11 Ocak 2018 Perşembe

Sağırlar ülkesinden Onat’a... - ZEYNEP ORAL


Sevgili Onat, Seni katlettiklerinden bu yana bugün 22 yıl oldu... 
Ne çabuk geçti diyecektim ama hayır... Geçmedi, geçmiyor... Daha dün senin o gürül gürül kahkahaların eşliğinde yeni yıl kahvesi içiyorduk. Ve sen 23 yıl öncesinden uyarıyordun: 
Cehalete karşı, şiddete karşı, yozluğa karşı, kültürsüzlüğe karşı avaz avaz haykırıyor, milleti uyarmaya çalışıyordun! 
“Bir gemiye binmiş gidiyoruz, fırtına koptu, kayalara doğru sürükleniyoruz, parçalanıp yok olacağız. Haykırıyorum; fırtına koptu diyorum, kayalara sürükleniyoruz diyorum; ne fırtınası; ne kayası, sen neden söz ediyorsun diyorlar... Sesimi bir türlü duyuramıyorum...” diyordun. 
 
Osman Kavala’yı hapseden mantık 
Sen gideli burası tam bir sağırlar ülkesi oldu Onat... Artık kimse sesini duyuramıyor... Sesi duyulan sadece biri var... Bir de, çevresindekilerin baş sallaması... Yandaş olmayanlar inatla haykırsa da duyan yok!.. 
O nedenle ülkemin en başarılı üniversitesi olan Boğaziçi Üniversitesi hedef alınabiliyor. “Ülke ve milletin değerlerine yaslanmadığı için” karalanmak isteniyor! 
Millet aştan işten olmuşken, gençler işsizlikten kırılıp kaçmaya çalışırken bize ne müthiş ekonomik büyüme yaşadığımız anlatılıyor... 
Sevgili Onat, sen de, ben de inatla “Bu ülkenin bilime, sanata, özgürlüğe, içtenlikle bağlı insanlarla aydınlığa çıkacağına” inandık. 
Gel gör ki artık o insanlar tek tek yok ediliyor, yok edilmeye çalışılıyor... 
Düşünebilir miydin hiç: Şu Anadolu’da yetişen, gelişen her kültürel gerçekliğe el veren, yürek veren, çağdaş evrensel değerleri yücelten Osman Kavala arkadaşımız bile hapiste! Hem de tüm terör örgütlerini (FETÖ, PDY, PKK, KCK, DHKPC, MLKP ve daha nicelerini) desteklemek bahanesiyle... 
Osman Kavala’yı hapseden mantık nasıl bir değerler sistemine sahiptir diye düşünmeden edemiyor insan! 
Sen bile, bilge kişiliğinle, “derviş” halinle, bunu anlamakta, inan güçlük çekerdin!!! 
 
Hangi değerler? 
Sevgili Onat, 
Milleti iyice ayrıştırıp birbirine düşürmek için her şey, akla gelen her şey yapıldıktan sonra burası artık sağırlar ülkesi oldu. 
“Ülkeyi ayakta tutacak olan cahil halktır, en tehlikeli olanlar üniversite mezunlarıdır” diyen profesör mü bizim milli değerimiz? 
Laik Türkiye Cumhuriyeti’nden pazar sabahı 7’de çocukları namaza götürmek için okul müdürlüklerine çağrı yollayan kaymakam mı; hukukçularla buluşmak istediği için tüm hukukçuları sabah namazına çağıran Adalet Bakanı mı ülke değerlerini savunuyor? 
Kadın ve çocuklara taciz ve tecavüzden geçilmeyen ülkemde; “Babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir” ... “Telefon, faks, internet ile eşinizden boşanabilirsiniz” ... “Müslüman olmayanla evlenilmez” ... “Milli Piyango haramdır”; bu fetvaları verebilenler mi, bu ülkenin temsilcisi... 
Tamam Sevgili Onat, Nuh Peygamberi’n cep telefonuna ciddi ciddi inanan ve savunan “bilim adamına” çok güldük ama yetti gayri! Bu kadar da gülmeyelim! 
Senin deyişinle: 
“Para, ün ve iktidar hırsının gözleri bürüdüğü, ortaçağ karanlığının her gün biraz daha koyulaştığı; devletin ve halkın iliklerine kadar soyulduğu, soygunun soyana kâr kaldığı, goygoycuların minareye kılıf hazırladığı, eğitimin ve yönetimin şeriatçılara teslim edildiği, erdemin, dürüstlüğün, onurun unutulduğu; kültürün, kültürfizikle karıştırıldığı bu şiddet, bu soygun ve ikiyüzlülük toplumunda” gerçekten bizim değerlerimiz ne? 
Adaletin yok sayıldığı, yazarların, gazetecilerin hapislere tıkıldığı; yandaş olmayanların cezalandırılmaya çalışıldığı bu ortamda evrensel, çağdaş değerlere dönmenin tek yolu var: O da laiklik ilkesi. Bu ilkeyi herkes içselleştirinceye dek, haklısın Onat, bahar isyancı olacak. Ve biz her bahar ve her mevsim seninle birlikte isyanımızı bilemeyi sürdüreceğiz...

Zeynep Oral / CUMHURİYET

Hayvanları koruma yasa tasarısı yeterli mi? - BURAK ABATAY

Hayvana yönelik şiddet uzunca bir zamandır tartışmalardaki yerini korurken, hayvan hakları savunucuları ve yurttaşlar tarafından konuya dair suçlulara daha ağır yaptırımların olmasına yönelik çok sayıda eylem düzenlendi. Hükümete yapılan çağrılarda örgütler ve aktivistler, hayvanlara yönelik şiddetin bir kabahat değil suç olması yönünde taleplerini iletmişti.

Meclis’te görüşülmek üzere hazırlanan ve gün içerisinde medyaya yansıyan torba taslakta ise Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ve Kabahatler Kanunu’ndaki çok sayıda maddede de değişiklik yapıldığı ortaya çıktı. Bu değişikliklerden birisiyse hayvanlara eziyeti önlemek amacıyla hazırlanan kanun tasarısı taslağı. Taslak torba taslağa dönüştürüldü ve bu kapsamda hayvanlara işkence yapanlar, öldürenlere 4.5 yıl, nesli yok olma tehlikesi altında olan hayvanları öldürenlere yedi yıla kadar hapis cezası öngörülüyor.
Peki tüm bu değişiklikler yeterli mi? Hayvan hakları çalışmalarıyla tanınan gazeteci-yazar Zülâl Kalkandelen ile Hayvanlara Adalet Derneği Yönetimi Kurulu Üyesi ve Aydın Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Başkanı Ilgın İstenç Yalçınkaya, yapılan değişiklikleri BirGün’e yorumladı.
***

Yalçınkaya: Asla yeterli bir tasarı değil
Hayvanlara Adalet Derneği Yönetimi Kurulu Üyesi ve Aydın Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Başkanı Ilgın İstenç Yalçınkaya, BirGün’e yaptığı değerlendirmede torba yasa tasarısında sevinecek hiçbir şey olmadığını ve Adalet Bakanlığı’ndan randevu alarak bu konuyu kendileriyle doğrudan görüşmeye çalışacaklarını ifade etti.

“Alt sınır en az 2 yıl olmalı”
Hayvan hakları savunucusu hukukçular olarak tasarıda yer alan 4 ay alt sınırı yetersiz bulduklarını aktaran Yalçınkaya, “Hayvana yönelen şiddet eylemlerinin alt sınır olarak en az 2 yıl hapis cezası öngörülmesidir. Aksi takdirde verilen adli hapis cezaları para cezasına çevrilebiliyor, ertelenebiliyor ya da hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilebiliyor. Dolayısıyla iki yılın altında verilecek cezalar caydırıcılık bakımından yetersizdir” dedi.

“Tecavüz fiili ceza kapsamına alınmamış
Öte yandan Yalçınkaya, tasarıda hayvana tecavüzün fiili ceza kapsamına alınmadığını hatırlatarak fiilin mutlaka alt sınırı 2 yıldan az olmayacak şekilde cezai müeyyideye bağlanması gerektirdiğini aktardı.
Tasarının bu haliyle yasalaşmasıyla beraber hayvanlara yönelik şiddetin sahipli hayvanlar için sahipleri tarafından; sahipsiz hayvanlar için ise Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından şikayet edilebilecek. Yalçınkaya’ya göre bunun iki büyük sıkıntıyı doğuracak.

“Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bu görev verilmemeli”
Yalçınkaya, başvurulara yönelik sıkıntının doğuracağı ilk sorunu şu sözlerle aktarıyor: “Orman ve Su İşleri Bakanlığının iş yükü çok artacak, bununla başa çıkamayan Bakanlık teşkilatı da bu davaların peşine düşmeyecektir. 14 yıldır yürürlükte olan 5199 sayılı Kanunda yazılı idari para cezalarını kestirmek için bile defalarca başvuru yapmamız gerekirken, her hayvana şiddet eyleminde Bakanlığın şikayetçi olacağını ve davayı takip edeceğini düşünmek en iyi ifade ile hayalciliktir. İster sahipli isterse sahipsiz olsun, hayvanlara yönelen her türlü şiddet eylemi için şikayet şartı kaldırılmalıdır. Hayvanların yaşama hakkını güvence altına almayı amaçlayan bir düzenleme, insanların şikayetçi olmaları şartına bağlanamaz. Konu cumhuriyet savcılıkları tarafından re'sen soruşturulmalıdır.”
Yalçınkaya doğacak ikinci problemi ise şöyle ifade ediyor: “Sahipli hayvana yönelik yapılacak şiddetin suç duyurusunu kişi kendisi yapacak. Bu durumda kişi kendi hayvanını öldürür, yaralar ya da hayvana eziyet ederse yargılanması mümkün olmayacaktır.”

“Katliam yapılan belediyelere yaptırım yok”
Yalçınkaya korumasını, aşılarını ve tedavilerini yapması gerekirken hayvanları itlaf eden belediye çalışanları ile emri veren yetkililer hakkında ağırlatıcı neden düzenlenmesi gerektiğini aktardı.

“Suçlar ayrı ayrı düzenlenmelidir”
Yaralama, öldürme, eziyet ve cinsel saldırı ile hayvanları dövüştürme eylemlerinin tasarıda ayrı ayrı düzenlenmesi gerektiğini söyleyen Yalçınkaya, “Bu maddeler insanlara yönelen şiddet eylemlerinde nasıl ayrı ayrı düzenlenmişse, hayvanlar için de ayrı ayrı düzenlenmelidir. Ceza hukukunda suçta ve cezada kanunilik ilkesi vardır. Bu ilke şu anlama gelir: Kanunun açıkça suç saymadığı bir konuda kimseye ceza uygulanamaz. Kıyas yasaktır. Hal böyle olunca her fiilin tanımı ve kapsamı net olarak belirlenmeli, cezaları ayrı ayrı ve açıkça belirtilmelidir ki Kanunu uygulamaya çalıştığımızda karmaşa yaşanmasın. Kanun sistematiği ve yapımı, ayrıca dili ve ifadeleri açısından da son derece zayıf bir yasa taslağıyla karşı karşıya olduğumuzu net olarak söyleyebilirim” dedi.

***

Basına yansıyan haberlere göre Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılması düşünülen değişikliklerle ilgili taslakta sonunda sahipli-sahipsiz hayvan ayrımı gözetilmeden hayvanlara karşı zalimce davrananlara hapis cezası öngörülmesini olumlu bir gelişme olarak değerlendiren gazeteci Zülâl Kalkandelen, düzenlemenin medyaya yansıdığı şekliyle yürürlüğe girmesininin yeterli olmayacağı görüşünde.

“Sahipsiz hayvanlar için bireyler de dava açabilmeli”
Taslakta yer alan sahipli/sahipsiz hayvan ayrımının uygulamada bir takım sorunlara yol açabileceğini savunan Kalkandelen, şunları söyledi:
“Birincisi alt sınır 4 ay deniyor. Bunun yükseltilmesi şart. Caydırıcılığı artırmak için alt sınırın 2 yıl olması gerekir. Hayvanlara karşı işlenen suçlara verilecek hapis cezalarında sahipli-sahipsiz hayvan ayrımı kaldırılıyor ama taslağa göre davaların açılmasında yine bir olumsuz durum var. Sahipli hayvana karşı işlenen suçlar sahibinin şikayetine bağlanırken, sahipsiz hayvanlara karşı işlenen suçlar, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruya bağlanıyor. Bakanlık da bu görevi bölge müdürlükleri, il ve ilçe teşkilatları aracılığıyla yerine getirecek deniyor. Oysa bu süreci hem yavaşlatır hem de siyasetin etkisine sokar. O nedenle gerekli kanıtlar bulunduğu takdirde bireylerin de dava açabilmesi mümkün olmalı.”

“Tecavüz belirtilmeli”
Kalkandelen’e göre hayvan dövüştürenlere yönelik öngörülen cezanın alt sınırının yeterli değil. 2 ay olarak öne çıkan cezanın alt sınırının en az 1 yıl olması gerektiği görüşünü ifade eden Kalkandelen, hayvan tecavüzlerinin de muhakkak ayrıca belirtilmesi gerektiğini söyledi.

“Ertelemesiz olmalı”
Hapis cezalarının ertelemesiz verilmesi şartının olması gerektiğini aktaran Kalkandelen, “Erteleme yapıldığı takdirde caydırıcılığı azalır. Bu suçların hayvanlarla ilgili görevlerde çalışanlarca işlenmesi halinde cezaların yarı oranında artırılması lazım. Çünkü belediye barınaklarında ve özel veteriner kliniklerinde yaşanan zulmün sonu gelmiyor. Belediye barınaklarında çalışanlar bu suçları işlediğinde, kişisel olarak yargılanarak cezayı kendilerinin şahsi olarak ödemesi koşulu getirilmeli” diyerek mahkumiyete dair görüş bildirdi.
Konuya ek olarak Kalkandelen, bu suçların faillerin sabıka kayıtlarına işlenerek bir veri tabanı oluşturulmasının suçun izlenmesi açısından son derece önemli olduğunu belirtti ve ekledi: “Bu veri tabanı sayesinde hayvana kötü muameleden ceza alan kişilerin hayvan edinmesinin ve hayvan barındıran tesislerde çalışmasının yasaklanması sağlanmalı.”

“Hayvan ticareti de engellenmeli”
Hayvanlara yönelik bireysel şiddete dair uygulanacak yaptırımları içeren torba yasa tasarısına hayvan köleliği üzerinden ticaret yapan yunus parkları, hayvanlı sirkler, AVM’lerdeki hayvanlı eğlence parkları ve atlı faytonların da eklenerek bu uygulamaların da kesinlikle yasaklanması gerektiğini söyleyen Kalkandelen “Bunun gibi tesisler kapatıldığında, bugüne kadar esir tutularak zulmedilen hayvanların yaşam haklarının güvence altına alınması ve ömürlerinin sonuna kadar güvenli ortamlarda yaşatılmaları sağlanmalı. Petshop’larda tüm hayvanların satışının her şekilde yasaklanması gerekli. Bir ara ilgili Bakanlık katalogdan hayvan satışını öneriyordu. Bu da kesinlikle söz konusu olmamalı. Ticaret için merdiven altı cins hayvan üretimini artıracak bu yöntemlere kesinlikle başvurulmamalı, petshop’lar sadece hayvan bakımı ile ilgili malzemeler satmalı. Bir hayvana evini açmak isteyen herkes barınaklara yönlendirilmeli” dedi.
Tüm bunlara ek olarak Kalkandelen, medya kurumlarında hayvanlara uygulanan şiddete karşı kamu spotlarının yayınlanması ve halkın bu konuda bilinçlenmesinin acilen sağlanması gerektiğini ifade etti.

***
Kapsamında neler var?
Adalet Bakanlığı Kanunlar Genel Müdürlüğü’nce 4 Ocak tarihli yazıyla Türkiye genelindeki adalet komisyonu başkanlıklarına görüşe gönderilen 27 maddelik 48 sayfalık taslakla ilgili 30 gün içinde görüş bildirilmesi istendi.
Medyaya yansıyan taslakta yer alan ifadelere göre Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılan değişiklikler şöyle:
  • Sahipli veya sahipsiz hayvana acımasız ve zalimce muamelede bulunan veya eziyet eden ya da haklı bir neden olmaksızın öldürene 4 aydan 3 yıla kadar hapis cezası verilecek. Birden çok hayvana karşı bu suçu işleyenin cezası yarı oranında artırılarak 6 aydan 4.5 yıla çıkacak.
  • Nesli yok olma tehlikesi altında olan bir hayvanı öldürene 3 yıldan 7 yıla kadar hapis cezası verilecek. Birden çok hayvana karşı bu suçu işleyenin cezası yarı oranında artırılarak 4.5 yıldan 10.5 yıla kadar hapis olacak.
  • Hayvanları birbirlerine zarar verecek şekilde dövüştürenler 2 aydan 2 yıla kadar hapisle cezalandırılacak.
  • Sahipli hayvana karşı işlenen suçlar sahibinin şikayetine, sahipsiz hayvanlara işlenen suçlar ise Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından başsavcılığa yazılı başvurusuna bağlandı. Bakanlık bu görevi bölge müdürlükleri ile il ve ilçelerdeki taşra teşkilatları aracılığıyla yerine getirecek.
BURAK ABATAY / BİRGÜN

Tren - L. DOĞAN TILIÇ

Tren komünist işidir!

1950’lerden beri Türkiye’yi yöneten sağ iktidarlar ona bu kafayla karşı çıkmış, Demokrat Parti iktidara gelir gelmez temelinde demiryolu olan 5 yıllık kalkınma planını çöpe atmış, ABD’den getirilen uzmanlara dayanarak karayoluna ağırlık vermişti.

Trene istediğiniz zaman binip istediğiniz zaman inemezsiniz, o bir yerden kalkar ve gideceği yere kadar durmaz. Oysa, karayolu öyle mi? Bin otomobile; dilediğin yerde dur, kalk, in, bin. Karayolu özgürlüktür!

AKP kendini hariç tutacak, hızlı tren falan diyecektir, ama trene hep böyle baktı sağ iktidarlar.

En son geçen gün AKP grubunda konuşurken, Erdoğan yine trenden söz etti. Yine diyorum, çünkü tren metaforunu tam da bugünkü bağlamda ilk kullanışı 2009 Martıydı sanırım. 2004’te AKP’den Şanlıurfa Belediye başkanı seçilen A. E. Fakıbaba2009’da aday gösterilmeyince bağımsız aday olmuş, Erdoğan da 6 Mart’ta yapılan Şanlıurfa mitinginde “AK Parti treninden inen bir daha binemez” demişti.
Fakıbaba 2013’te o trene tekrar bindi ve şimdi birinci mevkide bakan olarak seyahat ediyor!

O yüzden, bugün birazcık dikenlerini gösteren güllerin, Salı günü söylenen; “Biz bu yola çıkarken ahdederek çıktık. Bu ahitle çıkarken de sadakatin aslolan bir kavram olduğunu bilerek çıktık. Bu trenden düşenler, düştükleri yerde kalırlar” şeklindeki sözlere bakıp fazla endişe etmesine gerek yok. 
Onlar aynı trenin yolcuları!
AKP treni “komünist” değil; sadece inenler tekrar binmiyor, birazcık gayretle o trenin yoluna en büyük taşları koyanlar bile binebiliyor!
İşte Bahçeli!

Ankara’nın tren garında canlı bombalar katliam yaptığında “Türkiye AKP’nin teröre sempatik ve sıcak bakışının, dış politikadaki tarafgir ve gayri milli yaklaşımın bedelini ödemektedir” demişti, ki “terör sempatizanlığı” ve “gayri millilik” AKP’ye ve Erdoğan’a karşı söylediklerinin en hafifidir. O da şimdi, memnuniyetle buyur edildiği trende 2019’dan sonra da daha 5 yıl sürecek uzun yolculuğuna hazırlanıyor.
Şu net yani; makiniste itiraz etmeyip biat etmeyi kabul edenler, dün o trenin tekerine kaç kez taş koymuş olurlarsa olsunlar trene binebiliyor. Tek örnek Bahçeli değil ki, İçişleri Bakanı Soylu da var!

Erdoğan’ın düşeni düştüğü yerde bırakan “tren”i ile “Ailenin parçasıysan, ailenin bir üyesiysen, aile ile ilgili meseleyi ortaklıkta konuşmayacaksın” diyen Elitaş’ın “ailesi” aynı anlama geliyor ve zaten ikisi de Gül kapısına çıkıyor.

Tren” de “aile” de 2019’a giderken olağanüstü önem kazandı. Maazallah demiryolunda bir kaza olur, aile içi çatışma şiddetlenirse menzile ulaşılamaz. Demokrasilerde siyasi partilerin gayet doğal sayacağı “muhalefete geçmek” denilen böyle bir sonucu, kendini “tren”e ve “aile”ye benzeten partilerin hazmetmesi imkânsızdır.
Raylarını OHAL’le döşeyen bu trenin varacağı istasyon belli. Belli olan bir başka şey de memleketin en az yarısının ne o trene binmekten ne götürdüğü istasyonda inmekten yana olduğudur.
O trende inenler binenler kavgası süredursun -ki “Erdoğan, Gül’e savaş ilan etti” analizlerinden şiddetlenerek süreceği anlaşılıyor- asıl önemli olan trene binmeyi ve gittiği istasyonu reddedenlerin ne yapacağı.
Başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere, o kesimlerin, 2019’daki kritik istasyona OHAL’de gitmeyi reddetmeleri şart. OHAL koşullarında yapılacak yolculuk ve seçimden sağlıklı bir sonuç çıkmaz.
O nedenle, KESK’in 14 Ocak’ta İstanbul Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda düzenleyeceği “OHAL Değil, Demokrasi” mitingini, AKP trenine binmeyi reddeden herkesin “Adalet Yürüyüşü” gibi görkemli ve etkili kılma görevi var.

Ana muhalefet partisi de, son durağı keyfiliğe dayalı bir tek adam rejimi olmayan, ülkenin bütün insanlarının eşit ve özgür yurttaşlar olarak bir arada yaşadığı, işsizliğin ve yoksulluğun yenildiği, kadınların çocukların taciz edilmediği, tertemiz ve yemyeşil bir Türkiye’ye giden trendeyse, kendi sesini olanca gücüyle “OHAL Değil, Demokrasi” diyenlerin sesine katmalı.

Bir tren yolcularını indire bindire gidiyor, biz öbür trene bakalım!

 L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Ucuz petrol dönemi bitti fatura yine halka kesildi. - SEMİH GÜVEN

Petrol fiyatları 27 dolara kadar düştüğünde Türkiye’nin enerjide bağımlılığını azaltıcı adımlar atmayan iktidar, fiyatların yeniden yükselmesiyle 2017’de halkın sırtına 34 milyar liralık ek enerji ithalatı yükü bindirdi. 69 dolara kadar çıkan petrolün varil fiyatı cepleri daha da yakacak.

Enerjide dışa bağımlı olan Türkiye’nin enerji maliyetleri katlanarak artıyor. Dolarda ve petrolde yaşanan yükselişlerin hız kesmeden sürmesi enerji ithalatına ödenen faturanın son 1 yılda 9 milyar dolar artmasına yol açtı. Hükümet ise oluşan faturayı yurttaşlara yansıtmakta buldu. Elektriğe yüzde 8,9 zam yapılırken, yeni zamlar gelmesinden da endişe ediliyor.
Ukrayna krizi nefes aldırmıştı
2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesiyle birlikte Brent petrolün varil fiyatı 100 dolarlı seviyelerden başladığı düşüşünü Ocak 2016’da 27 dolara kadar sürdürmüş, Türkiye’nin enerji ithalatı da Ocak 2016’da aylık 2 milyar 246 milyon 125 bin dolara kadar düşmüştü. Enerji maliyetinde yaşanan düşüşe rağmen hükümet bu dönemde enerjide bağımlılığı azaltacak projeler geliştiremedi. Bu tarihten itibarense petrol fiyatlarında yükselişin başlaması, enerjideki faturanın istikrarlı bir şekilde kabarmasına yol açtı.

Fırsat değerlendirilemedi
2017 yılına girildiğinde Brent petrolün varil fiyatı 57 dolara kadar yükselince Ocak 2017’de enerji ithalatı bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 42,4 artışla 3.2 milyar dolara kadar yükseldi. Brent petrolde yükselişin günümüze kadar devam etmesi, faturayı daha da kabarttı. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından en son açıklanan Kasım 2017 verilerine göre enerji ithalatı kasım ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 46 artarak bu kez de 3.5 milyar dolara tırmandı. Ocak-Kasım 2017 arasındaki toplam enerji ithalatı ise bir önceki yıla göre 9 milyar dolar yükselerek 24.3 milyar dolardan 33,3 milyar dolara çıktı. Bununla birlikte dün itibariyle Brent petrolün varil fiyatının 69 dolara kadar yükselmesi enerji ithalatında faturanın daha da yükselmesine yol açacak. Yapılan araştırmalara göre petrol fiyatlarında yaşanan her 10 dolarlık artış Türkiye’nin ithalatını yıllık 5 milyar dolar daha yükseltiyor.

Halkın elektrik faturası 100 lirayı aşacak
Enerji ithalatında yaşanan sert yükselişin en büyük faturası halka kesilmiş durumda. Son 1 yılda benzinin litresi yüzde 8, motorinin litresi yüzde 15’i bulan oranlarda zamlandı. En son yapılan açıklamada ise halkın kullandığı elektriğe yüzde 8,9 oranında zam yapıldığı bildirildi. Elektrik Mühendisleri Odası’na göre yapılan zamla dört kişilik bir ailenin ortalama elektrik faturası 100 lirayı aşıyor. Yapılan zamda “dağıtım bedeli” payını yüzde 34,9’dan yüzde 36,1’e çıkarılması da zammın elektrik dağıtım şirketlerini ‘kurtarmaya’ yönelik olduğu iddialarını kuvvetlendirmişti. CHP Kocaeli Milletvekili Tahsin Tarhan, birçok elektrik dağıtım şirketinin borç batağında olduğunun konuşulduğunu Meclis’te verdiği soru önergesinde ifade etmişti.

Kuraklık yeni zam getirir mi?
Yüzde 12’ye kadar ulaşan enflasyon halkın alım gücünü eritirken, iğneden ipliğe yapılan tüm zamlara elektrik zammının da eklenmesi halkın ayakta kalmasını iyice zorlaştırıyor. Bununla birlikte elektrikte yeni zamlar geleceği endişesi de güç kazanmış durumda. Türkiye Ziraat Odaları Birliği tarafından yapılan açıklamada 2016-2017 tarım yılının son 44 yılın en kurak yılı olduğu bilgisi verilerek barajların hızla boşaldığı uyarısı yapıldı. İstanbul’daki barajların doluluk oranı yüzde 65’e gerilerken, bu oran Ankara’da yüzde 20’ye kadar düştü. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı verilerine göre Türkiye’nin ürettiği toplam elektriğin 24,7’si barajlardan elde edilirken, Habertürk’te yer alan habere göre bu oran 2017’de yüzde 19,8’e kadar düştü. Buna karşın 2017 yılında elektrik tüketimi önceki yıla göre yüzde 5,1 artarak 289 teravatsaate çıktı.
***
Yabancılar-yandaşlar ihaleleri paylaştı
Türkiye’nin enerjide dışa bağımlı yapısını gerekçe gösteren iktidar, yangından mal kaçırırcasına ‘yerli enerji üretimi’ için yaptığı tüm ihaleleri yandaşlar ve yabancılar arasında paylaştırdı:

»Bin megavatlık Rüzgar Enerjisi Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları (YEKA) Siemens (Alman) -Türkerler- Kalyon Enerji konsorsiyumuna verildi.

»Konya Karapınar’da kurulacak bin megavatlık güneş enerjisi santral ihalesi Kalyoncu- Hanwha Grubuna (Güney Kore) verildi.

»Akkuyu Nükleer Santralı Rus enerji şirketi Rosatom’a satıldı. Rus şirket de hisselerinin yüzde 49’unu Cengiz Holding, Kolin ve Kalyon İnşaat şirketlerinin oluşturduğu konsonsiyuma sattı.

»Suudi Arabistan Mısır ortaklığı olan Al Aboud Holding, Burdur‘daki güneş santralını satın aldı.

»Türkiye‘nin en büyük yakıt doposuna sahip olan Petrol Ofisi şirketi 1 milyar 368 milyon avroya Hollandalı Vitol Group‘a satıldı.

Semih Güven / BİRGÜN

10 Ocak 2018 Çarşamba

Hani canavardı? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Batı medyasının taktığı adla “Küçük şişman felaket”, aslında Donald Trump’ı da, politikayı bildiğini sanan batılı politikacıları da cebinden çıkaracak kadar usta biri olduğunu gösterdi. 
ABD savaş gemileri burnunun dibine kadar her geldiğinde nükleer füze test ederek gücünü gösteren, komşularını kendisine karşı kışkırtanlara da pabuç bırakmayan Kuzey Kore lideri Kim Jong- un’un, ülkesi saldırı altındayken savunma konumundan vazgeçmeyeceğini, ama “dünyayı tehdit” ederken bile aslında barıştan yana olduğunu defalarca söylediğini duyan olmadı pek.

Kim Jong- un, Trumpseverlerin inanmamızı istediği gibi bir canavar değil. Tam tersine, başından beri barıştan yana bir lider. Babasının ölümünden sonra görevi devraldığında, 2013’de yaptığı konuşmada Güney Kore’ye “dostluk eli” uzattığını kaç kişi anımsar bugün. O gün yaptığı konuşmada genç lider, Güney Kore’ye “cepheleşmekten” vazgeçmesi çağrısında bulunmuş, önem verdiği tek konunun ülkesinin yaşam standardını yükseltmek olduğunu belirtmişti. Kore’nin bölünmüşlüğüne son vermenin yolunun zıtlaşmayı bırakmaktan geçtiğini de vurgulayan Kim’in en çarpıcı cümlesi bence şuydu: “Geçmişteki ilişkilere bakıldığında, aynı vatanın evlatları arasındaki cepheleşme, savaştan başka bir yere gitmedi”.

Trump’ın son zamanlarda gittikçe saldırganlaşan tavırlarından Kuzey Kore de payını aldı, malum. ABD’nin maço Başkanı, aslında ticari rakibi olarak gördüğü Çin’e de dolaylı olarak bulaşmanın bir aracı haline getirdiği Kuzey Kore’ye çullanırken iki Kore’nin yer aldığı bölgeyi bir gerginlik coğrafyasına çevirdi. Kendi halkını Kim’in nükleer silahları ile korkutarak ülkesinin yıllar önce özellikle Reagan ile “askerileştirilmiş dış politikası”nı 
sürdürmeye kararlı olduğunu gösterdi.

Bölgesel savaşlardan medet uman, yerel aktörleri bu savaşlarda ABD çıkarları için kullanmayı seçen Trump, sorunlu bölgelerde “düşman kardeş” kabul edilen toplumları birbirine düşürmek için mevcut sorunları krize dönüştürecek her fırsatı kullandı. İsrail-Filistin sorununu derinleştiren Kudüs kararı, iki Kore arasındaki sorunları iyice arttıran Kuzey Kore’ye yönelik kışkırtıcı tutumları son örnekleridir bu politikasının.
Kuzey Kore lideri Kim Jong- un’un böylesi provokativ bir ortamda bile, savunma politikasından (yani 2017’de 20’den fazla füze denemesi yapmaktan) asla vazgeçmeden , hem de doğrudan ABD’ye görüşme çağrısı yaptığını gerçekten anımsıyor muyuz? Çok zaman geçmedi oysa, Aralık ayında Kim, yaptığı nükleer testleri dünyaya “tehdit” gibi gösteren ABD Başkanı Donald Trump’a bir çağrı yapmış, “güvenlik garantisi” konusunda ABD ile “doğrudan” görüşme talebinde bulunmuştu.

Bu şu demekti açıkça, “nükleer denemelerimi ABD tehdidi yüzünden yapıyorum. ABD bana saldırmayacağı garantisi verirse ben de denemeleri durdururum. Bunu konuşmaya hazırım” demekti. Kim Jong-un’un bu önerisine Rusya Dışişleri Bakanı Servgey Lavrov da destek vermis, Rusya olarak arabuluculuk yapabileceklerini söylemişti. ABD Başkanı Trump’ın buna yanıtı tabii ki olumsuz olmuştu.

Batı basının “deli”, “küçük roket adam”, “deli şişman” diye sıfatlar taktığı Kim Jong- un, krizin Trump’la çözülemeyeceğini, aksine sorunun kendisinin ABD olduğunu bilecek kadar akıllı bir lider. Ülkesi ABD karşıtlığının deneyim kazandırdığı bir diplomasiye sahip. Ondan yararlandığı da kesin. O nedenle son hamlesi Trump’ı çok şaşırtmış olmalı. Trump’ı devreden çıkarıp Güney’le muhatap olması akıllıca bir tavır oldu. Neredeyse herkesin her an bir savaş çıkmasını beklediği bir anda Güney Kore’ye yine “barış eli” uzatan, “diyalog çağrısı” yapan Kim Jong- un oldu. Kuzey Kore’nin lideri yeni yıl mesajında Güney Kore’ye diyalog teklif edince, Güney Kore de kabul etti. İki ülkenin yetkilileri dün sınır köyü Panmunjom’da bir araya gelerek müzakerelere başladılar. Kuzey Kore’li sporcular Güney Kore’nin Pyeongchang kentinde 9 Şubat’ta başlayacak Kış Olimpiyat Oyunları’na katılacaklar. İki ülke arasındaki telefon hattı da yeniden açıldı. Askeri görüşmeler de yakında başlayacak.

Diyalog çağrısı, barış önerisi hep “canavar Kim’den” geliyor farkındaysanız.

Korkulacaksa Trump’dan korkulsun.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Üniversite yerli ve milli olsun, peki ekonomi? - FATİH YAŞLI

Üniversite, doğası gereği “yerli” ve “milli” olamaz, sağın olanca hamasetiyle “yerli ve milli değerler” adını verdiği değerlerle de uzaktan yakından ilişki kuramaz; çünkü bilim evrenseldir ve eleştirel aklın yerli ya da milli olmak gibi bir derdi yoktur. Bilim üretmesi ve eleştirel aklı öğrencilerine aktarması gereken bir kurum olarak üniversitenin, yerlilik ya da millilik gibi dertleri varsa ona üniversite değil, en fazla meslek edindirme kursu falan diyebiliriz.

Üniversite yerli ve milli olamaz ama her gittikleri ülkeden et ya da zeytinyağı ithal etmeye kalkanların bilmesi gereken bir şey vardır ki, ekonomi, üretim, tarım, hayvancılık yerli ve milli olabilir. Sağcılığın hamasi nutuklarının yerli ve milliliği değil elbette kastımız, kendi ayakları üzerinde duran ulusal bir pazardan ve bir üretim ekonomisinden söz ediyoruz.
Dün yaklaşık dört yıldır devam eden Soma Katliamı davasının duruşması vardı. Soma’da 301 kişinin yaşamını yitirdiği o büyük katliam, öncesiyle ve sonrasıyla sağ hamasetin bu ülkeyi nasıl bir uçuruma götürdüğünü, varoluş zeminimizi nasıl ayaklarımızın altından çektiğini bütün çıplaklığıyla gösteriyor.

Soma, yakın tarihe kadar bir tarım ve esas olarak bir tütün kentiydi. Termik santralın varlığı nedeniyle kent halkı madenciliğe yabancı değildi ama madende genelde dışarıdan gelenler çalışır, yöre halkı ise tarımcılıkla uğraşmaya devam ederdi. Ancak işler 2000’li yıllardan itibaren değişmeye başladı. Tarımda izlenen ve ne milli ne de yerli olan neo-liberal politikalar tütünü ve tarımı bitme noktasına getirdi, tarımdan elde edilen gelirin giderek düşmesiyle birlikte halk kaçınılmaz olarak madenlerde çalışmaya yöneldi.
Katliama giden yolda tarımdaki neo-liberal politikalar kadar madenlerin işletilmesinde uygulanan ve yine neo-liberalizmden beslenen özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamaları etkili oldu. Madenler hızlı bir şekilde özel sektöre devredildi, ancak mesele tek başına bu değildi, mesele şirketlere “sınırsız kömür alım garantisi” verilmesiydi. Bunun patronların kâr hırsını nasıl kamçılayacağı belliydi, işçiler güvencesiz koşullarda ve uzun çalışma saatleriyle madenlere yollandılar, ne kadar çok kömür çıkarılırsa o kadar iyiydi, çünkü müşteri hazırdı, devlet hepsini satın alıyordu.


Peki bu kömürler ne yapılıyordu? 
“Sadaka devleti” uygulamaları kapsamında, yardımlar aracılığıyla kemik seçmen kitlesi haline getirilmiş yoksullara dağıtılıyordu; yani yoksul maden işçilerinin canları pahasına çıkartılan kömür, patronlara kamu kaynaklarını pervasızca aktararak satın alınıyor ve sonra da oya tahvil olsun diye başka yoksullara dağıtılıyordu, mekanizma böyle kurulmuştu.
Dahası, kendisine kamu kaynakları aktarılan firmalar bir yandan aldıkları ihalelerin komisyonlarını farklı kanallar aracılığıyla bir yerlere aktarırken, öte yandan işçileri iktidar partisinin mitinglerine, toplantılarına katılmaya zorluyor, seçimlerde iktidar partisine oy vermeleri konusunda baskı yapıyorlardı.

Peki madende hiç mi denetim, hiç mi kontrol yapılmamıştı? 
Elbette ki yapılmıştı, herkes yaklaşmakta olan felaketin farkındaydı ama denetim raporlarının üzeri örtüldü, felaket görmezden gelindi, çünkü para konuşuyordu, çünkü patronlar semiriyordu, çünkü yoksullara oy adına kömür dağıtımına devam edilmesi gerekiyordu.

Tüm bunların neticesi, yerli ve milli 301 insanımızın göz göre göre ölüme gitmesi oldu, Soma’da bir iş kazası yaşanmadı, Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamı yaşandı. Sermayenin, uluslararası tekellerin, yabancı şirketlerin, IMF’nin talepleri doğrultusunda bitirilen tarım, neo-liberalizmin doğasına uygun bir şekilde yürütülen taşeron ve güvencesiz çalışma, iktidar ve kâr hırsı bir araya geldi ve 301 insanın canını aldı.
Yerli ve milli hamasetinin bugün geldiği yer neresi peki? 
Sırbistan ve Fransa’dan et ithalatı, Tunus’tan zeytinyağı ithalatı, kuru fasulye, nohut ve barbunya ithalatındaki gümrük vergisinin sıfırlanması, yani bunların ülkeye girişinin kolaylaştırılması, saman ithalatı, tütün tekellerinin çıkarları adına sarma tütüne getirilen vergi…

Türkiye, giderek betondan başka bir şey üretmeyen, üretim ekonomisinden hızla uzaklaşan, milyarlarca dolar dış borcu olduğu, katma değere dayalı bir sanayi kuramadığı, gelir dağılımı ve vergilendirmede muazzam bir adaletsizliği devam ettirdiği yetmiyormuş gibi, tarımsal olarak da bağımlı hale gelen bir ülkeye dönüşüyor. Bu esnada güvencesiz çalıştırmaya bağlı olarak işçi ölümleri devam ediyor, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin hazırladığı rapora göre 2017 yılında en az 2006 işçi çalışırken yaşamını yitirdi, yani en az 2006 iş cinayeti işlendi.

Tarımın, hayvancılığın, insanlarımızın ölümünün üzerine, milliyetçiliğin ve dinciliğin hamaset örtüsü örtülmek isteniyor, yerlilik ve milliliği buralarda değil üniversitede arayanlar ülkeyi bir meçhule doğru sürüklüyor. 

Ya o örtüyü kaldıracağız ya da meçhule yolculuğumuz hep beraber devam edecek.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Açık konuşmak gerekirse üniversiteyi bilmiyor - TAYFUN ATAY

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Boğaziçi Üniversiteliler Derneği’nin toplantısında, “Açık konuşmayı severim” diyerek bu üniversitenin kendi gönlünden geçen konuma ulaşamadığını şöyle belirtmiş: 
Bu üniversitemiz açıkçası biraz zayıf kalmıştır. Bu ülke ve milletin değerlerine yaslanamadığı için küresel bir marka haline gelme çabalarında hedeflerine tam manasıyla ulaşamamıştır. Çok seslilikle, kendi ülkesine ve milletine yabancılık arasındaki çizgi doğru çizilmeden bunu başaramayız. Batı ülkelerindeki üniversiteler çok sesli değil mi? Bunlardan hangisinin kendi devletine, kendi halkının değerlerine karşı faaliyet yürüttüğünü gördünüz?” 

Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerine onun üslubunca “Açık konuşmayı severim” diye başlayan geri bildirimlerde bulunmaya kalkmanın tek sakıncası, ifadelerin hangi birinden başlama yolunda yaşayacağınız zorluk ve kararsızlık olabilir. 

Sondan başlamayı deneyelim! 
Bugün Erdoğan’ın lideri, daha doğrusu sahibi olduğu iktidar makinesi AKP içinde görevli kimileriyle de yolumun kesiştiği, lisans-üstü eğitim yaptığım Londra’daki okulun kantininde bir sohbet esnasında; 
Londra Üniversitesi’nin meşhur “LSE”sinde (“London School of Economics and Political Science”) ders veren (2010 yılında kaybettiğimiz) İrlanda asıllı FredHalliday için, aramızdan birinin sarf ettiği şu söz hiç hatırımdan çıkmaz: 
Yahu, adam tam bir İngiliz düşmanı, ha!..” 
Halliday, dünyada siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler denince de, LSE denince de, ama en önemlisi “İngiltere” denince de akla gelen ilk isimlerden biriydi o sıralar.
 
Geçelim Amerika’ya... 
Dünyanın en saygın üniversitelerinden Columbia’da İngiliz Tarihi ve Karşılaştırmalı Edebiyat profesörü olup “Oryantalizm” üzerine yazdıklarıyla çığır açmış Filistin asıllı Arap-Hristiyan, (2003’te kaybettiğimiz) Edward Said, tarihe Lübnan’dan İsrail sınır koruma birliklerine simgesel taş atma eylemi gerçekleştirirken çekilmiş fotoğrafıyla geçti. 
Yahudi lobisi, yaşadığı ülkenin yüksek milli değerlerine ve uluslararası çıkarlarına aykırı ve de “terör destekçisi” bu davranışı nedeniyle Said’in defterini dürdürmek için yapmadığını bırakmadı üniversiteye... 
Ama üniversite, adeta “Said, Columbia’dır” dercesine püskürttü bu girişimleri. 

Fransa’da (1984’te kaybettiğimiz) Michel Foucault, Collège de France’ta “Düşünce Sistemleri Tarihi” kürsüsünde dersler verirken 1970’lerin sonunda İran İslam Devrimi’ni savunan, Humeyni’yi anlamaya çağıran makaleler yazdı. Onu tabii ki çok kınayan oldu ülkesinde de, Batı’da da, ama ne Fransa’da, ne de Amerika’da ders/konferans verdiği üniversiteler onu dışladı. 

Bu saydığım örnekler çoğaltılabilir ve bu insanların hiçbiri, çalıştıkları üniversitelerin bulunduğu ülkelere ihanet eden insanlar değildi. 
Onlar, bilim ve düşünce insanıydı. 
Elbette üniversiteler sütten çıkmış ak kaşık değil. 
Hele Türkiye’de hiç değil; ne bugün, ne de dün, hiçbir zaman olmadı. 
Ben yaklaşık 40 yıldır üniversitenin içindeyim ve bunun 6 yılı da Londra’da, o yukarıda zikrettiğim LSE’ye hemen hemen komşu konumdaki SOAS’ta (“School of Oriental and African Studies”) geçti. Bu okulda “ülkenin milli menfaatleri”, “İngiliz halkının değerleri” şeklinde genellenebilecek bir tavır ve motivasyona rastlamadım hiç. 
Aksine, milli-manevi değerlerin de, milliyetçiliğin de, yabancı düşmanlığı, ırk ayrımcılığı, İslamofobinin de lime lime edildiği bir yerdi SOAS... 

Erdoğan’ın, dini iyi bilen bir arka plâna sahip olduğunu (birtakım eleştirilere muhatap olma pahasına) hep söyleyegeldim. Onu, Erbakan’dan özellikle tarikat-cemaat çevreleri nezdinde farklılaştıranın bu olduğunun altını çizdim. 
Evet, Cumhurbaşkanı, ulemadan değilse de teolojiye hâkim diyebiliriz. 

Ama Cumhurbaşkanı sosyoloji bilmiyor. 

Cumhurbaşkanı, üniversite nedir, ne değildir, bunu da bilmiyor. Üniversite, “vatan-millet-sakarya” müessesesi değildir. 
Üniversite biat-itaat değil merak; inanç değil kuşku; duygu değil sorgu diyarıdır. Üniversite, bir ülkede “milli-manevi değerler” retoriği etrafındaki 
“etnosantrik”(bizmerkezci) duyarlılıklara en fazla mesafeli olunması icap eden kurumdur. 
Üniversite yerli değil, milli de değil, ama evrensel bilgi, düşünce, eleştiri “site”sidir... 
“Şeyh uçmasa da mürit uçurur” sözünü bilen bilir. 

Bu, bir karizmatik şahsiyete körü körüne bağlı kitlelerin ona nasıl olağanüstülükler, olmadık meziyetler yüklediğini anlatan bir deyiştir. 
Fakat böylesi liderlik pozisyonunda olan bazı “mahir” şahsiyetler, o sözün çekimine karşı temkinli ve ihtiyatlıdır. 
Çünkü onun büyüsüne kapılmanın en büyük tehlikeyi kendilerine doğuracağını bilirler. 
Cumhurbaşkanı, üniversite konusunda uçtukça uçuyor. 
Kendisine bağlı, büyük bir kitlenin “uçurması” doğrultusunda uçuyor. 
Çevresinde ona üniversite konusunda makulü arz edecek birileri yok mu, var. Ama susuyorlar. 
Herhalde azımsanmayacak yüzdedeki “bağlılar” kitlesinin (“müritlerin”“lider”i uçurması, onları da savrulma riski, kaygısı, korkusuna ittiği için susuyorlar. 
Kraldan çok kralcılık, içinde bulundukları iklimde geçerli olduğundan susuyorlar. 
Biz ise her daim olduğu gibi “üniversite” bahsinde de bütün hışmı üstümüze çekme pahasına yine diyoruz ki... 

Kral çıplak!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bölücülük - ÖZGÜR MUMCU

Devlet Bahçeli, kimseyi şaşırtmayan hamlesini yaptı ve başkanlık seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’a destek vereceğini ilan etti. Bununla da yetinmedi, 2024 senesine kadar sayın Erdoğan ne yaparsa hepsine onay vereceğini de açıkladı. Böylelikle erimekte olan partisini AKP gemisine yedekledi. 

Cumhurbaşkanı, bir önceki cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve çevresini kaybederken, Bahçeli ve çevresini kazandı. Aslında referandumdaki kamplaşma değişmiş değil. 
Bütün otoriter rejimler, milletin gerçek temsilcilerinin kendileri olduğunu ileri sürer. Bu anlayış, kendilerine oy vermeyen kesimleri milletten dışlamaya, gayrı milli saymaya kadar gider. AKP’nin ve özellikle Sayın Erdoğan’ın giderek sertleşen ifadeleri de toplumu bölerek yönetme taktiğinin devam edeceğini göstermekte.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünkü şu açıklamaları, bu kamplaşma taktiğinin en belirgin yanlarına işaret etti: 
“Bugün Tayyip Erdoğan ve AK Parti’ye yönelik saldırıların hedefi biz değil Türkiye’dir. Tabii, Türkiye’yi de sadece Türkiye olarak görmek yanlıştır. Türkiye demek Avrupa’nın ortalarından Afrika’nın derinliklerine kadar koskoca bir coğrafyada yaşayan yüzlerce milyon kardeşimizin göğsünde çarpan kalbi, tüm umutları demektir.” 

Buna göre Erdoğan ve AKP, Türkiye demek. Hatta Türkiye de değil bütün İslam dünyası demek. Haliyle kendisine ve partisine yapılan her türlü muhalefet de Türkiye ve İslam âlemine karşı bir saldırı olarak değerlendirilecek. 

Kendini bütün bir devletin ve dünyanın Müslüman nüfusunun yerine koymak, kabul edilmelidir ki çok sağlıklı bir yaklaşım değildir. Böyle bir ruh halinin memleketin geleceği açısından ne derece sakıncalı olduğunu da herhalde söylemeye gerek yoktur. 
Fakat sayın cumhurbaşkanı dünkü konuşmasında ilerisi için daha da kaygı verici şeyler söylemeyi başardı: 
“2019 seçiminin yerli ve milli olanlarla ipi başka mahfillerin elinde olanlarla geçeceği açıktır.” 

Böylelikle kendisine oy vermeyecek vatandaşları şimdiden ipi başka mahfillerin elinde gayrı milli unsurlar olarak damgaladı. Bu da milletin yaklaşık yarısının millet kavramından dışlanması anlamına geliyor. 

Bunun bir adım ötesi kendine oy verenleri vatansever, kendine oy vermeyenleri “vatan haini” ilan etmektir. Kaldı ki dünkü açıklamalar o adımın çok da ötede olmadığının altını şüpheye yer vermeyecek şekilde çizmiştir. 

Otoriter rejimler, doğaları gereği kapsayıcı olamaz. Bölüp yönetmek zorundalar. Bu bölücü yaklaşım bugün Devlet Bahçeli’nin de tam desteğini almaktadır. 

Oysa millet Erdoğan’dan da, AKP’den de, MHP’den de büyüktür. Üç büyük şehri kaybetmiş, gençlerden oy alamayan, ancak OHAL şartlarında ve YSK zelzeleleriyle yüzde 50’yi zar zor geçen bir siyasi gücün, milleti bölme çabasının varacağı tek yer devleti sarsmaktır. 

Kendini devlet zannedenler için bu son tahlilde iyi bir taktik olmasa gerek.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Sürdürülebilir yoksulluk - ÇİĞDEM TOKER

Dünkü Resmi Gazete’de “muhtaçlar” ile ilgili bir Bakanlar Kurulu kararnamesi yayımlandı. Muhtaç ailelere ısınma amaçlı kömür yardımı öngören bu düzenleme 81 ilde milyonlarca eve, 500’er kg kömürün bedelsiz dağıtımını sağlayacak. 
Türkiye’yi 16 yıldır AKP yönetiyor. 
“Muhtaçlık” bu uzun zamanda bitmek bir yana çoğalırken iktidarın değişmemesinin izahı tek: AKP için yoksulluğun bitirilmesi değil sürdürülebilir ve yönetilebilir olması önemli. Bu tercih, iktidar aygıtlarına, bürokrasi ilişkilerine ve mevzuatın kullanılma ve uygulanma biçimlerine baktığımızda apaçık görünüyor. 
Böyle olmasa 2000’li yılların başında vergi rekortmeni listesinde üst sıralarda yer alan bir kamu kurumu olan Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) her yıl artan görev zararlarıyla boğuşmak zorunda kalmazdı. 
Böyle olmasa TKİ ve TTK’nin görev zararları büyürken, onların kiracısı konumundaki özel kömür şirketleri (ki, çoğu da işçileri önlem almadan yerin altına indiriyor) devlet eliyle, yoksullara bedava dağıtılacak kömür satın alınarak zenginleştirilmezdi. 
Eğer muhtaçlara kömür dağıtımı, yoksulluğu yönetmek değil de sosyal politika aracı olsaydı, partili müteahhitlere bütçe kaynaklarından yarışmasız, kuralsız ihale vermek üzere sistem kurulmazdı. 
(Dünkü yazım üzerine gelen bir okur mesajında, 10 bin nüfuslu ilçesinde ki genç müteahhidin Passat’a bindiği yazıyordu.)

***

Muhtaçlara kömür dağıtımı, muhtaçlara kömür dağıtımından fazlasını ifade ediyor. 
Yukarıdan aşağıya doğru lütfeden el, ülke geneline yayıldıkça, verme işi devamlılık kazanınca minnet ve şükür ilişkisi de sürekli kılınmış oluyor. 
(Bakanlar Kurulu kararname ekindeki illerin, hangi ayda kömür alacağını resmeden ayrıntılı çizelgedeki itinaya göz atmanızı öneririm.) 
Varsın Türkiye Taşkömürü ve Türkiye Kömür İşletmeleri milyarlarca lira görev zararı yazsın.
***

Muhtaç ailelere kömür dağıtımı, AKP’nin icat ettiği bir uygulama değil. Tarihi Özal dönemine uzanıyor. AKP, bu uygulamayı “işledi.” Görev zararlarına aldırmayarak sürekli kılarken, kamu işletmelerinden çıkıp partili müteahhitleri içine alacak biçimde genişletti. 

2005 yılından bu yana, parasız dağıtılan kömür, TKİ’nin kendi işlettiği sahalara ek olarak, bağlı ortaklık ve iştiraklerini rödovans yoluyla kiralayan şirketlerden de satın alınıyor. Bu kömürlerin bedeli görev zararı yazılıyor. Görev zararları da bütçeden ödeniyor. 
Resmi verilerle bitirelim: Sayıştay’ın Kamu İşletmeleri Genel Raporu’na göre, 2012 yılında 1.5 milyar TL olan görev zararı ve sübvansiyonlar, 2016’da 3.3 milyar TL’ye yükseldi. 
Hazine’den KİT’lere ödenen görev zararının 1.3 milyar TL’si TKİ, 426 milyon TL’si Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’na (TCDD) ödendi. (TCDD muhtaç ailelere dağıtılacak kömürün ulaştırılmasından sorumlu.) 
Hazine bu ödemeleri kamu işletmelerine tam ve zamanında yapamıyor. Bu da kamu işletmelerinin finansman dengesini bozarak, kredi kullanmak zorunda bırakıyor. 
Kamu işletmelerinin zarara girmesinin ise iktidar açısından önemli olmadığı ortada. 
Önemli olan, muhtaçlara yardım adıyla uygulandığı halde sadakaya dönüşmüş minnet ilişkisinin sürdürülebilir olması. 
Minnet ilişkisinin sürdürülebilirliği de partili müteahhitlere, kolaylaştırılmış yollarla aktarılan kaynakların “akıllıca” (!) kullanımından geçiyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET