23 Şubat 2018 Cuma

Şeker fabrikalarının altında hangi lobi var / ODATV

TMMOB Kimya Mühendisleri Odası, özelleştirilen şeker fabrikaları için açıklama yaptı.


AKP hükümetinin sattığı 14 şeker fabrikası ile ilgili TMMOB Kimya Mühendisleri Odası açıklama yaptı. Kimya Mühendisleri Odası yaptıkları açıklama ile şeker fabrikalarının nasıl kurulduğunu ve satışa çıkarılma sürecini anlattılar. Şeker fabrikalarının satışa çıkarılmasının ardında ise Nişanta Bazlı Şeker (NBŞ) firmalarının olduğuna dikkat çeken Kimya Mühendisleri Odası, “Bütün bu gelişmeler; nişasta bazlı şeker (NBŞ) olarak bilinen ve insan vücudunun hiçbir şekilde kabul edemediği, çoğunlukla genetiği değiştirilmiş mısır kullanılarak üretilen ve ‘canavar şeker’ olarak bilinen sanayi tipi bir şekerin önünü açmaya yarayacaktı” dedi.
NBŞ’nin insan vücuduna verdiği zararı anlatan Kimya Mühendisleri Odası, “kronik hastalıkları salgına dönüştüren nişasta bazlı şeker/mısır şurubunun tüketimi Fransa, Hollanda, Avusturya, İrlanda, İsveç, Yunanistan, Portekiz, Slovenya, Danimarka ve İngiltere‘de yasak. Avrupa‘da kişi başına NBŞ tüketimi 1-1,5 kg civarındayken bizde 6.5 kg civarında” ifadelerini kullandı.
“Bütün bu gelişmeler sonucu daha önceleri şeker ihraç eden bir ülke olan Türkiye 2015 yılında 170 bin ton şeker ithal etmiştir. 08 Nisan 2016 yılında şeker ithalatının önünü açabilmek için şeker ithalatında sıfır gümrük kararı alınmıştır” denilen Kimya Mühendisleri Odası’nın açıklaması şöyle:
“Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren ve on dört şeker fabrikasının satılmasına dönük kararla Cumhuriyet döneminin kalkınmacı anlayışıyla planlanmış yatırımları satılarak neoliberalizmin önündeki son engeller de kaldırılmak istenmektedir. Bu kararla Türk tarımı ve sanayisi yerli ve milli olmayan küresel şirketlerin egemenlik alanına terk edilmiştir.
24 Ocak kararları ve akabinde 12 Eylül 1980 darbesi ile Türkiye neoliberalizm bataklığına sokuldu. Doksanlı yıllardan itibaren iyice hissedilmeye başlanan bu ekonomik-politik sistematik gereği,1920`lerin ikinci yarısı itibarıyla genç cumhuriyetin inşa ettiği kurumlar çeşitli bahaneler ileri sürülerek özelleştirme adı altında ya birilerine yok pahasına peşkeş çekildi ya da kapatılarak yok edildi. Neoliberal kıskaçtaki 57. Hükümetin sorunları çözmek üzere IMF‘den ülkeye kurtarıcı olarak transfer ettiği Kemal Derviş tarafından "IMF, borç para vermek için bu yasaların çıkmasını istiyor; 15 gün içinde çıkarmazsanız Amerika‘dan dönmem" denilerek "Kemal Derviş‘in 15 Kanunu" olarak bilinen ve içerisinde Şeker Yasası, Tütün Yasası, Telekom Yasası, Tahkim Yasası gibi önemli kanunlar bulunan on beş kanun dönemin cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer tarafından imzalanarak yasalaştırıldı.
Şeker Yasası olarak bilinen yasanın çıkması sonucu; şeker pazarında taban fiyat kaldırılarak fiyat belirleme özel sektörün, fabrikaların keyfine yani piyasaya bırakıldı. Pancar üretiminde kota dönemi başladı. Sonuç olarak köylü daha önce geçimini sağlamak üzere yetiştirdiği pancarı ekemez oldu. Bu kanun sonrası fabrikaların bazıları satılarak şeker ithalatının önü açıldı.
2001 krizini atlatamayan 57. Hükümetin trajik bir şekilde yıkılması sonucu kapitalizm Türkiye‘de aradığı iktidarı buldu. 2002 yılında AKP‘nin iktidar olması ile birlikte Türkiye, Cargill`in nişasta bazlı şekeri ve kaçak şekerin işgaline uğradı.


On altı yıllık AKP iktidarı boyunca Türkiye‘de stratejik öneme sahip birçok kamu kuruluşu yok pahasına satılarak özelleştirdi. Çıkartılan yasa ve yönetmeliklerle tarım ve sanayideki kamu işletmeleri adeta yok edildi. Son olarak 23.12.2017 tarihinde OHAL kapsamında Bakanlar Kurulu tarafından hazırlanan 696 sayılı KHK ile Şeker Kurumu kapatılarak her şey piyasanın insafına terk edildi. 21.02.2018 tarihinde de Cumhuriyet tarihinin kalkınmacı anlayışı ile kurulmuş olan Türkiye Şeker Fabrikalarına ait on dört fabrikanın satışı Resmi Gazete‘de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Cumhuriyete ve halka ait olan kamu malı; Bor, Çorum, Kırşehir, Yozgat, Erzincan, Erzurum, Ilgın, Kastamonu, Turhal, Afyonkarahisar, Alpullu, Elbistan, Muş ve Burdur şeker fabrikalarının satışının yasal olarak önü açıldı.
Bütün bu gelişmeler; nişasta bazlı şeker (NBŞ) olarak bilinen ve insan vücudunun hiçbir şekilde kabul edemediği, çoğunlukla genetiği değiştirilmiş mısır kullanılarak üretilen ve "canavar şeker" olarak bilinen sanayi tipi bir şekerin önünü açmaya yarayacaktı.
Kronik hastalıkları salgına dönüştüren nişasta bazlı şeker/mısır şurubunun tüketimi Fransa, Hollanda, Avusturya, İrlanda, İsveç, Yunanistan, Portekiz, Slovenya, Danimarka ve İngiltere‘de yasak. Avrupa‘da kişi başına NBŞ tüketimi 1-1,5 kg civarındayken bizde 6.5 kg civarında. ABD Gıda ve İlaç İdaresi obeziteyi etkilediği gerekçesiyle 2008 de NBŞ kotasını %10‘dan %8‘e düşürdü. Bizde ise %10 olan kota %15‘e çıkartıldı. Geçen yıl yapılan düzenlemelerle NBŞ kotası 312.500 tona çıkartıldı. Oysa bu rakam Almanya‘da 56 bin ton, İspanya‘da 53 bin ton, İtalya‘da 32 bin tondu. 2015 yılı itibariyle NBŞ üretimi için 1.7 milyon ton mısır ithal edildi. 2015 yılında Türkiye NBŞ dışında 350 bin ton da yapay tatlandırıcı ithalatında bulunmuştur. Ülkemizde 1998 yılında 500 bin hektarda pancar üretimi yapılırken 2015 yılında bu rakam 270 bin hektara düştü. Aynı şekilde şeker pancarı ekimi yapan çiftçi sayısı da 450 bin aileden 120 bine geriledi.
Bütün bu gelişmeler sonucu daha önceleri şeker ihraç eden bir ülke olan Türkiye 2015 yılında 170 bin ton şeker ithal etmiştir. 08 Nisan 2016 yılında şeker ithalatının önünü açabilmek için şeker ithalatında sıfır gümrük kararı alınmıştır. Şeker ithal edilmesini gerektirecek bir durum olmamasına rağmen şeker ithalatını kolaylaştıracak böyle bir kararın alınması çiftçiyi ve üretim yapan şeker fabrikalarını zora sokmuştur.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, meslektaşlarımızın da istihdam edildiği bu alanda şeker fabrikalarının satılma kararının alınması gerçekte insan sağlığına zararlı, GDO‘lu mısırdan üretilen ve canavar şeker olarak adlandırılan nişasta bazlı şeker üretimin önünü açmaya yönelik bir harekettir.
Kamuoyuna önemle duyurulur.”

Filigranlı kâğıda gerek var mı? - ÇİĞDEM TOKER

2019 seçimleri, AKP ve Cumhurbaşkanlığı makamı için varoluşsal önemde. 7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına iktidar olma yeterliğini ilk kez kaybeden AKP; ne -1 Kasım’da yeterliği geri alsa bile- bu sonucu, ne de rejim değişikliği için inşa ettiği şaibeli 16 Nisan 2017 anayasa referandumunda “hayır” demiş 23 milyon seçmenin varlığını unutuyor. 

İki parti yöneticileri (AKP+MHP) imzalarıyla TBMM’ye sunulan ittifak kanun teklifinde, demokratik değerlere saygılı her insana “Bu kadar da olmaz”dedirten maddeler, bu varoluş kaygısına dayanıyor olmalı. 


Bu kaygının derinliği, kanun teklifi metni incelendiğinde daha iyi görülebiliyor. 
Sadece içerik değil, maddelerin hazırlanışındaki enerji, her koşulda AKP’nin kazanması üzerine kurgulanmış “ince mesai” de öyle. Maddelerin ortasından, kıyısından yapılan kesmeler kadar eklemeler de; muhalefet ile seçim zamanı sivil topluma nefes aldırmamaya dönük ciddi bir mühendislik ürünü. 

Birkaç örnek aktaralım:

Partiler sandık kurulunda bir hiç 
- Şu anda, seçim halinde her siyasi parti, sandık kurullarına isim için liste verebiliyor. İttifak teklifi yasalaştığında, CHP’nin mesela böyle bir hakkı olmayacak. Sandık kurulları, isimleri mülki amirce bildirilmiş kamu görevlileri arasından kurayla oluşacak. 
Kamu görevlileri kim? Atanmış memurlar. (Seçim günü ülkenin her yanındaki sandık kurullarında görev yapan kamu görevlilerinin, AKP memuru gibi çalışmayacağını kim iddia edebilir?) 
- Teklif yasalaşırsa, sandık alanı sandığın bulunduğu odaya indirgenecek. Şu anda, sandık alanı 100 metre yarıçaplı çevre alanı olarak tanımlanıyor. Yanı sıra seçim güvenliği için, sadece çağrı değil, vatandaş ihbarları da geçerli sayılacak. Böylece polis, oy kullanılan sandığın oda kapısına kadar gelebilecek. Sandık çevresi düzeninin sağlanmasıyla ilgili maddeye “yasaklar”kelimesi de ekleniyor.

Hukuksuzluğu legalleştirme 
- 16 Nisan referandumunu şaibeli kılan en önemli konu “mühürsüz oylarıngeçerli sayılması” hukuksuzluğu, legal hale geliyor. 
Bu düzenlemeye gelecek eleştirilere karşı da “şark kurnazlığı” yapılmış. Pusula kâğıtlarının filigranlı olacağı belirtiliyor. Böylece mühürsüz pusulanın geçerli sayılmasına itiraz edene “Ama bakın bunlar filigranlı. Zaten YSKkullanıyor bu filigranı” denmesinin önü açılıyor. 
- AKP+MHP seçmeni oy kullanma sırasında hata yapma korkusu yaşamayacak. Mesela bir seçmen hem AKP’ye hem CUMHUR İttifakı bölümüne basarsa, oy pusulası geçerli olacak. Mührü taşırma, yanlış basma korkusu, CHP, HDP seçmeninin düşünmesi gereken bir konu olacak. 

Aslında kanun teklifini okurken, insanın en çok kafasını karıştıran madde, bunların hiçbiri değil. 
Daha ilk sayfada, yani Genel Gerekçe’nin bir başlangıç cümlesi var ki, “Galiba yanlışlıkla yazılmış” diyorsunuz: 
“Özgürlükçü ve çoğulcu demokratik rejimler, özgür, eşit, serbest ve dürüst şekilde yapılan seçimlere dayanmaktadır.” 

Evet. Eşit, serbest ve dürüst seçimlerin erdeminden bahseden bu metin, ilerleyen sayfalarda, mühürsüz oy pusulasını legal hale getirmeyi teklif ediyor, sandık kurullarından partileri kovuyor. 
Haliyle Cumhur’unun aklıyla bu kadar alay eden bir yasa teklifinin de filigranı bir yenilik olarak getirmesi manasızlaşıyor.

Oy pusulası için her kırtasiyede satılan A4 kâğıtlarının kullanılmaması için nasıl bir sebep var?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

İstismar sanatı - MİNE SÖĞÜT

Bir devletin, demokrasiyi nasıl istismar ettiğinin dersini nesillerdir gören ve bu dersten yenik mezun olmak üzere olan bir halk...
Yüz yıl içinde kazandığı her türlü hakkı tek tek elinden alan... 
Ve onu yeniden karanlık çağlara yollamak için uğraşan bir iktidardan hâlâ medet umuyor. 


Yasaları tartışmaya açar gibi yapıp, her türlü hakkı ve özgürlüğü hiçe sayan eski ve vahşi uygulamaları yeniden ülkenin gündemine sinsice sokmak için kolları sıvayan iktidar, halkı bir kez daha oyununa getirmeye çalışıyor. 


Vicdanlara hitap ettiği hamasi söylemlerle heyecanlandırmaya çalıştığı insanları idam cezasının sorunu çözeceğine ya da suçluları hadım etmenin gerekliliğine ikna etmenin peşine düşüyor. 


Hukukun doğru dürüst işlemediği... 
Mahkemelerin kendi mesleki iradeleriyle hareket edemediği...
Yasaların hiçe sayıldığı... 
Davaların hukuki değil siyasi kararlarla sonuçlandığı böyle bir olağanüstü zamanda... 
Toplumu bambaşka hassasiyetlerle yeniden biçimlendirmek için her türlü istismarı yapmaya meyyal bir iktidar yeni bir oyun kuruyor.
İstismar, Arapça bir kelimedir ve karşısındakinin iyi niyetini ya da bilgisizliğini kötüye kullanmak anlamına gelir. 
En büyük gücü, geç fark edilmesinden hatta bazen hiçbir zaman fark edilememesinden alır. 
Güveni sarsar. 
Mahremiyeti ihlal eder.
Hak ve özgürlükleri zedeler. 
Ruh sağlığını bozar. 
Ölüme bile neden olabilir. 
Ama adı kolay koyulamaz. 
Çünkü yöntemi iyi niyeti ya da bilgisizliği alenen sömürmektir. 
Çocuk tecavüzcülerinin idamla yargılanmasını istemenin kötü bir şey olduğunu, bu isteğin varacağı yeri, kaçınılmaz ve tehlikeli sonuçlarını düşünmenize alan ve zaman bırakmadan, haklı bir nefreti hileli bir teşvikle besleyen...

 
Ve idam fikrini dolaylı bir yoldan zihinlere nakış gibi işleyen iktidar... 
Araya zina meselesini de sokuşturarak, insanların bu konudaki derin ve kıymetli ve önemli ve hatta hayati hassasiyetini göz göre göre istismar ediyor. 
Bu istismarın farkına bile varamayacak kadar meseleye öfkeli olan... 
Ve mağdur çocuklar için acilen bir şeyler yapılması gerektiğinden başka bir şeye odaklanmakta zorlanan kalabalıklar... 


Daha başına iş gelmemiş çocukları korumak için çırpınan insanlar...
Onları heyecanlandıran kısasa kısas hukukunu arkaik bir refleksle içselleştirerek idam fikrine ya da hadım cezasına hiç düşünmeden arka çıkmaya hazır görünüyorlar. 
Garip bir darbe girişimini istismar ederek açtığı yolda... 


Seçim sistemini, anayasayı, basın özgürlüğünü, hukukun tarafsızlığını, eğitim eşitliğini...
Yani demokrasiyi toptan istismar eden... 
Tüm bunları yaparken de öncelikle halkın duygularını, hassasiyetlerini istismar eden iktidar; 
Şimdi de çocuk istismarı üzerinden yeni bir istismarın peşine düşüyor. 
Önemli bir suçu bahane edip kendi hayalindeki geri bir hukuku meşrulaştırmanın yolunu arıyor. 


Alacağı sonucu o suçun hayrından çok kendi hayrına kullanmayı uman şaibeli bir niyetin peşine düşerken bir kez daha düşünün. 
Cinsel suçların cezalandırılması gündeme geldiğinde... 
Neden zina meselesi çocuk istismarının içine eklenir? 
Ve halk iktidarın istismarlarına artık nasıl bir iradeyle direnmelidir?


Mine Söğüt / CUMHURİYET

Cübbeli Murat Belge Hocaefendinin müritleri için: 'Linç nedir?' ve 'utanma kültürü' - TAYLAN KARA

Murat Belge her türlü eleştirinin dışında tutulması gereken biridir. Bunu idrak edemeyen haddini bilmezdir. (Ali Nesin)

Kavramların ırzına geçmek, “yerli” liberallerin “milli sporu”dur. Her kavramı tersyüz etmek, içeriğini değiştirmek ya da takla attırmakta kimse ellerine su dökemez.

Murat Belge’nin “Risk Altındaki Akademisyenler Konseyi”ne başvurarak Oxford Üniversitesi’nde çalışma girişiminde bulunmasına yönelik sosyal medyada gösterilen tepkilere “Belgeperverler”in verdikleri isim de bu cinstendi (1): Linç.
M. Belge linç ediliyor!

Linç dedikleri ise M. Belge’ye sosyal medya üzerinden gösterilen tepkilerdi.
M. Belge’yle ilgili Mayıs 2017’de yazılan bu yazı (2) bile “linç” olarak yorumlandı.

“İt”, ”utanmaz”, “ahlaksız”… Bunlar “Murat Belge Hocaefendi Hazretleri”ni eleştirdiğim bu yazıdan dolayı bana atfedilen sıfatların sadece birkaçıydı.
Bu yazıma gösterilen tepkilerde her hakaret vardı ama yazının içeriğiyle ilgili tek bir cümle yoktu.
Bu yazıda yalan olan neydi?
Bu yazıda yanlış olan neydi?
Bu yazıda iftira olan neydi?
Bununla ilgili hiç ama hiç konuşulmadı.

                                                                      *
Fiziksel saldırı yok.
Fiziksel saldırı tehdidi yok.
Hiçbir şekilde herhangi bir tehdit yok.
Hakaret yok.
M. Belge hapse girmedi.
M. Belge işinden atılmadı.
Yapılan tek şey, M. Belge’nin vaktiyle iktidarı desteklemek için kendi yazdığı ve söylediği sözleri gündeme getirmek, hatırlatmak ve yüzlerine çarpmaktı.
Yapılan sadece M. Belge’nin bu sözlerinden ve yaptıklarından utanmasını beklemekti.
                                                                        *
Bir liberale anlatır gibi anlatmak
Linç nedir?
Wikipedia’ya göre linç, hiçbir adil yargılama olmadan insanları cezalandırma yöntemidir (3). Sözcük kökenini 18. yüzyılda yaşamış Amerikalı yargıç Charles Lynch’ten almaktadır (4).
Daha somut ve güncel olalım.
Linç nedir bilir misiniz?
Linç, 2 Haziran 2013’te Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’a yapılan şeydir. Hani Murat Belge kalemiyle iktidarı desteklerken, M. Belge’nin “iktidardaş”larınca döve döve öldürülen 19 yaşındaki genç…  M. Belge, Ali İsmail Korkmaz sokakta dövülerek öldürüldüğünde bir “akil adam”dı*.

                                                                        *
Liberal linçe karşı bellek
Liberal buyurmuş: Murat Belge linç ediliyormuş!
Linç nedir bilir misiniz?
Linç, sırtını iktidara dayayarak, kolluk kuvvetlerinin, iktidarın ve bütün yandaş medyanın “terörist” ilan ettiği Metin Lokumcu’yla ilgili şu cümleleri söylemektir:
“Yalnız Hopa’daki gariban adamın bu kadar heyecanlanacağı bir durum yoktu. Biraz da yapay olarak pompalanan, ucu Ergenekon’a uzanan bir gerginlikti (5)” 
Çok önemsemezler ama yine de liberaller için “küçük bir detay”ı daha hatırlatmakta fayda var: Metin Lokumcu 31 Mayıs 2011 tarihinden beri ölü.
“Murat Belge Hocaefendi”nin şu sözleriyle ilgili bir özeleştiri yaptığını okuyanınız oldu mu? M. Lokumcu’nun ölümüyle ilgili şöyle buyurmuştu Murat Belge:

“Türkiye seçime yaklaşırken ben de birkaç günlüğüne Türkiye’den uzaklaştım. Ben yola çıkarken Hopa’da adam öldüğü, bir başkasının ağır yaralandığı haberini okuyordum. Nedir, nedendir, Türkiye’de ‘siyaset’ denince böyle bir şey anlamak gerekir? Ortalık kan revan içinde kalmadıkça siyaset siyaset olmaz? Birileri bununla AKP’ye oy kaybettireceğini umuyor herhalde."
“Emekli öğretmen Metin Lokumcu’yu Ergenekon’a mı bağladınız?” sorusunu şöyle yanıtlamıştı:
“Kendisini değil ama onun bir çevresi var, çevresinin çevresi var. Toplumda her şey böyle olur. O kişiyle sınırlı değil.” 
                                                                      *

M. Belge, bu sözleri söylediğinden beri yaklaşık 6.5 yıl geçti ve bu süre boyunca bu iftirasıyla ilgili tek bir kanıt ortaya koymadı. Çamurunu attı ve kenara çekildi.
İçinde “bir nanogram” utanma duygusu olan birinin şu cümlelerden sonra yüzünün kızarması gerekirdi.
İçinde “bir nanogram” utanma duygusu olan birinin, şu cümleleri eleştiren bizleri değil bu cümleleri söyleyeni eleştirmesi gerekirdi.

                                                                        *
Linç nedir bilir misiniz?
500 korumayla üniversiteye gelen bakanı protesto eden öğrencileri “faşist” ve “darbeci” ilan etmektir. Bu protesto için 11 öğrenci 4 yıl hapisle yargılanmış, 2 öğrenci 6 ay hapis cezası almıştı (6,7). Okul idaresinin öğrencilere verdiği uzaklaştırma ve disiplin cezalarını ise saymıyorum.

M. Belge bu konuda şunları söylemiştir:
“Bir bakana yumurta atan öğrencileri düşün… Niçin darbeler iyidir diyen Süheyl Batum’a atmıyorlar?”
Belge, “Siz de mi Başbakan gibi öğrenci protestolarının arkasında başka bir şey arıyorsunuz?” sorusuna ise şöyle yanıt vermiştir:
“Öyle düşünüyorum evet. Çünkü Tan gençliğinden itibaren böyle bir gelenek var. Eğitimle yapıyoruz bunu. Türkiye’de faşizm aileden değil eğitimden gelir. 68’den beri ben bu hareketlerin içinden geldiğim için biliyorum. (5)”
M. Belge’ye göre protestocu öğrenciler darbeci ve faşist,  bakan Burhan Kuzu ise mağdurdu.
                                                                      *
Linç nedir bilir misiniz?
Linç, son evre kanser hastası 74 yaşındaki Türkan Saylan’ın sabaha karşı saat 5’te evi basıldığında şunları yazmaktır:
“Türkân hanım darbeye karşı olduğunu söyledi ve kendisini biraz olsun tanıyan biri olarak benim bundan hiç şüphem yok, ama bütün bu cunta/darbe ajitasyonu içinde bayağı önemli ve bayağı merkezî bir rol oynayan bir örgütün başkanı olduğunu da unutmamak gerek. “Ülküdaşlarım” diye nitelediği, darbeyle içli dışlı olmuş kişiler hakkında kanıt olabilecek şeyleri, diyelim onun bilgisayarında da aramaları, büsbütün akla aykırı bir ihtimal değil.(8)” 

Fethullahçılar ve yandaş basın Türkan Saylan’ı terörist ilan edip “ askerlere kız pazarlıyordu” gibi “düzeyli” haberler yaparken M. Belge’nin yazdıkları buydu (9,10).
M. Belge, “aferin, devam edin, cuntanın merkezine girdiniz, bilgisayarına da bakın!” diyerek olanları alkışlıyordu kısacası.  
Peki Türkan Saylan ve derneğiyle ilgili 19 ay sonra hiçbir kanıt bulunamadığından takipsizlik kararı verildiğinde M. Belge bu yazdıklarını geri aldı mı (11)?
Özür diledi mi?
Attığı iftirayla ilgili tek kelime yazdı mı?
Bir cümle özeleştiri yaptı mı?
Her zaman yaptığını yaptı: Çamur attı ve hiç utanmadı.

                                                                        *
Linç nedir bilir misiniz?
Hiçbir kanıt göstermeksizin, kendi desteklediği iktidara muhalefet eden herkesi “Ergenekoncu”, “darbeci”, “faşist”, “darbe merkezi”, “Alevi” diyerek yaftalamak ve iktidara hedef göstermektir. M. Belge’nin hedef gösterdiği hiçbir kişi ya da kurum şu ana kadar ıskalanmadı.
M. Lokumcu “Ergenekoncu” ve “terörist” ilan edildi.
“Darbeci” ve “faşist” diye hedef gösterdiği protestocu öğrenciler hapis cezası aldı.
“Darbe merkezi” dediği derneğin 81 adresi ve Türkan Saylan’ın evi basıldı, onlarca kişi gözaltına alındı.
“Alevi” diye hedef gösterdiği yüksek yargı tasfiye edildi.
Linç nedir merak mı ediyorsunuz?
Lincin ne olduğunu en iyi bilen M. Belge’dir.
Linç, M. Belge’nin defalarca öncülüğünü yaptığı şeydir.
Sırtını iktidara dayayarak muhalifleri yaftalamak bir Murat Belge rutinidir.
O öğrencilerin hapis cezası alması ya da Metin Lokumcu’nun ölmesi Murat Belge’yi zerrece ilgilendirmez. Murat Belge Hocaefendi Hazretleri’nin müritlerini de ilgilendirmez. Çünkü Murat Belge, her türlü eleştiriden münezzehtir.
Şaka mı yapıyorum?
Hayır.
Bu benim değil Ali Nesin’in ifadesidir.
Ali Nesin, 3 Aralık 2015’te sosyal medya hesabından kelimesi kelimesine şunları yazmıştır:
“Murat Belge her türlü eleştirinin dışında tutulması gereken biridir. Bunu idrak edemeyen haddini bilmezdir.”
Bizler için “alçak”, “ahlâksız”, “it” gibi “özgürlükçü”, “ekolojik” ve “kibar” ifadeler kullanan Ali Nesin’in peygamber muamelesi yaptığı Murat Belge için söylediği şey budur.
Cümlesi o kadar açık ki başka söze gerek kalmıyor: “Murat Belge Hocaefendi Hazretleri ne derse desin, o eleştirilemez”.
Liberallerin derdi aslında tam olarak budur. Dertleri linç minç değil “peygamber”lerine laf edilmesidir.
Birinin bir an için “Atatürk her türlü eleştirinin dışında tutulması gereken biridir. Bunu idrak edemeyen haddini bilmezdir” dediğini düşünün.
Ali Nesin ve tarikat arkadaşlarının bu cümle için neler yazacaklarını tahmin edebiliyor musunuz?
Cübbeli Ahmet Hoca’nın müritleri bile Ali Nesin’e kıyasla çok daha şüphecidir.
Cübbeli Murat Belge Hocaefendi Hazretleri’nin müritleri ise asla şüpheye düşmezler.
                                                                       *
Kısacası “dağılın” diyor Ali Nesin.
SUSUN.
Konuşmayın. “M. Belge Hocaefendi Hazretleri’ni eleştirmeyin.”
M. Belge Hocaefendi, 90’ların en karanlık yıllarında kendisine teklif edilen “Çiller danışmanlığı”nı kabul edecek kadar iktidara yanlayabilir (12), ama eleştirmeyin.
M. Belge Hocaefendi, “Yüksek yargıyı Alevi cemaati yönetiyor” diyerek iktidara operasyon için kılavuzluk yapabilir (2), ama eleştirmeyin.
M. Belge Hocaefendi, Fethullahçı çeteyle sarmaş dolaş olabilir, onlardan para alabilir (13,14), ama eleştirmeyin.
                                                                         *

Çünkü Ali Nesin, Cübbeli M. Belge Hocaefendi tarikatı mensuplarının aklından geçeni iki cümlede özetlemiştir:
“Murat Belge her türlü eleştirinin dışında tutulması gereken biridir. Bunu idrak edemeyen haddini bilmezdir.”
Karşımızdaki Cübbeli M. Belge Hocaefendi Hazretleri tarikatının ahlâkı bundan daha iyi özetlenemezdi.
Ama mesela Mustafa Kemal Atatürk’e “Selanik piçi” diyebilirsiniz (15).
Mustafa Kemal Atatürk’ e “38’de geberen şahıs” diye hitap edebilirsiniz.
Mustafa Kemal Atatürk için “evlatlığıyla yatıyordu” diye işkembeden atarak yazabilirsiniz.
Bunların hepsi Ali Nesin’e göre fikir özgürlüğüdür.
Ama Murat Belge, “her türlü eleştirinin üzerindedir”.
Ali Nesin’in ahlâkı budur. Bu ahlâktan sadece tarikat çıkar, biat çıkar, mürit çıkar. Çıkanlar da zaten budur.
                                                                      *
Alçaklığın yerel tarihi
Bu topraklarda alçaklığın yerel tarihinin oluşmasına bizzat katkıda bulunan ateşli gönüllülere en küçük bir eleştiri getirildiğinde “vay linç var” diye karşı çıkan bir liberal güruhla karşı karşıyayız. Bu kişiler, hiçbir zaman eleştirinin içeriğini tartışmıyor. İçeriği görmüyorlar bile.  Belge Hocaefendi Hazretleri’nin ne kadar eğitimli, iyi, yüce ve entelektüel, buna karşın eleştirenlerin ne kadar sorunlu (kıskanç, kindar, nefret dolu, it, utanmaz vb.) olduğundan bahsedip eleştirinin önünü tıkıyorlar.   
                                                                      *

Hocaefendi Hazretleri’nin müritlerinin gözünde, ölen, hapse giren ya da mağdur olan insanların bir sinek kadar bile değeri yoktur.
Utanma duyguları alınmıştır. Onlar her zaman ve her koşulda haklıdır.
Her şeyi yaparlar, iktidarlarla her türlü ilişki içinde olurlar ama hiç yanılmazlar.
Bunlara “utanç transplantasyonu” yapacak bir teknoloji ne yazık ki yok!
Tek yaptığımız kendilerini kendilerine hatırlatmak ve durumu teşhir etmektir.

                                                                        *

Dün yaptıkları unutulsun istiyorlar. Sırtlarını iktidara dayayarak ölçüsüzce, kanıtsızca hedef gösterdikleri insanları, dile getirmeyelim istiyorlar. Bunları hatırlatanları da “işte bu linç kültürü” deyip susturuyorlar.
Hiç kolay değil biliyorum ama yine de söylemek gerek:
M. Belge ve çevresi, çevresinin çevresi, “linç kültürü” ezberiyle onu bunu ilgili ilgisiz suçlayacağına biraz “utanma kültürü” edinse daha iyi olmaz mı?

Taylan Kara / SOL


Kaynaklar:
*M. Belge “akil adam” heyetinden 25.06.2013’de istifa etmiştir.

Yobazın ölümü - ALPER BİRDAL

“Dünyanın en muhteşem ürününü satıyoruz. Neden onun reklamını bir kalıp sabunun reklamını yaptığımız kadar etkili bir şekilde yapmayalım?”

Böyle diyordu Rahip Billy Graham 1963’te. Ve geçtiğimiz Çarşamba günü sona eren 99 yıllık ömrünü bu ürünü pazarlayarak geçirdi. Bir Amerikan disiplini olan pazarlamanın din alanındaki öncülerinden biri oldu. Başka dinden de olsalar dünya yobazları ona çok şey borçlu.

Graham, 1949’da, Orson Welles’in Yurttaş Kane’inin ilham kaynağı olan medya baronu Wiliam Randolph Hearst tarafından keşfedildi. Hearst, antikomünist histeriyi popülerleştirecek bir figür arıyordu. Aradığını Los Angeles kırsalında kurduğu çadırlarda vaaz veren genç Evanjelik rahipte buldu. Ve hemen ülkenin dört bir yanındaki yayın yönetmenlerine telgraf çekti: “Graham’ı şişirin”.

Graham, Hearst’ün yakın dostu, TimeLife gibi dergilerin sahibi Henry Luce’la Columbia, Güney Carolina’nın ırkçı Valisi Strom Thurmond’un malikanesinde bir araya geldi. Bu görüşmeden sonra yalnızca Time dergisi, bu ateşli vaiz hakkında 600’den fazla “haber” yapacaktı.

Yarım yüzyıldan uzun süren “kariyerinin” yükselişi böyle başladı. “Cihadını” boş arazilerde kurulan çadırlardan önce spor salonlarına, sonra stadyumlara, daha sonra radyolara,  televizyonlara ve internete taşıdı. Daha seksenlerin ortasında vaazları uydu aracılığıyla dünyanın dört bir yanında yayınlanıyordu.
Onlarca ülkede vaaz verdi; bunlar arasında Garbaçov’un yıkmakta olduğu Sovyetler Birliği de vardı.

Şebekesini giderek büyüttü; milyonlarca dolarlık bir imparatorluk kurdu.
New York Times, ölümü sonrasında yayımladığı makalede onun için şunları yazdı: “Graham’ın en önemli başarısı, Evanjelik Protestanların, evrim teorisine karşı çıkma çabaları 1925’teki Scopes davasında yenilgiye uğradıktan sonra başlayan sosyal hayattan geri çekilme eğilimlerini durdurup, bir zamanlar sahip oldukları toplumsal etkiye yeniden kavuşmalarını sağlamasıydı.”

Stanley Kramer’ın “Inherit the Wind” (Rüzgarın Mirası) filminde öyküsü anlatılan Scopes davası, Tennessee’deki bir devlet okulunda öğrencilerine evrim teorisini anlatan John T. Scopes aleyhine açılmıştı. Gerçekte Scopes, New York Times’ın iddia ettiğinin aksine, davayı kaybetti. Zaten Billy Graham’ın en büyük başarısı da Evanjelik Protestanların “geri çekilişini” durdurmak değil, Soğuk Savaş’la birlikte büyük bir hızla yükselen antikomünist gericiliği din üzerinden popülerleştirmek ve bunu milyonlarca dolarla beslenen devasa bir şebekeye dönüştürmek oldu.

Bu nedenle ABD başkanları onu yanlarından eksik etmedi ya da o, hep ABD başkanlarının yanında görüntü vermeye özen gösterdi. Başkanların ona, onun da başkanlara ihtiyacı vardı.

1950’de Truman’a telgraf çekerek, Kore’ye saldırmasını istedi. Aynı Truman’ı Çin’i işgal etmek isteyen General MacArthur’u görevden aldığı için eleştirdi.
Nixon’la o kadar yakındı ki Watergate Skandalı patlak verdikten sonra bile dostunu savunmaya devam etti. Ondan Vietnam’ın Kızıl Nehir deltasındaki su setlerini ve barajları bombalamasını istedi. Bunun milyonlarca sivilin ölümü anlamına geleceğini pekala biliyordu.

Birinci Körfez Savaşı başladığında Amerikan uçaklarının Irak’ı bombaladığı görüntüleri Baba Bush’la birlikte izlediğini iddia etti. Gerçi daha sonra Beyaz Saray’ın o anla ilgili yayımladığı görüntülerde Graham ortalarda görünmüyordu, ama en azından Bush ailesiyle yakınlığı konusunda yalan söylemiyordu. Oğul Bush, kendisini alkolizmden kurtarıp siyasi kariyerini ilerletmesini sağlayanın Billy Graham olduğunu söyleyecekti. Kaldı ki Irak’ın yerle bir edilişini Baba Bush’un yanında izlemiş olmayabilir ama Saddam Hüseyin’i deccal ilan ederek Amerikan egemenliğine ve Amerikan halkının korkularına hitap etmeyi ihmal etmedi.

Arası yalnızca Cumhuriyetçilerle değil, Demokratlarla da iyiydi. Bill Clinton başkan seçildiğinde ondan göreve başlama töreninde dua etmesini istemişti.
Vaazlarında sık sık İncil’in Romalılar 13 bölümündeki şu cümleleri alıntılıyordu: “Herkes, baştaki yönetime bağlı olsun. Çünkü Tanrı'dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle, yönetime karşı direnen, Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur. Karşı gelenler yargılanır. İyilik edenler değil, kötülük edenler yöneticilerden korkmalıdır. Yönetimden korkmamak ister misin, öyleyse iyi olanı yap, yönetimin övgüsünü kazanırsın. Çünkü yönetim, senin iyiliğin için Tanrı'ya hizmet etmektedir.”

Graham ve Evanjelizm hakkında kitapları bulunan Cecil Bothwell, Graham’ın ölümü üzerine Counterpunch’ta yazdığı makalede şunları söylüyor: “Graham’ın esas mesajı korkuydu: tanrının gazabından korku; günaha girmekten korku; komünistler ve sosyalistlerden korku; Katoliklerden korku; eşcinsellerden korku; ırksal bütünleşmeden korku ve her şeyden öte ölüm korkusu. Ve tüm bu korkulara merhem olarak dinleyicilerine, İsa’nın kurtarıcı olarak benimsenmesiyle kolaylıkla ulaşılabilecek ebedi yaşamı öneriyordu.”

Eski bir rahip olan James Carroll da aynı noktayı vurguluyor: “Graham parmağını Amerikalıların korkuyla atan nabzına koymuştu…”

Neredeyse bir asır yaşayan ve bunun yarıdan fazlasını ait olduğu sisteme hizmet ederek geçiren yobazın çok iyi anladığı bir şey vardı: korku ruhu kemirir, onu iyi pazarlamak gerekir.

Alper Birdal / SOL

22 Şubat 2018 Perşembe

Monokrasi ve demokrasi ikilemindeki Türkiye - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Gerçek iktidarın devlet başkanının iradesine dayandığı yönetim biçimi (monokrasi) ve iktidarın halka dayandığı hükümet şekli (demokrasi) ayrışması, giderek daha görünür bir hale geliyor. TBMM’ye sunulan AKP-MHP ittifakı için yasal çerçeveyi amaçlayan öneri, ayrışmayı derinleşecek görünüyor.

‘Cumhur ittifakı’, sanal bir adlandırma; çünkü bu bir halk ittifakı değil, TBMM’deki en büyük parti ile en küçük parti arasında 16 Ekim 2016’da başlayan ‘fiili anayasa’ yolculuğunun monokrasi için yasal temele oturtulması. Bu da, 16 Nisan oylamasına göre seçmenlerin en çok yüzde 51,4’ünü temsil ediyor.

Öncelikle şu aldatmaca hatırlanmalı: Yüzde 10 seçim barajının kaldırılmasına sürekli karşı çıkan parti, “nasılsa artık baraja gerek kalmayacak” söylemini, 6771 sayılı Kanun’u oylatmada gerekçe olarak kullandı. Başka bir deyişle, seçim barajının kaldırılacağı yönündeki umut, ‘evet yüzdesi’ni pekiştirdi.

‘Cumhur’ dedikleri ittifak, AKP-MHP-BBP sacayağına dayanıyor. Buradaki pazarlık şu: Her üç parti, adaylığını destekleyecekleri kişinin Cumhurbaşkanı seçilmesi için yüzde 50+1 oy almasını sağlayacak; buna karşılık, MHP ve BBP, baraj engelinden kurtarılarak, TBMM’de temsil edilebileceği gibi muhtemelen hazine yardımından da yararlanacak.

Sakıncalı ve iktidar için…
Bunun olası sakıncaları, kısaca:
Bu ittifaka katılmayacak veya önerilen yasaya göre ittifak oluşturmayan partiler açısından yüzde 10 seçim barajı kaydı geçerli olacak.
Hukuken açık bir eşitsizlik oluşturan böyle bir ayrım, siyasal açıdan da, ülkede ‘biz ve ötekiler’ ya da ‘ittifak bloku’ ve dışında kalanlar biçiminde bir ayrışmanın derinleşmesine yol açar… Güvenlik veya bölge barışı açısından ise, daha büyük bir tehlike; Afrin harekâtı ile yaratılan ittifakın, monokrasi için kullanılma ihtimalinden kaynaklanıyor.
Anayasal açıdan; 6771 sayılı Kanun düzenlemesini uygulamaya geçirmek için yapılan ittifak, 16 Nisan halkoylamasını teyit ve pekiştirme sürecini de beraberinde getirecek.
Anayasa, OHAL ortamında kotarılmıştı; iktidar ittifakı ise, hem OHAL hem de savaş ortamında…
“Artık baraj sorunu kalmayacak” sloganı ile Anayasa değişikliği yapıldı; şimdi ise monokrasi ittifakı ile, çok partili yaşamı tehdit edici daha yüksek baraj yaratılıyor. Kısacası, ittifak, Türkiye için değil, kendilerini kurtarmak için yapılıyor.

Kavramları değersizleştirmek
Müttefikler, ya anayasal bilgi yoksunu ya da kasıtlı olarak bunu yapıyor. 
Anayasa değişikliği, “tam da kuvvetler ayrılığı öngörüyor”: Bir kez kuvvet değil, iktidar (erk). Ama şu da gerçek: 6771 sy.lı Kanun düzenlemeleri, ‘kuvvet’ ve kullanımı anlayışında örülmüş: Yürütmenin tümünü elinde tutan ve yasamanın aslan payına sahip olan kişi, kılıcını yargı üstünde sürekli sallandırabiliyor. Bunun adı, en ılımlı kavramıyla ‘monokrasi’.


Sonra, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CBHS) kavramının yanlışlığına sürekli dikkat çektim. Hükümetin ve sözcüğün teknik anlamında Cumhurbaşkanının, hatta sistemin olmadığı yerde ‘CBHS’ deyimi, propaganda malzemesi olmanın ötesine geçemez.

Üçüncüsü, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları (KKNMK) için yanlış olarak sivil toplum kuruluşu (STK) denmesinde de, anayasa ve siyaset bilimi kavramlarının içeriğini boşaltarak, resmi-kamusal ve sosyal alanlar bütününe monokrat ve yandaşlarını hâkim kılma iradesi yatmıyor mu?

Anayasal demokrasi için…
Monokrasi ittifakı karşısında meşru, hukuki, demokratik ve ahlaki birliktelik, ancak ‘demokratik hukuk devleti için anayasa’ ekseninde yapılabilir. Bu konuda öne çıkan partiler, şimdilik, CHP-HDP-İYİ Parti ve Saadet Partisi.
-Monokrasi karşısında demokrasi ve anayasa diyalektiği, öncelikle, halka dayanan meşrulukla sağlanabilir: demos+kratos (halk+iktidar).
-Bu birliktelik, Osmanlı-Türkiye Anayasa mirasını sahiplenme anlamında, ‘anayasal kimlik-ulusal kimlik’ örtüşmesini de aynı eksende kullanabilir. 
-Demokratik hukuk devleti ve haklar toplumu hedefi ise, ilk iki meşruluğu pekiştirir.

Fiili güç ve hukukun gücü
Monokrasi ittifakı, anayasal demokrasi yanlısı siyasal partileri, çekingen ve ürkek tavırdan uzaklaştırarak, Türkiye’nin özgür ve güvenli geleceği için birlikteliğin itici gücünü oluşturabilir.

Çünkü üçlü ittifak, Anayasa halkoylamasında yapılandan daha çok devlet olanaklarını kullanacak; “beka ve birlik” gibi kavramların arkasına sığınarak Afrin harekâtını, kendi kalıcı iktidarı yolunda seferberlik başlatacak. Bu yolda, bütün araçlar mubah görülecek…


Böyle bir hileli çifte harekât karşısında, anayasal demokrasiden yana olan toplumsal ve siyasal akımlar, dayanışma halkalarını daha meşru(haklı) ve rasyonel (akli) temellerde geliştirebilirler. 

Unutulmamalı: Şu anda güç müttefiklerin; haklılık ise, onların sürekli ötekileştirmeye çalıştığı, insan hakları, demokrasi ve hukuk devletinden yana olan toplumsal kesimlerin. Fiili güç geçicidir. Kalıcı olan ise, hukukun etkili olduğu siyasal sistemdir.

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Cumhurbaşkanı adayı…- L. DOĞAN TILIÇ


Bir yerlerde; “Bir ülke/devlet bir savaşta yenildiği için yıkılmaz, onun bir yenilgi sonrası yıkılmasına yol açacak başka köklü nedenler vardır” anlamında bir şeyler okuduğumu anımsıyorum. Bu doğru; toplumların karşı karşıya kaldığı tarihi kırılmalar, anlık bir olayın değil bir sürecin sonucudur. 

Şimdi hemen herkes 2019’a, belki de daha erken karşımıza çıkacak seçimlere kilitlendi. AKP ve Erdoğan epeydir tam gaz seçim kampanyası sürdürüyor. MHP ile “yerli ve milli” kucaklaşmanın adı da kondu; Cumhur İttifakı! İttifaka BBP de katılacak.


Cumhurbaşkanı seçimi ile bir kritik eşiği dönecek Türkiye. Ya rejim değişikliği süreci resmi olarak tamamlanacak ya da ona hayır diyenler kazanacak ve ülke bir başka siyasal/toplumsal yolculuğa kapı aralayacak.

Sonuç ne olursa olsun, içine gireceğimiz yeni durumun tek nedeni bir tek seçim olmayacak. Girişteki önermenin de söylediği gibi, bizi o noktaya taşıyan o son seçimden başka pek çok etken var(dı). Geldiğimiz noktaya, o son seçime kadar yaptıklarımızla/yapılanlarla gelmiş olacağız.

Başlıktaki önermeyi tersten okursak, önümüzdeki seçimin sonucu ne olursa olsun, o sonuç hepimizin eşit ve özgür yurttaşlar olarak bir arada yaşadığı bir Türkiye özleminin ve mücadelesinin sonu olmayacak. O yüzden, seçimin olası sonucundan bağımsız olarak, eşit ve özgür yurttaşların laik, demokratik, bağımsız Türkiye’si için yürünecek yolun taşlarını döşemek, seçimi de bunun bir aracı olarak görmek gerek.

Öyle anlaşılıyor ki, başkanlık sistemine ve Erdoğan’a karşı olanlar, geçen sefer yaptıklarını yapmayacak ve birinci turda bir ortak aday yerine herkes kendi adayını çıkaracak. CHP’nin, HDP’nin, İyi Parti ve Saadet’in adayları olacak. İyi ki de öyle olacak!

2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde, bütün CHP’liler son ana kadar adaylarının Eskişehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen olacağını sanırken, adını ilk kez duydukları biri, bugün hâlâ anlayamadıkları bir şekilde ortak adayları oluvermişti.

CHP’nin en tepesi dışında neredeyse tümü “Ekmeleddin vakası”nın vahim bir hata olduğunu kabul ediyor, ancak tepede o tercihin hata olduğu kabul edilmediğinden, bu kez nasıl birini aday göstereceği konusunda CHP’nin kendi tabanında endişeli bir merak var. 

Türkiye uzunca bir sürecin sonucunda öyle bir noktaya geldi ki, tarikat ve cemaatler arasındaki videolu güç savaşlarını eski zamanlara ait bir macera filmi gibi izliyoruz. Tarikat yurtlarında, baba evlerinde yaşanan çocuk taciz ve tecavüzlerinin neredeyse sıradanlaşmasına tanık oluyoruz.

Kadınların ne giyip, ne zamana kadar sokağa çıkabileceklerine kendileri dışında birilerinin karar verdiği; kadın ve erkeğin asansöre birlikte binip binemeyeceklerinin tartışıldığı; küçücük çocukların dini marşlarda derse başladığı bir ülke oluyoruz.

Bir arada kardeşçe yaşama zeminini de tahrip eden bir savaşın girdabına çekiliyoruz.

OHAL’le, KHK’lerle demokrasinin asgari şartlarından hızla uzaklaşıyoruz.

Yalnızca asgari ücrete bile iş bulamayanların iş ve aş umuduyla değil, milyonerlerin bile bunalıp terk etmek istedikleri bir ülke olduk. Yurt dışına beyin göçünün araştırılması için Meclis’e araştırma önergesi veren CHP Milletvekili Murat Bakan, son 3 yılda 13.000 milyonerin yurtdışına yerleştiğini, bunlardan 12.000’inin de son 2 yılda ülkeden gittiğini söylüyor.


Bu listeyi uzatmak mümkün… Ancak, yapılması gereken yakınmak değil; iki turlu bir seçimin ilk turunda, bu ülkenin sosyalistlerinin de mutlaka bir aday çıkarıp, nasıl bir Türkiye istediklerini ve oraya nasıl ulaşılabileceğini halka anlatmaları gerek. Bu yapılırken de, aday çıkaracak bütün siyasi özneler, somut ilkelerini ve adayları kazanırsa ne yapacağını toplum önünde ilan etmeye zorlanmalı.

Böylece, hem her koşulda bu ülkede herkesin eşit ve özgür yurttaşlar olarak bir arada yaşaması için çabalayacak insanlar olduğunun ve onların bir başka dünya düşünün altı çizilmiş olacak, hem sürekli sağa kaymasından şikâyet edilen sosyal demokratların dikkati sola çekilecek, hem de ikinci turda kimi değil neyi seçeceğimizi baştan bilebileceğiz.


L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN