13 Kasım 2017 Pazartesi

TEOG öldü, yaşasın yeni sistem!- CEYHUN İRGİL

Bugün artık neredeyse her mahallede bir imam hatip bulunduğuna göre, bu çocukların gidecekleri okulun adı da imam hatip olacak. Neticede, bu sistemle halihazırda sınıfları boş duran imam hatiplerin doldurulması amaçlanıyor diyebiliriz.

“Ben zeki doğmuştum, beni eğitim mahvetti” diyen Mark Twain ama... Belli ki bu cümle, içinde yaşadığımız dönemde öğrenci olanların mottosu haline gelecek. Cumhuriyet'in hiçbir dönemimde eğitim sistemi böylesi kaos yaşamadı.
Şöyle hızlıca geçelim:
2004’te; müfredat değiştirilmiş. LGS gitmiş, OKS gelmiş.
2005’te; üç yıllık lise dört yıla çıkarılmış.
2007’de; OKS yerine üç aşamalı SBS getirilmiş.
2009’da; ÖSS yerine YGS ve LYS getirilmiş.
2010’da; SBS tek aşamaya indirilmiş, düz liseler Anadolu lisesi olmuş.
2012’de; 4+4+4 sistemine geçilmiş, SBS tamamen kaldırılmış, dershaneler kapatılmış.
2014’te; TEOG ilk defa uygulanmaya başlanmış.
Ve 2017… Müfredat değiştirildi, tartışmalar bitmedi. LYS ve YGS yerine YKS geldi. TEOG gitti, Liselere Kayıt Uygulaması getirildi.
Özetle bu 13 yılda eğitiminin herhangi bir kademesinde bulunan çocuk, en az bir farklı uygulamaya denek olmuş, en az bir yanlışlığa kurban gitmiş.
Ve şimdi bazı müdahalelerle düzeltilebilecek olan TEOG, hiçbir hazırlık olmamasına karşın, bir gecede “Kaldırılsın” denildiği için kaldırılıyor.


İki ay bile değil, sadece 51 gün
15 Eylül’de, AKP Genel Başkanı “Başbakan'a söylerim TEOG kalkar” dedi. 17 Eylül’de, AKP Genel Başkanı “Her okul MEB kontrolünde kendi sınavını yapar, fen lisesine mi gidecek, düz liseden Anadolu lisesine mi gidecek bu liseler kendi imtihanlarını yapar” dedi (Ki, düz liselerin çoktan kapatıldığı bilgisine bile sahip değildi). 19 Eylül’de, yüz binlerce çocuğun geleceğini ve onların ailesini ilgilendiren böylesi önemli bir konuda özel bir açıklama yapması beklenen Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, sınavın kaldırılacağını bir taksi durağında çay içerken ifade etti.
5 Kasım’da, “TEOG kalkacak” denmesinin üzerinden sadece 51 gün sonra, Bakan yeni modeli açıkladı. Bu açıklamanın belki de en talihsiz ve tarihi hata içeren ifadesi şuydu: “Nitelikli okulları hedefleyenler merkezi sınava girecek. Diğer öğrenciler evlerine yakın 5 okuldan birini tercih edecek.”
Bütün okulların niteliğinden sorumlu olan Bakan'ın okulları ‘nitelikli’ ve ‘niteliksiz’ olarak ayırmasının kabul edilebilir bir yanı olabilir mi? Nitekim; Twitter’dan da paylaşılan bu ifade, gelen tepkiler üzerine derhal silindi.

Mahalli değil, mahfi sistem
Gelelim yeni modele...
Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş yani TEOG sistemi yerine gelen yeni modelin adını Bakan Yılmaz “Liselere Kayıt Uygulaması” olarak açıkladı. LİKAYU gibi bir kısaltma yapmaya çalıştığımızda kulağa ‘LAKAYIT’ gibi gelse de, sistemin ‘derinlikli’ açılımı yine Bakan’ın ifadesiyle “eğitim bölgesi ve sınavsız mahalli yerleştirme sistemi..."
Doğrusu sistemin bütününe bakıldığında bunun mahalliden ziyade mahfi (gizlenmiş) olduğunu söylemek gerek. Mahfi çünkü sistemi şekillendiren her bir madde aslında üzeri örtülü bir gerçeği barındırıyor.
Şimdi tek tek bu maddelere bakalım...
1-Ne getirildi: Öğrencilerin en fazla %10’u merkezi yapılacak bir sınavla -Bakan’ın ifadesiyle- ‘nitelikli’ liselere yerleştirilecek. Bu sınav isteğe bağlı olacak.
Sorun ne: Bir milyon 200 bin öğrencinin ancak 100 bini ‘nitelikli’ okullara yerleşebilecek. Sınava girmek zorunlu değil deniyor ama öğrencilerin kendi sınıflarında sınava girebilecekleri de belirtiliyor. Bu şu demek; MEB de biliyor ki, aklı başında her öğrenci nitelikli bir okula girmek isteyecek ve bunun için zorunlu olmayan bu sınava zorunlu olarak zaten çok sayıda öğrenci girecek. Sonuçta sadece 100 bin civarı öğrencinin yerleştirilmesi söz konusu olduğundan sınavı kazanmak için daha çetin bir hazırlık gerekecek. Stres tavan yapacak.
Ne yapılabilir: En doğrusu elbette sınavsız yerleştirme. Ancak ille de bir sınav yapılacaksa, toplam öğrencinin yüzde 10’u yerine yüzde 30-40 gibi bir oranını yerleştirebilmek mümkün olmalı.
2-Ne getirildi: MEB hangi liselerin ‘nitelikli’ olduğunu mayıs ayında açıklayacak. Bu liselere girmek için yapılacak sınavda; sayısal ve sözel olarak toplam 60 soru sorulacak. Sorular 6-7 ve 8. sınıfa dayalı hazırlanacak.
Sorun ne: Öncelikle üç yıllık süreci 60 soru gibi kısıtlı bir ölçüyle yapmak değerlendirme ilkeleriyle bağdaşmaz. Çünkü her bir yılı, sayısal ve sözel olarak ortalama 10’ar soruyla değerlendirmek ‘nitelikli’ bir başarı sıralaması oluşturmak için yeterli olamaz.
Ne yapılabilir: En doğrusu elbette tek sınavla değil, geniş bir ölçme değerlendirme sistemi oluşturmak. Ancak ille de bu tip bir sınav sistemi uygulanacaksa, ya üç yıl yerine bir yıla ağırlık verilerek değerlendirmeye gidilmeli ya da soru sayısı artırılarak yapılacak sınav daha sağlıklı bir değerlendirmeye elverişli olmalı.
3-Ne getirildi: Haziran ayının ilk hafta sonunda, sayısal-sözel iki bölüm ve tek oturumda yapılacak sınavla fen liseleri, sosyal bilimler liseleri ve proje okulu liselerine öğrenci yerleştirilecek.
Sorun ne: Türkiye genelinde 302 fen lisesi, 93 sosyal bilimler lisesi ve 300’e yakın proje okulu var. Görüldüğü gibi toplamdaki 11 bin lisenin yüzde 10’una bile varmayan bir sayıdan söz ediyoruz. Bu, fırsat eşitliğine terstir.
Ne yapılabilir: Tek sınavla okullara öğrenci yerleştirilmesinde ısrar ediliyorsa, sınavla öğrenci alacak okul sayısı artırılmalı.

‘Nitelikli’ okul cepheli kiralık ev
Bu yeni modelle sınav kriterinin dışında kalan okullar arasında -Bakan'ın ‘nitelikli’ olarak tanımladıklarının dışında kalan okullar arasında- öğrenci ve veliler tarafından da az nitelikli, daha az nitelikli, çok daha az nitelikli okullar sıralaması yapılacak. Bu sıralamaya göre de öğrenci evine en yakın 5 tercihte bulunacak, tabii bu 5 tercihi bulabilirse… Çünkü bugün pek çok mahallede ikinci, üçüncü tercihte bulunulabilecek okul yok!

Peki, ne olacak?
Evine en yakın okullar arasında nitelik bakımından yeterli bir okul bulamayan maddi durumu elverişli öğrenci ve ailesi, pılısını pırtısını toplayıp uygun bir başka mahalleye taşınacak. Emlak piyasası şimdiden hareketlendi; kiralar artmaya, ‘okul manzaralı ev’ ilanları çıkmaya başladı bile.
Maddi durumu elverişli olan öğrenci ve ailenin bir seçeneği daha var: Paralı eğitim… Evinin çevresinde Anadolu lisesi olmayan veya kontenjandan giremeyen veya imam hatip liselerine gitmek istemeyenler bu sistemle dershanelerden bozma apartman dairesindeki temel liseleri veya özel okulları tercih edecek. Kısacası paralı eğitime yönelmede önemli bir artış bekleyebiliriz (Bu arada özel okullar da merkezi sınavla öğrenci almak istediğini ifade etti. MEB’le görüşmeler sonrasında bu konu netleşecek).

Peki ya maddi durumu olmayanlar?
Bu aileler de iki alternatifle karşı karşıya. Ya çocuğun adresini farklı gösterecek ya da el mecbur mahallesindeki okula gönderecek. Bugün artık neredeyse her mahallede bir imam hatip bulunduğuna göre, bu çocukların gidecekleri okulun adı da imam hatip olacak.
Neticede, bu sistemle halihazırda sınıfları boş duran imam hatiplerin doldurulması amaçlanıyor diyebiliriz.
Bu arada Bakan Yılmaz’ın her öğrencinin tercih edebileceği bir lise türü olmaması halinde öğrencilerin zorunlu olarak imam hatiplere yerleştirileceği görüşüne katılmadığını da söylemek gerek. Diyor ki kendisi; “Eğitim bölgeleri sisteminin nasıl oluşturulacağı ortaya çıktığında, bu kaygıların yersiz olduğu görülecektir.”
Keşke bu sistemin açıklanmasından önce gerekli bilimsel çalışma ve stratejik plan yapılsaydı da, Bakan'ın ‘kaygı’ olarak tanımladığı ama özünde ‘eğitimde fırsat eşitliğini yok eden’ karşılaşılması muhtemel sorunlardan söz etmeseydik.
Öte yandan buraya şu soruları da bırakmak isterim:
Nitelikli okullara öğrenciyi sınavla alan MEB, bu okulların yöneticilerini niye sınavla almaz? Niye bu yöneticiler Bakan tarafından atanır? Nitelikli okullar nitelikli öğrenciyi hak ediyor da, nitelikli yöneticiyi hak etmiyor mu?

MEB’in plansızlığı programından belli
15 Kasım 2016 tarihinde MEB bütçesi görüşmelerinde Bakan İsmet Yılmaz sunuş konuşmasında 2017 yılının programını anlatırken şu ifadeleri kullanmıştı:
“Temel eğitimden ortaöğretim kurumlarına öğrenci yerleştirme uygulaması olan TEOG sistemi uygulamasına devam edilecektir... Bu uygulamaya ilişkin, her yıl çok kapsamlı alan araştırmaları yapıp, geri dönüşler alıyoruz… Uygulamamızın sahada büyük bir memnuniyet oluşturduğunu ve hüsnükabul gördüğünü göstermektedir.”
Ama ne olduğunu hepimiz biliyoruz; TEOG pat diye bir gecede kalktı çünkü çok kapsamlı araştırmalar yapılırken ‘memnuniyetsiz’ o kişiye fikri sorulmamıştı...
Ve beş gün önce, 7 Kasım 2017 tarihinde MEB bütçesi görüşmesinde bu kez 2018 yılının programını anlatırken Bakan İsmet Yılmaz sınav sistemiyle ilgili planlama hakkına ne sundu biliyor musunuz? HİÇ!
Özetle; MEB’in önümüzdeki yıla dair sınav sistemiyle ilgili bir planı yok!
Hak vermemek elde değil tabii, ya yine, bir gece, ansızın, sistem değişirse?
Ne diyelim…
Hüsnükabulünüz çok olsun…

CEYHUN İRGİL
TBMM Eğitim Kültür Spor Gençlik Komisyonu Üyesi,
CHP Bursa Milletvekili

12 Kasım 2017 Pazar

10 Kasım 2017: Herkesin Atatürkçü olduğu gün - Fatih Yaşlı

Her ideolojinin, her dünya görüşünün, her siyasi akımın bir “kurucu öteki”si vardır, kendisini ona yönelik eleştiri, öfke, siyasal husumet, düşmanlık vs. üzerinden kurar. Türkiye İslamcılığının “kurucu öteki”si bir tarihsel-politik figür olarak Atatürk’tür. Atatürk, İslamcılığın bütün kutsallarını darmadağın etmiştir. 600 yıllık saltanata, 400 yıllık hilafete son vermiştir. Dini siyasal, toplumsal ve kamusal alandan çıkartmak ve onun siyasal, toplumsal ve kamusal yaşamdaki etkisini en aza indirmek için sayısız düzenleme yapmıştır. Ülkenin rotasını Batı’ya çevirerek Türkiye toplumunu Batı medeniyetinin bir parçası yapmaya çalışmış, dinin belirleyicisi olduğu kültür ve medeniyetten bir kopuşu hedeflemiştir.

Türkiye İslamcılığının bütün kolları, bütün siyasi organizasyonları, bütün tarikat ve cemaatleri anlatılarını, söylemlerini, politik pozisyonlarını tam da bu hakikatin farkındalığıyla, Atatürk düşmanlığı üzerine inşa etmişlerdir ve durum hâlâ böyledir. Ortada varoluşsal bir husumet vardır ve o husumet yoksa İslamcılık diye bir şey olmayacaktır, dolayısıyla Atatürk düşmanlığı olmadan İslamcılık olmaz, eğer Atatürk düşmanlığından vazgeçilmişse, İslamcılıktan da vazgeçilmiş demektir.
Peki, 10 Kasım 2017 günü İslamcı iktidar da en yetkili ağızdan Atatürkçülüğünü ilan ettiğine göre artık İslamcı değil midir, bir siyasal ideoloji olarak İslamcılık sona mı ermiştir, iktidar bundan sonra Atatürkçülüğün gerektirdiği adımları mı atacaktır?

Bu ilanın gerçekleştiği konuşmayı hatırlayalım hemen. Erdoğan’ın konuşma yaptığı kürsünün arkasında yazan “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” cümlesi Milli Mücadele’nin hangi metninde yer almış ve hangi bağlamda kullanılmıştı acaba? 
Bu cümle 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nin üçüncü maddesidir ve kastedilen şey açıktır: Mustafa Kemal ve arkadaşları ülkenin kaderini Saray’a ve Padişah’a  bırakmayacaklar, ulus bağımsızlığını kendi iradesiyle elde edecektir. İktidarın ayıla bayıla kullandığı “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü de bununla bağlantılıdır. Bu sözle birlikte egemenliğin artık Osmanoğulları sülalesine ait olmadığı söylenmiş olmakta, “Tanrı adına yönetme” iddiası yerini “ulus”a bırakmaktadır. “Ulus” ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilecektir ve egemenliğin mekânı artık Saray değil Meclis olacaktır.

Peki bugün yaşanan nedir? 

Kim bugün Türkiye’de bir cumhuriyetin olduğunu iddia edebilir? 
Egemenliğin kaynağı “ulus” mudur? 
Egemenliğin mekânı Meclis midir? 
Cumhuriyetin temelindeki ilke ve inkılaplar yürürlükte midir? 
Bu soruların yanıtı biliniyor: Saray varsa Cumhuriyet yoktur, Meclis yoksa Cumhuriyet yoktur, kurumlar yerini kişiselleşmiş iktidara bırakmışsa Cumhuriyet yoktur, akıl, bilim, aydınlanma, laiklik ve yurttaşlık yoksa Cumhuriyet yoktur. 


Gelelim İslamcıların “gizli” ortağı Türkiye sermaye sınıfına. Her yıl olduğu gibi, bu sene de romantik, nostaljik anma reklamlarını yayımladılar, Atatürk’e minnetlerini, Cumhuriyet’e bağlılıklarını bildirdiler. Bu tür şeylere bayılan halkımızın gönlünü bir kez daha çaldılar, Cumhuriyet’in çöküşündeki rollerini, sorumluluklarını bir kez daha unutturdular. Oysa İslamcılığa kapıları bizzat kendileri açtılar, sol korkusuyla, örgütlü işçi korkusuyla, sendika korkusuyla, grev korkusuyla, Cumhuriyet’i İslamcılarla birlikte yıktılar. Hakkının, hukukunun peşinde koşmayan, sendikada değil tarikatta örgütlenen, greve değil camiye giden, sürüleştirilmiş kitlelere muhtaçtılar ve bunu da başardılar. Türkiye toplumu örgütsüz, yurttaşlık yerine tebaa olmaya özenen, sürüleştirilmiş kitlelerden oluşuyor bugün. OHAL’le, KHK’lerle, anayasasız, hukuksuz, Saray’dan, tek adamın iki dudağının arasından yönetilen, bu esnada da sermayenin kârına kâr katmaya devam ettiği bir ülke bugün Türkiye. 

Peki, İslamcısıyla, sermayedarıyla, yandaşıyla, havuz medyasıyla herkesin Atatürkçü olduğu Türkiye’de gerçek Atatürkçüler ne yapacak? 
“Evet bunlar Atatürkçü oldu” deyip sandığa koşmayacaklarını elbette ki biliyoruz ama bu yeterli mi?

“Elon Musk Anıtkabir’e gitti, Ata’mızı tüm dünya tanıyor” apolitizminin, reklam ve dizi romantizminin, ulusal gün ve bayramlara hapsolmuş nostaljinin ötesinde Atatürkçüler ne yapacak? Bu soru, politik bir sorudur ve yanıtı da politik olacaktır. Yeni bir cumhuriyet fikri, yeni bir yurttaşlık fikri, hukuk ve toplumsal adalet talebi olmadan, bunlar etrafında örgütlenmeden, bir araya gelmeden Cumhuriyet’i kutlamanın da Atatürk’ü anmanın da herhangi bir anlamı  yoktur, herhangi bir anlamı olmayacaktır.

Ve başka bir soru daha: Toplumun en az yüzde ellisini oluşturan, dinselleşme projesine dahil olmamış, iktidarın kapsayamadığı bu insanlarla sol nasıl bir ilişki kuracak, sol değerlerle Cumhuriyet değerlerini bir araya getirmek için neler yapacaktır? 

10 Kasım günü Saray’dan “Atatürk’ü Marksist çevrelere mi bırakacağız” sorusu gelmişti, o halde biz de soralım: “Atatürk’ü ve Atatürkçüleri İslamcılara mı bırakacağız?”

Fatih Yaşlı /BİRGÜN

Yeni rejim kurulurken Diyanet’in rolü - TURAN ESER / BİRGÜN Pazar

Kadrosu en şişkin olan kurumlardan biri DİB’dir. Bürokrasideki dinci kadrolaşmada DİB’in rolü büyük. DİB bir tür, bürokrasiye transit salonudur. 2002’den bugüne 9 bin 318 imam başka kamu kurumlarına geçti. Bu geçişte en önemli durak öğretmenliktir. Milli Eğitim Bakanlığı’na tam 5.050 kişi DİB’den geçmiştir.

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu 2018 yılı görüşmelerinde, “devletin resmi mezhebi” için ayrılacak bütçe karara bağlandı. Kamu bütçesinin en tartışmalı kurumu elbette Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB). Zira Türkiye’de diğer din, mezhep ve inançları yok sayıp, sadece imamların bütçesiyle ilgilidir.
DİB bütçesi tartışmalı olduğu kadar, laikliğe aykırılığı ile bilinir. Çünkü anayasasında “laik devlet” olduğunu iddia eden devletin, laikliğe karşı bütçe ayırması yaman çelişkidir. DİB “laiklik ilkesi doğrultusunda hizmet” verdiğini iddia ediyor. Oysa DİB mezhepçi faaliyetleriyle, laikliği özel ve kamusal alandan etkisizleştirmeye, hatta itibarsızlaştırmaya çalışan bir kurumdur. Laiklik, kamu bütçesinden dinin finansmanını reddeder. Ama “laiklikten yana” olduğunu söyleyen TBMM partileri bile, “devlet dini finanse edemez, din bütçesine hayır” diyecek cesarete sahip değiller. Çünkü din, devlet ve toplum ilişkilerine laiklik kaygısıyla değil, sandık ve oy kaygısıyla bakıyorlar. Laiklik “Sünnilere hizmet veriyorsan, Alevilere ve Gayrimüslimlere de hizmet verin” demek, değildir. Dinin kamu bütçesinden finansmanına itiraz etmektir, ret oyu vermektir.

 Mezhep odaklı bütçe
DİB paraya ve yetkilere doymak bilmeyen bir kurumdur. Ek ödenekler ve topladığı bağışlarla, tam şeffaf olmayan finansman sistemine de sahiptir. Örneğin, 2017 yılı için öngörülen 6 milyar 482 milyon TL bütçe yetmedi. İlave ek ödenek ile bu rakam 6 milyar 867 milyona çıktı. Bir tahminle, 2017 sonuna kadar 7 milyar 500 milyon TL’ye ulaşır. DİB’in İslamcı vakıf ve derneklere aktardığı para ise 71 milyonu aşmış durumda.2018 yılı Diyanet için, 7 milyar 774 milyon 183 bin TL gibi devasa bir ödenek TBMM Plan Bütçe Komisyonu’nda onaylandı. Fakat bu bütçenin ek ödeneklerle 2018 yılı sonuna kadar 8 milyarı aşacağından kimsenin şüphesi olmasın. Bu artışlar önümüzdeki yıllarda devam edecek gibi görünüyor. Üç yıllık tahmini hesaplara göre, DİB’e 2019 yılı için 8.458.523.000 TL ve 2020 yılı için 9.110.196.000 TL bütçe ayrılması öngörülüyor. DİB bütçesindeki artışlar kurumsal ihtiyaçtan daha çok, kurulan yeni rejimin ihtiyacından kaynaklıdır.
AKP’li yıllar, DİB’in genel bütçe içindeki payında bu nedenle yüzde yüz artırdı. 2002 yılından bugüne DİB’in 2002 yılındaki genel bütçe içindeki payı 0,54 iken, 2017’de genel bütçe içeresindeki payı yüzde 1.24’e yükselmiştir. Böylece, DİB’e ayrılan bütçe, 11 bakanlığın her birine ayrılan bütçeden fazla. Bunlar; Sağlık, Kültür, Ekonomi, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Bilim Sanayi ve Teknoloji, Kalkınma, Çevre, Şehircilik ve Turizm Bakanlığı'dır. AKP, 2017 bütçesine oranla, yüzde 13.21’lik bir artışla dinin finansmanı için, laiklik karşıtı mezhepçi DİB’i kollamış. Eğitim mi? Sadece yüzde 8.36!

Bugünkü DİB’in faaliyet alanları, yetkileri ve müdahale gücü genişletildi. 1924 yılında DİR, teknik ve dünyevi bir idari birim olarak konumlandırıldı. Bakanlık düzeyinde siyasi yürütme içine dahil edilmeyen, işlevsiz bir birimdi. Hatta Diyanet’in idari bir yapı olarak, ilk kez 1927 Bütçe Kanunu içinde yer almıştı. İlk ve daimi maaşlı memur kadrolarına ise 30 Haziran 1929 tarihli ve 1452 Sayılı kanunla sahip oldular. 8 Haziran 1931 tarihinde çıkartılan “Evkaf Umum Müdürlüğü 1931 Mali Yılı Bütçe Kanunu” ile bu kez camilerin yönetimi Diyanet’in dışına çıkarıldı.
Bu kuruma fazla bir işlevin yüklenmemesi ve kanunun dahi olmaması, laikliğin inşasına engel olacağına dair endişeler nedeniyleydi. Öyle ki, Diyanet, ilk kanununa, 22 Haziran 1935 yılında çıkarılan 2800 sayılı Kanun sayesinde, kanuni teşkilat konumuna kavuştu.
Fakat laiklik inşasından vazgeçilmeye başlanan 1945’ten sonra, eğitimin dinselleşmesine paralel olarak, Diyanet’in konumunda da radikal değişimler başlamıştır. 29 Mart 1950 tarihinde yürürlüğe giren 5634 sayılı Kanun'la camilerin yönetimi tekrar Diyanet’e geçti.
Diyanet statüsü ve ulemanın din bürokrasisi üzerinden gücünün artırılmasında üç evreden bahsedebiliriz. Menderes ile başlayan 1950 sonrası süreçte “komünizme karşı dinin direnciyle diyanetin ve din eğitiminin güçlendirilmesi”, 12 Eylül 1980 Darbesi'yle başlayan “komünizme karşı din adamı yetiştirmek” süreci ve Kasım 2002’den itibaren AKP ile Yeni Osmanlıcılık temelinde ümmetin geleceği için dindar ve kindar nesil için Diyanet'in vesayet kurumu haline getirilmesi, din eğitimleri ve imam hatipler üzerinden yeni okullaşma stratejisiyle, yeni rejimin taşıyıcı kurumlarını yaratmak, olarak ifade edebiliriz.

Peki neler değişti?
DİB, her türlü siyasi görüş ve düşüncenin dışında“ kalmayan, siyasal İslamcı bir yapıdır. Dünyanın dört bir yanında Sünniliğin inşasına soyunmuştur.
DİB’in devlet protokolündeki yeri 10. sıraya yükseltildi. Devletin içinde artık bir DİB devleti vardır. Ulema devleti ve siyaseti; devlet ve siyaset de ulemayı karşılıklı çıkarlar doğrultusunda kullanıyor. Kadrosu en şişkin olan kurumlardan biri DİB’dir. 2002 yılında 74 bin 108 olan imam sayısı, 140 bini aştı, FETÖ operasyonları ile bu sayı 120 bine kadar indi. Bürokrasideki dinci kadrolaşmada DİB’in rolü büyük. DİB bir tür, bürokrasiye transit salonudur. 2002’den bugüne 9 bin 318 imam başka kamu kurumlarına geçti. Bu geçişte en önemli durak öğretmenliktir. Milli Eğitim Bakanlığı’na tam 5.050 kişi DİB’den geçmiştir.
Büyüyen sadece DİB bütçesi değildir. 2002 yılında 75 bin 941 olan cami sayısı, bugün 90 bini aştı. 2002 yılında 3364 olan Kuran kursu, 2017 yılında 18 bin 355’e yükseldi. Her ailede bir hafız kampanyası ile DİB toplumsallaşma hedefine sahiptir. Aile hekimi gibi, aile imamlığı modeliyle, imamların cami dışındaki hayata müdahalesi desteklenip, imamlar “kanaat önderi” konumuna getiriliyor.
DİB medyası mezhepçi toplum mühendisliği yapmaktadır. Diyanet TV, Diyanet Radyo, Diyanet Kur’an Radyo, Diyanet Risalet Radyo ve farklı medya araçları hiçbir kamu kurumunda olmayan imkânlara sahiptir. DİB radyoları 2017 yılı itibarıyla, Türkiye’nin 205 yerleşim alanında yayınlarına devam ediyor.

Her şey tek mezhep için
DİB’in cami, Kuran, imam ve Sünnilik merkezli hizmetten başkaca din ve inançlara yönelik hizmetleri yoktur. Mesela cemevi, kilise ve sinagoglara yönelik hizmeti yoktur. Dede, Ana, Papaz ve Hahambaşı gibi kadrosu da yoktur. Aleviler için Gülbang, Semah, Museviler için Tevrat ve Hıristiyanlar için İncil kursları da düzenlemez. İmam hatip okulları vardır, ama dede-ana, papaz, hahambaşı okulları yoktur. Bunlar da olsun diye değil, bir eşitsizliğe vurgu yapmak işin belirtiyorum. DİB eşitlik ilkesini ihlal eden kurum olarak, uyguladığı doğrudan ve dolaylı ayrımcılık politikalarıyla, toplumsal fay hatlarındaki gerilimi de tırmandıran bir yönü vardır.
İslam’a göre, “başkasının malına, mülküne göz dikmek” haramdır. Ama DİB Alevilerin, gayrimüslimlerin, ateistlerin helal etmediği vergilerle besleniyor. Eğer razılık yoksa, birinin parasına “din vergisi” olarak el konulmaz. İslam, faiz yemek, içki, kumar haram demiş, ama DİB, haram olan içki, kumar ve şans oyunlarında vergi toplayıp, “helal din hizmeti” veriyor.
DİB, MGK ve MİT’in görev alanına müdahil olup raporlar hazırlıyor. “Güvenlik politikaları” kamusal din hizmetlerine entegre ediliyor. “Olağanüstü Din Şûrası” yapıp, güvenlik politikalarını gündemine alarak, güvenlikçi politikalar öneriyor. İç ve dış politikada görevler üstleniyor. Birçok Avrupa ülkesinde, ismi “istihbarat faaliyetleri” ile anılır hale geliyor. Bazı ülkelerde din ataşeleri geri çekilmek zorunda kalınıyor. Unutulmamalı ki, laiklik karşıtı siyasal İslamcı Cemalettin Kaplan ve 15 Temmuz Darbe Girişimcisi F. Gülen, DİB memuru ve vaizleriydi.

DİB’den besmeleli eğitim
DİB, “eğitim de benim işim” diyerek, MEB’in yetki ve görev alanına hükmedip, eğitimin dinselleştirilmesi ve kurumsallaşmasında motor güç oldu. Ana okullarının sıbyan mekteplerine dönüştürülmesinden, zorunlu din derslerine, imam hatiplerin yaygınlaştırılmasına, İlahiyat fakültelerinin artırılmasına kadar müdahil oluyor. MEB müfredatlarının içeriklerinin belirlenmesine ve diyanetin Din Eğitimi Portalı Eğitim Bilişim Ağı (EBA) ile 11 Milyon 700 bin kullanıcıya ulaşarak yaygın din eğitimini üstleniyor. MEB ile imzalanan “işbirliği protokolleri“ ile eğitimde aktif ve belirleyici aktör haline geliyor. 102 ülkede 2 bin imam, Eğitim ve Rehberlik Daire Başkanlıklarında 1090 kişiye istihdam sağlanıyor.
2018 hedefleri arasında “Diyanet İslam Akademileri“ kurmak var. Madem DİB, din eğitimini kendi bünyesinde kurumsallaştırıyor. O zaman MEB’in din eğitimlerine, imam hatiplere ve YÖK’ün ilahiyat fakültelerine ne ihtiyaç var?
Emlak ve kent planlaması da DİB işidir. DİB, kent ve çevreye de el attı “meskûn mekânların estetik ve mimari“ işlerini üstlenerek, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’yla iş birliği yapıyor. Kentleri muhafazakârlık ekseninde betonlaştırıyor. TOKİ, AVM, üniversite ve benzeri alanlarda cami yapımını teşvik ediyor ve genelgelerle zorunlu kılıyor. Belediyeler ve Çevre Bakanlığı, DİB lehine imar değişikliği yaparak kentlerin en önemli merkezlerini ve yeşil alanlarını cami yapımına ve müftülüklerin kullanıma tahsis ediyor.
DİB asimilasyon merkezidir. Devlet, DİB üzerinden, Alevileri yok sayıyor. Alevilerin, haklar rejimi eksenindeki eşit yurttaşlık, eşit haklar talebini görmezden geliyor. Aleviliğin kendine özgü bir inanç olmasını hazmedemiyorlar. DİB bu evrensel hakka karşılık, “Cemevi ibadethane değil, tekkedir, cem ise ibadet değil, zikirdir”, “Alevilik inanç değil, folklorik unsurdur” diyerek, asimilasyoncu tanımlamalara girişiyor. Aleviliğin tarihsel kimliği aşağılanarak, Aczimendilikle eşleştiriliyor, cemevleri ise “terör yuvası”, “cümbüş evi” denilerek itibarsızlaştırılıyor.

DİB, kadın, gençlik ve mahalle örgütlemesini de üstlendi
DİB artık camiden gündelik özel hayata, dinsel olmayan alana kadar yayılmıştır. 81 İl ve 957 ilçe müftülükleri aracılığı ile siyasal İslamcılığın yaygın bir örgütlenme kurumuna dönüşmüştür. Müftülükler “Aile ve Dini Rehberlik Büroları” aracılığıyla ailelerin sosyal, ekonomik, psikolojik sorunlarına ve adaletsizlikten kaynaklanan işsizlik ve yoksulluğun sonucu problemlere “dinsel telkinlerle“ şükürcü nesil hazırlıyor.
DİB Cami gençlik Örgütleri kuruyor. Her yaş grubuna yönelik yurtiçinde-yurtdışında 16 dilde yayın organlarının dinsel telkinleriyle ve öğütleriyle, şükürcü bir neslin yetişmesi hedefleniyor.
Bir erkek örgütü olan DİB, kadınları mutfak, çocuk ve koca hizmetinde görmeyi vaaz ediyor.
DİB müftüleri artık resmi nikâh kıyıyor. Evlilik ve aile düzenleme işlerini üstlenerek aile hayatımıza görüyor. Modern hukukun ve medeni kanunların arasına, şeri hukuk eklemleniyor.
DİB, Sağlık Bakanlığı’nın görev ve sorumluluk alanına müdahil oluyor, “manevi bakım” adı altında, sağlıkta gericileşmenin ve cemaatleşmenin zeminini hazırlıyor. Sağlık Bakanlığı ile DİB arasında imzalanan protokole göre din adamlarından oluşan “manevi destek ekipleri” yeni görevlerini besmele ile devlet hastanelerinde üstleniyor, hastaneleri külliyeye büründürüyorlar.

Sonuç olarak;
DİB, bağımsız davranabilme gücüne sahip, dinsel vesayet ekseninde, mezhepçi ulemanın devlet gücü ile özel ve kamusal hayatı din üzerinden kontrol eden, yönlendiren siyasi bir kurumdur. DİB, siyasal İslamcılık ekseninde ulemanın, toplumu mezhepçilik ekseninde homojenleştirme ve mezhepçi rejim inşasında taşıyıcı kurumu haline gelmiştir. Buna karşı tek çözüm vardır; laikliğin kazanılması. Din, vicdan ve inanç özgürlüğünün, inanan ya da inanmayan her yurttaşa hak olarak tanınması için, DİB lav edilmelidir.

Turan Eser /BİRGÜN Pazar

Bu Bukovski o Bukowski değil! - TOLGA BİNBAY

İnsan şaşırıyor ilginç kişilerin tarihin akışına yön verebilmesine? Ya da belki de tarih belli bir yöne çoktan girmiş oluyor da biz sanki insanlar, durumlar o seyri temsil ediyormuş gibi görüyoruz. Ve sonra da gelsin efsaneler, gelsin söylenceler. Yoksa hiç bir iz, hiç bir esinti bırakmadan geçip gitmiş kaç şahsiyet vardır!
Kim bilir?
Ama oyuncusu Vladimir Bukovski olan bu hikâye bir farklı.
Şöyle ki...
1962 yılında 19 yaşında iken şiirler okumaya başlar Bukovski. Moskova'da, Mayakovski Meydanı'nda. Anlaşılan o ki sevimli, nükteli bir gençtir. Ve insanı kısa sürede etkisi altına alan bir aurası vardır. Hani bir nevi şeytan tüyü.
Ataklığı, sevimliliği ve nükteli, kıvrak diliyle kısa zamanda meydanın ruhu haline gelir. Ya da meydanın çoktan olgunlaşmış ruhu, aradığı sesi bulur. Henüz tıfıl bir üniversite öğrencisi olan Bukovski artık muhalif bir ses, şair, sanatçı ve "aktivist"tir.

Komünist Gençlik Birliği ile ilgili hazırladığı "ayrıntılı" broşür nedeniyle okuldan atılır ve hakkında soruşturma başlatılır. Ya da soruşturma başlatılır ve okuldan atılır.
Ama Bukovski söndürülmeye çalışılırken harlayan ateş gibidir. Durdurmak mümkün değildir. Hani bizim buralarda bir laf vardır ya "Mevlam, yürü dedi!" diye. Öyle yürür Bukovski de. Kısa sürede ‘düzen muhalefetinin’ sesi, sembolü haline gelir.
Geniş bir çevresi vardır, artık. Ya da geniş bir çevrenin sevimli, girişken ve sivri dilli bir Bukovski’si. Ama siz yine de genişe bakmayın; üç yüz milyonluk bir ülkede üç yüz bin kişilik bir kesimdir söz konusu olan.
Ses olma halini geliştirir ve incelikli bir gürültüye geçer Bukovski. Susması ya da en azından gürültü çıkarmaması istendikçe, O gürültüyü daha çok sever. Bir yandan yıllar geçer. Ama ergenlikte takılıp kalmış gibidir. Gürültü devam eder.
Soruşturmalar falan derken en sonunda tutuklanır ve “Akli dengesi yerinde mi?” diye psikiyatri hastanesine yatırılır. Tanısı "yavaş ilerleyen şizofreni" olur. Aslında tam tanı bu değildir. Ama öyle geçer kitaplara ve kendisi de öyle der. Ve bu tanıyla da taburcu olur.
Ama Bukovski ise becerikli ya, yanında başka şeyler de çıkarır hastaneden. Kendi dosyasını ve bir de "siyasi nedenlerle" tutuklanıp psikiyatri hastanesine yatırılan başka insanların dosyalarını da yanına almayı, her ne hikmetse başarır. Bunlar tam da aranan, istenen belgelerdir.
Kim tarafından?
Batı'daki insan hakları örgütleri tarafından.
Güzel Mevlam yine devreye girer ve belgeler bir biçimde ilgili yerlere ulaşır. Ulaştığı gibi de "Sovyetler'de psikiyatri rejim muhaliflerini damgalamak için kullanılıyor" kampanyası başlar. Artık elde deliller de vardır.
Hemen ardından Dünya Psikiyatri Birliği Sovyet psikiyatri camiasını uyarır, hatta tehdit eder.
Ama Bukovski bu! Durmaz.
En sonunda tutuklanır. Sene artık olmuştur 1970ler. Tam da Batı'da özgürlük yelleri eserken. Velhasıl iş büyür. Kampanyalar başlar, Bukovski'ye özgürlük isteyen. Amsterdam, New York ve Londra da dâhil olur işe.
Ve etkili de olur kampanya. Barış içinde bir arada yaşam derken bir taraf, öbür taraf savaş hali içindedir. Ve 1976'da bir nevi esir değişimi olur. Bukovski istediğini almıştır: gelişmiş kapitalist bir ülkede bir burjuva partisi lideri gibi karşılanacaktır.
Çünkü karşılıklı değiş tokuşta O Londra'ya giderken yerine Moskova'ya gönderilen kişi Pinochet zindanlarından çıkan Şili Komünist Partisi Genel Sekreteri Louis Corvalan'dir [1].
Batı Bukovski'nin kıymetini hiç sektirmez.
Heatrow havalimanına inen Bukovski'nin ilk işi bir sigara yakmak olur. Ve sonra da sorar: "Nerede kalmıştık?"
Artık orta yaşı görse de zıp çıktının tekidir Bukovski. Her yere davet edilir, ağırlanır ve gürültüyü daha da sever. Ahbapları artık devlet başkanlarıdır. Jimmy Carter'ın yanında hafif mahcup bir ergen edasıyla oturur oturmasına ama sanki az sonra "Naber moruk?" diyecek gibidir.
İngiltere, iltica talebini kabul eder ve sınırsız haklar verir. Sosyal ve medeni. Psikiyatri, insan hakları ve demokrasi ile ilgili ya da ilgisiz tüm toplantıların onur konuğudur artık. İnsan Hakları Gözlem kuruluşunun doğal üyesi ve de önde gelen aktivisti olur. Yıllar böyle geçer.
Bir ara tarihin sonu gelir gibi olur ama Bukovski "Su uyur, düşman uyumaz!" düsturu çerçevesinde gürültüye devam eder.
Ve sene olur 2015. Atlar uçağa Londra'dan Berlin'e gider. Kalp ameliyatı olur. Tüm masrafları İngiliz hükümeti çeker. Bilirsiniz İngilizler vefalıdır. Hizmete hizmet ile karşılık verirler. Hem de yaşam boyu.
İşte ne olursa o sıralar olur ve nazar değer, üstünde en ufak bir çizik bile olmayan şu muhteşem kariyere. Kötü sağlığına rağmen kendini özgürlüğe adamış olan Bukovski’nin evini İngiliz polisi basar. Çocuklarla ilgili uygunsuz fotoğraflar bulundurduğu suçlamasıyla [2].
15 yılda birikmiş binlerce görüntü çıkar bilgisayarından. "Ne olmuş yani! Pul biriktirmek gibi bir hobi benim için" der, Bukovski mahkemede [3]. Ama dinlemez özgürlük düşmanı mahkeme. Hem de sağlığı gitgide bozulmaktayken.
Bukovski bu. Durur mu? Yaş olmuş 74 ama iş bitmemiş. Önce 100.000 poundcuk bir tazminat ister, adını kötüye çıkardılar diye [4]. Ve sonra kendisini saran gürültü daha da artınca başlar açlık grevine [5]. Kendisi için değil. Katiyen.
Elbette ki pek bir özgür Batı için.
“İlginç” bir kişi tarihin akışına nasıl da yön veriyor; unutmasınlar ve de ders alsınlar diye.

Tolga Binbay / SOL


*Yazıda kullanılan otobiyografik bilgiler http://www.vladimirbukovsky.com/bio/ adresinden alınmıştır.
[1] http://www.independent.co.uk/news/obituaries/luis-corvalan-communist-who...
[2] http://www.cps.gov.uk/eastern/cps_eastern_news/bukovsky_charging_announc...
[3] https://www.theguardian.com/uk-news/2016/dec/12/soviet-dissident-vladimi...
[4] https://www.theguardian.com/law/2015/aug/24/soviet-dissident-sues-crown-...
[5] https://www.theguardian.com/world/2016/apr/29/vladimir-bukovsky-russian-...

Şostakoviç'i nasıl bilirsiniz? - ULAŞ ÖZER / SOL KÜLTÜR

Şostakoviç’e dair bu yazı, Sovyet aydınının, sanatçısının, sporcusunun ve Sovyet insanının ne denli iç içe geçmiş olduğunu gösteriyor bize... Toplumu için üreten ve üretimini, bir şey üretmenin verdiği haz ve bilinçle gerçekleştiren aydın, sanatçı, yazar, sporcu ve yurttaş... Büyük geri sıçramadan yıllar önce Sovyetler Birliği’nde somutlanan yeni insan... Aşılmayı bekliyor!

 Günümüzden tam yüz yıl önce gerçekleşen büyük Ekim Devrimi, bir işçi iktidarı olarak üretim araçlarına el koyarken, sınıflı toplumların tarihi boyunca sömürücü sınıfların kontrol ve tekelinde bulunan bilgiyi de toplum yararına kamulaştırdı. Bu, ezilen sınıf olan proletaryanın bilime, sanata, felsefeye ve spora rahatça erişiminin sağlanması anlamına geliyordu. Günümüzden yüz yıl önce kurulan bu eşitlikçi düzenle birlikte sınıflı toplumlar tarihinde ilk kez bilgi, toplumun tümünün yararına ve kullanımına açık hale gelmiş oldu.
Bilim, felsefe, sanat ve spor gibi günümüz kapitalist toplumunda piyasalaşmış olan alanların, sosyalist toplumdaki işlevlerini "dışarıdan" bir gözle tarif etmenin bazı zorlukları bulunsa da temel bir ayrım ilk bakışta fark edilir: Sovyet iktidarında tüm bu alanlar toplumun çıkarları ve çok yönlü birer birey olarak Sovyet insanının gelişimi için seferber edilmiştir. Bir başka deyişle Sovyet iktidarı, özünde, sosyalist devrimi ileriye taşıyacak olan gelişkin yeni insanını aramaktadır.
Sovyetler Birliği’nde yeni insanın inşası ve sosyalist toplumun örgütlenmesinde sanat ve sporun özel bir yeri olduğu söylenebilir. Farklı iş kollarından gönüllü olarak bir araya gelmiş insanların kurduğu, hem kolektif oyun stilleri hem de disiplinleriyle pek çok uluslararası başarıya imza atmış olan takımlar, aynı zamanda Sovyet toplumunun örgütlenme pratiklerinden biridir. Dünyadaki pek çok turnuvaya damga vuran, Kızıl Ordu mensuplarınca kurulmuş CSKA; Anayurt Savaşı’nda Nazi takımına boyun eğmeyen ve dokuz oyuncusunu bu galibiyete feda etmiş olan, KGB çalışanlarının kulübü Dinamo Kiev; pek çok şampiyonluk yaşamış, öğretmenlerin, işçilerin ve diğer meslek gruplarından çalışanların oynadığı Spartak Moskova... Öğrencileri, demiryolu işçilerini, denizcileri ve liman çalışanlarını, otomotiv sektöründe çalışan işçileri ve bunların bağlı oldukları sendikaları temsil eden takımların yer aldığı Sovyet ligi, Sovyetler Birliği’nde somutlanan yeni insanın, kapitalist dünyadaki anlamıyla profesyonelleşmeden uzak çok yönlülüğünü, kolektivizmini, çalışma disiplinini ve gelişkinliğini temsil etmektedir.
Sovyet müziği dendiğinde ise ilk akla gelen kuşkusuz Sovyet korolarıdır. Fabrikalarda, okullarda, çiftliklerde ve kışlalarda kurulan bu korolarda, iktidarın sahibi olan işçiler, geçmişin sınıflı toplumlarında mahrum bırakıldıkları yüksek sanatla buluştular. Böylelikle kitleler, bir örgütlenme pratiği olarak hep bir ağızdan şarkı söylemeye başladılar ve toplumun tarihsel gelişimi içinde ezen sınıflarla aralarında oluşan tarihsel açıyı kapatmak adına bilgiye ve sanata sarıldılar.
Sovyet sanatçılarının üstlendikleri görev, toplumu sanatla buluşturmak, yeni insanı yaratma işine sanat cephesinden katkı koymaktı. Bunun yanında sanatçılar, Sovyet insanının tüm alanlardaki gelişkinliğini de hem bunun altının çizilmesi hem de toplumun özendirilmesi amacıyla eserlerine taşıdılar. Osip Mandelstam’ın Futbol ve İkinci Futbol adlı şiirlerinde; Nikolay Zabolotskiy’in Futbol adlı şiirinde; Yuri Oleşa’nın Kıskançlık adlı romanında; Aleksander Deineka’nın Futbol, Futbol Oyuncusu, Koşu, Kayakçılar, Kaleci ve Oyun adlı tablolarında; Aleksander Samokvalov’un Stadyumda, Gülle Atan Kız, Sporcular Geçidi ve Sovyet Beden Kültürü adlı tabloları, sanatın sporla buluşmasına örnek olarak gösterilebilir.

Hem kişisel hayatında hem de eserlerinde spor ve müziği birleştiren en önemli şahsiyetlerden biri kuşkusuz Dimitriy Şostakoviç’tir. Spor, Şostakoviç’in pek çok eserinde geniş yer tutar. Mayakovskiy’in komedisi Tahtakurusu, Bezimenskiy’in oyunu Silah Atışı, Kozintsev ve Trauberg’in filmi Yalnız için yazdığı müzikler; Cıvata balesinin bazı bölümleri ve Altın Çağ balesi, Şostakoviç’in spor temasını işlediği başlıca eserlerdendir. Özellikle Altın Çağ balesi, rahatlıkla bir spor balesi olarak tanımlanabilir. Bu eseri, Şostakoviç şöyle anlatıyor:
“Altın Çağ balesinin temelinde iki unsur var. Batılı-Avrupalı burjuva kültürünün müziği ve Sovyet proletarya kültürünün müziği... Bu eseri bestelemedeki temel amacım, bu iki kültürü karşılaştırmaktı. Bu, esere şöyle yansıdı: Batılı-Avrupalı dansları, modern burjuva kültürünün tipik özelliği olan hastalıklı erotik dans figürleriyle; Sovyet danslarını ise spor ve sağlıklı fiziksel aktiviteyi simgeleyen unsurlarla sahneye taşıdım"...
Şostakoviç’in müzikal üretiminde sporun, diğer pek çok Sovyet sanatçının ürünlerinde olduğu gibi önemli bir yeri vardı.
Şostakoviç’in çok az bilinen özelliklerinden biri, futbola olan düşkünlüğüdür. Elbette büyük besteci Şostakoviç’in bu merakının göz ardı edilmesinde şaşılacak bir şey yok. Fakat Şostakoviç’in sporu konu edinen müzikal üretimleri dışında spor alanında yaptığı üretimler, Sovyet insanının gelişkinliğine, çok yönlülüğüne ve yeni insana dair önemli veriler sunuyor bize.
23 Ocak 1966’da Şostakoviç, Temmuz ayında Londra’da yapılacak olan FIFA Dünya Kupası karşılaşmaları hakkında İzvestiya gazetesine şöyle bir röportaj verir:
"Maç izlemek için stadyumlara gidiyorum. Futbolu seviyorum ve tüm inceliklerinden anladığımı düşünüyorum. Ne yazık ki oyuncularımız bu ara, sevinçten çok hayal kırıklığına sebep oluyor. Fakat takımımızın yurtsever taraftarlarının, her zaman onların arkasında olacağını düşünüyorum. Oyuncularımıza güveniyorum. Aksi taktirde Londra’ya gitmezdim... Pek çok Sovyet bestecinin futbola düşkün olduğunu belirtmek isterim. Bu nedenle Besteciler Birliği üyelerinden bir grup müzisyen, Temmuz ayında İngiltere’nin başkenti Londra’ya gidecek."
Şostakoviç’in futbol tutkusunu besteci Rodion Şedrin şöyle anlatıyor:
"1964 yılında, Şostakoviç, Irina Antonovna (Şostakoviç’in karısı), eşim ve ben yaz tatilimizi Ermenistan’da geçirdik. Şostakoviç tam bir futbol âşığıydı. Tatil boyunca Ermenistan ligine ilişkin tüm radyo programlarını dinledi. Futbol maçlarının atmosferi, tribünlerden yükselen sesler, sevinç çığlıkları, hayal kırıklıkları, zafer şenlikleri onu büyülüyordu. Bir gün bestecinin yazlık evinde iki takım kuruldu. Ben birinci takımın kaptanıydım. Besteci Arno Babajanyan da diğer takımın... Şostakoviç hakemdi ve bunu büyük bir zevkle yaptı. Yakınında elma ağaçları olan saha oldukça küçüktü. Top ağaca çarptı ve elmalar yere düştü. Bunun üzerine bizim sinirli hakemimiz uzun bir düdük çaldı: ‘Ağaca bir top daha gelirse iki takımı da diskalifiye edeceğim...’"
Bu alıntılar Şostakoviç’in Sovyet futboluna olan ilgisini ortaya koyuyor. Lâkin Şostakoviç’in futbolla ilişkisi, bir yurttaş olarak Sovyet futbolunu takip etmenin çok ötesinde.
Şostakoviç tarihin en kanlı kuşatmalarından biri olan Leningrad Kuşatması sırasında, anayurt savunmasında görev alır. 8 Eylül 1941 tarihinde başlayan kuşatma, 27 Ocak 1944 tarihine kadar 872 gün sürer. Şostakoviç’in bu süreçte bestelediği 7. Senfoni’sinin Leningrad prömiyeri, 9 Ağustos 1942 tarihinde gerçekleşir. Fakat Leningrad Radyo Orkestrası’nın kadrosunda sadece 14 müzisyen hayattadır. Bu nedenle şef Karl Eliasberg, senfoninin partisyonlarını çalabilecek kadar enstrüman çalabilen herkesi orkestraya dahil eder ve 7. Senfoni’nin büyük Leningrad prömiyeri bu koşullarda gerçekleşir.

Bu zor savaş koşullarına rağmen Şostakoviç’in futbola olan ilgisi azalmaz. Tersine, savaşın yarattığı yıkım sürerken oynanan maçları ilgiyle takip eder ve hatta bu maçları bir futbol yazarı olarak gazetelere taşır.
Şostakoviç, 15 Eylül 1942’de, yani 7. Senfoni’sinin Leningrad prömiyerinden yaklaşık bir ay sonra Krasnyi Sport (Kızıl Spor) gazetesinde şöyle bir yazı kaleme alır:
LENINGRADSKIE FOOTBOLLISTY V MOSKVE / LENİNGRAD FUTBOL OYUNCULARI MOSKOVA’DA
8 Eylül’de Leningradlılar, uzun bir aradan sonra ilk kez Moskovalı adaşlarıyla (Dynamo Moskova) oynadı.
Tıklım tıklım dolu Dynamo Stadyumu (Moskova), Leningrad’ın şerefli savunucularına, kahraman şehrin yurttaşlarına coşkulu bir şekilde kucak açtı. Bir Leningradlı olarak, Aloff kaptanlığındaki Dynamo (Leningrad) takımının oyuncularını izlemekten heyecan duydum ki bu oyuncular Lenin’in şehrinin favorileridir. Bu oyuncuların başarıları kadar başarısızlıkları da biz Leningradlılar tarafından hoş karşılanır.
Büyük anayurt savaşını yaşadığımız ve Leningrad’ı kahramanca savunduğumuz şu günlerde, Leningradlı sporcular hep ön saftaydı. Bu yüzden tüm oyuncular kucaklanmalı! Sadece futbolcuları değil şehrimizi kahramanca savunan tüm Leningradlıları kucaklıyoruz.
Leningrad takımında milis güçlerinden olan Nabutoff ve Oreşkin; donanma askerleri Aloff, Val. Fedoroff ve A. Fedoroff takımda düzen ve disiplini sağladı. Leningrad kuşatmasının şiddetli kış aylarının ardından ve pek çok Leningradlı ile birlikte bu zor günlerin üstesinden gelen bu futbolcular Moskova'ya geldi.
Şunu söylemek gerekir ki Moskova'daki ilk maç, en güçlü Moskova takımlarından biri olan Dynamo Moskova takımına karşı oynandı ve bu maçta Leningradlılar iyi bir başlangıç yaptılar. Takım kendini hissettirdi, özellikle hücumda Aloff, A. Fedoroff ve K. Sazonoff çok iyi oyun çıkardılar. 
İlk yarı 2-2 berabere bitti fakat Leningrad defansı ikinci yarıda eski bir Leningradlı olan Solovyoff'un öncülüğündeki Moskova hücumuyla baş edemedi ve iki gol daha yedi. Leningradlılar 2-4 yenildiler. (...)
Stalin Ödülü sahibi
D. Şostakoviç
Sovyetler Birliği spor basınına üye olan Şostakoviç’in, Sovyet spor basınının en önemli gazetelerinden biri olan Krasnyi Sport’a özel bir ilgisi vardı. 1926'dan beri Moskova'da yayımlanan Krasnyi Sport, 1946'da Sovietski Sport (Sovyet sporu) adıyla yayınını sürdürdü. Şostakoviç'in pek çoğu bu gazetede yayımlanmış 300 civarı makalesinden çok büyük bir bölümü futbolla ilgilidir.
Şostakoviç’e dair yukarıda alıntılanan birkaç yazı, Sovyet aydınının, sanatçısının, sporcusunun ve Sovyet insanının ne denli iç içe geçmiş olduğunu gösteriyor bize. Toplumu için üreten ve üretimini, bir şey üretmenin verdiği haz ve bilinçle gerçekleştiren aydın, sanatçı, yazar, sporcu ve yurttaş... Büyük geri sıçramadan yıllar önce Sovyetler Birliği’nde somutlanan yeni insan... Aşılmayı bekliyor!

 ULAŞ ÖZER / SOL KÜLTÜR




 

Herkes kültür merkezi yapamaz - ALİ SİRMEN

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan on yıldır atıl duran ve yıkılmasına karar verilen Atatürk Kültür Merkezi’nin yerine bir yenisinin yapılacağını açıkladı ve bu yeni merkezin yalnız elitlere değil, ama aynı zamanda halka hizmet vereceğini belirtti.
Ardından da yeni binanın mimarı Murat Tabanlıoğlu tasarladığı yapının özelliklerini kamuoyuna anlattı.
Tabanlıoğlu, Berlin’den esinlendiğini belirttiği at nalı şeklindeki 2500 kişilik büyük opera ve bale salonundaki temsillerin geceleri dev bir ekrana dönüşecek olan binanın cephesinden Taksim meydanındakiler tarafından seyredilebileceğini vurguladıktan sonra, binada aynı zamanda 800 kişilik bir büyük tiyatro salonu, oda tiyatroları, kütüphaneler, kafeler ve restoranlar olacağını söyledi.
Yapılan açıklamalarda, merkezin adının yine Atatürk Kültür Merkezi olarak kalacağı söyleniyorsa da, bu konuda şimdiden kesin bir şey ileri sürmek yanlıştır. Burası ne de olsa Türkiye belli mi olur, bakarsınız yeni bir seçim anketinin sonuçları yeni ilhamlar estirmiş!.. 

***

Bina ile ilgili açıklamalar, genelde olumlu karşılandı.
Artık lafların ve açıklamaların ötesinde uygulamaya bakmanın zamanıdır.
Böylesine devasa bir kültür merkezi yapmak kolay değil. Bir kültür merkezi yalnız muhteşem opera ve balo salonlarından tiyatro sahnelerinden, sergi, kütüphane, kültür ve rekrosyon alanlarından oluşan bir binadan ibaret değildir.
Herkes “kültür sanat merkezi” yapamaz.
Kültür ve sanat merkezi yaptıracak olan iktidarın bir kültür ve sanat görüşü, o görüşü yansıtan bir kültür ve sanat politikası olması gerekir.
Taksim’in göbeğinde, yeşil düşmanı, AVM dostu olup elli metre ötesinde, kültür ve sanat tutkunu, AKM dostu olmak mümkün değildir.
Herkes kültür merkezi yapamaz.
Kültür merkezi yapabilmek için balenin baldır bacaktan ibaret olmadığını bilip operayı şişman kadının ikide bir şarkı söylediği, izleyenlere elitlik bulaştırdığı vehmedilen bir garabet olarak görmeyi aşmış olmak gerekir.
Bir kültür merkezi yapabilmek için, insanın yaratıcı yeteneğine ve emeğine saygı duymak, sanatçıdan, kültür adamından biat bekleyen bir dünya görüşünün ötesine geçmiş olmak gerekir.
Bir kültür merkezi yapabilmek için, ülkenin o merkezde icrayı sanat eyleyecek, seçkin sanatçılarını iyi kötü bilebilmek, hiç değilse kendi cehaletinden dolayı, onları yok saymayacak bir düzeye ulaşabilmiş olmak gerekir.
Hamervah karşısında “Şeytan bunun neresinde” diyerek, yoldaş sazını savunmak zorunluğunu duymuş ozanın ülkesinde kültür merkezi yapmak için, kimi müzik enstrümanlarına düşmanlık duygularıyla olmadık ithamlarda bulunacak kafa yapısından sıyrılmış bir iktidarın işbaşında olması zorunludur.
***
Bir kültür merkezi yaptırabilmek için, her şeyden önce, o ülkede, o kentte, daha önce kültür merkezlerinden kimlerin yararlandığını az çok bilecek ve bu yararlananları “halk”tan ayırmayacak yapıda bir iktidar gereklidir.
Kültür merkezi yapmak zordur, herkes kültür merkezi yapamaz.
21. yüzyılda, arkasında rönesansın, aydınlanmanın, laikliğin birikimi olmayanlar, köylü çocuklarının eline flütü, kemanı, klasikleri tutuşturmaktan çekinen, okumuş ve aydınlanmış kafadan ürken, onu şeytan görenler kültür merkezi açamazlar.
Bir yandan hapishaneleri düşünce suçluları ile dolduranlar kültür merkezi açamazlar. Çünkü o merkezlere gidecek olanlar ya daha önce hapishanelere doldurulmuşlardır ya da daha sonra hapishaneye doldurulmaya adaylardır.
Evet, kültür merkezi yalnız bir binadan, salondan, sahneden, kütüphaneden, kafeden ibaret olmayıp bir dünya görüşünü, bir yaşam biçimini, bir insanlık algısını, bir ruhu, kültür birikimini yansıtan toplumun nabzının attığı bir yerdir.
Yukarıda saydığımız niteliklere sahip olmayanlar kültür merkezi yapamazlar.
Onlar olsa olsa kültür merkezi yıkarlar.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Dava (II) - Nilgün Cerrahoğlu

“Şiddet karşıtı, barışçıl, hoşgörülü, güleryüzlü İslam da var, diyen yönetmen Spinelli’ye inanıyor musunuz” diye soruyor Hasan Ç. okurum.
Dün bu köşede İtalyan sinemacı Italo Spinelli’nin “Roma Film Şenliği”nde gösterilen “Dava” (Da’wah) filminden söz etmiştim.
Film Endonezya’da bir medresenin 24 saatini irdeliyor, medresedeki “hoşgörü-barış” vaazlarını öne çıkartarak “Başka bir İslam da var” mesajını işliyordu...
Nitekim filmin basın toplantısında Spinelli’ye doğrudan bizim okurumuzun sorduğu doğrultuda sorular soruldu.
Yönetmenin bunlara yanıtı “İslamın ‘tek parça’, monolitik bir din olmadığı, farklı akımlar ve anlayışlar barındırdığı, Hıristiyanlıkla ortak söylemleri paylaştığı ve İslam ülkelerindeki çoğunluğun son kertede şiddet karşıtı olduğu” yolundaydı.
“Dava” açık bir misyonla İslamafobiye karşı yapılmış bir film.
Hareket noktası bilfiil Batı’daki hâkim önyargıyı kırmak.
Dünyanın gerisinden kopuk dualar ve ilahiler ortamında yaşayan medrese öğrencileri bile nitekim İslamın ağır bir imaj sorunu olduğuna değiniyor ve “Acaba İslama ilişkin neden böyle bir şiddet çağrışımı var?” diye naif naif yakınıyor, “Bunu anlamıyoruz” diyorlar, “Bu imaj nasıl değiştirilebilir” diye soruyorlar. 
 

 ‘Medeniyet ittifakı’ aşkı
Etkileyici görüntüleri olan çok kaliteli bir çekime imza atan Spinelli, kuşkusuz ki ciddi bir yönetmen. Spinelli ile birlikte filmin tanıtımını üstlenen Bernardo Bertolucci de İtalyan sinemasının kalan son dâhi ustalarından biri.
Bertolucci, gösterim öncesi yaptığı konuşmada klasik bir “medeniyetler ittifakı” duruşu sergiledi.
Başarısız olan bir bel fıtığı ameliyatı nedeniyle tekerlekli sandalyeye mahkûm olan ve “Dava”nın gösterimine de tekerlekli sandalyesiyle gelen 9 Oscarlı “Son İmparator”un yönetmeni, ışıklar kararmadan önce “Çölde Çay” filmini çekerken yaşadığı bir anıyı aktardı:
“(Afrika’da) çölde kum tepecikleri arasında küçük bir kilise gördük. Kapısı, güneşin battığı noktaya bakıyordu. Vaftiz çanağının içi kum doluydu. Ben bunun İslam ve Hıristiyan kültürünün tipik bir buluşması olduğunu düşündüm. Italo Spinelli de işte bu belgeselde, benim ‘iki kültür arasında aşk’ diye tanımladığım o buluşmayı arıyor. Bugün bu aşk bir tutukluk yaşıyor. Belki ben iyim-serim ama Da’wah’da anlatılan türden bir İslamın mümkün olduğunu düşünüyorum.”
 
Oryantalizmin doruğu
Benim kişisel görüşüm, bu iyi niyetli çalışmanın yazık ki çok köklü ve yapısal bir oryantalizmin kurbanı olduğudur...
Batı İslamı artık sırf “şiddet ve şiddet karşıtlığı” ikilemi içinde değerlendirdiği ve bu kerte basit bir şablona indirgediği için; gerisini hiç görmüyor ya da gerisiyle ilgilenmiyor.
“Dava”daki Cava medresesi evet sevgi pıtırcığında yaşayan barışçıl bir ortam. Ama “Dava” bununla bitmiyor ki...
6-18 yaş grubundaki 2700 oğlan çocuğunun eğitim gördüğü (ve haliyle kadın gölgesinin görülmediği) medresede, Kuran, fıkıh, tefsir, hadis, Arapça, İngilizce, ahlak dersleri dışında “ilme” dair hiçbir konu okunmuyor / okutulmuyor.
Çocukların “dünya” ile tek ilişkileri futbol. “Dünyevi” biricik meşgaleleri de futbol oynamak. Yatakhane dolaplarında bile futbol yıldızlarının resimleri duruyor. İleriye ilişkin planları sorulduğunda çocuklar Mısır’da “El Ezher” Üniversitesi’nde okumak istediklerini, İtalya ve İspanya’da futbol izlemeyi arzu ettiklerini, Türkiye’ye (herhalde bir “Dava ülkesi” olması hasebiyle!) seyahat etmeyi düşlediklerini söylüyorlar.
Bunun dışında konuşulan tek mevzu din. Kadınlar için “Onları incitmeyin, şereflerine halel getirmeyin” diye olumlu mesajlar sözde veriliyor ama kadın için öngörülen tek rol, vurgulanan “Cennet annelerin ayakları altındadır!” hadisi kapsamında “annelik” oluyor.
Kadına “annelik” dışında başka hiçbir varlık alanı tanınmıyor.
En düşündürücü olanı, 11 Eylül / IŞİD öncesi zamanlarda “çağdışı” diye damgalanacak bu dünyanın, bugün minimum standartlarda tanımlanan bir “medeniyet buluşması” kontenjanından ballandıra ballandıra “olumlu model” etiketiyle paketlenerek sunulması. Eğer olumlu model buysa, gerisini siz düşünün...

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Sevan Bıçakçı’nın vatan sevdası - Mine G. Kırıkkanat

İnsanların bir kan kardeşliği vardır, bir de can kardeşliği.
Kan kardeşinizi elbette çok seversiniz, ama seçemezsiniz. Hasbelkader aynı ana babadan doğmuş; birlikte üzülmüş, sevinmiş, büyümüş olmak yaratır aranızdaki sevgiyi.
Oysa can kardeşliği, sizin seçiminiz ve vazgeçilmez bir dostluğun taçlanmasıdır.
Sevan Bıçakçı, benim böyle can kardeşimdir. Yirmi yıl önce, ruh ikizim Elif Yıldız aracılığıyla tanıştık ve onun ruh ikizi Emre Dilaver’in kadim okurum olması sayesinde kaynaştık.
Onun “abla”sı olmaktan hep gurur duydum.
Mini minnacık bir atölyede çakan yaratıcı kıvılcımı dünyayı ışıtana kadar, adım adım izledim başarılarını. Ama hiçbirini hak ettiği uzunlukta yazamadım. Reklamını yapıyor derler diye çekindim. Muhalif yazarlığımın zararı dokunur diye sustum. Kısacası, kendi gözümden sakındım, dünyada çok ender yetişen bir değer olan kardeşimi...

***

Ama Sevan, artık mücevher zanaatını sanata taşıyan küresel bir tasarımcı. Müşterileri beş kıtanın ünlüleri. Dünyada, Türkiye’de olduğu kadar tanınıyor. Hatta ABD’de, belki Türkiye’de olduğundan bile daha çok biliniyor. Eserleri bütün büyük metropollerde sergileniyor.
Kitap zanaatını sanata dönüştüren Assouline Yayınevi, onun hakkında adını taşıyan adeta anıt büyüklüğünde bir kitap yayımladı.
Uluslararası ödüllü Ahsen Diner ve Ümran Safter, ‘İstanbul’u Mücevhere Sığdıran Usta’ altbaşlığıyla Sevan Bıçakçı’nın hayatını nefis bir belgesel olarak sinemaya taşıdı. 72 dakikalık film, sadece çok başarılı bir yapıt değil. Kuyumculukta ve zaten tüm el sanatlarında kaybolan çıraklık eğitiminin çok sabır isteyen, ama yaratıcılıkta yeri doldurulmaz olduğunu göstermesi bakımından da önemli.
Neyse, hayatı kitap ve film olduğuna göre, demek ki ben de artık can kardeşimi anlatabilirim size...


***
Sevan, bir minyatür yontucusu ve dev bir vatanseverdir. Sadece sevmekle kalmayıp sanatıyla yücelttiği vatanı, Roma’dan Osmanlı’ya hep İstanbul...
Kimileri gibi B planı yoktur, Sevan’ın. Ünü dünyayı tutar, mücevherlerini küresel şöhretler taşır, ama o İstanbul’dan başka hiçbir yerde çalışamaz, Samatya’dan başka yerde yaşayamaz. Zaten iki ana dili Ermenice ve Türkçeden başka dile de dönmez, dili! 




Bir yüzüğe içinden deniz geçen biricik dünya şehrini; Marmara’yı, Boğaz’ı, martıları, Topkapı Sarayı’nı, Samatya’yı sığdırır. Mücevherleri bazen imparator mührü, bazen sultan kavuğudur. Ama İstanbul’u Topkapı’nın kubbesinden, bir cami minaresinden seyrettiren her değerli taşta, Sevan’ın gönül gözleri ve göz nuru vardır.
Dostluğuna gelince...
2009 yılının Kasım ayında evime hırsız girdi. Ergenekon davalarının en yanık yerinde, tuhaf bir soygundu. Bilgisayarım ve Sevan’ın ilk koleksiyon parçalarından, çok beğendiğimi anladığı için armağan ettiği “Theodora” isimli yüzüğüm çalınmıştı*.

***
Polis yüzüğün fotoğrafını isteyince, utana sıkıla Sevan’ı arayıp durumu anlatmak zorunda kaldım. O kadar yıl geçmişti ki üstünden, yüzüğü önce anımsamadı. Tarif edince anladı, fotoğrafını bulup gönderdi hemen. Ben de polise verdim.
Aradan bir hafta geçti.
Yeni kilit taktırdığım kapı çalındı, açtım. Bıçakçı soyunun tek yumurta ikizi ya Herman ya da Arman, elime küçük kadife bir kese tutuşturdu. “Sevan amcamdan...” deyip sıvıştı.
Şaşkınlıkla açtığım kesenin içinden, çalınan yüzüğümün aynısı çıkmasın mı?
Can kardeşim, ne kadar üzüldüğümü tahmin ettiği için Theodora’nın yenisini yapıp göndermişti.
Sevan Bıçakçı’nın sadece İstanbul’u değil, insanlığın zerafetini sığdırdığı kocaman ve tertemiz yüreği anlatmak için bilmem başka söze gerek var mı? 


*Polis, eşkâlini verdiğim hırsızın kimliğini saptadı. Gıyabında mahkûm edildi, yakalanamadı. Yüzük ve bilgisayarım da zaten bulunamadı.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


İslam çoktur! - Tayfun Atay

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İslam İşbirliği Teşkilatı Kadın Danışma Konseyi Genç Kadınlar Liderlik ve Girişimcilik Programı Sertifika Töreni’nde Suudi veliaht prensi Muhammed bin Selman’ın önceki haftalarda gündeme gelen “ılımlı İslam ülkesi olacağız” sözüne yanıt verdi. 
 
Biliyorsunuz Veliaht Selman, Hong Kong menşeli çekici kadın-robot Sophie’ye vatandaşlık vererek modern zamanlarda tüm dünyada fokur fokur kaynattıkları Selefi-Vahhabi İslam’ın suyunu “ılıtma” yolunda anlamlı bir adım da atmıştı!.. 
 
Biz, bakalım daha ne matraklıklar karşımıza çıkacak diye beklerken Erdoğan devreye girdi ve ılımlı İslam’dan bahseden veliahda isim vermeden ayar verdi:
“Bir konuyu yeniden köpürttüler: Ilımlı İslam. Bu ılımlı İslam kelimesinin patenti Batı’ya ait. Bunu söyleyen kişi, kendine ait olduğunu düşünüyor olabilir ama sana ait değil. İslam’ın ılımlısı ılımsızı olmaz. İslam tektir. Kimse İslam’ı çeşitlendirme gayreti içine giremez.”
 
Düne kadar ağızlardan “dostum, kardeşim” taltiflerinin düşmediği, ama şimdi “Bunu söyleyen kişi” denilerek irtifa kaybına uğratılmış Suudi prensi, “ılımlı İslam’ın patenti Batı’da olsa da biz cismini sizden öğrendik” diyor mudur acaba?! 

 AKP yıllarca Batı’nın “ılımlı İslam” kavramlaştırmasının somut karşılığı olarak dünyada ayırt edildi, kabul gördü, destek buldu.
O dönemde Erdoğan başta olmak üzere AKP kadroları kendilerini “siyaseten” dinle de, Müslümanlıkla da özdeştirmemeye dikkat etmekteydiler.
Öyle ki Alman Hristiyan-demokratlardan hareketle kendilerine “Müslüman demokrat” nitelemesi yapıldığında dahi bunu “düzeltme” yoluna gitmekteydiler.
 
Sözgelimi 3 Aralık 2004’te Financial Times muhabirine verdiği demeçte Erdoğan, “Açık ve seçik olarak şu gerçeğin altını çizmeme izin verin; dinle siyaseti birbirine karıştırmayı doğru bulmuyoruz. Biz Müslüman-demokrat değiliz, muhafazakâr-demokratız” demekteydi.
Elbette “radikal İslam” tabiri gibi “ılımlı İslam” tabiri de Batı’ya aittir. Ama Erdoğan’ın 13 yıl önce kendisini ve partisini tanımlarken kullandığı “muhafazakâr demokrat” tabirinin patenti de Batı’ya aittir.
Ve İslam’ın içinden birileri de çıkıp İslam’da ne demokrasi, ne de muhafazakâr demokrasi olur diyebilir, demiştir, demeye de devam edecektir.
Erdoğan her dönem “İslam’ın ılımlısı, ılımsızı olmaz” dediğini söylüyor. Her dönem ne demiş olursa olsun, bir dönem “Biz dinle siyaseti karıştırmıyoruz” dediğinde, “Biz Müslüman demokrat bile değil, muhafazakâr demokratız” dediğinde Batı, onu ve partisini ılımlı İslam’ın temsilcisi olarak kodladı, işte o kadar. 
 
Batı artık bu “kodlama”dan vazgeçti!.. Ve yıllarca Batı patentli “radikal İslam” olarak kodlanmış Suudi Arabistan’ın yine Batı patentli “ılımlı İslam” olma hedefine şimdi Erdoğan lâf ediyor; “İslam’ın ılımlısı ılımsızı olmaz; İslam tektir” diyor. 
 
Hayır, İslam çoktur, çoğuldur.
İslam, hem tarihsel süreçte, hem de coğrafî enlem-boylamda muazzam bir söylem ve pratik çeşitliliği içinde karşımıza çıkar. “Kitab”ın tek olması, bu çeşitliliği önleyememiştir.
Üstelik bu çeşitlilik, hep birbiriyle çatıştı ve çatışmaya devam ediyor. O yüzden Diyanet eski başkanı, dünyada her gün katledilen ortalama bin Müslümanın yüzde 90’ının “kardeşi”, yani diğer Müslümanlar tarafından katledildiğini söylemişti 2014’te.
Ayrıca ilginçtir, Cumhurbaşkanı Erdoğan için olduğu gibi, İslam’ı dünyaya tehdit sayan İslamofobik herkes için de İslam tektir!..
İslam’ın sıkı savunucusu olan Erdoğan’ı hiçbir şey, İslam’ın en sıkı düşmanlarıyla böylesi “yekpare” bir İslam kavramlaştırması kadar aynı noktada buluşturamaz. İslam’ı ölesiye sevmek ve öldüresiye yermek gibi karşıt kutuplarda demirlemiş iki pozisyon da aynı özcü “tek İslam” anlayışında birleşirler. 
 
Şu farkla ki “İslam tektir” diyen İslamofobik kafa, bu “Tek”liğe karşılık olarak IŞİD’i veya El Kaide’yi veya Taliban’ı veya İran’ı alır. (Bakın, burada bile teklik içinde çokluk var!)
“İslam tektir” diyen Erdoğan için de bu “Tek”lik, kendinden menkuldür!.. 
 
Tıpkı Suudi İslam’ın tekliğinin, İranî İslam’ın tekliğinin, Pakistanî İslam’ın tekliğinin, Endonezya’dan Fas’a kadar açılan yelpazede her yerdeki İslam’ın tekliğinin de kendinden menkul olması gibi...
Kitabın yorumunda inanılmaz ayrıntılı bir çeşitliliğin mevcut olduğu İslamiyet, tek bir topluluk içinde bile birden fazla İslami bakış açısı ortaya çıkarır. 
 
Ve şu işe bakın ki bunların hepsi, “tek”tir!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

11 Kasım 2017 Cumartesi

Dünün Atatürkçüleri - ORHAN GÖKDEMİR

Karşıdaki okulun gürültüsüyle uyandım. 10 Kasım’a hazırlanıyordu öğrenciler. Daha önceki konuşmalarında ülkenin tarihini 15 Temmuz 2016’dan başlatan at hırsızı kılıklı yönetici çıktı konuştu. “Mustafa Kemal” dediği her an sesi titredi. Zaten ondan değil “Türk büyükleri”nden söz ediyordu daha çok; Fatihler, Selimler falan. Hamasetten Abdülhamit’i anmayı unuttu. Anaokulu bebeleri ve biraz daha irileri 15 Temmuz marşıyla çıkıyor teneffüse okulda. İçeri “Ölürüm Türkiye” ile. Öğretmenlere ders başladı zili “Büyük Türkiye”. Öğrendim, öğretmenlerin ekseriyeti sol bir sendikanın üyesi ama at hırsızının gücünü Ohal’den aldığını bildiklerinden çıt çıkmıyor okulda.
Okulu esir alan kılıksız Yeni Türkiye’nin eğitim hamlesinin ete kemiğe bürünmüş hali. Sanki hiçbir eğitim almamış, sanki miting alanında bedava tavuk döner yerken yakalanıp okula müdür atanmış gibi bir hali var. Bebelere “ölürüm”ü ezberletmekten zerre rahatsız değil. Atatürkçü oldu dün.

***

Hukuksuz ülkenin avukatlarının başkanı. Ama haksızlığa, hukuksuzluğa hiç ses çıkarmıyor son günlerde. Bu haksızlığın, hukuksuzluğun arkasında Ohal gücü olduğunu biliyor. Başında bulunduğu kuruluşun üyeleri hırpalanırken, gözaltına alınırken, işkence edilirken, tutuklanırken tuhaf paylaşımlar yapıyor sosyal medya hesabından. Saraya çıkıp el etek öptükten sonra sanki esir alınmış gibi bir hali var. AKP’ye, olmadı İYİP’e katılacağı iddia ediliyor ama kıpırdamıyor yerinden.
10 Kasımdan iki gün önce erken 10 Kasım anması yaptı. Şöyle dedi;  “8 Kasım 1938... Atatürk, bir daha uyanmamak üzere komaya girdi. Son sözü, ‘ve aleykümüsselam’ oldu. Ben bu olayı her okuduğumda, kendini karşılayan meleklere selam verdi Atam diye düşünür, duygulanırım.”
Pek duygulu hakikaten. İnsan bu kadar duygulu olunca gerçekleri de görmezden gelebiliyor haliyle. “Saat kaç” diye biliyorduk biz son sözünü. Saat durdu, gericiye şirin görünmek moda oldu. Koca adam, profesör, baro maro. Ama komadaki bir insanın meleklere hem de Arapça selam verdiği yalanına inanıyor. İnanmakla kalmayıp bir de paylaşıyor izleyenleriyle. Sorsan ebedi Atatürkçü. Dün de öyleydi.

***

Beni en çok duygulandıran mesaj ise bir TKP’liden geldi 10 Kasım’da. Şöyleydi paylaşımı; “80 öncesi TKP üyesi bir abim mesaj atmış. 'Suphi'nin katili Mustafa Kemal'i anıp duran TKP olmaz, bu ismi kullanmayın siz Kemalist oldunuz yazıklar olsun' demiş. Bu sözü söyleyen abinin CHP delegesi olması ülkemizin geldiği manyaklığı özetliyor.” Hakikaten böyle bir manyaklık var ülkemizde. Yaygın hem de. Sorsan o da Atatürkçüdür!
Şeyh Sait’i ananlar Mustafa Kemal’in anılmasına karşı mesela. Hayır, Şeyh Sait’i bastırdığı için değil Mustafa Suphi’yi öldürdüğü için! Robespierre’i Danton’u öldürdüğü için, Stalin’i de Troçki’yi öldürdüğü için sevmiyorlar zaten. Böylece devrimler tarihinden daima devrimlerden nefret edecek malzeme devşirmeyi başarıyorlar.
Büyük devrimci Robespierre, büyük devrimci Danton’u nahak yere öldürdü evet; sonra kendisi de nahak yere öldürüldü. Yas tutuyoruz arkalarından. Ama Danton’u Danton yapan uğradığı haksızlık değil, Lui ve karısı Marie Antoinette’i gözünü kırpmadan idama göndermesi. Fransız Devrimi diyoruz buna. Troçki nahak yere öldürüldü evet ama onu da Kızılordu’nun kurucusu olarak hatırlıyoruz. Çarın celladıdır, yakışıklıdır. Cephemizin en önünde bulunmuş bileği bükülmez bir devrimcidir. Ekim Devrimi diyoruz. Vuruştular, öldüler, öldürdüler; Devrim içindir.
“Cumhuriyet mi yoksa Mustafa Suphi mi” diye bir soru mu olur? Cumhuriyet tabii ki. Demem o ki, bir devrimcinin haksız ölümünü gerekçe gösterip devrimden nefret eden karşı devrimcinin önde gidenidir. Tarih böyledir. Mustafa Kemal’in yarım bıraktığını Mustafa Suphi’nin mirasçıları tamamlar. Yıkılanın yerine sosyalist bir cumhuriyet kurarız. Mustafa Suphi Karadeniz açıklarından kalkıp gelir, bize katılır o gün. Hep birlikte Mustafa Kemal şerefine içeriz!

***

Patronlar onlar kadar salak değil, fark ettiler gelen dalgayı. “Atatürk’ü görmüştü” biri, müşterilerine muştuluyordu. “Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir” dedi diğeri. Reklam verdiler televizyonlara, büyük kurucuyu andılar.
Hâlbuki cumhuriyetin mezar kazıcıları da onlar. Gericiliği onlar buldu, onlar getirdi yobazı iktidara. Cumhuriyeti onlar tepeledi. Ülkenin inim inim inlediği, gericiliğin gemi azıya aldığı Ohal günlerinde kârına kâr kattı hepsi. Sorsan hepsi millici, hepsi Atatürkçü.

***

Tuhaf zamanlardan geçiyor ülke. 12 Eylül’ün yıktığı laik cumhuriyetin ölüsü ortalıkta. Cenazeyi kaldırsın diye çağrılan imamlar ölüyü bıraktı, çoluk çocuğa dadandı. Gericilik sadece cumhuriyetin içeriden ihanete uğramasının sonucu değil, halkta karşılığı var. Cumhuriyetten de, kurucusun da nefret eden gerici kalabalıklar dalgalanıyor her yanda. Dün de tanıdık bir nefret günü beklentisiydiler.
"Milletimizin Mustafa'ya saygısında en küçük tereddüt yoktu, Milletimizin Kemal'le de en küçük sorunu bulunmuyor. Atatürk konusunda da hiçbir sıkıntısı olmadığını gayet iyi biliyoruz." Mustafa Kemal nefretiyle kıvranan o kalabalığa söylendi bunlar. Annesini kastederek “hafif meşrep”, kendisini kastederek “piç” diyen yandaşların cezasız kaldığı günlerin üzerine geldi ki acayip bir durum hakikaten. Cumhuriyete tam da tecavüz etme zamanı geldiğini zannederken, kurucusu hakkında birdenbire “ölmedi yaşıyor” komutu alan gerici seçmen şaşkın. Bir bölümü Anıtkabir yolunda tekbir getirerek ilerliyordu ben yazıyı yazarken.
Gericilik dün sabah aslına döndü özetle, su katılmamış bir soytarılık olarak göründü.
Bizi soruyorsanız iyiyiz. Direniyoruz. Önce Gezi’de bayrağı çekip aldık ellerinden. Şimdi Mustafa Kemal kayıp gitti, bomboş kaldı elleri. Cumhuriyet de artık bizim.
Mustafa Kemal yoksa, laiklik yoksa, cumhuriyet yoksa ne kalır geride? Hiç. Para kasaları dışında koca bir hiçten ibarettir hepsi. Bunu fark edip Anıtkabir’e koştular dün panik içinde. Cumhuriyeti gömmeye niyetli imam düzeninin başlamadan bitişinin hikâyesidir bu.

***

Vallahi ne desek fazla bu örnekler üzerine. Ey karşı devrimci soytarı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; çıkarını ve cüzdanını korumaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil ahmaklıkta mevcuttur!
Büyük bir devrimciyi andık dün. Havada devrim kokusu vardı üstelik. Cumhuriyeti kuranlara, özgürlük için savaşanlara, eşitlik için dövüşenlere, düşenlere bin selam olsun!

Orhan Gökdemir/ SOL

Ekim Devrimi üzerine birkaç not - KORKUT BORATAV

Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünü hem kutlayarak, hem de hüzünle anıyoruz.
Kutluyoruz; çünkü, bu devrim, 20’nci yüzyılın önemli bir bölümünde dünya halklarının üçte birini kucaklayan bir coğrafyada sınıfsız, sömürüsüz toplumların oluşmasına rehberlik etti.
Hüzünle anıyoruz. Çünkü, Şubat 1918’de “Paris Komünü’nün yüz gününü aştık; devrim hâlâ ayakta” diye sevinen Lenin’in partisi, üç çeyrek yüzyıl geçmeden sessiz sedasız iktidardan uzaklaştı; devrimin şanlı ürünü olan SSCB tarihe karıştı.
Yıldönümü ile bağlantılı birkaç tespiti, düşünceyi kısa notlara dönüştürmek istedim.

İnsanlığa Armağan: “Reel Sosyalizmler”
Ekim Devrimi’ni örnek alan toplumlar, bazılarınca daha sonra “reel sosyalizmler” olarak adlandırıldı. Bu terim, devrim öncesi sosyalizm tasarımları ile sonraki somut gerçeklikler arasındaki uyumsuzlukları ima etmektedir.
Bu farklılıklar bir yana, reel sosyalizmlerin yaşandığı tüm tarihsel deneyimler, sınıfsız, sömürüsüz toplumların kurulabileceğini, uzunca süreler boyunca yaşayabileceğini göstermiştir.
Farklı ifadeyle, emeğin meta olmadığı, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin, dolayısıyla artık-değerin tarihe karıştığı emekçi toplumları, kapitalist dünyanın kuşatması altında ayakta durabilmiş; ekonomi, siyaset, bilim, sanat, edebiyat alanlarına önemli katkılar getirmiştir.
Bu nedenlerle, reel sosyalizmler insanlığa büyük bir armağan olarak görülmelidir.

Klasik Marksizmde Sınırsız Demokrasi
Marksist klasiklerin kapitalizm sonrası toplum biçimi üzerindeki metinleri, sınırsız demokrasi ve özgürlük tasarımları içerir.
Önem taşıyan üç yapıtı hatırlatayım: Gotha Programının Eleştirisi (Marx), Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm (Engels) ve Devlet ve İhtilal (Lenin)…
Ekim devriminin hemen arifesinde kaleme alınan Devlet ve İhtilal’de Lenin, Marx ve Engels’ten de destek alarak, sonraki deneyimlere ışık tutacak devrim güzergâhını belirlemiştir: Devrimci teoriyi (Marksizmi) bir eylem rehberi olarak kabul eden, işçi sınıfını temsil eden  bir öncü parti iktidara el koyacak; proletarya diktatörlüğü aracılığıyla sömürücü sınıfların tarihe karışmasını sağlayacak; böylece, devletin kuruyup gitmesini mümkün kılacaktır.
Bu güzergâhı (programı) benimseyen bir devrim, böylece (işçi sınıfı dahil) tüm sınıfların ve devletin yok olmasını hedeflediği için sınırsız bir demokrasi tasarımıdır. Sosyalizme geçişin devlet yapısı olarak düşünülen proletarya diktatörlüğü ise, halk için sınırsız özgürlük, sömürücüler üzerinde baskı anlamına gelmektedir ve temsilî burjuva demokrasilerine göre çok daha kapsamlı özgürlük alanları tasarlamaktadır.
Lenin’in devrim anlayışı, kapitalizmin, örgütlü, sınıfsal bir müdahale sonunda son bulacağı önermesini içeriyor. Önceki tarihsel örneklerdeki gibi yeni toplumsal sisteme kendiliğinden geçiş öngörülmemektedir.
Sosyalist, komünist, devrimci hareketlerin stratejik, politik metinleri, hem ait oldukları tarihsel ortamların izlerini içermiş; hem de sınıflı toplumlara, kapitalizme ilişkin Marksist çözümlemelerden yararlanmıştır. Bu farklı katkıları ayrıştırmak kolay değildir.

Parti ve İşçi Sınıfı
Marx, Engels ve Lenin tarafından temsil edilen ve yukarıda değindiğim sınıfsız ve sınırsız demokrasi anlayışı, reel sosyalizmlerde ne ölçüde hayata geçirildi?
Bu sorunun yanıtlanması için, Komünist Parti iktidarları altında bir emekçiler demokrasisinin, sağlam kurumsal güvenceler ve güncel pratik içinde egemen olup olmadığı sorgulanmalıdır.
Devrimci bir demokrasi anlayışı içeren kuram, kaçınılmaz olarak, reel sosyalizmlerin Parti hayatlarına ve devlet yönetimine de damgasını vurdu. Bu toplumların tarihi, Parti liderliklerinin bu doğrultudaki çabaları, deneyimleri, başarı ve tökezlemelerinin de tarihidir.
Bu büyük, karmaşık öykünün, göreli olarak az gelişmiş toplumlarda, emperyalizmin kuşatması altında, dış saldırı ve iç savaş koşullarında iktidarda olmanın yükünü taşıyarak yaşandığını biliyoruz.
Sınırsız, coşkulu özgürleşme, yaygın doğrudan demokrasi dönemleri ile proletarya diktatörlüğü adına Parti-içi muhalefeti bastırma, tasfiye etme aşamaları bazen peş peşe,  bazen iç içe yaşanmıştır. Tüm ülkeleri, zaman dilimlerini kapsayan bir bilanço çıkarılamaz.
Bu güç soruyu, öznel bir değerlendirmeyle noktalayacağım: Reel sosyalizmlerin çoğunluğunda uzun yıllar boyunca, işçi sınıfı demokrasisi alanlarının büyük önem taşıdığını; emekçiler için temsilî burjuva demokrasilerinden daha geniş özgürlük mekânlarının var olduğunu düşünüyorum.
Yolculuğun hazin sonunu da biliyoruz: Ekim Devrimi’nin yetmişinci yıldönümü geldiğinde, reel sosyalist ülkelerde işçi sınıfı demokrasisi alanlarının tarihe karışmış olduğu; içe kapalı parti bürokrasilerinin yönettiği iktidar yapılarının yerleştiği söylenebilir.

Kapitalizm Sonrası: Yeni Bir Dünya mı? Çürüme mi?
Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünde, sadece sistem karşıtı sol-muhalefette değil, kimi burjuva çevrelerinde dahi “kapitalizmin vadesinin geldiği” teşhisleri yaygınlaşmaktadır.
Sol muhalefet saflarında, kapitalizmin “iktidarı hedefleyen sınıf mücadeleleri” ile son bulacağı öngörüsünü veya çağrısını bir süre önce gözden geçirmiştim. Immanuel Wallerstein, geleneksel sosyalist/sosyal demokrat solu da içeren bir geniş cephe (“Dünya Solu”) muhalefeti öngörüyor. Samir Amin ise, Lenin-Mao çizgisine yakın bir “Yeni Enternasyonal” çağrısı yapıyor.
Bu iki yazar, kapitalizm sonrası için görece demokratik ve eşitlikçi veya sosyalist sistemler öngörmektedir.
Çürüme ve çözülme içeren karanlık bir gelecek söz konusu olamaz mı? Almanya’dan Wolfgang Streeck bu tür bir geleceğe yöneldiğimizi düşünüyor.
Streeck’e göre kapitalizmin dinamizmi, bünyesinde daima var olan karşıt, muhalif güçlere uyum sağladığı; kendisini yenileyebildiği ölçüde gerçekleşmişti. 1945-1975 döneminin Altın Çağı, ideal örnektir. Kapitalizm, bu dinamik dönemde emek ve sermaye arasında istikrarlı bir bölüşüm uzlaşması sağlamış; piyasaların denetimsiz genişlemesini, emeğin, doğanın, paranın metalaşma eğilimlerini frenleyebilmişti.
Bu tarihsel uzlaşmayı sürdürme fırsatı, neoliberal dönüşümle heba edilmiştir. Sonraki yıllarda sınıflar-arası uzlaşmanın siyasete yansıması olan demokrasi fiilen yok olmuştur. Emperyalizm, inşa potansiyelini yitirmiştir; sadece tahripkâr gücünü korumaktadır.
Emekçilerin  bölüşüm kayıpları ve kamusal varlıkların yağmalanması, ekonomilerin durgunlaşmasına yol açmıştır. Bu ortamı, gereksinmelerin ve gelirlerin ötesine taşan bir tüketim tutkusuyla aşma çabaları beyhudedir. Bu tıkanma dönemine, sosyalist bir dünya sisteminin varlığından esinlenmiş Eski Sol’un tarihe karışması refakat etmiştir. Sistem karşıtı muhalefetsizlik, kapitalizmin aleyhinedir. Bu yüzden kendisini yenileme seçeneklerini unutmuş; dinamizmini yitirmiş; çözülmeye, çürümeye sürüklenmiştir.
Streeck, kapitalizmin sonunu bir olay değil, bir süreç olarak algılamaktadır. Yeni bir düzen seçeneğinin ortaya çıkması için sermayenin ideolojik hegemonyasını sarsacak büyük ve sonucu belirsiz bir çöküntü gerekiyor. Bugün bu ortamda değiliz.

Teknolojik İşsizlik ve Kapitalizm Sonu
Bu kötümser çürüme/çözülme senaryosuna karşı, maddeci tarih görüşünün daha genel bir önermesinden hareket edenler de var: “Toplumun maddi üretim güçleri, var olan üretim ilişkileri ile çatışmaya girdiğinde bir toplumsal devrim dönemi başlar.” (Marx).
Burada sözü edilen “toplumsal devrim”, zamanı gelince, bir müdahaleye gerek duymadan, “kendiliğinden” gerçekleşmez mi? Teknolojide, bilgide, iletişimde durdurulamayan gelişmeler, kapitalist mülkiyet (üretim) ilişkileri altında sürdürülemez hale gelince, kapitalizm tarihe karışmaz mı?
Bu soruları olumlu yanıtlayan iki farklı senaryo tartışılmaktadır. Birisi, yapay  zeka ve robotlaşma sayesinde, önce üretken sektörlerde, sonra da hizmetlerde çalışan emekçileri azaltma, giderek tasfiye etme eğilimlerini vurgulamaktadır.
Özellikle Batı toplumlarında, mavi ve beyaz yakalı emek talebini hızla kısan bir dönüşümün başladığı; telâfi seçeneklerinin tıkanmakta olduğu gözleniyor. Teknolojik olanaklar, düşük ücretli dönemlerde dahi işsizlik yaratmak için kullanılmaktadır. Varlık nedenini (işçi sınıfını) yok etme tutkusu, kapitalizmin “intihar sendromu”dur.
Orta sınıfların katılımıyla yaygınlaşan teknolojik işsizliğin çeyrek yüzyıl içinde %50 oranlarına ulaşabileceği öngörülüyor (Randall Collins). Kapitalizm, bu boyuta ulaşan bir “yedek emek ordusu”nu bünyesinde barındıramaz.
Sonuç, askerin, polisin maaşlarının dahi ödenemeyeceği devletin mali krizi ile tetiklenen bir anti-kapitalist devrim olacaktır. Bu “devrim”, iktidarı hedefleyen örgütlü bir mücadele sonunda değil, kendiliğinden gerçekleşecek bir toplumsal patlama ile gerçekleşecektir. İçeriği, sonuçları bugünden öngörülemez.

Kapitalizmin Sonu: Bilginin Toplumsallaşması
Üretim güçlerinin sürüklediği ikinci anti-kapitalist senaryoyu Paul Mason öngörüyor: “Bilgiye dayalı üretim güçleri ile toplumsal ilişkiler arasındaki çelişki, kapitalizme son verecek maddi koşulları oluşturacaktır.
Üretim süreçlerinde içerilen yeni bilgiler, hızla paylaşılabilen “serbest mal”lar haline de gelmektedir. Yaygınlaşması önlenemeyen bilgi, piyasa mekanizması içinde dağıtıma uygun değildir; mülkiyet hakları içinde hapsedilemez. Normal çözüm toplumsallaşmasıdır. Ne var ki, kapitalizm, devleti, yasaları denetleyerek; yapay tekelci uygulamaları zorunlu hale getirerek bu devrimci olanağı, yani bilginin toplumsallaşmasını önlemiştir. Bu engellemelerin sürdürülmesi imkânsız hale gelmektedir.
Mason’a göre bilginin gelişimi, yaygınlaşması ile kapitalizm arasındaki bu çatışma, “sosyalist proje”yi gündeme getirmek üzeredir. Marksist öngörüdeki devrim ortamı böylece oluşur.
Bu “devrim”, hangi güçler aracılığıyla hayata geçirilecektir?
Paul Mason, kapitalizme muhalefetin, devrimci gelenekten uzaklaşmış işçi sınıfında değil, “insan soyunun tarihindeki en yüksek eğitimli kuşağında” odaklaşacağını düşünüyor. Açıkça anti-kapitalist bir iktidar mücadelesi içinde olmayan bu kuşak, kapitalizmi sadece reddettiği için sistemin ölüm fermanını imzalayacaktır.
Peki, günümüzde dünya çapında ve ülkelerinde ayrıcalıklı konumlarını gerekirse kan dökerek, gerekirse ırkçı ve dinci faşizmlerle uzlaşarak güçlendiren; asla ödün vermeyen egemen sınıflar, burjuvaziler sessiz mi kalacak?

Paul Mason bu soruyu kitabının sonunda, yüksek burjuvazi için, “yoksullaşırlar ve bu günden daha mutlu olurlar. Çünkü zengin olmak zordur” diye yanıtlıyor. Böylece de bu ilginç kitabını gayri ciddi bir fantezi ile noktalıyor.
Bizlere de, bu vesileyle, Ekim Devrimi’nin hâlâ geçerli olan en genel öğretisini hatırlatmak düşüyor: Kapitalizmin son bulması için, iktidarı hedefleyen, örgütlü, açıkça devrimci ve en geniş kapsamıyla emekçi sınıflara dayalı bir mücadelenin varlığı, başarısı gereklidir.  

Korkut Boratav / SOL

OHAL’de seçim - ÖZGÜR MUMCU

Cemaatin devletin her kademesine sözüm ona sinsice aslında davul çala çala sızması bütün kurumları temelinden sarstı. Tarlaya haşerat girdi diye tarla bütün ekinleriyle ateşe verildi. Bugün yaşanan hukuksuzluklar, hukuk devletinin tamamen yakılıp kül olmasından kaynaklanıyor. Arada derede yanmamış avuç büyüklüğünde yerler var. Oralar da olmasa hiç tahliye ya da beraat kararı da duymayacağız. 
 
Hukuk devleti yok. Hâkim teminatı yok. Hukuki güvenlik ilkesi yok.
Bir devleti devlet yapanlar bunlardır. Siyasal İslamın Gülen cemaatiyle işbirliği sonucunda vardığımız yer burasıdır. Memleketin hiç bitmeyecekmiş hissi veren bir hava boşluğuna düşerek sarsılması, iktidardakilerin çaresizce ellerinden kayanı tutma gayretiyle savrulması bundandır.
Adına Anayasa Mahkemesi denen, kendini hâkim zanneden insanlar topluluğu OHAL hakkında verdikleri kararla Türkiye’de hukuk devletinin tabutuna çiviyi çakmıştır. Adına YSK denen iktidar organı, mühürsüz seçimde almış olduğu kararla memleketteki seçim güvenliğini buruşturup çöpe atmıştır.
 
Bugün gazetelerde, televizyonlarda önümüzdeki seçimler hakkında konuşuluyor. Akşener’in partisinin etkisi ne olur, MHP baraj altı kalır mı, AKP oyunu korur mu, vs. vs.
Hâlâ hukuk devleti varmış, sağlıklı bir seçim ortamı sağlanabilirmiş gibi. İkinci Dünya Savaşı’nın bittiğini fark etmeden cangıllarda seneler geçiren Japon askerleri gibi seçimler üzerine tartışılıyor.
Hukuk devleti yoksa, seçimin bir anlamı yoktur. 
 
Bir OHAL KHK’si ile seçimlerin iptali, ertelenmesi, rakip siyasi partilerin kapatılması hatta seçim sonuçlarının tanınmaması mümkün müdür?
Yok artık o kadar da olmaz bir cevap değil.
Mümkün müdür?
Mümkündür.
Anayasa Mahkemesi o yolu açmış mıdır? Açmıştır.
OHAL KHK’siyle getirilemeyecek yasak, yapılamayacak iş yoktur. 
 7 Haziran seçimlerinden sonra iktidarın sarayına, koltuğuna ne pahasına olursa olsun sarıldığına hep beraber şahit olmadık mı?
Bu OHAL düzeninde, bu KHK keyfiliğinde seçim yapmak demokrasinin intihar etmesi anlamına gelmektedir. 
 Muhalefette bütün partilerin üzerinde uzlaşması gereken ilk hedef OHAL’in kaldırılması, YSK’nin yeniden yapılandırılması olmalı. Seçimin önşartı budur.
Muhalif seslerin kesildiği, eşit bir şekilde seçim kampanyasının yapılamadığı, YSK’nin iktidarın emir eri olduğu, bir OHAL KHK’siyle “hukuken” partilerin kapatılabileceği, seçimlerin ertelenebileceği bir ülkede seçim yapılamaz.
Yapılana da seçim denmez.
Bunca hırpalanmış, kurumları yerle bir edilmiş, hukuk devletinin temel ilkeleri ateşe verilmiş bu ülke bir de böyle bir seçimin travmasını zor kaldırır.
Seçimlerin OHAL’in olmadığı, YSK’nin yeniden yapılandırıldığı bir ortamda gerçekleşmesi için uğraşmak bütün siyasi partilerin demokrasiye olan borcudur.
Önce bunu halledin, sonra anket konuşursunuz.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET