7 Ocak 2018 Pazar

Buyrun bu gelenekten yakın! - Mine G. Kırıkkanat

Orada, gitmesek de görmesek de yeryüzünün en kalabalık ikinci ülkesi Hindistan’ın kuzeydoğusunda küçücük bir yurt var ki…
Ne kadar uzak ve küçük olursa olsun, dünyanın eril düzenini tepetaklak eden o yurt dişil olup, bizdendir hemşirelerim!

Khasis halkının yaşadığı Meghalaya eyaleti, aslında 3 milyon nüfusuyla pek de küçük sayılmaz. Fakat Tibet, Bangladeş ve son zamanlarda ehli Müslim muktedirlerimizin rikkatine mazhar olan Myanmar’a sınırı olan Meghalaya’nın üç milyoncuk halkı, Hindistan’ın 1 milyar 400 milyonluk insan okyanusunda elbette üç damla sayılıyor. Üstelik Khasis’ler, yaşadıkları vilayet nüfusunun sadece üçte birini oluşturuyor.
Ama ister okyanusta damla olsunlar, ister simsiyah bir gecenin ortasındaki ateşböceği; Hindistan’daki o bir avuç Khasis, tıpkı yeryüzünün trilyon yıllık tarihine ışık tutan bir dinozor kıkırdağı ya da böcek fosili gibi; insanlığın en eski toplumsallaşma biçimi “anaerkil” yapısıyla, çok da uzun olmayan antropolojik tarihimizi hem de “canlı yayın”la aydınlatıyor!
Meghalaya eyaletinin üçte bir ucunda özerk bir yönetim kurmuşlar, binlerce yıllık geleneklerini sürdüren yasalara uyuyorlar.

***

Bu yasalara göre erkekler, Khasis toplumunda bacağını kırıp evde oturması gereken “cinsi latif.” Ya da Batılı jargonuyla aklı kısa “zayıf cinsiyeti” oluşturuyorlar.
Doğan çocuklar babanın değil, ananın soyadını alıyor. Miras hakkı, ailenin en küçük kızına ait. Ailenin kız çocuğu yoksa, en yakın akrabanın en küçük kızına kalıyor. Damatların hepsi içgüveyi! Evlenen erkek, kaynanasının evine taşınıyor. Arabayı evin hanımı kullanıyor. İşyerinin patronu hanım. Zaten evin de patronu hanım. Çünkü ekmeği getiren hanım.
Kafayı kim çekiyor, evin hanımı kocasını sofraya oturtuyor mu, öğrenemedim.
Size aktardığım bu bilgileri saygın araştırmacı ve antropologların kaleminden TV5Monde’un en çok okunan haber sitesi Dünyalı Kadınlar/Terriennes’de yayımlayan gazeteci arkadaşım Sylvie Braibant’a sordum, o da bilemedi. Üstelik şaşırıp, “Bak bu hiç aklıma gelmedi!” dedi.
Gelmez tabii, ne de olsa Fransız. Erkek egemenliği sürse de kadının oturmadığı sofra, içkiye ve yemeğe eşlik etmediği olmaz ki Fransa’da…

***

Şaka bir yana, TV5Monde’da yazıişleri müdürü ve hukukçu kimliğiyle de gazeteciler sendikası sözcüsü olan Sylvie Braibant; Fransa’da en güvendiğim gazeteci ve tanıdığım en sağlam feministtir.
Terriennes sitesinin haberine göre, kadına şiddette Türkiye’den geri kalmayan Hindistan’ın kalabalığında toplu iğne ucu sayılacak Khasis toplumunda, dünya düzeni tersine işliyor. Aileler erkek değil, kız çocuk istiyor. Tanrılara kız çocuk versin diye adaklar sunuluyor. Hastanelerde kızların doğumu sevinç çığlıklarıyla, erkeklerinki sessizlikle karşılanıyor.
Zaten ezilen erkekler arasında da örgütlenme başlamış. Syngkhong Rympei Thymai (STR) adını alan eril dernek, “Erkek doğuştan reistir. Kadın erkeğe yardım eder, erkek de kadını korumakla yükümlüdür” şiarıyla Khasis toplumunu “çağdaş evrensel” eğilime göre yapılandırmayı amaçlıyor. Şimdilik 1000 üyesi var, onlar da hanım korkusundan sahte isimlerle yazılmışlar derneğe, ama yazılmışlar…
Kadınları ezen koca bir dünyanın tersine dönen minicik Khasis uygarlığı, çok sevgili arkadaşım Sylvie Braibant kadar benim yüreğimi de soğutuyor mu? Evet. Ama Khasis’lerin tutumunu onaylamak mümkün mü? 
Hayır!

***

Çocuklarımıza, torunlarımıza daha yaşanır bir dünya ve acı çekmeyecekleri, ezilmeyecekleri; gerek zihniyeti, gerekse toprakları zehirlenmemiş bir yurt bırakmak isteyen bizler; doğumlarda kız çocukları için de erkek çocukları için de sevinç çığlıkları atılmasını isteriz.
Amacımız, davamız ve ülkümüz, kadınlarla erkeklerin yasalar önünde, daha da önemlisi zihinlerde eşit olmasıdır!
Cinsiyet ayrımcılığına, cinsel tercih ayrımcılığına, kadına, çocuğa şiddete ve tecavüze karşıdır kavgamız. Toplumsal ahlaka ve ortak çıkarlara zarar vermeyen herkesi bağrımıza basarız.
Bu yazıyı, Türkiye’nin en işe yaramaz ve pahalıya patlayan kurumu Diyanet’in, 9 yaşındaki kızların evlendirilebileceğine dair tebliğini sitesinden kaldırdığı günün ertesi Fransa’yı ziyaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’nın “ABTürkiye’yi niçin oyaladığının gerekçesini açıklayamıyor” sözleri üzerine yazmayı gerekli buldum.
Sorun salt Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan çıkması, gazetecilerin ve binlerce insanın pek de gerekçeye gerek duymadan zindanlarda süründürülmesi değil…
Ülkemizde zihinler hükümlü.
Ey muktedir! Yönettiğin ülkede devlet dine abandıkça eşitsizlik, ahlaksızlık ve vahşet artıyor, farkında mısın?

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

‘Fetöloji’ Paris’te geçer akçe değil - ALİ SİRMEN

Bir zamanlar kimilerinin “gomonist” diye telaffuz ettiği “komünist” vardı. Bütün kötülüklerin nedeni, ayıpların en büyüğü, suçların en ağırı, günahların en koyusu, suçlamaların en korkutucusu, damgaların en silinmeziydi. Komünist suçlaması her yerde geçerliydi. Hakem takımı aleyhine penaltı mı çaldı? 
Taraftar tribünden bağırarak hemen damgayı vururdu: 
- Ulan gomonist haakem, ben senin!...
Zaman içinde “komünist”in yerini, onun kadar her olayda kullanılmaya elverişli olan “anarşist” aldı, o da bayrağı daha sonra “terörist”e devretti. 
Şimdi moda kavram “FETÖ’cü”dür. 
İktidara biat etmemekte direnen, hakkını savunmaya kalkan, özgürlüklerden yana 
tavır koyan, muhalif olan, solcu olan herkese kolayca yapıştırılan bir etikettir FETÖ’cülük. 
FETÖ’cülükle suçlandınız mı, OHAL KHK’siyle işinizden atılırsınız, malınız, mülkünüz müsadere edilebilir, dahası bağımsız yargımız durumdan vazife çıkararak, hakkınızda Fethullahçı terör örgütüne üye olmamakla birlikte yardımla suçlayan bir iddianame ile dava açar, hemen tutuklanır, içeri tıkılırsınız. 
Kimlerin FETÖ’cü olduğunu saptayacak, FETÖ’cüleri bulup ortaya çıkarma tekniklerini öğretecek, FETÖ’cülükten arındırma yöntemlerini öğreten, “Fetöloji” tabir edilen yeni bir disiplin çıkmıştır artık. “Fetöloji”, demagojiyle eşanlamlı bir kavram haline gelmiştir.

***
Artık siyaset sahnemizde, demagoglarla, Fetöloglar, kol kola at oynatmaktadırlar. 
Her eleştiri her çıkış karşısında yanıt hazırdır: 
- FETÖ ağzı kullanma! FETÖ’cülük yapma! 
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da son olarak Paris’te Fransız Cumhurbaşkanı Emanuel Macron ile yaptığı görüşmenin ardından düzenlenen basın toplantısında, kendisine, Suriye’de savaşan Selefi gruplara TIR’larla silah gönderdiği için pişman olup olmadığı konusunda soru soran, Fransız gazeteci Laurant Richard’a yanıt olarak, “FETÖ ağzıyla konuşmamayı lütfen öğrenin!” yanıtını vermiştir.
Bu konuşma bir Türk gazetecisiyle Tayyip Erdoğan arasında cereyan etmiş olsaydı, bağımsız yargımızın kimi bağımsız savcıları durumdan vazife çıkarırlar, hoşa gitmeyen bir karar vermesi halinde, bizzat kendisinin FETÖ’cülükle suçlanacağından korkan kimi yargıçlar da hemen gereğini yaparlardı. (Tabii bu söylediklerimizin, savcılar ile yargıçların tümü için geçerli olmadığını belirtmeye gerek bile yok.) 
Ama Paris’te “Fetöloji” geçer akçe değil. Bu tür suçlamalara kimse kulak asmadığı gibi, FETÖ savı geçerli bir mazeret olarak kabul de görmüyor. 
AKP iktidarının Suriye’deki, başta El Nusra olmak üzere radikal İslamcı terörist örgütlere MİT kamyonlarıyla, silah gönderdiğini haber yapanlar ve bu iddiayla ilgili bilgi verdiği ileri sürülenlerin ağır suçlamalarla içeri tıkılmaları da bir sonuç vermiyor.

***
Türkiye’nin Suriye’deki selefi terör örgütlerine yardım ettiği AKP iktidarının teröre yardım eden bir iktidar olduğu yalnız dünya basınında haber olmakla kalmıyor, aynı zamanda ABD’de Trump yönetimi tarafından da dile getiriliyor. 
Türkiye’nin Suriye iç savaşında teröre yardım eden bir taraf olduğu konusundaki yaygın kanı, ne yazık ki Washington’ın, PKK’nin uzantısı PYD – YPG’ye silah yardımı yapmasını haklı göstermesine gerekçe olarak sunulabiliyor. 
Dışarıda, Suriye iç savaşında taraf olmuş, teröre karşı mücadelede güvenilmez damgasını yemiş olan AKP iktidarının demokrasi, basın özgürlüğü ve insan hakları konusundaki kötü görüntüsü eklenince, AKP güdümündeki Türkiye’nin imaj erozyonu daha da artıyor. 
Sorun bu duruma çare bulmaktır ki bunun da yöntemi, bütün dünyada demagojiyle eşanlamlı olarak algılanan “Fetöloji” değildir. 
“Fetöloji”, bir zamanlar konvertibilitesini yitirmiş Türk Lirası gibi, ancak yurtiçinde bir anlam taşır, ama sınırlar dışında geçerli akçe olmayan, beş paralık değeri bulunmayan bir nafile yöntemdir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Macron: Biz ayrı gezegenlerdeniz! - Nilgün Cerrahoğlu

Fransa ve Türkiye devlet başkanlarının basın toplantısını izlerken, “Hey gidihey!” diye düşünmeden edemedim... 
Gözümün önüne 2000’lerin başında Avrupalı liderlerce pohpohlanan, el üstünde tutulan ve Brüksel dönüşünde ülkede “Avrupa fatihi” çığlıklarıyla karşılanan Erdoğan geldi... 
Aradan geçen 15 yılda Fransa’da “4” (yazıyla “dört”) başkan değişmişti: Chirac’ı Sarkozy, Sarkozy’yi Hollande, Hollande’ı yeni 40 yaşına basan Macron izledi.

Haliyle kuşak değişti. Lafı eğmeden konuşmayı ifade eden “politcally correct/siyaseten münasip” tarzına taviz vermeyen yeni, genç kuşağın temsilcisi Macron, dünya önünde “Elyssee kürsüsü”nden “Usta”ya bu defa ders verdi: 

“Demokrasiler terörle tabii mücadele edeceklerdi ama hukuk devletine saygılı olmalıydılar”... Bir “İfade özgürlüğü (alakart/seçmeli değil!) bölünmez, tam bir bütündü. Hukuk devleti birebir buydu.” 
Varan iki. 
“Fikirler şiddet çağrısı yapmıyorsa, yalnız fikirdi. Dolayısıyla özgürce ifade edilebilmeliydiler.” 
Varan üç.
“Devletlerin meşruiyeti yurttaşların (ifade edilen) haklarının korunmasından geçerdi.” 
Varan dört. 
“Türkiye-AB konusunda ikiyüzlük bırakılmalıydı. Özellikle son (OHAL’leşme) sürecinden sonra AB’de artık yeni başlık açmak söz konusu değildi. Hedef, Türkiye’yi (tümden yitirmemek için) onu Avrupa insan hakları konvasiyonundatutmak ve yakın işbirliği kurmak olmalıydı.” 
Varan beş. 
Roma mitolojisindeki “tanrıların efendisi”, “Jüpiter” lakabıyla bilinen Macron, uluslararası bir basın toplantısında böyle kapalı kapılar ardında söylenecek ne varsa tane tane faş etti.

Terörün bahçıvanları... 
“Jüpiter”in bu “Biz ayrı gezegenlerin tanrılarıyız!” efelenmesine Reis cepheden yanıt vermedi. Yerine çapraz bir hamleyle soru soran bir gazeteciyi “Terör ve teröristin bahçıvanları vardır” diye fırçaladı: “Bu bahçıvanlar düşünce adamı diye bakılanlardır. Gazetelerinin köşelerinden orayı sularlar.” 
Bundan açık bir “ayrı gezegenlerdeniz” manifestosu olabilir mi? 
Bu ne perhiz ne lahana turşusu diyebilirsiniz... İnsan evine davet ettiği bir misafire böyle bir protokolü layık görür mü? 
Orada durmak gerekiyor. Davet acaba Elyssee’den mi geldi? Yoksa Türkiye tarafından mı zorlandı? 
Fransız basınında da sorgulanan bu soruya somut yanıt yok. 
Dünya medyası önünde T.C. devleti başkanına demokrasi dersi vermekten kaçınmayan “Elyssee Sarayı”, bu basit soruyu şeffafça yanıtlamaktan kaçınıyor ve “no comment”le geçiştiriyor. Ama Çizme’nin Ortadoğu uzmanlarından gazeteci Alberto Negri -misal- davetin Ankara’nın iteklemesi ile gerçekleştiğini ima ediyor. Tanınmış gazeteci, buna dayanak olarak RTE’nin aylar öncesinde bir İtalyan çokuluslu şirketin CEO’suna bizzat otoriter bir tonda yaptığı “Bana Avrupa ile kanal aç!” telefonunu aktarıyor... 
Neden? 
Çünkü Türkiye uluslararası arenada artık yapayalnız. Ankara’nın yalnızlığı bu ziyarette, düşünce özgürlüğü ve insan hakları ihlalleriyle birlikte en çok konuşulan konulardan biri oldu. 
Türkiye’nin Avrupa kapısını tekrar “ilişkilerin nispeten en az kötü olduğu Paris aracılığıyla açmaya çalıştığı” ve Macron’un bir “anahtar rolü” oynadığı vurgulandı...

Uluslararası yalnızlık 
Almanlarla referandum dönemindeki yaşanan talihsiz “Nazi” atışmalarından sonra Berlin’le bu şansın kalmadığı, Paris’in önemli bir AB başkenti olarak biricik alternatif kaldığı belirtildi. Erdoğan’ın demokratik göstergelerin baş aşağı gittiği 2016 yazından beri Avrupa’da sade Varşova ve (bol atışmalı) Atina’da kabul edildiğinin altı çizildi. 
Erdoğan’ın şimdi bu zamanlama ile Avrupa ile yeniden şansını zorlamak istemesinin nedeni, gerçekte ABD ile ilişkilerin dibe vurması. Zarrab - Hakan davalarıyla Washington’la ilişkilerin dip yapmasının ardından RTE belli ki Batı’yı hepten yitirmek istemiyor. Fransa’da, Huffington Post’ta çıkan çarpıcı bir yorum bunu örneğin söylüyor. 
RTE beri yandan acil ve somut bir gereksinim duymasa, Macron’u “one minute” çıkışıyla frenlemez miydi? Oysa ki Jüpiter-Macron yerine, Elyssee’de şimşekleri çeken yalnız gazeteciler oldu... 
Neden? 
Burnundan kıl aldırmayan “asrın liderimiz” niye böyle netameli bir geziyi göze aldı? Sorulması gereken soru bu.
Ankara bunca mı çaresiz?

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

6 Ocak 2018 Cumartesi

İran isyanının üç anahtarı - Nilgün Cerrahoğlu

Tansiyonu düşmüş görünen İran isyanının üç katmanı var. 
İlki Ortadoğu’nun lideri olmak için yapılan hesapsız harcamalar, yolsuzluk ve ekonomik sıkıntılara başkaldıran halk ki, Cumhurbaşkanı Ruhani bunun “meşru sebepleri” olduğunu teslim ediyor. 
Protestoların ilk günlerinde İran Cumhurbaşkanı, “Halkın eleştiri ve protesto hakkı vardır” dedi, “ekonomi, yolsuzluk, şeffaflık konularında yöneltilen eleştirilerin” dayanaksız olmadığına dikkat çekti. 
Sen misin bu tehlikeli Pandora kutusunu açan? 
Jet hızıyla dini lider Hamaney piyasaya çıktı. Ruhani’yi vakit geçirmeden yalanlarcasına, “fitnenin sebebinin dış güçler olduğunu” söyledi. 
“Para, silah, siyaset ve istihbarat organlarını kullanarak” dış parmak İran’a nifak sokmuş, ülkeyi karıştırmıştı.
Biri diğerinin alternatifiymiş ve dış güçler sanki geçerli olan hoşnutsuzluktan yararlanmıyormuş gibi… 
Başta Trump dış güçlerin, Tahran’ın Ortadoğu’daki etkisini zayıflatmak amacıyla bu karışıklıktan çıkar sağlamak isteyeceği açık. Ama bu halkın, şikâyet mevzularını ortadan kaldırmıyor. 
Özetle dış ve iç katmanlar birer alternatif değil. Birbirlerine eklemleniyorlar.

Kan davası 
Ne ki “iç katman” sadece halkın şikâyet düzlemiyle sınırlı değil. 
Rejimin bir de içindeki iktidar mücadeleleri ve kan davaları var. Bizdeki AKP iktidarı ile FETÖ’cüler arasında açılan uçurum misali, İran’da da rejimin kendi içinde “açılımcılarla” “şahinler” arasında bir bilek güreşi var. 
Bilek güreşinin bir cephesini şahinlerin bilinen isimi eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad oluşturuyor. 
Diğer cephesinde reformcu Cumhurbaşkanı Ruhani bulunuyor… 
Gösterilerin bir taraftan da şimdi mayıstaki son seçimlerde Cumhurbaşkanlığı adaylığı engellenen Ahmedinejad’ın, reformculardan aldığı bir rövanş olduğu söyleniyor. 
Sokaklardaki halkın Ahmedinejad’ın oy kitlesi olduğuna dikkat çeken gözlemciler; Twitter’da Ruhani karşıtı paylaşımları ile gündeme gelen eski Cumhurbaşkanı’nın bu insanları maşa olarak kullandığını belirtiyor. 
Ahmedinejad böylelikle on yıl önceki “Yeşil İsyan”ın hıncını alıyor. Ahmedinejad şahinleri iktidardayken sonuçta reformcular sokaktaydı… 
Ruhani açılımcılarını şimdi hazmedemeyen eski Cumhurbaşkanı da bundan böyle şahinleri sokağa döküyor. 
Rejimin iç savaşları da bu boyutla protestoların 3. katmanını oluşturuyor.

Pasdaran için ‘Allah’ın lütfu’ 
Pasdaran (Devrim Muhafızları) ordusunun komutanı General MuhammedCaferi önceki gün nitekim isim vermeden Ahmedinejad’ı işaret etti, gösterilerin ardında “eski yetkili” diye tanımladığı Ahmedinejad’ın internet bağlantılarının bulunduğunu söyledi. Sonunda gösterilerin bastırıldığını ilan ederken, “olaylar bu kişiyle bağlantılı sitelerin çağrısıyla çıktı” dedi; bu bağlantının kesinleşmesi durumunda “kişiyle(!) ilgili gereken işlemlerin yapılacağını” bildirdi. 
Ahmedinejad bu gidişle “İran’ın FETÖ’sü” olmaya namzet. 
Caferi’nin çıkışı sade Ahmedinejad’a gözdağı olarak kalmıyor, aynı zamanda bizzat Ahmedinejad’ın düşmanı konumundaki Ruhani’ye de meydan okuma sayılıyor.
Eskisi denli faal olmayan “Devrim Muhafızları”, “gösterileri bastırmak” bahanesiyle böylelikle yeniden arenaya dönüyor. 
Pasdaran için gösteriler özetle “Allah’ın lütfu.” 
Bir taşla iki kuş.. 
Şahinler, ön planda “yolsuzlukla özdeşleşen” Ahmedinejad safrasını da atarak tekrar İran’a hâkim pozisyona yükseliyorlar. 
Tablonun bir numaralı kaybedeni “reformcu” Ruhani… 
Ruhani nükleer anlaşmayla reformcuların beklentilerini karşılayamazken hem “ne halk protestosu? Bu dış mihrakın oyunu” diye olaya müdahil olan “dini lider” Hamaney, hem de “Konu bitmiştir arkadaşlar. Dağılın. Biz meseleye el koyduk!” çalımını atan Pasdaran takımından gol yiyor. 
Dünya “İran’da yeniden devrim olur mu”yu tartışadursun, sonuçta Tahran’da adeta Ruhani’ye karşı darbe yapıldı.
 
2017 Mayısı’ndaki seçimden zaferle çıkan Ruhani, birkaç günde topal ördek oldu. 
Ortadoğu’da halkların sokağa çıkması borazancıbaşının değişmesinden başka işe yaramıyor. 
Filler tepişirken çimenler ezilir lafı… sanki bu coğrafya için söylenmiş.


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Türkiye İran olur mu?’ - ALİ SİRMEN

İran’da patlak veren iktidar karşıtı gösteriler dünyada heyecan uyandırırken, ülkeyi tanıyanlar sağlıklı bir yorum için iktidar yanlısı güçlerin tepkisinin beklenmesi gerektiğini vurguluyorlardı. 
Sonunda, beklenen oldu. İktidar yanlıları da sokağa indiler ve olaylar ivmesini yitirdi. 
İran Devrim Muhafızları Komutanı Tümgeneral Muhammed Ali Caferi önceki gün açıkladı: 
- Fitne bitmiştir! 
Gösteriler Devrim Muhafızları’nın daha da ileri gitmelerine gerek kalmadan, sokağa dökülenlerin yenilgisiyle sonuçlanmış, 2009’da yaşananların benzeri bir kez daha tekrarlanmıştır. 

2009’da sandığa hile karıştırdığı gerekçesiyle patlak veren gösterilerde de Ahmedinejad’ı kurtaran yine sokağı gaddarca bastıran Devrim Muhafızları olmuştu. Bunda çok şaşılacak bir yan da yoktu. Kendi de Devrim Muhafızı kökenli olan Ahmedinejad’ın kabinesinin üçte ikisi yine Devrim Muhafızları mensuplarından oluşmaktaydı.
***

İçinde sandık olmakla birlikte, özgürlük ve demokrasiye yer olmayan dini liderlik makamının, her alanda son söze sahip olduğu cüppelli vesayet rejimi İran “mollarşi” düzenini, sistemin vurucu gücü ve güvencesi olan Devrim Muhafızları ile onun alt kolu gençlik örgütü Besiç’i kavramadan tam olarak anlamak mümkün değildir. 
Doğrudan doğruya dini liderliğe bağlı olan Devrim Muhafızları ve alt kolu gençlik örgütü olan Besiç, Ayetullah Humeyni tarafından Kasım 1979’da kurulmuştur.
Devrim Muhafızları ve Besiç, yalnız gönüllülük ilkesine dayalı bir milis gücü olmakla kalmayıp aynı zamanda siyasal ve ekonomik bir güçtür. 
Bunlar ilke olarak ücret almazlar, sistem gönüllülük esasına dayalıdır. Ama gerçekte “ödül” alırlar, Besiçler üniversiteye girmekte önceliğe sahiptirler, iş yaşamlarında devletin kredi olanaklarından yararlanırlar, kamuda işe alınmada ihalelerde öncelikleri vardır. 
Nitekim, Pars doğalgaz alanlarının geliştirilmesi için açılan 2 milyar dolarlık ihaleyi Devrim Muhafızları’nın bir şirketi almıştı. 
Devrim Muhafızları’nın şirketi olan Hatem el Enbiya, inşaat, altyapı ve enerji dallarında, önemli 750 ihaleyi almayı başarmıştır. 
Son gösterileri tetikleyen nedenlerden biri olarak da, Devrim Muhafızları’na tanınan ekonomik ayrıcalıkların ve kaynakların öncelikle bunlara tahsis edilmesinin halkta doğurduğu tepkiler gösterilmiştir. 
Devrim Muhafızları’nın gençlik örgütü, alt kolu Besiç’e üye olmak için yedi yaşına gelmiş olmak yetmektedir. Her meslek grubunun, her branşın kendi içinde Besiç örgütleri mevcuttur.
***

Sokaklarda devriye gezen, gelip geçenlerin davranışlarını, kadınların kılık kıyafetlerini denetleyen Besiçler gerek gördüklerinde, davranışlarını uygun bulmadıkları kişileri camiilerin altındaki mahzenlerde sorguya çekmekte, dövmekte, işkenceye tabi tutmaktadırlar. 
Besiç üyelerinin İran İslam Devrimi’ni koruyup kollamaya yönelik eylemleri her türlü yargı denetiminden azadedir. 
Bu durum zaman zaman akıl almaz vahşet olaylarına da neden olmaktadır. Nitekim, 2000 yılı Temmuz ayında Tebriz’de arabasıyla yoldan geçmekte olan 26 yaşındaki Elnaz Babazade’nin kılığını beğenmeyen bir Besiç milisi, kızı arabadan inmeye davet etmiş, direnmesi üzerine sokakta tecavüz etmiş, sonra da öldürmüştür. 
Devrim Muhafızları’nın önde gelen komutanlarından birinin oğlu olan bu Besiç militanının cinayeti polis tarafından ört bas edilmiştir. (Bakınız Milliyet 13.07.2000) Devrim Muhafızları, kuruluşlarının 38. yılını iki ay önce kutladı. Bu törende bir konuşma yapan Tuğgeneral Muhammed Rıza Nakdi, kuruluşun hâlâ birçok ülke için esin kaynağı olduğunu söylüyordu. Nakdi bu sözleriyle, hangi ülkeleri kast etmekteydi acaba?
Humeyni’nin iktidara gelmesinden beri, komşumuzdaki gelişmeleri izlerken şu soru sıkça sorulur: 
- Türkiye, İran olur mu? 
Bugünlerde böyle bir soruyla karşılaşsanız, son gelişmeleri de göz önünde bulundurarak vereceğiniz yanıt ne olurdu acaba?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Tanrılar çıldırmış olmalı - ORHAN GÖKDEMİR

Malum, takkeli sapığın teki orada burada kız çocukları için evlenme yaşını 5-6 olarak vaaz ediyordu. Bir yazımda bu sapığa pedofil dediğim için yargılandım, mahkûm oldum. Adını vermiyorum, çünkü yargılanmak bir yana adının geçtiği her habere, her yazıya, her paylaşıma erişim yasağı koyduruyor. Maşallah mahkemeler hızlı. Erişim yasağı ile dilekçenin verilişi arasında saat farkı bile yok. Mahkemeler teyakkuzda sapığı korumak için. Pedofil de diyemiyoruz artık. Onun yerine yeni bir kavramımız var: Nurofil!Diyor ki Nurofil sapığımız; “Kutsal kitapta bir sınırlama olmadığından kız çocuklarının evlendirilme yaşında da bir sınır yoktur.” Yokluktan yasa çıkarıyor yani. Çünkü hem cinsi hem de sinsi bir sapıktır. Çoluk çocuğa tebelleş olmuştur ve inancının buna cevaz verdiğini söylemektedir. Söylemekle kalmayıp toplumu da zehirlemektedir.
Sözümüz açık. İnsanlık için en ağır suçlardandır pedofili. Bütün kutsal kitapları getirseler, yerini gösterseler bile tanımayız, tanıyamayız. Yırtar atarız. İnsanlık suçu söz konusudur çünkü. Çocukları cinsi ve sinsi sapıklardan korumak hepimizin boynunun borcudur.



***

Bu tür sapkınlıkların “münferit” olmadığını gösteren bir gelişme oldu hafta başında.
Web sitesinde nikâh tanımı yapan Diyanet, bulûğ çağına girmiş olanların da dinen nikâhlanabileceğini belirtti. Bulûğ yaşının alt sınırı kızlarda 9, erkeklerde 12’ydi.
Dedikleri şu; Kızlar 9 yaşında gebe kalabilir. Erkekler de 12 yaşına girdiklerinde baba olabilirler.
Tepkiler gelince kararttılar sitenin o bölümünü. Sonra bir de açıklama yaptılar, “Biz küçük yaşta evlilikleri onaylamadık” dediler. O açıklamaya göre erkekler için 18, kızlar için 17 imiş evlilik yaşı. Dil çürük dişe gidermiş, illa pedofili olacak! Neden erkekler için öyle de kızlar için böyle, neden mevcut yasal sınırları telaffuz edilemiyorlar belli değil. 17 yaşındaki çocukları evlendirmek de suç. Bilim 18 yaşın altındakileri çocuk kabul ediyor. Bizde de öyle, içki alamıyorlar örneğin. O yaşta suç işleseler indirimi var.
O açıklamanın olduğu bölümü neden kararttılar? Biliyorlar söylenenin sapıklık olduğunu çünkü. Yani Diyanetin sapkın fetvayı tekzip eden açıklamasını doğru kabul etsek bile belli ki kurumda çalışan en az bir cinsi sapık var. Sinsi sinsi dolaşıp, Diyanet başkanın o yöne bakmadığı bir zamanda şak diye giriveriyor veriyi.
Müminlere, kız çocuğu dokuz yaşına gelmişse yatağa atabilirsiniz diyor.
Neden yakalayamıyorlar peki o sapığı. Şundan. Olay tartışılırken Başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ, çıkıp o Diyanet fetvasını savundu.
Bozdağ, "Diyanet’in fetva verirken uygulayacağı tek kanun Allah’ın kanunlarıdır" dedi.
Yani 9 yaşındaki çocuklara tebelleş olmak Bekir Bozdağ’a göre Allah’ın kanunu. Son zamanlarda OHAL’e dayanarak çıkardıkları Kanun Hükmünde Kararnameler gibi bir şey olmalı o kanun da. Hayata aykırı, ahlaka aykırı, insanlığa aykırı, vicdana aykırı.
Bunu söyleyen tanrılar çıldırmış olmalı… Kabul edecek miyiz? Tabii ki hayır!

***

Teolojik tartışmalara girecek değilim. Daha önce sözünü ettim. İlahiyat kökenli Arif Tekin’in kitapları ortalıkta, isteyen alır okur. Bu konuyla ilgili kitabı “İslam’da Cinsellik” adını taşıyor. Büyük bölümü “kızlar için evlenme yaşı” ile ilgilidir. Utanmadan, yüzünüz kızarmadan okuyup sonuna varabilirseniz görüp görebileceğiniz büyük bir karmaşa, sınırsız bir bulanıklıktır. Emekleyen bebeler var mevzunun içinde mesela, ölü kadının yanına yatıp uzanmalar var. Şu mezhep başka bir şey söylüyor, bu mezhep başka. Öğrenebileceğiniz tek şey 6. ve 7. yüzyıl çöl ahlakının bugünden bakıldığında sınırsız bir sapkınlık olduğu. Bugüne, bize ait bir tartışma değil bunlar.
Peki, tartıştığımız ne? Şu; Diyaneti, hacısı, hocası bu 1500 yıllık tuhaf çöl elbisesini getirip 80 milyon insanın başına geçirmeye kalkışıyorlar. Olur mu? Yapabilirler mi?
Olmaz, yapamazlar. Bu toplum eninde sonunda bebelerini korumak için ayağa kalkar, kendine biçilen o elbiseyi yırtar atar.

***

Doğrudan konuyla ilgili değil ama bir gözlemimi daha aktarayım. Bebelerle evlenme konusunda bu kadar ısrarlı olan Diyanet’in ve ilahiyatçı kılığında dolaşan sapkınların “asgari ücret” konusunda tek bir lafları yok mesela. Suskunlar. O konuda ayet, hadis falan bulup çıkaramıyorlar. 1603 lira verdiler işçiye. “Beğenmeyeninin eline diline dursun” ücreti bu. “Asgari Ücret Tespit Komisyonu”nun taraflarından biri olan yandaş işçi sendikasının belirlediği açlık sınırı rakamı, verdikleri bu rakamın üzerinde. Yani verdikleri verecekleri askeri ücret, ailesi olan bir işçinin aylık gıda ihtiyacını bile
karşılamaya yetmiyor.
Bu ücreti belirleyenlere, gazetelerinde TV’lerinde propaganda edenlere, çıkıp savunanlara sorsanız derler ki “neticede hepimiz Müslümanız!” Peki, asgari ücreti belirlerken neden Müslüman işçilere Şintoist gibi davranıyorsunuz!
Çünkü emekçiye en az ücreti vermek piyasanın emri. Piyasanın bu yöndeki ayetleri kutsal kitaplardaki bütün ayetlerden daha sahih. Ne dinin hükmü geçerli burada, ne milliyetin. 1603 lira verirler, itiraz ederseniz eline diline dursun diye beddua ederler.
Din ancak iş işten geçtikten sonra devreye girer. Baktılar ölüyorsunuz, sadaka verirler. Sonra da verdikleri sadakanın diyetini isterler.
Bir de utanmadan işçiden fedakârlık istediler verdikleri açlık ücretinden. Fedakarlık isteyenler de fedakarlık istenenler de din kardeşi! Ne fedakârlığı istiyorlar işçiden? En azdan fedakârlık olur mu? En azı vermek lütuf sayılır mı? En aza minnet duyulur mu?
En az, işçinin, emekçinin “eline diline” durur mu? Durursa o nasıl bir tanrıdır, o kimin dini, kimin inancıdır?
Piyasanın emri açık; İşçiysen işçisin, muktedirsen muktedir. Hem İslam’ın “altın çağı”nda durum bundan farklı mı sanıyorsunuz. O zaman da iki sınıf vardı, bugün de.
Tarihin bize söylediği şu: Alt sınıfların tanrısı ile zenginlerin tanrısı hiç karşılaşmamıştır.

***

Her yere, her şeye inançlarını soktular. Her yer ve her şeyle birlikte inançları da çürüyor. Duyduğunuz bu dayanılmaz koku o çürümenin kokusudur.
Bu çürümenin getirdiği soru ortada: Bu cinsi ve sinsi sapıklardan din öğrenmeyi kabul edecek misiniz? Sırf dinin arkasında saklanıyor diye çoluk çocuğu hedef göstermelerini kabul edecek misiniz? Diyaneti, hacısı, hocası lime lime olmuş tuhaf bir çöl elbisesini getirip 80 milyon insanın başından geçirmeye kalkışıyor. Olur mu?
Giyecek misiniz?
Olmaz, yapamazlar. Bu toplum eninde sonunda bebelerini korumak için ayağa kalkar, o elbiseyi yırtar atar.
O gün gelene kadar aklınıza mukayyet olun ve ne yapıp edin çocuklarınızı koruyun!

Orhan Gökdemir / SOL

İran mollalardan kurtulabilecek mi? - ERHAN NALÇACI

İran’da yılbaşından önce başlayan toplumsal ayaklanma büyük ölçüde sönümlendi. Belli ki düzenin emekçi sınıflara yüklediği iktisadi zorluklara karşı kendiliğinden ve iktidar isteminden uzak bir ayaklanmaydı. Öte yandan ABD ve İsrail, tam olarak ölçüsünü bilemeyeceğimiz bir şekilde ayaklanmaya müdahil olmaya ve hatta yönetmeye kalktı. ABD’nin bölgeyi yeniden cephelendirmek için bir operasyon içinde olduğunu biliyoruz.

Suudi Arabistan’daki darbe ve Suudi Arabistan’a yüz milyar dolarlık silah satışı, Kudüs kışkırtması, Ürdün’de darbe girişimi vb. Ama İran’da etkili olmayı başaramadılar.
Zaten dünyanın en haklı kavgasında bile olsanız ve arkanızdan Trump sizi destekleyen bir tweet atsa, ben ne yaptım diye bir eve gider düşünürsünüz.

Ancak bu köşede yanıtını arayacağımız soru, “Emekçi sınıflar İran’da iktidara gelebilir mi?” olacak.
Bu soruya yanıt bulmak içinse şu soruyu sormak zorundayız:
Neden 1979-1983 aralığında işçi sınıfı değil de, burjuvaziyi ve toprak sahiplerini temsilen dinci gericiler iktidara geldiler?
Ve neden bu iktidarı 40 yıldır koruyabildiler?
1978 yılında gerçekten İran’da devrimci bir durum vardı, Şah büyük bir hızla toplumu yönetme yeteneğini yitiriyordu. Toplumsal çelişkilerin kesiştiği ve düğümlendiği tarihteki nadir devrimci anlardan biriydi.
Bu dönemde birden fazla tarihsel çelişki üst üste binmişti. Toplum hızla kentlileşmiş, modern sınıflar oluşmuş, ancak Şah monarşiyi esnetmeye bile yanaşmayan bir katılıkla tarihsel ilerlemenin önünde bir tıkaç oluşturuyordu. İkinci olarak, İran bir ABD uşağı haline gelmişti ve petrol gelirlerinin yarısını ABD ile paylaşması büyük bir toplumsal yaraydı.
Böylesine önemli bir dönemeçte işçi sınıfı devrimini dinci gericilere kaptırdı.
Muhakkak bu kısa yazının izin vermeyeceği ayrıntılı bir toplumsal analiz sunmak gerekir.
Burada sadece belli başlı siyasi nedenlere değineceğiz.
Şah rejimi devrim öncesinde en çok sola saldırmış ve siyasi öncünün işçi sınıfı içindeki örgütlülüğünü kısıtlamıştı.
O dönemde dünya komünist hareketinin süreci yönetmeyi becerememesi nedeniyle işçi sınıfı siyaseti Sovyet yanlıları ve Mao yanlıları diye bölünmüşlerdi, bu İran’da da sınıfı bölen bir özellik gösteriyordu.
Sovyet yanlısı olan TUDEH Partisi ise, o dönemde Sovyetler Birliği’nin sosyalist devrimi değil, bir ülkede Sovyetler Birliği ile dost olabilecek bir rejim tercihinden etkilenmiş ve dinci
gericilerle iktidarı paylaşabileceği hayaline kapılmıştı.
Gericilik ise iktidarını pekiştirdikçe hiç acımadı yapılan hatalara, kanlı bir şekilde bir kâbus gibi toplumun üzerine çöktü.

Peki, neden 40 yıla yakındır iktidarlarını korumayı başardılar.
Öncelikle 80’li, 90’lı yıllarda dünya işçi sınıfı hareketinin bir krize girdiğini ve Sovyetler Birliği’ndeki karşı devrim sonrası yaşanan gericilik döneminden fazlasıyla yararlandıklarını söylemeliyiz. Ayrıca dinci ideolojinin emekçi sınıfların aklına azımsanmayacak bir saldırı olduğunu da unutmamalıyız.

Yalnız bu kadar değil, iki faktörü daha eklemeliyiz.
Dinci iktidar üretim araçlarında bir ulusallaştırmaya gitti ve devlet ağırlıklı bir ekonomi kurdu. Bu durum sosyal devletçi ve kamucu ekonomiye izin verdi ve toplumsal sınıfların arasındaki eşitsizliğin çok fazla açılması söz konusu olmadı.
Ayrıca ABD ve İsrail’e karşı -Irak ile savaş da böyle- meşru bir milliyetçi ideolojiyi toplumsal zamk olarak kullanmayı başardı. Suriye’deki tavrının da İran halkı tarafından desteklenen meşru bir konumu bulunuyor.

Şimdi artık bir işçi sınıfı iktidarı olanağı var mı diye bakabiliriz.

Öncelikle 2009’dan sonra Mollalar hızlı bir özelleştirme furyasına giriştiler. İranlı emekçiler, bizim çok iyi bildiğimiz, yöneticileri çürüten, sermaye sınıfını besleyen bir neo-liberal saldırı altında yoksullaşıyor ve hak kaybına uğruyor. İktidar sermaye sınıfını takip ederek emperyalizmin işbirlikçisi durumuna düşüyor.

Ayrıca şu anda yaslandıkları Çin’in önümüzdeki yıllarda yayılmacı amaçlarının saklanabilir olmaktan çıkması bekleniyor.
Ve en nihayet dünyada genel olarak işçi sınıfı siyasetlerinin yükselmesini ve yeni bir yol haritasının çizilmesini bekliyoruz.

Şimdi artık; Türkiye İran mı olacak, yoksa İran Türkiye mi olacak sorularını geçip her ikisi de ne zaman sosyalist olacaklar sorusunun zamanı geliyor.

Erhan Nalçacı / SOL

Türkiye kadar bir fotoğrafçı: Birol Üzmez - AHMET BÜKE

“Genel Maden-İş grev kararı aldı. 30 Kasım 1991 sabah 08.00’de makinemi kaptığım gibi Gedik Ocakları’na koştum. ‘Bu İş Yerinde Grev Vardır’ pankartının önünde haykıran işçileri hafif eğilerek kadraja aldım. Grevin ilk fotoğrafıydı”

İzmir’de, Kemeraltı’nın içinde, pek bilinmeyen bir çıkmazda, çoğunlukla önünden geçenlerin neşeyle keşfettiği Mirkelam Hanı durur. İşte o hanın hemen girişinde iki kişinin ancak sığabileceği, müzik taşan, tertemiz bir plak dükkânı göze çarpar. Tezgâhın ardında oturan beyaz saçlı, her zaman meşgul adamın ismi Birol Üzmez’dir. Herkes onu Plakçı Birol diye tanır ama çok az insan bilir ki, Üzmez ülkenin en iyi fotoğrafçılarından birisidir. Aldığı ödüller nedeniyle söylemiyorum bunu. Birol Üzmez, hayatını adadığı fotoğraf serüveninde Türkiye’nin unutulmaz tarihsel kırılma anlarına da tanıklık etmiştir.

“Doğduğum yer Akçakoca. 1960 senesinden fındık zamanı doğmuşum yani ağustos ayında. Tüm aile Akçakocalı ama köklerimizi sorarsan Gürcistan Lazlarıyız biz. Osmanlı Rus savaşından kopup gelmişiz Anadolu’ya. Büyük dedelerimden birisi Sinop Şehitliği’nde yatıyor. Öteki büyük dedemin İstiklal Madalyası bize en güzel mirastır.”

Akçakoca’da fındık bahçesi işleyen aile büyüdükçe, darlaşan geçim yüzünden, yeniden parçalanmaya başlamış. İlk gidilen yer bölgenin en büyük ekonomisine sahip Zonguldak olmuş.


“Önce annemin tarafı yani dayılarım gitmiş Zonguldak’a. Maden ekonomisi çekmiş onları. Büyük Dayım Necdet, Gedik Kömür İşletmesinde torna ustası olunca kalan fertleri yavaş yavaş Zonguldak’a çekmeye başlamış.”

O yıllarda Üzmez’in annesi Nuran Hanım ve babası Niyazi Bey, Akçakoca’da aynı mahalleden arkadaşlar.

“Annem sık sık Zonguldak’a ağabeylerinin yanına gidiyor. Babam da taşra kasabasından biraz olsun çıkmak, nefes almak istiyor. Ama Akçakoca’dan Zonguldak’a varmak kolay değil öyle. Kara yolu yok!” diyor Üzmez.

Tek ulaşım aracı İstanbul Zonguldak seferini yapan Kadeş Vapuru.

“Eğer hava patlamazsa Kadeş Vapuru Akçakoca açıklarına demir atıyor çünkü liman da yok. Yolcular kıyıdan sandallarla vapura ulaştırılıyor.”

Bu seferlerin birinde Nuran Hanım ile Niyazi Bey yine birlikte Zonguldak’a giderler. Sütliman olan deniz dönüşte köpürür adeta. Zavallı Kadeş Vapuru mecburen Akçakoca’yı pas geçerek İstanbul’a dümen kırar. Dönüş seferi ise bir hafta sonradır. İşte bu mecburi yolculuk, İstanbul’da geçen bir hafta Nuran Hanım ile Niyazi Bey’in aşkıyla sonuçlanır. Akçakoca’ya varışlarının ardından çok geçmeden evlenirler.

“Annemlerin aşkı büyük ama fındık bahçesi küçük! Geçim zorlaşınca yeni çareler aramaya başlıyorlar. İşte o zaman Zonguldak’ta yaşayan başka bir aile büyüğü bizimkileri yanına çağırıyor.”

Nuran Hanım’ın ağabeylerinden birisi askerde öğrendiği yeni mesleği, fotoğrafçılığı yapmak için Zonguldak’ı seçmiştir. 1960’lı yıllar Türkiye’de orta sınıfların yeni yeni sevdiği bir sektörün yıldızını parlatmaktadır: Stüdyo fotoğrafçılığı.

“Zonguldak’ın en iyi fotoğrafçılarından birisi olmuştu babam. Dükkânımızın ismi Foto Film’di. Aslında ben gözümü fotoğrafın içine açtım sayılır. İlk anılarım hep fotoğraf üzerine. Fotoğraf eskiden dükkânda çekilir, basılır; kurutma işlemi içinse eve getirilirdi. Evin bir odasına fotoğrafları sererdi babam. İlk geceyi bizimle geçirirlerdi. Başkalarına ait anlar, anılar evimize misafir olurdu. Basit bir konukluk değildi bu. Adeta bizim de bir parçamız haline gelirlerdi.”

Birol Üzmez Türkiye toplumsal hayatının yeniden alt üst olmaya başladığı bir zaman kesitinde, göbeği adeta fotoğrafla kesilmiş gibi büyür. Ailesi Zonguldak’ın giderek zenginleşen sosyal hayatının önemli parçalarından birisi olur. Fotoğrafhanenin yanı sıra açık ve kapalı iki sinemayı da işletmeye başlarlar.

“Ortaokul ve lisede fotoğrafçılık kolunu kurdum. Makine elimden hiç düşmezdi. Fotoğrafı iş olarak çok sevsem de hep başka bir şey yapmak istiyordum. Adını koyamıyordum ama galiba zanaat değil sanat olarak fotoğraf ile uğraşmak istiyordum. Tabii o zaman bunu bilince çıkaramıyordum.”

Birol Üzmez’in arzuladığı o birikme ve taşma zamanı ironik de olsa askerliğinde gelip çatacaktır.

“Askerlik kuramın çıktığı Ankara sanatın da başkentiydi o yıllarda. Her hafta sonu iznini sinemalar, klasik müzik konserleri, tiyatrolar, opera, bale gösterilerinde geçiriyordum. Bütün resim ve fotoğraf sergilerini izliyordum. Hele Dost Kitapevi bir kültür evi gibi olmuştu benim için. Çok okudum, çok izledim, çok düşündüm. Bu iki yılda sanatsal olarak olgunlaştım. Dolu dolu döndüm memlekete.”

Birol Üzmez dönüşte yine babasının fotoğrafhanesinde iş başı yapar ama fotoğraf onun için dört duvar arasında bir uğraş değildir artık. Yeteneğini geliştirmek için günü birlik yolculuklar yaparak İstanbul’da İFSAK’ın kurslarına katılır.
Üzmez, yerel yönetimi ikna ederek, Zonguldak’ın ilk sergi salonunun kurulmasında öncü olur. Her ay İstanbul’dan fotoğraf, resim sergileri getirtir. Ayrıca eski fotoğrafhanelerin arşivlerinde adeta kazı yapar.

“Büyük şans eseri Zonguldak’ın ilk fotoğrafçısı Nazım Baysal’ın kişisel arşivini buldum. Bir depoya atılmış binlerce negatif duruyordu. Babamla birlikte bütün fotoğrafları elden geçirdik, seçtiklerimizi yeniden bastık. Zonguldak’ın 1910-1930 dönemine ait yüzlerce dış mekân fotoğrafı vardı elimizde. Adeta bir şehrin hafızasını yeniden bulmuştuk.”

Sergi büyük olay olmuştur Zonguldak’ta. İnsanlar köylerden, kasabalardan akın akın gelip dedelerinin, ninelerinin eski anılarının yeniden gün yüzüne çıkmasına tanıklık ederler.

Birol Üzmez’in fotoğraf tutkusu her geçen gün artar ama sancılar da birlikte gelir. Nasıl bir fotoğraf sanatçısı olacaktır? Nasıl bir yön çizecektir kendine?

“Böyle elimde fotoğraf makinesi, aklım karmakarışık yürürken bir maden ocağının vardiya düdüğünü duydum. Bir aydınlanma anı gibiydi benim için. Memleketin en büyük maden şehrinde yaşıyordum, altımız kömür, etrafımız işçi emeğiyle doluydu.”
Üzmez böylece adını sonradan öğreneceği belgesel fotoğrafçılık alanına işçileri konu alarak başlamış olur. Onlarla ocaklara iner, kömüre bulanır, yemeklerini paylaşır, kahvelerinde oturur, evlerine, sofralarına konuk olur. Aynı zamanda madenciler gibi hissedip düşünmeye başlamıştır.

“Zonguldak’ta 12 Eylül sonrası ilk toplumsal kabarma 1989 yılında yapılan İnsana Saygı Mitingi ile fark edildi aslında. Alandaki işçilerin yumruklarının sıkışından bir şeylerin birikmeye başladığı belliydi. Sonra 1990 yılı geldi. Madenlere ne zaman gitsem yüzlerdeki gerginliği, huzursuzluğu görüyordum. Bir şeyler olacaktı ama ne?”

Birol Üzmez büyük bir öngörüyle o yıl şiddetli bir fırtınanın kopacağını hisseder. Olacakları sadece fotoğraflamak değil dünyada duyurmak gerektiğini düşünür. Bir akşam İstanbul otobüsüne atlar, doğruca Cumhuriyet Gazetesi’ne yollanır. Yurt Haberler Servisi Müdürü Yalçın Bayer’e çıkar. Zonguldak’ta yıl içinde büyük hadiselerin olacağını, bunları haber yapmak istediğini söyler.
“Beni Zonguldak muhabiriniz yapın diye yalvardım. Yalçın Bayer şaşırdı. Genç bir çocuk gelmiş tuhaf şeyler anlatıyordu. Yine de ilgilendi ve beni işçi haberleri yapan Şükran Ketenci’ye yolladı. O tamam derse alırız seni, dedi.”

Şükran Hanım, Üzmez’in anlattıklarını ilgiyle dinler. Sonunda olmuştur. Artık Cumhuriyet Gazetesi Zonguldak muhabiridir.
“Döndükten birkaç ay sonra Büyük Grev patladı. Genel Maden-İş grev kararı aldı. 30 Kasım 1991 sabah 08.00’de makinemi kaptığım gibi Gedik Ocakları’na koştum. Ortalık mahşer yeri gibiydi. Şemsi Denizer grev konuşmasını yaptı. O anda bir kare çektim. ‘Bu İş Yerinde Grev Vardır’ pankartının ö nünde haykıran işçileri hafif eğilerek kadraja aldım. Grevin ilk fotoğrafıydı.”
Üzmez bu fotoğrafı hemen gazeteye yollar. Ertesi gün Cumhuriyet gazetesinin manşetinde yer alır o kare. Zonguldak Grevi’nin ilk anları Üzmez tarafından dünyaya duyurulmuştur.

“Germinal filminin içine düşmüş gibiydim. Grev konuşmasından sonra herkes dağılacak sanıyorduk ama Denizer yürümeye başladı birden. İşçiler de onu takip etti. Binlerce işçi dalga dalga Gedik’ten Zonguldak merkeze doğru ilerliyordu. 20-25 kilometrelik yol boyunca haberi alan ocaklardan çıkan işçiler bir nehre katılan dereler gibi kitleye aktı, aynı anda atılan sloganlar tepeleri inletti. Durmadan fotoğraf çekiyordum.”



O günden sonra Zonguldak’ın rutini bu yürüyüşler olur. Her sabah binlerce işçi ocaklarından; halk köylerinden, evlerinden çıkarak kent merkezini işgal eder.

“Ankara’ya yürüyüş kararı alınınca Cumhuriyet’ten Şükran Ketenci de geldi Zonguldak’a. Artık o haber yazıyor, ben fotoğraf çekiyordum. Elbette yürüyüş de inanılmazdı. Önce kadınların katılmasını istemediler. Bunun üzerine Zonguldaklı kadınlar inadına kortejin en önüne yerleşti.”

Üzmez yürüyüş boyunca bütün detayları yakalamak için kortejin en önünden son safına kadar mekik dokur.

“Günde 20-25 kilometre yürünüyordu. Benim yaptığım yol bunun neredeyse iki katıydı. Herkes dinlenmeye çekildiğinde bir araba bulup Zonguldak’a koşuyordum. Filmleri yıkayıp, İstanbul otobüsüne teslim ediyor, doğru düzgün dinlenmeden kimi günler yemek bile yiyemeden yeniden korteji yakalıyordum.”

Büyük Madenci Yürüyüşü’nün yenilgisini fotoğraflamak da Üzmez’e düşer.

“Dönüş yolu çok kötüydü. Herkes sanki cenaze evinde gibiydi. O anları anlatmam olanaksız ama şunu söyleyebilirim, Zonguldak işçisi yalnız kaldığı için yenildi aslında. Eğer İstanbul, Kocaeli, İzmir gibi başka işçi kentlerinden de yürüyüşler başlasaydı geri dönülmezdi. ”

Üzmez’in kaderinde ertesi yıl, 1992 Kozlu Kömür Madeni faciasının tanıklığı da vardır. Yaşarken çektiği, sohbet ettiği işçilerin şimdi göçükten çıkarılışlarını fotoğraflamaktadır.

“Bu bana artık çok ağır geldi. Ölüm hep aramızdaydı ama bu bir katliamdı.”

Birol Üzmez bu faciadan sonra Zonguldak’ta ayrılır. İzmir’e gelir. TARİŞ emekçisi olur. Bu defa da zeytini, zeytinyağını, zeytin ağaçlarını, toprak işçilerini konu alır kendine. İzmir’in roman mahallerinde aylarca fotoğraf çalışması yapar. İzmir’in en yoksullarının yaşadığı aile evlerini fotoğraflar.


Eğer yolunuz Mirkelam Hanı’na düşerse, o meşhur plak evinde oturan adama bakın. Şimdi fotoğrafa küsmüş gibi dursa da aslında içten içe kaynayan bir volkan var orada. Kim bilir, Ahmet Telli’nin dediği gibi belki de “doğayı ve hayata sarsacak” başka bir saati sakinlikle bekliyordur.

Ahmet Büke / BİRGÜN

5 Ocak 2018 Cuma

Dünya sınıf haritaları - KORKUT BORATAV

2017’nin çeşitli bilançoları çıkarılıyor; ekonomik, siyasî boyutlarıyla dünyaya ve Türkiye’ye odaklanılıyor. Ben de dünyada sınıf mücadelelerine göz atmak istiyorum.

Bu ifadeyi Immanuel Wallerstein’den ödünç aldım. Bu düşünür, kapitalist sisteme son verecek bir bunalım teşhisinden hareket ediyor ve insanlığın geleceğinin dünya solu ile dünya sağı arasındaki sınıf mücadelesi sonunda belirleneceğini ileri sürüyor.

Wallerstein’in kapitalizmin bunalımı teşhisinin dayanaklarını tartışabiliriz; dünya solu/dünya sağı ayrımının içeriğine katılmayabiliriz. Bunlar bir yana, ben, içinde yaşadığımız dünya sisteminin sınıfsal bir haritasının çizilebileceğini; bu haritadaki değişimlerin izlenebileceğini; dahası, karşıt konumlarda yer alan sınıflar arasında bir mücadelenin seyretmekte olduğunu düşünüyorum.

Mücadelenin tarafları arasında önemli bir ayrım var: Bu karşıtlığın egemen, güçlü tarafları,   dünya çapında bir sınıf mücadelesinin varlığının farkındadır. Bağımlı, zayıf konumdaki toplumsal gruplar ise, sınıf mücadelesini yaşadıkları ortamla, en iyi olasılıkla ülkeleri ile sınırlı görürler.
Algılamadaki bu farklılık, mücadelenin seyrini de etkilemektedir ve güçlü, egemen tarafa üstünlük sağlamaktadır.

Kapitalizmin Meşruiyet Krizi
Wallerstein’den biraz farklı olarak kapitalist sistemin ekonomik kökenleri olan bir meşruiyet bunalımından geçtiğini düşünüyorum. Bu bunalımın arka planında, 1980 sonrasında sermayenin sınırsız tahakkümünü tüm dünyaya yerleştirmeyi hedefleyen kapsamlı saldırının yenilgiyle sonuçlanması yatıyor.  

Saldırı, neoliberalizm diye adlandırıldı. Reel sosyalizmin çöküşüyle rakipsizliği (“tarihin sonu”) belgelendi. Nihaî (sanılan) zaferi, küreselleşme söylemi ile taçlandırıldı.

Ne var ki, eleştirel düşünce yok edilemedi. “Aykırı” Marksistler, üniversitelerden uzak tutuldu; ama, çağdaş kapitalizme, emperyalizme dönük eleştirilerini kesintisiz sürdürdü. “Yeni sol” ve geleneksel sosyalist akımlar, neoliberalizm ve küreselleşme karşıtı platformlarda, örneğin Dünya Sosyal Forumu’nda birleşti. Çeşitli vesilelerle ve ısrarla küreselleşme söyleminin sahteliğini, iddiaların geçersizliğini, teorik kofluğunu teşhir etti.

Neoliberal saldırının yirminci yılı tamamlanırken, düşünce dünyasındaki muhalefete çeşitli coğrafyalarda kitleler katılmaya başladı. Sol siyaset canlandı, iktidara ulaştığı ülke sayıları (özellikle Latin Amerika’da) arttı.

Kapitalizm tarihinin ağır bir bunalımı 2007’de patlak verdi. Kısa zamanda algılandı ki krizin ekonomik kökeninde küreselleşme adına izlenen politikalar ve bunların uzantıları vardır. Dahası, kriz yönetimi “suçlulara”, yani bunalımı yaratan çevrelere devredildi. Sonunda küreselleşme söylemini savunmak imkânsız hale geldi. Öyle ki, söylemin baş pazarlayıcılarından IMF, küreselleşme sözcüğünü dahi raporlarından eledi, ayıkladı.

Sonuç, ciddi bir meşruiyet bunalımıdır. Kapitalizm tarihi boyunca sert, ağır ekonomik krizlerden geçmiştir, ama bu derecede vahim bir meşruiyet bunalımı ile ilk kez karşılaşmıştır.

Sınıf Haritaları Yeniden Çizilirken
Neoliberalizme muhalefetin kitleselleşmesi, siyasete taşınması bu dönemdeki bölüşüm bilançosunun yaşanması, algılanmasıyla ilgilidir. Halk sınıflarının olumsuz algılamaları, uluslararası gelir ve servet dağılımı istatistiklerince doğrulanıyordu. Brankovic ve Piketty gibi araştırıcılar bu verileri sistematik olarak çözümlediler. Bunların sonuçlarını daha önce aktardım; tartıştım. Kısaca hatırlatayım.

1980’i izleyen otuz küsur yıllık bir zaman diliminin ülkelere ait bölüşüm bulguları, diğer ülkelerin gelir, servet dağılımı ve millî gelir verileriyle birleştirildi. Böylece ülke ekonomilerinde karşıt konumlarda yer alan toplumsal sınıflar (ulusal kimlik özellikleri korunarak), tüm dünyayı kapsayan gelir ve servet dağılımı tablolarına yerleştirildi.  

Bu bilgilerin sunumu, salt istatistikî (ve yapay) bir kurgu olarak algılanmamalı; zira, küreselleşmenin, daha doğrusu emperyalizmin yol açtığı dış ticaret, sermaye hareketleri, savaşlar ve göçler, bu sınıfları kapitalist dünya sistemi içinde gerçekten de birleştiriyor.  Sözünü ettiğim tablolar da, bu birleşmenin bir görüntüsü oluyor.

Dev ABD sermayesi, sanayi üretimini “Güney’e” (Çin’e, Meksika’ya) taşıyınca Çin ve Meksika ücretleri Amerika’daki işgücü piyasalarıyla birleşiyor; istihdamı ve ücretleri aşağı çekiyor. Emperyalist saldırılar ve neoliberal politikalar sonunda sefilleşen milyonlarca emekçi Orta Doğu’dan, Afrika’dan Avrupa’ya akıyor; Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de işgücü piyasalarına giriyor; bölüşüm göstergelerini değiştiriyor. 

Böylece sınıf haritaları uluslararası düzleme taşınmış oluyor; yeniden çiziliyor.

Neoliberal Dönemde Kaybedenler, Kazananlar
Brankovic’in tabloları, Piketty’nin bulgularıyla ve diğer verilerle birleştiğinde neoliberal dönemde kaybedenlerin ve kazançlı çıkanların bir dökümü ortaya çıkıyor. 

Otuz küsur yıl boyunca büyümüş olan bir dünya ekonomisinde gelir payları aşınmışveya gelir düzeyleri düşmüş toplumsal grupların sınıfsal ve ülke aidiyetleri belirleniyor. Buna göre göreli veya mutlak anlamda kaybedenlerin iki büyük toplumsal gruptan oluştuğu anlaşılıyor: Birinci grup, “azgelişmişlerin yoksulları”dır. Neoliberalizmin ve emperyalizmin Afrika’da, Güney Amerika’da, Orta Doğu’da yarattığı şokların halk sınıfları saflarındaki kurbanlarıdır.  

İkinci kaybedenler grubu ise, Batı işgücü piyasalarına çevre ekonomilerinden gelen baskılardan etkilenen “Batılı kurbanlar”dır. Bir yandan ticaret ve sermaye hareketleriyle bütünleşmiş olan bir dünya emek havuzu, bir yandan da emperyalizm ve neoliberalizmin tetiklediği göç dalgaları, zengin Batı dünyasının, geleneksel, mavi yakalı işçi sınıflarını artan işsizliğe, eriyen ücretlere, reel gelir kayıplarına mahkûm etti.

Peki kazançlı çıkanlar? 
Üç grup söz konusudur. Birisi iyi biliniyor: Batı toplumlarının en üst yüzde 1’lik diliminde yer alan insanlardan oluşuyor. Finans kapitalin çılgın coşku dönemi içinde parazit özellikleri ağır basan bir sermaye katmanından söz ediyorum. Bu grubun dünya gelirleri içindeki payı hızla tırmanmıştır. Aynı grup, 2007 sonrasının kriz ortamı içinde de (az sayıda istisna hariç) önce gözetilmiş; devlet bütçelerinin aktarımlarından nemalanmıştır. Merkez bankalarının likidite pompalamasının yaşandığı sonraki sekiz yılda ise, Batı burjuvazisinin finans kapitalden beslenen öğeleri, ölçüsüz servet artışlarından yararlanmıştır.

İkinci “kazançlı” grup, bu dönemde “dünyanın fabrikaları”na dönüşen, ihracat sayesinde hızlı büyüyen “Güney” ekonomilerinin işçi sınıflarıdır. Gözlemler daha çok Asya’ya odaklanmıştır. Çin, tipik örnektir. Mao döneminin köylülere sağladığı sosyal güvencelerini yitirerek kentlere yığılan “göçmen işçiler”, önceki gelirlerini fazlasıyla aşan ücret düzeylerine kavuştu. “Yükselen Güney” örneklerinin tümünde ülke-içi bölüşüm bozulurken, gelir düzeyleri hızla artan insanlar (Çin’in göçmen işçileri), dünya gelir dağılımı tablolarının üst dilimlerine çıkabildi.

Bir başka “kazançlı” kalabalıktan da söz edebiliyoruz: Azgelişmişlerin en yoksulları (yani kaybedenler) içinde ABD’ye, Batı Avrupa’ya göçen bir azınlık da var. Bu insanlar içinden, çeşitli, sancılı badireler sonunda çalışmayı, yerleşmeyi başaranlar, yeni ülkelerinde geçmiş gelirlerini fazlasıyla aşan ücret düzeylerine ulaşabildiler. Bu ilerlemeyi de Batılı geleneksel işçi sınıfının ücretlerini eriterek gerçekleştirdiler. 

Değişen Bölüşüm Tablolarından Sınıf Mücadelelerine
Bu bölüşüm bilançosu, sermayenin karşı saldırısının yaşandığı son otuz küsur yılın nesnel (“kendiliğinden”) sınıf konumlarını ve onlardaki değişimleri veriyor. Wallerstein’den esinlenelim ve sorgulayalım: Bu karşıtlıklar, kapitalizmin kaderini belirleyecek bir sınıf mücadelesine ve muhalifler (“Dünya Solu”) ile kurulu düzeni savunanlar (“Dünya Sağı”) arasında bir sınıf mücadelesine dönüşmüş müdür? İki cephenin bileşenleri kimlerden oluşuyor? Mücadele nasıl seyretmektedir?
Hayalî bir senaryodan değil, süregelen çatışmalardan, çalkantılardan söz ediyorum. 1980 sonrasında Türkiye de bu mücadelenin içinde yer aldı.

“Kendiliğinden” sınıflar ile “kendisi için” sınıf bilinçleri, özellikle “mazlumlar”ın saflarında daima çakışmaz. Yukarıda “neoliberalizmden kazançlı çıkmış halk sınıflarına” değindim: Hızla büyüyen Asya’nın (Çin’in) işçileri ve Batı’ya yerleşmiş, çalışmakta olan Güneyli göçmenler… Bunların dünya sınıf mücadelesi içindeki öznel konumları şimdilik belirsizdir.

19’uncu yüzyılda Batı emperyalizminin nimetlerinden pay alan “işçi sınıfı aristokrasisi” suçlamasının bir benzerini bugün tersine çevirerek bu emekçi sınıflara yönetebilir miyiz? 

“Beyaz” emekçilerin ırkçı tepkileri, neo-faşizme savrulmaları bu tür suçlamalarla bağlantılı değil midir?

Bu soruları ileride tekrar gündeme getirmek, 2017’nin bilançosuna bu açıdan bakmak istiyorum.

Korkut Boratav / SOL