26 Ocak 2018 Cuma

Şerif Mardin, Emre Kongar tipi 'eleştiri' ve 'Atatürkçülerle İslamcıların ittifakını' önermek - TAYLAN KARA

Siyasal İslamcılara ve liberal solculara teorik malzeme veren en önemli düşünürlerden biri yakın zamanda yaşamını yitiren Prof. Dr. Şerif Mardin’dir.
Ş. Mardin’in “merkez-çevre analizi” ve Said-i Nursi hakkında yazdıkları, bu konuda iki temel başlıktır.
Ş. Mardin öldükten sonra arkasından birçok yazı yazıldı. Yazanlardan biri de Prof. Dr. Emre Kongar’dı. E. Kongar, Ş. Mardin’in ölümünden sonra onunla ilgili tam dokuz yazı yazdı (1-9). E. Kongar, Ş. Mardin’le olan yakınlığını ve kişisel ilişkilerini uzun uzun anlattıktan sonra sona doğru Ş. Mardin’in tezlerini eleştiriyordu.
Eleştiri derken akla hemen “Kongar tipi eleştiri” gelir. “Kongar tipi eleştiri”nin formülü şudur:
“On cümle yıkama-yağlama, bir cümle kenarından geçen eleştiri, asla doğrudan karşına almama…”
Ancak Kongar, bu yazılarda şaşırtıcı bir şekilde “Kongar tipi eleştiri” sınırını aşmıştır. Şöyle ki E. Kongar, Ş. Mardin’i “Postmodern Orta Çağ döneminin önemli mimarlarından biri” olarak tanımlıyordu (5,6).

                                                                    *
Öldükten sonra eleştirmek!
E. Kongar’ın bu saptaması doğru bir saptamadır.
Buraya kadar bir sorun görünmüyor. Ancak E. Kongar bunu ne zaman yazmaktadır?
Şerif Mardin öldükten sonra!
E. Kongar’ın siyasal İslam’la ilgili yüzlerce sayfa yazısı ve birden fazla kitabı vardır. Bu kitaplarda Şerif Mardin’e sayısız atıf yapmaktadır.
Örneğin E. Kongar’ın “21. Yüzyılda Türkiye” adlı kitabı tam 725 sayfadır (10). Bu kitapta Ş. Mardin’e birçok kez atıf yapar. Bir konu başlığında tam 34 sayfa siyasal İslam’ı anlatır. Bu konu içinde ayrıca tam bir sayfa sadece Ş. Mardin’in tezlerinden söz eder.
Ancak Ş. Mardin’le ilgili, ölümünden sonra yaptığı saptamalardan bir tek cümle bile yoktur!


Ezop diliyle bile olsa tek bir ima yoktur!
Hatta ve hatta “Kongar tipi eleştiri” dahi yoktur.
Tam 34 sayfa siyasal İslam’ın teorik temellerini ele alıp ölümünden sonra Ş. Mardin’le ilgili yaptığı eleştirilerden tek bir satır bile yazmamasının anlamı nedir?

                           *
Çevre–Merkez Karşıtlığı
Konu hazır açılmışken devam edeyim. E. Kongar’ın “21. Yüzyılda Türkiye” kitabının omurgası Ş. Mardin’in “çevre-merkez karşıtlığı” üzerine kuruludur.
E. Kongar, Türk siyasal yaşamını “devletçi-seçkinciler” ile “gelenekçi-liberaller” karşıtlığı üzerinden çözümler. Bu bakışın “Radikal 2 liberal bakışı”ndan farkı mikroskobiktir.
Kitaptaki “kök yanılsama” buradan başlamaktadır. Cumhuriyet tarihine bu pencereden bakan biri için siyasal İslam da, yaşadıklarımız da beklenen, olması gereken, “akışa uygun” bir durumdur. Detayları, başka bir yazının konusu olacak kadar geniştir.
E. Kongar Ş. Mardin’in iyi bir öğrencisidir. “21. Yüzyılda Türkiye” kitabı en son 46 baskı yapmıştı ve 1998 yılında Aydın Doğan Ödülü almıştı. Elbette almalıydı, aldı da.

                                                                   *

E. Kongar, 2007 tarihli “Demokrasimizle Yüzleşmek” adlı kitabında da siyasal İslam’ı onlarca sayfa irdeler; “21. Yüzyılda Türkiye” kitabındaki gibi Ş. Mardin’e birçok kez atıfta bulunur ve yine Ş. Mardin’in ölümünden sonra yazdığı eleştiriler kitapta hiçbir şekilde yer almaz.
Yine 2008 ve 2010 yıllarında doğrudan Şerif Mardin’in görüşleri üzerine yazdığı iki yazıda da benzer bir tutum söz konusudur (11,12).
E. Kongar,  “ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı” kitabında bir kez daha siyasal İslam’ı ve onun teorik temellerini ele alır (13). Ancak bu kitapta da, ölümünden sonra Ş. Mardin’e yönelttiği eleştirilerden eser yoktur.
Kısacası E. Kongar, Ş. Mardin yaşarken yazdığı birçok kitap ve yazıda Ş. Mardin’in görüşlerine sayısız defa yer verir ancak bunların hiçbirinde en küçük bir olumsuzluk yoktur. Aksine birçok kez özellikle “mahalle baskısı” kavramı ile Ş. Mardin’e, siyasal İslam’a karşı bir uyarıcı rolü ve olumluluk yükler; ta ki Ş. Mardin ölene dek. Ş. Mardin ölünce, onun “siyasal İslam’ı meşrulaştıran bir ideolog olduğunu” birdenbire “hatırlayıverir”!
                                                                  *
Akla ister istemez şu sorular geliyor:
Ş. Mardin’in “siyasal İslam’ı meşrulaştıran bir ideolog olduğu” fikri, E. Kongar’ın aklına yeni mi gelmiştir?
Ş. Mardin, öldükten sonra birdenbire mi “postmodern Orta Çağ döneminin önemli mimarlarından biri” olmuştur?
E. Kongar,  Ş. Mardin’in “çoğunluk diktatörlüğünü din üzerinden meşrulaştıran bir ideolog” olduğunu tam da o ölünce mi anlamıştır?

                                                                   *

Ş. Mardin’in görüşleri on yıllardır ortadadır ve yazılarında sayısız kez onun görüşlerine atıfta bulunan E. Kongar bunları yıllardır bilmektedir. Ş. Mardin’in “Bediüzzaman Said Nursi Olayı” kitabı 1989’da yayımlanmıştır. E. Kongar’ın andığım kitaplarının en eskisi bile bu kitaptan 9 yıl sonra çıkmıştır; diğerleri ise zaten çok yakın zamanların kitaplarıdır.
Kongar, eğer eskiden beri bu düşüncedeyse bunu neden şimdi açıklamaktadır?
E. Kongar bu eleştiriyi yapmak için acaba Ş. Mardin’in ölmesini mi beklemiştir?

                                                                    *
Doğru zamanı beklemek
Ortada şaşılacak bir durum yoktur. E. Kongar, her zaman yaptığını yapmaktadır, bildiği bir gerçeği açıklamak için “doğru zaman”ı beklemiştir. İlk defa yaptığı bir şey de değildir.
Bunun adına “nabza göre şerbet vermek” denir.

                                                                  *

E. Kongar, Orhan Pamuk’un “Kar” kitabı hakkında şunları yazmıştı:
“Kar kitabı ilk çıktığında büyük bir hevesle aldım ve üzerinde bir övgü yazısı yazmak için satırların altını çize çize okumaya başladım…(14)”
E. Kongar, 2002 yılında çıkan “Kar” kitabını övmek için almış ancak sonra ne yazık ki bu kitabın “ılımlı İslam güzellemesi” olduğunu anlamıştır.
Kongar, bunu ifade etmek için ise doğru zamanı tam 14 yıl beklemiştir.
Bu konuyla ilgili daha önce yazdığım bir yazıyı şu cümlelerle bitirmiştim (15):
Gerçeğin son kullanma tarihi geçerse gerçekliği kalmaz, yalana dönüşür. En etkili yalanlar, “eski gerçekler”in kumaşından yapılır.

                                                                    *
Atatürkçü-İslamcı sentezi!
E. Kongar, “ağaçların bile sola eğildiği” bir dönemde 1978 yılında yazdığı bir köşe yazısında,  “Atatürkçülük ile İslamcılığın temelde aynı kavramlar” olduğunu söyleyerek “Atatürkçülerin İslamcılardan korkmamasını” ve “Atatürkçülerle İslamcıların ileriye doğru ittifakını” önermişti (16). E. Kongar, Milliyet gazetesinde şunları yazmıştı:
…Atatürkçüler İslamcılardan korkmayı bir yana bırakmalıdırlar. Türkiye Atatürk’ü o denli benimsemiştir ki, artık ülkede bir din devletinin kurulması olanaklı değildir.
Üstelik, Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalım ancak Atatürkçülerle İslamcıların ittifakı ile aşılabilir. Bu ittifak için ne dinden ödün vermeye, ne de Atatürk’ün ilkelerinden vazgeçmeye gerek vardır. Çünkü ittifak, geriye dönerek değil, ileriye giderek yapılacaktır. Bir başka deyişle, Atatürk ve İslamcılık, geçmişin acılı savaşlarında değil, geleceğin umutlu yeni toplumsal ve ekonomik düzeninde bir senteze ulaşacaktır. Atatürkçülük ile İslamcılık (ki, bunlar zaten temelde birbirinden ayrı kavramlar değildir), niçin sömürünün ortadan kalktığı ve ekonomik barış ile birlikte toplumsal barışın da egemen olduğu bir ekonomik düzende ittifak ederek bütünleşmesinler?”

                                                                    *

“Atatürkçülük ile İslamcılık temelde aynı kavramlardır.”
“Atatürkçüler İslamcılarla ittifak yapmalıdır.”
Bunları Kenan Evren değil E. Kongar yazmıştır.
E. Kongar bu yazısıyla ilgili şimdi ne düşünüyor bilmiyorum. Üzerinden çok zaman geçtiği için elbette fikrini değiştirmiş olabilir, bu doğaldır da.
Ancak şu çok açıktır ki Cumhuriyeti savunan herhangi bir kişinin bu metni HİÇBİR KOŞULDA yazması düşünülemez.
Cumhuriyeti savunduğunu iddia eden kimse böyle bir metni yazamaz.
Ama E. Kongar yazmıştır.
                                                                      *
Sonsöz
Aydın, nabza göre şerbet vermez.
Aydın, bildiği bir gerçeği açıklamak için “doğru zamanı” beklemez.
“Nabza göre şerbet verenler”den, bildiği bir gerçeği söylemek için “doğru zamanı bekleyenler”den aydın olmaz.

Taylan Kara/ SOL

Kaynaklar
10. Emre Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye, Remzi Kitapevi, 1998, İstanbul.
13. E. Kongar, ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı, Remzi Kitapevi, 2012, İstanbul.
14. Emre Kongar, Yazarlar Eleştiriler Anılar, Remzi Kitapevi, 2016, İstanbul
16. Doç. Dr. Emre Kongar, Çağdaş İslam Düşüncesi ve Türkiye, 12 Ekim 1978 Milliyet Gazetesi.

250 milyon TL’lik davet işi Kolin’e - ÇİĞDEM TOKER

Bugün iki haber vereceğim size. Biri davetli ihalelerin geldiği nokta.
18 Mart Çan Termik Santralı on iki yıldır faal. Yılda 2.5 milyar kilovatsaat elektrik enerjisi üretme hedefiyle kuruldu. Ortalama 1 milyar 673 milyon kilovatsaat üretiyor.
Kısa adı EÜAŞ olan Elektrik Üretim AŞ işletiyor.
Çan’da planlanan yeni termik santraller dolayısıyla sıcak tartışma mevcut.


Bölge halkı, organik pembe ve sarı domateslerin, üzümlerin, ilçeye özgü kaliteli süt ve et üretimlerini sürdürmek istiyor. Fakat baca gazından çıkan maddelerin yol açtığı asit yağmurları yere düşünce bitki yaprakları yanıyor. Bitkilerde ölü dokular oluşuyor. Ürün kalitesi düşüyor. Bacadan çıkan küllerin içindeki ağır metaller de içme sularına ulaşıyor.


Şimdi Çan Termik Santralı’na baca gazı yapılacak. Fakat normal yöntemle değil, bütçe kaynakları üzerinde kanserli hücre etkisi yapan davetli ihale yoluyla. Devlet artık baca gazı arıtma tesisi kurulması işini de pazarlık yöntemiyle yapıyor. EÜAŞ, Çan Termik Santralı’nın iki ünitesi için baca gazı arıtma tesisi işi için beş firma/firma grubunu davet etti.

Sınır değer 265 milyon TL’ydi. Kolin İnşaat+Metaleks İnşaat ve Akkol Madencilik’ten oluşan firma grubu 249.8 milyon TL teklif verdiler.
Kolin, yapımı süren 3. havalimanı projesindeki beş firmadan biri. Ayrıca, 3. havalimanı bittiğinde halkın metro ulaşımını sağlayacak Gayrettepe hattını da üstlendi. Tek başına değil. Bayburt Grup bünyesindeki Şenbay Madencilik ile. 1 milyar Avro bedelli işi Ulaştırma Bakanlığı’ndan direkt almıştı. EÜAŞ’ın hafta başı yaptığı pazarlık oturumunda verilen teklif tutarları arasında uçurumlar var. Misal, Fernas İnşaat 448.5 milyon TL teklif vermiş. Çalık Enerji 325.2 milyon. Ekom Endüstri ise 173.8 milyon TL ile en düşük teklifi.
Bu işin neden davet yöntemiyle yapıldığı, Kamu İhale Kanunu’nun 21/b maddesindeki hangi koşulların gerçekleştiği sorusunu buraya kayıt düşelim.

‘Tüy dökücü’ yetmeyince
İkinci haber, ilkinden de vahim. Anımsarsınız. Eskişehirlileri ikna için aralarında “tüy dökücü krem”in de yer aldığı bir hediye çanta dağıtılan Alpu Termik Santralı projesinden kısa süre önce söz ettim. Eskişehirlilerin büyük bölümü bu santralı istemiyor.

AKP iktidarı, direnci kıramayınca tarım arazileri aleyhine çok vahim bir değişiklik yaptı.
Gözden kaçmasın.
24 Ocak tarihli yani iki gün önceki Resmi Gazete’de “Tarım Arazilerinin Korunması Kullanılması ve Planlanması Yönetmeliği”nde değişiklik yapıldı. Tarım arazilerini koruma kurulunun karar alma yeterlik sayısı değiştirildi. Bu değişiklik yapılmadan önce kurulun en az altı üye ile toplanabilmesi, geçerli bir karar alabilmesi için de bu en az altı üyenin aynı yönde oy kullanması gerekiyordu.
Şimdi “Kamuya ait enerji ve ulaşım yatırım projelerinde kurul, kararları katılan üyelerin çoğunluğu ile alabilir” diye bir cümle eklendi.

Böylece, Alpu’ya yapılacak termik santral için, en büyük engel olarak görülen konu, yani bu sahanın tarım arazisi statüsünden çıkarılması engeli kalkmış oldu.

Bu cümle sadece Alpu için değil, ülkenin her yerindeki verimli tarım arazileri için büyük kıyım anlamına geliyor. Her yerde yol geçirmek, santral kurmak artık mümkün.
Bir kez daha teyit oldu ki, OHAL sermayeye güzel.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

25 Ocak 2018 Perşembe

‘AKP’ye karşı olan hainler!’ - NAZIM ALPMAN

AKP Genel Başkanı olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan kısa bir süre önce parti örgütünün toplantısında önemli bir tespit yaptığını duyurdu:
-Partimizin kaderiyle Türkiye’nin kaderi örtüşmektedir!

Bu tespit yabana atılmayacak kadar önemliydi.
Muhalefet kesimlerinde pek ilgi çekmedi.
Zaten her gün o kadar çok önemli şey söylüyor ki, bir önceki gün söylediği önemli şey sıradan hale gelebiliyor.
Eğer AKP’nin kaderi-geleceği Türkiye’nin kaderi-geleceğiyle bire bir örtüşüyor meselesinde mutabakat sağlanırsa, AKP için kötü olan her şey ülkemiz için de kötü bir gelişme sayılacaktır.
Nasıl?
Mesela, AKP önümüzdeki yerel seçimlerde İstanbul, Ankara, Antalya, Kayseri, Bursa gibi büyük kentleri kaybederse bu sonuç AKP için kötüdür.

Peki, Türkiye için de kötü olabilir mi?

Yukarıda alıntıladığımız tespite göre “evet böylesi bir durum Türkiye için de kötü olur” sonucu çıkar.
Muhalefet partilerinin kazandığı her seçim, hatta fazla oy çıkardığı her sandık Türkiye aleyhinde bir gelişme olarak yorumlanacaktır.
Ee bu durumda yapılması gereken nedir?
İzin vermemek!

Nasıl?

Halk harekatı ile bu menfur gelişme, çıktığı yerde bastırılıp ülkenin + AKP’nin geleceği kurtarılacaktır.
Fantastik gibi gelen bu ihtimal, Afrin Harekatı ile hayata geçirilmeye başladı bile…
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınır ötesi harekatına anında manevi değeri çok yüksek bir isimlendirme yapıldı:
-Milli Mücadele!

Türkiye tarihinde Milli Mücadele olarak; Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sonunda yurdun her yanı yabancı ordular tarafından işgal edilmesiyle 19 Mayıs 1919 ile 30 Ağustos 1922 arasında Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından verilen Kurtuluş Savaşı bilinir.

Şimdi “fast-food tarih yazma” anlayışıyla Kurtuluş Savaşına muadil bir yapay oluşum üretilme gayreti gösteriliyor.

15 Temmuz 2016 karanlık darbe girişimi ve ona karşı gösterilen tepkiyi bile “Kurtuluş Savaşı’ndan daha önemli” diye pazarlayan talihsiz tarih yazarları çıktı. Ama tutmadı!
Şimdi Afrin’e yönelik başlatılan askeri harekatı daha ilk gününden Milli Mücadele olarak takdim edilmesinin arkasında, muhalefetin tamamen susturulması planlandığı apaçık görülmektedir.

Her zaman olduğu gibi mağduriyetin ön sırası Kürtlere tahsis edildi. “Savaşa Hayır” diyen gazeteciler, kanaat önderleri hakkında hızla gözaltı kararları çıkarıldı.
Oysa bu ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, hayatı savaşlarda geçmiş bir önder olarak şöyle demişti:
-Yurtta barış, dünyada barış!

Bu sözlerin bir anlamı yok mu?
Soru iktidara değil.
Bu devleti kuran parti CHP’nin bugünkü yöneticilerine… Mustafa Kemal Atatürk sizin ilk Genel Başkanınızdır. Her şeyden vazgeçebilirsiniz ama onun “Yurtta Barış-Cihanda Barış” ilkesinden vazgeçemezsiniz.
Bugün barış savunuculuğu yapmazsanız yarın AKP’nin arkasında saf tuttuğunuz için seçmenlerden nasıl oy isteyeceksiniz?
Eğer savaş politikası size oy getirecek diye bir umudunuz varsa, hiç boşuna heveslenmeyin, onu fazlasıyla Tayyip Erdoğan hak ediyor.

O bir lokomotif… Arkasına takılan her vagonu peşinden sürükleyerek götürür.

Nereye?

Enis Berberoğlu durağına… Hiç şüpheniz olmasın. Herkesin bir sırası var.
Zaten teorisi de ilan edildi:
-Türkiye’nin kaderiyle AKP’nin kaderi örtüşüyor!

Çok uzak olmayan bir gelecekte, yapılacak ilk seçimlerde kürsülerden, televizyon ekranlarından, gazetelerin birinci sayfalarından “Milli Mücadele Aslanı” kükreyecektir:
-AKP’ye karşı olan hainler!...

Nazım Alpman / BİRGÜN

Trajik ve yanlış bir sadakat - ERGİN YILDIZOĞLU

CHP’nin savaşa verdiği destek, trajik ve yanlış bir sadakatin ürünüdür. Bu yanlış sadakat, özgün bir parti olarak CHP’yi yok oluşa doğru sürüklüyor.

Deliliğin tanımı... 
Siyasal İslamın partisi AKP, “bir pasif devrim” süreci içinde devleti ve toplumu dönüştürürken yalnızca liberal entelijansiyanın desteğinden yararlanmadı. Ana muhalefet partisi CHP’nin, kritik dönemeçlerde benimsediği taktikler “pasif devrim” sürecinin ilerlemesini kolaylaştırdı. 

Anımsayalım: Sarıgül, Ekmeleddin, dokunulmazlıkların kalkması, Gezi olayındaki kararsızlık, haziran seçimlerinin arkasından başlayan koalisyon kurma çabaları sürecindeki teslimiyet, kasım seçimlerine giden süreçte yaşanan anormallikleri sorgulamaktaki isteksizlik, 15 Temmuz’dan sonra Yenikapı mitingi, OHAL karşısında teslimiyet, referanduma gidiş koşullarını, sonuçlarının çalınmasını kabullenmedeki kolaylık, HDP liderliğinin tutuklanması karşısında suskunluk... Şimdi de yine AKP’nin sunduğu anlatıyı benimseyerek, savaşa, eleştirel tutum almadan, adeta AKP ile yarışır gibi (“Bu tutumumuzdan rahatsız oldular”) verilen destek.
 
Hep aynı politikaları tekrarlayarak farklı sonuç almayı beklemek, deliliğin tanımına çok uygundur. Ancak CHP bir insan değil, bir liderlik ile yönetilen, belli bir tarihe sahip bir siyasi partidir. Bu nedenle, “deliliği”bir kişinin aklının bozukluğuna değil, ortak bir mantığa (egemen akıl yürütme tarzına) bağlamak gerekir.

Deliliğin arkasındaki mantık 
CHP’yi, 1923 “Cumhuriyet olayı” yarattı. CHP bu “olay”a sadakat üzerine kurulmuş bir partidir. Tarihi, kadroları, bu kadroların benimsediği politikalar hep bu sadakatin ahlakının (kapitalizmin, politik, yasal, kültürel biçimleriyle birlikte inşa etmek, laik Cumhuriyeti -devleti- bir toplumsal mutabakat üzerinde yaşatmak) ürünü olarak şekillenegelmiştir. 

Bu sadakatin nesnesi, Cumhuriyet / devlet, tarihi boyunca, belli bir evrim geçirirken, (çok partili düzene geçerek, ABD hegemonyasına uyum sağlayarak, kimi zaman askeri darbelerle yeniden düzenlenerek) 2000’li yıllara, AKP iktidarına kadar, temel özelliklerini kaybetmeden yaşayagelmiştir. Bu dönem boyunca, CHP’nin politikaları, askeri rejimler dönemlerinde bile, sadakatinin ahlakına (devleti, yasallığı, laikliği, Cumhuriyeti koruma) uygundur. 

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın pasif devrim süreci, devleti ve toplumu dönüştürdükçe, CHP’nin sadakatinin nesnesi (laik Cumhuriyet) giderek yok olmuştur. Bir zamanlar onun olduğu yerde şimdi siyasal İslamın kurmakta olduğu totaliter ve teokratik özelliklere sahip, faşist biçimler sergileyen yeni bir devlet var. İktidardaki gücün ideolojisinin ana      kavramları ulus değil ümmet, Meclis değil reis, halk değil   hak  eşitlik değil yerini bilmektir... 

Diğer bir deyişle, CHP’nin politikalarına yön veren ahlakı belirleyen sadakatin nesnesi olan devlet artık yoktur! 
CHP, politikalarını, bu değişikliği anlamadan, hâlâ o eski devlet varmış gibi, bir koruduğu sadakatle kurguladıkça, sadakatinin nesnesini ortadan kaldıran yeni devletin kurulma ve güçlenme sürecini fiilen desteklemektedir. 

CHP, sadakatinin nesnesi ortadan kalkmış olmasına karşın, hâlâ o nesne varmış gibi davranıyor, hâlâ devleti koruma misyonu ile hareket ediyor. Bu yanılgısı, artık olmayan bir devleti korumaya çalışmak, CHP’ye, onu Cumhuriyetçi, laik bir parti olarak işlevsizleştirmenin ötesinde, trajik bir boyutda kazandırıyor: 
AKP’de temsil edilen siyasal İslamın pasif devrim sürecinin topluma dayattığı yeni “hakikat rejimi”, biyopolitik, disiplin ve cezalandırma rejimleri,modern toplumun vatandaşlarının öznelliklerini parçalıyor. Yanılgısının bir sonucu, yanlış sadakatin öznesi olarak, CHP artık, laik- demokratik- Cumhuriyetçi bireylerin, bu parçalanma sürecinin yarattığı ağrılara katlanmasını kolaylaştıran, tepki vermelerini, direnmelerini zorlaştıran, siyasal İslamın rejimi için bir “destekleyici fanteziye” dönüşüyor. 

Demokratik, laik, Cumhuriyetçi toplumsal muhalefet açısından, CHP, bu haliyle artık çözümün değil sorunun bir parçasıdır!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Sevgili Uğur... - Nilgün Cerrahoğlu

Bu satırları yazarken seni şimdi salondaki koltuğun üzerinde hayal ediyorum. 
Yıllar öncesinde Ağca’nın müthiş firar döneminin Mallorca Adası maceralarını kovalarken İspanya’da evimize gelmiştin...
Ben mesleğe yeni giren bir muhabirdim. 
Sana çay dahi ikram edemediğimizi hatırlıyorum. Çok kötü bir ülserinin olduğunu anlatmış ve suyla yetinmiştin. Ama salonda hâlâ duran o koltuğun üzerinde saatler boyu sohbet etmiştik. 

Cebinden derhal cüzdanında taşıdığın, yanından hiç ayırmadığın güzel ve sevgili eşin Güldal’ın fotoğrafını çıkarıp göstermiştin. Güldal’ı o yıllarda daha hâlâ rakipsiz olan Sofia Loren’e benzetmiştik. Sonra da uzunlamasına yeni geçmekte olduğun “bilgisayar”ın marifetlerini anlatmıştın... 
“Bilgisayar”ı, ilk senden dinlediğimi hatırlıyorum. 
Bugün BM’de söylevler veren “akıllı robot Sofia’yı” bana anlatanı nasıl dinlersem, bilgisayar için verdiğin o bilgileri de öyle dinlemiştim. 
Daktilomdan asla ayrılmayı düşünmediğim bir dönemde bana, “Bu kaçınılmaz!” demiştin: “Bilgisayara ne kadar erken geçersen o kadar kazançlı çıkarsın. Bunu şimdi hemen yapmalısın!”

‘Korkunç döneme giriyoruz’ 
Sevgili Uğur, sen hep böyle “ilerici” ve “ileriyi gören” biri oldun. 
Ölümünden çeyrek asır sonra seni hâlâ bu kerte canlı ve çok taze hatırlamamızın nedeni, alabildiğine “sahici” olan insan yüzün kadar, hep “ileriye dönük” biri olmuş olman. 
Acayip iletişimciydin mesela... 
Yaşadığın dönemin fevkalade donuk, kalıpsal TV programları ve sohbetlerine dönüp her bakışımda, senin “söz”e ne denli hâkim, ne denli doğal, akıcı, hızlı ve hazırcevap, eğlenceli, esprili bir iletişimci olduğunu fark ediyorum. 
Twitter ve instagram çağına yetişseydin, kim bilir bugün nasıl bir iletişim bombası olurdun? 
Sıradışı “iletişimciliğinle” atbaşı giden diğer özelliğin, dünyayı çok yakından takip edip, olaylara “şümullü biçimde” hâkim olmandı. 
Yirmi beş yıl öncesinin Türkiyesi içe kapalı bir evren olmasına rağmen, sen dünyayı, Türkiye şartlarında en iyi izleyen ender gazetecilerden oldun. Yaptığın dünya ve Türkiye analizleri bu yüzden hep dikkat çekici bir bütünselik içerdi. Ve bugüne değin ışık tutabilen, uzun soluklu değerlendirmeler olarak kaldılar. 
Ölmeden kısa süre önce, (Sosyal Demokrat Halk Dernekleri Federasyonu) HDF için yaptığın bir konuşma var mesela önümde. Dün yapılmış gibi: 
“Dünyamız 20. yüzyılın başındaki drama yeniden sürüklenerek, yeni bir korkunç döneme giriyor” diyerek şöyle devam ediyorsun: 
“Biliyorsunuz 20. yüzyıl bütün dünyada hortlayan, bütün dünyada örgütlenen etnik ayaklanmalarla başlıyor. Şimdi 21. yüzyıla girerken yine aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Dünya tıpkı 1. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi pergel ve cetvelle bölünüyor. Ve pergel ve cetvelle sınırlar çiziliyor.” 
Sevgili Uğur, şimdi işte 25 yıl öncesinde öngördüğün o “korkunç dönemin” tamamen içindeyiz. 
Korktuğun ve korktuğumuz her şey ağır çekim bir tren kazası gibi başımıza geldi ve gerçekleşti.

‘Barış en sakıncalı sözcük’ 
Dün “Birgün”de sevgili oğlun Özgür’ün vermiş olduğu röportajı okudum. 
“Babamın yaptığı tarz gazeteciliğin bugünkü iktidar yapısının ve bu toplumsal kutuplaşmanın içersinde ayakta kalabileceğini düşünmüyorum” diyen Özgür ekliyor: 
“Yaptığı haberlere muhtemelen erişim yasağı gelirdi; yasaklanırdı ve büyük ihtimalle hapse atılırdı.”Ahmet Şık, Murat Sabuncu, Akın Atalay iki yıla yakın süredir hâlâ içerde. 
Yaşasaydın Özgür’ün dediği gibi büyük olasılıkla sen de bu kahredici tablonun parçası olacaktın... 
“İnsanlar niçin hapis yatar? Niçin acı çeker?” demişsin gene çok etikileyici konuşmalardan birinde ve eklemişsin: 
“Birtakım insanlar 5 yıldan 15 yıla kadar niçin hapsedilirler? Niçin? Bugünkü düzen gibi bir düzen sürsün diye. Bugün Türkiye’de bazı sözcükler yasaktır ve sakıncalı çağrışımlara yol açarlar. Bir tanesi ‘barış’, bir tanesi örgüt’, bir tanesi ‘sınıf’...” 
Bu sözcükler içinden şimdi “barış”ın ennnnn tehlikeli görüldüğü ve sakıncalı bulunduğu bir dönemdeyiz. 
Bir insan dünden bugüne ülkesine bunca mı net ve berrak bir ayna tutar? 
Ya da biz bu kadar mı değişmez bir döngünün esiriyiz?

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

24 Ocak 2018 Çarşamba

Mutlu aşk ve haklı savaş - MİNE SÖĞÜT

Barış ve savaş sanıldığı gibi birbirinin karşıtı değil aksine bir bütünün birbirini tetikleyen parçasıdır. 

Her iki savaş arasında hep geçiciliği şaşmaz ve tehditkâr bir barış zamanı vardır. 
Birlikte yaşamak barış ya da savaş şartlarına bağlı kaldığı sürece... 
İkisi de aynı kirli zihinden çıkarlar ve insanlığın aklını ve niyetini devamlı bozarlar. 
Barışın olduğu her yerde bir gün mutlaka yeniden savaş çıkar. 
Ve her savaş nihayetinde barışa varır. 
İnsanın savaşla coşan ve barışla yatışan tüm istekleri ve niyetleri, bu yüzden tehlikelidir. 
Barışa kanmanın, hayatı barışla tanımlamanın bile hep savaşı beslediği gerçeğiyle yüzleşmeyen insanlar... 
Kendilerini bir diğerinden farklı sanan ve birtakım topraklarda hakkı olduğunu savunan tüm halklar... 
Ölümlü bir dünyada ölümsüzmüş gibi yaşarlar. 
O yüzden savaşın ve barışın gerçekte ne anlama geldiğini kavramazlar. 
Devlet kuran ve devlet yıkan ve asla kendilerine ait olmayan bir dünyayı her seferinde arsızca aralarında paylaşan... 
Toprakları sınırlarla ayıran, sınırı geçeni acımasızca vuran gelmiş, geçmiş ve gelecek tüm halklar... 
Yensinler ya da yenilsinler, fark etmez, hep ama hep haksızdırlar. 
O yüzden bugün de güçlüyü kötü, güçsüzü iyi diye kodlamayın. 
Düzenli ya da düzensiz ordular kurup dünya ekonomisini parmağında oynatanlara bitmek bilmez pazarlar yaratan ve dev güçlerle pazarlıklar yapa yapa her yeri kana bulayan tüm iradelere aynı mesafede durun. 
Şiddet, adaletsizlikten olduğu kadar adaletten de beslenir. 
Dünyayı paylaşmak fikri mülkiyet değerini yüceltir ve külliyen zehirlidir. 
Bir savaş adaletinin peşine düştüğünüz anda kendinizi o eleştirdiğiniz ve değiştirmek istediğiniz sistemi başka bir açıdan yine onaylarken bulursunuz. 
Kaybedenin acıklı hikâyesi, evet hep etkileyicidir. 
Onun bir zamanlar uğradığı haksızlığın öcünü almak için bugün dağlara çıkmış olmasını haklı bulmak vicdana iyi gelir. 
Ezilenin yanında olmak soylu bir duygu gibi görünebilir. 
Ama... 
Gerçekte, şunun için ya da bunun için savaşmak arasında hiçbir fark yoktur. 
Savaş savaştır. 
Bu dünyada birbirinden farklı olduğunu sanan ve kendisini halk olarak tanımlayan grup grup insan... 
Paylaşamadıklarının aslen ne olduğuna hiç bakmadan... 
Sınırlar çizen ve o sınırları birbirini öldüre öldüre devamlı değiştiren... 
Anca devlet gibi tehlikeli ve saldırgan bir zihniyetin kanatlarında kendisini güvende hisseden... 
Ve tarihini kanla şekillendirmiş olmaktan hiç gücenmeyen... 
Geçmişinden, gelecekteki yeni savaşlara hakkı olduğunu düşünerek beslenen sürüler olarak yaşadıkları için... 
Cennet gibi bir dünyada en baştan beri cehennem gibi bir hayat yaşarlar. 
Bazen düzenli bir ordunun tekinsiz kollarında... 
Bazen düzensiz bir ordunun tehlikeli ahlakında.

***

Bu lanetli topraklarda, savaş ve barış aslen nedir diye hiç düşünmeyenler, birbirlerini öldüre öldüre daha çok devletler kuracak ve devletler yıkacaklar. 
Ardından... 
Olan bitenin hikâyesini birbirlerine en duygusal, en vurucu, en çarpıcı hikâyeleriyle şiirlerde, filmlerde, romanlarda anlatacaklar. 
Siz hayata inanırsanız hiçbir şey değişmeyecek. 
Ama sanata inanırsanız... 
Her biri, düşman bellediği bir diğerini şarkılar söyleyerek gittiği cephelerde çığlıklar atarak öldüren... 
Ve her biri düşman bellediği bir diğeri tarafından şarkılar söyleyerek gittiği cephelerde çığlıklar atarak öldürülen o çocukların gerçeği dünyanın kanını dondurmaz da, onları anlatan şiirler, romanlar, filmler dondurur ya... 
O yüzden politikacılara inanmayın. 
Sanata inanın. 
Mutlu aşk da yoktur. 
Haklı savaş da yoktur. 
İnanın.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Afrin’den Münbiç’e uzanan yol - CEYDA KARAN

Suriye’nin Afrin bölgesine yönelik askeri harekât, Türkiye’yi yöneten aklın, stratejik önceliklerin iki büyük güç ABD ve Rusya tarafından mütemadiyen çiğnenmesiyle yaşadığı sıkışmışlığı dağıtma hamlesi. ABD ile Rusya Federasyonu’nun satranç tahtasına tavla zarları sallandı. Harekâtın yeni ittifak sistemi geliştirmek üzere uzun vadeye yayılması ve hedef genişletilmesi bumeranga dönüşme potansiyeli barındırıyor.

***
Ankara’dan açıklama bombardımanı arasında kaynayan en mühim mesajlar şunlar: 
ABD’ye: 
• “Suriye’de SDG/PYD/YPG bölgesini tanımıyoruz. Operasyon Afrin’de başladı, ABD kontrolündeki Münbiç’e uzanacak.” AKP’li Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle “Ardından da kademe kademe Irak sınırına kadar bu terör pisliği temizlenecek.” 
RF’ye verilen mesaj: 
• Esad yönetimini kabul etmiyoruz, Suriye’de ‘asıl işgalci güçtür’.” Yine AKP’li Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle “Bu operasyonu Allah’ın izniyle inşallahmilletimiz ÖSO’yla birlikte zafere ulaşmak suretiyle kazanacağız.” 
Her iki güce de: “Bu bölgede Türkiye’den başka çalışılabilecek müttefikbulamayacaklarını öğrenecekler.”

***
ABD açısından duruma bakalım: 
• Ankara kilometrelerce uzanan ABD/SDG/ YPG bölgesi varken Rusya’nın operasyon bölgesindeki Afrin’e girip Washington ile kapışmadan YPG’yi vurmuş oldu. ABD önce “Afrin operasyon alanımız değil” diyerek topu Rusya’ya attı ama AKP’li Cumburbaşkanı’nın kararlılığının asıl sınanacağı yer Münbiç. Hele TSK ile vekil güçlerin Irak sınırına kadar olan bölgeyi temizlemeye kalkışırsa cepheden ABD ile karşı karşıya gelinir. Nitekim Pentagon şefi James Mattis’in, Afrin yüzünden Suriye’deki askeri işgal için bahaneleri olan IŞİD’le mücadelenin olumsuz etkilenebileceği sızlanması boşuna değil. 
• Stratejik tercihlerini çoktan kendilerine devlet kuracağı düşündükleri ABD’den yana yapmış olan Suriyeli Kürtler, kendilerini en baştan tutarlı biçimde desteklemiş, siyasi ve çözüm masasındaki yerlerini “olmazsa olmaz” koşul saymış Rusya’ya ateş püskürdü. Hamileri ABD’ye ise ses çıkartmadılar. Nitekim Suriye’de işgalciliğini ilan etmiş ABD ne derse desin “ulus inşası” projesi sürüyor. En son 500 kişilik sınır koruma gücünün eğitimi tamamlandı. 
• Dışişleri Bakanı Tillerson’ın Türkiye ile “güvenli bölge” tesisine ışık yakarken, Suriye Kürtleri de kendileri için “uçuşa yasak bölge” çağrısı yapıyorlar. Yani “onu alma beni al” oyunu... 
• ABD askeri varlığını sürdürme açıklamasıyla rejim değişikliği ajandasına dönmüştü. Geçmişte olduğu gibi kuzeybatıda cihatçı gruplar üzerinden Ankara ile çalışılabilir ama neye karşılık?
***
Rusya açısından durum: 
• Uluslararası yasal çerçeveye göre hareket eden Moskova’nın ABD gibi Kürtleri savunma vaadi zaten yok. 
• Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenlik haklarını sürekli anımsatan Rusya sahada İdlib’de Suriye ordusu ile cihatçıların temizlenmesine, Astana’yı bağladığı Soçi ve Cenevre süreciyle siyasi çözüme odaklanıyor. Kendince devlet-dışı bir aktör olarak Kürtlere “alabileceklerinin en iyisini” öneriyor. 
• Moskova, Ankara’yı harekete geçirenin ABD’nin Suriye devletini parçalamaya ve silahlı militan grupları desteklemeye yönelik girişimlerinin neden olduğu tespitini yaptı. Moskova, Ankara’nın ABD ile ilişkisini görmek için harekâtı “sınırlandırma” potansiyelini esnetebilir. 
• Rusya’nın gözünde Ankara’nın Esad yönetimini “gayrimeşru” görmesinin karşılığı yok. İdlib’de atabileceği geri adım da yok.
Şam da, ABD’nin Suriye sahasından silmeyi hesapladığı İran da Afrin harekâtına en net itirazı getirip Rusya ile birlikte hâlâ sakin ve sabırlı duran güçler.

***

İlk bakışta zora düşen Rusya gibi görünse de asıl zorluk, Suriye’de rejimi değiştiremese bile tesise soyunduğu devletçik ile NATO müttefiki arasında sıkışmış ABD’nin. “Herkesin eline baktığı” ABD, müttefiklerini uyumlulaştıramadığı sürece sıkışmışlığını aşamaz. 
Ankara açısından ise Afrin, iki büyük güç ile ilişkileri tehlikeli bölgeye taşıma ve bumeranga dönüştürme riski barındırıyor. Afrin’le pekiştirilen iç siyasi tasarıma bakılınca, memleket ahalisi için çoktan dönüştü bile.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

23 Ocak 2018 Salı

Akrebin gözleri - ORHAN GÖKDEMİR

Yarım akıllı Donald Trump’ın işaretiyle baş gösteren Kudüs krizi uçtu gitti. 
Ülkenin dört bir yanında kurulu olduğu iddia edilen milis eğitim kamplarını ciddiye almadı kimse. 
Erdoğan Bayraktar’ın Trabzon’da “Tac Mahal” görünümlü çakma cami inşaatı kesintisiz sürüyor. 
İstanbul’da devlet hastanesindeki hamile çocuklar unutuldu. 
Ne var peki? 
Suriye sınırında, Afrin’de savaş. 
Bakımsızlıktan ölmeye yüz tutmuş zeytin ağaçları arasında süren “zeytin dalı” savaşı bu. Zeytin ağaçları kimin, zeytin dalı kime uzatılıyor, kim kime kurşun sıkıyor, kim neyi nasıl kazanmayı umuyor orası belli değil yalnız. 
Bildik Ortadoğu manzarasıdır.
Manzarayı tamamlayan görüntü sosyal medya üzerinden paylaşıldı savaşın başladığı gün. Bir askeri kontrol odasında bir savaş lordu ile öğrenme güçlüğü çektiği iddia edilen şehzade orduya kumanda ederken görülüyordu fotoğrafta. Savaşın aslında ne olduğunu gösteren müthiş bir ayrıntıdır. 
Ama maksat hâsıl oldu, 
Burak Özçivit’le Fatih Portakal’ı, İlker Başbuğ ile Hulusi Akar’ı, CHP ile “iş insanları”nı birleştirmeyi başardı yeni gündemimiz. “İyi de zaten ayrı mıydılar” diye itiraz eden zındıklardan olmaya gerek yok. Savaş vesile oldu, bir daha birleştiler, iyi birleştiler!  

Gelişmeler bir tek Amerika’nın kucağına oturup özerklik düşü kuran bölge Kürtlerini memnun etmemiş görünüyor. Kuzey Irak’taki gibi gelişmiyor hiçbir şey. 

Ruslar güvenli bölgeye izin vermiyor, Amerikalılar bir öyle bir böyle. Zemin oynak. Oynak zeminde dans etme ustası Barzani gibi kıvrak bir şahsiyet de yok ortalıkta. Demek ki herkes her an başladığından daha kötü bir noktada bulabilir kendini.

Şimdi dönüp yeniden bakın bölgeye. Silikleşen sınırlar görüyorsunuz değil mi? 
Silinen o sınırlar Birinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanın hayatı pahasına çizilmişti. Irak’ın işgali ile o savaşla kurulan statüko parçalandı. Önce Irak’ın, sonra Suriye’nin sınırları silindi. 
Türkiye’nin de nerede başlayıp nerede bittiği artık tartışmalıdır. Demek ki bölgede yeni sınırlar çizilecektir. 
Ve demek ki yeni bir savaş gerekmektedir!
Bu tür kaoslarda önce zeytin dalları tutuşur, sonra öksüz zeytin ağaçları çatırdar. Ardından o zeytin ağaçlarından meyve devşiren gündelikçilerin kanı karışır toprağa. 
Bildik Ortadoğu manzarasıdır.

Ama bu da unutulur bir haftaya kalmaz. Çürümeye yüz tutmuş düzen ayakta kalabilmek için yeni krizlere ve yeni gündemlere muhtaçtır. Uçarı bir adamın rüzgârında savrulup durmamız ondandır.
                                                                   ***

Malum, ülkede basın da sizlere ömür. Halen habercilikte ısrar eden üç beş haber sitesidir görüp görebileceğiniz. 
Haliyle AKP duyulmasını istemediği şeyler olunca “sosyal medya operasyonu” yapıp kitlesel haberleşme imkânlarını baştan engellemeye çalışıyor. “Afrin” vakasından sonra da öyle oldu. Evler basıldı, gözaltılar yapıldı. 
Gece evi basılanlardan biri gazeteci olduğu haber verilen Nurcan Baysal’dı. Baysal “sosyal medya paylaşımları ile Afrin operasyonunun eleştirme” suçlamasıyla gözaltına alınmıştı iddiaya göre. Meslektaşız madem, ne yazmış diye bakayım dedim. Bakamadım. Hanımefendiyi takip etmemin ve görüntülememin engellenmiş olduğunu öğrendim. 
Niye? 
Tanımam etmem. Ne karşılaştım, ne de tartıştım. Daha bir daralmış hissettim soluduğum havayı.
Araştırdım. İki olasılık var. Biri Hanımefendinin “yetmez ama evetçi” çevreden bir liberal oluşu. İkincisi Diyarbakır’da uluslararası “sivil toplumculuğun” temsilciliğini yapması. Bir tür “önleyici engelleme”yle karşı karşıyayım yani. Ne kadar değişken bir siyasal iklimdeyiz. Üç beş yıl önce, masa halen ayakları üzerindeyken hanımefendi bölgede AKP’ye en yakın olan isimlerden biriydi. Şimdi twit hapsinde. 
Dilerim tez zamanda özgürlüğüne kavuşur…

                                                                  ***

Osman Çutsay soL’daki dünkü yazısında Nevzat Evrim Önal’ın kitabından yola çıkarak liberal şebekenin düzendeki rolünü hatırlattı. Şöyle dedi: “Mesele kapitalizmden doğrudan nemalananlar, yani bizzat sermaye sınıfı değil, onun özellikle ‘beyaz yakalılar’ arasına serpiştirdiği militanlar. 
Her biri diğerinden daha demokrat (ve entel) tetikçiler bunlar. Yani sadece Ankara’nın İslamcıları değil yalan söyleyip yayanlar. Halkın gözünü boyayanlar. Böyle bir başarıyı bu dinciler tek başlarına beceremezler zaten. Bir ara kablosu lazım bu enerjiyi yayabilmek için. O ara kablosu, somut olsun, mesela Syriza destekçileridir. Krizlerle şaşkına çevrilmiş emekçi halkı ve aydınları sisteme angaje edebilen ‘liberal sol’ militanlardır. 
Bunlar her yerde artık. 
İçlerinden bazıları hâlâ Tayyibistlerin dayağını yemeği sürdürüyor. Liberal sol, çağımız kapitalizminin ve/veya emperyalist demokrasinin temel gıdasıdır.”
Ne kadar çoklar ve ne kadar yapışkanlar. Son büyük kampanyaları 12 Eylül 2010’da. Yargıyı yürütmeye bağlayan o operasyon için hep birlikte “yetmez ama evet” diyerek rıza ürettiler. 
Aradan geçen 7 yılda vardığımız yer ortada. Yargı sizlere ömür. Cumhuriyetin son kalıntıları süpürülüp atıldı o sayede. Ülke zifiri bir karanlığın tam ortasında.

Peki, bu zifirin karanlığın ideolojik sorumluğunu üstelenen liberal çete ne âlemde?

“Paketin hiçbir maddesinin demokrasi açısından daha geri bir noktaya götürdüğünü söylemek mümkün değil… Öküzün altında buzağı aramayalım... Evet!” diyen Ahmet İnsel Cumhuriyet’te o değerli fikirlerini yaymayı sürdürüyor. 
“Darbe anayasası ne kadar değişse sevaptır” diyen Baskın Oran boyunun ölçüsünü aldı, sustu oturdu. 
“Hayır diyenler kurulu düzen sürsün istiyor” diyen Ferhat Kentel hâlâ kanaat önderi. “Daha demokratik ve daha özgür bir ülkede yaşamak için evet demeliyiz” diyen Lale Mansur bildiri imzalamayı sürdürüyor. 
Mehmet Altan içeride, 
Mehmet Uçum sarayda. 
Şahin Alpay pişman, çile dolduruyor. 
“Sapına kadar evet” Ufuk Uras, “bugün olsa yine evet derim” Ali Nesin, “evet yetmez” Oral Çalışlar, Oya Baydar, Ömer Laçiner, Perihan Mağden, Orhan Pamuk, Mete Tunçay, Mithat Sancar mezarlıkta ıslık çalmaya devam ediyor.

Bir de siyasal analizlerinin mabadı açıkta kalanlar var. “Şair” Yılmaz Odabaşı “Kürt halkının geleceği için evet” demişti mesela. 

Ziya Halis ileride herkesin “evet” kararının doğru olduğunu anlayacağı kanısındaydı. 

Murat Belge özeleştiri yaptı yol verdikleri karanlığı görünce; “2010 referandumunda ‘evet’ diyenler kandırıldı ama sorumlusu 1923’te kurulan bu Cumhuriyetin sahipleri, katı Kemalistler”dir dedi. 

Öyle bir şebeke ki böyle cumhuriyet düşmanlığı görülmemiştir…

                                                                         ***

Yakın tarihte düzenin “aydınları”nın iki simgesel eylemi var. İlki “yetmez ama evet” kampanyası, diğeri “Kabataş yalanı vakası”dır. 
İlki liberal solculuğun, diğeri ona iliştirilmiş “İslamcı aydın yaratma” girişiminin sonu olmuştur. 
Türkiye’de düzene direnmenin dışında bir aydın çıkışının imkânsızlığının delilleridir bunlar. Gerisi Osman’ın deyişiyle fasa fisodur, kepazeliktir.

“Ama tam da birlik beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” falan diye geveleyecekler olacaktır biliyorum. 
Bu zifiri karanlıkta payı olanları nasıl unutabiliriz, nasıl affedebiliriz? 
Ne birliği yapacağız gözünü bize dikmiş akreplerle? 
Şairin dediği gibi, bu dünyada bu zulüm onların sayesinde. Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahatin çoğu onların, canım kardeşim!

Bu tür kaoslarda önce zeytin dalları tutuşur, sonra öksüz zeytin ağaçları çatırdar. Ardından o zeytin ağaçlarından meyve devşiren gündelikçilerin kanı karışır toprağa. 
Bildik Ortadoğu manzarasıdır.

Bu yangını durduracağız. Bunun için de önce bu Syriza myrizayı, bu liberal solu molu, bu karanlık “ara kablosunu” söküp atacağız, mecburuz.

Orhan Gökdemir / SOL

Uğur Mumcu’nun geçmişten geleceğe ayna ‘Gözlem’leri... - ŞÜKRAN SONER

Türkiye’yi Afrin harekâtına sürükleyen gelişmelerin çok sıcak bir noktasında, harekâtın 3. gününün gelişmeleri ülke dünya çapındaki tartışmaların içinde, Uğur Mumcu’nun 24 Ocak 1993 yılında katledilişinin yıldönümünde anma etkinliklerinde, bir kez daha canlanma, özlem, özdeşleşme ateşi korlandı... 

“Gözlem” köşesinde Kurtuluş Savaşı, Atatürk devrimciliğine, Cumhuriyet devrimlerine ödünsüz bağlılığının hep altını çizerek araştırmacı gazeteciliğin simgesi, duayenliğine yükselmişti. Ülkemiz ve dünya çapında soluksuz katıldığı söyleşilerdeki üst düzey hukuk bilgisi ile, zekâsı, mizah yeteneği, araştırmacı gazeteciliğin verilerini buluşturmuş, geçmişten günümüze emperyal çıkarlar adına oynanan kirli oyunlara karşı, kalemiyle olduğu kadar, Nadir Nadi’nin deyimi ile “konuşan gazeteciler”den en önde gelenlerinden olarak ödün vermeden savaşımıyla yüz binler, milyonlara ulaşmıştı... 

Emperyal çıkarlar adına ülkemize, Ortadoğu’ya, dünyanın her köşesindeki halklara yönelik kirli oyunlarda, dinsel inançların en çok da bize yansıyan boyutları ile radikal siyasal İslamcı, terör örgütlenmelerinin, ırkçılık akımlarının kirli, kipkirli işbirlikçilik tuzaklarını belgeleri ile kanıtlayabilmek öyle kolay kolay kotarılabilecek bir iş değildi. Bugünün medyatik sunumlarla parlatılmış araştırmacı gazetecilerinin yakınındanı unutun uzaktan yaklaşabilecekleri bir iş hiç değil.. 

“Gözlem”li yıllarda yaşadıklarımızı, kimselerin yadsıyamayacakları belgeler, kanıtlarla ortaya koyan tezlerinin yanında, tarihe ışık tutanlarını, bugün yaşadıklarımızı açıklayanlarını, yarınlarımıza ışık tutanlarını şöyle bir anımsamaya çalışalım... Elbette kâhin değildi. İnandığı, doğru bildiği değerleri savunmada, yüreğini, hukuk bilgisini, zekâsını, yazım-söylem-dil yeteneğini, mizah duygusunu katarak, en önemlisi de çok çalışarak, bağımsız gazetecilikten ödün vermeden dünyanın her yerinden, medyadan, mahkemelerden, siyasi, demokratik örgütlenmelerden ... alınan kararları toplayarak, ilişkileri örgüt, kişi isimleriyle buluşturarak gerçeklere ulaşmaya çabalar, sonuçlarını okurla, öğrenmek isteyen kamuoylarıyla paylaşırdı...

***
Yıllar sonra tetikçilerinin yakalanmış olması, acımasız katledilişindeki kirli iç-dış odaklı çıkar ağlarının rolünü açıklamaktan çok uzakta. Günümüz gelişmeleri içinde çok çıplak anlatmış olduğu Ortadoğu, ülkemize yönelik emperyal kirli çıkar tuzaklarına çıplak ayna tutmuş yüzlerce saptamayı yeni kuşaklar bilemeseler de, çağın teknolojik olanakları içinde meraklandıkları her konuya ilişkin kanıtlı, belgeli yol göstericiliğinden yararlanabilir, ulaşmak istedikleri gerçekliklere ilişkin dersler çıkarabilirler. 
Ülkemizde, Ortadoğu’da oynanan kirli çıkar oyunlarının tuzaklarında kendileri için çıkış yolları aramış olanların, savunduğu değerleriyle birlikte savaşımını küçümseyenlerin, bugün, Uğur Mumcu’yu saygıyla anmak gereğini duymalarına “kaderin cilvesi”  denilebilir. 

Anlamlı olanı gerçekten özel bir kimlik, araştırmacı gazeteciliğin çok başarılı bir örneği olan Uğur Mumcu kimliği, ortaya koyduğu gerçeklerden duyulan korku ile, çok acımasız bir ortak kirli çıkar ağları projesi içinde, en vahşi örnekleme ile katledilmesi ile bu toplumda yaratılmak istenen moral değerler yıkımını sorgulayabilmektir.. 

Bir yazılarındaki çok çarpıcı gerçeklik saptamalarına, bir söyleşilerdeki kitlelere ulaşabilme, etkileyebilme gücüne, bir de nerede ise nasıl vurulacağını öngörmüş olarak, korkmadan yolunda yürürken arabasının kontak anahtarını çevirmeden, ailesini bombadan kurtarma çabasıyla evin kapısından çıkarmama iradesine ... takılmış olarak... 

İlk yıllarda yüz binlerin katıldıkları meydan mitingleri de içinde, ülkenin, dünyanın her yerinde yapılan etkinliklerdeki sorgulamayı unutmamamız gerektiğine inanıyorum... Yüz binler Ankara’nın ayazında nerede ise örgütlenmesiz cenaze töreninde hangi duygularla buluşmuştuk? 
Bizim adımıza bizim için de anlamlı gerçeklikler üzerinden bir biçimde tek başına savaşım veren bir araştırmacı gazeteciyi, egoist bir yaklaşımla yitirmenin korkusu, kaygısı, paniği, isyanı öne çıkmış olabilir mi? 
İnsandan yana gerçeklerin ortaya çıkarılmasında medya gücünün, en azından silahlı güç kadar etkin olduğu bir çağda, gereken derslerin çıkarılabilmesi yolunda neler yapabiliriz?

Şükran Soner / CUMHURİYET

Halkçılık altı okun kaçıncı sırasında? - ÇİĞDEM TOKER

Ne evlatların ölümünü istememek suçtur, ne de doğası gereği barışın yanında durması gereken gazeteciliğin yaşamı savunması. 

Fakat bugünlerde başkasının evlatlarının ölmesini istemeyenler “vatan hainliği”yaftasıyla damgalanıyor. 

Gazeteyi F-16’nın içinde yapmış, bomba butonuna yazıişleri salonundan basmış gibi “indik bindik, tepeledik” diye manşet atan gazeteciler ise herkesten vatansever. 

Askerliğini bedelli yapmış yakışıklı oyuncunun, film icabı giydiği üniformalı fotosunu sosyal medya hesabına iliştirip kahramanlık mesajları yazması hiç riyakârca bulunmuyor. 

Bir diğerininse Ankara’da bir kafeye oturması dahi valilik kararıyla yasak.

***

Eğer gündem Afrin olmasaydı, biz bugün, yurtlarında 45 çocuğun istismar edildiği Ensar Vakfı’nın, Milli Eğitim Bakanlığı ile protokol imzalayan gerici vakıfların devlet protokolüne alınmasını konuşacaktık. 

Gündem Afrin olmasa, 115 kız çocuğunun hamilelik kayıtlarını, bu kayıtların nasıl örtbas edildiğini, istismarcıların kimler olduğunu konuşacak, İstanbul Valisi’nin çocuk yaşını kademelendirerek rıza üreten sözleri öne çıkacaktı. 

Gündem Afrin olmasa, günlük 45 bin araçtan, otomobil başına 15 Avro artı KDV fiyat garantisi bizim vergilerimiz üzerinden verilen Çanakkale Köprüsü inşaatını Başbakan Binali Yıldırım’ın ziyaret ettiğini ve orada yine “Devletin cebinden para çıkmıyor” dediğini anımsatacaktık.

***

Ancak bunları konuşamıyoruz. Bunları konuşamadığımız gibi; 100’ün üzerinde gazetecinin cezaevinde bulunduğu Türkiye’de, Afrin Operasyonu ile birlikte gazete ve televizyonların askeri haberler bülteni gibi çıktığı, herkesten iktidar söylemine uygun dille konuşup yazmasının beklendiği, bunu yapmayacaklarsa susmalarının istendiği bir ortamda, ana muhalefet partisinin -örneklerini anımsattığım- tutumu, zaten can çekişen ifade özgürlüğüne ağır bir darbe daha indiriyor. 

CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz: 
“İktidar ile muhalefet arasındaki ayrım kalkıyor.” 


CHP Sözcüsü Bülent Tezcan: 
“Millet olarak arkasındayız, destekliyoruz.” 


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu: 
“Askerlerimiz görev yaparken Suriye’nin toprak bütünlüğüne de katkı yapıyorlar.” 


Dün Kemal Can’ın da içine girdiğimiz konjonktürü tanımlarken vurguladığı gibi, “Savaş dışındaki seçenekleri seslendirmenin kriminalize edileceği, yoğun ve çok taraflı bir enformasyon mücadelesinin yaşanacağı bir dönem”e doğru gidiyoruz. 

Peki böyle bir dönemdeki bir numaralı toplumsal ihtiyaç, AKP ile MHP’nin kurduğu “milli mutabakat”a CHP’nin eklemlenmesi midir? 

Sahi, CHP açısından “halkçılık”, altı okun kaçıncı sırasındadır? 


Toplumsal barışa, demokratik parlamenter sisteme, hukuk devletine olan acil ihtiyaç bu kadar hızlı artarken.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET