20 Ocak 2018 Cumartesi

CHP’nin kafası karışık - ALİ SİRMEN

CHP’nin 36. olağan kurultayı 3-4 Şubat’ta toplanacak. CHP’nin ana muhalefet konumu ve önümüzdeki seçimlerde potansiyel oy oranını da aşması olası etkisi dolayısıyla kurultaya kadar geçecek sürede dikkatler büyük ölçüde Cumhuriyetin kurucusu parti üzerinde yoğunlaşacak. Daha eski İstabul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal’ın CHP Genel Başkanlığı’na adaylığını açıklamasından önce de Canan Kaftancıoğlu’nun İstanbul İl Başkanlığı’na seçilmesiyle, CHP tartışma gündeminin ön sıralarına oturmuştu. 

Ardından Kocasakal’ın adaylığını açıklaması, hemen sonrasında, artık gedikli genel başkanlık adayı haline gelmiş olan Muharrem İnce’nin yarışta var olduğunu pek yakında deklare edeceği söylentisi CHP’de “kim” tartışmasının yeniden alevlenmesine neden oldu. 

Zaten CHP’de, klasik “ne yapmalı” sorusu yerini, yıllar var ki, yanlış olan “kim yapar” sorusuna bırakmıştır. 

Oysa çağdaş partilerde, hele hele sosyal demokratlarda kurultaylar, “ne yapmalı” arayışına, iyi hazırlanmış, tabandan iyi örgütlenerek gelmiş yanıt arama, program forumlarına dönüşmüşlerdir. 

Demokratik yapının gereği de, kişi arayışından çok, çare arayışını önceleyen davranışı kaçınılmaz kılar.
***

İlk bakışta şaşırtıcıda görünse de, CHP’de liderlerin yerlerinin tartışmasız olduğu tek parti dönemlerindeki kurultaylar bu nitelikte, yeni arayış forumları idiler.
Öyle olması da doğaldır. Ne yapacağınıza karar vermeden, onu kiminle yapacağınızı araştırmak, arabayı atın önüne koymak olmuyor mu? 

Ne yapacağını bilmeyen bir kuruluş, bilmediğini kiminle yapacağına kitlenip kalırsa, nasıl sağlıklı bir gelişmenin hem ürünü hem de motoru olabilir ki?
 
Lafı fazla uzatmaya gerek yok. CHP’nin 36. kurultayının en önemli aşaması şimdilik, Kemal Kılıçdaroğlu’nun favori göründüğü genel başkanlık seçimi değildir. 
Çünkü bugün artık yüzde 25’i bile bulmayan bir bantta sıkışmış bulunan CHP’nin temel sorunu kimin genel başkan olacağı değildir? 

Zira parti, geniş kitleleri harekete geçirecek, sorunu kaynağında, tabandan tartışarak ortak akılla çözüm üretecek, demokratik tartışmayı kısır klik çekişmelerinin üstüne çıkaracak dayanışmacı, yeni yaratıcı, çözümleri yarışmacı yöntemle yaşama geçirecek, parti içinde etkinliğin liyakat esasına dayanmasını sağlayacak mekanizmaları geliştirecek bir yapıya ulaştıramaz ise, kim genel başkan olursa olsun sonuç değişmeyecektir. 

Nitekim öyle de olmuştur.
Öyle olması da, ikisi de, yürekli, nitelikli, donanımlı ve birikimli olan son iki Genel Başkan Deniz Bey ile Kemal Bey’in kişiliklerinden değil, partinin yapısal bozukluklarından kaynaklanmaktadır.

Önce neşteri buraya vurmak gerek. 

Şu anda, tarihin kendisine yüklemeye hazırlandığı misyonu sırtlanmaya hazırlanması gereken CHP fevkalade bir kafa karışıklığı içindedir. 

Benzeri bir durum, yalnızca liderinin aklıyla yetinen ve ortak akla gereksinim duymayan AKP için o kadar önemli olmayabilir. Ama demokratik ortak örgütsel akla ihtiyaç duyan CHP için öyle değil.
***

Mustafa Kemal’in Türkiye’deki bütün izlerinin kökünden silinmesi yolunda karşıtlarının büyük ilerlemeler elde etmelerini eli böğründe, umarsızca izlemek konumunda olanların başlattıkları, “Mustafa Kemal’in askerleri miyiz, yoksa yoldaşları mı” kısır tartışması bu kafa karışıklığının son zamanlardaki çarpıcı tezahürlerinin yalnızca biridir. 

Artık yalnızca bu kafa karışıklığını aşmak da yetmiyor, yeniden bir yapılamanın yaşama geçirilmesi de gerekiyor. 

CHP, ancak böyle bir yeniden yapılanmayı yaşama geçirebilirse, tarihin kendisine 21. yüzyılda yüklemeye hazırlandığı misyonu yerine getirebilir ve 36. kurultay ancak bu konuda “ne yapmalı” sorusuna yanıt verebilirse başarılı olur.

Ne var ki, bu kurultayın gündeminde böyle bir soru yok!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

İşadamı insan oldu - MUSTAFA K. ERDEMOL

Değerli dostum, meslektaşım Zafer Arapkirli’nin Sputnik Radyo’da sunduğu sabah programı Seyr-i Sabah’ın telefon konuğuydum dün. BBC deneyimli başarılı bir gazeteci olan Zafer, geniş bir dinleyiciye seslenen programında TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’ın “Liberal demokrasi, hukuk devleti ve piyasa ekonomisinin tüm dünyaya barış ve refah getireceği beklentisinin boş çıktığını itiraf etmek durumundayız” sözleri üzerine ne düşündüğümü sordu.

On dakika boyunca bu konuda sohbet ettik. Hem orada söylediklerimi hem de sonradan aklıma gelenleri aktarayım istiyorum. Öncelikle Zafer’e şunu söylemeyi unuttum; iş adamlarının, büyük kapitalist kurumların yöneticilerinin genel olarak kapitalizmi, özel olarak da “liberal ekonomi”yi eleştirmeleri dünya ölçüsünde bir trende dönüştü neredeyse.

Vatikan gibi büyük bir (kara) para imparatorluğunun başında oturan Papa Francis bile uzun zamandır kapitalizmin ne kadar kötü olduğunu dile getirip duruyor. 2008 Mortgage Krizi baş gösterdiğinde liberal ekonominin büyük savunucusu dönemin ABD Başkanı George W. Bush, o kadar “özelleştirmeci” olduğu halde bazı banka/banker kurum ya da kuruluşlarını kurtarmak için “devletleştirme” yoluna gitmişti. Kapitalizmin büyük teorisyenleri, “sol” kabul edilen iktisatçı Keynes’in fikirlerinin doğru olabileceğini dile getirmişlerdi, bir yandan da kapitalizmi eleştirerek. “Marks geri dönüyor” diyenlere de rastlamıştık.

İş dünyası kim ne derse desin sevimli bir etki bırakmıyor geniş kitleler üzerinde. Bu nedenle sanki kendilerine yönelik eleştirileri daha fazla dile getirmek zorunda kalıyorlar. Büyük ABD’li tröst John D. Rockefeller  sevilmediğini iyi bilen bir para babasıydı. Bu algının düzeltilmesi için çok çaba harcadığından, bu amaçla ünlü Chicago Üniversitesi’ni kurduğundan söz ederler.

Dinamiti bulan Alfred Nobel’in de trafik kazasında yaşamını kaybeden kardeşi kendisi sanıldığı için “ölümünden” sonra gazetelerde kendisinden hiç de hoş olmayan ifadelerle söz edildiğini okuyunca Nobel Ödülleri’ni hayata geçirip adını aklamaya çalıştığı bilinir. Anlaşılır çabalar bunlar elbette.

Özilhan’ın görüşleri tüm TÜSİAD’ı ne kadar bağlar bilemem ama Özilhan bence trendi geriden takip ediyor belli ki. Onun, kendilerinin de uygulanmasından sorumlu olduğu mevcut sistemden yakınmış oluşu belki de “olumsuz algıyı” düzeltecek bir halkla ilişkiler çalışmasıdır, kim bilir?

Çünkü “nasıl bilirdiniz?” diye sorsalar iyi bilmezdik diyecek olanlardanım ben de. Bizde, burjuva sınıfı devlet eliyle oluşturulmaya çalışıldı, malum. Burjuva oldu mu bilinmez ama bir “yukarı sınıf” oluştu elbette. Bu “yukarı sınıf” güçlendiğinde (bizim memlekette) devletten bağımsız hareket edecek kadar güçlendi. TÜSİAD bu sürecin sonunda kurulmuş bir sermaye “örgütü”dür.

Ne kılıklarla çıktı karşımıza. “Sivil toplum” kuruluşu gibi davrandığı da oldu. Meşhur TÜSİAD raporları bu iddiasının ürünleridir. “Demokrasi” güzellemeleri yapılan raporlardır bunların çoğu. Birinin adını hiç unutmam; “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri”Ecevit hükümetini devirme amaçlı gazete ilanları verdiği dönemlerde de herhalde herkesten çok “demokrasi” yanlısıydı TÜSİAD. 
Ne güzel.
Temiz toplum düşkünü olduğu için TÜSİAD, İtalya’da liberal ekonominin kirlettiği toplumun suç makineleriyle mücadele eden, mücadelesine de “temiz eller operasyonu” adını veren İtalyan Savcı Di Pietro’yu ülkemize de davet etmişti.

TÜSİAD, emek karşısında, üzerinde etkili olduğu hükümetlerin yardımıyla “zafer” kazanmış sermaye kesiminin örgütüdür. Kazanmakla kalmamış, emeğin elde ettiği tüm kazanımları birer birer elinden almıştır. Yani şimdi Özilhan’ın iyice palazlanmalarına, kar üstüne kar yapmalarına yol açan “liberal ekonomi” politikasını eleştirmesi pek ilginç gerçekten. Bence bu başarılı bir halkla ilişkiler çalışması. 
Bakalım tutar mı? 
Gerçi sosyal medyada “aferin TÜSİAD’a” diyen “solcular” da çıkmadı değil, tutar mı tutar bakarsınız.


Zafer’e söylediklerim, söylemeyi unuttuklarım özetle bunlar. Ama TÜSİAD çok çok önemli bir iş yaptı tabii. Açılımı Türk Sanayici ve İşadamları Derneği olan adını Türk Sanayici ve iş İnsanları Derneği olarak değiştirdi.
“İşadamı insan oldu, ne mutlu” diyecektim.
Unuttum bak Zafer’e söylemeyi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

OHAL derken… Sıkıyönetim şaşırtıcı olmaz - ERK ACARER

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, kaybedebileceğini ilk kez 2013’ün Mayıs sonunda anladı. Kuzey Afrika ‘ziyaretinden’ dönüp, gece yarısı 01:40 sıralarında İstanbul Atatürk Havalimanı’na indi. Gezi Direnişi zirve noktasındaydı, Türkiye’de milyonlar sokaktaydı. AKP teşkilatı SMS ile ‘toplanma’ çağrısı yaptı. Erdoğan; 00:03’te düzenlenen mitingde sözlerine; “İstanbul’un kardeşi Saraybosna, Bakü, Bağdat, Şam, Gazze, Mekke ve Medine’yi selamlıyorum” diye başladı. Ülke nüfusu arasında ilk kez bir ayrım koydu. ‘Millet’ ve ‘halk’ tanımı ortaya çıktı. Altı çizilen bu cümleler gibi ‘ümmetçilik’ vurgusu da kitlenin attığı “Yol ver geçelim, Taksim’i ezelim” sloganı da tesadüf değildi. Sık sık seçim sandığı ifadelerini kullanıyordu. Fakat tam tersi olarak artık kafasında başka yöntemlerin de olduğu anlaşılıyordu.


                •••

17-25 Aralık operasyonu başka bir perdeyi açmıştı. Erdoğan’ın kaybetme korkusu, ‘kaybedersem ne olur’ sorusunun yarattığı endişe ile birleşti. Bu, kimya bozan birleşim ülkeyi de tahribat alanına dönüştürdü. Tahribatın izleri, Erdoğan’ın 2. defa kaybettiği anda derinleşti. 7 Haziran - 1 Kasım arası, "Amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu" kanlı bir Makyavelizm aşamasıydı. 20 Temmuz 2015’te Suruç Katliamı yaşandı. 2 gün sonra Urfa Ceylanpınar’da, 2 polisin evinde öldürülmesiyle barış görüşmeleri bitirildi. IŞİD katliamı, 24 Temmuz’da Kandil’in bombalanmasına, Alevi mahallelerinde polis baskınlarına, Kürt bölgelerinde yıkıma evildi. ‘IŞİD’den bu noktaya nasıl varıldığı’ konusundaki soru işaretleri, şok dalgalarına takıldı. Ne sorular, ne cevapları toplumun geneline ulaşabildi. Şok halkası 10 Ekim 2015’te tamamlandı.103 kişinin katledildiği korkunç sahne bir anda kesilerek Erdoğan’ın balkon konuşmasına açıldı. Gerçekte ortada ne adil bir seçim ne de sık sık vurgusu yapılan sandık vardı.
                                                                  •••

Şüphesiz 15 Temmuz 2016, Türkiye için yeni bir kırılma noktasıydı. ‘Allah’ın lütfu darbe’ toplumsal korkuyu yeniden zirveye çıkarırken, AKP ve Erdoğan’a da ortaya çıkan dinamikten bir kez daha yararlanma şansı verdi. Darbeden 5 gün sonra ilan edilen Olağanüstü Hal’in (OHAL) üzerinden 18 ay geçti. 6. kez uzatılan OHAL’de, 1194 maddelik, 30 Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarıldı. KHK’ler, yasama organını devre dışı bırakarak, Erdoğan ve ona bağlı hükümetin ülkeyi keyfi olarak yönetmesine imkan verdi. Meclis feshedildi. OHAL, ulusal güvenlik gerekçesi ile uzatılıyor. Oysa KHK’lerin pek çoğu OHAL’in ilan edilme amaçlarıyla ilgili değil. Türkiye’nin imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 15. Maddesi’nde “Tahmin ve varsayıma göre OHAL uygulanmaz, uygulanması için tehlikenin mevcut ya da çok yakında gerçekleşmiş olması gerekir” tanımlaması var. Oysa OHAL ilan edilmeden bile tehlike bertaraf edilmişti.
                                                                    •••

Darbeyle sınırlı kalmayan KHK’ler çok geniş bir alana ulaştı. Temel hak ve özgürlükler ihlal edildi. İşkence geri döndü. Vekiller, gazeteciler, avukatlar, tutuklandı, belediyelere kayyum atandı, medya organları kapatıldı. Özel şirket ve kapısına kilit vurulan derneklerin mallarına el konuldu. Yine OHAL’de kadınlara yönelik şiddet artarken, KHK’ler bölgede, sürgün, mülksüzleştirme ve yıkıma yol açtı. Kamu çalışanları, üniversite hocaları bir gecede işlerinden atılıp, aileleri ile açlığa mahkum edildi. KHK’ler kapsamında darbe ile tamamen alakasız uygulamalar da ortaya çıktı. Sözgelimi usulsüz çevre düzenlemeleri ile kamu varlıkları ranta açıldı. “Bunların güvenlikle ilgisi ne?” sorusunu tekrar etmek ve halka ulaştırmak önemlidir.

Mutfakta ısıtılan savaş ya da çatışmayı Türkiye tezgâhında OHAL’le süsleyen iktidar, bu tuhaf mönüyü dayatmakta sonuna kadar ısrarcı olacak. Masadaki ahengin bozulmaması için, düşmana, savaşa ve sürdürülebilir hukuksuz bir düzene ihtiyaç var. Siyaset bilimci Carl Schmitt’in ‘Siyasal İlahiyat’ kitabının ilk satırları;
“Egemen olağanüstü hale karar verendir’ sözleriyle başlayıp, “Kanun aslında egemenin ağzından çıkan sözlerdir” ifadeleri ile sürer.
                                                                       •••

Afrin, somutu anlatabilen bir turnusol olabilir. ÖSO çeteleri ile yığınak yapılıyor. Kendisi açısından artık bir seçim kaybetme şansı olmayan Erdoğan, sınırı aşan bir savaşı, soluklanma fırsatı olarak değerlendiriyor. Milliyetçi-İslamcı seçmeni konsolide etmek, kutuplaşma üzerinden bir kez daha yol açmak ve ‘güvenlik’ vurgusuyla mevcut koşulları daha ileri bir boyuta taşıyarak sürdürebilmek istiyor. Ancak bu, ülkenin nefes borusunu tamamen kesecek bir soluklanma! Haritaya bakmak bile riskleri anlamak açısından yeterli. Kürt bölgesi Afrin, yanıbaşında Nusra militanlarının olduğu İdlib. Her iki bölge de yarısı Alevi olan Hatay’la komşu. Suriye’deki cihatçların ve ailelerinin nüfusunun yüzde doksanını oluşturduğu adeta bir Sünni kemeri oluşturulan Reyhanlı ise tam çizgide.

                                                                         •••

OHAL’in işlevini, bir sıkıyönetimle tamamlamasının bile mümkün olduğu bir aşamadayız. Durum, ‘yenilen pehlivan savaşa da OHAL’e de doymaz’ sınırının çok ötesinde. Daha sıkıntılısı Türkiye’nin göz göre göre büyük bir beka sorununa doğru savrulmakta olduğu. Az ötedeki kıvılcımların, bir ülkeyi nasıl yangın yerine çevirebileceği gerçeğini ‘Kobani düştü düşüyor’ sözlerinin ardından gördük.
                                                                         •••

Darbenin ardından generallerin serbestçe dolaşırken, emir-komuta zincirindeki askeri öğrencilerin ağırlaştırılmış müebbetle yargılandıklarını da duymamışlardır. Ya da ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ sözleriyle; savaşların kanla gözyaşından başka bir şeye hizmet etmediğini anlayamamışlardır.

Erk Acarer / BİRGÜN

Sembolik köpekler ısırırsa... - UĞUR KUTAY

Herkes Buddy adlı şirin köpeğin peşinden koşuyor: Sahibi Steve (Bruce Willis) için, her sabah kız kardeşi Kate ve yeğeni Taylor’a bıraktığı Buddy ‘aile’ demek. Köpek Kate ve kızı Taylor için de önemli, çünkü dağılmış bir ailenin kusursuz tamamlayıcısı gibi görünüyor. Bu durumda Buddy’nin Latin kökenli bir çete tarafından çalınması aileye yönelik en büyük tehdit olacaktır tabii…

Ana karakter Steve’in hem Buddy’yi hem de zamanında satmak zorunda kaldıkları aile evini geri almak için uğraştığı Once Upon a Time in Venice (2017) adlı bu matrak dedektif hikayesinde bir tek doğru düzgün aile yok; aile yanılsaması yaratmak için hep birlikte aynı evde yaşayan Latin çete üyeleri, seks bağımlısı kız kardeşlerini eve geri götürmek için uğraşan Hawaili abiler, karısı tarafından terk edilince depresyona giren sörfçü Dave gibi bir ailesizler topluluğunun ortasında Buddy, ailenin ve daha derinde ‘beyaz Amerika’nın simgesi olarak hikayenin merkezine oturuyor -filmdeki suçlu karakterlerin tamamını Latinler, siyahlar, Ruslar vd. oluşturuyor. Benzer bir durum John Wick (2014) isimli abartılı derecede saçma aksiyon filminde de vardı: İşten elini eteğini çekmiş eski katil John Wick, Rus mafyası karısından kalan tek yadigar olan yavru köpeği öldürünce yeminini bozup ortalığı kan gölüne çeviriyordu -Amerika’yı Ruslardan temizliyordu.

Tarih boyunca sadakat ve yuva bekçiliğinin sembolü olan köpek, ‘Amerikan rüyası’yla biçimlenmiş ve o rüyayı yeniden biçimlendiren Hollywood sayesinde artık ideolojik bir formül bileşenine indirgenmiş durumda: Banliyöde bahçeli ve garajlı bir ev, en az iki araba, en az bir köpek… TV köpeği Lassie’den koca Saint Bernard Beethoven’a, Polis köpeği K-911’den Garfield gibi bir köpek düşmanı bir tembeli bile harekete geçiren Odie’ye kadar irili ufaklı yüzlerce örnekte diğer evcil hayvanların asla sahip olamayacağı bir sembol gücüne tanıklık ederiz; köpek aileyi oluşturur, biçimlendirir, bir arada tutar.
Bu durum Hollywood’la sınırlı değil tabii; mesela ‘köpek’ denince akla ilk gelen filmlerden Amores Perros’taki işlevsiz aile hikayesi Cofi adlı köpeğin etrafında örülmüştür. Son iki filmini sürgünde çeken Tarkovsky’nin Stalker (1979), Nostalgia(1983) ve Kurban’ında (1986) melankolik karakterlerin aile ve yurt özleminin en önemli sembolik göstereni rüyalarla gerçek dünya arasında gidip gelen köpeklerdir.  

Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün’ünde (1998) kanserden ölmek üzere olan Alexander’ın köpeği aynı zamanda ailesidir. Az ömrü kaldığını bilen Alexander köpeği emanet bırakacak bir yer bulamaz bir türlü, kızı bile kabul etmez Alexander’ın anılarında sürekli ziyaret ettiği deniz kıyısındaki evi müteahhite satan damat Nikos filmde köpek sevmeyen tek kişidir zaten. Bir yandan da Selanik sokaklarına düşmüş küçük bir Arnavut çocuğu kurtarmak için uğraşan Alexander sonunda köpeği hizmetçisi Ourania’ya, tam da kadın oğlunu evlendirirken emanet eder. Böylece köpek yeni bir ailenin kuruluşunun mührü olur.

Köpekler iyidir, sokak ya da ev köpeği olmaları önemli değil, sembolik köpekler bile iyi olabilir. Ama gördüğünüz gibi bu köpek öyküleri arasında dehşetli bir fark var: Avrupa hikayelerinde köpek savaşlarla çalkalanan Avrupa tarihinin, dağılan yuvaların nostaljisini taşıyan hüzünlü bir yoldaş iken son yılların Hollywood örneklerinde, Reagan-Bush-Clinton-Bush-Obama-Trump çizgisine epey uygun biçimde, gerekirse kurşunlar ve bombalarla ulaşılması gereken Amerikan değerlerine denk düşüyor.

Once Upon a Time in Venice Türkiye’de gösterime girmeyecek sanırım, ama biz zaten 70 yıldır bu köpek hikayelerinin içindeyiz. 2. Savaş’tan beri ABD dünyanın bir kısmını arka bahçesi, geri kalanını da o bahçedeki köpek kulübesi gibi görüyor, malum. Bizimki gibi en makbul hayvanın ‘koyun’ olduğu ülkelerle ilişkisi ise ‘güdülecek sürü’nün ötesine geçmiyor. Böylece, ve son günlerde yaşanan gelişmelerin de ışığında, deli çobanlarla en az onlar kadar deli köpeklerinin sürüleri doğruca mezbahaya götürdüğü bir başka anlam düzeyiyle karşılaşıyoruz.

Sonuç olarak, Amerika’nın peşinden koştuğu köpek şirin Buddy değil. Köpek var, köpek var; cehennem bekçisi Kerberos da bir köpek sonuçta…

Uğur Kutay / BİRGÜN

19 Ocak 2018 Cuma

2017’de büyüme göstergeleri - KORKUT BORATAV

2017’de Türkiye ekonomisinin seyrini tek cümleyle özetleyebiliyoruz: Büyüme hızı yükselmiş; dış kırılganlıklar artmıştır.
Dış kırılganlıkları ileride tartışırız. Bugün büyüme göstergeleri üzerinde duralım.

Ocak-Eylül 2017 Büyüme Bulguları
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2017’nin ilk dokuz ayında millî gelirin yüzde 7,4 oranında arttığını tahmin etti. Ocak-Eylül 2016’nın büyüme hızı ise yüzde 2,8 olarak belirlenmişti.    
TÜİK’in 2016’da başlattığı yeni millî gelir (GSYH) hesaplarının sorunlarını defalarca tartıştım. Özellikle 2009 sonrasıyla ilgili ciddi eleştirileri burada tekrarlamayı gereksiz buluyorum. Şimdilik geçmişi bir kenara bırakalım; sadece 2016-2017 millî gelir verilerini değerlendirelim.
Meslektaşımız Zafer Yükseler bu konuda 25 Aralık 2017 tarihli titiz bir inceleme yapmış: 2017 GSYH Büyümesinin Analizi: Yüksek Büyüme Niçin Hissedilmedi?
Yükseler, yazısında TÜİK’in 2017 millî gelir bulgularını, büyüme ile bağlantılı diğer  istatistiklerle karşılaştırıyor; veriler arasında tutarlılık / tutarsızlık değerlendirmesi yapıyor. Ben de birkaç eklentiyle  onun tespitlerini kullanacağım.

Üretim, İstihdam, Millî Gelir: Tutarsızlıklar mı?
TÜİK’in Ocak-Eylül 2017 milli gelir verilerini, aynı döneme ait üretim, kapasite kullanımı ve istihdam istatistikleriyle karşılaştırdığımızda bazı sorunlarla karşılaşıyoruz.
Aşağıdaki tablo bu karşılaştırmanın nicel çerçevesini veriyor.

Ocak-Eylül 2017’de imalat sanayii istihdamı 12 ay öncesine göre sadece binde 9 oranında artmış; sektör anketleri ise üretim değerinde yüzde 5,9’luk büyüme belirlemiştir. Emek veriminde (üretim / istihdam oranlarında) önemli bir artış gözlenmiş oluyor. Bu durumu, belki de, sanayinin kapasite kullanım oranında bir puanlık (%77 → %78) genişleme ile açıklayabiliriz.

Ne var ki, bulguyu millî gelire taşırsak, tutarsızlık söz konusudur: İmalat sanayiinde yüzde 5,9’luk üretim artışı GSYH istatistiklerinde aynı sektöre yüzde 9,3’lük bir büyüme olarak yansımıştır?  İstihdam → üretim → millî gelir verileri arasındaki bu kopukluk nasıl açıklanabilir.

Benzer bir uyumsuzluk, son verilerde “büyümenin motoru” olarak karşımıza çıkan inşaat sektörü için de söz konusudur. Burada üretim anketlerine başvuramıyoruz; zira TÜİK 2016’dan sonra inşaat sektöründe  bu anketlere (nedense) son verdi.

İnşaat istihdamı ile millî gelir arasındaki ilişkiye bakalım. TÜİK verilerine göre Ocak-Eylül  2017’de inşaat istihdamı (bir önceki yıla göre) yüzde 4,3 oranında genişlemiştir. Bu  artış, GSYH’da inşaat sektörü katma değerine yüzde 10,2’lik artış olarak yansıyor. Kapasite kullanım oranı kolaylıkla tanımlanamayan, yıldan yıla teknolojisi fazla değişmeyen bu sektörde istihdam → milli gelir hareketleri (%4,3 → %10,2) arasında genişleyen makas nasıl açıklanabilir? 2016’da bu bağlantı (%5,3 → %6,2) çok daha yakındı. 12 ay sonra bu sektörün ortalama  emek veriminde bu boyutta bir sıçrama olası mıdır?

İstihdam → millî gelir bağlantılarında Türkiye ekonomisi için benzer bir kopukluk geçerli midir? Ocak-Eylül 2017 döneminde toplam istihdam sadece yüzde 2,8 artmıştır. Millî gelir büyüme tahmininin yüzde 7,4 olduğuna yukarıda değindim. Aynı bağlantıya 2016 için bakalım; istihdam → millî gelir hareketlerinin  çok daha yakın tempoda (%2,5 → %2,8) seyrettiğini gözlüyoruz.
2017’nin ilk dokuz ayında  Türkiye ekonomisinin tümünde emek veriminin olağan-dışı bir tempoda  (%2,8 → %7,4) yükseldiği ortaya çıkıyor.

Nasıl açıklayabiliriz? 

Ekonominin tümünü çarpıcı boyutta etkileyen teknolojik bir sıçrama mı? Ekonominin yapısında yüksek verimli sektörler lehine gerçekleşen büyük boyutlu bir dönüşüm mü? Tam aksine, emek verimi en düşük sektör olan tarım 2016’da küçülmüş; 2017’de reel olarak büyümektedir. Verim artışları nerededir? Niçin gözleyemiyoruz?

2016 ve 2017 Büyüme Göstergeleri: Bir önceki döneme göre % değişim

(*) Ocak-Kasım 2017

Dış Ticaretin “Tuhaf” Katkısı
Zafer Yükseler harcamalar yoluyla hesaplanan Ocak-Eylül 2017 millî gelirine bakıyor ve dış ticaretin  büyüme oranını beklenmedik doğrultuda etkilediğini belirliyor.

Biz de ödemeler dengesi verilerinden hareket edelim: 2017’nin ilk dokuz ayında dolarla hesaplanan dış ticaret açığı yüzde 25 oranında artmıştır. (Mal ve hizmet  ihracatı ile ithalatı arasındaki farktan söz ediyorum.) Cari fiyatlarla hesaplanan millî gelir verilerinde de paralel bir durum vardır: Dokuz ayda ithalat artış oranı (%39), ihracatın (%36) ilerisinde seyretmiştir.

Bu tespitlerin, millî geliri aşağı çekmesi beklenir. Ne var ki, büyüme hızı sabit (2016’ya ait) fiyatlarla hesaplandığında durum tersine dönüyor: Dış ticaret Ocak-Eylül büyüme hızını yukarı çeken bir etken oluyor; milli gelirde hesaplanan yüzde 7,4’lük artışın, 1,5 puanı (beşte biri) dış ticaretten kaynaklanıyor.

Bu “paradoks”, aslında olumsuz bir olgunun yansımasıdır: 2017’nin ilk dokuz ayında ihraç ürünlerinin ortalama fiyatları ithal fiyatlarının gerisinde seyretmiştir. İktisat diliyle dış ticaret hadleri bozulmuştur.  Milli gelirin sabit fiyatlarla (“hacim endeksli”) hesaplanması, “2016’nın ihracat ve ithalat fiyatları değişmeden, olduğu devam etseydi 2017’de GSYH ne olurdu” sorusunu yanıtlamaktadır.

Yanıtı aktardım: “Fiyatlar aynen devam etseydi, dış ticaret ekonomiye 1,5 puanlık bir  büyüme katkısı getirecekti. Ocak-Eylül 2017 büyüme hızı da bu eklentiyle hesaplanmış; yüzde 5,9’luk büyüme %7,4’e çıkarılmıştır.”

Ne var ki, fiyatlar aynen devam etmemiş; tam aksine bozulmuştur. Büyüme, “…miş gibi” hesaplanırsa, (Yükseler’in ifadesiyle) en azından “hissedilmeyen” bir büyüme olur. Dış ticarette fiyatlar bozulduğu için “sabit fiyatlarla artmış görülen” millî gelir olgusunu, iktisatçılar, dış ticaret nedeniyle yoksullaştırıcı büyüme diye adlandırırlar.

Dahası da var: TÜİK, Ocak-Eylül cari fiyatlı millî gelir hesaplarını sabit (“hacim endeksli”) büyüklüğe dönüştürürken dış ticaret hadlerinin yüzde 9,1 oranında bozulduğunu belirlemiş. (2016=100 alınırsa, dokuz ayda  ihracat fiyat endeksi 120,4’e ithalat 132,4’e çıkmış.) Bu hesabı, yine TÜİK’in “Aylık Dış Ticaret Hadleri” istatistikleriyle karşılaştıralım: Ocak-Eylül 2017’de  dış ticaret hadlerinde bozulma vardır; ama  sadece %6 oranında…

TÜİK, dış ticaret hadleri istatistiklerinde bizzat belirlediği ve yayımladığı gerileme oranını GSYH hesabında kullanmıyor; bu hesaplamaya (nedense) daha yüksek oranlı bir fiyat bozulması taşıyor: %6 → %9,1…  Bu “katkı” sayesinde büyüme hızını daha da yukarı çekilmiş oluyor.

Ekim-Kasım’da Büyüme  Göstergeleri
Tablonun son sütununda  TÜİK’in Ekim ve Kasım üretim ve istihdam verileri kullanılıyor. Bunlarla bağlantılı büyüme göstergeleri, böylece, 2017’nin son aylarına doğru taşınmış oluyor.
Dört gösterge de büyüme hızının yükselmekte olduğunu gösteriyor.
İmalat sanayii üretiminde Ocak-Eylül / Ocak-Kasım arasında büyüme temposu hızlanmıştır: %5,9 → %6,4… Sektörün on aylık (Ekim dahil) istihdam verileri de ılımlı bir artış gösteriyor: %0,6 → %0,9…
İnşaat sektörüne göz atalım. Ocak-Ekim’de istihdam artışı, dokuz aylık ortalamayı biraz aşmıştır: %4,3 → %4,5. Ne var ki, yükselen tempo dahi, ekonominin ve inşaat sektörünün göreli olarak durgunlaştığı 2016 istihdam artış oranının (%5,3’ün) gerisindedir.
(Geçmiş eleştiriler göstermiştir ki, TÜİK’in yeni GSYH hesaplarının güvenilirliğini zedeleyen ana etken, “idarî kayıtlar”dan türetilen inşaat sektörü katma değer kalemidir.)
2017’nin ilk dokuz ve on ayı arasında Türkiye ekonomisinde istihdam artış oranı yükselmiştir: %2,8 → %3,0… 
Ancak, istihdamdaki artış işsizlik oranını düşürememektedir: 2016 ve 2017’nin Ocak-Ekim dönemlerinin işsizlik oranı ortalamalarına bakınız:  %10,8 → %11,3…
İşsizlik niçin düşmüyor? 
İki neden var. Bir kere, Türkiye’de işgücü arzı artış oranı (%3,5), çalışma yaşında yer alan nüfus artış oranını (%1,7’yi) aştığı için… Bu durumun ardında, aslında, olumlu bir gelişme var: Son dört yılda işgücüne katılma (işgücü arz) oranı yüzde 55’ten yüzde 58’e yükselmiştir. Bu gelişme, büyük ölçüde kadınlarımızın çalışma hayatına yönelme eğiliminden kaynaklanmıştır.

İşsizliği sürdüren ikinci neden, büyüme temposunun yetersizliğidir. İşgücü piyasalarına taşan kalabalık emek rezervlerini tümüyle çalıştırmak ve geçmişten gelen işsizliği azaltmak, ancak yüksek büyüme hızlarıyla sağlanabilir.

2017’nin ilk dokuz ayı için TÜİK’in tahmin ettiği yüzde 7,4’lük büyüme hızı gerçek olsaydı, bu olguyu istihdam artışında da gözlemez miydik? Bu tempoda büyüyen bir ekonominin işsizlik oranını da aşağı çekmesi beklenmez miydi?

Ayrıca, bu tempodaki bir büyüme oranının üretim endekslerinde de gözlenmesi gerekmez miydi?

Bu sorularda kastettiğim “abartılı büyüme tahmini” olgusunu, Zafer Yükseler (herhalde nezaketen) “yüksek büyüme niçin hissedilmedi?” sorusundan hareket ederek ortaya koyuyor.

Anlaşılmaktadır ki hükümetin kredi genişlemesi, teşvikler ve kamu harcamalarıyla gerçekleştirdiği iç talep artışları 2017’de büyüme hızını yukarı çekmiştir.

Ancak, diğer nicel göstergelerle karşılaştırıldığında, TÜİK’in “idari kayıtlardan türettiği” büyüme tahminlerinin abartılı olduğu da açıkça ortaya çıkıyor.

Korkut Boratav / SOL

Yağmaya doymayanlar - AYDEMİR GÜLER

Çılgın sıfatı delinin şirinleştirilmiş halidir. Bizdeki macerası olmasaydı deli bile şirin gelebilirdi.
Galiba önce Çılgın Türkler icat olundu. Türkiye’nin dokularının parçalanmasına giden bir süreçte milletin uyutulmasından başka işe yaramadı bu çılgınlık. Yurttaş olmaktan çıkıp tebaaya dönüşeceksiniz, emekçi hakkı sadakaya, sosyal devlet dini bütün ve cebi şişkin Müslümana teslim; toplum birbirinden nefret eden alt kimliklere dağılacak, mücadelenin yerine bir yalakalık kültürü geçecek ve bu arada geçmişle övünen bir milliyetçilik hepsini örtecek.

Sonra Çılgın Proje çağına girdik. Türklüğün delirmiş hali yobaz diktatörlüğünü cesaretlendirmişti. Normal görünme devrini kapattılar. Geçmişte neler neler yapmış olmakla övünenlerin eline, yobazlık kâh Şam’da namaz hayalini tutuşturdu, kâh namaz yeri Ayasofyalar oldu. Bitmedi, Trakya’yı boydan boya kesmenin hastalıklı düşü kuruldu… Elde kalan, her yere her biçimde beton ve asfalt dökmektir. Türkiye’yi yöneten akıl beton ve asfalttandı artık.

Çılgınlığın yağmacı hali şirin olmuyor. Betona ve asfalta insan kanı karışıyor oluk oluk. Üstünde yol alanlar veya içinde yaşayanlar ise insanlıktan çıkıyor.
Durum budur ve yağmacılığın son fantezilerinden birini Hürriyet’teki köşesinde akla zarar şeyler yazmasına şaşırmadığımız Ertuğrul Özkök sergilemiştir. 
Bu bir yarış.
Yağma yarışı! 
Özkök Çanakkale kentinin karşısındaki toprakların üstüne “Cumhuriyet’in ilk megapol şehrinin” kurulmasını önerdi. 
Sebep?
Ben söyleyeyim; inşaatçılar İstanbul’un Anadolu yakasında yaptıkları konutların ancak beşte birini satabilince göç mevsimi gelip çatmış olabilir. Avcı toplayıcı kavimler misali, çevreyi kurutup, geride enkaz bırakıp başka vadilere, ormanlara saldırır sermaye sınıfı.
Hukuksuzluk, keyfilik yarışı! 
Adam Çanakkale’nin karşısı diyor. O bölgenin delik deşik edilen statüsü milli parktır. Neden öyledir? Çünkü orada tarih ve doğa yatar. Dolayısıyla Türkiye toplumu bu değerini koruma altına almayı denemiştir. Cumhuriyet henüz varken!


Cehalet yarışı! 
“Megapol şehir” lafının kendisinden başlayarak üstelik. Pol eki ile şehir sözcüğünün aynı anlama geldiğini bilmemek ayıp değil. Ama bunu bilmeden “benim görüşüm şu” diye yazmak ayıptan öte.
Uydurma yarışı! 
İstanbul-Megapol arasına “dünyanın en hızlı treni” yapılmalıymış. Sebep? Dünyanın ikinci hızlı treni olsa, olmaz mıymış? 
İstanbul ile Çanakkale’yi birleştirecek bayağı hızlı bir yolun denizden geçtiğini görmek için allame olmak gerekmez. Ama Ertuğrul bey, insanların bir yerden diğerine hızlı ulaşabilmeleriyle ilgili olmayıp, karayolu manyaklığıyla yarışmaktadır. Yani akaryakıttan, yol yapımından, otomotivden elde edilen kârdır konusu. Mesele hız olsaydı, Çanakkale’de, açıldığından bu zamana kadar günde taş çatlasa iki-üç sefer yapılan, çoğunlukla da ışıkları kapalı, karanlık bir beton yığını olarak ovaya çökmüş bir havalimanı olduğunu unutmaktadır.

Çılgınız ya, projeyi sunalım ve yalakalık yarışı eksik kalmasın! Olmayan cumhuriyetin yüzüncü yılını İstanbul’dan bir megakente saatte kaç yüz kilometreyle giderek kutlamak istersiniz?

Doğrudur, Erdoğan’a çok yakışır Özkök projesi. Aslında Özkök projesi yağmacı sermaye sınıfının yobazlık ve cehaletle tarihsel uzlaşmasının simgelerinden biri sayılır.
Ama bir yarışmada bütün ödüllere birden göz dikmek niye? 
Bu ne arsızlık!
Çanakkale’nin adını beğenmemiş. “Troya” olmalıymış. Bu kez sebebi de var: Çanakkale adı uydurukmuş. Bana sorarsanız, iki yakadaki iki kaleyi ve özgün seramik merkezi kimliğini çağrıştırmaya pek uygundur derim. Ama kişisel kanaatler bir yana, “savaşa bile Gelibolu savaşı denir” diye yazmak nedir? 
Savaş Gelibolu yarımadasının burnunda olduysa, adına ne denecekti? Yerli halkın ise, o acı ve alçakça olayı en yakın en büyük yerleşim merkezinin adıyla anmasında ne sakınca olabilir? Ayrıca yabancı dillerde Gallipoli ve benzeri sözcükler kadar Dardanelle ve benzerleri de kullanılır ve bu ikinci sözcüğün Çanakkale-Troya arasındaki antik Dardanos uygarlığından türeyip Boğaza adını verdiği besbellidir. Eee…
Bu arada Troya veya Truva’nın Boğaz kenarındaki il merkezine mesafesi 30 kilometreden biraz fazla olmalıdır. Artık genişleyen kentin neredeyse merkezinde sayabileceğimiz eski uygarlıksa Abidos adını taşır. Eee…

Eee’si şu ki, Çanakkale isminden kimsenin şikâyeti yok. Ama Troya’nın reklamı kuvvetli.
Bu deli ve cahil fantezisinin, ülkenin yöneticilerinde ve zenginlerinde yankı bulması beklenir. Zaten Valiliğin önerisi üzerine Kültür Bakanlığının 2018’i “Troya yılı” ilan etmesi de rastlantı olamaz. Kaldı ki, tarihi yarımadanın giderek şiddetlenen yağmalanma süreci gelip bir köprüye daha dayandı bile. Yağmacı deliler çağında köprüler, ne kadar insanın üstünden geçeceğine değil, sahiplerine halkın cebinden kaç para garanti edildiğine göre anlam kazanıyor.

Fanteziye devam: Hollywood uydurması Troya filminin Brad Pitt’i bu işlerin reklam yüzü olacak mıymış?

Bana sorarsanız, Schliemann atlanmasın derim. Arkeolog geçinen Heinrich Schliemann Troya’nın bütün tarih katmanlarını birbirine karıştırma ve içinden çıkılmaz hale getirme pahasına antik kenti yağmalayan bir hazine avcısıydı. Priamos hazinesinin en nadide parçalarını karısına takıştırıp çektirdiği resim bilimin yüzkarası ve ahlaksızlık abidesidir. 

Özkök’ün dilediği megapol şehir yapılırsa tepesine Schliemann’ın dünyanın en büyük heykeli dikilmelidir. Kaidesine de hazine avcısının bir ara sarf ettiğine emin olduğum şu söz yazılmalıdır: “Benden sonra tufan.” Açılışında ne Erdoğan ne Aydın Doğan ne de Özkök gözyaşlarını tutamayacaklardır.

Bütün bunları ancak rüyalarında görürler ve o çok satan gazetelerinde yazarlar.

Aydemir Güler / SOL

Yoldaşlık dostluktur - GÖZDE BEDELOĞLU

Erkeklerin ezici bir çoğunlukla ve zihniyetle egemen olduğu Türkiye siyasetinde, İstanbul gibi ülkenin en büyük metropolünde bir kadın siyasetçinin ilk kez il başkanı seçilmesi üzerine konuşulması, tartışılması gereken çok şey vardı. Mesela, Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından biri olan kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasının; Fransa, İtalya, İsviçre gibi ülkelerden onlarca yıl önce yasalaştığı Türkiye’de, neden işlerin bugüne kadar umulduğu şekilde gitmediği gibi... 
Mesela bir kadının, Türkiye’nin en büyük ilinin başkanlığını yapabilmek için neden 84 yıl beklemek zorunda kaldığı gibi... 
Konuşulmadı.

                                                                   • • •

Konuşulmayan başka şeyler de oldu. İnşaat işçisi Sıtkı Aydın, meclis önünde, “geçinemiyorum” diye bağırarak kendini yaktı. Aydın, yüzü gözü yanık içinde, provokatör değil sadece işsiz olduğunu anlatmaya çalıştı. 
Türkiye, iktidara teğelli medyaya servis edilen ‘işsizlikte düşüş ve gelişen ekonomi’ haberlerini okurken, açlıktan kendini yakan inşaat işçisi sendika temsilcileriyle konuşmasın diye yattığı hastane polis kaynıyordu. Konuşulmayan daha başka şeyler de oldu. Beş yıl önce, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’dan, temin edemediği kanser ilaçları için yardım isteyen ancak bakanın eline para tutuşturmasına içerleyen Dilek Özçelik 14 Ocak’ta öldü. “Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız” diyerek parayı iade etmişti. 
Pirinç bir levhanın üzerine yazdırıp ülkenin kapısına asmak lazım gelen bu sözlerin ağırlığı pek az insanı nefessiz bıraktı, biliyorum.

                                                                     • • •

Biliyorum, çünkü son bir haftada konuşulmayan daha daha başka şeyler de oldu. İstanbul Küçükçekmece’de Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne beş ay içinde, 38’i 15 yaşından küçük, yaşı 18’in altında 115 çocuğun hamile olarak geldiği tespit edildi. Muhabir Dinçer Gökçe tarafından kamuoyuna duyurulan haberden öğrendik ki, bu korkunç tablo hastanede görev yapan sosyal hizmet uzmanı Ş.İ.N’nin şüphesi ve takibiyle ortaya çıkmış. Hastanede çalışan psikolog I.Ö ile birlikte tutanak tutup durumu kayıt altına alan Ş.İ.N, hastane yönetiminin tepkisiz kalması nedeniyle savcılığa başvurmuş. Savcılığın soruşturma talebi de valilik tarafında reddedilmiş. 
Çocuk istismarına göz yummak suç, ancak ceza istismarın peşine düşen Ş.İ.N’ye kesildi. Hakkında inceleme başlatıldı. İki kez sürüldü. “Türkiye’yi Sarsacak Utanç Listesi” hiçbir taşı yerinden oynatmadı.
                                                                    • • •

Bu hafta, ne 115 çocuğun tecavüze uğradığının ortaya çıkması, ne yoksulluğun isyanı, ne yoksunluğun utancı... Hiçbiri Canan Kaftancıoğlu’nun CHP İstanbul İl Başkanı seçilmesi kadar üst düzey bir muhatap bulamadı kendine. 
Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, sözcüsünden vekiline, teğelli gazetecisinden trolüne herkes CHP’nin derdine düştü. Yakışıyor muymuş hiç Atatürk’ün partisine! “HDP’ye gitsinmiş. Görevden alınsınmış! CHP bu kafayla giderse iktidar olamazmış. Çocuklara tecavüzün üzerinin örtülmeye çalışıldığı bir ülkede eklemlisi, teğellisi, partilisi CHP adına Canan’ın sıkıntısına düşmüş. 
Çünkü C.Kaftancıoğlu, sözleriyle ve eylemleriyle ötekileştirilen, yapboz parçalarına bölünerek etkisizleştirilmek istenen insanlara ulaşmaya çalışıyor, muhalefet kanadını genişletmeye çabalıyor ve böylece “Herkesin CHP’si” olma iddiasını inanılabilir kılıyor. İktidar ise, eriyen MHP ve hapisteki HDP dışındaki tek muhalefet partisinin yıllardır kendi sınırlarını kanaatle sahiplenişine devam etmesini istiyor, işi “herkesin CHP’si” ne doğru genişletmeye niyetli siyasetçileri karalayıp partinin statükocu kanadına kırdırmayı hedefliyor. 
Kaftancıoğlu’na ilk saldırının CHP içinden gelmiş olması da ne yazık ki bunun işe yaradığını gösteriyor. Memleketçe, her gün bizi ahlaken ve vicdanen daha da dibe çeken trajedilerle sınanıyoruz. İktidara karşı savunmacı bir pozisyondan çıkılabilir ve hem devletçi, hem sermayeci, hem de emekten yana olup “aman Ali Rıza Bey başımız ağrımasın”cılıktan vazgeçilebilirse, ne C.Kaftancıoğlu birilerine yem edilir, ne CHP başkasının gündemine mahkûm olur.

 
Aldırmayın küçümseyenlere! 
Yoldaşlık güzel olduğu kadar kapsayıcıdır. Aynı yolun omuz omuza yürüyen, yürürken çoğalan dostlarını anlatır.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN

Yağma Hasan’ın böreği - İLHAN CİHANER

Bir şeyden bedel ödemeden, hakkı olan olmayan herkesin hoyratça faydalanması anlamında “Yağma Hasan’ın böreği” deyimi kullanılıyor. 2. Dünya Savaşı’nda Karaköy’de börekçilik yapan Hasan’ın beğenmediği börekleri sokağa döktüğü, bu böreklerin kapışıldığı, deyimin buradan geldiği rivayet olunuyor. 
Kökeni ne olursa olsun bu deyim, ülkemizin tüm birikimlerine yapılan vahşi saldırıyı ne güzel anlatıyor.
Tüm ülke adeta yağma Hasan’ın böreği olmuş yağmalanıyor. 
Tekel’in, Türk Telekom’un, Turkcell’in, Atatürk Orman Çiftliği’nin, yaylaların, madenlerin, akarsuların, yeşil alanların nasıl yağmalandığını bilmeyen görmeyen yok. Arada yağmalayanlar/yağmalatanlar da gizleyemiyorlar. Değirmenin suyunun bittiğini, İstanbul’a ihanet ettiklerini açıklıyorlar, özür diliyorlar.

Üstelik bu yağmayı yalanın iktidarı ve düşmanlık üreten bir yerlilik ve millîlik edebiyatı üzerinden yapıyorlar. İstatistiklerle, hesaplama yöntemleriyle oynayarak, makro ekonomik verileri makyajlayarak yağmaya devam ediyorlar. Yaşananlar Ortaçağ’ın Haçlı ve Moğol yağması ile kıyaslanabilir ancak. Bir yapıp göz boyarken, beş götürüyorlar. “Postmodern çapul” süreci yaşıyoruz.

Ama daha büyük bir yağma süreci başladı; ahlaki ve siyasi değerlerimizi yağmalamaya başladı iktidar.

Solun, devrimcilerin, Cumhuriyet’in değerlerini yağmalamaya başladılar. Atatürk heykelleri için “Eliniz değmişken tüm heykellerini yıksaydınız keşke” diyenler, şimdi ağızlarından Atatürk’ü eksik etmez oldular. Cumhuriyet’i “paranteze” alanlar şimdi sıkı savunucusu oldular.

Emperyalizmin apaçık planı olan Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olup emperyalizmin sofrasından pay kapmaya çalışanlar   anti emperyalist   olduklarını iddia ediyorlar. Politik varlık sebepleri nerede ise ABD’nin çıkarlarını korumaktan ibaret olan, her fırsatta ABD ile stratejik ortak olduklarını gururla söyleyenler, Irak ve Suriye’yi ABD emperyalizmi ile yerle bir edenler, muhtemelen ABD çağırdığında koşacak olanlar anti emperyalizm sloganları atıyorlar.

Alabildiğine sermayenin hizmetkârı oldukları halde, hatta OHAL’i sermaye rahat sömürsün diye ilan ettiklerini itiraf ettikleri halde, emekçiden, emekten yana olduklarını söylüyorlar.

Hukuki birikimlerini de yağmaladılar bu ülkenin; kanunlar hiyerarşisi, hukuki güvenlik, suç ve cezaların kanuniliği, işkence ve kötü muamele yasağı hepsi üzerinden işgal ordusu geçmiş gibi.

Hatta artık yalanın iktidarında mantık kurallarını bile yağmaladılar!

Yağmalanan maddi değerler telafi edilebilir, tamir edilebilir. Ama siyasi/ahlaki değerlerimizin yağması bizleri eşit, özgür, adil ve barış içinde bir toplum mücadelesinde silahsız ve referanssız bırakır. Aynı kavramı yeri geldiğinde bizi dövmek için yeri geldiğinde yedeklemek için kullanırlar. İktidarın yaptığı/yapmak istediği de bu.
Yaparlar… İktidarlarını sürdürmek için ortak değer olması gereken ahlaki zemini bile yağmalayabilirler. İşte iktidarın kontrolündeki yurtlarda, kurslarda tacize-tecavüze uğrayan yüzlerce çocuk var ve şöyle yüksek sesli ahlaki bir eleştiri duymadık. Yaptıkları üstünü örtme, ailelere tehdit, ödül!

Referanssız ve değerlerini yağmalatmış bir siyasi hareketin iktidar tarafından nasıl mas edildiğini AKP – MHP “aynılaşma” sürecinde gördük. İktidarın yedeklediği her bağımsız unsuru ilk fırsatta nasıl çöpe attığı (Fethullahçılar, Yargıda Birlik’in sol/milliyetçi unsurları, liberaller vs.) gözetildiğinde daha korunaklı ve konforlu olabilir bu yöntem, ama artık ne kadar bağımsız bir siyasi hareketten/partiden söz edilebilir tartışmalı.
Bu değerlerimizin yağmalanmasının sorumlusu, iktidarın sınırsız şirretliği, tutarsızlığı, kamu gücünü kullanması gibi onda var olan özelliklerden daha çok, toplumsal muhalefetin “büyük gövdesinin” bize ait değerleri öngörüsüz kaygılarla yeterince sahiplenmemesindendir.

Eğer biz kendi değerlerimizi cesaretle savunmaz ve sahiplenmezsek, onları yağma Hasan’ın böreği gibi yağmalarlar. Yüzde biri ve iktidar elitlerini temsil eden sermayeye laf etmezsek, emperyalizm sözcüğünü ağzımıza almaktan ürkersek, laikliği unutursak, Atatürk’ü, devrimcileri, Denizleri telaffuz etmezsek hepsini bu yağmacılar hiçbir bedel ödemeden ele geçirir, bizi referanssız, pusulasız bırakır. (Bu değerleri kıskançlıkla savunmak başkadır, geniş kitlelere tercüme yöntemi başkadır.)

Yaşanan bu süreçtir. Bu şirretliğe ve saldırıya teslim olmayalım.

İLHAN CİHANER / BİRGÜN