22 Şubat 2018 Perşembe

İZBAN’da ne oldu ve tüccar Kocaoğlu’nun derdi ne? - AHMET ÇINAR

O bir patron dostu…
Para babalarının yandaşı, ensesi kalınların arkadaşı…
O bir tüccar…
Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan ve “Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim” diyerek kendisini memleketin CEO’su ilan eden şahsın zihniyeti neyse, onun zihniyeti de o.
Biri kendisini ülkenin CEO’su zannediyor, diğeri İzmir’in.
Biri memleketi pazarlamak için yırtınıyor, diğeri İzmir’i.
İkisi de Binali'yi çok seviyor: Biri "Gönlümden geçen başbakan Binali" dedi, diğeri Binali'yi başbakan yaptı. 
Afrin'den bahsederken ikisinin de gözleri parlıyor. 
Zerre kadar farkları yok birbirlerinden.

İzmir’in gündemi ise İZBAN.
Duymayan kalmadı ama bilmeyenlere bir kez daha hatırlatalım.  

İZBAN, İzmir’i kuzey-güney hattında, Aliağa-Selçuk arasında birbirine bağlayan, Menemen’den, Çiğli’den, Karşıyaka’dan, Bayraklı’dan, Halkapınar’dan, Alsancak’tan, Buca’dan, Gaziemir’den, Havalimanı’ndan, Torbalı’dan geçen hafif raylı banliyö sistemi.
İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi 15 Aralık 2017’de bir karar aldı: İZBAN’da bundan böyle “kademeli ücretlendirme” olacaktı.
Kocaoğlu, tıpkı ulaşımdan para kazanan, bu işten kâr elde eden bir şirket patronu edasıyla, “müşteri” olarak gördüğü İzmir halkına “Bundan böyle az giden az ödeyecek, çok giden çok ödeyecek” dedi.
Öyle bir uygulama ki… İZBAN istasyonlarına girmek bundan böyle kolay olmayacaktı. “Nasıl olsa iki istasyon sonra ineceğim, ulaşım kartımda 3 lira var, bana yeter”dönemi geçmişti. Bindiğiniz istasyondan en uzak istasyona kaç para gerekiyorsa, o bakiyenin kartınızda bulunması gerekiyordu. Örneğin Halkapınar’dan binip bir istasyon sonra, Alsancak’ta ineceksiniz: Bu yolculuğun bedeli normalde 2,86 lira. Ama biniş kartınızda 2,86 lira bulunması yetmiyor. İstasyona girebilmeniz için bile kartınızda 6,71 lira bakiyeniz olması gerekiyor. Deli Dumrul'un aklına gelmeyecek cinsten! 
Dayatma 15 Şubat sabahı başladı. O vakte kadar başlarına ne geleceğini bilmeyen İzmirliler, her zamanki rahatlıkla “Kartımda nasıl olsa dünden 3-4 lira var, şimdi binip işe, okula gideyim de akşam dönüşte bakiye yüklerim”diye düşündüler ve işin aslını öğrendiler. Kocaoğlu’nun kendilerine “minik sürprizi” vardı: Turnikenin başında kalakaldılar. İstasyona bile giremediler…
Öfke de orada patladı... “Ben kartıma daha bu sabah 10 lira yükledim, işe geldim, şu an kartımda 7 liradan fazla bakiye olması lazım” diye düşünen ler, Aliağa’daki iş yerlerinden çıkıp Gaziemir’deki evlerine gitmek için kartlarında 10,60 lira bakiye olması gerektiğini henüz bilmiyorlardı. 
CHP’nin ve Aziz Kocaoğlu’nun tüccar kafasıyla karşı karşıya olduklarını, İZBAN istasyonuna girebilmek için bile kartlarında yüklü bir bakiyenin bulunması gerektiğini yeni öğrenmişlerdi.
Haliyle bu dayatmaya karşı çıktılar. İtiraz ettiler. “Hayır” dediler. On binlerce imza toplandı İZBAN istasyonlarında.
Emekçi düşmanlığında AKP’yle yarışan, İzmir'i patronlara pazarlamada AKP’lileri geride bırakan Aziz Kocaoğlu ise henüz geri adım atmış değil.
Dayatma sürüyor...
                                                                  ***
Peki Kocaoğlu’nun derdi ne?
CHP’nin de, Kocaoğlu’nun da derdi piyasacı olmaları… Patron gibi düşünmeleri… Kamucu düşünceden uzak olmaları… Ulaşımın temel bir hak olduğunu kavrayamamaları... Sabah akşam oturup kalktıkları patronlarla, AVM’cilerle, müteahhitlerle, para babalarıyla aynı safta olmaları. Bir de herkesi kör, alemi sersem sanmaları. 
Benzer bir patron kafalılığı İzmirlilere 2015’in Haziran ayında da yaşatmıştı Kocaoğlu: Yüz binlerce İzmirlinin cebindeki Kentkart’lar, firma değişikliği nedeniyle bir gecede geçersiz kaldı. Tüccar Kocaoğlu, İzmirlilere “Cebinizdeki kartları getirin yenisini alın” demedi. Yüz binlerce İzmirliye yeni firmanın kartını bir daha sattı.
Yeni firma demişken…
Şu anda İzmirim Kart'ı yöneten firma Karbil Yazılım Bilişim... Ama bu Karbil, dev bir gruba bağlı bir şirket... Şirketler grubu: Cardtek Payment Processing Services.
2001’de kurulan bu büyük grubun önemli yatırımcıları Turkcell’in kurucularından olan, MV Holding’in patronu Murat Vargı ile Hollanda kökenli Revo Capital... Belli ki devasa büyüklükte küresel bir aktör…
“Elektronik Ücret Toplama Sistemi İşletim Hizmeti” adı verilen sistem şöyle işliyor: Kart dolumlarından toplanan para üzerinden, ihaleyi alan şirket (Cardtek) belirli bir yüzde (işletim geliri) alıyor. Cardtek şirketinin toplu ulaşım işlerinden sorumlu Oneclick firmasının yöneticisinin açıklamalarına göre bu oran yüzde 1,93… Günde 300 bin yolcunun yüklediği parayı düşünün…
Dayatılan yeni sistemde, İZBAN’ı kullanabilmek için İzmirim Kart’a yüklenmesi gereken para miktarını yükselterek şirkete para aktarılmış oluyor.
Bu Cardtek firmasının, kart okuma ve dolum makinelerini temin ettiği VERA isimli şirketin yönetim kurulu başkanı ise Murat Sancak… Yani Murat Sancak, bu büyük sofranın yancısı...
Evet bildiniz, İzmir’in göğsüne kara saplı iki bıçak gibi Folkart kulelerini saplayan Sancak sülalesi. Tüccar Kocaoğlu’nun kankaları. Geçen yıl Kültürpark’ı Sancak’lara arka bahçe yapmak için çok yırtınmıştı Kocaoğlu. Sağ yanına patron Ekrem Demirtaş’ı, sol yanına patron Ender Yorgancılar’ı alıp “kongre merkezi” adı altında bir ucube kondurmaya kalktı kentin belleği, tarihi, onuru Kültürpark’ın orta yerine! 
İşte bu yeni sistem, Sancak’ın VERA Delta cihazlarına da yarayacak. Girişlerde zaten var olan cihazlara, şimdi de çıkışta blokajı kaldıracak cihazlar eklendi, ekleniyor, eklenecek.
Kısacası sofra iştah açıcı, kâr büyük, rant ballı… Tüccar kafaların arayıp da bulamayacağı cinsten.
İşte Kocaoğlu'nun derdi tam da bu: Ulaşımın temel bir yurttaşlık hakkı olduğunu kavrayamamak... İzmirlileri "müşteri", Büyükşehir Belediyesi'ni "şirket", kendisini "CEO" sanmak... Kamucu anlayıştan uzak kalmak... Zaten vermekle mükellef olduğu kamusal bir hizmetten para kazanmaya, kâr elde etmeye kalkmak... 
Kelimenin tam anlamıyla Deli Dumrul muamelesi: Bir durak da gitsen, iki durak da gitsen İZBAN turnikesinden geçmek için İzmirim Kart’ına en uzak mesafe ücretini yükleyeceksin!
Yere batsın sisteminiz.   
Kocaoğlu’na geri adım attıracak ve bu Deli Dumrul uygulamasını yere çalacak olan ise İzmir halkının örgütlü mücadelesi, kararlılığı olabilir ancak.
Biliyoruz ki, örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez. 

Ahmet Çınar / SOL

ABD, Rusya, İran, Suriye, hepsiyle mi savaşacaklar? - İLKER BELEK

Toplumda, yılların AKP karşıtları da dahil, Afrin operasyonu için büyük destek var. 
Gerekçeler şöyle sıralanıyor: “Gidişat kötü, yılanın başını baştan ezmek gerekir, ABD’nin niyeti sınırlarımızda boylu boyunca bir Kürt devleti kurmak, bugün planlanan 30 bin kişilik YPG ordusu çok geçmez 100 bine çıkarılır, hedef Türkiye’yi bölmek.”
Bu iddiaların her birisinde önemli gerçeklik payı var. 

Ancak analizi bu noktada bırakmak yüzeysel ve sorunların gerçek nedenini görmeyen bir yaklaşımdır, buradan hareket edilirse sonu büyük hüsranlarla neticelenecek gelişmelere, ister istemez katkı konulmuş olur.

Terörü bitirmek, emperyalizmin oyunlarını bozmak adına girişilen bu savaş neye benziyor biliyor musunuz: Ateşi yükselirken titreyen çocuğun, üşüyor diye, üzerinin kat kat yorganla örtülmesine ve sonuçta havale geçirmesine yol açılmasına.

Yanlış yöntemle, yanlış bakış açısıyla, yanlış yönde yapılan yanlış hareketlerin doğruyla sonuçlanma ihtimali yoktur. Yanlışlar sarmalı bir noktadan itibaren daha önemli yanlışlara mecburiyet doğurur. 

Yukarıda sıraladığımız yanlışların yalnızca birisi bile yanlış sonuç üretme potansiyeline sahipken, AKP’nin Suriye politikasında her tür yanlış mevcut. 

AKP 2011’de Esad’ı devirmeyi, Suriye’yi parçalamayı, Suriye’de kendisine bağımlı İslamcı bir parça ile bir Kürt parçası oluşturmayı hedefleyen ABD planında en başından itibaren aktif biçimde yer aldı.

Kaosun derinleşmesine katkı koydu. Suriye’de Selefi bir rejimin kurulması için cihatçı örgütleri destekledi. Yeni Osmanlıcılık adına savaşı fırsata dönüştürmeye çalıştı.
Hatırlayınız: Suriye sınırının yol geçen hanına çevrilmesine bilinçli biçimde göz yumulmuştu ve sınır güvenliğini sağlamakla görevli askerler cihatçılarla kameralara poz veriyordu.

Suriye’nin bölünmesi planı yöntemsel hataydı, ayrıca siyasi, ahlaki, insani açılardan kesinlikle kabul edilebilir değildi. Bir ülkenin iç işlerine doğrudan karışılıyor, o ülkenin halk iradesi hiçe sayılıyor, gelecekte ülkemize yönelik benzer müdahaleler için emperyalistlerin eline arayıp da bulamadıkları kozlar veriliyordu.

Bu plandan AKP’nin ve Türkiye’nin herhangi bir kazanç sağlama ihtimali de yoktu. Özellikle Rusya’nın 2015’te aktif biçimde devreye girmesinden, hatta daha öncesinde Esad’ın ve Suriye halkının ortaya koyduğu direnişten kendisini belli etmişti bu sonuç.
Ama böyle olsa bile emperyalizm bölgeyi karıştırmaktan hiç geri durmadı. Büyük güçler kaosun Suriye’deki varlıkları için elzem olduğunu iyi biliyorlardı. Kaos emperyalist bir hakimiyet biçimidir. 

AKP Suriye’nin parçalanmasını istiyordu ama, parçalanan ülkede bir Kürt devletinin ortaya çıkmasını beklemiyordu. Esad’la kavgalı Kürtleri yedekleyebileceği hayali içindeydi. Olamazdı, nitekim olmadı, nedeni Kürtlerin geleceklerini tabi ki ABD’de görüyor olmalarıydı.

AKP Amerika ile iş yapıyordu ama, ABD’nin Kürtleri kullanmasını istemiyordu. Oysa ABD’nin planı zaten kendisi açısından kullanışlı bir aktör yaratmaktı.

AKP ABD’ye Kürtleri Menbiç’e geçirme diyordu ama, Kürtler ABD’nin sahadaki askeriydi ve Menbiç demek Teşrin barajı demekti, bu barajın Suriye’deki stratejik önemi hiç tartışılmazdı.

AKP Afrin’e giriyor, kent merkezini kuşatacağını açıklıyordu ama, Soçi’de Rusya aracılığıyla da olsa Esad ile el sıkıştığını unutuyor ve kendisinin ÖSO dediği cihatçıların Esad’la savaşmakta olduklarını dikkate almıyordu.

AKP Astana’da Suriye’nin çok etnili ve dinli egemen bir devlet olarak varlığını ve toprak bütünlüğünü onaylıyordu ama, Esad’ın “Afrin bizim toprağımız” lafına kulaklarını tıkıyordu.

Suriye’de şüphesiz herkesin planları ve bununla birlikte her gün şekillenen yeni gelişmeler çerçevesinde yine herkesin belirsizlikleri ve riskleri var. 

Ancak AKP dışındaki bütün aktörlerin AKP’ye göre çok daha kalıcı, istikrarlı ilişki ve planları söz konusu. ABD ile Kürtler arasındaki ilişki böyle. Rusya, Suriye ve İran arasındaki ilişkiler de. Bir tek AKP apaçık yanlışlar sarmalında. 

Bunun nedeni AKP’nin emperyalizmin çeperinde yer alması münasebetiyle her bakımdan zayıf olmasıdır. Esad’ın arkasında ülkesini savunan halkı ve tarihsel haklılığı var. İran ABD’nin bölgedeki gücünü zayıflatmak gibi stratejik bir yolun içinde. Rusya emperyalist bir güç olma derdinde. Üstelik her ikisi Esad’ın rızasıyla Suriye’deler. ABD ve Rusya ayrıca silahları, petrolleri, askerleri ile güçlüler. Onların dedikleri olur ve genel manzara içinde AKP’nin bu ikisinden en az birisinin onayına dayanmayan hiçbir işe niyetlenme şansı yoktur.

AKP Suriye’deki savaş başladığında, bu ülkenin iradesine aykırı nitelikte yanlış bir işe girişti. Oysa ABD’nin Suriye’ye girişini engellemeye yönelik bir politika seçeneği ortada duruyordu. Önemli olan budur. Sonrasında ise elindeki güçle orantısız çaptaki emperyal işlere soyundu. Yanlış yöntemle, felaketle sonuçlanacak işler.

Suriye’de, Türkiye açısından ulusal güvenlik sorunu olarak görünen gelişmelerin ortaya çıkmasında AKP’nin belirleyici payı var.

Hiç olmazsa bu aşamadan sonra Türkiye’nin yapması gereken egemen Suriye’nin yönetimiyle anlaşmak, Suriye’den çekilmek, ABD’nin bölgemizi terk etmesi için çaba göstermektir. Bugün Kürt sorununun Türkiye’yi bölecek bir dinamik olarak gelişmesini engellemenin gerek koşulu, bölünmemek için direnmekte olan Suriye’ye destek olmaktır. 

AKP bunu yapabilir mi, tabi ki hayır, O ABD ile yeniden stratejik müttefik olma telaşında.

İlker Belek / SOL

21 Şubat 2018 Çarşamba

Çöküşün eşiğinden dönülecek mi? - İBRAHİM VARLI

Silah endüstrisinin temsilcilerini, güvenlik bürokrasisini, istihbarat örgütlerini ve onlarca ülke liderini buluşturan Münih Güvenlik Konferansı’nda küresel tehditler, krizler ve ihtilaflar konuşuldu. 2018’de dünyayı tehdit eden on gelişme de sıralandı.


Afrin eksenli Suriye gerilimiyle iç politikadaki gündem yoğunluğunun gölgesinde kalan Uluslararası Münih Güvenlik Konferansı sona erdi. Dünyanın dört bir tarafından silah endüstrisinin temsilcilerini, güvenlik bürokrasisini, istihbarat örgütlerini ve onlarca ülke liderini bir araya getiren konferans, 1963’ten bu yana her yıl şubat ayında Almanya’nın güneyindeki Bavyera eyaletinin başkenti Münih’teki Bayerische Hof Otel’de düzenleniyor.
Küresel tehditler, krizler ve ihtilafların konuşulduğu konferansın bu yılki ana konuları; başta Suriye’deki savaş olmak üzere Ortadoğu’daki uzlaşmazlıklar, silahlanmanın kontrolü, Avrupa Birliği’nin geleceği, Rusya ve ABD ile ilişkiler ve Afrika’daki krizlerdi.

Konferans son yıllarda olduğu gibi bir kez daha ABD-İran, ABD-Rusya, İran-İsrail atışmasına sahne oldu. Örneğin İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, İran’ın sadece İsrail’e değil tüm dünyaya tehdit olduğunu söyledi, “İsrail’in kararlılığını test etmeyin” dedi. İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ise, Netanyahu’nun suçlamalarına “İsrail jetinin düşürülmesi İsrail’in sözde yenilmezliğini sarstı” ifadeleriyle yanıt verdi.


Beş soruda Münih Güvenlik Konferansı:
1. Münih Güvenlik Konferansı’nın önemi nedir?
Bu yıl 54’üncüsü düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı, güvenlik politikaları alanında karar alıcıların ve uzmanların katıldığı tek kapsamlı uluslararası platform olma özelliğini taşıyor. Dünyanın dört bir tarafındaki güvenlik bürokrasisi, istihbarat kurumları ve silah endüstrisinin temsilcilerini buluşturan bir fuar niteliğinde. Pensilvanya Üniversitesi tarafından dünyanın en iyi think-thank organizasyonu olarak nitelendiriliyor. Önemli özelliklerinden birisi de savaşan ve çatışan tarafların temsilcilerini, uzmanları bir araya getirebilmesi.
2. Münih Güvenlik Konferansı’na kimler katılıyor?
Konferansa tüm dünyadan onlarca devlet ve hükümet başkanının yanı sıra, yüzlerce politikacı, bürokrat, güvenlik uzmanı, uluslararası örgüt temsilcisi ve araştırmacı katılıyor. 21 hükümet ve devlet başkanın katılımcıları arasında olduğu bu seneki konferansa Almanya Başbakanı Angela Merkel, İngiltere Başbakanı Theresa May, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, Fransa Başbakanı Édouard Philippe, Hollanda Başbakanı Mark Rutte, Başbakan Binali Yıldırım ve Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed Al Sani katıldı. Ayrıca Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, ABD Savunma Bakanı James Mattis ile Suudi Arabistan ve İran dışişleri bakanları da Münih’teydi.
3. Münih Güvenlik Konferansı’nda hangi konular tartışılıyor?
Dünya gündeminde öne çıkan gelişmelerin tümü Münih’te de ele alınıyor. Bu seneki ana gündem maddesi Trump ABD’sinin yol açtığı güvensizlik ortamı, Rusya ile tırmanan gerilim, milliyetçiliğin arttığı bir ortamda Avrupa’nın kendi güvenliği için ne tür adımlar atması gerektiği, Yakın Doğu ve Ortadoğu’da ihtilaf ve savaşlar ile IŞİD sonrası olası gelişmeler ele alındı. Bir diğer önemli gündem maddesi de, yeni nükleer silahlanma dalgası. Ayrıca siber güvenlik, küresel iklim değişiminin siyasi krizlerle ilişkisi de gündemde yer alan diğer konulardandı.
4. Münih Güvenlik Konferansı ne zamandan beri düzenleniyor?
İlk kez 1963’te düzenlenen konferansı, Alman yayıncı Ewald von Kleist ve Amerikalı fizikçi Edward Teller hayata geçirdi. Kleist, Hitler’e karşı direniş hareketinin içinde yer almıştı. Aslen Macar asıllı bir Yahudi olan Teller ise hidrojen bombasının mucitlerinden biriydi. İlk olarak “Askeri Bilimler Buluşması“ ismiyle düzenlene etkinlik, sonradan Münih Güvenlik Konferansı adını aldı.
5. Konferansın finansmanı nasıl sağlanıyor?
Her ne kadar bağımsız olduğunu vurgulasa da konferansı düzenleyen vakıf, büyük Alman şirketleri ve uluslararası şirketlerden sponsorluk desteği alıyor. Sponsorları arasında silah endüstrisinin büyük şirketleri ve “Güvenlik’’den kâr elde eden Krauss – Maffei Wegeman, Reyteon, Lockhead, Core Grooup Meeting, Münich Strategy Forum, European Defence, Energy Security, Cyber Security ve Health Security gibi savaş ekonomisi ile de ilişkili yatırımları olan çok sayıda şirket var.
                                                           *****
Dünyayı tehdit eden 10 tehlike
“Çöküşün eşiğinden dönülecek mi?” başlığını taşıyan 2018 yılı Münih Güvenlik Raporu’nda 2018’de dünyanın karşı karşıya kaldığı 10 siyasi risk şöyle sıralandı:
1. ABD ile Çin arasındaki rekabet
2. Dondurulmuş çatışmaların tırmanması
3. ABD ile Çin arasında teknoloji alanında yaşanan soğuk savaş
4. NAFTA ile ilgili görüşmeler nedeniyle Meksika ekonomisinde yaşanan istikrarsızlık
5. Nükleer kriz bağlamında ABD-İran ilişkileri
6. Uluslararası ekonomik ve siyasi yapıların istikrarsızlığı
7. Çeşitli ekonomik alanların gelişimini engelleyen korumacılık
8. İngiltere’de siyasi istikrarsızlık
9. Güney Asya’da halkların ulusal kimlik sorunu
10. Afrika’daki iç siyasi çatışmalar

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Rabia, bozkurt, sandık - FATİH YAŞLI

Geçen yıl 19 Kasım’da bu köşede yayımlanan “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde…” adlı yazıda, iktidarın içeride ve dışarıdaki sıkışmışlık halinden ve bunu aşmak için Atatürkçülüğe, milliliğe, antiemperyalizme sarılmasından söz ettikten sonra şöyle demiştik:
“Şimdi buna bir de Afrin ya da Kandil’e yönelik bir operasyonun eklenmesi, ‘milli birlik beraberlik’ dalgasının daha da yükseltilmesi ve toplumun bir kez daha milliyetçilik üzerinden hizaya getirilmesi şaşırtıcı olmayacaktır, iç ve dış tıkanıklığın, meşruiyet ve yönetememe krizinin ‘normal’ yöntemlerle aşılamadığı durumlarda, olağanüstü yöntemleri devreye sokmak siyasetin temel kurallarından biridir çünkü ve konjonktür de bunun için uygundur.”

Afrin’e yönelik bir operasyonun kamuoyunun gündemine giderek daha yoğun bir şekilde taşınmaya başlandığı 2018’in ilk günlerinde, tam tarih vermek gerekirse 8 Ocak’ta, Devlet Bahçeli bir açıklama yaparak şöyle dedi:
“MHP Cumhurbaşkanlığı adayı göstermeyecektir, MHP’nin genel başkanı Cumhurbaşkanı adayı olmayacaktır. İttifak olursa ittifakla, ittifak olmazsa kendi partisi olarak seçime girer. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Yenikapı ruhu ile hareket eder, Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleme kararı alır.”

Erdoğan kendisine uzatılan zeytin dalını gecikmeksizin kabul etti ve bunu ertesi günkü Meclis grup toplantısında şöyle duyurdu:
“Ben Sayın Bahçeli’nin dün yaptığı açıklamayı çok önemli görüyorum. Destek kararı için şahsım, partim ve milletim adına şükranlarımı sunuyorum. 2019 seçiminin yerli ve milli olanlarla, ipi başka mahfillerin elinde bulunanlar arasında geçeceği açıktır. Hayırlı olan işte yavaş davranmamak lazım. Bahçeli’yi davet ettim, yanıt bekliyorum.”

İki isim hemen ertesi gün bir araya geldi ve AKP-MHP ittifakı üzerinde anlaşıldı, ittifakın teknik meselelerinin halledilmesi için bir komisyon kurulması kararı alındı ve o komisyon da çalışmalarını geçtiğimiz haftasonu itibariyle tamamladı. Pazar günü tekrar bir araya gelen ikili son bir kez daha görüştüler ve ittifak için yapılacak kanuni düzenlemenin, bugün, yani çarşamba günü Meclis’e getirilmesi için anlaştılar.

Bahçeli’nin açıklaması 8 Ocak’ta yapıldı, Erdoğan’ın teklifi kabulü 9 Ocak’ta söz konusu oldu, iki ismin bir araya gelmesi 10 Ocak’ta gerçekleşti, ittifak komisyonu 11 Ocak’ta kuruldu, ilk toplantısını ise 18 Ocak’ta yaptı.

Peki bu ittifak sürecine eşlik eden diğer süreç neydi? 
Erdoğan 13 Ocak’ta Elazığ’da “1 haftaya kalmaz ne yapacağımızı görecekler” derken, 14’ünde Tokat’ta “Operasyonumuzu Afrin’le devam ettireceğiz” dedi. 15 Ocak’ta ise Kazan’da “TSK en kısa sürede Afrin ve Münbiç meselesini halledecektir” şeklinde konuştu. Tüm bu konuşmalardan sonra, 20 Ocak 2018’de Zeytin Dalı Operasyonu başladı.

AKP ile MHP arasında kurulan ittifakın ülkeyi yerlilik ve millilik söylemi üzerinden seçime götüreceği, toplumsal kutuplaşmayı yerli ve milli olanlarla gayri milliler ve dış güçlerin hizmetinde olanlar şeklinde kurgulayacağı, zaten uzunca bir süredir dost-düşman ikiliği üzerinden yürütülen siyasetin bu ittifakla ve seçim sathı mailine girilmesiyle birlikte derinleşeceği görülebiliyordu. Ancak bu siyasetin ete kemiğe bürünmesi, somutlaşması gerekiyordu. İşte bunun için yerli ve milli ittifak, kendisine yerli ve milli bir savaş buldu ve Zeytin Dalı Operasyonu’nu başlattı.

Böylece hem iktidarı sıkıştıran sayısız hadise, örneğin Sarraf meselesi, Man Adası belgeleri, ekonomik krizin ayak sesleri, geçim sıkıntısı unutturulacak, hem iktidar alternatifi olabilecek Gül ya da Akşener gibi isimlerin önü şimdiden kesilmiş olacak, hem AKP tabanı ile MHP tabanını Rabia ve Bozkurt işaretinde, yani Türk-İslam sentezinde birleştirmek mümkün olacak, hem HDP’nin kriminalize edilmesi devam edecek, hem de olanca aymazlığıyla “biz de yerli ve milliyiz” diye çırpınan CHP gayri milli cepheye yerleştirilebilecekti.

Nihayet ağızdaki baklayı Abdülkadir Selvi çıkarttı. Nasıl ki 10 Ekim Ankara Katliamı’ndan sonra dönemin Başbakanı “Bu hadiseden sonra oylarımız arttı” demişse, Selvi de pazartesi günkü yazısında, son anketlere göre “AKP’ye oy veririm” diyenlerin oranının % 55’lere yükseldiğini ve MHP’nin de barajı geçtiğini iddia etti. 

Aynı gün Afrin’den gelen bir görüntü ise tüm bu olan bitene dair muazzam bir sembolizm içeriyordu: Zırhlı aracın üzerindeki bir asker, bir eliyle Rabia bir eliyle bozkurt işareti yaparak poz veriyordu.

Peki tüm bunlar olurken, tüm bunlar hepimizin gözleri önünde gerçekleşirken muhalefet ne yapıyordu? 
Sanıyorum ki bu soruyu en çok yıllar sonra bugünleri inceleyen araştırmacılar, tarihçiler, siyaset bilimciler soracaklar ve tam da siyaseti dizayn için başlatılmış bir operasyonla ilgili olarak “operasyonu siyasete alet etmeyin”den başka tek kelimelik siyaset üretilememesine bakarak şaşkınlık ve hayretle “hiçbir şey” yanıtını verecekler.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Şempanzeden öğren insanlığı! - TAYFUN ATAY

National Geographic Channel, Dian Fossey'den sonra Jane Goodall'ın da belgeselini önümüze koyuyor. Her iki isim, antropoloji, özellikle biyolojik-antropoloji bünyesinde çalışanların aşina olmaması imkansız iki primatolog, yani “maymunbilimci”... Birincisi, Amerikalı Dian Fossey, ömrünü gorillerin yaşamını incelemeye, onların temsilcisi olmaya, geleceğini kurtarmaya adadı ve bu adanmışlığın bedelini hayatıyla ödedi; goril avcıları tarafından katledilerek...


Diğeri, Britanyalı Jane Goodall ise ömrünü şempanzelere adadı, onların sözcülüğüne, savunuculuğuna soyundu. O, Fossey'den daha şanslı denilebilir; hâlâ hayatta ve aktif çünkü!.. Ve de 1960'dan bu yana sürdürdüğü çalışmaları içinde arşivlerde kalmış, yayınlanmamış görüntüler eşliğinde “Jane” adlı bu yeni belgeselde karşımızda olacak.

İnsan-dışı maymunların insana en yakın türü olan şempanzeler üzerine verdiği yarım asırlık bilimsel emeğin popüler ilgiye açılmış en son ve kendi adı altında şekillenen bu en anlamlı örneğinde...
Her iki isimle benim ilk tanışmam 1980'lerin ortalarında Londra'da bir mağazadan aldığım yine National Geographic yapımı “Monkeys, Apes and Man” (Maymunlar, Kuyruksuz Büyük Maymunlar ve İnsan) adlı bir “VHS” video-kaset aracılığıyla olmuştu. O kaseti yurda döndükten sonra yıllarca (teknolojik olarak demode olduğu zamanlarda dahi) derslerde öğrencilerimle paylaştım. “Biyo-kültürel” bir varlık olan insanın biyolojik altyapısını anlama ve bu altyapının onu eşsizleştirdiği düşünülen kültürel kapasite ile ilişkisini kurma yolunda bulunmaz bir ders malzemesiydi bu. Jane Goodall, gencecik güzel bir kadın olarak karşımdaydı belgeselde (şimdi 80 küsur yaşında ve hâlâ çok güzel!). Yapım yılı eskiye gittiği için filmde Dian Fossey de capcanlı karşımdaydı ama çok geçmeden onun goril avcılarına karşı verdiği mücadeleyi ve o yolda katledilişini anlatan sinema filmi “Gorillas in the Mist”i (“Sisteki Goriller”) korkunç bir acı içinde izler bulacaktım kendimi!..

Şempanze ve sonra da goril, insana genetik olarak en yakın akraba maymunlar. İnsan da bir maymun, ama bunu kabul etmekte zorlanıyor. Hatta zorlanmak ne kelime, bu gerçeği kendi varlığına yönelik bir aşağılama sayarak şiddetle reddediyor.

Oysaki kendi dışındaki diğer maymun türlerinin, parçası oldukları doğaya yapıp ettiğiyle, yine bir parçası olduğu doğaya kendi yapıp ettikleri karşılaştırıldığında insandan daha “aşağılık” (bırakın “maymun” türünü) bir canlı türü yok. İnsan bir doğa zararlısı, doğanın kanser hücresi!..


Benim 1980'lerde izlediğim söz konusu belgeseldeki bir diğer önemli isim, insana dair “Çıplak Maymun” adlı çığır açıcı kitabın yazarı İngiliz zoolog Desmond Morris de insanın maymunluğu öfkeyle reddedişi karşısındaki şaşkınlığını dile getirmekteydi filmde... Neler söylüyordu, hatırladığım kadarıyla nakledeyim:
1960'ların ikinci yarısında Çıplak Maymun'u yazdığımda neredeyse Darwin'den 100 yıl sonra aynı tepkilerin ve tehditlerin içinde buldum kendimi... Bu çok şaşırtıcıydı, çünkü bir zoolog (hayvanbilimci) olarak benim için insanın bir maymun olduğu tartışma götürmez bilimsel apaçıklıkla ortadaydı. Ama insan, kendisini hayvanlar dünyasından tamamen ayrışmış bir varlık saydığı için bunun bilimsel çerçevede dahi ifadelendirilmesi ona ağır geliyordu. İnsan, kendini adeta doğadan bağımsız ve üstün bir yaratık olarak görmekteydi. Hâlbuki, yaşadığı ortamda davranışlarına çeki düzen vermezse eğer, insan da bir canlı türü olarak uçurumun kenarına, yani soyunun tükenmesinin eşiğine rahatlıkla gelebilir bana göre... Bu noktaya gelmemenin yolu, insanın çoktandır kaybettiği 'hayvani tevazu'yu ('animal humility') yeniden kazanmasından geçer”.

Morris'in bu sözleri sarf etmesinden de neredeyse yarım asır sonra hâlâ aynı noktadayız. İnsan, kendisini yeniden doğaya bağlayacak, doğa ile barışık kılacak o “hayvani tevazu”nun, yani doğaya başkaldıran, onu tahrip edip tüketen değil, doğaya tâbi ve onun parçası gibi davranan bir varlık olmanın çok ama çok uzağında. Buna bağlı olarak da şempanzeyle, gorille, orangutanla ve diğer maymunlarla biyolojik akrabalık, hâlâ, bırakın içe sindirilmeyi, telaffuz edilmesi dahi ciddi sorun yaratan bir bilimsel gerçek...
İşte Jane Goodall bende en çok bu bağlam çerçevesinde iz bırakmış isimdir. Çünkü o, neredeyse ömrünün yarısını adadığı şempanzeleri Tanzanya'nın Gombe parkında doğal ortamlarında gözlemler ve incelerken doğurduğu kızını o şempanzelerin yanı başında büyütmüş ve “çok yakın dost” olduğu bir anne şempanzenin yavrularını yetiştirme biçiminden etkilenmiş, esinlenmiştir!.. O, bunları açık şekilde ifade etmekten de çekinmemiş, “Şempanzelerden öğreneceğimiz çok şey var” demiştir.

İnsanlık adına bir onur nişanesi bu değerli primatoloğun öyküsünün anlatıldığı belgeseli önümüzdeki pazar (25 Şubat) “!f İstanbul” kapsamında gerçekleştirilecek özel ve anlamlı gösterimde kaçırmamaya çalışın! Olmadı, 5 Mart cumartesi günü, saat 23:00'da NatGeo ekranının karşısında olun...

İnsaniyet namına, peygamberlerden öğreneceklerimiz olduğu kadar şempanzelerden de öğreneceğimiz çok şey olduğunun farkına varmak için!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Metinden sonra? - ÖZGÜR MUMCU

New York Times’dan Farhad Manjoo’nun geçen hafta yayımladığı “Metin Sonrası Gelecek” makalesi bir süredir devam eden tartışmayı alevlendirdi. Makale kışkırtıcı bir cümleyle açılıyor: “Şu anda yapmaya çalıştığınız, yani bir ekrandan metin okumanın modası geçiyor.” 
Basılı gazetelerin internet karşısında düştüğü zor durumun zaten herkes farkında. Gazete alanların sayısı düşüyor, reklam gelirleri azalıyor. Bunun da yapılan gazeteciliğin niteliğine ve basın özgürlüğüne etkileri ortada.

Ancak Manjoo, daha da radikal bir gelişmeye işaret ediyor. Bırakalım basılı gazeteleri, metin artık internette de kendine zor yer bulacağa benziyor. 

İnternetin başlarında metin, hâkim unsurdu. Ancak teknolojik gelişme video ve sesin kolayca üretilip tüketilmesini sağladı. Manjoo’nun verdiği istatistiki bilgiler aydınlatıcı. Buna göre yaklaşık 70 milyon Amerikalı podcast dinliyor. 2017’de YouTube’da izlenen videoların toplam uzunluğu 1 milyar saat. Amerikalı gençler günde 2 saatlerini YouTube’da geçiriyor. Instagram kullanıcıları günde ortalama yarım saatlerini fotoğraflara bakmaya değil video izlemeye ayırıyor. Netflix, özgün içerik için 8 milyar dolar ayırmış. 

Mesele sadece internette ne tüketildiği değil. Bilgisayar ve akıllı telefonlarla kurulan ilişki de değişmekte. 2020 senesinde internet üzerindeki aramaların yarısının sesle yapılacağı tahmin ediliyor. 

Manjoo’nun makalesi haklı olarak bu gelişmenin insanların düşünme şeklini değiştireceğini belirtiyor. Metinle değil görsel-işitsel medyayla şekillenen düşüncenin akıl yürütmeden çok hislere dayanacağı öngörülüyor. 

Buna karşın, New York Times’da yayımlanan makalenin abartılı olduğunu düşünenler de var. Bu görüşe göre, internetle beraber insanlar tarihte hiç olmadığı kadar yazıp okuyorlar. İnternet öncesi daktilo kullanabilenlerle bugün bilgisayar veya telefon klavyesine hâkim olanlar arasındaki fark düşünülürse katılmanın mümkün olduğu bir tespit bu. 

Yine de insanların internette bir şeyler okumaktan ziyade bir şeyler dinleyip izlediği gerçeği de ortada. Yazılı kültürün yıpranması ve yerini görsel-işitsel medyaya bırakması küçümsenmeyecek bir ihtimal. 

Kitap okuma kültürünün yerleşik olduğu toplumlarda, kitap satışlarında henüz alarm zillerini harekete geçirecek bir durum yok. Ancak TÜİK araştırmasına göre televizyon izlemeye günde 6 saat, internete 3 saat ve kitap okumayaysa sadece bir dakika ayıran Türkiye için “metin sonrası gelecek” fikri çok uzak bir geleceği temsil etmiyor olabilir. 

Hele bir de buna basın ve ifade özgürlüğünün içinde bulunduğu acıklı hali de eklersek geleceğimiz çok da parlağa benzemiyor.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

20 Şubat 2018 Salı

Kuyruk - ORHAN GÖKDEMİR

HDP’nin eski “eş genel başkanı” Selahattin Demirtaş tutukluğunun 460. gününde, lütfedildi, mahkemeye çıkarıldı. Hakkında düzenlenmiş otuzun üzerinde fezleke var. Kemal Kılıçdaroğlu’nun marifetiyle dokunulmazlığı kaldırılmıştır ve uygulama tam bir HDP tasfiyesine dönüştürülmüştür.

Sincan Cezaevi Kampüsü'nde görülen ilk duruşmada çok önemli açıklamalar yaptı Demirtaş. Kendisine İmralı’dan bir bakan aracılığıyla Öcalan’ın el yazısıyla kaleme alınmış bir yazı getirildiğini söyledi mesela. Bu yazı ile cumhurbaşkanlığı referandumunda “Evet” demeleri için baskı yapılmış, ayrıca Cumhurbaşkanlığı seçiminde İmralı üzerinden Demirtaş’ın adaylığı da geri çektirilmeye çalışılmıştı. Yani AKP her seçimde Öcalan’dan aldığı bir yazı ile HDP’nin kapısını çalarak seçime müdahale ediyordu.

Demirtaş, “Bunlar İmralı’dan talimat alıyor” şeklindeki suçlamaya cevap veriyordu ve içeride tutulmasının sebebinin İmralı’dan talimat alması değil “Beyefendi”nin isteklerine karşı çıkması olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Şöyle devam etti; “Şahsımla ilgili de özel bir hassasiyeti var. Sadece partimle ilgili değil. 2010 referandumunda partim boykot kararı aldı. Bizim üzerimizde ‘evet’ oyu verilmesi için baskı oluşturuldu. O dönemde partimin içinde olmadığı bir çözüm süreci vardı. Oslo süreci olarak bilinen Hükümet ve PKK yetkililerinin yüz yüze görüştüğü süreç. Anayasa teklifi sunuldu. Biz iki şeye itiraz ettik. Birincisi kimlikle ilgili düzenleme olmamasına, ikincisi de HSYK ve yüksek yargıyla ilgili düzenlemelerdeki tehlikelere dikkat çektik… 
Boykot kararı aldık. 
Ne yaptılar biliyor musunuz? 
Abdullah Öcalan’ın el yazısıyla bakanın kendisi İmralı’dan yazı getirdi. Bana getirdi. Niye? 
Referandumda hem parlamentoda hem dışarıda ‘evet’ oyu vermemiz için. İnkâr ederlerse tanıkları burada dinleteceğim. Kabul etmedik. Hem yazıda öyle bir şey yok.”

Demirtaş’ın açıklamasına göre Öcalan'dan gelen yazıda, "Partimiz hangi kararı verirse saygı duyuyoruz. Ama Anayasa değişikliği acaba yeni bir diyaloğun, çözüm sürecinin önünü açar mı, parti olarak değerlendirmenizi rica ediyorum" deniyordu. Demirtaş bunu “destekleyin ya da desteklemeyin demiyor” diye yorumlamıştı. Talimatı kabul etmemiş ve boykot kararında ısrar etmişti. Hâlbuki mektubu getiren AKP temsilcileri mektupta HDP’ye tam tersi yönde bir “talimat verildiği” iddiasındaydı.

Demirtaş şöyle sürdürüyor: “Majesteleri öfkelendi tabi, ‘Hani İmralı’dan talimat alıyorlardı’ demiş bakanlarına. Onlar da ‘bilmiyoruz vallahi’ demişler. Bizimle ilgili asıl kriz, o zaman başladı. Sen misin biz Oslo’da çözüm süreci yürütürken, benim Anayasa değişikliğimi desteklemeyen. Partimize karşı siyasi baskıyı başlatan bizatihi kendisidir.”

Mahkemede söylenenlerin meali böyle. Şimdi mahkemede Demirtaş tarafından dile getirilen iddiaları özetleyelim:
Birincisi: AKP hem 2010 referandumunda, hem de 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde HDP’ye kendileri lehine tutum alması için İmralı aracılığıyla müdahale etmiştir.

İkincisi; Demirtaş her iki girişimde de hem AKP, hem de İmralı’nın rızası hilafına tutum almıştır.

Üçüncüsü; Öcalan AKP’nin isteklerini açıkça bir talimat haline dönüştürmese de HDP’yi AKP’den yana tutum almaya teşvik etmiş, serbest bırakmıştır.

Dördüncüsü; Oslo’daki görüşmeler HDP’nin, en azından Selahattin Demirtaş’ın bilgisi dışında yürütülmüş, görüşmenin taraflarınca HDP’nin alınacak bütün kararlara itirazsız uyacağı hesap edilmiştir. Belli ki Demirtaş burada da sorun çıkarmış, itirazlarını sürdürmüştür. Sonuç ortada; Demirtaş hem içeriye tıkıldı hem de HDP’deki koltuğundan edildi…

Ne kadar dramatik değil mi? 
Demirtaş’ı İmralı’dan talimat aldı diye itham ediyorlar ama aslında talimat almadığı için cezalandırıyorlar.
HDP’nin eski “eş” bir numarası mahkemede söyledi, tutanaklara geçmiştir.

                                                                  ***

Demirtaş'ın duruşmadaki beyanından sonra AKP’nin kurucularından eski Bakan Abdüllatif Şener Twitter hebasından İmralı’dan mektup taşıyan bakanın kim olduğunu açıkladı. Selahattin Demirtaş'a Öcalan'ın el yazısı olan kâğıdı veren Bakan, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay'dı. Şener, “Beşir Atalay ve Erdoğan'ın sır küpü MİT Müsteşarı Hakan Fidan İmralı'ya giderek birlikte o kâğıdı aldılar. Bunu da bir kenara not edin” dedi.
Kim not edecek? Devlet çoktan unuttu olup biteni. HDP’nin kuyruğunu kovalamakla meşgul olanlar ise sağırdır duymaz, hafızasızdır hatırlamaz.

                                                                     ***

7 Haziran seçimlerinde yine Demirtaş’ın başını çektiği “seni başkan yaptırmayacağız” kampanyasından sonra hava büsbütün değişti malum. Tozdan dumandan göz gözü görmüyor o günden bu yana. Biraz hafıza tazelemekte fayda var o yüzden.

2013’te masada görüşme sürerken Murat Karayılan masanın öte yanına hoş görünecek açıklamalar yapıyordu misal. 1924’ten sonra Kürtler ve muhafazakârlar cumhuriyetten dışlanmıştı söylediğine göre. Bugün ise muhafazakârların iktidar olmasında Kürtlerin mücadelesinin büyük payı vardı. Kürtlerin mücadelesi derin devleti, Ergenekon’u ve katı Kemalist bakış açısına dayanan kesimleri başarısız kılmış, yıpratmış, teşhir edilmesine ve iktidardan düşürülmesine zemin hazırlamıştı. Şimdi AKP iktidarı ile birlikte taşlar yerine oturuyordu. Havuz medyasından tanıdık gelmiştir söylenenler…

Ardından “İmralı Tutanakları” da kitap olarak yayınlandı yakın zamanda. Tutanaklar arasında 17-25 Aralık’a ilişkin diyaloglar da vardı. Buna göre Ocak 2014’te Başbakan Erdoğan ile görüşen HDP heyetinde yer alan Sırrı Süreyya Önder Öcalan’a o görüşmenin detaylarını anlatıyor, Öcalan da Önder’e “Beyefendi” ile yeniden görüşmesi tavsiyesinde bulunuyor, “Söyle, biz arkasından çekilseydik, sonu Menderes gibi, Mursi gibi olurdu” diyordu. Malum, daha sonra İmralı kaynaklı ses kayıtları havada uçuştu. Kayıtlardan birinde Öcalan çözüm sürecini bizzat yürüttüğünü iddia ediyordu.

Bunları hatırlatmamın sebebi Demirtaş’ın mahkemede anlattıklarının gerçekleştiği o eski sahneyi gözünüzde canlandırmanıza yardımcı olmak. Bugünlere işte o mutlu-mesut günlerden yuvarlanarak geldik.

                                                                ***

Mahkemede söylenenler ortada. Normal şartlarda günün tartışması bunlar olmalıydı ama ertesi gün hepsi unutulmaya terk edildi. Ne ses var ne seda. Demirtaş yatmaya, HDP kuyruğu kovalayanlar hiçbir şey olmamış gibi hoplayıp zıplamaya devam ediyor.

Aynı şekilde HDP’li Hasip Kaplan’ın söylediklerinden sonra da herkes kulağının üzerine yattı biliyorsunuz. Hâlbuki partisinin “Türk kökenli” bir üyesi hakkında tuhaf imalarda bulunuyordu Kaplan.

Mesele şu; bütün solu HDP’nin eki haline getirirseniz Demirtaş’ın söylediklerini kimse tartışmaz, tartışamaz. İmralı ile HDP arasında gidip gelen o mektuplar sadece AKP’ye ilişkin değil, bir bütün olarak Kürt siyasal hareketine değin de derin sorunlar oluşturur. Kimse bu ağır ithamlardan kulağının üzerine yatarak kurtulamaz. Tartışılmazsa sorun büyür, kronikleşir, felç eder.

Ayrıca not edeyim; Bunlar ortadayken kimse ikinci sınıf yazıcılara “Savaş karşıtı olamıyorlar ama Murat Belge’ye laf ediyorlar. İzmir’de metro zammını protesto etmekle meşgul oluyorlar. Yerli ve milli sol budur” falan dedirterek kuyruk kovalayanların dışında kalanlara ayar vermeye kalkışmasın. “Afrin açıklaması” var, yazdıklarımız var, söylediklerimiz var. 
Hem olsa ne olmasa ne? 
Nerede nasıl tutum alacağımızı Birikim-Radikal artıklarından öğrenecek değiliz…
Sol, gerçek bir sol bu ülkeye lazım; yazının son sözü budur. Kürt halkına daha çok lazım. 

Herkes kendi işini yapsın, herkes kendi işine baksın…

Orhan Gökdemir / SOL

Asdvads hokin lusavore - L. DOĞAN TILIÇ

Moiz UstaBenekli AgopUstaSuser AmcaPapaz Fangri Nikos… Son zamanlarda yazmaya sardıran bir cerrah arkadaşımın henüz yayınlanmamış öyküsünde geçen isimler bunlar.

Handa, esnaflarla haşir neşir olarak, Moiz Usta’nın yanında kuyumcu çıraklığı yapmış bir çocuğun gözünden anlatılıyor hikaye. Hikayede ismi geçenler iyi insanlar!  MoizlerAgoplarSuserlerNikoslar… Bu toprağın gittikçe azalan, yok olan iyi insanları.

Moiz Usta’nın ölümüyle bitiyor Kenan’ın henüz yayınlanmamış öyküsü. Çocuk, artık büyümüş belki, kendine yazılmış “vasiyet” notu okuyor: “Kuzum. Altın tozlarını Benekli Agop Usta’ya son kez götür. Agop da Moiz de senden başkasına güvenmez. Verdiğini her zaman yaptığım gibi dağıt; yarısını han esnafının çocuklarına okul masrafı yap. Mum Abine yeni bir soba al. İhtiyarladı, artık üşür o garip. Kuran kursundaki yetimleri unutma…

Moiz Usta belli ki iyi insan. Çok belli. Öyküde; “Cenazesine her türlü cemaatten yüzlerce insan katıldı” diye yazıyor. “Önce inancına uygun dini bir tören yapıldı. Akrabaları gittikten sonra, handaki Müslüman esnaf dükkanda toplandı. İlahiler söylendi. Yasinler okundu. Çarşıya yakın Kuran kursundaki öğrencilerden otuzu birden gelip, her biri bir cüzü ezberden okuyarak, bir saat içinde onun için hatim indirdiler.”
İyi ki Kenan böyle bir hikayeyi anlatmaya hazırlanıyor. En önemli eksiklerimizden birini tamamlamaya dönük önemli bir çaba.

Birkaç gündür kuyumcu ustası Moiz’in değil ama tıp ustası Kolsuz Agop’un hikayesini dinliyoruz. Ne yazık ki, hastası olmayan ve onu doğrudan tanımayan çoğunluk için, yine ölüm üzerine anlatılan bir hikayeyle karşımızda Prof. Dr. Agop Kotoğyan.


Bir “vatansever”di denildi ve bayrağa sarılıp kilisedeki törenden sonra toprağa verildi. Ölüm haberini ilk duyuran CHP Milletvekili Selina Doğan; “Ülkemizin yetiştirdiği en kıymetli dermatologlardan biri olan Prof. Dr. Agop Kotoğyan’ı nam-ı diğer ‘Kolsuz Agop’u’ kaybetmenin üzüntüsü içindeyiz. Asdvads hokin lusavore. Toprağı bol olsun” demişti.
Asdvads hokin lusavore! Tanrı ruhunu aydınlatsın demek Ermenice, Allah rahmet eylesin yerine söyledikleri Ermenilerin.

Bir düşünün; kaçımız “Müslüman olmayana rahmet dilenmez” diyor; hangimiz  ErmeniceYahudiceRumcaKürtçe, Çerkezce ya da Gürcüce bir acıyı paylaşmayı, bir selamlaşmayı becerebiliyoruz? Kaçımız Alevilerin ne zaman ve nasıl oruç tuttuklarını biliyoruz?

Kendi soy kütüğü merakımızla bilgisayara çullanıp sistemi çökertiyoruz da; hemen yanı başımızdakileri, komşularımızı, bu memlekette birlikte yaşadığımız farklı dili konuşup farklı dine inananları empatik bir merakın konusu yapıyor muyuz?

Bir “vatanseverdi” deyip tabutunu Türk bayrağına sardığımız Agop Kotoğyan’ın ölümü üzerine okuduğumuz yarım yamalak hikayesinden; dedesinin 1915’te öldürüldüğünü, o sırada henüz 4 yaşında olan babasını bir mağaraya saklayarak ölümden kurtardıklarını öğreniyoruz ama, babası Kirkor bir mağarada ölümden saklanamasaydı bayrağa sarıp yolcu ettiğimiz “vatansever Agop”un da olmayacağını düşünüyor muyuz?

Agoplar ki, hikayelerini dinleyebilirsek öğreniyoruz; yollarına halılar sererek yurtdışına çağırıldıklarında; “Çok acı çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Çocukluğumu, kolumu kaybettim, yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan farklı olmadığımı düşündüm. Bu topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak demektir yurt sevgisi” diyorlar.

Ya hikayelerini bilmediklerimiz!

Birbirimizin hikayelerini bilmediğimiz için, “Kiminle komşu olmak istemezsiniz?” diye sorulduğunda; eşcinsellerle başlayıp, AIDS’li, ateist, YahudiHıristiyan, yani farklı olan kim varsa sıralıyoruz.

Bir arada yaşayacaksak kardeşçe, bize bizden farklı olanların hikayeleri lazım! Hikayelerini bildiğimizde bayrağa sardığımız Agoplar, hikayelerini bilmediğimizde komşu bile istemediğimiz “öteki” oluyorlar.

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Cari açık: Böylesi görülmedi! - HAYRİ KOZANOĞLU

Dünyanın belli başlı ekonomileri arasında, Türkiye benzeri yüzde 5,5 cari açık oranıyla karşılaşan bir başka ülke bulunmuyor. Arjantin ise yüzde 4,2 cari açık oranıyla, sorun yaşamak anlamında Türkiye’ye en fazla yaklaşan ülke.

Geçtiğimiz hafta açıklanan verilere göre, 2017 cari açığı bir önceki yıla kıyasla 14 milyar dolar artarak, 47.1 milyar dolara fırladı. Cari açığın gayrisafi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranı da, 2016’daki yüzde 3,8’den, yüzde 5,5’e kadar yükseldi. Bilindiği gibi bir ülkenin cari açık vermesi, o yıldaki bütün döviz gelirlerinin tüm döviz harcamalarının gerisinde kalması anlamına gelir.

En büyük döviz kaynağı mal ihracatı iken, bir numaralı döviz harcama kapısı da mal ithalatıdır. Nitekim 2017’de ihracat bir önceki yıla kıyasla yüzde 10,2 artışla 157.1 milyar dolara yükselirken, ithalat yüzde 17,7 ivme kazanarak 233.8 milyar dolar oldu. Böylelikle, dış ticaret açığı da yüzde 36,8 sıçrayarak 76.7 milyar dolarla yılı kapadı. İhracatın ithalatı karşılama oranı da, yüzde 71,8’den, yüzde 67.2’ye geriledi.

Hükümet yetkililerini dinlerseniz, Türkiye’nin bir ihracat mucizesi başararak, bu cephede de tüm dünyayı titrettiği yanılsamasına kapılabilirsiniz. Halbuki küresel ticaret istatistiklerine göz atmanız halinde, 2017’de dünya ticaret hacminin yüzde 4,3 artarak küresel büyümeyi geride bıraktığını fark edersiniz. AB Bölgesi’ndeki toparlanmanın da Türkiye’nin ihracatına katkı yaptığını kolaylıkla söyleyebilirsiniz. Gelgelelim, büyümenin biraz kıpırdanmasıyla birlikte, ithalatı tam yüzde 17,7 hoplatması, ülke ekonomisinin ciddi yapısal sorunlarının bir kez daha gözler önüne serilmesi demek.
20’nin en kötüsü Türkiye
Dünyanın belli başlı ekonomileri arasında, Türkiye benzeri yüzde 5,5 cari açık oranıyla karşılaşan bir başka ülke bulunmuyor. Almanya’nın GSYH’nin yüzde 7,9’una varan 283 milyar dolar cari fazlası tepki çekerken, ABD dahil cari açık sorunu bulunan tüm ülkelerin kendilerine çeki düzen verdikleri gözleniyor. Tablodan da izlenebileceği gibi şu anda ABD’nin cari açığı GSYH’sinin yüzde 2,4’ü. Arjantin ise yüzde 4,2 cari açık oranıyla, sorun yaşamak anlamında Türkiye’ye en fazla yaklaşan ülke. İlle daha beter durumda bir coğrafya aranacaksa, çok daha küçük bir ekonomiye sahip Mısır’ın 12.2 milyar dolar cari açığının GSYH’sinin yüzde 6,9’una denk geldiğini belirtelim.

Cari açığın finansmanı
Cari açık ile ilgili çok yaygın şöyle bir klişe var: Eğer finanse edebiliyorsan sorun yok demektir. Bu yaklaşım sorunu, döviz açığının hangi kaynaklarla ve ne maliyetle finanse edildiğini teğet geçmesidir. Nitekim 2017 rakamlarının dökümünü incelediğimizde, önümüzdeki dönemde Türkiye’yi çok ciddi sorunların beklediğini hissedebiliyoruz.
cari-acik-boylesi-gorulmedi-429709-1.ABD 10 yıllık hazine kâğıtlarının faizlerinin yüzde 3’e dayanması, önümüzdeki dönem küresel finansman koşullarının hızla ağırlaşacağının ön sinyali kabul ediliyor. Yılmaz Akyüz’ün hep vurguladığı gibi, küresel sermaye döngüleri, dolar faizlerinin seyrine göre şekillenir. 1970’lerde, 1990’larda, 2000’lerde ve 2010’larda likidite genişlemesi ve düşük faizler, yükselişi (boom) tetiklerken; sıkılaşan finansal koşullar kaçınılmaz biçimde düşüşle (bust) sonuçlanmıştır. Şimdi de böyle bir eşikte bulunuyoruz.
2017 cari açık rakamlarına biraz daha yakından bakarsak :
Daha kalıcı nitelik taşıyan doğrudan yatırımlar, 2017’de yüzde 20 gerileyerek, 10.2 milyar dolardan 8.1 milyar dolara indi. Bunun 4.6 milyar doları gayrimenkul alımlarından kaynaklanıyor. Teknoloji getirmesi, üretim ve istihdam kapasitesi yaratması beklenen tür sermaye ise, 3.5 milyar dolarla sınırlı kalıyor.
Cari açık finansmanının 24.1 milyar doları, diğer bir ifadeyle yüzde 62’si, “’sıcak para”’ tabir edilen portföy yatırımlarından sağlanmış. Borsaya 3.2, borç senetlerine ise 20.9 milyar dolar döviz girişi gerçekleşmiş. Bunun “’en ele avuca sığmaz”’, en ufak bir risk algısında civa hızıyla arkasına bakmadan uzaklaşan bir finansman türü olduğunu geçmiş deneyimlerimizden biliyoruz.
cari-acik-boylesi-gorulmedi-429710-1.Geriye kalan, büyük ölçüde banka kredisine dayanan 6.5 milyar dolarlık finansmanın ise, sadece 1.5 milyar dolarlık kısmının uzun vadeli olması dikkat çekiyor.
Böylelikle, 47.1 milyar dolarlık cari açığa, 38.9 milyar dolar finansman sağlanabildiği, geri kalan 8.2 milyar doların ise, Merkez      Bankası’nın rezervlerinden karşılandığı anlaşılıyor.

Aralık cari açık rakamları daha vahim
2017 Aralık ayında cari işlemler açığı, 2016’nın aynı ayına göre 3.3 milyar dolar artarak 7.7 milyar dolar olarak gerçekleşti. Buraya kadarı, vahim ama alışıldık bir tabloya işaret ediyor. Ne var ki, bundan sonrası daha da endişe verici. Çünkü, yılın son ayında doğrudan yatırımlardan net 490 milyon dolar, portföy yatırımlarından net 340 milyon dolar döviz giriş gerçekleşmiş. Bunlar olağan bir seyri yansıtıyor. Gelgelelim kredi yenilemelerindeki tıkanma sonucu, 2 milyar dolar finansman daralması yaşanmış. Net rakamlara vurunca, bırakın cari açığı finanse etmeyi, mevcut finansman olanakları 1165 milyon dolar gerilemiş.

Garip bir durum ortaya çıkmış: Cari açık 7.7 milyar dolar iken, Merkez Bankası rezervlerinden daha fazlası, tam 8636 milyon dolar buharlaşmış. 2017’nin son iki ayını alırsak da, toplam cari açık 12075 milyon dolar iken, rezervlerde eksilme 12721 milyon dolar. Anlaşılan korkulan oluyor, artık cari açığı finanse edememeye başlıyoruz.
Gerçi Ocak’ta Merkez Bankası rezervlerinde bir artış gözleniyor. 24 Kasım 2017 ile 29 Aralık 2017 arasında altın dışı rezervler 12.2 milyar dolar azalırken; 26 Ocak’a kadarki 4 haftada 7.2 milyar dolar artıyor. Yani sorun aynı şiddette devam etmiyor. Yine de cari açığı finanse etmekte ciddi bir güçlüğün söz konusu olduğu, ekonomiyi daha kritik bir 2019’un beklediği gerçeği değişmiyor.
Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN