişiye dava açıldı. Bu sayı Ahmet Necdet Sezer için 26, Gül İçin 139 kişiydi.Onlara hakaret mi edilmiyordu? Daha mı çok seviliyorlardı? Ortada hakaret falan yok bu bir cadı avı mı?

Mehmet Şimşek: “Ortada OHAL varmış gibi bir hal yaratılıyor”
Yok canım olur mu hiç. OHAL zaten olağan halde lale devri demek. Ha bu arada 111 bin 240 kamu görevlisi ihraç edildi. 1656 kişi sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklu ve 35 kişi intihar etti…

Burhan Kuzu / Eski Anayasa Komisyon Başkanı – AKP Milletvekili – “Profesör”:
“Türkeş, 27 Mayıs cuntacılarının idam kararını onaylamalarına karşı çıkınca, Hindistan’a sürüldü, tabutluklara konuldu ve tırnakları söküldü.” 
Oysa Türkeş’in tabutluk “iddiası” Tarhan Erdem’in dediği gibi 1944’te, Yeni Delhi’ye gönderilmesi 14 Kasım 1960’da, idam kararlarının onaylanması 16 Eylül 1961’deydi… Ne gam! ‘Ben söylerim bugün gündem köpürtür, cahili dolduruşa getirir, muhalefeti hedef gösteririm.’ bakışı, sosyal medyada gerçeği bilenler tarafından alay konusu olunca da koskoca profesör “yapan aynı da ondan” diye savuşturur.

Yine Burhan Kuzu:
“Madımak vahşeti, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, Eşref Bitlis Paşa’nın helikopter kazası ve Özal’ın zehirlenmesi aynı yıl; 1993… İktidarda SHP var.”
Burhan Kuzu insanların acılarından siyaset çıkaracağına, o acıları bizlere yaşatanlara neden kol kanat gerildiğini anlatırsa belki kendisini dinleyen, ciddiye alan birileri çıkacaktır.

Bu bilmezlik, siyasi rant için bile bile gerçekleri değiştirme, yalan -adını siz koyun önümüzde apaçık duran -sevgili annem Füsun Akatlı’nın bir kitabına Shakespeare’den esinle isim olarak verdiği- “kültürsüzlüğümüzün kışı”nı yaşadığımız gerçeğidir.
İktidarın yarattığı kültürsüzlük ikliminde hangi birine ne anlatsam bilemedim. Ama eyleme geçmiş cehaletin; aralarında babam Metin Altıok’un da bulunduğu Behçet Aysan, Asım Bezirci, Uğur Kaynar, Nesimi Çimen, Hasret Gültekin, Asaf Kocak gibi aydınları düşündükleri ve aydınlattıkları için ateşe verdiği 35 insan adına onları ve nicelerini hedef alan siyasal İslam ideolojisinin bugüne şekil verdiği günlerde bu bilinçli aldatmacaya bir yanıt vermek gerekli. Zira o gün ateşe verilen Madımak’ta asıl hedef bugün yaşadıklarımızdı. Şimdi iktidar muhterislerinin çoklukla kullandığı bu yanlışa karşılık kısa bir ‘ders’ zamanı…

1-Sivas Katliamı olduğunda Kuzu’nun iddia ettiği gibi SHP iktidarda değildi. 25 Haziran 1993’te kurulan 49. hükümet DYP ve SHP koalisyonuydu ve hükümet daha 1 haftalıktı! İçişleri, Milli Savunma ve en önemlisi Başbakanlık DYP’deydi.
2- Bugün Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı üzerinden yürütülen “ılımlı İslam” soslu rejim değişikliğinin ilk ve en keskin denemesi
2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta “Cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacak”, “kahrolsun laiklik” sloganlarıyla Cuma namazından çıkan ve devletin göz yumarak izin vermesi sonucu 15 bin kişiye ulaşan kalabalık tarafından yapılmıştı. Sivas Katliamı’nın zaman aşımına uğramasına 
‘hayırlı olsun’ diyen de AKP’nin Genel Başkanı’nın ta kendisi. O gün aydınlarımızı yakan zihniyet bugün Sivas Katliamı’nı savunan neredeyse tüm avukatları parlamentoya ya da devletin çeşitli sorumlu kademelerine taşıdı. Son örnek Gümrük Bakanı ve çiçeği burnunda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı. 
3-Bir haftalık iktidar ortağını Madımak Katliamından sorumlu tutanlar 15 yıllık tek başına ve blok iktidar döneminde kırmızı bültenle aranan katliam sanıklarının yakalanması için üzerine düşeni yapmadı, adaletin yerini bulması için dinlenmesi gereken kilit isimleri sorgulamadı, karanlığın aydınlatılması için adım atmadı. Faili meçhul siyasi cinayetlerin aydınlatılması için Toplumsal Bellek Platformu Meclis’e tam 27 kez önerge getirdi bunların tamamı salt AKP oyları ile reddedildi!

Evet! Ya hepimiz ya da hiçbirimiz…

Zeynep Altıok Akatlı - CHP Genel Başkan Yardımcısı / BİRGÜN PAZAR

Saray ekonomisi: İhtişam ve sefalet- FATİH YAŞLI

“Halk ağır vergiler altında ezilirken, saraydaki ihtişam yükselmeye devam ediyordu…”

Tarih kitaplarında kaldığını düşündüğümüz bu cümle, bugünün Türkiye’sini anlatmak için de rahatlıkla kullanılabilir artık. Siyaset Saray’dan yürütülür hale geldikçe, siyasetin merkezine Saray yerleştikçe, Saray siyaseti siyasete damgasını vurdukça, ekonomi de Saray ekonomisi haline geliyor, Saray ekonomisinden bahsetmeksizin ekonomik çelişkileri ve adaletsizliği tarif etmek imkânsızlaşıyor.

Geçen günlerde açıklanan Orta Vadeli Mali Program’a göre Saray’a 2018 yılında 848 milyon, 2019 yılında ise 1 milyar 50 milyon lira tahsis edilecek. Başbakanlığın kaldırılacağı 2020 yılında ise Başbakanlık ödenekleri de Saray’a devredilecek ve tahsis edilen miktar olağanüstü bir artışla 2 milyar 943 lira olacak.

“Gizli Hizmet Gideri” kaleminden, yani kamuoyunda bilinen adıyla “örtülü  ödenek”ten yapılan harcamaların miktarını, son Sayıştay raporunda yer almadığı için bilemiyoruz; su tüketimi aboneliği, ısıtma gideri, elektrik gideri, internet harcaması aboneliği gibi kalemler de gizlenmiş durumda olduğu için raporda yer almıyor. Ancak bildiğimiz kalemler var. Buna göre 2016 yılında Saray’da “temizlik” için 2 milyon 48 bin 921 TL, “kırtasiye masrafı” için 1 milyon 540 bin 858 TL, “beslenme, gıda amaçlı ve mutfakta kullanılan tüketim malzemeleri” için ise 1 milyon 216 bin 63 TL harcanmış durumda.

Saray’dan konuyla ilgili olarak yapılan açıklamaya bakıldığında ise bu rakamlar son derece normal, çünkü “itibardan tasarruf olmaz”: “Türkiye Cumhuriyeti devletinin en yüksek temsil makamı, dolayısıyla ülkemizin vitrini olan Cumhurbaşkanlığı nezdindeki faaliyetlerin ‘itibarda tasarruf olmaz’ anlayışıyla, ülkemizin vakarına yaraşır şekilde yürütülme mecburiyeti vardır.

Bununla birlikte tüm bu hizmetler, hem Türkiye’nin büyüklüğüne ve itibarına yakışır kalitede, hem de en uygun maliyetlerle gerçekleştirilmiştir.”

Saray’daki durum böyle, peki ya halk? Önemli küresel araştırma şirketlerinden biri olan Nielsen’in yaptığı bir araştırmaya göre 2016’da % 9 olan ekonomik durum ile ilgili endişe 2017’de % 20’ye yükselmiş durumda. Bu gayet doğal, çünkü toplum da bizzat kendisi yaşayarak ekonomideki gidişatı tecrübe ediyor; işsizlik, pahalı gıda, mutfak masrafları, kira, çocukların okul harcamaları, hepsi toplumun asli gündemini teşkil ediyor.

Birleşik Metal İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi’nin hazırladığı rapor ise durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Asgari ücret geçen yıl % 7,9 oranında artırıldı, ancak Eylül ayı itibariyle enflasyon 11, 7 oldu, yani daha şimdiden asgari ücretle geçinenlerin alım gücünde % 3 civarında bir azalma var ve bu da yaklaşık 438 liraya tekabül ediyor. Tek tek kalemler bazında bakıldığında ise kayıp daha da artıyor: Ette yüzde 6,4, ilaçta yüzde 4,5, sebzede 3,4, katı ve sıvı yağlarda yüzde 5, süt peynir yumurtada yüzde 5,3 ve kırtasiyede ise yüzde 13,4 oranında bir kayıp söz konusu.

2003’ten 2017’ye enflasyon yüzde 212 olarak gerçekleşmiş, yani hayat pahalılığı ikiye katlanmış; ancak bunun ücretli kesimlere ve alt gelir gruplarına yansıması çok daha şiddetli. Enflasyon düzenli ücretlilerde yüzde 232’ye, yevmiyeli çalışanlarda yüzde 246’ya, emekli aylığı ile geçinenlerde yüzde 238’e, nüfusun en yoksul yüzde 20’lik kesiminde yüzde 242’ye yükselmiş durumda.
Ücret geliriyle geçinen geniş halk kitlelerinin alım gücü giderek azalırken, buna korkunç bir can kaybı eşlik ediyor; güvencesiz ve taşeron çalıştırmanın doğal sonucu olarak, işçi ölümleri gün be gün artıyor. Güya işçi ölümlerini durdurmak için 6331 sayılı yasanın çıkarıldığı 2012 yılından beri ölümler sürekli tırmanıyor. 2016 yılında en az 1970 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi ve 2017 Eylül ayı itibariyle ölen işçi sayısı ise 1485’e ulaşmış durumda. Sömürü düzeni ve özellikle beton ekonomisi ölü işçi bedenlerinin üzerinde yükseliyor, sermaye bir vampir misali işçilerin kanını emmeye devam ediyor.

“Silah alacağız paraya ihtiyacımız var, borçlanmak yerine vergileri artırmayı tercih ediyoruz” yalanıyla, ekonomideki giderek büyüyen deliğe yama yapılmaya çalışıladursun, belki de 15 yıl boyunca ilk kez Türkiye’de geçim sıkıntısı, yüksek enflasyon, işsizliğin artması, vergilerin yüksekliği ve gelir dağılımındaki adaletsizlik bu kadar yüksek sesle konuşuluyor, “ekmeğin bölüşümü” meselesi belki de ilk kez siyasetin öncelikli meselelerinden biri olma potansiyelini taşıyor.Bir yanda giderek artan bir zenginlik, saraylara sığmayan bir ihtişam, öte yanda korkunç bir yoksulluk, korkunç bir sefalet var ve bu durum Türkiye’de adıyla sanıyla bir sınıf siyaseti yapmanın, emekçileri siyaset sahnesine çağırmanın zeminini oluşturuyor. Gericilikle ve despotizmle mücadelenin sömürü düzeniyle mücadele etmeden herhangi bir anlam taşımayacağının giderek daha fazla idrak edileceği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Gericiliği, despotizmi ve sömürü düzenini aynı anda karşısına alan bir siyasetin inşası için solun önünde çok ciddi olanaklar var, Türkiye adım adım yeni bir kırılma noktasına giderken sol bu olanaklardan yararlanmalı, kırılma ve altüst oluşlara güçlenerek hazırlanmalı.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Çaresizliğe gülmek - AYDEMİR GÜLER

Sadece Arda Turan ile Yıldırım Demirören gülmüyorlar. Türkiye solcularının önemli bir bölümü son günlerde AKP’li belediyelerde olup bitenlere kıs kıs gülüyor.
Bu iki gülüş farklıdır.
Birincilere çok kızılmaktadır.
İkincilerse sol kamuoyu için eğlenceli günlere işaret etmektedir. Ben Arda ve Yıldırım beylerin nesine  kızıldığını ve İzlanda’dan üç gol yiyince neden ciddi olmaları gerektiğini bilemedim. Solcuların neyle eğlendiklerini hiç anlamadım…
Arda’nın başı gülmekten ilk defa derde girmiyor. Barselona bir Brezilya takımıyla özel maç yapacaktı ve bu takım aşağı yukarı bütün oyuncu ve teknik kadrosunu bir uçak kazasında kaybetmişti. Barselonalı oyuncular, rakibin acısını paylaşmak üzere saygı duruşuna geçerken bizimki sırıtıyordu. Kendisini bilmem ama sırıtışından aptallık akıyordu. Herkes Arda’ya kızmıştı.

Federasyon Başkanı Demirören de İzlanda hezimetinin ilerleyen dakikalarında bayağı mutlu görüntüler verdi. Yenilgi çoğumuzun hayatında bir şey değiştirmez.
En futbol düşkünü bile üzülür, üzülür, sonra yatar uyur.
Yıldırım bey ise futbol organizasyonunun başındaki kişi olarak belki de görevi bırakmak üzeredir, ama sırıtmaktadır.

İnsanların sinirlerinin bozulup da gülmeleri bir olasılık.
Seyircinin protestosuna karşı küfür niyetine de gülünmüş olabilir.
Sadece aptal olunduğundan da sırıtabilir kişioğlu.
Kesin olan şu ki, bu örneklere kızmak saçmadır.
Arda ile Yıldırım’ın yaşamlarında bazı şeyler değişecek olsa da bunlar meselenin sırrını çözmüş insanlardır. Futbol ile aralarındaki ilişki para ilişkisidir. Bu ilişki en hakikisidir ve bir stadı ve hatta ülkeyi dolduran, futbolla da böyle hakiki bir ilişki kurmanın çok uzağındaki kalabalıkların haline bakıp gülmemeleri için bir neden yoktur.
Arda ile Yıldırım, en kötü ihtimalle takım kaybedince birkaç milyon daha az kazanırlar. O kadar milyonun içinde lafı mı olur, demeyeceğim. Tabii çok üzücüdür ve sinirlerin bozularak yerli yersiz sırıtmaya neden olabilir.
Ama futbolcu ile federasyon başkanı çaresiz değillerdir. Daha az kazandıklarını telafi etmeleri mümkündür pekâlâ.

Asıl çaresiz olanlar AKP’li belediyelere bakıp eğlenen solculardır.
Peki Erdoğan Topbaş’ı gönderince, solcunun ve solcunun kendini vekili saydığı halkın eline ne geçmiştir?
Melih’in müze geyiği, Arda’nın sırıtması gibidir aslında. AKP’nin en muhkem kalesi ve en büyük rant kapısı olarak belediyelerin bütün başkanları işten el çektirilse, hepsi metallerini dinlenmeye alsa, kuşkusuz kazanabileceklerinden birkaç milyon daha azını kazanırlar. İyi de zenginin parası artık züğürdün çenesini, gülmekten mi yoruyor?
Daha karmaşık etkileşimleri ve olası sonuçları ise henüz bilmiyoruz. Yarın öbür gün istifaya zorlanan bir başkan masanın üstüne Erdoğan’ı çok yoracak dosyalar atabilir örneğin. Veya; rant kavgasının geleneksel örgütlenme biçimi mafyalardır ve mafyaların tartışmasının kanlı bir raconu vardır. İşin oraya varması hiç zor görünmemektedir…
Bir başkanın bir başka başkanın saçını başını yolması gerçekten eğlendirici de olabilir. Ama korkarım o eğlence solun sorması gereken hesapların üstünü örtecektir.
Erdoğan’ın siyasal mafya rejiminde işten el çektirmek en büyük ceza halini almaktadır.
Arda Turan futbolu bıraksa, kafadan iş adamı olur. Demirören’in yönettiği şirketlerden yalnızca bir tanesi futbol federasyonudur.
Belediye başkanları farklı mıdır?
Futbol seyircisi üzülüp üzülüp işine gücüne döner. Birileri biraz daha fazla veya az, kazanmaya devam eder.
Peki ya sol ve temsil ettiği halk ne yapacaktır, gülüp gülüp?
Sırtından döndürülen bütün o yağmanın gülünecek nesi var?
Kentlerdeki soygun kimden çıkmaktadır?
Yok edilen kamusal varlıklar, yitirilen yaşamlar geri dönmeyecektir…

Solcular ve halk basbayağı çaresizlikten gülüyorlar. Diğerlerinin aptallıktan sırıttığı ise yanıltıcı bir görüntüdür.
Futbolla para arasındaki bağ kesilmelidir. Bu adamlar o zaman karalar bağlar.
Belediyelerde simgelenen talandan hesap sorulmalıdır.
Rejimin mafya hesaplaşmasına çevrilmesinin hesabı sorulmalıdır.
O zaman bu itişip kakışan hırsız takımının yatacak yeri kalmayacaktır.
Yok edilenlerin, yitirilenlerin geri kazanılması mümkündür.
Gülmeyi bir an önce bırakmakta yarar vardır.

Aydemir Güler /SOL

İspanya ve Katalonya bıçak sırtında - Nilgün Cerrahoğlu

Aradan bir hafta geçmesine rağmen Katalonya’nın bağımsızlık referandumu başkaldırısına İspanya şiddetle karşılık vermeyi seçmedi. 



Katalonya valisi, oylama günü sergilenen ve İspanya’nın imajını yaralayan polis şiddeti için sonunda özür diledi. O günden bu yana Madrid, tüm kışkırtmalara rağmen, seçilmiş Katalan yöneticileri hapse atmak, bölgeye kayyım atamak, Katalonya da OHAL ilan etmek gibi otoriter yöntemlere başvurmaktan özenle kaçındı.
Bunun nedeni İspanya’nın son silahlarını tek seferde tüketmekten korkması ve baskı metotlarının bağımsızlık ateşini büsbütün körüklemesinden çekinmesi.
Her şeye rağmen hâlâ masada olan bu tedbirlere, ancak “en son çare” olarak başvurulacak. Salı günü Katalan yerel yönetimi başkanı Carles Puigdemont vaat ettiği üzere, eğer “tek taraflı bağımsızlık açıklamasını” yapmakta dayatırsa; ancak o zaman bu ekstrem uygulamalar devreye girecek. 

Gizli pazarlık
Madrid’deki son haberler, hükümet ile Katalan yetkililer arasında bu hafta sonu gizli bir pazarlığın yürütüldüğü yolunda.
Yazıya otururken dijital “Republica” gazetesinin genel yayın yönetmeni dostum Pablo Sebastian’ı aradım. Arkadaşımı Madrid’in Taksim’i sayılan, Kristof Kolomb (Colon) Meydanı’ndaki dev İspanya gösterisinde buldum.
Ülkenin en deneyimli gazetecilerinden olan Sebastian, siren seslerinin geldiği meydandaki insan selini “Görmelisin!” diye aktarıyordu: “İspanya’nın dört bir yanından gelen insanlar bugün ulusun birliği ve bütünlüğü için burada.”
Bağımsızlık tehdidinin henüz ortadan kalkmadığına işaret eden meslektaşım, “Tarihi günler yaşıyoruz” diyerek devam etti:
“Ama bu hafta sonu görece bir iyimserlik var. Gerek Başbakan Rajoy, gerek Katalan lider Puigdemont sessizliğe gömüldü. Arka planda gizli müzakerelerin yürütüldüğüne dair söylentiler var. Puigdemont bağımsızlık deklarasyonunu, sürekli erteliyor. Sözde oylamanın ertesindeki 48 saatte, bu deklarasyonu yapacaklardı. Ama ayak sürçüyorlar. Büyük bankalar ve şirketlerin, kaos haftasından sonra Barselona’dan ayrılmaya başlaması, ayırılıkçıları gafil avladı. Puigdemont’un selefi olan bir önceki Katalan lider Artur Mas, Financial Times’a ‘bölgenin bağımsızlığa hazır olmadığını’ beyan etti. Bu ayrılıkçılar arasında çatlakların olduğunu gösteriyor. Hava sanki dönüyor!”
Fondn yükselen “Viva España (Espanya)!” şarkıları ve çığlıkları arasında Pablo’ya veda ediyorum… 

‘Tüm hakların anası’
Pablo Sebastian’ın izlediği büyük gösteri, dün Madrid’de yapılan tek gösteri değildi.
Madrid ve Barselona dahil, dün İspanya’nın çeşitli kentlerinde bir dizi “Katalonya ile diyalog” gösterisi vardı.
Ne Katalan, ne de İspanyol bayraklarının taşındığı ve de herkesin beyazlar giydiği “diyalog” mitinglerde de “beyaz balonlar” uçuruldu ve “Daha az nefret, daha çok sohbet” sloganları atıldı.
Bağımsızlıkçıların sokakları fethetmesinden sonra sıra şimdi, sessiz çoğunlukta. Artık onlar da sokakta. Siyaset bundan böyle hep daha çok sokağa taşıyor.
“El Mundo” gazetesine konuşan felsefe bilimcisi Antonio Valdecantos bunu “siyasetin teatralleşmesi” olarak adlandırıyor.
“Şimdi tüm haklar içindeki en büyük hak artık bu gösterilerde yer almak. Sosyal medya da temaşanın ayrılmaz parçası. Eskiden sokak gösterileri başka bir şeydi. İnsanlar iktidarı devirmek, ele geçirmek maksadıyla sokağa çıkardı. Bugün selfie ve fotoğraf çekmek için çıkıyorlar. Kimin kalabalığı büyükse, imaj savaşını o kazanıyor!”
Katalan bağımsızlığı serüveni aynı zamanda büyük bir imaj savaşı.
Dünya TV’leri ekranlarını isyan bölgesinin bayrakları ile dolduran Katalanlara karşı İspanya’nın geri kalanı da şimdi bu imaj savaşına giriyor.
Temenniler savaşın yalnızca “temsili görüntü” düzeyiyle sınırlı kalması ve Avrupa’nın bütün “ulus devlet”leri için yıkıcı sonuçlar doğuracak tırmanmanın bir şekilde durdurulması.

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Krallıktan cumhuriyete, Katalonya - Mine G. Kırıkkanat

Hindistan’a gittiğini sanırken Amerika kıtasını keşfederek dünya coğrafyasında çığır, insanlık tarihinde ise yeni bir çağ açan Kristof Kolomb; yıllar yılı Genova (İtalya) doğumlu olarak tanındı…
Büyük denizci ve kâşif, kendisini “Genova’lıyım” diye tanıtırken elbette yalan söylemiyordu.
1198 yılında Tortosa’yı kuşatan Katalan Kontu Ramon Berenguer’in ordusunda Genova’lı askerler vardı. Bölgenin fethinden sonra bu askerlerin yerleştirildiği mahalleye de ana yurtlarının adı verildi: Genova.
Aradan üç yüzyıl geçti. Ve Kristof Kolomb, 1446 yılında bu mahallede doğduğu için Genova’lı diye bilindi. Zaten özgün adı da ne Kristof Kolomb’un Fransızca karşılığı Christophe Colomb, ne İspanyolcada söylendiği gibi Cristobal Colon; ama Katalan aslına uygun Christofer Colom olarak yerleşmeliydi.*
Ne var ki gerçek kimliği 16. yüzyıl egemenlerinin tarihine kurban gitti: Her dilde başka adla anıldı ve İspanya kralı için yelken açan İtalyan bir denizci sanıldı.

***

Katalan halkının öyküsü de hep iki arada bir derede kalmışlığın, yanlış anlaşılmışlığın; fazla parladığı için ışığı çalınmışlığın tarihidir.
Katalonya, 1151 ile 1409 yılları arasında İspanya’nın güneyindeki Murcia’dan Fransa’nın Provence bölgesine uzanan, hatta hâlâ bir Katalan lehçesi konuşulan Sardunya ve Sicilya adalarını da içine alan Aragon Krallığı’ydı. 1469’da Aragon Kralı Ferdinand ile Kastilya Kraliçesi İsabel’in evliliği yoluyla İspanya ile birleşti. Katalanlar, 1640’ta da bağımsızlık için ayaklandı ve hatta 1659 yılına kadar süren bir cumhuriyet rejimi bile kurdular! Ne var ki o sırada krallık olan Fransa’nın koruması altında kurulan Katalan Cumhuriyeti, Fransa’nın İspanya ile anlaşmasıyla son buldu ve tıpkı Bask ülkesi gibi, Katalonya da bu iki devlet arasında bölüşüldü. 
 
***

Ulus devlet Fransa, sınırları içre kalan Katalanları da Basklar gibi asimile etti. Ortaçağdan beri federatif bir yapıya sahip ve üniter devlet deneyimi sadece 40 yıllık Frankist dönem olan İspanya ise; 1974’teki anayasa ile demokratik bir monarşiye dönüştüğünde, 17 kadim prensliğe “özerklik” statüsü tanıdı. Frankist rejime en çok direnen, üstelik Fransa ile paylaştığı; yani “osuruğu cinli” diyebileceğimiz Bask ve Katalan bölgelerine, ötekilerden daha geniş yetkiler verdi.
Bugünkü Katalonya krizi, halen İspanya merkezi hükümet başkanı ve Frankist bir geçmişi olan Halk Partisi (Partido Popular) lideri Mariano Rajoy’un eseridir.
2010 yılına kadar 7 milyon nüfuslu Katalonya’da cumhuriyet rejimi ve bağımsızlık isteyenlerin sayısı, 1 milyonu geçmiyordu. 



Olaylar şöyle gelişti: 2004 yılında İspanya’nın sosyalist başbakanı olan Jose Luis Zapatero, özerklik statülerinde bir reforma gitti. Reformda, Katalonya’ya tanınan yeni haklar arasında “ulus” olarak anılmak, Katalancaya “dil önceliği” ve daha önce Basklara da tanınan “yargı bağımsızlığı” vardı. 

***

O sırada muhalefet lideri olan Mariano Rajoy, Katalonya’ya tanınan hakları Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Katalanların yeni özerklik statüsündeki “ulus” tanımı, “dil önceliği” ve “yargı bağımsızlığı” maddeleri, 2010 yılında açıklanan kararla iptal edildi.
Tabii ki Katalanlar “Biz ulusuz ve biz karar veririz” sloganıyla sokağa döküldü.
Geçen pazar yapılan bağımsızlık referandumunda görüldüğü gibi, artık bağımsızlık yanlısı Katalanların nüfusu yüzde 42’ye ulaşmış bulunuyor.
Katalonya yerel yönetimi, halkın yarısından azının onayladığı bir referandumla, söz verdiği gibi “tek taraflı bağımsızlık” ilan ederse sonuçları ne olur?
İspanya, yarından öteye demokrasi tarihinin en büyük türbülansına giriyor.
 
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* Harcourt RAOUL / Journal de la Societe des Americanistes, 1930.

Saray bahçesinde bir konsept çiftlik projesi - ÇİĞDEM TOKER

Sayıştay’ın 2016 yılı raporları çıktı. Cumhurbaşkanlığı denetim raporunu gazetemiz haberleştirdi.
Hatırlatma: 2016’da Cumhurbaşkanlığı’nda toplam 365 milyon 324 bin TL harcanmış.
Mühim detay: Önceki raporlara konulan “gizli hizmet gideri”, bu kez gizlendiği için, tutara örtülü ödenek dahil mi, değil mi bilmiyoruz.
Cumhurbaşkanlığı açıklama yaptı. Açıklamaya göre -Sayıştay belgeli- bu haber “algı operasyonu”ydu, “itibarda tasarruf olmaz”dı.
Yanı sıra denildi ki:
“Milletimiz, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki tüm yatırım ve hizmetlerin, Türkiye’nin itibarına ve Cumhurbaşkanlığı makamının mehabetine uygun şekilde, aynı zamanda harcanan her kuruşta 80 milyonun hakkı olduğunun bilinciyle yürütüldüğü konusunda müsterih olsun.”
  
***

Vesile oldu. “Müsterih olma” faslından bir proje paylaşalım.
Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisine inşa edilen Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın mimarı Şefik Birkiye’nin kurucusu olduğu “Vizzion-Architects” imzalı bir proje çalışması bu.
Adı: “T.C. Cumhurbaşkanlığı Çiftlik Yapıları” Haziran 2017 tarihli çalışma, “Sera-Kümes Yapıları Konsept Proje” başlığını taşıyor.
Her biri 575’er metrekarelik salatalık- biber ve domates bahçeleri ile 340 metrekarelik saksı bitkilerinin bulunduğu alanda, ihtimaldir ki organik seracılık yapılacak.
Cumhurbaşkanı ve Saray personelinin beslenmesi söz konusu olduğunda, maksimum tarımsal sağlık kurallarının gözetilmesi normal olmalı.
Atatürk’ün, bütün bir halkın kullanımına tahsis ettiği AOÇ faaliyetleri nostaljiye dönüşüp yerini “konsept çiftlik projesine” bırakırken “Çiftlik Yapıları” başlıklı alanda, bir de masallardaki gibi bir gölet göze çarpıyor. Domates, salatalık serası ile kümes projesi, tasarruf edilemeyecek itibara dahil midir?

Proje tamamlandığında -tam maliyeti artık halktan gizlenen- Saray’ın konsept çiftlik gider kalemlerini, 2017 Sayıştay raporunda görür müyüz? 

37 milyar ek borçta büyük şüphe
Hazine, bu yılın yasal borçlanma limitlerini doldurdu. Hazine’yi yöneten AKP, şimdi Meclis’ten 37 milyar TL’lik daha yetki istiyor.
Normalde bu tutarın ek bütçe yasasıyla getirilmesi lazım.
Ama dar gelirliden daha yüksek tasarruf isteyen (itibarda tasarruf olmuyor ya) bu ek borçlanmayı torba kanuna sıkıştırmak daha pratik olmalı.
Geçen cuma torba yasa görüşmeleri Bütçe Komisyonu’nda başladı. Muhalefet vekilleri 37 milyar TL’nin nerede harcanacağını soruyor. Eski Maliye Bakanlarından Zekeriya Temizel, “40 yıllık Maliyeciyim böyle şey görmedim” diyor.
Temizel kuşkularını şöyle paylaşıyor:
“25 milyar lira bütçe açığı, 52 milyar lira borç. Niye? 25 milyar lirasını bunun için harcadıysak geri kalan nerede, nereye harcadık? Bankada tutmuyoruz galiba. (...) Kırk yıllık Maliyeciyim, kafamı elimin arasına alıp saatlerce düşünüyorum, ortaya çıkan seçeneklerin büyük bir kısmı tüylerimi diken diken ediyor, ‘Yok ya, olmaz’ diyorsunuz, olmaması gerekir. Burada açık açık tartışmak istemiyorum ama yani bütçe emanetlerinden başlayarak daha önceden belirli sözler üzerine yaptırılmış olan ve ülkeden henüz daha resmi olarak ödenmesi mümkün olmayan alacaklar mı yoksa daha önceden burada tartışa tartışa bir hal olduğumuz devletin muhtemel yükümlülüklerinden tahminlerin çok çok üstünde bir şeyler mi?”
Temizel’in kuşkusunu açalım:
Türkiye’nin tahmin edilebilir devlet yükümlülüklerinin ötesinde mi borcu var?
Birilerinin bizden ödenmesi resmi olarak mümkün olmayan alacakları mı var? 

TVF’nin 3 milyar TL’sini hatırlayan var mı?
Türkiye Varlık Fonu (TVF) Başkanlığı’na, BIST Başkanı Himmet Karadağ vekâlet ediyor.
AA’ya açıklama yapan Karadağ, TVF’nin kuruluş döneminde “anlamsız eleştirilere maruz kaldığını” söylemiş. TVF’nin düşük maliyetli kaynak yaratacağını, KÖİ müteahhitleriyle görüştüğünü belirtmiş. “Uluslararası sistemden hak ettiğimiz finansmanı hak ettiğimiz maliyetle alamıyoruz” demiş. Ve sormuş: “Varlık Fonu olarak sahibi olduğumuz şirketlerden başlamak üzere uluslararası piyasalardan 5 yerine 3’e fon getireceksem veya fonlama maliyetini yüzde 20 ucuzlatacaksam neden böyle bir konsepti kullanmayayım?” Uzun açıklamaların arasında, şu soruların cevaplarını bulamadım:
- Başbakanlık, sekiz ay önce Stratejik Plan’ın yakında açıklanacağını duyurmuştu. Gecikmenin nedeni nedir?
- TVF bünyesindeki kamu şirketlerinin değerleme çalışmasını kim, kaç TL bedel karşılığında yapıyor?
- TVF’nin bağımsız denetimi ne durumda?
- Artık TVF kapsamındaki kuruluşların Sayıştay raporlarını göremiyoruz. TVF, Ziraat Bankası ve Halk Bankası ile nasıl bir ilişki içinde?
- Son torba kanun ile TVF, Hazine’den kaynak mı kullanacak?
- TVF, kurulduğundan bu yana ne kadar harcama yaptı? Yönetim kurulu başkan ve üyelerinin maaşları kaç TL? Akmerkez kirasını kim ödüyor?
- Son vergiler için bize “savunma harcamaları” gerekçe gösteriliyor. TVF, bir OHAL KHK’si le Savunma Sanayi Fonu’ndan aktarılan 3 milyar TL’yi nerelere harcadı?
 
Korkular insanlığımızı kaybettiriyor
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda sadece ekonomi konuşulmadı.
CHP İstanbul Milletvekili Aykut Erdoğdu korkuların insanlığımızı kaybetmemize yol açtığını söyledi. İşlerine geri dönmek için 213 gündür açlık grevinde bulunan Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’yı cezaevinde ziyaret ettiğini söyleyerek gözlemlerini paylaştı: Devlet olarak yaşatmaya çalışsak … Yine yargılayalım, yine gereğini yapalım. Tek istediği öğretmenlik, üstelik Mardin’in Mazıdağı’nda öğretmenlik istiyor. Gittim, ikna etmeye çalıştım, bana bir öğretmenlik anlattı, yemin ediyorum, bu kadar güzel öğretmenlik anlattığı için ve bu kadar bedel ödediği için ödül veririm. Teröristse hukuki delillerini koyun. Mahkemeden kaçırmak için hapishaneden yoğun bakıma… Gidin kaldığı odayı görün. O kızın kapısında bir sürü erkek bekliyor. Ya, insanın zoruna gidiyor, tuvalet ihtiyacını gördüğü sırada kızın kapısında bir sürü erkek bekliyor. Ya, insanın zoruna gidiyor, tuvalet ihtiyacını görürken kapı açılır mı arkadaşlar. Bu zulümdür ya. Bu, kim olursa olsun zulümdür.”
Tuvalet ihtiyacı sırasında kapıda bekleyen erkekleri. Adalet Bakanlığı biliyor mu?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

7 Ekim 2017 Cumartesi

Recep Beyin silahı - ORHAN GÖKDEMİR

Parti genel başkanı koltuğuna oturur oturmaz Kurultay’da aldığı yetkiyle, partinin 80 kişilik Parti Meclisini (PM) ve 20 üyeli Merkez Yürütme Kurulunu kendi isteği ve kendi tercihleri doğrultusunda oluşturdu.
Fethullahcılar, anti laikler CHP’de cirit atıyordu artık. Yeni CHP’nin bombasını patlatan kişi onun kontenjanından PM üyesi yapılan ilahiyatçı Muhammet Çakmak oldu.
Daha ilk konuşmasında “Fethullah Gülen bilgedir, saygıyla selamlıyorum” dedi. Almışsın dinbazı parti yönetimine, başka ne desin!
Herkes Çakmak’ın sözlerini tartışırken o da benzer şeyler söylemesin mi! “Siyasete girmeyen tarikata” saygılıydı CHP’nin yeni genel başkanı.
Açtı sonra sözünün anlamını; "Ben cemaatlere saygılıyım, insanlarımız manevi dünyalarında cemaatlere yakın olabilir. Nurcu da olabilir, Süleymancı da, Fethullahçı da... Yeter ki bunu siyasallaştırmasınlar. Manevi dünyayı siyasete alet etmesinler" dedi.
Sorun şu ki siyasete girmemiş, bulaşmamış bir tarikat mevcut değildi. Hepsini unutsak bile Muhammed Çakmak’ın ulu bilgesinin yediği haltlar ortada.
Onunla yeniden şekillenen CHP’nin olağan halleri böyle. Sadece laiklik değil konu zaten. Daha düne kadar mitinglerde “Türbanı biz çözeriz” diye haykırıyordu.
Çok şükür ona kalmadı, AKP bir kılıç darbesiyle çözdü türbanı.
Hafta başında bir harp okulu öğrencisi hanım derslikte türbanıyla oturuyordu.
Hem canım, anaokulu bebeleri türbanlı gezerken artık ne önemi var!

                                                                                ***

2010’da, daha taze başkanken, Almanya’ya yaptığı gezi sırasında bir Alman gazeteci beyefendiye “Laikliğin tehdit altında olduğunu düşünüyor musunuz?” diye sordu.
Tereddütsüz yanıtladı: “Hayır. Bugün için Türkiye’de laiklik tehlikededir diyemem, böyle bir tehlike görmüyoruz.”
Aynı günün öğle yemeğinde buluştuğu Türkiyeli gazetecilerden biri kulaklarına inanamadığı için aynı soruyu bir kez daha sorunca, tekrarladı: “Gerçekten böyle bir tehlike görmüyorum. Aksini söylersem bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem.
” Görüldüğü gibi laikliğin tehlikede olmadığından imanından emin olduğu gibi emindi.
E imanlı imam bunları söyler de cemaat durur mu?
Liderinin söylediklerini duyan PM Üyesi Bülent Kuşoğlu, mevzuyu bir adım ileri taşıyarak “Tekke ve zaviyeler yeniden açılsın” dedi.
Nasıl olsa laiklik tehlikede değildi!
Yine onun bulup milletvekili yaptığı Binnaz Toprak, “Türkçe ezan aşırılıktı, düzeltildi” dedi ki bu hakikaten müthişti.
Sözlerini etkili bulmamış olacak ki ekledi, “Laikçi değilim.” Biliyorum değil. Fakat o gün bugündür araştırıyorum, neci olduğunu öğrenemedim. Bir ara kendisini eleştirmeme öfkelenip “ben liberalim” demişti, hatırlıyorum. Ama bir tek Arapça ezanla olmaz ki o da. Aksiyon gerekir!
Yıl 2011. Bir TV programında programında şu soru soruldu: “Türkiye’de irtica tehdidi var mı?” Tereddütsüz, “Hayır” dedi.
Vallahi bu kez haklıydı.
Laiklik tehlikede değilse, irtica tehlikesi de yoktur değil mi? Mantıklı!

                                                                              ***

Peki, bunlar nasıl oluyor da parti içinde rahatsızlık yaratmıyor?
Almanya’daki beyanları hem parti yönetiminde hem de CHP tabanında geniş bir tartışma başlatmıştı, hatırlıyorum. Bunda, laiklik açıklamaları ile içki içildiği gerekçesiyle Tophane’deki sanat galerisinin açılışına düzenlenen saldırıya ilişkin haberlerin gazetelerde yan yana yer almasının etkisi vardı yalnız. Bir avuç gerici içki içiyorlar bahanesiyle Tophane’deki sanat galerisini basmıştı. Olayın laikle ilgisi olmadığı, abartıldığı kanısında olan iki kişi vardı.
Biri oydu, ikincisi Baskın Oran !
Baskın olayı parti MYK’sında tartışıldı. Partililer liderlerinin özellikle Almanya beyanın düzeltilmesi gerektiği kanısındaydı. Parti içinden ve kamuoyundan gelen “laiklik” konusundaki eleştirilere, Cumhuriyet gazetesi aracılığı ile yanıt verdi: “Bizim laikliğe yönelik duyarlılığımız bilinir. Bunda hiçbir değişiklik yok. Ancak ‘laiklik elden gidiyor’ politikası izlemek doğru bir yaklaşım olmaz. Böyle bir yaklaşım, ‘Türkiye’de laikliğin son derece kırılgan olduğu’ gibi bir algı yaratır. Hâlbuki Türkiye’de laiklik çok köklü bir yere sahiptir. Böyle bir iki saldırıyla ortadan kaldırılamayacak kadar güçlüdür. Türkiye bunları aşabilecek noktadadır” dedi.
Bunu söylerken tek bir dayanağı vardı; AKP yumuşamıştı. Bunu gerekçelendirmek için, Anayasa Mahkemesi’nce görüşülen AKP kapatma davasına dikkat çekerek, “Anayasa Mahkemesi’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğunu tespit etmesinden bu yana AKP tüm kararlarında ve politikalarında çok dikkatli bir tutum sergiliyor” dedi.
AKP’nin laiklik karşıtı olarak değerlendirilebilecek adımlarının da en yakın takipçisinin yine CHP olacaktı. Bu konuda ciddi bir sorun yaşanması durumunda partisi “gereğini” yapacaktı.
Vallahi ne diyeceğini şaşırıyor insan. O derece kıvrak mevzu laiklik olunca.

                                                                           ***

Hâlbuki bu sözleriyle kamuoyu oyalama-uyutma çabaları içindeyken AKP Genel Başkanı laiklik için tehlike alarmı veren oldukça etkileyici bir külliyat biriktirmişti.
“Elhamdülillah şeriatçıyız” demişti
1994’te, “Yılbaşına karşıyım” diye ilave etmişti.
Ayrıca “Bütün okullar İmam Hatip yapılacak”tı Allah izin verirse.
Nitekim verdi!
“İçki yasaklansın”,
“Sadece imamlar resmi nikâh kıysın” demişti iki yıl sonra.
 İçki yasağı yarı yolda, imama nikâh kıyma yetkisi mecliste.
“Ben Millet Meclisi’nin de dua ile açılmasından yanayım” demişti 1996’da, artık dualarla açılıyor. “Cumhurbaşkanı’nın imam hatipli olacağı günler yakındır” demişti aynı yıl, artık aday olmak için imam hatip şartı var. “Ekmek için Ekmeleddin” skandalını hatırlasanıza…
Fakat hakkını yemeyelim, laiklik konusunda onunla aynı rahatlık içindeydi “reis”imiz. Şöyle dedi; “Bir tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye, millet isterse tabii ki gidecek be!” Zaten “Ben Müslümanım diyenin aynı zamanda laikim demesi mümkün değil”di.
Önce 15 Temmuz, sonra 16 Nisan referandumu ile laikliğin son kalıntıları da kazındı. AKP usuldan şeriat düzenine geçmenin eylem ve söylemleri içinde artık.
Peki, bu arada ne yapıyor beyefendi?
Laiklik tehlikede dememeye devam ediyor.
Tarikatlar siyasallaşmamalıymış! Nakşibendî tarikatı müridi Turgut Özal’a, İskenderpaşa Dergâhından Recep Tayyip Erdoğan’a söylüyor bunu.
İlahi, 200 yıldır siyasetin içinde tarikatlar. 1826’dan beri paralel devlet olarak paralel paralel geçinip gidiyorlar.
Bir tarikat devleti artık devlet, yandaş imam ağzıyla konuşan Binnaz Toprak ne bilsin!

                                                                               ***

CHP’nin politikası 60 yıldır belli; DP-AP imam hatip açarak oy mu kazanıyor, biz daha çok açalım. AP kuran kursu mu açtı, biz daha çok açalım. AKP çarşafı mı kullanıyor, biz de çarşaf açılımı yapalım, çarşaflıya rozet takalım. AKP türbanı kaşıyarak oy mu topluyor, biz de türbanı savunalım. AKP cemaatlerden kuvvet mi alıyor; biz de cemaatlere saygılı olalım. AKP Fethullah’la işbirliği mi yapıyor; biz de yaltaklanalım…

Bu konuda bir milim ilerlemiş değiller üstelik. Hem de 60 yılda olup bitene rağmen.
Laik cumhuriyetin büsbütün tepelendiği günlerden geçerken, partisinin grup toplantısında çıkıp aynı ezberi tekrarladı; "Biz eğitim dedikçe, 'imam hatiplere karşısınız' dediler.
Açan parti biziz, karşı çıkmıyoruz."
İşte çarşafa parti rozeti takma şaklabanlığı ile başlayan, “laiklik tehlikede değildir” tuhaflığı ile ilerleyen, “türban sorununu biz çözeriz” cahilliği ile nihayet bulan bir siyasi körlüğün geldiği yer. Sonuç ortada.
Laiklik büsbütün tepelendiği için bir tehlike de kalmadı ortalıkta.
Bu karanlık tarihin sorumluluğu AKP’den çok, beyefendinin üzerindedir.
“Tayyip Erdoğan’ın eline silah vermeyelim” diyerek kimseyi kandıramaz artık.
Çünkü Tayyip Erdoğan’ın elindeki silah bizzat beyefendinin kendisidir!


O zaman son kez hep birlikte; Geliyor kılıçdar kılıçdar kılıçdaroğlu!

Orhan Gökdemir / SOL

Bize her gün SAVAŞ! - Ayşenur Arslan

Memleket devasa bir kumar masası gibi. Zarlar atılıyor, bahislere giriliyor. Kağıtlar yeniden yeniden karılıyor. Kozlar habire değişip duruyor. Sorular da her gün, hatta her saat “güncellenerek” yığılıyor:
Savaşa girecek miyiz?
Hem de İran’la birlikte Kuzey Irak’a saldıracak mıyız?
Daha Suriye’nin kiri pasından temizlenmemişken başımıza bir de böyle bir dert saracak mıyız?
ABD böyle bir savaşta -üstelik Trump İran’ı hedefe koymuşken- bizi rahat bırakır mı?
Bana kalırsa iktidar blöf yapıyor. Ama benim gibi düşünen pek az kişi var. Genel kanı, Erdoğan’ın KADER SEÇİMİ öncesinde bir maceraya atılabileceği, sandıktan çıkabilmek için savaşa gireceği yönünde.
Olur mu olur!
Beyefendilerin yüksek çıkarları için ölmeyi göze alacaklar bulundukça... Savaşa da gireriz... Kuru ekmeğe de talim ederiz... Yeter ki Reis sağolsun.
Buralarda tarih hep böyle akmıyor mu zaten! Yüksek çıkarlar için gencecik insanlar, bu ülkenin en değerli beyinleri / kalemleri hayatlarından olmadı mı!
Hangi katliamı hatırlayıp hatırlatacağımızı şaşırıyoruz.

Örneğin, birkaç gün sonra, 10 Ekim. Hani, Ankara’da 102 kişinin hayatını kaybettiği korkunç saldırının yıldönümü.
Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun sözlerini hatırlıyorsunuz değil mi:
“Ankara’daki terör saldırısı sonrasında anket yaptık ve kamuoyunun nabzını tutuyoruz. Oylarımızda bir yükseliş trendi var.”
Evet, AKP yükselmişti. 7 Haziran seçimlerinden mağlup çıkan iktidar, 1 Kasım seçimlerinden yine tek başına çıkmıştı... 102 insanımızın kanı üzerinden yapılan siyaset “kazanmıştı” yani.
Defalarca olduğu gibi!
Bundan tam 39 yıl önce olduğu gibi!
                                                                             •••
Yarın, 39 yıl önceki katliamın yıldönümü.
7 TİP’li genç -ki üçünü yakından tanıyordum- 8 Ekim 1978 gecesi katledildi.
Çok gençlerdi… 20’lerineydiler... Abdullah Çatlı’nın, katliamı planlayıp arabada gözcülük yaptığı... Haluk Kırcı’nın tel askıyla, yorganla boğamayınca o gencecik insanların kafasına kurşun sıktığı bir katliamdı.
Sadece Serdar Alten yaralı olarak kurtulmuştu... Katiller de zaten onun verdiği bilgilerle yakalanmıştı.
Serdar’ın yattığı Hacettepe Hastanesi’ne gitmiştim. Hem TİP’li yoldaşı olarak, hem de TRT muhabiri sıfatıyla... Koridoru hatırlıyorum. Kan verebilmek için, yanında olabilmek için, o gün / o an başka bir yere gidemeyeceği için gelen Genç Öncü’lerle doluydu. Aralarından zorlukla geçip odasına girmiştim. Narkozun etkisinden çıkmıştı. Az da olsa konuşabiliyordu.
Birkaç kelime etmiştik ki, kapı açıldı. Behice Boran içeri girdi. Unutulmaz... Unutulmayacak... Unutulmaması gereken bir andı. Behice Boran yavrusunu kartalın elinden kapmaya gelmiş dişi bir aslan gibiydi. Öfkeli, ama Serdar’ı etkilemesin diye kontrollü...
Ya Serdar! O ne yaptı, biliyor musunuz?
Behice Boran’ı karşılayabilmek için doğrulmaya, hatta belki ayağa kalkmaya çalıştı. Kalkamadı. Ne o gün, ne de daha sonra. Serdar, 17 Ekim’de öldü.
Sadece 23 yaşındaydı.
Aradan 39 yıl mı geçmiş sahiden?
Yazarken gözlerimden yaşlar akıyor. Ağlıyorum… VE HATIRLIYORUM!

                                                                              •••

8 Ekim gecesi, katiller, gençleri etkisiz hale getirdikten sonra Bahçelievler’deki mütevazı öğrenci evini didik didik aramıştı. Sonradan kendi ifadelerinde de vurguladıkları üzere, evde tek bir silah, bomba, patlayıcı bulamamışlardı.
Ama “Reis” Abdullah Çatlı’dan emir almışlardı bir kere. Görevlerini tamamlayacaklar, öldüreceklerdi. Akla gelebilecek en vahşi yöntemlerle öldürdüler.
Katil Haluk Kırcı, o geceyi yıllar sonra ZAMANI SÜZERKEN kitabında şöyle “yorumladı”:
“Anlatılması uzun, uzun olduğu kadar da üzücü o geceyi yaşamamız, kaderimizin bir tecellisiydi.”

                                                                               •••

Anlaşılan bu topraklarda kader kimileri için ölmek / katledilmek biçiminde tecelli ediyor. Kimileri içinse “yaşandı bitti” deyip “yoluna” devam etmesiyle...
Hatırlayın; Haluk Kırcı kaçakken evlendi. Nikah şahitliğini de dönemin Erzurum Valisi Mehmet Ağar yaptı.
Daha sonra yakalandı. Yine cezaevine girdi. Bu kez, 2004 yılında “yanlışlıkla” tahliye edildi. 2005’te yanlışlık telafi edilince, yeniden cezaevine girdi.
Sonrası da var...
Aslında Haluk Kırcı’nın, aldığı ceza yüzünden ŞU ANDA CEZAEVİNDE OLMASI GEREKİYORDU. Ama değil.
Zira, 2010 yılında AKP iktidarının “neredeyse Haluk Kırcı’ya özel” diye yorumlanan affıyla özgürlüğüne kavuştu.
O şimdi işadamı. Ve anlaşıldığı kadarıyla siyasetle de ilgileniyor. Elbette, eski çevresindeki kimi isimlerle beraber.
                                                                               •••

Yazıyı bitirmeden bir not daha paylaşmalıyım.
Türkiye’nin en karanlık sayfalarına dair kitaplara imza atan Vedat Demiröz, REİS ABDULLAH ÇATLI’da son derece ciddi bir iddiaya yer veriyor.
1978’te, yani 7 gencin katledildiği yıl, Abdullah Çatlı bir “ağabey” tarafından iletilen notla “çok gizli bir randevuya” çağırılır. Çağıranlar, kendilerini “devlet içinde sorumluluk alarak harekete geçen vatansever bir grubun mensupları” olarak tanıtır. Grupta, generaller vardır.. Bürokratlar, siyasetçiler, yazarlar vardır... Şimdi Çatlı’yı da aralarında görmek istemektedirler.
Sözü uzatmayayım. Zira sonuç ortada.
“Vatansever” katiller gençleri öldürdüler. Aydınların, gazetecilerin, yürekli savcıların hayatlarını aldılar. Ülkeyi darbelere, diktatörlüğe sürüklediler.
8 Ekim öyle yaşandı.
Canlı bombalar haklarında “somut delil olmadığı” için yakalanamayınca (!!!) 10 Ekim katliamı da öyle yaşandı.
Bunca karanlıkta savaşın lafı mı olur!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Makamlara getirmek… - L. DOĞAN TILIÇ

M. Gökçek’in 3 saatlik Saray toplantısı ardından “Müze anlattım” dediğine inanan varsa beri gelsin. Onun, “Müze anlattım, Ankara’daki projeler konusunda detaylı bilgi verdim” diye “kamuoyunu bilgilendirmek üzere” attığı tweetleri, aslında ertesi gün yapılan Cumhurbaşkanlığı açıklaması da yalanlıyor.


Herkes sadece “istifa” konusuna kilitlenmişken, ne Gökçek’in kamuoyu bilgilendirmesi “istifa” sözcüğü içeriyordu, ne de Cumhurbaşkanlığı’nın, haberleri “hayal ürünü” olarak niteleyen açıklaması.

Cumhurbaşkanlığı’nın; “Sayın Cumhurbaşkanımız, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Melih Gökçek’i Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde dün akşam kabul etmiş, ancak Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Edip Uğur ile herhangi bir görüşmesi olmamıştır” cümlesinde, Gökçek ve istifa konusundaki iddiaları ortadan kaldırmaya dönük en küçük bir ima yok.

Siyaset “ben yaptım oldu” anlayışıyla yürütülürken, şeffaflık da bu kadar oluyor! Taşları yerli yerine oturtabilmek için, açıklamaların açıklamadıklarından gerçekte ne olup bittiğini anlama becerisini geliştirmeniz gerek.

Gökçek’in Ankara’da ne kadar ve nasıl “sevildiğini” biliyoruz! Türkiye’de Erdoğan’ın ne kadar ve nasıl sevildiğine benzetmek çok yanlış olmayabilir… Bu yüzden, “istifa”ya sevinen ve dövünenler olarak bölünebilecek Ankaralıların toplamı sadece “istifa” sözcüğüne ve tartışmasına kilitlendiler.
Ancak, bana asıl ilginç (önemli, vahim) görünen hangi belediye başkanının nasıl istifa ettiği, ettirildiği değil.
Bu durumun kendisinin “normalleştirilerek” tartışılmaya başlanması. Televizyon ekranlarında anlatan anlatana; 2019’a çok önemli seçimlere doğru giderken, partisinin de başına geçmiş olan Erdoğan AKP’ye seçim kazandıracak düzenlemeleri yapıyor. Ya da FETÖ’nün siyasi ayağına dönük temizliği başlattı! Ne güzel, gayet normal!

Hangisi olursa olsun; bunun “normalleştirilerek” anlatılıyor olması, böyle anlatıldıkça normalleşmesi, olağan karşılanması ciddi bir sorun. Zaten ruhuna fatiha okuduğumuz, yarım yamalak da olsa kuvvetler ayrımına dayalı bir demokrasi anlayışından nasıl uzaklaştığımızın göstergesi.
Belediye başkanları bir suçla ilişkili ise, gereğini yapmak üzere İçişleri Bakanlığı’nın bir tasarrufu olabilir, mahkemeler harekete geçebilir. Hukuk temelinde buna kimsenin bir diyeceği olamaz.
Öte yandan, bir belediye başkanlığı makamına gelmek ancak seçmenlerin oylarıyla olabiliyorsa; “Bir makama getirilirken her şey iyi güzel, ama benim metal yorgunluğu olarak dediğim durumlarda makamı boşaltılmasının istenilmesi niye yadırganıyor?” sorusunun kendisi baştan sona sorunlu.

Bunu yadırgamayıp olağan saymaya başladığımızda, parlamenter demokratik sistemi, kuvvetler ayrımına dayalı bir yönetim anlayışını çoktan yerle bir etmişiz demektir.“E, öyle zaten; artık başka bir sistem içindeyiz. Cumhurbaşkanlığı sistemi” diyenleri duyar gibiyim.
Sözüm biraz da onlara…
Tamam, parlamenter sistemi bırakmış ve Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmiş olalım. Buna baştan itirazı olanlar, “Bir makama getirirken iyi de, götürürken niye yadırganıyor” yaklaşımına şiddetle karşı çıkmalı, bunun normalleşmesine izin vermemeli.

Ancak, bir parça entelektüel tutarlılık ve düşünce namusu varsa, referandum öncesi haftalar boyu televizyon televizyon gezip halka “Cumhurbaşkanlığı sistemi”ni anlatanlar da itiraz etmeli. Onlar ki, toplumu bu sisteme ikna etmeye çalışırken, dönüp dolaşıp gerçek kuvvetler ayrımının bu sistemde olduğunu söyleyip durdular.

Oysa, belediye başkanlarının bile aslında seçilmediğini, makama birileri tarafından getirilip götürüldüğünü kabul ettiğinizde, ne kuvvetler ayrılığı kalır ne de o anlatılan cumhurbaşkanlığı sistemi. Fiilen “ben yaptım oldu” sistemi vardır artık!

Birilerinin biri tarafından getirilip götürülmesini bugün belediye başkanları için olağan saydığımızda; yarın yargıçlar, gazete, hastane veya banka yöneticileri, rektörler, vb için de olağan saymaya başlarız.

Bu mudur?

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN