22 Ocak 2018 Pazartesi

Vurmalı çalgılar orkestrası, Fusive ve Wallerstein - TAYFUN ATAY

Afrin’de başlayan ve Menbiç’e uzanacağı anlaşılan toplu/ tanklı/tüfekli, ateşli/barutlu/ kanlı “Zeytin Dalı” harekâtı, adından da anlaşılacağı üzere, 1974 Kıbrıs “Barış” harekâtından esinlenme ve anıştırmaları akla getiren vurgulamalarla yol alıyor. Harekât üzerine temkinli, stratejik, puslu ve “pusu”lu bir mutabakat paydası da var içeride ve dışarıda... 
Şöyle ki Türkiye Genelkurmay’ı, harekâtın uluslararası hukuktan doğan haklar ve BMGK kararları çerçevesinde düzenlendiğini vurgulamış. Cumhurbaşkanlığı, Türkiye’nin işgal niyeti olmadığını vurgulamış. Cumhurbaşkanı, Suriye’nin toprak bütünlüğüyle, bağımsız ve müreffeh geleceğiyle ilgili en küçük bir menfi düşünceleri olmadığını vurgulamış. Başbakan, harekâtın amacının Kürtleri de, Arapları da, masum insanları bölücü terör örgütünün zulmünden kurtarmak olduğunu vurgulamış. MHP Başkanı, operasyonun çok önemli, adının dahi anlamlı olduğunu ve Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi noktasındaki çabalara yol gösterici olacağını vurgulamış. Ana muhalefet partisi CHP’nin Başkanı, Türkiye’nin sınırlarında terör örgütünün konuşlanmasının hepimizin tepki göstereceği bir olay olduğunu vurgulamış. Pentagon, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını anladıklarını söyleyerek bütün tarafların gerilimi tırmandırmaktan kaçınmasını vurgulamış. Rusya ise ilgili tüm tarafları itidalli davranmaya davet ederek Afrin krizinin tırmanmasına Amerikan yönetiminin provokatif adımlarının yol açtığını vurgulamış. 
Bunlara bakınca beni de bir suskunluk kaplıyor. Bazen suskunluk, en doğru cevaptır hükmünde!.. 
Fakat iki önemli sosyal bilimcinin eserlerinden pasajlar da zihnimde bu suskunluğa derin bir ürpertiyle eşlik ediyor. 
Bunlardan biri, Fransız siyasal antropolog Pierre Clastres’in “Devlete KarşıToplum” kitabı... Clastres, Güney Amerika kabile toplumlarındaki gözlemleri temelinde bir yandan bu eşitlikçi toplumların devleti yaratacak “iktidar” olanağını bir lidere, “şef”lerine vermeme hassasiyetlerinin altını çizer. Öte yandan, bu toplumlarda sadece “eşitler arasında birinci” olan, ama bunun ötesine geçme arzusu gösteren hırslı şeflerin başına gelenleri aktarır. Bir şefin liderlik ve “yetke”sini sürekli kılabilmesinin savaştan başka yolu yoktur. Ama sürekli savaş halinde yaşamak istemeyen kabile üyeleri, yeri geldiğinde böyle savaşkan bir şefi yapayalnız bırakıp onu iktidar arzusuyla savaş meydanında tükenişe de terk edebilmektedirler. 
Clastres bunu Yanomamö kabilesi şefi Fusive’nin hayli dokunaklı öyküsü üzerinden örnekler: 
“Fusive düşman topluluklara karşı düzenlediği ve yönettiği başarılı akınlarla kazandığı saygınlık sayesinde kabilesi tarafından şefliğe getirilmişti. Kabilesinin isteğiyle girişilen savaşları yönetmiş, savaşçılık konusundaki teknik yeteneğini, cesaretini, dinamizmini kabilesinin hizmetine sunmuş, toplumunetkin bir hizmetkârı olduğunu göstermişti. Ama savaşçının talihi öylesine kötüdür ki, başarıların arkası gelmezse, savaşta kazandığı saygınlığı kısa sürede yitirebilir. Onun için, bir savaşçının sürekli savaş dilemekten başka seçeneği yoktur. Şefin savaşma arzusu toplumun savaş isteğine denk düşerse toplum onu izlemeye devam eder. Ama şefin savaşma arzusunun gerçekleşmesi, barış isteği içinde olan bir toplumun ikna edilmesine bağlıysa (aslında hiçbir toplum sürekli savaşmak istemez), o zaman şef ile kabile arasındaki ilişki tersine döner. Güney Amerikalı savaşçı Fusive’nin yazgısı da bu oldu. İstenmeyen bir savaşı zorla kabul ettirmeye kalkıştığı için kabilesitarafından yalnız bırakıldı. Bu savaşı tek başına yürütmekten başka çaresi kalmamıştı.” 
Elbette Clastres’in Fusive örneği devletsiz kabile toplumları için söz konusu ama devletli toplumlarda da bu örnek üzerinden bazı çıkarsamalara varma imkânı yok mu hiç? Özellikle mutlak iktidarın süreklilik arzusunun, savaş haliyle kopuşsuz bağı açısından?.. 
Diğer çalışma, dünyada tarihsel sosyolojinin büyük ismi ImmanuelWallerstein’in ABD’de 11 Eylül (2001) olayı sonrası kaleme aldığı “AmerikanGücünün Gerileyişi” (2003) kitabı... Wallerstein, 2. Dünya Savaşı sonrası süper güç konumunda ABD’nin attığı her adımın (Vietnam’dan Soğuk Savaş’a kadar) esasen başarısızlık ve yenilgi getirdiğinden bahisle başlayıp 11 Eylül’ün bu gücün gerileme sürecinin önemli bir dönüm noktası olduğunu kaydettiği kitabında şöyle bir not da düşmekte: 

“ABD’nin önümüzdeki on yıl içerisinde dünya meselelerinde tayin edici güç olma konusunda gerilemeyi sürdüreceğine pek şüphe yok. Asıl soru, Amerikan hegemonyasının azalıp azalmadığı değil, ABD’nin zarafetle, dünyaya ve kendisine asgari zararı vererek düşmenin bir yolunu bulup bulamayacağıdır.” 
Wallerstein 10 yıl demiş. Biz, o kitabı yazdıktan bu yana 15’inci yılın içindeyiz ve işte Suriye’yi, Afrin’i acı acı, “zarafet”ten bucak bucak uzak, tecrübe ediyoruz!.. 
Ne dersiniz, zihnimde Clastres’in, Wallerstein’in yazdıklarının alçaktan uçuş yapması çok mu yersiz, anlamsız?!

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘PKK koridoru’... ABD’nin öncelikli hedefi Türkiye mi? - ORHAN BURSALI

Rusya izin verdi ve Afrin’e operasyon başladı. Dikkat edin, Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı Moskova’ya gittiler. Haritalar üzerinde tartıştılar, Türkiye’nin hedefleri üzerinde bilgi alışverişi sonucu Moskova izin verdi. Kim bilir belki de Beştepe’den bir sözlü mesaj da götürdüler. Bu görüşme önemli, içeriğini değil sonuçlarını biliyoruz. Ama Suriye’nin toprak bütünlüğü üzerinde durulduğu kesin. Nitekim, hükümet bu konuyu önemle vurguluyor.

Aslında Afrin Operasyonu, Suriye ve Rusya’nın da işine geliyor. Onlara da yarıyor. İznin temelinde bu var. Çünkü ABD’nin Suriye’yi PKK güçleriyle bölme operasyonunun batı kanadındaki parçası olan Afrin’i ABD ve PKK/PYD’den “kurtarmak” işini TSK üstlendi. Suriye ve Rusya için yeme de yanında yat.

Bu anlamdan bakarsanız, Türkiye’ye bir “vekâlet” üstlenmiş bile diyebilirsiniz. Ama Türkiye’nin, içeride yıllardır kanlı savaş verdiği, iç güvenlik tehdidi olarak ilan ettiği PKK ile 900 km boyunca “sınırdaş” olmasına yol açacak “Afrin Bölgesi”nin Ankara için ayrı bir önem taşıdığı açık. Operasyon, “kuşatılmışlık” endişesi yaratmıştır. PKK’nin, içeride sürdürdüğü “iç savaş”a, Suriye’deki egemen pozisyonundan alacağı güçle sınır boyunca hız kazandırması, şüphesiz ki ciddi bir “güvenlik sorunu” yaratıyor. PKK’ye hoş bakanların, yazar çizerken bu konuyu es geçmeleri şüphesiz ki doğaldır. PKK ile bir “barış”, “anlaşma” yapılmış değil ki?!

Es geçilen başka bir nokta, Suriye’nin “bütünlüğü”dür. ABD ve ABD severlerin de bu bütünlüğü es geçmeleri doğaldır. ABD’nin Suriye’yi parçalamak politikasını görmemek ya körlük veya daha doğrusu ABD politikasının uzantısı olmaktan kaynaklanır. Bunlara göre ABD masum bir şekilde orada duruyor, gel dersen gelir, git dersen gider. Ehh, PKK’ye de yardımcı olması kötü müdür!?
Bu bağlamda operasyonu yürütenler, konuyu “beka meselesi” olarak görmekte ve ABD’nin Türkiye’yi de parçalamayı hedeflediğini söylemektedir.

Ülkeyi ancak biz parçalarız
Çok çok uzun vadeyi bilemem, ama ne yakın ne de orta vadede, “Bizi parçalayacaklar” gerekçesinde bir haklılık payı göremiyorum. Bu ya büyük bir sanal korkunun ya da günlük politikanın bahanesi olabilir. Evet, PKK özellikle Güneydoğu’yu hedeflemiştir, düşüncesine ve eylemine göre burası “onun”dur.


Ama ABD’nin bir “PKK yönetiminde Kürt bölgesi” kuruyor olmasının temel gerekçesi ve hedefi Türkiye değil, esas İran’dır. Bunu planlarında, açıklamalarında görüyoruz. PKK/PYD’yi İran’a karşı kullanmak planları içindedir. Bunun temel taşlarını döşüyor. Fakat, bu dinamizmin, PKK’nin “savaş içinde” olduğu Türkiye’ye güçlü bir yan etkisi olacağı da kesindir. PKK çok güçlü bir “yurt”, üstelik ABD korumasında, kazanmış olacaktır. Bu durum çok ileride istenildiği gibi kullanılabilir!

Buna rağmen, Türkiye “parçalanabilirliği” en az ülkelerden biridir. Bunu ne ABD becerebilir ne PKK. Bunu ancak biz kendimiz becerebiliriz! İktidarın iç politikalarıyla!
ABD, Ortadoğu’yu sürekli karıştırıcılığının da bir aracını yaratmaktadır. Buradan kazancı, İslam dünyasını sürekli bir parçalanmışlık içinde tutmak ve daha sonra yazacağım, savaş sanayiine sürekli bir pazar yaratmaktır. 2016 dünya silah satışı 1.7 trilyon dolardır. Trump 400 milyar dolara yakın silah satmıştır Suudi Arabistan ve Katar’a.
 
‘Al oyna, kullan’ 
Afrin’in, ABD’nin bu aşamada kolayca vazgeçebileceği bir bölge olduğunu gördük. Afrin’de PKK konuşlanmasının, ABD için bir “deneme” amacı taşıdığı görülüyor. ABD’nin esas konuşlandığı yer Fırat’ın doğusudur. Afrin üçüncü derecede önemdedir. Kent savaşını girilirse eğer, orada kayıpların çok can sıkıcı olacağı açık olmasına rağmen, Afrin’i ABD’nin kolay gözden çıkarmasına bir neden aramalı mıyız? 

Prof. Emre Bağce, özetle, Afrin Türkiye’ye ve Suriye’ye sunuldu, ama buna karşılık Fırat’ın doğusundaki ABD 
-PYD/PKK üstelik 50 bin kişilik ağır silahlarla donatılmış ve eğitilmiş ordusuna ve işgaline meşruiyet kazandırabilir, esas tehlike budur, demektedir. 

Yani, “Bu zafer sana yeter, al oyna, iç siyasette kullan; bak Akdeniz’e uzanmıyor kuşak”...

Üç konu daha var: “Afrin iç siyaset ve seçimler..” “Suriye topraklarında gözümüz yok..” “Ve savaş sanayii...” 

Ama yazıyı şöyle bitireyim: Suriye’nin parçalanmasına yardımcı olanların ve kör ve yararcı işgalci politikalarının şimdi “bütünleme” yapmaları mümkün mü? 

Bakalım... 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Atatürk diyorsanız eğer... - ERDAL ATABEK

Atatürk’ diyorsanız eğer, ‘akılcılık’ diyorsunuz demektir.
Akılcılık. Batı felsefesinde ‘rasyonalizm’ olarak bilinir.
Dogmalara karşı olmak demektir.
Önyargılara karşı olmak.
Hemen peşin hüküm verip ateş püskürmemek. 

Ya o ya öbürü’ demek yerine ‘düşünmek’. 
Atatürk’ diyorsanız eğer; 
eleştirel düşünceyi benimsiyorsunuz demektir. 
Eleştirel düşünce; 
bütün uygarlık kültürünü yaratan düşüncedir. 
Eleştirel düşünce; 
Aydınlanma kültürünün temelidir. 
Atatürk’ diyorsanız eğer, 
askeriyim, yoldaşıyım, izindeyim, yolundayım derken, 
ayrılmayı değil, birleşmeyi amaç bileceksiniz. 
Atatürk’ diyorsanız eğer, 
çağdaş uygarlığı hedef bilenlerin yanında olacaksınız. 
Atatürk’ diyorsanız eğer; 
Bağımsız Türkiye’yi, 
Laik yaşamı, 
Laik eğitimi, 
Adaleti hakla, hukukla arayanı, 
Eşit yurttaşlığı, 
Gelir dağılımı dengesini, 
İnsanın özgür yaşama, çalışma hakkını 
Savunanlarla aynı yolda yürümeniz gerekiyor.
Özgür akıldan yana olanlar, 
Eleştirel düşünceye sahip olanlar, 
bugün ülkenin bu durumunda, 
ayrışmanın tehlikelerini görür, 
birleşmenin zorunluluğunu anlarlar. 
Atatürk’ diyorsanız eğer, 
bunu bilmek zorundasınız.
***

Ankara belediye başkanlığını Melih Gökçek nasıl kazandı? 
Anımsıyor musunuz? 
İki sol parti birbirinin oylarını aldı. 
Toplam oylarından daha az oy alan Melih Gökçek seçildi. 
Birçok yerde olan da benzer sonuçlardı. 
Solun birleşememesidir asıl felaket. 
Ya BEN ya O’ siyaseti ülkeyi bugünlere taşıdı. 
Hem BEN hem O’ diyemeyen siyaset, dinci sağı iktidar yaptı. 
Bugün de benzer bir tablo sergileniyor. 
Siz birbirinizin kusurunu ararken, 
bakın neleri gözden kaçırıyorsunuz: 
Ne oldu 17- 25 Aralık’ta ortaya çıkan kasalar, ayakkabı kutuları? 
Ne oldu referandum sonuçlarının çalınması? 
Ne oldu yuva çocuklarına Kâbe maketi ziyaretleri? 
Ne oldu Deniz Feneri yolsuzluğu? 
Ne oldu Ensar Vakfı skandalı? 
Ne oldu küçük kız çocuklarının 9 yaşında evlenmesi? 
Ne oldu yıllarca Fethullah Hoca olanın birden FETÖ örgütü olması? 
Ne oldu Anayasa Mahkemesi kararlarının hükümsüz sayılması? 
Ne oldu seçilmiş milletvekillerinin hapislere konması? 
Ne oldu gazetecilerin haksız yere hapislerde yatırılması? 
Ne oldu Akın Atalay’ın, Murat Sabuncu’nun, Ahmet Şık’ın hapiste tutulması?
Ne oldu bütün bunlar? 
Ne oldu dahası, dahası, dahaları? 
Atatürk diyorsanız eğer’, 
öncelikle ve hiç unutmadan bunları düşüneceksiniz.

***

Dr. Canan Kaftancıoğlu CHP İstanbul İl başkanlığına seçildi. 
Adaylığını koydu, mücadele etti ve seçildi. 
Hemen karşıdan, yandan saldırılar başladı. 
Ermeni yürüyüşüne mi katıldı? Soykırımcı oldu. 
Selahattin Demirtaş’la fotoğrafı mı var? Kürtçüdür. 
Atatürk’ün yoldaşıyım mı dedi? Askere karşı demek. 
İnsan hakları savunucusu, mücadeleci bir aktivist. 
Başarısını kutluyorum. 
Atatürk’ diyorsanız eğer, 
hepimiz aynı yolda, aynı hedefe yürüyeceğiz. 
Kemal Kılıçdaroğlu da, Muharrem İnce de, Ümit Kocasakal da, Canan Kaftancıoğlu da, sen de, ben de. 
Atatürk diyorsak eğer’...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

21 Ocak 2018 Pazar

Afrin, doğaçlama diplomasi ve “istikrar”... - TANER TİMUR

Gerçekten de son aylarda Türkiye-ABD ilişkileri adeta kopma noktasına geldi ve varılan noktada, örneğin bir Suriye sorununda, AKP iktidarı kendi seçmenlerinin olağan desteğinden çok daha fazlasını arkasına almış görünüyor: “Yerli ve milli” duruşla “ulusalcı” duruşun kesiştiği noktadayız ve bu noktada Yeni Şafak ve Sözcü gazeteleri benzer manşetler atabiliyorlar.

Ülkede savaş rüzgârları esiyor: Afrin’e girdik, giriyoruz!

İlk işaret bir hafta kadar önce Beştepe’den gelmişti: “Kısa süre içinde Afrin ve Menbiç’ten başlayarak Suriye’deki terör yuvalarını birer birer dağıtacağız.” Şimdi de komut bekleniyor. Kimi iktidar sözcüleri Putin’in bizlere “Afrin operasyonunun kapılarını açtığını” yazdılar bile!

Olaylar şöyle gelişti: 6 Ocak’ta Rusya’nın Suriye’deki üslerine saldırılar olmuştu. Moskova, derhal Türk Genelkurmay Başkanlığı ve MİT’e bir mektup göndererek bu saldırıların İdlib’de Türkiye’nin sorumlu olduğu bölgeden kalkan drone yapıldığını bildirdi. Tam da o günlerde Suriye ordus u İdlib’e giriyor ve çatışmalardan kaçan siviller Türk sınırlarına yığılıyordu. Yeni bir göç dalgasının eşiğinde gibiydik. Bu koşullarda Rusya’ya saldırının zamanı anlamlı, Rusya’nın ikazı da ciddi görünüyordu.


İktidar çevrelerine göre saldırı bir kışkırtma idi: “İki ülke, Suriye’de Türkiye/Rusya işbirliğini hepten bitirebilecek niteliği olan çok ciddi bir kışkırtma hali ile karşı karşıya kalmıştı” (Yeni Şafak, 8 Ocak 2018). Rus uçağının düşürülmesinden sonra yapılan hataya bu kez düşülmeyecekti. Nitekim 11 Ocak’ta Putin’le Erdoğan arasında yapılan telefon konuşmasından sonra durum aydınlandı. Putin bu konuşmadan sonra yaptığı açıklamada şunları söylemişti: “Saldırıları kimlerin provoke ettiğini ve arkasındakileri biliyoruz. Bu işin arkasında Türk devleti ve Türk ordusu yok. Bu saldırılar, Türkiye dahil olmak üzere, Rusya’nın ortaklarıyla arasını bozmaya çalışanlar tarafından gerçekleştirildi.”

Her şey açıktı; fakat yine de ihtiyatlı olmak gerekiyordu: Durumu teyit için Genelkurmay ve MİT başkanları Moskova’ya yollandı. Bu konuda iyice emin olmak lazımdı. Suriye’nin kuzeyinde ve Fırat’ın batısında bugüne kadar ne yapıldıysa, Rusya’yla işbirliği veya en azından Rusya’nın yeşil ışığı ile yapılmıştı.

                                                                    • • •

Peki, ya Amerika? Tüm karşılıklı husumet dalgalarına rağmen bu emperyal gücün bu tablodaki yeri neydi? Bu soruya yanıt aramadan önce bu noktaya nasıl geldiğimiz konusunda üç ay önce yaptığım bir analizi burada aynen alıntılamak istiyorum. Türkiye-ABD ilişkilerinde varılan noktayı anlamamızda yardımcı olabilir.

• • •

Her şey yedi yıl önce başlamıştı ve gelişmeler –çok genel hatları içinde- şöyle oldu:
“Suriye Baharı, yabancı devletlerin müdahalesi ile uluslararası bir kriz halini alınca, başlangıçta Türkiye ile Rusya iki karşıt cephede yer almışlardı. Putin, Esad rejimine sempatisini gizlemiyor, ABD ile Türkiye ise zalim Esad’ı bir an önce alaşağı etmeye kararlı görünüyordu. Ne var ki Türkiye patronajı altında kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bekleneni vermedi. Kısa bir süre sonra Suriye’nin önemli bir kısmı vahşet çetelerinin eline geçiyor ve Rusya’nın da savaşa katılmasıyla ortaya yepyeni bir tablo çıkıyordu. Kimyasal bombalar; düşürülen uçaklar; öldürülen elçiler. Tünelin ucu ancak kanlı kavgalardan sonra, Aralık 2016’da, Halep’in kurtarılmasıyla göründü.


DAEŞ Halep’ten kovulmuş, Putin ve Esad nihai zafere doğru büyük bir adım atmışlardı. Türkiye “ateşkes” için Rusya ile birlikte harekete geçiyor, Astana görüşmelerinin temeli atılıyordu. Bu yöndeki asıl gelişme, 4 Mayıs 2017’de, Rusya, İran ve Türkiye arasında imzalanan ateşkes anlaşması ile sağlandı. Buna göre Suriye’de kan dökülmesini önlemek için ülkede “çatışmazlık bölgeleri” kurulacaktı.

4 Mayıs (2017) anlaşması, sanıldığı gibi, Türkiye ile Rusya’yı bir cephede birleştirmiyordu. Aksine, görüşmelere iki ülke karşıt cepheleri temsil etmek üzere katılmış, “Rusya ve İran, Suriye Devleti’nin; Türkiye de muhaliflerin garantörü” olmuştu. Türkiye, sivil halkın (ve de onların arasına karışmış cihadistlerin) İdlib’e nakledilmelerine yardımcı olacaktı. Bu demekti ki savaş bitmiyor, son perde İdlib’e erteleniyordu. BM bölge temsilcisi Staffan de Mistura’nın Halep tahliye edilirken dediği gibi “Haleb’in yerini, İdlib alıyordu.” İdlib’in nüfusu iki milyonu bulmuştu ve bunun yarısı “nakledilenler”den oluşuyordu. İdlib, yeni bir göç dalgasına yol açacak bir barut fıçısı haline gelmişti.

2017 Temmuz’unda Suriye iç savaşında iki önemli gelişme daha yaşandı. Bunlardan birincisi Trump yönetiminin Esad rejimine karşı muhalifleri desteklemekten vazgeçmesiydi. ABD, 2015 ve 2016 yıllarında, “Timber Sycamore” adlı CIA operasyonu çerçevesinde bir sürü muhalif guruba bir milyar dolar civarında yardım yapmıştı. Şimdi bu yardım kesiliyordu. Karar, Trump’ın 2016 Kasım’ında Wall Street Journal’a söylediklerinin mantıki bir sonucuydu. Bu beyanatında, Trump, “Aynı zamanda hem Esad hem de DAEŞ’le savaşmanın ahmakça bir şey olduğunu” söylemişti.

Şimdi Esad’ın elini serbest bırakıyor, ilk hedef olarak DAEŞ’i seçiyordu. Esad, Rus şemsiyesi altında, savaşı kazanmıştı.

Aynı günlerde gerçekleşen ikinci önemli gelişme de İdlib’de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) örgütünün Ahrar al Şam’ı alt ederek eyalete hâkim olmasıydı. Böylece, Türkiye’nin yardımıyla, çoğu sivillerle beraber Halep’den İdlib’e naklonulan bu terörist grup Türk sınırlarında hegemonya kuruyordu. ABD’nin bölge özel temsilcisi McGurk da, yakınlarda, “İdlib bölgesi, 11 Eylül saldırılarından bu yana El-Kaide’nin en büyük barınma alanı haline geldi” derken, bu durumu kastediyordu. Şimdi, savaşın son aşamasında, Türkiye bunlarla karşı karşıyaydı ve 15 Eylül’de Astana’da Rusya ve İran’la yaptığı anlaşma çerçevesinde yaratılan “çatışmazlık bölgeleri”ne gözlemciler yerleştirecek ve barışı sağlamaya çalışacaktı. 

Bu arada Türkiye’ye yeni bir göç dalgasını önlemenin de yollarını arayacaktı. 7 Ekim’de, sanki bir fütuhat operasyonuymuş gibi ilan edilen “İdlip Harekâtı”nın amacı buydu”. 
(BirGün, 15 Ekim 2017).

• • •

Üç ay önce Suriye cephesinde durum buydu ve İdlib’de adeta “fırtınadan önceki sessizlik” hüküm sürüyordu. Sonunda fırtına da koptu: Suriye İdlib’te harekete geçiyor ve Beştepe de “Afrin!” diyordu. Ne var ki, Türkiye her ne kadar operasyonu “terörle mücadele” kapsamı içinde sunuyorsa da, Suriye bunu kendi topraklarına karşı bir saldırı olarak değerlendiriyor ve Dışişleri Bakanlığı şu açıklamayı yapıyordu: “Eğer Türk uçakları bir saldırıya girişirse, Suriye hava savunması herhangi bir Türk uçağı hedefini yok etmeye hazırdır.” Yani PYD/YPG’ye karşı girişilecek harekât kısa sürede bir Suriye savaşına dönüşme potansiyeli taşıyordu. Bölgedeki konumu ve Esad’la ilişkileri, Rusya’nın da böyle bir kapışmada Türkiye’nin yanında olmayacağının işaretiydi. Kaldı ki son olarak ABD Dışişleri sözcüsü de Türkiye’ye “operasyondan kaçınma” çağrısı yapmış ve “Türklerin şiddete başvurmak yerine DAEŞ’e odaklanması” temennisinde bulunmuştu.

Ne var ki son üç aydaki gelişmelere bakılırsa AKP iktidarının artık böyle temennilere kulak asacak hali yoktu. İktidara yakın bir yazarın yazdığına göre, “ABD’nin Kudüs kararından sonra artan anti-Amerikanizm Erdoğan ve AK Parti’ye yarar hale” gelmişti. (HaberTürk, 15 Aralık 2017).

ABD cephesindeki durum da buydu.

• • •

Gerçekten de son aylarda Türkiye-ABD ilişkileri adeta kopma noktasına geldi ve varılan noktada, örneğin bir Suriye sorununda, AKP iktidarı kendi seçmenlerinin olağan desteğinden çok daha fazlasını arkasına almış görünüyor: “Yerli ve milli” duruşla “ulusalcı” duruşun kesiştiği noktadayız ve bu noktada Yeni Şafak ve Sözcü gazeteleri benzer manşetler atabiliyorlar. Oysa yine bugünlerde ABD’de tüm demokratlar da Trump faşizmine savaş açmış durumdalar ve Türkiye’de yükselen anti-Amerikanizm bunlar arasında bir fark görmüyor. Bu durumda, kısasa kısas, onlar da hasıma husumetle yanıt veriyor ve farklı motivasyonlarla da olsa Türkiye karşısında ortak bir tavır sergiliyorlar.

Yoksa ipler tamamen kopuyor mu?

• • •

“Hayır!” diyor, Türkiye uzmanı Amerikalı tarihçi, ABD’ye şu sıralarda hâkim olan genel eğilimi yansıtan yazısında! Hayır, kopmamalı! ABD ile Türkiye her şeye rağmen anlaşabilirler ve anlaşmak zorundalar. Anlaşabilecekleri tek husus da zaten belli: İstikrar! (N. Y. Times, Nick Danforth, 10 Ocak, 2018).

Ulusal güvenlikle ilgili önemli bir düşünce kuruluşunda (Bipartisan Policy Center) yorumcu olan yazar, Erdoğan’ın “kuşatılma duygusu” içinde olduğunu ve bunun da kendisini yurt içinde daha sert önlemlere, dışarda da “anti-Amerikan retoriği katılaştırmaya” sevk edeceğini söylüyor. Böylece bir yanda tutuklanan gazeteci ve siyasetçiler, öte yanda Batı’yla her gün biraz daha gerilen ilişkiler bir kısır döngü yaratırken, ülkenin “sosyal dokusu ve ekonomisi” de her gün biraz daha kırılgan hale geliyor. Ve sonunda kaçınılmaz olacak büyük kriz ile de, ülke, “istikrar veya kaos” almaşıkları arasında sıkışıp kalacak! Yazar benzer görüşleri daha önce Washington Post’ta da ifade etmişti (17 Ağustos 2017).
“İstikrar veya kaos” ikilemi karşısında ABD’nin tavrı ne olabilir? Danforth bu ikilemin “Türkiye’yi Washington’a daha bağımlı hale getirmekten çok, Ankara’da Batı ile ipleri tamamen koparmanın Türkiye’nin çıkarına olacağına inananların gücünü artıracağını düşünüyor ve kendisi de “istikrar” fikrine katılıyor.

Peki, istikrarı kim ve nasıl sağlayabilir?
Bu konuda da yazarın yorumu şöyle: “İktidara nasıl sıkı sıkıya el koyduğu göz önünde bulundurulursa, Erdoğan’ın, ekonomi ne kadar kötü olursa olsun, seçimle iktidardan uzaklaşması olası görünmüyor. Eğer mutlaka iktidara asılırsa, düşüşü demokrasiye yumuşak geçişi kolaylaştırmaktan çok şiddetin yayılmasına yol açacağa benziyor. Bu koşullarda ülkeyi uçuruma doğru sürüklemek Amerikan ideallerine uygun olmadığı gibi, Türk halkının çıkarlarına hiç uygun değildir!”


O halde? 

O halde Türkiye’de istikrarı kim sağlarsa o desteklenecek ve bu koşullarda daha korkunç olan istikrarsızlığa (“kaos”a) karşı da, “Amerikalı siyasetçilerin öfkelendirici ve tehlikeli buldukları” Erdoğan, “başka birçok otoriter lider gibi”, istikrar uğruna desteklenecek! Böylece, Türkiye Cumhurbaşkanı, “her vesile ile kötülediği Amerikan sinizminin aslında başlıca yararlanıcısı” olacak! Bunları söyleyen ve önümüzdeki dönemde durumun daha da kötüleşeceğini tahmin eden yazar, siyaset yapıcılara Türkiye’deki otoriter rejime eleştiriler yöneltmek ve (kısmi) yaptırımlar uygulamaktan geri kalmamalarını da öneriyor.

• • •

Nick Danforth bu ürkütücü yorumu Afrin krizinden önce yapmıştı ve yorumu Amerikan kamuoyunu biçimlendiren çeşitli yorumlarla uyum halinde görünüyor. ABD’nin bir ileri bir geri attığı adımlar da (vize krizi, YPG/PYD ordusu, “Afrin bizi ilgilendirmez” çıkışı vb) yazarın yorumunu –ve “Amerikan sinizmi”ni- doğruluyor.

Danforth’un “istikrar” hakkında yazdıkları, yakın geçmişte yaşadıklarımızı hatırlayanların dudaklarında acı bir tebessüme yol açacaktır. Biliyoruz ki bu ülke 12 Eylül’e, ABD’nin “istikrar” kaygısı ile değil, ülkeyi destabilize etme (“kaos” yaratma) becerisiyle sürüklenmişti. O zaman Türkiye’de gerçekten antiemperyalist bir muhalefet vardı ve onlarla ABD çıkarlarına uygun bir “istikrar” mümkün görünmüyordu. 


Bugün ise, Beştepe’de -ABD’li siyasetçilere hakaret etse, vatandaşlarını hapse atsa bile- Amerikan sermayesine son derece saygılı bir Başkan oturuyor. 
Washington için önemli olan da bu değil mi?
Yine de Amerikalı yazar “Erdoğan’ın seçimle gitmesi olası görünmüyor” derken çok yanılıyor. Şimdilik gözler Afrin’de; “Türkiye hiç bu kadar yalnız olmamıştı” diyor başka bir yabancı yazar (Le Monde, 19 Ocak) ve gerçek demokratlar da “kaos”a düşmeden ülkede özgürlükleri kurtarmaya çalışıyorlar. Bu koşullarda 2019 seçimlerinin Türkiye’de insan haklarının geleceği açısından ne kadar önemli olduğunu her geçen gün biraz daha iyi anlıyoruz.

Taner Timur / BİRGÜN

Herkes bakıyordu, kimse görmedi... - Mine G. Kırıkkanat

İnanması zor, ama yazının tarihi 27 Nisan 2003. Başlığı “Laiklik nasıl çöktü”. İçeriği, adeta bir kehanet:
Kızlarını, oğullarını yurtiçinde ya da yurtdışında, evrensel düzeyde eğitim veren okullarda okutup kurtardıklarını sananlara kötü bir haberim var. O çocuklar o okullardan çıkıp hayata atıldıklarında, eğer iş bulabilirlerse,Türkiye’de İslami bir devletin kuralları içinde çalışacaklar. Patron olsalar da uyacaklar, çalışan olsalar da işyerlerinde geçerli “dini zorunluluklara”.
Sanmasınlar ki evrensel düzeyde eğitim aldılar diye, kapağı dışarı atıp kendilerini kurtarabilecek o çocuklar...
Büyük bölümü açıkta kalacak, çünkü özgürce yaşanabilen ülkeler zaten kendileri gibi iyi yetişen üçüncü dünya ülkelerinin çocuklarıyla dolu. Rekabet zorlu, çünkü 1.5 milyarlık Hindistan gibi ülkelerden daha iyileri çıkıyor, üstelik Müslüman olmayan üçüncü dünya beyinleri daha revaçta.
8 yıllık eğitimle imam hatip okulları devre dışı bırakıldı diye rahatlayanlar ve üniversitelere türbanlı sokmayarak “laiklik” kurtuldu sananlar, çok yanılıyorlar.
Türkiye’de laik cumhuriyet, dinciler tarafından tüm kapıları kırılmış, en ücra köşelerine kadar işgal edilmiş, iş son burcunda göstermelik olarak bırakılanbayrağı indirilmesine kalmış bir kale artık.
Cumhurbaşkanlığı da değişince, iş bitecek. Çok mu karanlık bir tablo çiziyorum? Yanılıyorsunuz.
Eğitimi ele geçiren, bir ülkeyi istediği gibi biçimler. Dinciler hem bunu başardı, hem de sekiz yıllık eğitim kalenin fethini hızlandırmaktan başka işe yaramadı.Nasıl mı?
Zorunlu din dersi, laik bir devletin esasına aykırıdır, Türkiye’de tüm ortaöğretimde var. Din dersi, laik bir devletin eğitim sisteminde sınav ve derecelendirme ölçüsü olamaz; Türkiye’de tüm sınavlarda hem de belirleyici olarak var!
İmam hatip liseleri devre dışı bırakıldı derken, yerlerine binlerce, Fethullahçı okulların benzeri İslami kolejler açıldı. Her tarikatın bir eğitim “yuvası” var artık.
Türkiye’de bir okula karşılık, bir buçuk cami düşüyor. Çoğu boş duruyor. Ama günün birinde o camilerde yapılacak yeni şeriat devletinin “zoraki” eğitimi; zorla doldurulacaklar nasılsa. İşte tablo bu ve iş bitmiştir.
Çöken laik Cumhuriyettir ve hepimiz altında kalacağız.

***

Yukardaki satırlarım yayımlandığında, 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanan AKP iktidarı henüz altı aylıktı!
Bugün iktidarın zulmünden pek şikâyetçi ve çok muhalif kesilen kimi liberaller, o günlerde AKP hükümetini demokrasi havarisi olarak göklere çıkarıyor, liderini alkışlamak için avuç patlatıyor ve benim gibi düşünenleri laikçi militarist, Kemalist, hatta faşist yaftasıyla demokrasi düşmanı ilan ediyorlardı.
Zaman, kimlerin gerçekten demokrat ve cesur, kimlerin hakiki korkak ve “kullanışlı aptallar” olduğunu gösterdi.
Olanlardan olacakların sonucunu çıkartanların “o kadar da olmaz” rehavetindekileri pek de inandıramadığı öngörüleri bire bir doğrulanmakla kalmadı, katlandı.
Laiklik, her şeyden önce özgürlüğün, çünkü insan haklarının, çünkü ancak yasalar önünde kadın-erkek eşitliğiyle sağlanan demokrasinin garantisiydi. Tedavülden kaldırılınca, özgürlük, eşitlik ve insan hakları, yani demokrasi de bitti.

***

Ancak tüm öngörüleri bir bir doğrulanan bizler bile topluma dayatılan din ve Diyanet İşleri’nin beyinlere zerk ettiği kadın-erkek ayrımcılığının, ahlakı bunca yozlaştırabileceğini hesaplayamadık... Hatta hırsızlığı, yolsuzluğu perdelemeye yararken; vahşeti ve dehşeti böylesine sıradanlaştıracağını düşünemedik... Sözde namusun özde namussuzluğun daniskasına dönüşeceğini bilemedik.
Bastırılmış cinselliğin, öpüşmeyi ve el sıkışmayı bile günah sayan zihniyetin güya din ve ahlak öğretilen duvarların ardında savunmasız çocukları hedef alacağını, oğlan - kız demeden ırzına geçeceğini; hele hele muktedirleri tarafından da “Bir kereden bir şey olmaz!” diye korunacağını aklımıza getirmedik.

***

Çünkü ahlakın aşılmaz sınırları vardır, ahlaksızlığın sınırsızlığını hayal bile edemez...
Kadının görünmez ve sayılmaz kılınması; kadına tacizi, tecavüzü ve şiddeti binlerce kez katladı. Ve eylemi değil söylemi yasaklı ensestin ulaştığı korkunç boyutlar; kaderin cilvesine bakınız ki evlat katili Kanuni Sultan Süleyman’ın adını taşıyan bir hastanede sadece 5 ayda 115 kız çocuğunun doğum yaptığı, vicdanlı bir çalışanın ihbarıyla ortaya çıktı. 

Çocukların hemen hepsi, aile içi ensest kurbanı.

Türkiye’yi bu hale düşürenler, bari adını da değiştirsinler.

Barbaristan uygundur!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

İstanbul'a bir ihanet daha! / FATMA ÇELİK

"Çılgın Proje" olarak lanse edilen Kanal İstanbul'un nihai rotası açıklandı. Kanal, Avrupa ve Asya kıtaları arasında iki yarımadadan oluşan İstanbul'un "merkez"ini koparıp denize bırakıyor ve İstanbul artık iki yarım ada ve bir adadan oluşuyor. Yaklaşık 45 km uzunluğundaki bu proje 65 milyar lira gerektiriyor.

Türkiye bu projeyi finanse edecek maddi güce elbette ki sahip değil. O halde adres belli: Avrupa'dan yüksek faizle borç alınacak. Tamamlanması en az beş yıl sürecek bu proje, devamlı bütçeyi sömürecek.

Peki, 65 milyar lira gerektiren kanal, ne sebeple yapılıyor? 
Bunca borca değecek mi?
Yandaş basın tarafından, 1936 Montrö Sözleşmesi sebebiyle Boğaz'dan geçen gemilerden ücret alınmadığı, Kanal İstanbul'un inşa edilmesiyle gemilerden net ton başına 5,5 ABD Doları alınacağı ve Türkiye'nin bu vesileyle çok para kazanacağı iddia edildi.
Eski Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri Ümit Yalım, boğazdan transit geçiş yapan yabancı ticaret gemisinin net ton başına yaklaşık 0,90 ABD doları ücret ödediğini, kılavuz ve kurtarma hizmetlerinden ayrıca ücret alındığını açıklayarak, bu iddiaları yalanladı. Ayrıca, Montrö'den farklı olarak Kanal İstanbul'dan ton başına 5,5 ABD doları alınacağı iddiasının gerçekleşmesinin mümkün olmadığını belirtti ve ekledi "Süveyş Kanalı'ndan geçen gemiler bile ton başına yaklaşık 2 dolar öderken Kanal İstanbul'dan 5,5 dolar nasıl alınacak?"

Kanal'ın gerekliliği için, İstanbul Boğazı'nda meydana gelen kazalardan, iki yakadaki yerleşim yerlerini koruma amacı ileri sürüldü. Ancak, Kanal İstanbul'un ÇED raporunda 3 boyutlu modellerde kanala sıfır evler yer alıyor.
O halde buradaki insanlarla birlikte daha fazla hayat riske girmeyecek mi?

Kanal İstanbul projesinde, bilimsel olarak çevresel risklerinin göz ardı edildiği zaten ortaya çıkan ekolojik tahribat senaryolarından belli oluyor…

TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu sekreteri Cevahir Efe Akçelik, Kanal İstanbul projesi için yapılacak kazının gerektirdiği en az 5 yıllık hafriyat çalışmasının tozlarının havaya karışmasının büyük çaplı hava kirliliği sorunu oluşturacağı uyarısını yapıyor.

Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) Türkiye, akademisyenlerin katkılarıyla hazırlanan raporunda, Karadeniz'in kirli sularının Marmara'ya dolacağını; bunun neticesinde ise denizin dibindeki oksijenin azalarak Marmara Denizi'nin, canlılar için yaşanamaz hale geleceğini belirtiyor.
Benzer tehlike Karadeniz için de geçerli. Denizbilimci Prof. Dr. Cemal Saydam, alt akıntı ile gelen Akdeniz'in tuzlu suyunun Karadeniz'deki canlı yaşamını olumsuz etkileyeceği ve ticari balıkçılığın sona ereceği ihtimaline karşı uyarıyor.

Bilim Akademisi Üyesi Yerbilimci Prof. Dr. Naci Görür, kanalın Marmara'ya açılan kısmının fay hattıyla yakın temasta bulunacağını belirtiyor ancak, kanalın depremde görülecek yanal ve düşey hareketlere karşı nasıl tolerans göstereceğinin bilinmediği konusunda da uyarıyor.
Bunlar, uzmanların uyarılarından bazıları. Ancak bu kadarı bile projenin sorgulanması için yeterli değil mi? Ki bunlar bilinen senaryolar…

Projenin çevre için olumsuz sonuçlarının önüne nasıl geçileceğini bilmiyoruz. Yap-işlet-devret modeliyle inşa edilmesi düşünülen projede kimlere, ne kadara ne tür garantiler verileceğini; kanal çevresinde oluşacak ranttan kimlerin faydalanacağını da henüz bilmiyoruz. Projenin, bölgede yol açacağı nüfus yoğunlaşmasının İstanbul'a ne gibi etkisinin olacağını da bilenimiz yok.

Yani özetle İstanbul'dan bir dilimi koparıp denizin ortasına bırakıyoruz ama bunun ne faydası olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz.

Zaten bu tür projeler yalnızca kısıtlı kamu kaynaklarının, sınırlı bir gruba fayda sağlaması için kullanılır, onun dışında da kimseye bir yararı olmaz.

Görünen o ki, kanalın boğaz olarak pazarlanması sonucu, iki yakasında genişleyecek yerleşim yerleri ile İstanbul tamamen betonlaşacak ve şehrin nüfusu iyice artacak. Yapılan yanlış geç anlaşılacak; yıllar sonra yine "İstanbul'a ihanet ettik" denilecek.

Ancak iş işten geçmiş olacak…


(FATMA ÇELİK/YENİÇAĞ)

Ya sonrası? - HÜSNÜ MAHALLİ

Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere devletin tüm yetkilileri günlerce Afrin’den söz ediyor. Medyanın uzman ve azmanları ise hamasetin en üst basamağını da aşarak savaş çığırtkanlığı yapıyor.
Hiç kimse de bir şey bilmiyor.
Sağduyulu ve sakin düşünen yok.
Düşünen varsa da korkudan konuşamıyor. Yani insanlar Türkiye’nin ne işi var Afrin’de diye soramıyor. Afrin Suriye kasabasıdır ve nüfusun büyük bölümü Kürt kökenli.
Ankara’ya göre orada PYD’liler yani PKK’lılar var.
Yaklaşık olarak 10 bin kadar militan.
Yani Ayn El-Arab ( Kobani) ve çevresinde bulunan PYD’liler kadar.
‘Afrin’e girerim’ diyen Türkiye o zaman Kobani’ye de girmeli.
Öncesinde de Menbiç’e.
Hatta Kobani’den Irak sınırına kadar uzanan 600 kilometrelik Suriye topraklarına dalmalı ve orada bulunan 100 bin kadar YPG ve SDG militanını ortadan kaldırmalı.
Gerekirse de oradan devam edip Musul ve Kerkük’e uzanmalı.
Ama yapamaz çünkü orada ABD ordusu var. Afrin’de YPG’lilerin hiç kimsesi yok.
‘Rusya destek veriyor’ diyenler gerçeği anlatmıyor.
Peki diyelim Türk ordusu Afrin’e girdi ve PYD’liler direndi.
Binlerce ölü, bir o kadar yaralı olacak.
Şehir yıkılacak ve insanlar perişan olacak.
Bu ne işe yarayacak? 

Hiç.
Çünkü varsa risk Afrin’de değil doğuda.
Kürt ordusu kurmaya çalışan ‘dost ve müttefik’ ABD’de.
Kürt - Türk düşmanlığı için uğraşıyor.
Fazlası da var ve olacak!



Türkiye ise bu riski asla tek başına bertaraf edemez.
İki komşu Suriye ve Irak ile işbirliği yapmadan bu iş asla olmaz.
Kaldı ki bu bölgede ve Afrin’de Türkiye’nin fiili müdahalesi büyük bir sorun yaratır.
Diyelim Türk ordusu yanına ÖSO ve müttefiki grupları alarak Afrin’e yönelik operasyon başlattı ve karşısında Suriye, Rusya ve İran güçlerini buldu.
Ne yapacak?
Benzer şekilde Rusya’nın onayıyla Ağustos 2016’de Cerablus’tan Azez’e kadar uzanan 100 kilometrelik sınır bölgesini kontrol eden Türk ordusu ne zamana kadar orada kalacak?
IŞİD yok edildiğine göre Türk ordusu neden oralarda duruyor?
Arap medyasına göre Türkiye o bölgelerde kalmaya niyetli.
Yoksa ‘Misak-Milli sınırları’ hikâyesi mi?
Rusya destekli Suriye devleti ‘hadi çıkın artık’ derse Ankara ne yapacak?
Üstelik Ankara’nın tüm olumsuz ve tehlikeli politikalarına karşın Suriye devleti Türkiye’ye karşı düşmanca hiç bir davranışta bulunmadı.
Üstelik 2011’de batılı ülkeler, Körfez ülkeleri ve Türkiye Suriye’ye müdahale etmeden önce bu ülkede PYD yoktu.
Ankara 2011-2015 döneminde PYD’yi Suriye yönetimine karşı ayaklandırmak için Salih Müslim’i birçok kez misafir etmiş ve birçok vaatte bulunmuştu.
Peşmerge’nin Kobani’ye girişi dâhil. 
Dönelim Afrin’e. Putin ve Ruhani ile birlikte Astana ve Soçi’de önemli anlaşmalara imza atan ve Afrin’i sıcak gündeme taşıyan Cumhurbaşkanı Erdoğan her nedense İdlib’ten söz etmiyor.
Ya da İdlib’i Nusra ve müttefiği terör örgütlerden temizlemeye çalışan Suriye ordusuna kızıyor.
Şam kadar Moskova ve Tahran buna tepki gösteriyor.
Rusya izin vermezse Türkiye’nin Suriye’de operasyon yapması imkânsız değilse çok zor.
Afrin Türkiye için risk ise İdlib ve çevresi Suriye ve Rusya için yüz katı daha fazla risk.
Afrin ve İdlib yan yana iki şehir. Afrin’e yönelik TSK operasyonu İdlib’teki Nusra ve müttefiki grupları rahatlatır.
İdlib ve çevresinde 80-90 bin Nusracı terörist var ve bunlar arasında çok sayıda Çeçen, Uygur, Özbek ve benzeri bölgelerden gelen terörist var.
Üstelik aklınıza gelen her türlü ağır silahları var.
Dron ve kimyasal silahlar dâhil.
Ayrıca Cerablus’tan Azez’e kadar uzanan bölgede Türk ordusu ile işbirliği yapan on binlerce ‘ılımlı’ terörist zaman zaman Nusra’ya destek veriyor. Ortak ideolojik nedenlerle.
Şimdi diyelim ki Suriye devleti idlib’i ne pahasına olursa olsun kurtarmaya çalıştı ve bu iş çok büyüdü.
Bu durumda Türkiye kimden yana tavır alacak?
Nusra ve müttefiklerinden mi yoksa Ankara’nın yeni dostu Rusya’nın desteklediği Esad’tan yana mı?
Türkiye’ye 20 kilometre uzaklıkta İdlib’ten kaçmak zorunda kalabilecek on binlerce yabancı terörist nereye gidecek?
Nusra ve müttefikleri ton farkıyla AKP’nin ideolojik ve psikoloji müttefiki ama Afrin ve Kuzey Suriye’deki PYD Suriye ve Türkiye’nin sorunu.
Her şey çok çelişkili ve karmaşık.
AKP Haziran 2015’e kadar PYD, HDP ve dolayısıyla PKK ile çok iyi geçiniyordu.
Kürt- Türk dostluk ve kardeşliği için.Şimdi aralarına ‘Kara kedi’ çılgın Trump girdi.
Özetle son 7 yılda olduğu gibi Türkiye şimdi de hata yapıyor.
Hamasetle bir yere varılamayacağını şimdiki durum anlatıyor.
Ankara’nın Afrin-PYD ve İdlib- Nusra hesaplarının hiç biri doğru değil ve tutmayacak.
Bu hesapların riski hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyük.
El-Bab’ta IŞİD’e karşı operasyonda 70 şehit veren Türk ordusu elbette kısa sürede Afrin’i kontrol altına alır ama iş bununla kalmıyor.
Örneğin Afrin ve İdlib’ten dolayı Suriye, İran ve Rusya Türkiye’ye karşı düşman kesilirse ne olur?
Örneğin PYD’den dolayı ABD Türkiye ile kavgaya tutuşursa ne olur?
Neler neler olmaz!
Suudi Arabistan, Bahreyn, BAE ve Mısır pusuda bekliyor.
Esad’ı destekleyen ve Irak’ta çok güçlü konumda olan İran sessizce izliyor.
İsrail ise olup bitenlerin belki de tek karlı ülkesi.
Küçük detayları anlatmaya kalkışsam iki makale daha yazmam gerekir.
Çoğunu da zaten yazamam.
Hamasi söylemler savaşa girmek ve zaferle çıkmak için yeterli değil.
Yakın tarihimizde bunun çok örnekleri var.
Sakin düşünüp doğru karar almalı.
Bin yıl da geçse Suriye, Irak ve İran Türkiye’nin komşusu kalacak.
Ne olursa olsun Kürtler hep bu coğrafyada yaşayacak.
Suriye’ye bir şey olursa Türkiye’ye çok daha fazlası olur.
7 yıldır biz neyi konuşuyoruz.
‘Arap Baharı’nın perişan ettiği Suriye ve tüm coğrafyayı.
Ölüm, yıkım, acı ve gözyaşı.
Herkes için: Türkler, Araplar, Kürtler, Persler, Şiiler, Sünniler, Aleviler, Ezidiler ve diğerleri Yetmediyse 70 yıl daha konuşuruz.
Tıpkı 1948’de kurulan İsrail’i 70 yıldır konuştuğumuz gibi.
Hem de İsrail rahatlatmak için.
Belki de coğrafyamızın kaderi ya da genetik sorunu.Kin, nefret, düşmanlık ve kanla besleniyor.Sonrasını düşünen yoksa bahane ve gerekçe bulmak çok kolay.
Öyle olmasaydı bugün biz Afrin’i konuşuyor olmayacaktık


Hüsnü Mahalli / YURT

20 Ocak 2018 Cumartesi

Kıyamet alametleri - ORHAN GÖKDEMİR

Dini kamu yaşamına sokmanın en ağır bedelini kadınlar ve çocuklar ödüyor. Kadınları sistematik bir biçimde öldürüyor, linç ediyorlar. Çocuklar cahil yobazların insafına bırakıldı. Çoluk çocuk demeden tecavüz, taciz meşru. Altıncı yüzyıl çöl kültüründen yasa devşirdiler. 
Eski Arapçanın nereye çeksen uzar, hangi kaba koysan uyar sözcükleri havada uçuşuyor. Tarikat şeyhleri çocuğu cinsel obje görme yaşının ne olacağı konusunda 1 ile 6 arasında kararsız. Devlet tarikatı Diyanet 9 dedi, tepki gelince 17’ye çekti. Ama halen yürürlükte olduğu söylenen yasalar 17 yaşı da çocuk sayıyor. Yargıları farklı olsa da referansları aynı. Fiili bir şeriat hüküm sürüyor yani…

Kadrolaştılar, AKP’li veya tarikat erbabı olmayan kimseyi almıyorlar devlete. Hastaneden okula, vergi dairesinden park ve bahçeler müdürlüğüne dağ taş bu tiplerle dolu. Onlar da ilk önce dini, sonra yasaları esas alıyorlar icraatlarında. İstanbul’da o hastanede patlayan skandalın esası bu.

Koca devlet hastanesi, kapılarını son beş ayda çalan yaşları 18’in altında 115 çocuğun hamile olduğu anlaşılmış. Çocukların 39’u Suriyeli, bir o kadarı 15 yaşından küçük. Görmemiş, duymamış hastane yöneticileri. Niye görsün? İnançları, onların çocuk olmadığını söylemiyor mu?

Vicdanını ve aklını bu sapkınlıktan koruyabilmiş bir hastane emekçisi, olayın örtbas edildiğini anlayınca durumu savcılığa bildirmiş. İl kurban kendisi olmuş tahmin edilebileceği gibi. Hakkında inceleme başlatılmış ve görev yeri değiştirilmiş. Bu ahlaksızlığı açığa vurmasa her şey güllük gülistanlık çünkü. O vicdanlı emekçi hastaneye yılda 450-500 hamile çocuk geldiğini belirtiyor. Hastanede görevli Psikolog ise çocukların çoğunun bir akrabası tarafından hamile bırakıldığını söylüyor. “Normalleşmiş” bu kadar çok olunca, yadırgamamış kimse.

Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma açtı neden sonra. Ama o sırada İstanbul Valisi çıktı, 15 yaşın üstündeki hamileliklerin bildirilmesi zorunlu değil dedi. Hastane yöneticileri hakkında da soruşturma izni vermedi haliyle. Henüz çıkıp açıkça savunamıyorlar yaptıkları pislikleri ama hazırlıyorlar toplumu adım adım. Yakındır her türlü sapıklığın topyekûn meşru sayılması.

Artık bebelere dadanan tarikat şeyhi kılıklı sapıklara sapık, pedofil, ahlaksız demek suç. Sonucu ortada. Devlette dini referans almanın nasıl bir tahribata yol açtığının işaretlerini görüyorsunuz. Az zamanda kadın ve çocuk cehennemi oldu ülke. Arabistan çöllerindeki hukuk bile bu kadar tanımsız kuralsız değildi. Yobazın çölünde yolunu kaybetmiş zavallı kurbanlara döndük hepimiz.
                                                                  ***

Bir de şov tarafı var işin. Cübbesiz Adnan Hoca ve tarikatından söz ediyorum. TV’si bile var bu küçük, tuhaf tarikatın. Şeyhi çıkıp program yapıyor etrafında tornadan çıkmış gibi görünen kedicikleriyle. “Kedicik” dedikleri şişme bebek görünümlü abartılı kadınlar. Öteki tarikatlar kadınlara örtünmeyi tembihlerken bunlar “soyunun” diyor. Cemaatin bütün kadınları anadan üryan…

Geçenlerde Avusturya'da yaşayan bir baba, uzun süredir haber alamadığını belirttiği biri 17 yaşında olan 2 kızını Adnan Hocanın programında görmüş. Apar topar ülkeye dönerek kızlarının zorla tutulduğu iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuş. Nasıl olduysa sonuç da almış. Kızların annesi ve Adnan Hoca hakkında 6 ay süreyle "uzaklaştırma" kararı çıkarıldı babanın başvurusu üzerine. Belli ki anne de kedigiller familyasından, tarikatın müridi. Çok tuhaf şeyler anlatılıyor cemaatin kadın hukuku hakkında. Normal düzlemde yaşayan herhangi bir insanın hayal edemeyeceği şeyler bunlar.

Hoca’nın kedicikler dışında en bilinen eylemi Evrim Teorisine karşıtlığı. “Yaradılış” yanlısı hoca inancı gereği. Tanrısının üç beş bin yıl önce evreni müminler için yarattığına inanıyor. Evrimi karalayan kitaplar basıp bedava dağıtıyor. Bir de imkân bulduğu her yerde evrimin yalan olduğunu gösteren fosil sergisi açıyor.

Neye yorabiliriz? Geçenlerde Donald Trump için “tersine evrimin ilk örneği” demişti bir yorumcu. Bunlar hep tersine evrimin örnekleri. Alametler çoğalıyor…

                                                                 ***
Maɾquis de Sade aristokrat bir Fransız yazarı. Kitapları kadar hayatı da sert rüzgârların ürünü. Ömrünün 29 yılı hapishanede, 13 yılı akıl hastanesinde geçen bir insandan söz ediyoruz. En önemli eseri sayılan “Sodom'un 120 Günü”nü hapishanede yazmış. Yazdıklarında ahlakı, yasaları, dini ezip geçen radikal bir yan var. Hatta arı bir ahlaksızlığı resmediyor kitaplarında. Böylelikle yeni yeşermekte olan burjuva ahlakını yerle bir ediyor. Ama öte yandan bu ahlaksızlığı doğal bir şeymiş gibi gösteriyor. O kadar ki Sadizm'in kökeni onun yazdıklarıdır.

Sade, acıdan, işkenceden, her türlü ahlaksız eylemden cinsel haz duyan tuhaf bir yaratığın doğuşunu müjdelemektedir okuyucusuna. Bir toplulukta insani yan bastırıldığında ortaya çıkacak vahşi ilkelin serüvenleri de diyebiliriz yazdıklarına. İçgüdülerinin peşinden giden Sadist bir yaratıktır bu; Cani, acımasız ve sapkındır. Haliyle irkilticidir. Göstermeyi vaat ettiği dünya mı, yoksa gösterdiği dünya mı daha tiksindirici karar verebilmiş değilim. Elime aldığım her kitabını yarıda bıraktım çünkü, tahammül edemedim sonunu getirmeye. Sade’da cinsellik bugün olduğu gibi hemen herkese yönelmiş bir şiddet eylemi olarak baş gösterir. Sert bir pornografidir sergilenen.

İyi kurgu gerçeğin önünde ve ötesindedir. Böylesine sert bir pornografi kurgulayabildiğine göre Sade’ı dinle tahkim edilmiş piyasa toplumunu öngörmüş sayabilir miyiz? Bizim Taylan Kara ve Sadık Albayrak bir gün yazar belki, öğreniriz.

Dönüp tekrar bakın şimdi olup bitene. Din ve ahlakın izinden gittiğini iddia eden bu sapkın tuhaf yaratıklar gerçekte Sadist kişilikler değil mi? 6 yaşındaki çocuklara göz koyanlar, regl olan her kız çocuğunu yatağa atmak isteyenler dindarlar mı yoksa Sadistler midir? Yurtlarına kapattıkları oğlan çocuklarını taciz edenler, üstelik bütün bunların dinlerinin emri olduğunu söyleyenler Sadist değilse nedir başka?
“Sadom’un 120 Günü”nde anlatılan “Dincinin 15 Yılı”dır. Ve görebildiğim kadarıyla dinci Sade’ı aşmıştır!
                                                                  ***
Alametler çoğalıyor, evet… Muğla’da bazı ilkokullarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerine okulda o branş öğretmeni olmasına rağmen "gönüllü öğreticiler" adı altında bazı cemaat ve tarikatlara üye olan kişilerin girdiği ortaya çıktı mesela. 
Sivas'ta imam hatip lisesi öğrencilerini “kar duası”na çıkardılar. Müdür duanın “İnşallah kabul olacağı” kanısında. Öğretmen Recep Doğan duada, “Allah’ım sen zenginsin, biz fakiriz. Bize bol rahmetini ihsan et. İndirdiğin kar ve yağmuru bize kuvvet ve güç eyle. Kar ve yağmuru muhtaç olduğumuz güne kadar indir yarabbi. Rahmetini üzerimize saç ve dağıt Allah’ım. Ölmüş topraklarımıza hayat ver. Allah’ım bize yardım eden, içimize sinen, bol ve faydalı, her tarafa akıp giden kar ve yağmur ihsan eyle” dedi. 
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın başlattığı “Gençlerle Medeniyet Dünyamıza” projesi kapsamında Sinop Fen Lisesi’ni ziyaret eden Sinop İl Müftüsü Ali Hayri Çelik, öğrencileri sabah namazına davet etti. Fen Lisesi öğrencilerine konuşan Çelik şöyle dedi; “Fizik ve matematik bir yerde biter, iman ve ahlak bizi ebediyete taşır.”

Bunlar olurken Şehzade Bilal imam hatiplilere seslendi, "Sizler Erdoğan neslisiniz" dedi. Ne diyebiliriz ki başka? 
Doğrudur ne söylediyse!
Tarikattan gelen öğretmenler, öğrencilere karın duayla yağacağını öğretiyor. Fiziği, matematiği cami avlusuna bırakıp kaçtılar haliyle. Bakmayın din-ahlak lakırdılarına. Vahşi ilkelleri çoğaltmaya çabalıyorlar. İnsanlık ailesinin bildiği, biriktirdiği ne varsa silmeleri o yüzden. Bu sapkınlığın, insanlığa bu saldırının altyapısıdır hazırlanan.

                                                                   ***
Dinle tahkim edilmiş piyasa toplumunun yepyeni bir haline tanıklık ediyoruz hep birlikte. Sadist bir toplumdur bu, ne ahlaka, ne bilime, ne akla, ne de mantığa yer vardır. Bu toplumun insanı cinsel organı ile tanrısı arasında sıkışmış zavallı bir yaratıktır.
Öyleyse bilim, ahlak, akıl, mantık, insan olma, insan kalma sosyalist bir iştir artık.
Şimdilik söyleyebileceğimis şu: Çoluk çocuk yobazın tasallutu altında. 
Kıyamet alametidir.

Orhan Gökdemir / SOL

Yalnızlık bakanlığı - Nilgün Cerrahoğlu

Beatles’ın unutulmaz “Eleanor Rigby” şarkısını hatırladınız mı?
Ah şu yalnız insanlara bak!” diye başlar o benzersiz şarkı; “Bütün o yalnızlar nereden geliyorlar? Bütün o yalnız insanlar nereye aitler?

 Joan Baez’den, Ray Charles’a ve şahane yorumuyla Aretha Franklin’e dek tüm büyüklerin okuduğu; Londra Senfoni Orkestrası’na dek en büyük orkestraların seslendirdiği, pop-müzikte sıra dışı bir dönemeç olarak görülen muhteşem şarkı meğer İngiltere’nin en köklü paradigmalarından birine parmak basıyormuş: Yalnızlık!
 
“Ada ülkesi” olmasından mıdır… yalnızlık belli ki İngiltere’de alabildiğine yaygın bir sorun. 
Yaşamın uzamasını ve yaşlılık yıllarının katlanmasını, aile bağlarının çözülmesini, gevşemesini üstüne ekleyin… Yalnızlık kişisel bir mesele olmaktan çıkıp toplumsal mesele haline geliyor. 
İngiltere’de bugüne bugün nüfusun yüzde 14’üne karşılık gelen “9 milyonluk bir yalnızlar ordusu” var. 
Yalnız derken... Bunların bir kısmı, günlerce kimseyi görmeden yaşıyorlar.
Üstelik kafalara çelik tencere kapağı gibi geçen koyu gri ve yağmurlu bir gök altında yaşamlarını sürdürüyorlar. 
Bunlar sadece resmi rakamlar. 
Beatles’ın yarım asır önce, “Bütün o yalnız insanlar nereden geliyor?” diye sorguladığı yalnızların gerçek sayısı aslında bu rakamın da üstünde. 
Aile ya da toplum üzerinde “yük”e dönüşmekten çekinen çok sayıda yaşlı, yalnızlığını zira itiraf bile etmekten çekiniyor. İngiltere de yetişkinlerin yarısının, “yalnızlığı itiraf etmenin” başlı başına zor olduğunu söylediği belirtiliyor. 
Doktorlar sadece yalnız oldukları için kendilerine başvuran hastaların sayısının, göz ardı edilmeyecek kadar yüksek olduğunu açıklıyorlar.

Yardım isteyecek kimse yok 
İngiltere kadar yaygın olmasa bile yalnızlık çağın sorunu. 
AB Komisyonu örneğin AB ülkeleri genelinde nüfusun yüzde 6’sının, başları dara düştüğünde, yardım isteyecek kimseleri bulunmadığını ilan ediyor. 
Toplumsallaşan bu illet yalnız yaşlılara mahsus değil. 
“Twitter” ve “Facebook” gibi sosyal ağlardan başlarını kaldırmayan; “Mavi Balina” gibi acayip, uç bilgisayar oyunlarıyla yalnızlık tüneli içinde intihara kadar sürüklenen gençleri de kapsıyor. 
Boşanmaları ve “tek kişilik aileleri” üstüne ekleyin… Konu salt bir “yaşlılık” meselesi olmaktan çıkıyor. Bu nedenle artık örneğin “yalnızlarla konuşan robotlar” bile üretiyorlar. 
Böyle bir piyasa oluşuyor. 
Robot teknolojisindeki “son bahis” “insana en yakın robotu” inşa etmek ya… Bunlardan biri geçende BM’de bir konuşma yaptı. 
Suudi Arabistan da vatandaşlık verdi… 
Bu kıyasıya yarış açılmışken, yalnızlarla ve özellikle de “yaşlılarla konuşan” robotlar pazarlamaya başlamışlar... 
Bir tanesini bizzat televizyonda izledim. 
Robotla yaptığı sohbeti” değerlendirmesi istenen bir yaşlı; “İnsanla konuşmak gibi değil ama” diyordu: “Hiç ses duymamaktan iyidir!” 

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET