20 Şubat 2018 Salı

Yarınki Suriye’nin parçalanmış resmi... - Erol Manisalı

Kimse kendi kendini kandırıp aptalı oynamasın: artık Suriye’nin üniter yapıda toprak bütünlüğü, ABD’nin (ve İsrail’in) plan ve operasyonları ile tamamen ortadan kalkmıştır. 

- ABD, Irak ve Suriye’deki Kürdistan ayakları ile birlikte PKK (ve YPG) terör örgütlerini bir maşa gibi kullanarak 600 km’lik sınıra üsleri ve tesisleri ile birlikte yerleşmektedir. 
5 bin TIR’lık donanım, şimdilik 30 bin kişilik YPG ordusu içindir. Arkası, milyarlarca dolar bütçe. 

ABD artık Suriye’de PKK, YPG ve kendi üsleri ile kalıcıdır. ABD bu bölgeyi kontrol ederek çok amaçlı bir sonuca gitmek istiyor: a) bölge ülkelerini yarın da parçalamak ve denetlemek, b) Rusya’nın ve İran’ın, Irak ve Suriye üzerindeki denetimini ve etkisini dengelemek, c) En büyük rakibi Çin’i Ortadoğu kaynaklarından uzak tutmak, d) Stratejik uzantısı İsrail’i bölgede güvence altına almak, e) Bölgeyi Avrupalı büyük rakiplerine kaptırmamak, f) Bölgenin su kaynaklarını kontrol etmek. 
İşte bu nedenlerden dolayı ABD artık Suriye’de Kürdistan maşası aracılığı ile sürekli olarak kalacaktır.
 
- Ya Rusya: Rusya da Suriye’de kalıcıdır. Suriye rejimini kontrol altında tutarak, üsleri sayesinde “ABD’nin bölgedeki tekelini dengelemeye çalışacaktır”
Şimdilik en yakın dostları İran, Suriye, Türkiye ve kısmen Irak’tır. 
Dolayısıyla Türkiye’nin Güney sınırlarına iki süper güç ABD ve Rusya sürekli olarak yerleşmişlerdir. 
- İran da bölgede ve Suriye’de kalıcı konumda: yalnız Suriye’de değil Irak, Ürdün ve Lübnan’da da var.

Ve Suriye’deki Türkiye 
Ankara da, kendini korumak için, haklı gerekçelerle girdiği Suriye’den çıkamayacaktır: 
Ankara Şam ile iyi olsa, “geri dönme konusunda anlaşabilirdik”: Afrin ve El Bab bölgesini “dostumuz Şam rejimiyle, anlaşarak bırakabilirdik”. Ama şimdi bu olanak da yok. Çekilirsek oraya PKK ile birlikte ABD yerleşecek, bölge Kandil’e dönecektir. 
Dolayısıyla Ankara’nın Şam ile, “siyasal İslam kavgası” Türkiye’yi Suriye’nin içindeki sorunlar yumağına kilitleyecektir. 

2011’den başlayarak Ankara’nın Şam ile kavgası, ABD’nin, PKK’nin ve YPG’nin 600 km’lik Suriye sınırına yerleşmesine ortam hazırladı. Şimdi bu hatayı düzeltmeye çalışıyoruz. 

Bir anlamda Ankara da Suriye’de kalıcı. Ancak bizim durumumuz ABD, Rusya ve İran’dan farklı: onlar bölgede yerleşerek etkinliklerini ve çıkarlarını genişletiyorlar. Biz ise “zararın daha da büyümemesi için, üzerimize saldıranları durdurabilmek için o bataklığın içine gömülmek zorunda kalıyoruz”.

ABD ile son temas 
Türk ve ABD Dışişleri arasındaki son görüşme “çözülemeyecek gidişatın komisyona havale edilmesinden başka bir şey değildir”. 

Ankara, ABD 600 km’lik sınırda ne yaparsa yapsın “ipleri koparmak lüksüne sahip değildir”. ABD de kısa vadede “Türkiye’yi feda etme lüksüne sahip değil”. En az 5-6 yıl daha vaziyeti idare etmesi gerek. 

Erdoğan (ve AKP) için de aynı şey söz konusu. Sarraf, Halk Bankası, FETÖ ve diğer sorunlardan dolayı “komisyona havale” her iki tarafın da işine geliyor.

ABD bölgedeki uzun vadeli planlarını, AKP ise önümüzdeki seçimleri kazanmayı esas alıyor. İplerin kopması, başta ekonomik kriz olmak üzere aleyhlerine olur. 

Evet! BOP, Arap Baharı, Esad’ın Esed’e dönüştürülmesi, ABD, PKK, YPG ve zorunlu olarak Suriye’ye girmek durumunda kalmamız… Filmin birinci bölümünde çekiç güç ve 1 Mart tezkeresi vardı… “The End”e doğru yavaş yavaş gidiyoruz… 

İşin bu noktaya getirileceğini, Türkiye’nin Kürdistan projesine karşı Rusya ve İran ile işbirliğine girerek dengeleme yapması gerektiğini taa 7 Mart 2002’de Harp Akademileri’ndeki Türk ve dünya kamuoyuna açık seminerde söylediğim zaman içimizdeki FETÖ’cüler ve “Batıcılar” bana saldırmışlardı. (*) 

AKP’nin 16 yıl sonra bu noktaya gelmek zorunda kalması ise ironik bir sonuç değil mi? 

Erol Manisalı / CUMHURİYET

(*) Yolumun Kesiştiği Ünlüler, syf. 102-106, Kırmızı Kedi, 2017

3. havalimanı ve ‘başkanlık’ - ÇİĞDEM TOKER

3. havalimanı projesi, şu anda en çok 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimi bakımından yaşamsal önem taşıyor. Tayakadın’daki uçsuz bucaksız inşaat alanındaki ölümüne hızın başka bir izahı yok. Son yazımda bu konuya biraz değindim. Biraz daha açalım. 
Malum, Cumhurbaşkanlığı seçimi, -şaibeli 16 Nisan referandumunun sonucu dolayısıyla- bir başkanlık oylaması niteliğinde geçecek. 

Bu seçimde, hayat memat meselesi olan yüzde 50’nin aşılması için, iktidar ve iktidar güçlerinin bilinen/bilinmeyen her yol ve yöntemi deneyeceğini görmek için bu ülkenin okuryazar vatandaşı olmak yeterli. Keza üç yıl önce, 7 Haziran seçim sonuçlarının ardından 1 Kasım seçimlerine kadar yaşananları, hemen ardından da dokunulmazlıkların kaldırılmasının anlamını kavrayabilmek için de analist filan olmak gerekmiyor. 

Bu yakın tarih bilgisinin üzerine, bir başka yakın tarih bilgisi olan 16 Nisan referandumunda oy verme işlemi sürerken YSK’nin hepimizle alay edercesine yaptığı (kararı almadan) mühürsüz zarf duyurusunu koyun. Sonra gelin bugüne, Afrin harekâtının AKP oylarına yansımasını ölçen araştırmalara ve bunların insanın kalbini ağrıtan açıklanma biçimlerine bakın.

Seçmen konsolidasyonu 
Velhasıl, 2019’a koşar adımlarla gittiğimiz şu konjonktürde finansal büyüklüğü, yolcu kapasitesi ve bölgesel konumu başta olmak üzere her türlü parametre açısından “büyüklüğü” öne çıkarılan 3. havalimanı, bu özelliğiyle seçmen konsolidasyonunda kritik rol oynayacaktır. 

3. havalimanı inşaatına yönelik eleştirel her haberin güç sahipleri nezdinde uçsuz bucaksız bir kayıtsızlık duvarına toslaması, iktidar yanında hizalananlarca da vatana ihanet gibi algılanışı, bu yüzdendir. Meselenin bir başka ve gazetecilik bakımından en sorunlu ayağını ise habercilerin ve kuruluşların, PR görevlisi gibi kullanılmak istenmesi oluşturuyor. 

İGA Havalimanı’nı oluşturan beş büyük müteahhidin, geçen aralık ayında büyük sermaye artırımına gittiğini haber verdiğim yazının ardından, yüksek tirajlı bir gazetenin manşetinde 3. havalimanı kulesinin ne kadar da şahane yükseldiği haberini okumamız bir rastlantı değildi. 

Geçen hafta Cumhuriyet’in inşaat alanında yaşamını yitiren işçilerle ilgili haberciliğinin, sorumluluk duygusunu yansıtan bir açıklama yerine, karşı propagandayla karşılaşması da öyle. 

Bu öyle acayip bir atmosfer ki, bir gazeteci “Orada insanlar ölüyor, işçiler güç koşullarda çalışıyor” derken, devletin ajansı, beş müteahhidin yaptığı 3. havalimanı’ndaki işçilerin, “ev konforunda” çalıştığına, 35 bin personele fitness merkezinden bilardo ve langırt atölyesine, halı sahaya dek her tür sosyal olanağın sağlandığına dair videolu haber geçiyor. 

En hazini de AA muhabirine açıklama yapan işçinin, sanki normal olan tersiymiş gibi yemeklerde her şeyin en tazesinin kullanıldığını söylemesi. Sonra ertesi gün bu alanın en üst düzey bürokratı konumundaki kamu görevlisi, bütün hazırlıkların 26 Şubat (Erdoğan’ın doğum günü) tarihine göre ayarlandığını, pistin hazır hale getirildiğini söylüyor. Bu havadislerin ihtişamı altında, ölen işçileri ne sual ne de dert eden çıkıyor. 

2019’a koşar adım giderken, sayısı düşük, nüfuz ve finansal büyüklüğü yüksek olan bir grup müteahhit, bu kez “başkanlık” yolundaki konsolidasyon sürecinde yoğun faaliyet gösteriyor.
 
Şüphesiz bu faaliyet karşılıksız kalmıyor. 

Bitirirken; 3. havalimanını yapan İGA AŞ’nin beş ortağından biri olan Cengiz İnşaat’ın devletten sadece 2017 yılında, 3 milyar TL’ye yakın “pazarlık” usulü ile iş aldığını da kayıt düşelim.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

19 Şubat 2018 Pazartesi

Erdoğan’ın yerine “kim” geçsin? - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Erdoğan’ın yerine kimi cumhurbaşkanı olarak görmek istersiniz? Bu soru, eğer baskın seçim olmazsa önümüzdeki bir-bir buçuk yılın siyasi stratejilerini ve pazarlıkları belirleyecek. Müesses siyaset, Erdoğan’ın karşısına çıkıp en yüksek oyu alacak adayı arıyor. “Kanaat önderi”, “bilge devlet adamı” profili mi yoksa popülist, öfkeyi bir “hitabet sanatı” olarak kullanan, Erdoğan benzeri biri mi bulunmalı sorusu muhalefet kulislerinde nicedir soruluyor. 

Henüz net bir yanıt ortada yok. 

İktidar ise şimdiden muhalefetin olası adaylarını “tespit” edip oyun dışına itmek için var gücüyle yükleniyor. İlker Başbuğ örneğinde gördüğümüz tartışma, bu sürecin önümüzdeki günlerde nasıl işleyeceği hakkında ipuçları sunuyor.

Birçoklarına göre Başbuğ tartışmasının nedeni eski Genelkurmay Başkanının “Afrin harekâtı siyaset konusu yapılmasın” minvalindeki beyanatıydı. Mevcut koalisyonun ortakları alınmıştı. Önce “iktidar sözcüsü” Bahçeli, İlker Paşa’ya veryansın etti, ardından Erdoğan “yazıklar olsun” dedi. O “yazıklar olsun” basit bir sitem değildi. Zira Başbuğ, 15 Temmuz sonrasında iktidarın ana akımda boy göstermesinden rahatsız olmadığı nadir şahsiyetlerdendi. Fethullahçı çete mağduru sıfatıyla, kritik konularda iktidar ile ters düşmeyen bir pozisyon alıyor ötesinde bunu “devlet adamı dozu”nda yaptığı için muhalif kesimlerce de takip ediliyordu. Cumhuriyet diyor, Atatürk diyor ama iktidarın parti-devlet projesine her ne hikmetse ses çıkarmıyordu. Başbuğ, Ergenekon soruşturmalarındaki haksızlıklarını dile getirirken bile AKP’nin rolünü değil yalnızca Fethullahçıları hedef alıyordu. Buna rağmen Eski Genelkurmay Başkanına açılan alan “koşulsuz” değildi. Paşa “kanaat önderi” vasfıyla kalacaktı başka bir şey olarak değil!

Bu yılın ilk ayında yandaş medyada bazı kalemler Başbuğ’un “Hayır’ın adayı” olabileceğini yazmaya başladı. Böylesi bir sinyali nereden aldılar orası muamma. Çünkü ne CHP’den bu doğrultuda bir ima vardı ne de Başbuğ’un adaylığa göz kırptığını işaret eden bir konuşma. Eski Genelkurmay Başkanı Hayır kampanyasının da etkin bir aktörü değildi ki adayı olsun. Ancak yandaşlar, ana muhalefetin “herkesçe bilinen”, “siyaset üstü” isim arayışı İlker Paşa’ya uygundur diye düşünmüş olmalılar. Başbuğ o andan itibaren dokunulmazlık zırhından mahrum kaldı. Afrin harekâtıyla ilgili ifadeleri ise sadece bahaneydi.


“Ergenekon’da kandırıldık” diyen Metiner örneğinde olduğu gibi Başbuğ’a adaylık ihtimali üzerinden yüklenildi; yani ön alındı! 15 Temmuz sonrasının “makbul” isimlerinden bir diğeri Nedim Şener “Başbuğ CHP’nin adayı olabilir” diyerek yandaş kalemlerle aynı yerden konuştu. Olası sonuçlarını hesap etmediğini düşünmek mümkün değil.

Ortada bir oyun olduğu aşikâr. İktidar muhalefete “cumhurbaşkanı aday adayı” gösterip sonra da o isim üzerinden suları bulandırıyor. İstedikleri CHP’nin ya Ekmeleddin İhsanoğlu gibi sağcı bir aday ya da tam tersine ulusalcı-Kemalist bir figürü seçimlere taşıması. Gündemde adalet, eşitlik, toplumsal barış, laiklik olmasın yeter! Ne de olsa Kesici gibiler “aman parti sola kaymasın” diyor. Ne de olsa CHP lideri, İhsanoğlu seçiminde hata yaptıklarını hala reddediyor. Ne de olsa “demokrasi cephesi” gibi muğlâk bir birliktelik tasvir ederek liberal İslamcılarla Kemalistleri aynı çizgide toparlayabileceğini düşünüyor. Hâlbuki İhsanoğlu seçimi hatanın daniskasıydı, “demokrasi cephesi” de ham hayalden ibaret.

Öyleyse ulusalcılığıyla maruf biri midir Erdoğan’ın alternatifi? Hazır milliyetçi-militarist atmosfer karabasan gibi çökmüşken ulusalcı aday bulup bundan nemalanalım diye düşünenler vardır. CHP ve İyi Parti’nin ulusalcı-Kemalist bir isimde anlaşması da siyasal genetiklerine aykırı değildir. Ancak bugünkü haliyle iktidar blokuyla milliyetçilik yarıştırmak yenilgiyi baştan kabul etmek demektir. Cihat hutbelerinin okunduğu, Diyanet’in karargâha girdiği bir ülkede iktidarın dinci-militarizmi ile “şanlı ordu” nidalarıyla baş edilemez. Ötesinde Kürt seçmeni yok sayan bir siyasetin de açık faşizme gidişe dur deme potansiyeli yoktur.

“Aday kim olsun?” sorusuna odaklanmanın siyasal alanı genişletemeyeceği besbelliyse o zaman “isme” değil “fikre”, “programa”, “ekibe” odaklanıp bu fikrin, programın, kadronun temsilcisini toplumun geniş kesimlerinin bağrından çıkarmaya, yani zor olana yönelmek gerekir. Grevi yasaklanan işçinin; kadrosu, ekmeği gasp edilen kamu emekçisinin; okulu imam hatipleştirilen velinin, öğrencinin; etkinliği yasaklanan sanatçının, izleyicinin; akarsuyu, ağacı, tarlası yok edilen çiftçinin, köylünün hakkını savunacak bir program olmalıdır bu. Tek adam rejimini ortadan kaldırmak, “siyaset üstü” arayışlar ya da “devlet refleksi” ile değil kitleleri Siyasal İslam ve kapitalizmin neden olduğu krizlere karşı örgütleyerek mümkündür. 

Var mısınız, yok musunuz onu söyleyin…

 GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

‘Yok anne, ben iç sayfalarda yazıyorum zaten…’ - İRFAN DEĞİRMENCİ

İlk köşe yazımdan sonra annem aradı, ‘Başını daha fazla derde sokma. Nereden çıktı şimdi bu köşe yazarlığı?’ diye sordu . Ben de Gezi’de ‘Biber gazı bala benziyor’ şarkısı eşliğinde annesine ‘merak etme, biz hep arkalardayız’ mesajı atan o güzel çocuklar gibi yanıt verdim anneme. ‘Yok anne, benim yazı hep iç sayfalarda yayımlanıyor zaten’ dedim. Benim annem geçen sene kovulduğumu Halk Tv’de dönen altyazıları okuyarak öğrendi. Onu arayıp haber verecek zamanım olmamıştı. Telefonum susmak bilmiyordu ki!

Annemle konuşmam gerekirken, Ertuğrul Özkök’le konuşuyordum mesela. ‘Hayır tweetlerinin altına imzamı atarım ama bu sözlerim aramızda kalsın rica ederim’ diyordu Özkök mesela. Yüzüm kızarıp telefonu kapatıyordum Emin Çapa arıyordu. Telefonum sürekli meşgul. Annemi arayamıyordum bir türlü. Bana, benden sonra sabah haberlerini sunsun diye Ona getirilen teklifi ‘ekibi işsiz kalmasın diye’ kabul etmeyi düşündüğünü söylüyor, fikrimi soruyordu, kibar adamdı Emin, teklifi kabul etti biliyorsunuz. Bir süre sundu sabah haberlerini ama maalesef geçen hafta hem Onu hem de ekibini işten çıkardıklarının haberi geldi. Üzüldüm doğrusu. Umarım tazminatlarını alabilmişlerdir.

Annem de bana çok üzülüyor ama belli etmiyor. Ben de Ona maddi sıkıntıları belli etmemeye çalışıyorum. Temmuz ayında, artık daha fazla üzülmesin diye annemi arayıp iş bulduğumu söyledim. Sevindi, hemen ‘hangi televizyon?’ diye sordu. ‘Yok anne, televizyonlar beni çalıştırmıyor. Ben, artist olmayı deneyeceğim’ dedim şaka yollu. ‘Hayırlısı evladım ama sahne, televizyona benzemez. Sahneye çıkacaksan seni izlemeye gelenler bilet parası verip gelecek. Onlara mahcup olma.’ dedi. Anneme ve birçoklarına göre memleketin en büyük artisti Tarkan. Annem de öyle dedi, ‘Tarkan’ı izle de bir iki figür kap bari, bizim başımızı seyircinin önünde yere eğdirme’ dedi.

Ben de öyle yaptım, işsiz gecelerimde kimselere çaktırmadan Tarkan çalıştım. Kuzu kuzular, şımarıklar, ne kadar Tarkan klibi varsa izledim. Şakaydı gerçek oldu. Tek kişilik gösterimde Tarkan taklidi de yapıyorum. Pek eğleniyoruz. Akit’in internet sayfasında benimle ilgili ‘Aydın Doğan’ın kapının önüne koyduğu İrfan Değirmenci, layığını buldu, sahnelere düştü, göbek atarak para kazanmaya çalışıyor’ yazdılar. İki hata vardı haberde, birincisi sahne düşülecek değil çıkılacak bir yerdi ve ikincisi de göbek atarak para kazanmaya çalışmak ayıplanacak bir şey değildi! Asıl utanılması gereken şey, halka yalan söylemek, üç maymunu oynamak, haber anlatır gibi yapıp haber anlatmamaktı. Utanılması gereken şey, hak yemekti, hedef göstermekti, kula kulluk etmekti, paraya doymamak, para için olmadık omurgasızlıklar sergilemekti.


Utanılması gereken şey, bugün ak dediğine ertesi gün kara demekti, soluduğumuz havadaki oksijene düşman olanların ayağına turkuaz halılar serip sonra nefes alamıyoruz diye hayıflanmaktı utanılması gereken. Utanmadılar, yüzleri kızarmadı, hâlâ da kızarmıyor. Batan teknede son bir can simidi kalsa, kendilerinin vücudu simit üstüne simit olsa, yine gözlerini o son can simidine dikecekler!

8 aydır salonları dolduran güzel insanlar sayesinde anneme hala işe yaradığımı, hâlâ oğluna güvenebileceğini, oğlunun hâlâ etrafına bile faydası dokunan bir evlat olduğunu gösterebildim. Olağanüstü hallerde, olağanüstü zor koşullarda, oyunlar yasaklanırken, salon izinleri iptal edilirken iyi kötü geldik bugüne. 

Bugünden sonrası mı? 
Kim yarın sabah için plan yapabiliyor ki memlekette? 
Yarını değil üç saat sonrasını kestirebilen var mı? 
Yarını bilmiyorum ama şunu çok iyi biliyorum, ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların, direnenlerin cesur ve erdemli dayanışması hayatta tutuyor. Yeni bir güne, aydınlık bir sabaha uyanacaksak beraber, gecenin en korkunç karanlığında kendi yanıp etrafını aydınlatmaya çalışanların sayesinde, ıssızlığın ortasında ıslık çalarak korkuyu yenmeye çalışanların kararlılığıyla uyanacağız. O güne kadar acı biberler sürsünler bakalım dilimize dudaklarımıza…

İrfan Değirmenci / BİRGÜN

Amerika’nın kanatları altında 'özgürlük mücadelesi'? - İLKER BELEK

Şimdilerde, Afrin operasyonu vesilesiyle Kürt “özgürlük” politikası yeniden gündemde. Rojava’nın nasıl “özgürleştirildiği”ni hatırlıyoruz.

2011’de ABD Suriye’de Esad karşıtı bir “muhalefet” oluşturdu. Aynı anda IŞİD’i de ortalığa saldı. “Muhalefet” ile IŞİD’in nerede ayrıştıkları hiç belli değildi. söz konusu olan emperyalist bir tezgahtı.

Rusya oyuna girinceye kadar ortalık toz dumandı. Esad Şam’a sıkışmış, Halep-Şam karayolu cihatçıların eline geçmiş ve Suriye’nin büyük kentleri ablukaya alınmıştı.
O kaosta yıllardır kimlikleri tanınmayan Kürtler “kendiliğinden” Türkiye’nin güney komşusu oldular. Esad’ın boşalttığı toprakları ele geçirdiler.

AKP fırsattan istifade başkanları Salih Müslim’le ilişki kurdu. Hesabı YPG-PYD’yi yanına çekerek, Suriye’de güç olmaktı. Ama tabi ki Kürtlerin de kendilerine göre büyük hesapları vardı. Büyük hesabın, AKP ile değil de, büyük güçlerle ilişkilenerek hayata geçirilmesi kendilerine daha gerçekçi geliyordu. AKP yedeğe alamadığı YPG’yi o zaman terör örgütü ilan etti.

Bu arada IŞİD emperyalizmin Suriye’ye müdahalesi bakımından çok uygun ortam yaratıyordu. O sıralarda kuzeydeki Telabyad, Cizire ve Kobani bölgeleri YPG tarafından “kanton”laştırılmıştı. Bu terim mülkiyet biçimine dokunmayı hiç düşünmeyen Kürt “demokrasi”sini tanımlıyordu.

Hemen ardından IŞİD Irak’taki kuvvetlerinden destekli biçimde Kobani’yi kuşattı. İlçe merkezindeki YPG’lilerin direnişi tüm dünyada olay yarattı. YPG’li kadınların askeri üniformalar içindeki fotoğrafları yabancı basında baş sayfaları süslüyordu.

Kobani Stalingrad idi. Kobani’de insanlık ölüyor, seyreden bu suça ortak ilan ediliyordu. Öte yandan emperyalizmin hep kendi eliyle yarattığı insanlık dramları ile varlığını, işgalini meşrulaştırdığı ve Kobani’ye saldıran ve Orada direnen tarafların ikisini de ABD’nin silahlandırdığı unutturuluyordu.

ABD IŞİD’in Kobani ablukasına uzun süre seyirci kaldı. Bilinçliydi. İstiyordu ki Kürtler tam manasıyla eline düşsün. Planı, son anda devreye girerek kurtarıcı rolüne soyunmaktı. Öyle oldu. Tam “Kobani düştü” denilirken IŞİD’i havadan vurmaya başladı.

Bu arada Kürtler arasındaki dayanışma da had safhaya çıkmış, bir başka Amerikan imalatı olan Barzani Kobani’ye destek kuvvet göndermek üzere AKP’ye başvurmuştu. O sıralarda Barzanistan ile Türkiye arasından su sızmıyordu. Buna rağmen AKP izin vermedi. Kürt vakıasının bu gidişle kontrolünden çıkma potansiyeli kazanacağını sezinliyordu.

Araya Obama girdi. Erdoğan’ın ikna edilmesi gerekiyordu. Özel bir telefon görüşmesi gerçekleştirildi. Obama’nın elinde beyzbol sopalı fotoğrafı görüşme anı olarak basına servis edildi. ABD hiç fırsat kaçırmıyor, herkese mesaj iletiyordu. Sonuçta Peşmerge, topraklarımızdan bizim Kürtlerin “Biji Serok Obama” nidaları arasında geçerek hedefe ulaştı. Kobani kurtulmuştu.

Rojava işte böyle, tam bir Amerikan sosyal pazarlama projesi olarak “özgürleştirildi”. Amerikan silahlarıyla, Amerikan icazetiyle.

YPG ABD’ye öyle sıcaktı ki, işlerin her karıştığı anda Amerikan askerinin bölgeyi terk etmemesi gerektiği konusunda ricacı oldu. Kendisine bahşedilmiş topraklarda 10’dan fazla ABD üssünün inşasına, işletilmesine ortaklık etti. Bölgeyi teftişe gelen Amerikan askerlerinin karşısında hazır olda durdu.

Kürtlere bunlar normal geliyor. Ama, eğer “özgürlük”se, bu özgürlük değil. Bu Amerika’nın bölgemize yönelik planlarının parçası olmaktır. Kürtlerin üstlendiği işlev şu anda budur.

Kürtler şunu iddia ediyorlar: “Başka çaremiz yok. Siyaset ilişkiye dayanır. Bizim de bu ilişkiden kazandıklarımız var.” Kazanılan yer Rojava’dır, ama Rojava Amerikan toprağıdır, Kürtler tarafından Amerika için kazanılmıştır.

Kürtler çok önemli bir gerçeği görmezden geliyorlar, bilmemeleri olanaksız, suça ortaklık oluyor: Emperyalizm olgusu. Emperyalizm dünyanın tekeller arasındaki paylaşımıdır. Tekellere devletleri destek olur, aracılık eder, asker tahsis eder. Sosyalist sistemin yıkılması sonrasında yeni bir paylaşım savaşı başladı. En önemli merkezi Ortadoğu. ABD’ye bölgemize yerleşebilmek için yeni araçlar, yeni argümanlar gerekiyordu. Kürtler araçların en önemlilerinden birisi, “özgürlük mücadelesi” retoriği de en önemli argüman oldu.

Sonra bir itiraz geliyor: “Ama biz Rojava’da özyönetim kurduk.” Bu da solun eleştirilerine karşı bir tedbir. Yine biliyorlar, ama yine bilmezden geliyorlar, “özyönetim” denilen şey de emperyalizmin projesidir, kapitalist düzende yönetim burjuva iktidarıdır, başına hangi terimi getirirseniz getirin değişmez.

Kısaca Kürtler demiş oluyorlar ki “bizi bizim patronlar sömürsün”. Olmaz, sizin patronlarınız sizi ancak Amerikan tekellerinin verdiği izin kadar sömürebilir, esas patron ABD’dir ve önemli olan ne şekilde olursa olsun sömürünün devam etmesidir. Hepsinden ötesi Kürtlerin bu yaklaşımı sömürülmekten yana bir yaklaşımdır.

Neresinden bakarsanız bakın Kürtler emperyalizmin elinde, emperyalizmin işini görüyorlar. Afrin operasyonu, o noktada Rusya’nın kendilerine destek sunmamış olması, üzerlerindeki Amerikan hakimiyetini daha da artırdı, bu da tam Trump’ın planladığı sonuçlardan birisiydi.

Kurtulmak ve özgürleşmek için emperyalizme karşı savaşmak gerekir, Kürtler ise emperyalizm için savaşıyorlar.

İlker Belek / SOL

Ataerkil utancımızın aynası Yeşilçam hurileri - TAYFUN ATAY

Daha önce de çeşitli vesilelerle dillendirdiğim üzere, gündelik hayatın içinde “hayal inşası” anlamında 19’uncu yüzyıl romanın, 20’nci yüzyıl sinemanın olmuştur. (21’inci yüzyıl da dizilerin olacak gibi görünüyor.)

20’nci yüzyılın Türkiye’de de sinemanın olduğuna dair en çarpıcı göstergelerden biri, Türker İnanoğlu’nun “Başlangıcından Bugüne (1914-2018) Afişlerle Türk Sineması” başlıklı muhteşem eseri...
Sinemamızın yapımcı ve yönetmen olarak abide isminin, kurucusu olduğu TÜRVAK'ça (Türker İnanoğlu Vakfı) yayımlanmış, tarafıma gönderilme inceliğinde de bulunulmuş, içerisinde toplam 8104 sinema afişinin yer aldığı 3700 sayfalık, iki ciltlik dev çalışması bu.

Ve “Bir resim bin kelimeye bedel” sözünü alabildiğine doğrulayan içeriğiyle, 20’nci yüzyılda yokluk, yoksulluk, kavga, dövüş, ölme, öldürme ve darbelerle geçmiş renksiz hayatımızı hayallerle renklendirenin sinema olduğunu fark etmenizi sağlıyor.

Bu kıymetli eser üzerine farklı yönlerden söylenecek çok söz var. Bununla birlikte benim ilk göz atışta takıldığım nokta, hüzünle acıyı buluşturan bir efkâr eşliğinde 1970’lerin “seks filmleri çığırı”nı aksettiren afişler oldu.

Bizim kuşak üzerindeki etkisi barizdir; çünkü ergenlik ve ilk gençlik yıllarımıza denk gelmiştir!..
Bu filmleri elbette içerisinde üretildikleri dehşet verici sosyopolitik iklimden bağımsız değerlendiremeyiz. Türkiye bir “soğuk savaş”ın sıcak zeminidir ve adına ister “sağ-sol”, ister “ülkücü-devrimci”, isterse “faşist-komünist” çatışması deyin, tam bir iç savaş ortamında günde ortalama 20 kişi cinayete kurban gitmektedir. Sokaklar, aile, konu-komşu, çoluk-çocuk insanların şen-şakrak nefes alıp verdiği yerler olmaktan çıkmıştır. (Televizyon, henüz tek kanallı ve çok kısıtlı devlet ekranı formunda eğlence ve hayal ihtiyacına kısmen cevap vermektedir.)

Bu insanların boşalttığı semt sokakları nasıl ölümcül bir eril-politik şiddetin egemenliğindeyse, onların doldurmaz olduğu sinema salonları da eril-pornografik şiddetin hâkimiyeti altına girmiştir.
Sokaklarda gencecik erkeklerin ölümüne tanık olmaktayızdır.

Sinemada ise tertemiz umut ve hayallerle beyaz perde macerasına başlamış gencecik kadınların eril bir şevk, şehvet ve şiddetle “öldürülüşü”ne tanığızdır!..

Mine Mutlu, Figen Han, Feri Cansel, Arzu Okay, Melek Görgün, Zerrin Egeliler, Zerrin Doğan ve diğerleri…

Sinema salonlarının sokaktaki ölümcül karanlıkla uyarlılık ve devamlılık içinde olduğu politik/pornografik erkek şiddetiyle yanmış bir dönemin kurbanları…

Çok ama çok güzeldiler!.. İnanoğlu’nun “Türk Sineması”nın 1’inci cildi (“1914-1979) sayfaları arasında dolaşırken fark ediyorsunuz, oyunculuğa ilk adım attıkları yıllarda da hepsi eli yüzü düzgün filmlerle karşımızda.

Bir Türkan Şoray ikizi denilebilecek Mine Mutlu mesela: 1969 yılında “İnleyen Nağmeler”de Zeki Müren’le, “Hancı”da Sadri Alışık’la, “Kaderimsin”de Murat Soydan’la, “Öldüren Aşk”ta Ediz Hun’la ve “Köprüden Geçti Gelin”de de tek başına başrolde.

Diğerleri ha keza: Arzu Okay, yavaş yavaş seks furyasının içine çekilmekte olduğu zamanda bile (1971) Engin Çağlar’la “Beyaz Kelebekler”de, Murat Soydan’la “Büyük Acı”da, Zeki Müren’le “Rüya Gibi”de başrolde. 1972’de de Kartal Tibet’le Muazzez Tahsin Berkand’ın eseri “Bir Pınar Ki”de başrolü paylaşıyor.
Feri Cansel’i 1971’de İzzet Günay’la “Gizli Aşk”da, Kadir İnanır’la “Kadifeden Kesesi”de başrolde karşımızda görüyoruz.

Sonrası hazin ve haşin... Mine Mutlu virajı çok “keskin” döner 1971’de Salih Güney’le “Seks Fırtınası”nda… 
Ötekiler de öyle. 
Ama hayli karakteristik bir örnek, 1974’te yapılmış “Ah Deme Oh De”de “janr”ın en gözde erkek oyuncularından Sermet Serdengeçti’nin bir yanında Arzu Okay’ın diğer yanında Mine Mutlu’nun yer almasıdır; konuk oyuncu kategorisinde de Feri Cansel vardır!..

Türk sinemasında 70’lerin seks furyası denince akla gelen, yukarıda isimlerini sıraladığımız bu kadınların dramatik durumu nasıl açıklanabilir?

Öncelikle onlar, “4 Yapraklı Yonca”nın (T. Şoray, H. Koçyiğit, F. Akın, F. Girik) artık olgunluk yaşlarında olsalar da seyirci nezdinde “kurumlaştıkları”, seyircinin gözünün başka “sevilecek” kadın görmek istemediği dönemde yükseliş imkanı, fırsatı, şansı aramışlardır. Sonra, yukarıda da belirttiğimiz siyasal şiddet eşliğinde toplumun “eve-kapanma” dönemi geldi. Ve sinema, kendisine gönül vermiş bu kadınların gönlünü değil etini, kalbini değil cinselliğini kazanma yoluna gitti. Onları seyirci nezdinde “sevilecek” değil “sevişilecek” kadın yaptı!..
Ancak onlar bu sürecin en masum, en onurlu ve en saygın mümessilleridir. Bizim eril utancımızın akça pakça aynalarıdırlar aynı zamanda…

O müthiş güzellikleriyle bugünkü tele-dijital dünyamızda var olsaydılar, eminim oyunculuk umut ve hayallerini böylesine örselenmeye uğramadan gerçekleştirme yolunda çok daha fazla seçenek karşılarında olacaktı.

Talihsizlikleri yanlış zamanda yanlış yerde olmalarıydı.

Şimdikiler, hani şu medya-magazinel dünyamızın içinde birbiriyle çekişen, didişen, mahkemeleşenler ise belki yine yanlış zamanda, ama doğru yerdeler denilebilir!..

1970’lerde ortalıkta olmadıklarına şükretsinler.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

18 Şubat 2018 Pazar

Afrin, ‘yedi düvel’ ve manzarayı umumiye.. - TANER TİMUR

AKP sözcüleri içerde Batı, özellikle de Amerikan düşmanlığı yapar ve bunu da “anti-emperyalizm” etiketi altında sunmaya çalışırken, dış temaslarda onlara “YPG’yi dışlayın, gerçek müttefiğiniz biziz!” mesajı veriyorlar.


“Zeytin Dalı” harekâtı başlayalı bir ay oluyor; Cumhurbaşkanı’nın geçen hafta sözünü ettiği “ısınma hareketleri” hala sürüyor. Afrin’in 350 civarındaki köyünden henüz 60 kadarı kontrol altına alındı; Afrin’e henüz girilemedi; girilip girilmeyeceği de tartışılmaya başlandı.

“Afrin’e hiç girilmemeli!” diyor muhalefet cephesi. CHP, şu ana kadar verilen kayıplara işaret ediyor, risklere dikkati çekiyor; onun da solu ise harekâtı başından itibaren yersiz ve gereksiz buluyor. Batı kamuoyunu şekillendiren yayın organları da, biraz da rahatlar görünerek, “yavaş” diyorlar; “harekât çok yavaş ilerliyor!”.


Gerçekten de harekât yavaş ilerliyor. Ve bu yavaşlık da çeşitli nedenlerle açıklanıyor: TSK’nın sivil kayıpları önlemek için çok hassas davranması; elverişsiz mevsim ve arazi koşulları; Afrin’de, Fırat Kalkanı’nda söz konusu olmayan bir dirençle karşılaşılması vb. Bu son nedenle ilgili olarak da “Biz PKK’ya terör operasyonu yapıyoruz” diyor, bir askeri analistimiz, “Ama (aslında) yedi düvelle savaşıyoruz. İşin doğrusu bu!” (M. Yarar, 12 Şubat 2018).

• • •

Evet, “işin doğrusu bu”; Türkiye Afrin’de “yedi düvel”le savaşıyor. Üstelik ilk sırada da ABD var! Washington’a Menbiç’te sopa (“Osmanlı tokadı”) gösterilirken, uluslararası mahkemelerde de dava açılması planlanıyor. Emekli Hâkim Albay A. Zeki Üçok’a göre bu konuda kuşkuya yer yok: Nikaragua’da Sandinist’lere karşı “kontra”larla işbirliği yapan ABD nasıl Uluslararası Adalet Divanı tarafından mahkûm edildiyse, şimdi de PYD/YPG ile işbirliği yüzünden mahkûm olacaktır! (Akşam, 10 Şubat). Her ne kadar verilen örnekte “Kontra”lara El Muhaberat, Sandinistler’e de daha çok PYD/YPG benzese de, burada sadece Afrin operasyonunun bu iki cepheyi birbirine yaklaştırdığını not etmekle yetinelim. PYD/YPG’lilerin Esad’ın kontrolü altındaki yerlerden rahatlıkla geçerek Afrin’e gelmeleri de bunu gösteriyor. Bakınız Reuters haber ajansı bu haberi okuyucularına nasıl duyuruyor: “Suriye’de hükümet yanlısı kuvvetler ile Kürt yönetimindeki güçler başka her yerde savaşıyor ve Şam Kürt özerklik talebine karşı çıkıyor; fakat Afrin’de ortak bir hasıma ve Türk ilerlemesini önlemek için ortak bir çıkara sahipler”. (NYT, 12 Şubat 2018).

Gerçek şu ki izlenen Suriye politikası Türkiye’ye karşı ABD’de de Cumhuriyetçilerle Demokratları birleştirdi. Bu ortak cepheye egemen olan görüşü NY Times gazetesi (31 Ocak), “yayın kurulu” imzalı başyazıda şöyle özetliyordu: “Güçlü bölgesel müttefiğiyle DAEŞ’e karşı savaşta umutsuzluğa kapılan Obama ve Trump yönetimleri, Suriye’de Kürt güçleri ile -bunların bir kısmı NATO üyesi olan Türkiye’nin sınırlarında ayaklanma halinde olsalar da- hevesle işbirliği yapmaya karar verdiler”.

• • •

Ya Rusya?
Soçi toplantısında beklediğini bulamayan Moskova da rahatsızlığını çeşitli şekillerde belli etti. Unutmayalım ki TSK ve ÖSO “Rusya nüfuz bölgesi” sayılan topraklara giriyordu ve Washington’un “Afrin’de askerimiz yok!” demesini harekâta bir çeşit “yeşil ışık yakma” şeklinde değerlendirenler oldu. Bu bağlamda ABD basınında “Türkiye’nin Suriye’ye girmesi Rusya ile ittifakını tehdit ediyor” başlıklı yazılar bile çıktı. (Time, 5 Şubat 2018).

Belli ki Putin de Kürtler’den çok Araplar’dan oluşan, fakat yönetimine Kürtlerin hâkim olduğu Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) karşısına almak istemiyor. Dahası, YPG’nin bir Türk tankını Rus silahlarıyla vurduğu da söyleniyor. Nitekim “konuştuğum askeri kaynaklar,” diyor Sabah yazarı, “Saldırıda bir Rus tanksavarının (Konkurs) kullanıldığını söylüyorlar” (5 Şubat). İran’da, devlet TV’sinde de “Türkiye Suriye’de kimyasal silahlar kullanıyor” diye propaganda yapılıyor ve bu arada “İran destekli milisler de Mehmetçiğe saldırıyorlar.” (Sabah; H. Kaplan, 9 Şubat).

• • •

Tabii AB ülkeleri de gelişmelere kayıtsız kalmıyorlar: Almanya bize sattığı tankların yedek parçalarına ambargo koyuyor; Fransa, “operasyon işgale dönüşmesin!” diye parmak sallıyor; Hollanda, “size büyükelçi yollamıyorum; sizinkini de istemem” diyor vb. İslam dünyasında ise -geçelim Mısır, Suudi Arabistan gibi “ağır top” ları- Washington’dan da, Ürdün Kralı Abdullah’ın “her temasında gerek Beyaz Saray’a, gerek yönetimin diğer birimlerine, ‘Bölgede yaşanan her sorunun sorumlusu Türkiye ve Erdoğan’dır’ mesajı” verdiği ve Trump’ın da bundan “hoşnut olduğu” bildiriliyor. (S. Turgut, Habertürk, 13 Şubat).

• • •

Anlaşıldı herhalde; askeri analistimiz haklı; Suriye’de “yedi düvel”le savaşıyoruz. Yine de moraller güçlü; ülkede hayat normal seyrini sürdürüyor ve umulmadık dudaklardan hamasi nutuklar yükseliyor. Hatta analistin kendisi de “Açıkça söylemek gerekirse, diyor, Afrin harekâtında siyasal ve askeri anlamda Türkiye’nin önüne çıkacak bir güç gözükmemektedir”.


Yine de “yedi düvelle savaşmak” ve daha Afrin’e girmeden bu kadar kayıp vermek kaygıları artırıyor. Üstelik verilen kayıplara karşı, “etkisiz hale getirilen teröristlerin” her gün biraz daha kabaran sayısıyla öğünmek de terörle mücadelede parlak bir yol gibi görünmüyor. Ülke yöneticileri otuz yıl önce de “son terörist yok edilinceye kadar savaş” diyorlardı; bugün de aynı şeyi söylüyorlar. 1990’larda Tansu Çiller “Terörle mücadele ederken şehit olan bir güvenlik görevlisi karşılığında yedi terörist öldürülüyordu; bu rakam geçen hafta yirmi iki teröriste çıktı; son on yılın rekoru kırıldı” diyordu. (Hürriyet, 3 Ekim 1993). Öyle görünüyor ki son günlerde Çiller’in rekoru da kırıldı; fakat savaş bitmedi; aksine daha da yoğunlaştı ve sınırlarımızın ötesine yayıldı.

Peki, bu noktaya nasıl geldik?

• • •

Bu noktaya Milli Güvenlik Kurulu’nun 17 Ocak’ta aldığı kararla geldik. Bu toplantıda nelerin konuşulduğunu, nelerin tartışıldığını bilmiyoruz. Yine de Sabah gazetesinden bir yazar bu toplantıda “dikkat çekici ayrıntıları gün ışığına çıkaran” şu bilgiyi veriyor: “MGK’nın 17 Ocak’taki toplantısında, ‘endişelerin ağır bastığı’ anda, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, siyasal risklerini de hesaba katarak, ‘Gereği yapılacak!’ direktifi veriyor”. Yazar bu “başkomutan kararlılığının” ABD’ye karşı net duruşta ve Rus hava sahasının açılmasında da rol oynadığını ekliyor. (Sabah, O. Müderrisoğlu, 1 Şubat 2018).


MGK’nin kompozisyonu göz önünde bulundurulursa, toplantıda “ağır basan endişeler”in kimlerden geldiği kolayca tahmin edilebilir. Buna karşılık Erdoğan’ın “başkomutan kararlılığı”nın hem dış, hem de iç politikamızdan kaynaklanan nedenleri olmalıdır.

• • •

Afrin operasyonuna karar verilirken Esad rejimi ve Rusya da İdlib’te hareket halinde idiler. Halep kurtarıldıktan sonra oradan göçenlerle beraber nüfusu iki buçuk milyonu aşan İdlib, bölgede hâkim olan El Kaide kökenli Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) örgütüyle beraber, sınırımızda bir barut fıçısı haline gelmişti. Astana Anlaşması ile bölgede 12 gözlem noktası kurması kararlaştırılan Türkiye bunlardan sadece 5 tanesini kurmuş, 6’ncının tesisine ise yeni başlanmıştı. Oysa İdlib’teki Rus-Suriye atağı ile çok zor bir durum ortaya çıkıyordu. Rusya, İdlib sorununu da “Grozni metodu”yla çözmek istiyor, bu ise Ankara’yı ürkütüyordu. 1990’larda Putin, Çeçen direnişini Grozni şehrini tahrip ederek bastırmış ve sonra da yeniden inşa ederek “karizma”sını cilalamıştı. AKP sözcüsü bir gazetede Putin’in “Çeçen Savaşı” geçenlerde şöyle özetleniyordu: “2000’li yılların başında tamamen harabeye dönüşmüş haldeki Grozni’yi görmüş olanlar, Çeçen başkentinin bugünkü mamur ve modern manzarasına inanmakta güçlük çekeceklerdir” (Yeni Şafak, Taha Kılınç, 7 Şubat).

Bu durumda akla şu soru geliyor: acaba şimdi de sıra İdlib’e mi gelmişti? “Önce yık- sonra yap” yöntemi orada da mı uygulanacaktı? İdlib’li gazeteci Ekrem el Ahmed de, Aralık 2017’de başlayan Rusya-Suriye bombardımanının 4 Şubat’tan sonra yoğunlaştığını, hatta zehirli gazın da kullanıldığını söylüyor ve şunları ekliyordu: “Bu bir Grozni senaryosudur. Her şeyi tahrip etmek, ancak ondan sonra siyaset konuşmak istiyorlar. Astana mütarekesi hiçbir zaman uygulanmadı. Soçi Konferansı sırasında bile bombardıman devam etti. Daha seyrekti, fakat sonra tekrar yoğunlaştı” (Le Monde, 6 Şubat 2018). Aynı kaynağa göre DAEŞ de İdlib’e doğru çekildi ve Ekim 2017’de Suriye hücumu başladığından bu yana Esad güçleri 110, DAEŞ de 70 köy ele geçirdiler. Rejim, girdiği topraklardan 350 bin kadar insanı sürdü ve “İdlib nüfusu her geçen gün biraz daha artıyor”.


• • •

Yukarıdaki tablo ne gösteriyor? Yoksa Afrin operasyonu bu konuda bir pazarlığın sonucu olarak mı başladı? Batılı bir diplomatın ifadesiyle, Erdoğan, harekât başlarken Putin’e “Ver Afrin’i, al İdlib’i der gibi” miydi? (Le Monde, 20 Ocak 2018). İdlib sınırlarında biriken on binlerce göçmen adayı, kuşkusuz bu gibi ihtimallere olanak vermiyor. Ne var ki kontrolden çıkabilecek gelişmelerin pratikte böyle bir potansiyel taşıdığını da kimse yadsıyamaz.

• • •

Carl von Clausewitz “Savaş, siyasetin farklı araçlarla devamıdır” diyordu. Sonuç olarak, Afrin operasyonu bu açıdan acaba nasıl değerlendirilebilir?

AKP iktidarı çoktandır siyasetini -içerde ve dışarda- “kutuplaşma” ilkesine dayandırıyor ve Suriye çıkartmasını da “milli mutabakat”ın bir aracı gibi kullanmaya çalışıyor. Nitekim vurucu gücü Feylak el Şam (Suriyeli Müslüman Kardeşler) ve Sultan Murat Birliği (Türkmen Tugayı)’ndan oluşan ÖSO’da bu “mutabakat” sağlanmış bulunuyor. Amaç, “yerli ve milli güçleri” harekete geçirerek, içerde “teröristleri”, dışarda da “düşmanları” bertaraf etmek! Oysa “terörist” kavramı çok sayıda STK’yi, bazı meslek kuruluşlarını, sol partileri ve CHP’yi kapsayacak şekilde tanımlanarak onlarca milyon vatandaş damgalanıyor ve kavram da anlamını kaybediyor. Savaşın iç politikada malzeme yapılmasını eleştirenler ise öfkeyle karşılanıyor ve susturulmaya çalışılıyor. Ne var ki AKP Başkanı, örneğin İlker Başbuğ’u bu nedenle “hesap vermek”le tehdit ederken, bir AKP milletvekili de bir TV kanalında partili yandaşlarına şu “müjde”yi veriyor: “Buradan müjde veriyorum. Hiç ummadığınız CHP’nin tabanı bu ittifaka oy verecektir. Daha da ileri giderek söylüyorum. Başkanlık seçiminde de yerel seçimde de CHP tabanının da, tavana rağmen, bu ittifak hattında bulunacağını iddia ediyorum”. (Metin Külünk; Şirin Payzın ile söyleşi). Atlantik ötesinde de bu görüş yaygın görünüyor ve New York Times Yazı Kurulu, bir başyazıda harekâtı okuyucularına şu sözlerle duyuruyor: “Harekât, Erdoğan’ın, ABD’nin düşman olarak gösterilerek iç destek sağlamaya çalıştığı uzak planlı stratejisinin bir parçası olarak görünüyor” (NYT, 31 Ocak).

• • •

Aynı ikili dile -daha da çarpıcı şekilde- dış politikada tanık oluyoruz. AKP sözcüleri içerde Batı, özellikle de Amerikan düşmanlığı yapar ve bunu da “anti-emperyalizm” etiketi altında sunmaya çalışırken, dış temaslarda onlara “YPG’yi dışlayın, gerçek müttefiğiniz biziz!” mesajı veriyorlar. Örneğin AKP’nin resmi organı gibi yayın yapan Yeni Şafak’ta, başyazar, “ABD Türkiye için düşman ülkedir” başlıklı makale yazarken (26 Ocak), Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da, iki gün sonra New York Times’de yayınlanan makalesinde, ABD’nin YPG’ye dayanmakla hata yaptığını, “zaten Türkiye gibi yetenekli bir partnere sahip olduğunu” söylüyor ve yazısını şu cümleyle noktalıyor: “Bu esas savaşta, Türkiye, ABD’nin saygısına ve desteğine layıktır”. (NYT, 28 Ocak 2018). Daha iki gün önce de, ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’un Ankara’ya yaptığı ziyarette aynı yönde, sıcak, fakat belirsiz (içi boş) “dayanışma”, “birlikte hareket etme” mesajları veriliyor.

İşte “Zeytin Dalı Operasyonu”nun bu ilk ayında “manzarayı umumiye” böyle görünüyor ve Mehmetçiğin acımasız kış koşullarında cepheye yollandığı, hamasi nutuklarla her türlü tartışmanın yasaklanmaya çalışıldığı bu günlerde, tüm aydın ve demokratlara düşen de, tam bir özgürlük içinde olayları izlemek ve gelişmeleri tüm boyutları ile aydınlatmak görevi oluyor.


Taner Timur / BİRGÜN

Tillerson’ın ziyareti, yeni yetmez ama evetçiliğin sefaleti - FATİH YAŞLI

“Çelişki” siyasette önemlidir, neyi “asıl çelişki” olarak gördüğünüz siyasal pozisyonunuzu, siyasal tutumunuzu ve siyasal eyleminizi belirler. Dünün yetmez ama evetçileri asıl çelişkiyi “demokrasi güçleri”yle “vesayet güçleri” arasında görüyor “ve demokrasi güçleri”nden saydıkları iktidar partisini “demokratikleşme” adına destekliyorlardı. Bugünün yetmez ama evetçileri ise asıl çelişkiyi “milli güçler”le “emperyalizm/ABD” arasında görüyor, iktidar partisini de “milli güçler”e dahil ediyor ve “millilik” adına destekliyorlar.


Dün iktidar partisinin Türkiye’yi demokratikleştirmek gibi bir hedefinin bulunmadığını, bunun bir göz boyama anlamına geldiğini, amacın rejimi değiştirmek olduğunu söyleyenler görmezden geliniyordu, bugün de benzer bir durum söz konusu. Ortada milli bir iktidar, milli bir duruş, anti-emperyalist bir tavır olmadığını, meselenin ülkenin değil iktidarın bekası olduğunu söyleyenler aynı şekilde görmezden geliniyor. Oysa sadece son birkaç günde yaşananlara bakmak bile ikinci yetmez ama evetçiliğin düşünsel sefaletini ortaya koymaya yetiyor.

İktidara Amerikan karşıtlığı, anti-emperyalizm gibi fıtratında asla olmayan özellikler atfediledursun, ABD Dışişleri Bakanı Tillerson Türkiye’ye geliyor ve taraflar yeni bir pazarlık düzleminde buluşmayı başarıyorlar. Tillerson’la kapalı kapılar ardında ve üç buçuk saate yakın bir süre, üstelik resmi tercüman olmaksızın, Dışişleri Bakanı’nın tercümanlığında neler konuşulduğunu, nelerin vaat edildiğini, nelerin istendiğini şimdilik net olarak bilemiyoruz ama bildiğimiz bir şey var: Türk sağı bir kez daha asıl aşkı ABD’ye kavuşmayı, o güzel günlere dönmeyi istiyor, bunun için uğraşıyor. Biz de böylece ortada uzlaşmaz bir çelişki, anti-emperyalizm ya da ABD karşıtlığı değil, bir çıkar çatışması bulunduğunu, ülkenin değil iktidarın beka sorunu olduğunu bir kez daha anlıyoruz.

Tillerson’ın ziyareti üzerinden devam edelim. Yeni yetmez ama evetçiliğin Suriye’ye dair tezleri şöyleydi: Bir, Türk askeri Suriye’nin toprak bütünlüğü için orada bulunuyor ve iki, Türk ordusu Suriye’de ABD’yle ve emperyalist güçlerle savaşıyor. Bunun böyle olmadığı Suriye devletinin Zeytin Dalı Operasyonu’na karşı en başından beri takındığı tutumla ve operasyonu “işgal” olarak nitelendirmesiyle zaten açığa çıkmış durumdaydı ancak Tillerson’ın ziyaretinin sonuçları bunu çok daha net bir şekilde ortaya koydu.

Reuters’ın haberine göre Türkiye ABD’ye Minbic’i birlikte kontrol etmeyi önerdi. Yani Suriye’de ABD’yle Suriye’nin toprak bütünlüğü adına savaştığı iddia edilen iktidar ABD’ye, Suriye’nin bir bölümünü birlikte kontrol etme teklifinde bulundu. İki dışişleri bakanının görüşmesi sonrası açıklanan deklarasyon da iki hükümetin Suriye’de, özellikle Fırat’ın batısında, ortak hedeflerle, ki açıkça ifade edilmese de asıl hedef Esad’ın devrilmesi ve rejim değişikliği, birlikte çalışmaya hevesli olduklarını açık bir şekilde gösterdi.

Bu kadar mı peki? Elbette ki hayır. Tillerson’ın Türkiye ziyaretinin yankıları sürerken sınırın öte tarafından Suriye ordusunun Afrin’e girmesi ve kenti korumasına dair yapılan görüşmelerde hayli mesafe alındığı, ordunun çok yakın bir zamanda Afrin’de konuşlanacağı haberleri geliyordu. Yani günümüzün yetmez ama evetçilerinin iddia ettiğinin 180 derece tersi istikamette bir gelişme yaşanıyor, Suriye’deki meşru otorite olan Şam yönetimi, Afrin’deki operasyonun kendi toprak bütünlüğü için değil, bölünüp parçalanması için yapıldığını söylemiş oluyor ve bunu engellemek adına harekete geçiyordu.

Daha önce defalarca yazdık ama tekrar etmekte bir sakınca bulunmuyor: Türkiye son on beş yılda sanayisiyle, tarımıyla, ekonomisiyle emperyalizme daha bağımlı hale getirilmiş, maceracı dış politika yüzünden de emperyalizmin müdahalelerine çok daha açık bir ülke konumuna düşürülmüştür. Ordusu, yargısı, bürokrasisi, önce bir cemaate teslim edilmiş, sonra da cemaatle mücadele adı altında büyük bir tasfiyeye maruz bırakılmış, kurumsallığını bütünüyle yitirmiştir. Hukuk sistemi en son Deniz Yücel tahliyesinde de görüldüğü üzere bütünüyle siyasileşmiş, objektifliğini yitirmiş ve birtakım pazarlıkların aracına dönüşmüştür. Kararlar parlamentoda ve bir müzakere/tartışma sürecinin sonunda ortak bir akılla değil, Saray’da ve tek adamın etrafındaki dar bir klik tarafından alınmaktadır. Ülkenin bir parlamentosu, anayasası ve kurumları yoktur, çökertilmiştir.


Velhasıl buradan millilik çıkmaz, buradan anti-emperyalizm çıkmaz, buradan “vatan savaşı” çıkmaz, buradan ülkenin bekası çıkmaz. Yeni “yetmez ama evet”in ısrarla görmek istemediği budur ve bu görmeme hali tüm bu yaşanan sürecin suç ortağı olmak anlamına gelmektedir, tıpkı dünün yetmez ama evetçileri gibi bugünün yetmez ama evetçileri de bu anlamda suça ortaktırlar.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Bilimin aydınlatmadığı toplumları şarlatanlar aldatır - ANIL ABA

Kişisel gelişim kitapları, yaşam koçları, evlilik terapistleri, işyeri psikologları, yoga kursları ve meditasyon eğitimleri sorunların kaynağını, toplumsal tasarım olarak değil de, bireyin kendi yanlışları, tembelliği, bilgisizliği ve yetersizliği olarak gösterirler.

Şarlatanlık yeni bir meslek değil, yüzyıllardır icra ediliyor. Amerika’da bir ara “televanjelist” pastorlar furyası vardı. Mucizevi güçlere sahip oldukları düşünülen bu papazlar, mega kiliselerden yaptıkları canlı yayınlarda “hallelujah” diye bağırarak kötürümleri ayağa kaldırır, görme engellilerin gözlerini açar, kanser hastalarını iyileştirirlerdi. Hesapta…
Aldıkları reklamlar, sattıkları kasetler ve kaçırdıkları vergilerle hepsi köşeyi döndü. Tabii zamanla araştırmacı gazeteciler bu üçkâğıtçıların foyalarını bir bir ortaya çıkardılar. Hatta en meşhur dalaverecilerden olan Benny Hinn bir televizyon programında sıkıştırılınca hata ettiğini söyleyip özür dilemek zorunda kalmıştı.

Bizim daha yakından tanıdığımız Uri Geller ise konsantrasyon ve enerjinin gücüyle metal anahtarları, çatalları, kaşıkları eğip büktüğünü ve insanların zihinlerini okuduğunu iddia ediyordu. Oysa yaptığı şey zaten bükülmüş olan çatalları, el çabukluğuyla, bükülmemiş olanlarla değiştirmekten ibaretti. Çıktığı bir programda, beklemediği bir şekilde, Geller’in getirdiği kaşıkları değil de sunucunun aldığı başka metal eşyaları bükmesi istenince “bu akşam kendimi güçlü hissetmiyorum” diyerek programı terk etmişti. Bir süre ortalardan kaybolan “sihirbaz” Geller daha sonra karşımıza spiritüel motivasyon konuşmacısı olarak çıktı. Hatta 2011 senesinde Türkiye’ye gelip bir kişisel gelişim semineri vermişti.

Biletix üzerinden satılan seminer biletleri, o zamanın parasıyla, 200 liraydı. 500 kişi gelmiş olsa, 100 bin lira. Üçüncü sınıf bir şarlatan için gayet iyi.

Pazar sabahları TRT’de yayımlanan kovboy filmlerinde görmüşsünüzdür; Vahşi Batı'da at arabasıyla kasaba kasaba gezip romatizmayı iyileştirme vaadiyle millete yılan yağı pazarlayan satıcılar varmış. O dönemlerde bu üçkâğıt o kadar tutmuş ki yılan çiftlikleri kuranlar bile olmuş. Bugün Amerika’da şarlatanlara, bu tezgâha referansla, “yılan yağı pazarlamacısı” (snake oil salesman) denir.

Günümüzün yılan yağı pazarlamacıları
Modern zamanların bir numaralı yılan yağı pazarlamacısı kuşkusuz, kişisel gelişim uzmanı ve yaşam koçu, Anthony Robbins’tir. “Zengin olmayı beklemeyin, hemen şimdi olun” sloganı favorimdir. “Sınırsız Güç” ve “İçindeki Devi Uyandır” kitapları hâlâ baskı yapmaya devam eden kişisel gelişim klasiklerindendir. Tony Robbins, kapalı gişe oynayan kişisel gelişim seminerlerinde televanjelist papazlar gibi bağırıp çağırarak insanların içinde sıkışan enerjiyi dışarı çıkarmalarını sağlıyor. Yerseniz… Motivasyon gurusu olarak yediği ekmeğin sınırlarına geldiğinden olsa gerek birkaç sene evvel borsa ve emlâk danışmanlığı yapmaya başlamıştı (Money: Master the Game). Konuyla ilgili herhangi bir formasyonu olmayan biri için epey alakasız bir yönelim gibi duruyor. Nitekim Robbins’in başarı balonu, işin içine biraz ciddiyet girince, patladı. Danışmanlığını yaptığı portföyler yüzde 55 ile 90 oranında değer kaybedince kitabın satışları da yerle bir oldu. Robbins de çareyi elde kalan kitapları bedava dağıtarak reklam yapmakta bulmuştu. Bundan birkaç sene evvel de Robbins’in motivasyon seminerlerinden birinde, düşünce gücüyle acıyı yok edeceklerini sanarak kor kömürlerin üzerinde yürüyen 21 müridi üçüncü dereceden yanıkla hastanelik olmuşlardı. Hastanelik olanlardan biri yeterince güçlü düşünemediğini söylemişti. Tek kelimeyle idiotizm…

Biz her şeyi çok güzel kopyalıyoruz. Nasıl artık iç pazarda yerli yapım dizi ve filmler Hollywood yapımlarını gişede ezip geçiyorsa kişisel gelişim sektöründe de yerli şarlatanlarımız piyasayı Amerikalı meslektaşlarının elinden almış durumda. Her Şey Seninle Başlar, Her Şey Beyinde Başlar, Limit Sizsiniz, Başarı Bilimi (evet böyle bir bilim dalı çıkmış), Azmin Zafer Öyküleri gibi kitaplarla nam salan Mümin Sekman bizde bu işi en iyi yapan kişisel gelişimcilerden. “Baş + arı: ‘Baş’ olmak için ‘arı’ gibi çalışmak gerekir” gibi 7-10 yaş zekâ seviyesine hitap eden sloganlarla dolu kitapları bugüne kadar toplamda 3 milyondan fazla satmış. Her kitaptan 3 lira kalsa en az 9 milyon lira. Gayet iyi. Miami’de bir evi, İstanbul’da bir evi, değmeyin keyfine Mümin abimizin…

Beynine Format At, Sağlığına Format At, Yıka Beynini gibi kitaplarla köşeyi başarıyla dönen Barış Muslu insanların kafasına vurarak bilinçaltına format attığını iddia eden yerli ve milli kişisel gelişim uzmanlarımızdan. Barış Bey, çıktığı kadın programlarında, “neuro format” seanslarında yaptığı şeyin aslında insanların duygularını temizlemek olduğunu söylüyor. Duygu temizlemek. Evet.

En son kendisine Adriana Lima ile ilgili sorular yönelten gazetecilere “Ben bilim insanıyım, magazin figürü değilim” diye atar yapan “ruhparçam” Metin Hara da yeni çıkan kişisel gelişim gurularımızdan. Bir yandan aşk, tasavvuf, sufizm ve nefes; diğer yandan alfa ve beta beyin dalgaları, fizyoterapi, bilim… Diyor ki “Bana mesleğimi soruyorlar. Ben basit bir temizlikçiyim. Kalbinin tozunu alıyorum. Hakikat o tozların altında yatıyor.” Anlaşılan kişisel gelişimde son zamanların trendi duygu temizlemek, kalp temizlemek.

Modern umut tacirleri ve “terapötik” söylem
Dikkat ederseniz tüm kişisel gelişim gurularının ortak özelliklerinden biri hepsinin bu işi yaparak zengin olmaları. Mesela herkes Robin Sharma’yı Ferrarisini Satan Bilge kitabıyla tanıyor; ondan önce adamın adını, sanını ya da herhangi bir başarısını duyan yok. Adamı zengin eden şey zenginlik üzerine yazdığı kitaplar. Ya da kimse Mümin Sekman’ın, Metin Hara’nın daha önce ne yaptıklarını bilmiyor. Durumu özetleyen çok iyi bir Zaytung haberi vardı: “Yıllardır nasıl zengin olunur kitapları okuyarak bir türlü zengin olamayan üniversite öğrencisi çareyi nasıl zengin olunur kitabı yazmakta buldu.”

Bakın burada 15-20 milyar dolarlık müthiş bir endüstriden söz ediyoruz. Kişisel gelişim kitapları, videolu eğitim setleri, motivasyon seminerleri ve yaşam koçluğu paketleri… Mesela Tony Robbins’in seminer biletleri 1095 dolar (genel satış) ile 2995 dolar (Diamond Premiere) arasında değişiyor. Adam şarlatanlık mesleği sayesinde 500 milyon dolar servet biriktirmiş, kendine San Diego’da kale satın almış, özel helikopteri falan var. Robin Sharma’nın akademisinde dört günlük eğitimin fiyatı 5000 dolar. Barış Muslu bir saatlik kafana vurma seansları için 400 lira alıyormuş. “Umutsuz plaza kadınlarının yakışıklısı” Aret Vartanyan’ın “kişisel dönüşüm” programı 1600 lira. Birebir dönüşüm seanslarının saati ise 550 lira. İsterseniz hayatınızı FaceTime üzerinden de değiştirebiliyormuş.

Peki Aret Bey, ya dönüşemezsek? Metin Bey, ben bir türlü alfa beyin dalgalarını kontrol edemiyorum? Mümin Bey, ‘arı’ gibi çalışıyorum ama hâlâ ‘baş’ olamadım? Anthony Bey, verdik 3000 doları da bir türlü köşeyi dönemiyorum? Enerji sıkıştı içimde, çıkmıyor?

Yandı gülüm keten helva. Hiçbir garantisi ya da mesuliyeti yok. Sana sattıkları şey bu değil ki zaten. Adamlar kurumsal hayattan sıkılmışlar; alın teriyle çalışarak konforlu bir hayata ulaşamayacaklarını çok iyi anlamışlar ve kestirmeden zengin olmanın bir yolu olarak millete yalan satıyorlar. Bu kadar. Sen de kendini çaresiz hissediyorken sağda solda bu umut tacirlerinin vaatlerini ve sloganları görüyorsun; sonra yaşam atölyesi, girişimcilik atölyesi, zart atölyesi, zurt atölyesi derken gitti 4000 lira. Geçmiş olsun. Bir bardak soğuk su. “Ama çok etkileyici konuşuyordu.” E herhalde yani, bütün olay ondan ibaret zaten…

Hepsinin son derece kuvvetli iletişim, hitabet ve pazarlama becerileri olduğu aşikâr. Tony Robbins seminerine katılan Kanadalı bir arkadaşımla tartışırken “Adamın ne anlattığına katılmak zorunda değilsin ama satış becerilerinin ve pazarlama yönteminin çok başarılı olduğuna itiraz edemezsin” demişti. Ona ne şüphe üstadım! Herif seni kor kömürün üzerinde koşturmuş, üç gündür evde yampiri yampiri yürüyorsun, üstüne 3000 dolarını almış ve hâlâ bu şarlatanı savunuyorsun. Neyine itiraz edeyim?!

Kişisel gelişim sektörünün müşteri kitlesini, büyük oranda, “kaybedenler” (loser) ve kaybettiğini hissedenler oluşturuyor. Sosyolog Eva Illouz, “Saving the Modern Soul” kitabında, son dönem kapitalizminin bir parçası olan kişisel gelişim şarlatanlarının, hayatta bir çıkış yolu bulamayan insanları “şifa verici” (therapeutic) bir söylem kullanarak tuzağa düşürdüğünü anlatır. Kapitalizm herkes için refah, zenginlik, sağlık, mutluluk, barış ve özgürlük vaat eder. Oysa gerçekte olan insanların dişlerini sıkarak günü tamamladıkları anlamsız işler, kimsenin ihtiyaç duymadığı ama yine de satın aldığı tüketim zımbırtıları, petrol savaşlarında ölen insanlar ve arkası psikolojik travmalarda dolu ekonomik krizlerdir. Bu ahvâl ve şerait içinde sıkışan insanlar, etkileyici bir hitabet ve aldatıcı sloganlarla kısa yoldan kurtuluş vaat eden “guru” gürültücülerin büyüsüne kapılabiliyorlar.

Aynı “terapötik” söylemi televizyon şovlarında da görebilirsiniz. Büyük sorunlar; bunları tek başına çözemeyen insanlar ve her derde deva bir Oprah Winfrey, Mehmet Öz, Serap Ezgü, Müge Anlı, Barış Muslu, Mümin Sekman ya da Anthony Robbins… Müthiş bir sahne performansı ve programın sonunda, geçici bir süre için de olsa, kendinden geçerek rahatlayan insanlar… Mesela Aret Vartanyan’ın Instagram sayfasındaki reklam sloganı “Sorularınıza cevap, sorunlarınıza çözüm bulmak için Aret Vartanyan ile Birebir Seans.” Kimse de demiyor ki sen kim olarak, hangi vasıfla insanların sorunlarına çözüm bulacağını iddia ediyorsun. 

Gazeteci Steve Salerno kitabında (Sham) motivasyon konuşmalarına gidenlerin yaklaşık yüzde 80’inin devamlı müşteriler olduğunu söylüyor. Çünkü kişisel gelişim saçmalıkları insanların sorunlarına gerçek çözümler üretmiyor. En fazla, plasebo etkisiyle, insanlarda geçici olarak bazı şeylerin düzeldiği hissi uyandırıyor. Ama son kertede kimsenin yedi adımda CEO olduğu ya da üç adımda zengin olduğu falan yok.

Bilim yoksa…
Oysa bu noktada belirleyici olan bilimsel kriterler olmalıdır. Geniş bir örneklem kullanarak randomize, çift-kör ve kontrollü deneyler sonucunda elde edilen bulgular, istatistiki olarak anlamlı bir şekilde gerçekten düşünce gücüyle acıyı yenebileceğimizi plasebo etkisinden arındırarak gösterebiliyorsa, Tony Robbins’e Nobel Ödülü verelim.

Tıpkı tıbbi bir prosedürün etkisini test eder gibi, Robbins’in vaazlarına katılan 300 kişi alınır; diğer yanda kişisel gelişim saçmalıklarıyla uğraşmayan ama hayatta başarılı olmak için üniversiteyi ciddiyetle okuyan, bilim, sanat ve edebiyatla ilgilenen 300 kişi daha alınır; son olarak bir de kontrol grubu alınır. 20 sene boyunca bu insanların hayatlarının akışı incelenir. Sonra bakılır, ortalamada, kişisel gelişim kitapları ve motivasyon konuşmalarının insanların hayatları, gelir durumları ve başarıları üzerinde pozitif bir etkisi var mı yok mu diye. Sizinkini bilmem ama benim hipotezim ikinci gruptaki insanların diğerlerinden daha başarılı olacağıdır. Fayda-maliyet açısından da bakıldığında, kişisel gelişim şarlatanlarına her yıl verilen 20 milyar doları, misal, eğitim için kullanmak topluma çok daha büyük fayda sağlayacaktır.

Fakat kişisel gelişim saçmalıkları “ben yaptım oldu,” “bende işe yaradı,” “bizim bir arkadaş çok faydasını görmüş” gibi münferit örnekler üzerinden normalleştiriliyor. Bu vakte kadar kişisel gelişim kitaplarının bir halta yaradığını gösteren doğru dürüst hiçbir akademik yayına rastlamadım. Rastlayan varsa beri gelsin. Olayın bilgisizlikle ya da eğitimsizlikle de alakası yok. Bilakis pahalı seminerlerin, atölyelerin ve birebir seansların esas hedef kitlesi ekseriyetle üniversite okumuş, beyaz yakalı plaza insanları.

Liberal ideolojinin bir uygulaması
Aslında tüm bu tezgâhların liberalizmde önemli bir fonksiyonu var. Bundan ötürü de sistem, normal şartlar altında yasaklanması gereken bu şarlatanlıklara göz yumuyor. Malum, liberal ideolojinin temel unsuru bireyciliktir. Illouz’un bahsettiği terapi kültürü işte bu liberal bireyciliğin üzerine inşa edilir. Kişisel gelişim kitapları, yaşam koçları, evlilik terapistleri, işyeri psikologları, yoga kursları ve meditasyon eğitimleri sorunların kaynağını, toplumsal tasarım olarak değil de, bireyin kendi yanlışları, tembelliği, bilgisizliği ve yetersizliği olarak gösterirler. Mesela Mümin Sekman’ın en çok satan kitabının adı “Her Şey Seninle Başlar.” Problemi doğrudan bireye indirgiyor. Aret Vartanyan diyor ki “Yetiştirdiğin meyveyi beğenmiyorsan hatayı ektiğin tohumda arayacaksın.” Belki yağmur yağmadı, belki devlet düşük fiyat açıkladı?

Eğer bu hayatta kaybediyorsan, sorumlusu sensin, kapitalizm değildir. Aksine, kapitalizm fırsatlar sistemidir. Bu sistemde herkes Bill Gates olabilir. Sen bu fırsatları değerlendirmeyi bilmediğin ve içindeki devi uyandıramadığın için geridesin. Ama merak etme; kişisel gelişimciler “küçük bir ücret” karşılığında bütün sorunlarını çözmende yardımcı olabilirler. Tony Robbins’in eğitim paketi sayesinde hayatını değiştirebilir, makus talihini yenebilirsin.

Mesela sosyalizm bu açıdan çok kolaydır. Traktörün yenilenmediyse ya da işsiz kaldıysan muhatabın Gosplan’dır. Senin sorununu çözmek devletin ve partinin mesuliyetindedir. Bireyler sorumluluk hissetmez. Bir kişinin evsiz kalması tüm toplumu bağlar. Fakat liberal ideolojide “her koyun kendi bacağından asılır.” Ve sistem, sebep olduğu sorunların bedelini bireyin üzerine atar. Siz hiç, kapitalizmde, işsiz kaldığı için ekonomi bakanını suçlayan birini gördünüz mü? 

Kapitalizmde işsizseniz, mutsuzsanız, tükenmişseniz veya çocuğunuzun okul masraflarını karşılayamıyorsanız sorumlusu sizsinizdir. Etkili özgeçmiş yazmanın beş kuralını, reklam ve pazarlamanın inceliklerini, CEO olmaya giden yedi yolu, Bill Gates’in hayatını, başarının bilimini, zenginliğin formülünü ve mutluluğun sırrını bilmiyorsanız kabahat sizdedir. Çözüm olarak da Mümin Bey’in Migros sepetlerinde on liraya satılan kitaplarını okuyup Aret Bey’in yaşam atölyelerine gitmeniz gerekir.

Anıl Aba / BİRGÜN