13 Kasım 2017 Pazartesi

AKP, seçimler, strateji ve ihtimaller - KEMAL CAN

Türkiye’de siyaset söz konusu olduğunda tek cevabı olan sorular üretmek zor. İktidarın seçim stratejisini de anlamak için soru sormak ve farklı cevapları beraber düşünmek gerek.


Toplum, insan, siyaset gibi konular söz konusu olduğunda tek cevabı olan sorular üretmek zor. Olaylar Türkiye’de yaşanıyorsa cevaplar, ihtimaller daha da artıyor. Bütün siyasi aktörler, ülkenin genel kriziyle ilişkide, kendi iç kriziyle baş etmekte ve bunlara çözüm önermekte sıkıntılar yaşıyor. Tutarlı siyasi önermeler yerine, herkes taktik hamlelerle pozisyon korumaya çalışıyor. Böyle olunca, görüş alanı azalıyor, algı süresi uzuyor, kamuoyu sersemliyor. Bu nedenle, olanı anlamak için soru sormak ve farklı cevapları beraber düşünmek gerek.

Yeni siyaset tarzında seçim önemini kaybetti mi? AKP önümüzdeki seçimleri ne kadar ciddiye alıyor?
Toplumdaki beklentilerin, taleplerin ve ihtiyaçların partiler aracılığıyla Meclis’te temsil edilmesi ve bu “çoğulcu iradenin” siyaset ve ülke yönetimine yansıması anlamında bir seçim pratiği uzunca bir süredir yok. Bu, sadece 16 Nisan referandumu ile getirilen yeni sistemin ürünü değil, siyaset alanının sığlaşmasının bir sonucu. Seçimler yoluyla sorunlarına çözüm bulabileceklerine inananların sayısı giderek azalıyor. İktidar da seçimleri sadece kendisini onaylayan bir plebisit gibi algılıyor, algılatıyor.
Meşruiyetinin ve gücünün tek kaynağı olarak “milli irade”yi gösteren AKP ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın seçime olan bağımlılığı bütün partilerden daha yüksek. Bu yüzden bütün partilerden daha fazla seçimle ilgili, seçim konusunda hassas ve teyakkuz halinde. Her seçime son seçimi olacakmış gibi giriyor ve güç kaybetme görüntüsü yaratmamak için ciddiyetle asılıyor. Ayrıca, seçimi sadece kendisiyle ilgili, sadece kendisinin konuşacağı bir mesele haline getirerek oyun kurma avantajını korumaya çalışıyor.

AKP’nin seçim stratejisinin en belirleyici ayağı ne? En çok neye güveniyor, nelerden endişe ediyor?
Cumhurbaşkanlığı seçimi her şeyin önünde. Stratejinin merkezinde de Recep Tayyip Erdoğan var. Onun politik gücünün mutlaklaştırılması, partinin ve iktidarın bütün hata ve başarısızlıklarından azade hale getirilmesi üzerine kurulu bir strateji bu. Beş yıldır sürdürülen “iktidarı savunma” anlayışının iyice kişiselleştirilmiş versiyonu. En güvenilen şey, seçmenin “iktidarı (Erdoğan’ı) koruyun” talimatına yine uyacağı beklentisi, en endişe veren şey de talimata bu kez uyulmaması. Yani endişenin adres değiştirmesi.
“Artık büyük anlatılar dönemi bitti, şimdi küçük hikâyeler önemli ve AKP bunlarla yükseliyor”. 2002 - 2007 arasında, hükümeti destekleyen entelektüellerin pek havalı buldukları bir cümleydi bu. Hikâyeler çabuk tükendi, vaatle seçmen çağırma bitti, korkutarak tutma başladı. Hikâyesi kalmayan iktidar, anlatı düzeyini “fıkraya” kadar indirmiş gibi. Müsamere kıvamındaki TEOG, MTV ve cam filmi hamleleri, ideolojik ve bürokratik dönüş operasyonları, aşırı rahatlığın da, derin çaresizliğin de işareti sayılabilir.

Seçime dönük olduğu söylenen ideolojik hamleler, manevralar istenen sonuçları veriyor mu?
Çözüm açılımından milliyetçi şahlanışa, Batı’yla bütünleşmeden yerli-milli yalnızlığa, cumhuriyet parantezini kapatmaktan Atatürkçülüğe uzanan baş döndürücü yolculuğun sorunsuz devam etmesi; her türlü hassasiyeti, ideolojiyi, siyaset tarzını ve politik şahsiyeti araçsallaştırmanın, kullanabilmenin, sonra rahatça sırtını dönebilmenin mümkün olduğu, bir bedeli olmadığı inancını yerleştirdi. Her dönüşte ivmenin artacağını düşünenler mi, her dönüşte rüzgâra kapılması beklenenler mi daha saf göreceğiz.
2011 seçimlerinden itibaren tırmandırılan kutuplaştırma siyasetinin sonuna yaklaşıldığı görülüyor. Birçok anket iktidarın ötekileştirdiklerine dönük suçlamalarda inandırıcılığını kaybettiğini gösteriyor. Referandum sırasında AKP’lilerce de işaret edilen bu durum, bazen ortaya atılan “yumuşama” tercihiyle karşılanamıyor. Zaaf işareti sayılacak geri adım yerine, çok tuhaf yeni kutuplaştırma alanları veya seviyeleri üretiliyor. “Çok çocuklu teröristler” veya “Atatürk’ü kullanan Marksistler” gibi buluşlar dolaşıma giriyor.

İktidar gündem belirleme gücünü sürdürüyor mu? Seçim stratejisi için nasıl bir gündem kontrolü öngörülüyor?
AKP’nin özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi gündemi domine etme başarısı biliniyor ama son dönemde gündem belirleme gücü yerini gündemi işgal etmeye bırakmış görünüyor. Belediye başkanlarının tasfiyesi, absürt komedi tadı bırakan “muhalefeti bile kendisi yapıyor” yakıştırmalarına konu olan “özeleştiri” denemeleriyle beklenen etki oluşmuyor. Kontrol edilemeyen gündemi doldurmak, doldurmak için daha çok gürültü çıkartmak gerekiyor.
Dikkate alınabilecek anketlerin çoğunda ekonomi, işsizlik, sağlık, eğitim gibi “gerçek gündem” konularına ilginin hızla yükseldiği izleniyor. Bu alanlarda iktidarı başarısız bulan, yine bu alanlarda gelecek günlerin daha kötü olacağını düşünen sayısı artıyor. Fakat iktidarın güvendiği şey, bu gündemi yükseltecek medyanın olmayışı ve muhalefetin alana henüz girmemesi. Asıl büyük güvence de bu gündem üzerine düşünmeye, konuşmaya başlamış olsa da seçmenin hâlâ siyasi tercihini değiştirecek kıvama gelmemesi.

İstenen sonucun alınması için gerekli seçim aritmetiği ve seçim sistemi açısından elverişli seçenekler hakkında masada ne var?
AKP ve Erdoğan’ın, 16 Nisan referandumunda evet sonucunu borçlu olduğu MHP’nin “mütevazı” katkısına ihtiyacı iyice artmış durumda. Özellikle, Cumhurbaşkanlığı seçimini ilk turda halletmeyi hesaplıyorken. Seçim sistemi değişikliği ve baraj meselesinde MHP’yi yedeklemenin mi, MHP’yi desteklemenin mi daha iyi matematik olduğuna hâlâ karar verilmiş değil. MHP’nin baraj talebine “HDP’nin engellenmesi için fedakârlık” istisnası koyması da bu çerçevede okunabilir.
Öncelik ve ağırlık Cumhurbaşkanlığı seçiminde olmakla birlikte, ikinci tur ihtimali nedeniyle, parti performansları ve Meclis kombinasyonu da ince hesap edilmek zorunda. Çünkü, 7 Haziran tablosuna yakın beş ya da belki de altı partili bir Meclis resminin seçmeni ikinci turda nereye doğru iteceği çok önemli bir soru. Seçmen yeniden 1 Kasım sonucuna doğru mu koşacak, yoksa “bas geç” formülleri mi galebe çalacak şimdiden kestirilemiyor.
Sorulan, sorulması gereken sorular ve verilebilecek yanıtlarla çıkan tabloyu özetlersek; iktidarın seçim stratejisinde daha öncekilerden çok farklı bir durum yok. Bilinen argümanların, daha önce başka alanlardaki manevraların yeni versiyonları dolaşımda. Erdoğan daha merkeze yerleşmiş, AKP dahil her türlü ideolojik siyasi aktör ve dinamik önemsizleşmiş halde. Dış politikada kullanılan örtülü “bana mecbursunuz” formülünün seçmende de yine kullanılabileceğine inanılıyor.
Güvenden mi, çaresizlikten mi?

Kemal Can / CUMHURİYET

Yoksulluk ve eşitsizlikler penceresinden 2018 bütçesi-SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

2018 bütçesinde yer alan “eğitim kalemleri”, bu iktidarın eğitimi, eşitliği ve üretim kapasitesini artırıcı bir araç olarak değil eşitsizliğin pekiştiği bir alan ve mevcut düzeninin devamını mümkün kılacak bir ideolojik araç olarak gördüğünü bir kez daha gösteriyor.


Bir iktidarın, ekonomiye ve dahası nasıl bir toplumsal gelişme hayal ettiğine dair tercihlerinin en iyi okunacağı yer bütçedir. Çünkü her iktidar, elindeki kısıtlı kaynakları, bir tercihler bütününe göre kullanmak zorundadır.
Her bütçede, iktidarın sınıfsal tercihleri yer alır. Hangi sınıfın iktidarda olduğu, iktidarın kimin çıkarlarını öncelediği bütçe detaylarında açıkça kendini gösterir. İktidarın hangi politikaları öncelediği, bu politikalarla kamuya biçtiği rol bütçede belirgindir. Kamu görevinden iktidarın ne anladığı, nasıl bir toplum-devlet ilişkisini tercih ettiği de yaptığı bütçeden anlaşılır. İktidarın kalkınma modeli bütçede belirginleşir. Bir başka deyişle, iktidarın ülkeye dair gelecek vizyonunu, gelecek için neler vaat ettiğini bütçeden okuruz.
Bir süredir önümüzde AKP iktidarının kendi tercihlerini açıkça ortaya koyduğu bir bütçe var. Türkiye Cumhuriyeti devletinin 2018 yılı bütçesi…

AKP 2018 bütçesiyle 3 temel tercihini ilan ediyor
AKP iktidarı tarafından TBMM’ye sunulan ve halen Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşmeleri süren 2018 bütçesi için yapılması gereken ilk tespit, iktidarın bu bütçeyle, milyonlarca emekçiye, işsize, yoksula, ülkedeki eşitsizliklerin kaybedeni olan milyonlara sırtını döndüğü ve buna karşılık belirgin olarak üç temel tercih yaptığıdır.
Birincisi, iktidar 2018 bütçesinde, tercihini bir kez daha rant sermayesinden yana kullanıyor. Bu bütçe ile iktidar, bir kez daha rant sermayesini, emekçiler başta olmak üzere üretici güçler aleyhine güçlendirmeyi, halkın geniş kesimlerinden aldığını, iktidar çarklarını besleyen bir avuç yandaş sermayedara aktarmayı tercih ediyor. 2018 bütçesinde ortaya konan ekonomik çerçeve, dar gelirli sınıfların yoksulluğun yönetilmesi yoluyla dar gelirliliğe mahkûm edildiği, orta gelirli sınıfların daha da sıkıştırıldığı, kaynakların üretken değil rantçı faaliyetlere aktarıldığı bir çerçeveye işaret ediyor.
İkincisi, iktidarın kamuyu, vatandaş açısından zayıflatma, ancak kendi siyasi iktidarı için obezleştirme anlayışı bu bütçe ile perçinleniyor. Yani bu bütçeyle bir kez daha kamu, vatandaşa hizmet aracı olarak değil, AKP ve Saray rejiminin devamlılığına hizmet eden bir araç olarak tarif ediliyor. Emekçiye güvenceli çalışma koşulları sağlamayı amaçlayan, piyasayı düzenleyen, denetleyen ve gerektiğinde üretime ortak olan bir kamu yerine, devlet eliyle imtiyaz  elde eden yandaş sermaye gruplarının rant elde etmesini sağlayacak ve düşük katma değerli sektörleri önceleyen bir kamu anlayışı tercih ediliyor. Türkiye’nin bekası için değil kendi siyasi bekası için kamuyu araç gören bir yaklaşımla devlet iktidar tarafından çökertiliyor.
Ayrıca bu bütçe Türkiye’nin kalkınmasını değil, Saray rejimi tarafından inşa edilen parti devletinin geleceğini önceliyor. Bütçede öngörülen harcamalar üretkenlik artışıyla üretimini arttıracak bir Türkiye geleceği yerine, ucuz emek gücüyle rekabet eden bir Türkiye ekonomisine işaret ediyor. Hak temelli bir sosyal devletle kalkınan değil, yoksulluğu daha da derinleştirecek bir bütçe ile karşı karşıyayız.

Eşitsizlikleri giderecek ne bir çerçeve ne de samimi bir istek var
Hemen söyleyelim, öncelikle 2018 bütçesinde eşitsizliği giderecek, istihdamı ihtiyaç duyulan oranda arttıracak, sürdürülebilir bir ekonomik büyümeyi mümkün kılarak borçlanma ihtiyacını azaltacak, borç yükünü azaltacak, ekonominin temel yapısal kırılganlıklarını azaltacak ciddi bir çerçeve yok. Hatta bu bütçede bunların samimiyetle istendiğine, hedef olarak öncelendiğine dair gösterge dahi yok.
Tam aksine bu bütçede tüm makro-ekonomik sorunları derinleştirecek, sınırlarına dayanmış Saray Rejimi’nin ekonomik modelinin devamlılığı var. Öyle ki, bu bütçede eşitsizliği daha da arttıracak, istihdam piyasalarındaki sorunları daha da derinleştirecek, bırakın kalkınma modelinde doğru yönde kapsamlı ve sürdürülebilir bir dönüşümü, siyasetle-rant çarklarının birbirini besleyecek şekilde döndüğü, “devlet kapitalizminin” daha da derinleştiği, tükenmiş bir modelin derinleştirilmesi var.
Bu bütçede, hem işsizliğe çare yaratılmadığını, hem de vergi ve zamlarla tüm yükün, bir kez daha yoksulların sırtına yüklendiğini görüyoruz. Kayıt dışı çalışanların oranı, resmi verilerde bile yüzde 35,2’ye ulaşmışken, her 3 kişiden biri kayıt dışı çalışıyor, yani yarın ne olacağını bilmiyor, güvencesiz ve yarınsızken, hatta kadın emekçilerin neredeyse yarısı, yüzde 47’si kayıt dışı çalışırken, bu bütçede, kayıtlı ve güvenceli iş imkanı da yok, yani milyonlar için bir gelecek yok.
Öte yandan 2018 bütçesinin de dayandığı büyüme modeli eşitsizlikleri çözmek bir yana, pekiştiren bir büyüme modeli. Bütçe yaparken uygulamaya konulacak politikaların eşitsizlikleri azaltıcı yönde tasarlanması gerekirken, 2018 bütçesi bu sorunu giderici adımları barındırmaktan da çok uzak.

Siyaseten kutuplaştırılan ülke, ekonomik olarak da kutuplaştırılıyor
Oysa şu anda Türkiye’de orta gelirli sınıfların sıkıştırıldığı, yoksulluğun ve eşitsizliklerin arttığı, rantla büyüyen ekonomiye dair, çok belirgin bir tablo var. Gini katsayısı artarak, son bir yılda 0,397’den 0,404’e çıktı. En zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 20 arasındaki gelir farkı 7,57’den 7,68’e çıktı. Yani gelir dağılımı giderek daha da bozuluyor. Gelir dağılımında özellikle iki kutupta, yani en yoksul ve en zengin kesim içinde ve arasında daha da keskin bir uçurum oluşuyor. Yani iktidar tarafından siyaseten kutuplaştırılan ülke, ekonomik olarak da kutuplaştırılıyor.
2018 bütçesi, bu eşitsiz tabloyu yaratan ekonomik düzeni değiştirmeye dönük herhangi bir politika barındırmıyor. Örneğin, bugün Türkiye’deki eşitsizliklerin önemli kaynaklarından olan vergi politikasında, vergide adaleti sağlayacak bir dönüşüm yerine, AKP iktidarının sınıfsal tercihini yansıtan vergi politikasının 2018’de de devam edeceği, geliri ne olursa olsun, tüm vatandaşlara aynı oranda uygulanan dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki ağırlığının bu dönemde de devam edeceği görülüyor.

Öte yandan, 2018 bütçesinde yer alan “eğitim kalemleri”, bu iktidarın eğitimi, eşitliği ve üretim kapasitesini arttırıcı bir araç olarak değil eşitsizliğin pekiştiği bir alan ve mevcut düzeninin devamını mümkün kılacak bir ideolojik araç olarak gördüğünü bir kez daha gösteriyor. Yapılan çalışmalar, Türkiye’de eğitim harcamalarının yarısının en zengin yüzde 10’luk kesim tarafından yapıldığını gösteriyor. Oysa en yoksul yüzde 10’un eğitim harcamasındaki payı yüzde 1’in altında kalıyor. Bir başka deyişle en zengin yüzde 10 ile en yoksul yüzde 10’un eğitim harcamaları arasında 64 katlık bir uçurum var. Bunun yanı sıra, 2018 eğitim bütçesinin yüzde 35’inin tek başına din eğitimine ayrılması, iktidarın eğitimi siyasal İslam ekseninde oluşturduğu otoriter iktidar projesini kalıcı kılmanın bir aracı olarak gördüğünün de açık bir göstergesi. Eğitim eşitleyici değil eşitsizliği pekiştirici bir unsur olmaya devam ediyor. 2018’de de eğitim yatırımlarına pay ayırmayan bir bütçe, bu uçurumu artırmaya devam ederken, toplumsal eşitsizlikleri de aşırı piyasalaşmış iktidar anlayışı ile derinleştirmeyi sürdürecek.

Ne yapmalı? Kim yapacak?
Türkiye’nin önceliklerini hemen sıralayalım: Sosyal devletin güçlendirilmesi, sosyal-ekonomik-toplumsal eşitsizliklerin azaltılması hedefini merkeze alan bir bütçe olmalı. Bunun için sosyal harcamaların salt partizanca yapılan sosyal yardım odaklı olmaktan çıkartılması, hak temelli bir yapıya kavuşturulması gerek. En önemli gereklilik de, harcamalardaki ağırlığın, verimliliği ve sosyal güvenceyi arttırıcı uygulamalara yönlendirilmesi…

Eğitim politikası de elbette bu bütünün bir parçası… Belirgin olarak artırılacak eğitim bütçesiyle, fırsat eşitliği, parasız eğitim, öğretmene güvenceli çalışma ortamı, öğrencileri tarikatlara terk etmeyen yurt yatırımları ile parasız eğitim sağlayan kuvvetli bir sosyal devlet yapısı bütçeye yansıtılmalı.
Öte yandan toplumsal eşitsizlikler açısından kadınlara fırsat eşitliği sağlayacak adımların sosyal ve ekonomik olarak atılması, pozitif ayrımcılıkla kadın emeğinin desteklenmesine dönük teşvik politikalarının bütçede belirgin olarak yer alması bir zorunluluk.

Bütçenin sosyal politika önceliklerinin de hem eşitsizlikleri giderecek, hem de bunun ötesinde kalkınma politikasında gerçekleştirilmesi gereken dönüşümün parçası olabilecek şekilde belirlenmesi gerek.

Refahın hakça paylaşılmasını sağlayacak vergi sistemi ve vergi tercihleri açıkça ortaya konmalı. Dolaylı vergilerin toplam vergilerin içindeki payını azaltılmasına ve dolaylı vergilerin temel ihtiyaçlardan lüks ürünlere kaydırılmasına dönük adımlar bütçede açıkça yer almalı. Dolaylı vergilerin kendisi de daha çok lüks tüketimi vergilendiren bir yapıya kavuşturularak artan oranlı bir vergi sistemi tercih edilmeli. İleri dönemdeki bütçelerde dolaylı vergi yükünün temel tüketim mallarında ortadan kaldırılmasına imkân verecek çalışmalar şimdiden bu bütçeye dahil edilmeli.
Üretimi rantçı inşaat ile sağlayan bir ekonomik düzende dolaysız verginin yükü de rantçı inşaata yüklenmelidir. Rant vergisi ile vergide hakkaniyet sağlanmalıdır. Ve acil olarak asgari ücretten alınan vergi sıfırlanmalı.

Ne yapılması, nasıl yapılması gerektiği açık. Mesele bunu yapacak istek, niyet, irade olup olmadığı…
O zaman demek ki, bunu kimin yapacağı da açık.
Rantın değil, halkın iktidarı olanlar yapacak. Birlikte, biz yapacağız.

SELİN SAYEK BÖKE
Doç. Dr., Ekonomist
CHP Parti Meclisi Üyesi ve İzmir Milletvekili

BİRGÜN 



AKM elitlerin değil, halkındı! - UĞUR ŞAHİN

Erdoğan, AKM’yi ‘elitlerin mekânı’ olarak lanse etse de, erken Cumhuriyet dönemi eseri olan AKM, kamusal bir mekândı ve amacı toplum ile sanatı buluşturmaktı.

 İktidara geldiği günden bugüne dek, Cumhuriyet’i ve onun mimarisini hedef alan AKP’nin son kurbanı, yaklaşık dokuz yıldır kapalı olan Atatürk Kültür Merkezi (AKM) oldu. Cumhuriyet tarihinin simge yapılarından, kültür mirası AKM’nin yıkılacağı Olağanüstü Hal (OHAL) ortamında, AKP Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından hafta başında duyuruldu. “Yeni AKM’nin” tanıtımında konuşan Erdoğan, “AKM talihsiz bir mekândır” diyerek başladığı sözlerinin devamında, “Türkiye’nin 10 yıl önce yapması gereken proje bugün başlıyor, bundan dolayı üzgünüm. Çoktan AKM’yi bitirip hizmete sunmuş olacaktık. Bu 10 yılın hesabını kim verecek? AKM’nin yeniden inşasına karşı çıkan zihniyetle, Türkiye’nin terör örgütleriyle mücadelesini engellemeye çalışan anlayış aynıdır” ifadelerini kullandı. Ancak, Erdoğan’ın açıklamasında en dikkat çekici olan kısım, “yeni AKM’yi” kast ederek sarf ettiği, “Burada belli bir elitin gelip programları izlediği bir yer olmayacak” sözü oldu. Öğrencisinden işçisi, memurundan sanatçısına dek yurttaşların ‘ucuz bilet’ satın alarak gittiği AKM’ye ilişkin Erdoğan’ın elit açıklaması, tepkilere neden oldu. Zira AKM, “bir grup elit”in mekânı değil, toplumu sanatla buluşturan, “kamusal” bir mekândı. İstanbul’un en önemli kültür ve sanat mekânı niteliğindeydi.

Erdoğan’ın açıklamaları ve AKM’ye ilişkin yıkım kararına dair usta tiyatro sanatçısı Rutkay Aziz, tiyatro eleştirmeni Yetkin Yüksel ve Mimarlar Odası’ndan Mücella Yapıcı ile konuştuk.

Cumhuriyet değerleriyle hesaplaşma söz konusu
Usta tiyatro sanatçısı Rutkay Aziz’e göre, AKM’nin yıkımının da Cumhuriyet’in değerleriyle bir hesaplaşma söz konusu. “AKM yapı olarak bir Cumhuriyet kazanımıydı” diyerek sözlerine başlayan Aziz, “AKM’de baleler sergilendi, operalar yapıldı. Bizim de oynadığımız oyunlar oldu. Orası elitlerin değil, İstanbul halkının bir mekânıydı. Halkın sanatsal etkinliklere gittiği bir mekândı” ifadelerini kullanıyor. Rutkay Aziz, AKM’nin yıkımına ilişkin ise şunları söylüyor: “Sayın Cumhurbaşkanı’nın konuşmasını izledim. Mimarlar Odası’nı da takip ediyorum. Onlar, ‘yıkımının bir suç olduğunu’ söylüyor. Somut bir proje çıktı ilk defa. Dilerim gerçek anlamıyla kültür ve sanata hizmet eder. Yoksa bir talana mı gidilecek ve bundan bir takım insanlar rant mı sağlayacak, bunu yaşayıp göreceğiz.”

Kapatılması için devamlı mücadele vardı
Tiyatro eleştirmeni Yetkin Yüksel, AKM’nin “perdelerini kapattığı” 2008 yılındaki etkinlikleri yakından takip eden bir isim. Yüksel, “O yıllarda hep devamlı olarak AKM kapatılacak, tadilata girecek tedirginliği yaşanıyordu. Bu tedirginlik de insanları çok rahatsız ediyordu. Çünkü bakımı yapılmıyordu ve kapatılması için devamlı bir mücadele vardı” diyor.
Yüksel’e, bir tiyatro eleştirmeni olarak AKM’de bir oyun izlemenin nasıl bir duygu olduğunu soruyorum, yanıtlıyor: “AKM’de her imkân vardı. Türkiye’nin dünyana açılan merkezi olan Taksim’de güzel ve büyük bir salon vardı. Müzikaller oynanabiliyordu. Konserler ve operaların sahnelenebilmesi kolay şeyler değildir. Işıktan tutun, en arkada oturan seyircinin bile sahneyi olabildiğince görebilmesi gerekir. AKM, Tüm bu standartlara uygundu ve atmosferi de çok güzeldi.”

Elit dedikleri, sanatın peşinden koşan insan
Yetkin Yüksel, elit tartışmasına ilişkin ise, “Elit dedikleri insan, sanatın peşinden koşan insan” diyor ve ekliyor: “Elit diyerek hayatının orta noktasına sanatı, estetiği ve felsefeyi koyan insanları nitelendiriyorlar. Sanat için; halk ve elit ayrımına gerek yok. Tiyatro herkese açıktır. Kültürün, sanatın bile cepheleşmesi çok acı. Sanat tüm insanlığındır.” Yüksel, sözlerini şöyle sonlandırıyor: “Türkiye’nin erken dönem mimarisi açısından AKM önemli bir örnek.
Dünyanın her yerinde bu örnekler korunur. AKM’nin tadilatının yapılmasını çok isterdim. Yeni yapının mimarisinin o bölgeyi zedelemesinden korkuyorum.”

AKM’ye ilişkin elit söylemi kabul edilemez
“Elit söylemi AKM için hiç söylenemez.” Bu söz, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nden Mücella Yapıcı’ya ait. Yapıcı, Erdoğan’ın elit açıklamasına ilişkin şu yorumda bulunuyor: “Ben bu elit söylemini tersinden bir ayrımcılaştırma olarak görüyorum. Biz teknik üniversitede öğrenci iken AKM’yi çok kullanırdık. Çok ucuz bir paraya opera seyretmeye giderdik.”
AKM’nin özgür bir bina olduğunun altını çizen Yapıcı, şöyle devam ediyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi öz kaynaklarıyla opera olarak projelendirilmiş ve bitirilmiş tek binasıdır AKM. Özgünlüğü de buradandır. AKM’nin anı değeri vardır. Bütün bu özellikleriyle de koruma hukuku tarafından 1’inci derece kültür varlığı olarak tescillenmiş bir yapıdır. AKM bulunduğu alan itibariyle Taksim Meydanı’nın belirleyici bir öğesidir. Bu binanın yıkılıp, yerine yapılacak binaya ilişkin güzel ya da çirkin yaklaşımının yapılması bile çok yanlıştır. Bunun yapılması yıkımın meşrulaştırılmasıdır.”

Hiç kimse bize 10 yıl gecikmenin nedenini soramaz
Yapıcı, Erdoğan’ın “Bu 10 yılın hesabını kim verecek?” açıklamasına ilişkin şunları söylüyor: “AKM’ye ilişkin iki kere izin alınmıştır. Birincisinde binaya bilerek hasar verilmiştir ve yapım durdurulmuştur. Tekrar bizim de onayladığımız 2009’daki ‘güçlendirme projesine’ göre inşaat başlamıştır, ruhsat alınmıştır. Fakat bizde para yok dediler, Sabancı sponsor oldu. 2012 de inşaat tekrar başlamıştır. Gezi döneminde Erdoğan, ‘İnşallah yıkacağız, Barok yapacağız’ demiştir. Şimdi hiç kimse bize 10 yıl gecikmenin nedenini soramaz.”

UĞUR ŞAHİN / BİRGÜN



TEOG öldü, yaşasın yeni sistem!- CEYHUN İRGİL

Bugün artık neredeyse her mahallede bir imam hatip bulunduğuna göre, bu çocukların gidecekleri okulun adı da imam hatip olacak. Neticede, bu sistemle halihazırda sınıfları boş duran imam hatiplerin doldurulması amaçlanıyor diyebiliriz.

“Ben zeki doğmuştum, beni eğitim mahvetti” diyen Mark Twain ama... Belli ki bu cümle, içinde yaşadığımız dönemde öğrenci olanların mottosu haline gelecek. Cumhuriyet'in hiçbir dönemimde eğitim sistemi böylesi kaos yaşamadı.
Şöyle hızlıca geçelim:
2004’te; müfredat değiştirilmiş. LGS gitmiş, OKS gelmiş.
2005’te; üç yıllık lise dört yıla çıkarılmış.
2007’de; OKS yerine üç aşamalı SBS getirilmiş.
2009’da; ÖSS yerine YGS ve LYS getirilmiş.
2010’da; SBS tek aşamaya indirilmiş, düz liseler Anadolu lisesi olmuş.
2012’de; 4+4+4 sistemine geçilmiş, SBS tamamen kaldırılmış, dershaneler kapatılmış.
2014’te; TEOG ilk defa uygulanmaya başlanmış.
Ve 2017… Müfredat değiştirildi, tartışmalar bitmedi. LYS ve YGS yerine YKS geldi. TEOG gitti, Liselere Kayıt Uygulaması getirildi.
Özetle bu 13 yılda eğitiminin herhangi bir kademesinde bulunan çocuk, en az bir farklı uygulamaya denek olmuş, en az bir yanlışlığa kurban gitmiş.
Ve şimdi bazı müdahalelerle düzeltilebilecek olan TEOG, hiçbir hazırlık olmamasına karşın, bir gecede “Kaldırılsın” denildiği için kaldırılıyor.


İki ay bile değil, sadece 51 gün
15 Eylül’de, AKP Genel Başkanı “Başbakan'a söylerim TEOG kalkar” dedi. 17 Eylül’de, AKP Genel Başkanı “Her okul MEB kontrolünde kendi sınavını yapar, fen lisesine mi gidecek, düz liseden Anadolu lisesine mi gidecek bu liseler kendi imtihanlarını yapar” dedi (Ki, düz liselerin çoktan kapatıldığı bilgisine bile sahip değildi). 19 Eylül’de, yüz binlerce çocuğun geleceğini ve onların ailesini ilgilendiren böylesi önemli bir konuda özel bir açıklama yapması beklenen Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, sınavın kaldırılacağını bir taksi durağında çay içerken ifade etti.
5 Kasım’da, “TEOG kalkacak” denmesinin üzerinden sadece 51 gün sonra, Bakan yeni modeli açıkladı. Bu açıklamanın belki de en talihsiz ve tarihi hata içeren ifadesi şuydu: “Nitelikli okulları hedefleyenler merkezi sınava girecek. Diğer öğrenciler evlerine yakın 5 okuldan birini tercih edecek.”
Bütün okulların niteliğinden sorumlu olan Bakan'ın okulları ‘nitelikli’ ve ‘niteliksiz’ olarak ayırmasının kabul edilebilir bir yanı olabilir mi? Nitekim; Twitter’dan da paylaşılan bu ifade, gelen tepkiler üzerine derhal silindi.

Mahalli değil, mahfi sistem
Gelelim yeni modele...
Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş yani TEOG sistemi yerine gelen yeni modelin adını Bakan Yılmaz “Liselere Kayıt Uygulaması” olarak açıkladı. LİKAYU gibi bir kısaltma yapmaya çalıştığımızda kulağa ‘LAKAYIT’ gibi gelse de, sistemin ‘derinlikli’ açılımı yine Bakan’ın ifadesiyle “eğitim bölgesi ve sınavsız mahalli yerleştirme sistemi..."
Doğrusu sistemin bütününe bakıldığında bunun mahalliden ziyade mahfi (gizlenmiş) olduğunu söylemek gerek. Mahfi çünkü sistemi şekillendiren her bir madde aslında üzeri örtülü bir gerçeği barındırıyor.
Şimdi tek tek bu maddelere bakalım...
1-Ne getirildi: Öğrencilerin en fazla %10’u merkezi yapılacak bir sınavla -Bakan’ın ifadesiyle- ‘nitelikli’ liselere yerleştirilecek. Bu sınav isteğe bağlı olacak.
Sorun ne: Bir milyon 200 bin öğrencinin ancak 100 bini ‘nitelikli’ okullara yerleşebilecek. Sınava girmek zorunlu değil deniyor ama öğrencilerin kendi sınıflarında sınava girebilecekleri de belirtiliyor. Bu şu demek; MEB de biliyor ki, aklı başında her öğrenci nitelikli bir okula girmek isteyecek ve bunun için zorunlu olmayan bu sınava zorunlu olarak zaten çok sayıda öğrenci girecek. Sonuçta sadece 100 bin civarı öğrencinin yerleştirilmesi söz konusu olduğundan sınavı kazanmak için daha çetin bir hazırlık gerekecek. Stres tavan yapacak.
Ne yapılabilir: En doğrusu elbette sınavsız yerleştirme. Ancak ille de bir sınav yapılacaksa, toplam öğrencinin yüzde 10’u yerine yüzde 30-40 gibi bir oranını yerleştirebilmek mümkün olmalı.
2-Ne getirildi: MEB hangi liselerin ‘nitelikli’ olduğunu mayıs ayında açıklayacak. Bu liselere girmek için yapılacak sınavda; sayısal ve sözel olarak toplam 60 soru sorulacak. Sorular 6-7 ve 8. sınıfa dayalı hazırlanacak.
Sorun ne: Öncelikle üç yıllık süreci 60 soru gibi kısıtlı bir ölçüyle yapmak değerlendirme ilkeleriyle bağdaşmaz. Çünkü her bir yılı, sayısal ve sözel olarak ortalama 10’ar soruyla değerlendirmek ‘nitelikli’ bir başarı sıralaması oluşturmak için yeterli olamaz.
Ne yapılabilir: En doğrusu elbette tek sınavla değil, geniş bir ölçme değerlendirme sistemi oluşturmak. Ancak ille de bu tip bir sınav sistemi uygulanacaksa, ya üç yıl yerine bir yıla ağırlık verilerek değerlendirmeye gidilmeli ya da soru sayısı artırılarak yapılacak sınav daha sağlıklı bir değerlendirmeye elverişli olmalı.
3-Ne getirildi: Haziran ayının ilk hafta sonunda, sayısal-sözel iki bölüm ve tek oturumda yapılacak sınavla fen liseleri, sosyal bilimler liseleri ve proje okulu liselerine öğrenci yerleştirilecek.
Sorun ne: Türkiye genelinde 302 fen lisesi, 93 sosyal bilimler lisesi ve 300’e yakın proje okulu var. Görüldüğü gibi toplamdaki 11 bin lisenin yüzde 10’una bile varmayan bir sayıdan söz ediyoruz. Bu, fırsat eşitliğine terstir.
Ne yapılabilir: Tek sınavla okullara öğrenci yerleştirilmesinde ısrar ediliyorsa, sınavla öğrenci alacak okul sayısı artırılmalı.

‘Nitelikli’ okul cepheli kiralık ev
Bu yeni modelle sınav kriterinin dışında kalan okullar arasında -Bakan'ın ‘nitelikli’ olarak tanımladıklarının dışında kalan okullar arasında- öğrenci ve veliler tarafından da az nitelikli, daha az nitelikli, çok daha az nitelikli okullar sıralaması yapılacak. Bu sıralamaya göre de öğrenci evine en yakın 5 tercihte bulunacak, tabii bu 5 tercihi bulabilirse… Çünkü bugün pek çok mahallede ikinci, üçüncü tercihte bulunulabilecek okul yok!

Peki, ne olacak?
Evine en yakın okullar arasında nitelik bakımından yeterli bir okul bulamayan maddi durumu elverişli öğrenci ve ailesi, pılısını pırtısını toplayıp uygun bir başka mahalleye taşınacak. Emlak piyasası şimdiden hareketlendi; kiralar artmaya, ‘okul manzaralı ev’ ilanları çıkmaya başladı bile.
Maddi durumu elverişli olan öğrenci ve ailenin bir seçeneği daha var: Paralı eğitim… Evinin çevresinde Anadolu lisesi olmayan veya kontenjandan giremeyen veya imam hatip liselerine gitmek istemeyenler bu sistemle dershanelerden bozma apartman dairesindeki temel liseleri veya özel okulları tercih edecek. Kısacası paralı eğitime yönelmede önemli bir artış bekleyebiliriz (Bu arada özel okullar da merkezi sınavla öğrenci almak istediğini ifade etti. MEB’le görüşmeler sonrasında bu konu netleşecek).

Peki ya maddi durumu olmayanlar?
Bu aileler de iki alternatifle karşı karşıya. Ya çocuğun adresini farklı gösterecek ya da el mecbur mahallesindeki okula gönderecek. Bugün artık neredeyse her mahallede bir imam hatip bulunduğuna göre, bu çocukların gidecekleri okulun adı da imam hatip olacak.
Neticede, bu sistemle halihazırda sınıfları boş duran imam hatiplerin doldurulması amaçlanıyor diyebiliriz.
Bu arada Bakan Yılmaz’ın her öğrencinin tercih edebileceği bir lise türü olmaması halinde öğrencilerin zorunlu olarak imam hatiplere yerleştirileceği görüşüne katılmadığını da söylemek gerek. Diyor ki kendisi; “Eğitim bölgeleri sisteminin nasıl oluşturulacağı ortaya çıktığında, bu kaygıların yersiz olduğu görülecektir.”
Keşke bu sistemin açıklanmasından önce gerekli bilimsel çalışma ve stratejik plan yapılsaydı da, Bakan'ın ‘kaygı’ olarak tanımladığı ama özünde ‘eğitimde fırsat eşitliğini yok eden’ karşılaşılması muhtemel sorunlardan söz etmeseydik.
Öte yandan buraya şu soruları da bırakmak isterim:
Nitelikli okullara öğrenciyi sınavla alan MEB, bu okulların yöneticilerini niye sınavla almaz? Niye bu yöneticiler Bakan tarafından atanır? Nitelikli okullar nitelikli öğrenciyi hak ediyor da, nitelikli yöneticiyi hak etmiyor mu?

MEB’in plansızlığı programından belli
15 Kasım 2016 tarihinde MEB bütçesi görüşmelerinde Bakan İsmet Yılmaz sunuş konuşmasında 2017 yılının programını anlatırken şu ifadeleri kullanmıştı:
“Temel eğitimden ortaöğretim kurumlarına öğrenci yerleştirme uygulaması olan TEOG sistemi uygulamasına devam edilecektir... Bu uygulamaya ilişkin, her yıl çok kapsamlı alan araştırmaları yapıp, geri dönüşler alıyoruz… Uygulamamızın sahada büyük bir memnuniyet oluşturduğunu ve hüsnükabul gördüğünü göstermektedir.”
Ama ne olduğunu hepimiz biliyoruz; TEOG pat diye bir gecede kalktı çünkü çok kapsamlı araştırmalar yapılırken ‘memnuniyetsiz’ o kişiye fikri sorulmamıştı...
Ve beş gün önce, 7 Kasım 2017 tarihinde MEB bütçesi görüşmesinde bu kez 2018 yılının programını anlatırken Bakan İsmet Yılmaz sınav sistemiyle ilgili planlama hakkına ne sundu biliyor musunuz? HİÇ!
Özetle; MEB’in önümüzdeki yıla dair sınav sistemiyle ilgili bir planı yok!
Hak vermemek elde değil tabii, ya yine, bir gece, ansızın, sistem değişirse?
Ne diyelim…
Hüsnükabulünüz çok olsun…

CEYHUN İRGİL
TBMM Eğitim Kültür Spor Gençlik Komisyonu Üyesi,
CHP Bursa Milletvekili

12 Kasım 2017 Pazar

10 Kasım 2017: Herkesin Atatürkçü olduğu gün - Fatih Yaşlı

Her ideolojinin, her dünya görüşünün, her siyasi akımın bir “kurucu öteki”si vardır, kendisini ona yönelik eleştiri, öfke, siyasal husumet, düşmanlık vs. üzerinden kurar. Türkiye İslamcılığının “kurucu öteki”si bir tarihsel-politik figür olarak Atatürk’tür. Atatürk, İslamcılığın bütün kutsallarını darmadağın etmiştir. 600 yıllık saltanata, 400 yıllık hilafete son vermiştir. Dini siyasal, toplumsal ve kamusal alandan çıkartmak ve onun siyasal, toplumsal ve kamusal yaşamdaki etkisini en aza indirmek için sayısız düzenleme yapmıştır. Ülkenin rotasını Batı’ya çevirerek Türkiye toplumunu Batı medeniyetinin bir parçası yapmaya çalışmış, dinin belirleyicisi olduğu kültür ve medeniyetten bir kopuşu hedeflemiştir.

Türkiye İslamcılığının bütün kolları, bütün siyasi organizasyonları, bütün tarikat ve cemaatleri anlatılarını, söylemlerini, politik pozisyonlarını tam da bu hakikatin farkındalığıyla, Atatürk düşmanlığı üzerine inşa etmişlerdir ve durum hâlâ böyledir. Ortada varoluşsal bir husumet vardır ve o husumet yoksa İslamcılık diye bir şey olmayacaktır, dolayısıyla Atatürk düşmanlığı olmadan İslamcılık olmaz, eğer Atatürk düşmanlığından vazgeçilmişse, İslamcılıktan da vazgeçilmiş demektir.
Peki, 10 Kasım 2017 günü İslamcı iktidar da en yetkili ağızdan Atatürkçülüğünü ilan ettiğine göre artık İslamcı değil midir, bir siyasal ideoloji olarak İslamcılık sona mı ermiştir, iktidar bundan sonra Atatürkçülüğün gerektirdiği adımları mı atacaktır?

Bu ilanın gerçekleştiği konuşmayı hatırlayalım hemen. Erdoğan’ın konuşma yaptığı kürsünün arkasında yazan “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” cümlesi Milli Mücadele’nin hangi metninde yer almış ve hangi bağlamda kullanılmıştı acaba? 
Bu cümle 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nin üçüncü maddesidir ve kastedilen şey açıktır: Mustafa Kemal ve arkadaşları ülkenin kaderini Saray’a ve Padişah’a  bırakmayacaklar, ulus bağımsızlığını kendi iradesiyle elde edecektir. İktidarın ayıla bayıla kullandığı “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü de bununla bağlantılıdır. Bu sözle birlikte egemenliğin artık Osmanoğulları sülalesine ait olmadığı söylenmiş olmakta, “Tanrı adına yönetme” iddiası yerini “ulus”a bırakmaktadır. “Ulus” ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilecektir ve egemenliğin mekânı artık Saray değil Meclis olacaktır.

Peki bugün yaşanan nedir? 

Kim bugün Türkiye’de bir cumhuriyetin olduğunu iddia edebilir? 
Egemenliğin kaynağı “ulus” mudur? 
Egemenliğin mekânı Meclis midir? 
Cumhuriyetin temelindeki ilke ve inkılaplar yürürlükte midir? 
Bu soruların yanıtı biliniyor: Saray varsa Cumhuriyet yoktur, Meclis yoksa Cumhuriyet yoktur, kurumlar yerini kişiselleşmiş iktidara bırakmışsa Cumhuriyet yoktur, akıl, bilim, aydınlanma, laiklik ve yurttaşlık yoksa Cumhuriyet yoktur. 


Gelelim İslamcıların “gizli” ortağı Türkiye sermaye sınıfına. Her yıl olduğu gibi, bu sene de romantik, nostaljik anma reklamlarını yayımladılar, Atatürk’e minnetlerini, Cumhuriyet’e bağlılıklarını bildirdiler. Bu tür şeylere bayılan halkımızın gönlünü bir kez daha çaldılar, Cumhuriyet’in çöküşündeki rollerini, sorumluluklarını bir kez daha unutturdular. Oysa İslamcılığa kapıları bizzat kendileri açtılar, sol korkusuyla, örgütlü işçi korkusuyla, sendika korkusuyla, grev korkusuyla, Cumhuriyet’i İslamcılarla birlikte yıktılar. Hakkının, hukukunun peşinde koşmayan, sendikada değil tarikatta örgütlenen, greve değil camiye giden, sürüleştirilmiş kitlelere muhtaçtılar ve bunu da başardılar. Türkiye toplumu örgütsüz, yurttaşlık yerine tebaa olmaya özenen, sürüleştirilmiş kitlelerden oluşuyor bugün. OHAL’le, KHK’lerle, anayasasız, hukuksuz, Saray’dan, tek adamın iki dudağının arasından yönetilen, bu esnada da sermayenin kârına kâr katmaya devam ettiği bir ülke bugün Türkiye. 

Peki, İslamcısıyla, sermayedarıyla, yandaşıyla, havuz medyasıyla herkesin Atatürkçü olduğu Türkiye’de gerçek Atatürkçüler ne yapacak? 
“Evet bunlar Atatürkçü oldu” deyip sandığa koşmayacaklarını elbette ki biliyoruz ama bu yeterli mi?

“Elon Musk Anıtkabir’e gitti, Ata’mızı tüm dünya tanıyor” apolitizminin, reklam ve dizi romantizminin, ulusal gün ve bayramlara hapsolmuş nostaljinin ötesinde Atatürkçüler ne yapacak? Bu soru, politik bir sorudur ve yanıtı da politik olacaktır. Yeni bir cumhuriyet fikri, yeni bir yurttaşlık fikri, hukuk ve toplumsal adalet talebi olmadan, bunlar etrafında örgütlenmeden, bir araya gelmeden Cumhuriyet’i kutlamanın da Atatürk’ü anmanın da herhangi bir anlamı  yoktur, herhangi bir anlamı olmayacaktır.

Ve başka bir soru daha: Toplumun en az yüzde ellisini oluşturan, dinselleşme projesine dahil olmamış, iktidarın kapsayamadığı bu insanlarla sol nasıl bir ilişki kuracak, sol değerlerle Cumhuriyet değerlerini bir araya getirmek için neler yapacaktır? 

10 Kasım günü Saray’dan “Atatürk’ü Marksist çevrelere mi bırakacağız” sorusu gelmişti, o halde biz de soralım: “Atatürk’ü ve Atatürkçüleri İslamcılara mı bırakacağız?”

Fatih Yaşlı /BİRGÜN

Yeni rejim kurulurken Diyanet’in rolü - TURAN ESER / BİRGÜN Pazar

Kadrosu en şişkin olan kurumlardan biri DİB’dir. Bürokrasideki dinci kadrolaşmada DİB’in rolü büyük. DİB bir tür, bürokrasiye transit salonudur. 2002’den bugüne 9 bin 318 imam başka kamu kurumlarına geçti. Bu geçişte en önemli durak öğretmenliktir. Milli Eğitim Bakanlığı’na tam 5.050 kişi DİB’den geçmiştir.

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu 2018 yılı görüşmelerinde, “devletin resmi mezhebi” için ayrılacak bütçe karara bağlandı. Kamu bütçesinin en tartışmalı kurumu elbette Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB). Zira Türkiye’de diğer din, mezhep ve inançları yok sayıp, sadece imamların bütçesiyle ilgilidir.
DİB bütçesi tartışmalı olduğu kadar, laikliğe aykırılığı ile bilinir. Çünkü anayasasında “laik devlet” olduğunu iddia eden devletin, laikliğe karşı bütçe ayırması yaman çelişkidir. DİB “laiklik ilkesi doğrultusunda hizmet” verdiğini iddia ediyor. Oysa DİB mezhepçi faaliyetleriyle, laikliği özel ve kamusal alandan etkisizleştirmeye, hatta itibarsızlaştırmaya çalışan bir kurumdur. Laiklik, kamu bütçesinden dinin finansmanını reddeder. Ama “laiklikten yana” olduğunu söyleyen TBMM partileri bile, “devlet dini finanse edemez, din bütçesine hayır” diyecek cesarete sahip değiller. Çünkü din, devlet ve toplum ilişkilerine laiklik kaygısıyla değil, sandık ve oy kaygısıyla bakıyorlar. Laiklik “Sünnilere hizmet veriyorsan, Alevilere ve Gayrimüslimlere de hizmet verin” demek, değildir. Dinin kamu bütçesinden finansmanına itiraz etmektir, ret oyu vermektir.

 Mezhep odaklı bütçe
DİB paraya ve yetkilere doymak bilmeyen bir kurumdur. Ek ödenekler ve topladığı bağışlarla, tam şeffaf olmayan finansman sistemine de sahiptir. Örneğin, 2017 yılı için öngörülen 6 milyar 482 milyon TL bütçe yetmedi. İlave ek ödenek ile bu rakam 6 milyar 867 milyona çıktı. Bir tahminle, 2017 sonuna kadar 7 milyar 500 milyon TL’ye ulaşır. DİB’in İslamcı vakıf ve derneklere aktardığı para ise 71 milyonu aşmış durumda.2018 yılı Diyanet için, 7 milyar 774 milyon 183 bin TL gibi devasa bir ödenek TBMM Plan Bütçe Komisyonu’nda onaylandı. Fakat bu bütçenin ek ödeneklerle 2018 yılı sonuna kadar 8 milyarı aşacağından kimsenin şüphesi olmasın. Bu artışlar önümüzdeki yıllarda devam edecek gibi görünüyor. Üç yıllık tahmini hesaplara göre, DİB’e 2019 yılı için 8.458.523.000 TL ve 2020 yılı için 9.110.196.000 TL bütçe ayrılması öngörülüyor. DİB bütçesindeki artışlar kurumsal ihtiyaçtan daha çok, kurulan yeni rejimin ihtiyacından kaynaklıdır.
AKP’li yıllar, DİB’in genel bütçe içindeki payında bu nedenle yüzde yüz artırdı. 2002 yılından bugüne DİB’in 2002 yılındaki genel bütçe içindeki payı 0,54 iken, 2017’de genel bütçe içeresindeki payı yüzde 1.24’e yükselmiştir. Böylece, DİB’e ayrılan bütçe, 11 bakanlığın her birine ayrılan bütçeden fazla. Bunlar; Sağlık, Kültür, Ekonomi, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Bilim Sanayi ve Teknoloji, Kalkınma, Çevre, Şehircilik ve Turizm Bakanlığı'dır. AKP, 2017 bütçesine oranla, yüzde 13.21’lik bir artışla dinin finansmanı için, laiklik karşıtı mezhepçi DİB’i kollamış. Eğitim mi? Sadece yüzde 8.36!

Bugünkü DİB’in faaliyet alanları, yetkileri ve müdahale gücü genişletildi. 1924 yılında DİR, teknik ve dünyevi bir idari birim olarak konumlandırıldı. Bakanlık düzeyinde siyasi yürütme içine dahil edilmeyen, işlevsiz bir birimdi. Hatta Diyanet’in idari bir yapı olarak, ilk kez 1927 Bütçe Kanunu içinde yer almıştı. İlk ve daimi maaşlı memur kadrolarına ise 30 Haziran 1929 tarihli ve 1452 Sayılı kanunla sahip oldular. 8 Haziran 1931 tarihinde çıkartılan “Evkaf Umum Müdürlüğü 1931 Mali Yılı Bütçe Kanunu” ile bu kez camilerin yönetimi Diyanet’in dışına çıkarıldı.
Bu kuruma fazla bir işlevin yüklenmemesi ve kanunun dahi olmaması, laikliğin inşasına engel olacağına dair endişeler nedeniyleydi. Öyle ki, Diyanet, ilk kanununa, 22 Haziran 1935 yılında çıkarılan 2800 sayılı Kanun sayesinde, kanuni teşkilat konumuna kavuştu.
Fakat laiklik inşasından vazgeçilmeye başlanan 1945’ten sonra, eğitimin dinselleşmesine paralel olarak, Diyanet’in konumunda da radikal değişimler başlamıştır. 29 Mart 1950 tarihinde yürürlüğe giren 5634 sayılı Kanun'la camilerin yönetimi tekrar Diyanet’e geçti.
Diyanet statüsü ve ulemanın din bürokrasisi üzerinden gücünün artırılmasında üç evreden bahsedebiliriz. Menderes ile başlayan 1950 sonrası süreçte “komünizme karşı dinin direnciyle diyanetin ve din eğitiminin güçlendirilmesi”, 12 Eylül 1980 Darbesi'yle başlayan “komünizme karşı din adamı yetiştirmek” süreci ve Kasım 2002’den itibaren AKP ile Yeni Osmanlıcılık temelinde ümmetin geleceği için dindar ve kindar nesil için Diyanet'in vesayet kurumu haline getirilmesi, din eğitimleri ve imam hatipler üzerinden yeni okullaşma stratejisiyle, yeni rejimin taşıyıcı kurumlarını yaratmak, olarak ifade edebiliriz.

Peki neler değişti?
DİB, her türlü siyasi görüş ve düşüncenin dışında“ kalmayan, siyasal İslamcı bir yapıdır. Dünyanın dört bir yanında Sünniliğin inşasına soyunmuştur.
DİB’in devlet protokolündeki yeri 10. sıraya yükseltildi. Devletin içinde artık bir DİB devleti vardır. Ulema devleti ve siyaseti; devlet ve siyaset de ulemayı karşılıklı çıkarlar doğrultusunda kullanıyor. Kadrosu en şişkin olan kurumlardan biri DİB’dir. 2002 yılında 74 bin 108 olan imam sayısı, 140 bini aştı, FETÖ operasyonları ile bu sayı 120 bine kadar indi. Bürokrasideki dinci kadrolaşmada DİB’in rolü büyük. DİB bir tür, bürokrasiye transit salonudur. 2002’den bugüne 9 bin 318 imam başka kamu kurumlarına geçti. Bu geçişte en önemli durak öğretmenliktir. Milli Eğitim Bakanlığı’na tam 5.050 kişi DİB’den geçmiştir.
Büyüyen sadece DİB bütçesi değildir. 2002 yılında 75 bin 941 olan cami sayısı, bugün 90 bini aştı. 2002 yılında 3364 olan Kuran kursu, 2017 yılında 18 bin 355’e yükseldi. Her ailede bir hafız kampanyası ile DİB toplumsallaşma hedefine sahiptir. Aile hekimi gibi, aile imamlığı modeliyle, imamların cami dışındaki hayata müdahalesi desteklenip, imamlar “kanaat önderi” konumuna getiriliyor.
DİB medyası mezhepçi toplum mühendisliği yapmaktadır. Diyanet TV, Diyanet Radyo, Diyanet Kur’an Radyo, Diyanet Risalet Radyo ve farklı medya araçları hiçbir kamu kurumunda olmayan imkânlara sahiptir. DİB radyoları 2017 yılı itibarıyla, Türkiye’nin 205 yerleşim alanında yayınlarına devam ediyor.

Her şey tek mezhep için
DİB’in cami, Kuran, imam ve Sünnilik merkezli hizmetten başkaca din ve inançlara yönelik hizmetleri yoktur. Mesela cemevi, kilise ve sinagoglara yönelik hizmeti yoktur. Dede, Ana, Papaz ve Hahambaşı gibi kadrosu da yoktur. Aleviler için Gülbang, Semah, Museviler için Tevrat ve Hıristiyanlar için İncil kursları da düzenlemez. İmam hatip okulları vardır, ama dede-ana, papaz, hahambaşı okulları yoktur. Bunlar da olsun diye değil, bir eşitsizliğe vurgu yapmak işin belirtiyorum. DİB eşitlik ilkesini ihlal eden kurum olarak, uyguladığı doğrudan ve dolaylı ayrımcılık politikalarıyla, toplumsal fay hatlarındaki gerilimi de tırmandıran bir yönü vardır.
İslam’a göre, “başkasının malına, mülküne göz dikmek” haramdır. Ama DİB Alevilerin, gayrimüslimlerin, ateistlerin helal etmediği vergilerle besleniyor. Eğer razılık yoksa, birinin parasına “din vergisi” olarak el konulmaz. İslam, faiz yemek, içki, kumar haram demiş, ama DİB, haram olan içki, kumar ve şans oyunlarında vergi toplayıp, “helal din hizmeti” veriyor.
DİB, MGK ve MİT’in görev alanına müdahil olup raporlar hazırlıyor. “Güvenlik politikaları” kamusal din hizmetlerine entegre ediliyor. “Olağanüstü Din Şûrası” yapıp, güvenlik politikalarını gündemine alarak, güvenlikçi politikalar öneriyor. İç ve dış politikada görevler üstleniyor. Birçok Avrupa ülkesinde, ismi “istihbarat faaliyetleri” ile anılır hale geliyor. Bazı ülkelerde din ataşeleri geri çekilmek zorunda kalınıyor. Unutulmamalı ki, laiklik karşıtı siyasal İslamcı Cemalettin Kaplan ve 15 Temmuz Darbe Girişimcisi F. Gülen, DİB memuru ve vaizleriydi.

DİB’den besmeleli eğitim
DİB, “eğitim de benim işim” diyerek, MEB’in yetki ve görev alanına hükmedip, eğitimin dinselleştirilmesi ve kurumsallaşmasında motor güç oldu. Ana okullarının sıbyan mekteplerine dönüştürülmesinden, zorunlu din derslerine, imam hatiplerin yaygınlaştırılmasına, İlahiyat fakültelerinin artırılmasına kadar müdahil oluyor. MEB müfredatlarının içeriklerinin belirlenmesine ve diyanetin Din Eğitimi Portalı Eğitim Bilişim Ağı (EBA) ile 11 Milyon 700 bin kullanıcıya ulaşarak yaygın din eğitimini üstleniyor. MEB ile imzalanan “işbirliği protokolleri“ ile eğitimde aktif ve belirleyici aktör haline geliyor. 102 ülkede 2 bin imam, Eğitim ve Rehberlik Daire Başkanlıklarında 1090 kişiye istihdam sağlanıyor.
2018 hedefleri arasında “Diyanet İslam Akademileri“ kurmak var. Madem DİB, din eğitimini kendi bünyesinde kurumsallaştırıyor. O zaman MEB’in din eğitimlerine, imam hatiplere ve YÖK’ün ilahiyat fakültelerine ne ihtiyaç var?
Emlak ve kent planlaması da DİB işidir. DİB, kent ve çevreye de el attı “meskûn mekânların estetik ve mimari“ işlerini üstlenerek, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’yla iş birliği yapıyor. Kentleri muhafazakârlık ekseninde betonlaştırıyor. TOKİ, AVM, üniversite ve benzeri alanlarda cami yapımını teşvik ediyor ve genelgelerle zorunlu kılıyor. Belediyeler ve Çevre Bakanlığı, DİB lehine imar değişikliği yaparak kentlerin en önemli merkezlerini ve yeşil alanlarını cami yapımına ve müftülüklerin kullanıma tahsis ediyor.
DİB asimilasyon merkezidir. Devlet, DİB üzerinden, Alevileri yok sayıyor. Alevilerin, haklar rejimi eksenindeki eşit yurttaşlık, eşit haklar talebini görmezden geliyor. Aleviliğin kendine özgü bir inanç olmasını hazmedemiyorlar. DİB bu evrensel hakka karşılık, “Cemevi ibadethane değil, tekkedir, cem ise ibadet değil, zikirdir”, “Alevilik inanç değil, folklorik unsurdur” diyerek, asimilasyoncu tanımlamalara girişiyor. Aleviliğin tarihsel kimliği aşağılanarak, Aczimendilikle eşleştiriliyor, cemevleri ise “terör yuvası”, “cümbüş evi” denilerek itibarsızlaştırılıyor.

DİB, kadın, gençlik ve mahalle örgütlemesini de üstlendi
DİB artık camiden gündelik özel hayata, dinsel olmayan alana kadar yayılmıştır. 81 İl ve 957 ilçe müftülükleri aracılığı ile siyasal İslamcılığın yaygın bir örgütlenme kurumuna dönüşmüştür. Müftülükler “Aile ve Dini Rehberlik Büroları” aracılığıyla ailelerin sosyal, ekonomik, psikolojik sorunlarına ve adaletsizlikten kaynaklanan işsizlik ve yoksulluğun sonucu problemlere “dinsel telkinlerle“ şükürcü nesil hazırlıyor.
DİB Cami gençlik Örgütleri kuruyor. Her yaş grubuna yönelik yurtiçinde-yurtdışında 16 dilde yayın organlarının dinsel telkinleriyle ve öğütleriyle, şükürcü bir neslin yetişmesi hedefleniyor.
Bir erkek örgütü olan DİB, kadınları mutfak, çocuk ve koca hizmetinde görmeyi vaaz ediyor.
DİB müftüleri artık resmi nikâh kıyıyor. Evlilik ve aile düzenleme işlerini üstlenerek aile hayatımıza görüyor. Modern hukukun ve medeni kanunların arasına, şeri hukuk eklemleniyor.
DİB, Sağlık Bakanlığı’nın görev ve sorumluluk alanına müdahil oluyor, “manevi bakım” adı altında, sağlıkta gericileşmenin ve cemaatleşmenin zeminini hazırlıyor. Sağlık Bakanlığı ile DİB arasında imzalanan protokole göre din adamlarından oluşan “manevi destek ekipleri” yeni görevlerini besmele ile devlet hastanelerinde üstleniyor, hastaneleri külliyeye büründürüyorlar.

Sonuç olarak;
DİB, bağımsız davranabilme gücüne sahip, dinsel vesayet ekseninde, mezhepçi ulemanın devlet gücü ile özel ve kamusal hayatı din üzerinden kontrol eden, yönlendiren siyasi bir kurumdur. DİB, siyasal İslamcılık ekseninde ulemanın, toplumu mezhepçilik ekseninde homojenleştirme ve mezhepçi rejim inşasında taşıyıcı kurumu haline gelmiştir. Buna karşı tek çözüm vardır; laikliğin kazanılması. Din, vicdan ve inanç özgürlüğünün, inanan ya da inanmayan her yurttaşa hak olarak tanınması için, DİB lav edilmelidir.

Turan Eser /BİRGÜN Pazar

Bu Bukovski o Bukowski değil! - TOLGA BİNBAY

İnsan şaşırıyor ilginç kişilerin tarihin akışına yön verebilmesine? Ya da belki de tarih belli bir yöne çoktan girmiş oluyor da biz sanki insanlar, durumlar o seyri temsil ediyormuş gibi görüyoruz. Ve sonra da gelsin efsaneler, gelsin söylenceler. Yoksa hiç bir iz, hiç bir esinti bırakmadan geçip gitmiş kaç şahsiyet vardır!
Kim bilir?
Ama oyuncusu Vladimir Bukovski olan bu hikâye bir farklı.
Şöyle ki...
1962 yılında 19 yaşında iken şiirler okumaya başlar Bukovski. Moskova'da, Mayakovski Meydanı'nda. Anlaşılan o ki sevimli, nükteli bir gençtir. Ve insanı kısa sürede etkisi altına alan bir aurası vardır. Hani bir nevi şeytan tüyü.
Ataklığı, sevimliliği ve nükteli, kıvrak diliyle kısa zamanda meydanın ruhu haline gelir. Ya da meydanın çoktan olgunlaşmış ruhu, aradığı sesi bulur. Henüz tıfıl bir üniversite öğrencisi olan Bukovski artık muhalif bir ses, şair, sanatçı ve "aktivist"tir.

Komünist Gençlik Birliği ile ilgili hazırladığı "ayrıntılı" broşür nedeniyle okuldan atılır ve hakkında soruşturma başlatılır. Ya da soruşturma başlatılır ve okuldan atılır.
Ama Bukovski söndürülmeye çalışılırken harlayan ateş gibidir. Durdurmak mümkün değildir. Hani bizim buralarda bir laf vardır ya "Mevlam, yürü dedi!" diye. Öyle yürür Bukovski de. Kısa sürede ‘düzen muhalefetinin’ sesi, sembolü haline gelir.
Geniş bir çevresi vardır, artık. Ya da geniş bir çevrenin sevimli, girişken ve sivri dilli bir Bukovski’si. Ama siz yine de genişe bakmayın; üç yüz milyonluk bir ülkede üç yüz bin kişilik bir kesimdir söz konusu olan.
Ses olma halini geliştirir ve incelikli bir gürültüye geçer Bukovski. Susması ya da en azından gürültü çıkarmaması istendikçe, O gürültüyü daha çok sever. Bir yandan yıllar geçer. Ama ergenlikte takılıp kalmış gibidir. Gürültü devam eder.
Soruşturmalar falan derken en sonunda tutuklanır ve “Akli dengesi yerinde mi?” diye psikiyatri hastanesine yatırılır. Tanısı "yavaş ilerleyen şizofreni" olur. Aslında tam tanı bu değildir. Ama öyle geçer kitaplara ve kendisi de öyle der. Ve bu tanıyla da taburcu olur.
Ama Bukovski ise becerikli ya, yanında başka şeyler de çıkarır hastaneden. Kendi dosyasını ve bir de "siyasi nedenlerle" tutuklanıp psikiyatri hastanesine yatırılan başka insanların dosyalarını da yanına almayı, her ne hikmetse başarır. Bunlar tam da aranan, istenen belgelerdir.
Kim tarafından?
Batı'daki insan hakları örgütleri tarafından.
Güzel Mevlam yine devreye girer ve belgeler bir biçimde ilgili yerlere ulaşır. Ulaştığı gibi de "Sovyetler'de psikiyatri rejim muhaliflerini damgalamak için kullanılıyor" kampanyası başlar. Artık elde deliller de vardır.
Hemen ardından Dünya Psikiyatri Birliği Sovyet psikiyatri camiasını uyarır, hatta tehdit eder.
Ama Bukovski bu! Durmaz.
En sonunda tutuklanır. Sene artık olmuştur 1970ler. Tam da Batı'da özgürlük yelleri eserken. Velhasıl iş büyür. Kampanyalar başlar, Bukovski'ye özgürlük isteyen. Amsterdam, New York ve Londra da dâhil olur işe.
Ve etkili de olur kampanya. Barış içinde bir arada yaşam derken bir taraf, öbür taraf savaş hali içindedir. Ve 1976'da bir nevi esir değişimi olur. Bukovski istediğini almıştır: gelişmiş kapitalist bir ülkede bir burjuva partisi lideri gibi karşılanacaktır.
Çünkü karşılıklı değiş tokuşta O Londra'ya giderken yerine Moskova'ya gönderilen kişi Pinochet zindanlarından çıkan Şili Komünist Partisi Genel Sekreteri Louis Corvalan'dir [1].
Batı Bukovski'nin kıymetini hiç sektirmez.
Heatrow havalimanına inen Bukovski'nin ilk işi bir sigara yakmak olur. Ve sonra da sorar: "Nerede kalmıştık?"
Artık orta yaşı görse de zıp çıktının tekidir Bukovski. Her yere davet edilir, ağırlanır ve gürültüyü daha da sever. Ahbapları artık devlet başkanlarıdır. Jimmy Carter'ın yanında hafif mahcup bir ergen edasıyla oturur oturmasına ama sanki az sonra "Naber moruk?" diyecek gibidir.
İngiltere, iltica talebini kabul eder ve sınırsız haklar verir. Sosyal ve medeni. Psikiyatri, insan hakları ve demokrasi ile ilgili ya da ilgisiz tüm toplantıların onur konuğudur artık. İnsan Hakları Gözlem kuruluşunun doğal üyesi ve de önde gelen aktivisti olur. Yıllar böyle geçer.
Bir ara tarihin sonu gelir gibi olur ama Bukovski "Su uyur, düşman uyumaz!" düsturu çerçevesinde gürültüye devam eder.
Ve sene olur 2015. Atlar uçağa Londra'dan Berlin'e gider. Kalp ameliyatı olur. Tüm masrafları İngiliz hükümeti çeker. Bilirsiniz İngilizler vefalıdır. Hizmete hizmet ile karşılık verirler. Hem de yaşam boyu.
İşte ne olursa o sıralar olur ve nazar değer, üstünde en ufak bir çizik bile olmayan şu muhteşem kariyere. Kötü sağlığına rağmen kendini özgürlüğe adamış olan Bukovski’nin evini İngiliz polisi basar. Çocuklarla ilgili uygunsuz fotoğraflar bulundurduğu suçlamasıyla [2].
15 yılda birikmiş binlerce görüntü çıkar bilgisayarından. "Ne olmuş yani! Pul biriktirmek gibi bir hobi benim için" der, Bukovski mahkemede [3]. Ama dinlemez özgürlük düşmanı mahkeme. Hem de sağlığı gitgide bozulmaktayken.
Bukovski bu. Durur mu? Yaş olmuş 74 ama iş bitmemiş. Önce 100.000 poundcuk bir tazminat ister, adını kötüye çıkardılar diye [4]. Ve sonra kendisini saran gürültü daha da artınca başlar açlık grevine [5]. Kendisi için değil. Katiyen.
Elbette ki pek bir özgür Batı için.
“İlginç” bir kişi tarihin akışına nasıl da yön veriyor; unutmasınlar ve de ders alsınlar diye.

Tolga Binbay / SOL


*Yazıda kullanılan otobiyografik bilgiler http://www.vladimirbukovsky.com/bio/ adresinden alınmıştır.
[1] http://www.independent.co.uk/news/obituaries/luis-corvalan-communist-who...
[2] http://www.cps.gov.uk/eastern/cps_eastern_news/bukovsky_charging_announc...
[3] https://www.theguardian.com/uk-news/2016/dec/12/soviet-dissident-vladimi...
[4] https://www.theguardian.com/law/2015/aug/24/soviet-dissident-sues-crown-...
[5] https://www.theguardian.com/world/2016/apr/29/vladimir-bukovsky-russian-...

Şostakoviç'i nasıl bilirsiniz? - ULAŞ ÖZER / SOL KÜLTÜR

Şostakoviç’e dair bu yazı, Sovyet aydınının, sanatçısının, sporcusunun ve Sovyet insanının ne denli iç içe geçmiş olduğunu gösteriyor bize... Toplumu için üreten ve üretimini, bir şey üretmenin verdiği haz ve bilinçle gerçekleştiren aydın, sanatçı, yazar, sporcu ve yurttaş... Büyük geri sıçramadan yıllar önce Sovyetler Birliği’nde somutlanan yeni insan... Aşılmayı bekliyor!

 Günümüzden tam yüz yıl önce gerçekleşen büyük Ekim Devrimi, bir işçi iktidarı olarak üretim araçlarına el koyarken, sınıflı toplumların tarihi boyunca sömürücü sınıfların kontrol ve tekelinde bulunan bilgiyi de toplum yararına kamulaştırdı. Bu, ezilen sınıf olan proletaryanın bilime, sanata, felsefeye ve spora rahatça erişiminin sağlanması anlamına geliyordu. Günümüzden yüz yıl önce kurulan bu eşitlikçi düzenle birlikte sınıflı toplumlar tarihinde ilk kez bilgi, toplumun tümünün yararına ve kullanımına açık hale gelmiş oldu.
Bilim, felsefe, sanat ve spor gibi günümüz kapitalist toplumunda piyasalaşmış olan alanların, sosyalist toplumdaki işlevlerini "dışarıdan" bir gözle tarif etmenin bazı zorlukları bulunsa da temel bir ayrım ilk bakışta fark edilir: Sovyet iktidarında tüm bu alanlar toplumun çıkarları ve çok yönlü birer birey olarak Sovyet insanının gelişimi için seferber edilmiştir. Bir başka deyişle Sovyet iktidarı, özünde, sosyalist devrimi ileriye taşıyacak olan gelişkin yeni insanını aramaktadır.
Sovyetler Birliği’nde yeni insanın inşası ve sosyalist toplumun örgütlenmesinde sanat ve sporun özel bir yeri olduğu söylenebilir. Farklı iş kollarından gönüllü olarak bir araya gelmiş insanların kurduğu, hem kolektif oyun stilleri hem de disiplinleriyle pek çok uluslararası başarıya imza atmış olan takımlar, aynı zamanda Sovyet toplumunun örgütlenme pratiklerinden biridir. Dünyadaki pek çok turnuvaya damga vuran, Kızıl Ordu mensuplarınca kurulmuş CSKA; Anayurt Savaşı’nda Nazi takımına boyun eğmeyen ve dokuz oyuncusunu bu galibiyete feda etmiş olan, KGB çalışanlarının kulübü Dinamo Kiev; pek çok şampiyonluk yaşamış, öğretmenlerin, işçilerin ve diğer meslek gruplarından çalışanların oynadığı Spartak Moskova... Öğrencileri, demiryolu işçilerini, denizcileri ve liman çalışanlarını, otomotiv sektöründe çalışan işçileri ve bunların bağlı oldukları sendikaları temsil eden takımların yer aldığı Sovyet ligi, Sovyetler Birliği’nde somutlanan yeni insanın, kapitalist dünyadaki anlamıyla profesyonelleşmeden uzak çok yönlülüğünü, kolektivizmini, çalışma disiplinini ve gelişkinliğini temsil etmektedir.
Sovyet müziği dendiğinde ise ilk akla gelen kuşkusuz Sovyet korolarıdır. Fabrikalarda, okullarda, çiftliklerde ve kışlalarda kurulan bu korolarda, iktidarın sahibi olan işçiler, geçmişin sınıflı toplumlarında mahrum bırakıldıkları yüksek sanatla buluştular. Böylelikle kitleler, bir örgütlenme pratiği olarak hep bir ağızdan şarkı söylemeye başladılar ve toplumun tarihsel gelişimi içinde ezen sınıflarla aralarında oluşan tarihsel açıyı kapatmak adına bilgiye ve sanata sarıldılar.
Sovyet sanatçılarının üstlendikleri görev, toplumu sanatla buluşturmak, yeni insanı yaratma işine sanat cephesinden katkı koymaktı. Bunun yanında sanatçılar, Sovyet insanının tüm alanlardaki gelişkinliğini de hem bunun altının çizilmesi hem de toplumun özendirilmesi amacıyla eserlerine taşıdılar. Osip Mandelstam’ın Futbol ve İkinci Futbol adlı şiirlerinde; Nikolay Zabolotskiy’in Futbol adlı şiirinde; Yuri Oleşa’nın Kıskançlık adlı romanında; Aleksander Deineka’nın Futbol, Futbol Oyuncusu, Koşu, Kayakçılar, Kaleci ve Oyun adlı tablolarında; Aleksander Samokvalov’un Stadyumda, Gülle Atan Kız, Sporcular Geçidi ve Sovyet Beden Kültürü adlı tabloları, sanatın sporla buluşmasına örnek olarak gösterilebilir.

Hem kişisel hayatında hem de eserlerinde spor ve müziği birleştiren en önemli şahsiyetlerden biri kuşkusuz Dimitriy Şostakoviç’tir. Spor, Şostakoviç’in pek çok eserinde geniş yer tutar. Mayakovskiy’in komedisi Tahtakurusu, Bezimenskiy’in oyunu Silah Atışı, Kozintsev ve Trauberg’in filmi Yalnız için yazdığı müzikler; Cıvata balesinin bazı bölümleri ve Altın Çağ balesi, Şostakoviç’in spor temasını işlediği başlıca eserlerdendir. Özellikle Altın Çağ balesi, rahatlıkla bir spor balesi olarak tanımlanabilir. Bu eseri, Şostakoviç şöyle anlatıyor:
“Altın Çağ balesinin temelinde iki unsur var. Batılı-Avrupalı burjuva kültürünün müziği ve Sovyet proletarya kültürünün müziği... Bu eseri bestelemedeki temel amacım, bu iki kültürü karşılaştırmaktı. Bu, esere şöyle yansıdı: Batılı-Avrupalı dansları, modern burjuva kültürünün tipik özelliği olan hastalıklı erotik dans figürleriyle; Sovyet danslarını ise spor ve sağlıklı fiziksel aktiviteyi simgeleyen unsurlarla sahneye taşıdım"...
Şostakoviç’in müzikal üretiminde sporun, diğer pek çok Sovyet sanatçının ürünlerinde olduğu gibi önemli bir yeri vardı.
Şostakoviç’in çok az bilinen özelliklerinden biri, futbola olan düşkünlüğüdür. Elbette büyük besteci Şostakoviç’in bu merakının göz ardı edilmesinde şaşılacak bir şey yok. Fakat Şostakoviç’in sporu konu edinen müzikal üretimleri dışında spor alanında yaptığı üretimler, Sovyet insanının gelişkinliğine, çok yönlülüğüne ve yeni insana dair önemli veriler sunuyor bize.
23 Ocak 1966’da Şostakoviç, Temmuz ayında Londra’da yapılacak olan FIFA Dünya Kupası karşılaşmaları hakkında İzvestiya gazetesine şöyle bir röportaj verir:
"Maç izlemek için stadyumlara gidiyorum. Futbolu seviyorum ve tüm inceliklerinden anladığımı düşünüyorum. Ne yazık ki oyuncularımız bu ara, sevinçten çok hayal kırıklığına sebep oluyor. Fakat takımımızın yurtsever taraftarlarının, her zaman onların arkasında olacağını düşünüyorum. Oyuncularımıza güveniyorum. Aksi taktirde Londra’ya gitmezdim... Pek çok Sovyet bestecinin futbola düşkün olduğunu belirtmek isterim. Bu nedenle Besteciler Birliği üyelerinden bir grup müzisyen, Temmuz ayında İngiltere’nin başkenti Londra’ya gidecek."
Şostakoviç’in futbol tutkusunu besteci Rodion Şedrin şöyle anlatıyor:
"1964 yılında, Şostakoviç, Irina Antonovna (Şostakoviç’in karısı), eşim ve ben yaz tatilimizi Ermenistan’da geçirdik. Şostakoviç tam bir futbol âşığıydı. Tatil boyunca Ermenistan ligine ilişkin tüm radyo programlarını dinledi. Futbol maçlarının atmosferi, tribünlerden yükselen sesler, sevinç çığlıkları, hayal kırıklıkları, zafer şenlikleri onu büyülüyordu. Bir gün bestecinin yazlık evinde iki takım kuruldu. Ben birinci takımın kaptanıydım. Besteci Arno Babajanyan da diğer takımın... Şostakoviç hakemdi ve bunu büyük bir zevkle yaptı. Yakınında elma ağaçları olan saha oldukça küçüktü. Top ağaca çarptı ve elmalar yere düştü. Bunun üzerine bizim sinirli hakemimiz uzun bir düdük çaldı: ‘Ağaca bir top daha gelirse iki takımı da diskalifiye edeceğim...’"
Bu alıntılar Şostakoviç’in Sovyet futboluna olan ilgisini ortaya koyuyor. Lâkin Şostakoviç’in futbolla ilişkisi, bir yurttaş olarak Sovyet futbolunu takip etmenin çok ötesinde.
Şostakoviç tarihin en kanlı kuşatmalarından biri olan Leningrad Kuşatması sırasında, anayurt savunmasında görev alır. 8 Eylül 1941 tarihinde başlayan kuşatma, 27 Ocak 1944 tarihine kadar 872 gün sürer. Şostakoviç’in bu süreçte bestelediği 7. Senfoni’sinin Leningrad prömiyeri, 9 Ağustos 1942 tarihinde gerçekleşir. Fakat Leningrad Radyo Orkestrası’nın kadrosunda sadece 14 müzisyen hayattadır. Bu nedenle şef Karl Eliasberg, senfoninin partisyonlarını çalabilecek kadar enstrüman çalabilen herkesi orkestraya dahil eder ve 7. Senfoni’nin büyük Leningrad prömiyeri bu koşullarda gerçekleşir.

Bu zor savaş koşullarına rağmen Şostakoviç’in futbola olan ilgisi azalmaz. Tersine, savaşın yarattığı yıkım sürerken oynanan maçları ilgiyle takip eder ve hatta bu maçları bir futbol yazarı olarak gazetelere taşır.
Şostakoviç, 15 Eylül 1942’de, yani 7. Senfoni’sinin Leningrad prömiyerinden yaklaşık bir ay sonra Krasnyi Sport (Kızıl Spor) gazetesinde şöyle bir yazı kaleme alır:
LENINGRADSKIE FOOTBOLLISTY V MOSKVE / LENİNGRAD FUTBOL OYUNCULARI MOSKOVA’DA
8 Eylül’de Leningradlılar, uzun bir aradan sonra ilk kez Moskovalı adaşlarıyla (Dynamo Moskova) oynadı.
Tıklım tıklım dolu Dynamo Stadyumu (Moskova), Leningrad’ın şerefli savunucularına, kahraman şehrin yurttaşlarına coşkulu bir şekilde kucak açtı. Bir Leningradlı olarak, Aloff kaptanlığındaki Dynamo (Leningrad) takımının oyuncularını izlemekten heyecan duydum ki bu oyuncular Lenin’in şehrinin favorileridir. Bu oyuncuların başarıları kadar başarısızlıkları da biz Leningradlılar tarafından hoş karşılanır.
Büyük anayurt savaşını yaşadığımız ve Leningrad’ı kahramanca savunduğumuz şu günlerde, Leningradlı sporcular hep ön saftaydı. Bu yüzden tüm oyuncular kucaklanmalı! Sadece futbolcuları değil şehrimizi kahramanca savunan tüm Leningradlıları kucaklıyoruz.
Leningrad takımında milis güçlerinden olan Nabutoff ve Oreşkin; donanma askerleri Aloff, Val. Fedoroff ve A. Fedoroff takımda düzen ve disiplini sağladı. Leningrad kuşatmasının şiddetli kış aylarının ardından ve pek çok Leningradlı ile birlikte bu zor günlerin üstesinden gelen bu futbolcular Moskova'ya geldi.
Şunu söylemek gerekir ki Moskova'daki ilk maç, en güçlü Moskova takımlarından biri olan Dynamo Moskova takımına karşı oynandı ve bu maçta Leningradlılar iyi bir başlangıç yaptılar. Takım kendini hissettirdi, özellikle hücumda Aloff, A. Fedoroff ve K. Sazonoff çok iyi oyun çıkardılar. 
İlk yarı 2-2 berabere bitti fakat Leningrad defansı ikinci yarıda eski bir Leningradlı olan Solovyoff'un öncülüğündeki Moskova hücumuyla baş edemedi ve iki gol daha yedi. Leningradlılar 2-4 yenildiler. (...)
Stalin Ödülü sahibi
D. Şostakoviç
Sovyetler Birliği spor basınına üye olan Şostakoviç’in, Sovyet spor basınının en önemli gazetelerinden biri olan Krasnyi Sport’a özel bir ilgisi vardı. 1926'dan beri Moskova'da yayımlanan Krasnyi Sport, 1946'da Sovietski Sport (Sovyet sporu) adıyla yayınını sürdürdü. Şostakoviç'in pek çoğu bu gazetede yayımlanmış 300 civarı makalesinden çok büyük bir bölümü futbolla ilgilidir.
Şostakoviç’e dair yukarıda alıntılanan birkaç yazı, Sovyet aydınının, sanatçısının, sporcusunun ve Sovyet insanının ne denli iç içe geçmiş olduğunu gösteriyor bize. Toplumu için üreten ve üretimini, bir şey üretmenin verdiği haz ve bilinçle gerçekleştiren aydın, sanatçı, yazar, sporcu ve yurttaş... Büyük geri sıçramadan yıllar önce Sovyetler Birliği’nde somutlanan yeni insan... Aşılmayı bekliyor!

 ULAŞ ÖZER / SOL KÜLTÜR




 

Herkes kültür merkezi yapamaz - ALİ SİRMEN

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan on yıldır atıl duran ve yıkılmasına karar verilen Atatürk Kültür Merkezi’nin yerine bir yenisinin yapılacağını açıkladı ve bu yeni merkezin yalnız elitlere değil, ama aynı zamanda halka hizmet vereceğini belirtti.
Ardından da yeni binanın mimarı Murat Tabanlıoğlu tasarladığı yapının özelliklerini kamuoyuna anlattı.
Tabanlıoğlu, Berlin’den esinlendiğini belirttiği at nalı şeklindeki 2500 kişilik büyük opera ve bale salonundaki temsillerin geceleri dev bir ekrana dönüşecek olan binanın cephesinden Taksim meydanındakiler tarafından seyredilebileceğini vurguladıktan sonra, binada aynı zamanda 800 kişilik bir büyük tiyatro salonu, oda tiyatroları, kütüphaneler, kafeler ve restoranlar olacağını söyledi.
Yapılan açıklamalarda, merkezin adının yine Atatürk Kültür Merkezi olarak kalacağı söyleniyorsa da, bu konuda şimdiden kesin bir şey ileri sürmek yanlıştır. Burası ne de olsa Türkiye belli mi olur, bakarsınız yeni bir seçim anketinin sonuçları yeni ilhamlar estirmiş!.. 

***

Bina ile ilgili açıklamalar, genelde olumlu karşılandı.
Artık lafların ve açıklamaların ötesinde uygulamaya bakmanın zamanıdır.
Böylesine devasa bir kültür merkezi yapmak kolay değil. Bir kültür merkezi yalnız muhteşem opera ve balo salonlarından tiyatro sahnelerinden, sergi, kütüphane, kültür ve rekrosyon alanlarından oluşan bir binadan ibaret değildir.
Herkes “kültür sanat merkezi” yapamaz.
Kültür ve sanat merkezi yaptıracak olan iktidarın bir kültür ve sanat görüşü, o görüşü yansıtan bir kültür ve sanat politikası olması gerekir.
Taksim’in göbeğinde, yeşil düşmanı, AVM dostu olup elli metre ötesinde, kültür ve sanat tutkunu, AKM dostu olmak mümkün değildir.
Herkes kültür merkezi yapamaz.
Kültür merkezi yapabilmek için balenin baldır bacaktan ibaret olmadığını bilip operayı şişman kadının ikide bir şarkı söylediği, izleyenlere elitlik bulaştırdığı vehmedilen bir garabet olarak görmeyi aşmış olmak gerekir.
Bir kültür merkezi yapabilmek için, insanın yaratıcı yeteneğine ve emeğine saygı duymak, sanatçıdan, kültür adamından biat bekleyen bir dünya görüşünün ötesine geçmiş olmak gerekir.
Bir kültür merkezi yapabilmek için, ülkenin o merkezde icrayı sanat eyleyecek, seçkin sanatçılarını iyi kötü bilebilmek, hiç değilse kendi cehaletinden dolayı, onları yok saymayacak bir düzeye ulaşabilmiş olmak gerekir.
Hamervah karşısında “Şeytan bunun neresinde” diyerek, yoldaş sazını savunmak zorunluğunu duymuş ozanın ülkesinde kültür merkezi yapmak için, kimi müzik enstrümanlarına düşmanlık duygularıyla olmadık ithamlarda bulunacak kafa yapısından sıyrılmış bir iktidarın işbaşında olması zorunludur.
***
Bir kültür merkezi yaptırabilmek için, her şeyden önce, o ülkede, o kentte, daha önce kültür merkezlerinden kimlerin yararlandığını az çok bilecek ve bu yararlananları “halk”tan ayırmayacak yapıda bir iktidar gereklidir.
Kültür merkezi yapmak zordur, herkes kültür merkezi yapamaz.
21. yüzyılda, arkasında rönesansın, aydınlanmanın, laikliğin birikimi olmayanlar, köylü çocuklarının eline flütü, kemanı, klasikleri tutuşturmaktan çekinen, okumuş ve aydınlanmış kafadan ürken, onu şeytan görenler kültür merkezi açamazlar.
Bir yandan hapishaneleri düşünce suçluları ile dolduranlar kültür merkezi açamazlar. Çünkü o merkezlere gidecek olanlar ya daha önce hapishanelere doldurulmuşlardır ya da daha sonra hapishaneye doldurulmaya adaylardır.
Evet, kültür merkezi yalnız bir binadan, salondan, sahneden, kütüphaneden, kafeden ibaret olmayıp bir dünya görüşünü, bir yaşam biçimini, bir insanlık algısını, bir ruhu, kültür birikimini yansıtan toplumun nabzının attığı bir yerdir.
Yukarıda saydığımız niteliklere sahip olmayanlar kültür merkezi yapamazlar.
Onlar olsa olsa kültür merkezi yıkarlar.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Dava (II) - Nilgün Cerrahoğlu

“Şiddet karşıtı, barışçıl, hoşgörülü, güleryüzlü İslam da var, diyen yönetmen Spinelli’ye inanıyor musunuz” diye soruyor Hasan Ç. okurum.
Dün bu köşede İtalyan sinemacı Italo Spinelli’nin “Roma Film Şenliği”nde gösterilen “Dava” (Da’wah) filminden söz etmiştim.
Film Endonezya’da bir medresenin 24 saatini irdeliyor, medresedeki “hoşgörü-barış” vaazlarını öne çıkartarak “Başka bir İslam da var” mesajını işliyordu...
Nitekim filmin basın toplantısında Spinelli’ye doğrudan bizim okurumuzun sorduğu doğrultuda sorular soruldu.
Yönetmenin bunlara yanıtı “İslamın ‘tek parça’, monolitik bir din olmadığı, farklı akımlar ve anlayışlar barındırdığı, Hıristiyanlıkla ortak söylemleri paylaştığı ve İslam ülkelerindeki çoğunluğun son kertede şiddet karşıtı olduğu” yolundaydı.
“Dava” açık bir misyonla İslamafobiye karşı yapılmış bir film.
Hareket noktası bilfiil Batı’daki hâkim önyargıyı kırmak.
Dünyanın gerisinden kopuk dualar ve ilahiler ortamında yaşayan medrese öğrencileri bile nitekim İslamın ağır bir imaj sorunu olduğuna değiniyor ve “Acaba İslama ilişkin neden böyle bir şiddet çağrışımı var?” diye naif naif yakınıyor, “Bunu anlamıyoruz” diyorlar, “Bu imaj nasıl değiştirilebilir” diye soruyorlar. 
 

 ‘Medeniyet ittifakı’ aşkı
Etkileyici görüntüleri olan çok kaliteli bir çekime imza atan Spinelli, kuşkusuz ki ciddi bir yönetmen. Spinelli ile birlikte filmin tanıtımını üstlenen Bernardo Bertolucci de İtalyan sinemasının kalan son dâhi ustalarından biri.
Bertolucci, gösterim öncesi yaptığı konuşmada klasik bir “medeniyetler ittifakı” duruşu sergiledi.
Başarısız olan bir bel fıtığı ameliyatı nedeniyle tekerlekli sandalyeye mahkûm olan ve “Dava”nın gösterimine de tekerlekli sandalyesiyle gelen 9 Oscarlı “Son İmparator”un yönetmeni, ışıklar kararmadan önce “Çölde Çay” filmini çekerken yaşadığı bir anıyı aktardı:
“(Afrika’da) çölde kum tepecikleri arasında küçük bir kilise gördük. Kapısı, güneşin battığı noktaya bakıyordu. Vaftiz çanağının içi kum doluydu. Ben bunun İslam ve Hıristiyan kültürünün tipik bir buluşması olduğunu düşündüm. Italo Spinelli de işte bu belgeselde, benim ‘iki kültür arasında aşk’ diye tanımladığım o buluşmayı arıyor. Bugün bu aşk bir tutukluk yaşıyor. Belki ben iyim-serim ama Da’wah’da anlatılan türden bir İslamın mümkün olduğunu düşünüyorum.”
 
Oryantalizmin doruğu
Benim kişisel görüşüm, bu iyi niyetli çalışmanın yazık ki çok köklü ve yapısal bir oryantalizmin kurbanı olduğudur...
Batı İslamı artık sırf “şiddet ve şiddet karşıtlığı” ikilemi içinde değerlendirdiği ve bu kerte basit bir şablona indirgediği için; gerisini hiç görmüyor ya da gerisiyle ilgilenmiyor.
“Dava”daki Cava medresesi evet sevgi pıtırcığında yaşayan barışçıl bir ortam. Ama “Dava” bununla bitmiyor ki...
6-18 yaş grubundaki 2700 oğlan çocuğunun eğitim gördüğü (ve haliyle kadın gölgesinin görülmediği) medresede, Kuran, fıkıh, tefsir, hadis, Arapça, İngilizce, ahlak dersleri dışında “ilme” dair hiçbir konu okunmuyor / okutulmuyor.
Çocukların “dünya” ile tek ilişkileri futbol. “Dünyevi” biricik meşgaleleri de futbol oynamak. Yatakhane dolaplarında bile futbol yıldızlarının resimleri duruyor. İleriye ilişkin planları sorulduğunda çocuklar Mısır’da “El Ezher” Üniversitesi’nde okumak istediklerini, İtalya ve İspanya’da futbol izlemeyi arzu ettiklerini, Türkiye’ye (herhalde bir “Dava ülkesi” olması hasebiyle!) seyahat etmeyi düşlediklerini söylüyorlar.
Bunun dışında konuşulan tek mevzu din. Kadınlar için “Onları incitmeyin, şereflerine halel getirmeyin” diye olumlu mesajlar sözde veriliyor ama kadın için öngörülen tek rol, vurgulanan “Cennet annelerin ayakları altındadır!” hadisi kapsamında “annelik” oluyor.
Kadına “annelik” dışında başka hiçbir varlık alanı tanınmıyor.
En düşündürücü olanı, 11 Eylül / IŞİD öncesi zamanlarda “çağdışı” diye damgalanacak bu dünyanın, bugün minimum standartlarda tanımlanan bir “medeniyet buluşması” kontenjanından ballandıra ballandıra “olumlu model” etiketiyle paketlenerek sunulması. Eğer olumlu model buysa, gerisini siz düşünün...

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Sevan Bıçakçı’nın vatan sevdası - Mine G. Kırıkkanat

İnsanların bir kan kardeşliği vardır, bir de can kardeşliği.
Kan kardeşinizi elbette çok seversiniz, ama seçemezsiniz. Hasbelkader aynı ana babadan doğmuş; birlikte üzülmüş, sevinmiş, büyümüş olmak yaratır aranızdaki sevgiyi.
Oysa can kardeşliği, sizin seçiminiz ve vazgeçilmez bir dostluğun taçlanmasıdır.
Sevan Bıçakçı, benim böyle can kardeşimdir. Yirmi yıl önce, ruh ikizim Elif Yıldız aracılığıyla tanıştık ve onun ruh ikizi Emre Dilaver’in kadim okurum olması sayesinde kaynaştık.
Onun “abla”sı olmaktan hep gurur duydum.
Mini minnacık bir atölyede çakan yaratıcı kıvılcımı dünyayı ışıtana kadar, adım adım izledim başarılarını. Ama hiçbirini hak ettiği uzunlukta yazamadım. Reklamını yapıyor derler diye çekindim. Muhalif yazarlığımın zararı dokunur diye sustum. Kısacası, kendi gözümden sakındım, dünyada çok ender yetişen bir değer olan kardeşimi...

***

Ama Sevan, artık mücevher zanaatını sanata taşıyan küresel bir tasarımcı. Müşterileri beş kıtanın ünlüleri. Dünyada, Türkiye’de olduğu kadar tanınıyor. Hatta ABD’de, belki Türkiye’de olduğundan bile daha çok biliniyor. Eserleri bütün büyük metropollerde sergileniyor.
Kitap zanaatını sanata dönüştüren Assouline Yayınevi, onun hakkında adını taşıyan adeta anıt büyüklüğünde bir kitap yayımladı.
Uluslararası ödüllü Ahsen Diner ve Ümran Safter, ‘İstanbul’u Mücevhere Sığdıran Usta’ altbaşlığıyla Sevan Bıçakçı’nın hayatını nefis bir belgesel olarak sinemaya taşıdı. 72 dakikalık film, sadece çok başarılı bir yapıt değil. Kuyumculukta ve zaten tüm el sanatlarında kaybolan çıraklık eğitiminin çok sabır isteyen, ama yaratıcılıkta yeri doldurulmaz olduğunu göstermesi bakımından da önemli.
Neyse, hayatı kitap ve film olduğuna göre, demek ki ben de artık can kardeşimi anlatabilirim size...


***
Sevan, bir minyatür yontucusu ve dev bir vatanseverdir. Sadece sevmekle kalmayıp sanatıyla yücelttiği vatanı, Roma’dan Osmanlı’ya hep İstanbul...
Kimileri gibi B planı yoktur, Sevan’ın. Ünü dünyayı tutar, mücevherlerini küresel şöhretler taşır, ama o İstanbul’dan başka hiçbir yerde çalışamaz, Samatya’dan başka yerde yaşayamaz. Zaten iki ana dili Ermenice ve Türkçeden başka dile de dönmez, dili! 




Bir yüzüğe içinden deniz geçen biricik dünya şehrini; Marmara’yı, Boğaz’ı, martıları, Topkapı Sarayı’nı, Samatya’yı sığdırır. Mücevherleri bazen imparator mührü, bazen sultan kavuğudur. Ama İstanbul’u Topkapı’nın kubbesinden, bir cami minaresinden seyrettiren her değerli taşta, Sevan’ın gönül gözleri ve göz nuru vardır.
Dostluğuna gelince...
2009 yılının Kasım ayında evime hırsız girdi. Ergenekon davalarının en yanık yerinde, tuhaf bir soygundu. Bilgisayarım ve Sevan’ın ilk koleksiyon parçalarından, çok beğendiğimi anladığı için armağan ettiği “Theodora” isimli yüzüğüm çalınmıştı*.

***
Polis yüzüğün fotoğrafını isteyince, utana sıkıla Sevan’ı arayıp durumu anlatmak zorunda kaldım. O kadar yıl geçmişti ki üstünden, yüzüğü önce anımsamadı. Tarif edince anladı, fotoğrafını bulup gönderdi hemen. Ben de polise verdim.
Aradan bir hafta geçti.
Yeni kilit taktırdığım kapı çalındı, açtım. Bıçakçı soyunun tek yumurta ikizi ya Herman ya da Arman, elime küçük kadife bir kese tutuşturdu. “Sevan amcamdan...” deyip sıvıştı.
Şaşkınlıkla açtığım kesenin içinden, çalınan yüzüğümün aynısı çıkmasın mı?
Can kardeşim, ne kadar üzüldüğümü tahmin ettiği için Theodora’nın yenisini yapıp göndermişti.
Sevan Bıçakçı’nın sadece İstanbul’u değil, insanlığın zerafetini sığdırdığı kocaman ve tertemiz yüreği anlatmak için bilmem başka söze gerek var mı? 


*Polis, eşkâlini verdiğim hırsızın kimliğini saptadı. Gıyabında mahkûm edildi, yakalanamadı. Yüzük ve bilgisayarım da zaten bulunamadı.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


İslam çoktur! - Tayfun Atay

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İslam İşbirliği Teşkilatı Kadın Danışma Konseyi Genç Kadınlar Liderlik ve Girişimcilik Programı Sertifika Töreni’nde Suudi veliaht prensi Muhammed bin Selman’ın önceki haftalarda gündeme gelen “ılımlı İslam ülkesi olacağız” sözüne yanıt verdi. 
 
Biliyorsunuz Veliaht Selman, Hong Kong menşeli çekici kadın-robot Sophie’ye vatandaşlık vererek modern zamanlarda tüm dünyada fokur fokur kaynattıkları Selefi-Vahhabi İslam’ın suyunu “ılıtma” yolunda anlamlı bir adım da atmıştı!.. 
 
Biz, bakalım daha ne matraklıklar karşımıza çıkacak diye beklerken Erdoğan devreye girdi ve ılımlı İslam’dan bahseden veliahda isim vermeden ayar verdi:
“Bir konuyu yeniden köpürttüler: Ilımlı İslam. Bu ılımlı İslam kelimesinin patenti Batı’ya ait. Bunu söyleyen kişi, kendine ait olduğunu düşünüyor olabilir ama sana ait değil. İslam’ın ılımlısı ılımsızı olmaz. İslam tektir. Kimse İslam’ı çeşitlendirme gayreti içine giremez.”
 
Düne kadar ağızlardan “dostum, kardeşim” taltiflerinin düşmediği, ama şimdi “Bunu söyleyen kişi” denilerek irtifa kaybına uğratılmış Suudi prensi, “ılımlı İslam’ın patenti Batı’da olsa da biz cismini sizden öğrendik” diyor mudur acaba?! 

 AKP yıllarca Batı’nın “ılımlı İslam” kavramlaştırmasının somut karşılığı olarak dünyada ayırt edildi, kabul gördü, destek buldu.
O dönemde Erdoğan başta olmak üzere AKP kadroları kendilerini “siyaseten” dinle de, Müslümanlıkla da özdeştirmemeye dikkat etmekteydiler.
Öyle ki Alman Hristiyan-demokratlardan hareketle kendilerine “Müslüman demokrat” nitelemesi yapıldığında dahi bunu “düzeltme” yoluna gitmekteydiler.
 
Sözgelimi 3 Aralık 2004’te Financial Times muhabirine verdiği demeçte Erdoğan, “Açık ve seçik olarak şu gerçeğin altını çizmeme izin verin; dinle siyaseti birbirine karıştırmayı doğru bulmuyoruz. Biz Müslüman-demokrat değiliz, muhafazakâr-demokratız” demekteydi.
Elbette “radikal İslam” tabiri gibi “ılımlı İslam” tabiri de Batı’ya aittir. Ama Erdoğan’ın 13 yıl önce kendisini ve partisini tanımlarken kullandığı “muhafazakâr demokrat” tabirinin patenti de Batı’ya aittir.
Ve İslam’ın içinden birileri de çıkıp İslam’da ne demokrasi, ne de muhafazakâr demokrasi olur diyebilir, demiştir, demeye de devam edecektir.
Erdoğan her dönem “İslam’ın ılımlısı, ılımsızı olmaz” dediğini söylüyor. Her dönem ne demiş olursa olsun, bir dönem “Biz dinle siyaseti karıştırmıyoruz” dediğinde, “Biz Müslüman demokrat bile değil, muhafazakâr demokratız” dediğinde Batı, onu ve partisini ılımlı İslam’ın temsilcisi olarak kodladı, işte o kadar. 
 
Batı artık bu “kodlama”dan vazgeçti!.. Ve yıllarca Batı patentli “radikal İslam” olarak kodlanmış Suudi Arabistan’ın yine Batı patentli “ılımlı İslam” olma hedefine şimdi Erdoğan lâf ediyor; “İslam’ın ılımlısı ılımsızı olmaz; İslam tektir” diyor. 
 
Hayır, İslam çoktur, çoğuldur.
İslam, hem tarihsel süreçte, hem de coğrafî enlem-boylamda muazzam bir söylem ve pratik çeşitliliği içinde karşımıza çıkar. “Kitab”ın tek olması, bu çeşitliliği önleyememiştir.
Üstelik bu çeşitlilik, hep birbiriyle çatıştı ve çatışmaya devam ediyor. O yüzden Diyanet eski başkanı, dünyada her gün katledilen ortalama bin Müslümanın yüzde 90’ının “kardeşi”, yani diğer Müslümanlar tarafından katledildiğini söylemişti 2014’te.
Ayrıca ilginçtir, Cumhurbaşkanı Erdoğan için olduğu gibi, İslam’ı dünyaya tehdit sayan İslamofobik herkes için de İslam tektir!..
İslam’ın sıkı savunucusu olan Erdoğan’ı hiçbir şey, İslam’ın en sıkı düşmanlarıyla böylesi “yekpare” bir İslam kavramlaştırması kadar aynı noktada buluşturamaz. İslam’ı ölesiye sevmek ve öldüresiye yermek gibi karşıt kutuplarda demirlemiş iki pozisyon da aynı özcü “tek İslam” anlayışında birleşirler. 
 
Şu farkla ki “İslam tektir” diyen İslamofobik kafa, bu “Tek”liğe karşılık olarak IŞİD’i veya El Kaide’yi veya Taliban’ı veya İran’ı alır. (Bakın, burada bile teklik içinde çokluk var!)
“İslam tektir” diyen Erdoğan için de bu “Tek”lik, kendinden menkuldür!.. 
 
Tıpkı Suudi İslam’ın tekliğinin, İranî İslam’ın tekliğinin, Pakistanî İslam’ın tekliğinin, Endonezya’dan Fas’a kadar açılan yelpazede her yerdeki İslam’ın tekliğinin de kendinden menkul olması gibi...
Kitabın yorumunda inanılmaz ayrıntılı bir çeşitliliğin mevcut olduğu İslamiyet, tek bir topluluk içinde bile birden fazla İslami bakış açısı ortaya çıkarır. 
 
Ve şu işe bakın ki bunların hepsi, “tek”tir!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET