13 Mart 2018 Salı

Afrodit’ten Leviathan’a 7 soruda Doğu Akdeniz’deki enerji savaşı - İBRAHİM VARLI

Doğu Akdeniz gazı kimler arasında, nasıl paylaşılacak? Akdeniz’in doğusundaki zengin enerji kaynaklarının yol açtığı paylaşım ve hegemonya kavgası yeni krizlere gebe. Son olarak Amerikan 6. Filosu’nun da devreye girmesiyle paylaşım kavgasında denklem daha da karışmış oldu. Çok aktörlü enerji satrancının bölgesel ve küresel yansımalarını yedi soruda özetleyelim.

1) Gaz savaşı ne zaman başladı?
Doğu Akdeniz’deki enerji paylaşım savaşı iki binli yılların başlarında zengin gaz rezervlerinin keşfiyle başladı. Güney Kıbrıs’ın Afrodit, İsrail’in Leviathan, Tamar ve Dalit olarak adlandırdığı alanlardaki gaz yataklarıyla, Mısır’ın Zohr bölgesindeki rezervler ülkelerin iştahını kabartırken, kıyı devletlerinin bu parsellerde hak iddiaları rekabeti tetikledi. Zengin enerji yatakları nedeniyle Kıbrıs ‘hidrokarbon adası’ olarak adlandırılmaya başlanırken, Avrupa’nın gaz gereksinimlerini karşılayabilecek potansiyelin bu bölgede olduğunun anlaşılması rekabete küresel bir hüviyet kazandırdı.

2) Kim ne istiyor?
Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin tamamı; İsrail, Lübnan, Mısır, Suriye, Güney Kıbrıs, Türkiye hak iddiasında. Buna egemenliğine el konulan Filistin de eklenmeli. Kıyı ülkeleri uluslararası anlaşmalara dayanarak, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) adı verilen, kendi deniz suları açıklarında gaz arama faaliyetinde bulunuyor. Ancak iç içe geçen tartışmalı sınırlar nedeniyle bu durum kriz nedeni. Tartışmalı bölgelerde taraf ülkeler gazın paylaşımında sorun yaşıyor. Ülkelerin kendi aralarında yaptıkları anlaşmalar bir diğerinin tepkisini çekiyor. Türkiye-Güney Kıbrıs, İsrail-Lübnan, Mısır-Türkiye arasında anlaşmazlıklar var. Türkiye, Güney Kıbrıs’ın ada açıklarındaki gaz faaliyetlerine, İsrail de benzer şekilde Lübnan’ın çalışmalarına karşı.

3) Münhasır Ekonomik Bölge nedir?
Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) bir devlete kendi karasuları açıklarında 200 deniz miline kadar olan bölgede özel haklar tanıyarak her türlü faaliyette bulunmasına olanak tanıyan deniz bölgesidir. Bu hakkı da veren 1982 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Deniz Hukuku Sözleşmesi. Sözleşmeye göre deniz alanlarının devletlerin kendi aralarında yapacakları anlaşma ile belirlenmesi gerekiyor. Ancak Münhasır Ekonomik Alanlar, ülkelerin egemenlik alanı kabul edilmiyor, sadece deniz altındaki doğal kaynaklardan yararlanmalarına olanak veriyor.

4) Türkiye neden MEB’e taraf değil?
Türkiye, Ege ve Kıbrıs sorunlarında elini zayıflatacağı gerekçesiyle BM sözleşmesine imza koymuş değil. Ankara, Ege ve Akdeniz gibi iç denizlerde MEB’in geçerli olamayacağı iddiasında. MEB’e imza atılması halinde uluslararası toplumun Ada’nın tek temsilcisi kabul ettiği Güney Kıbrıs’ın Kıbrıs Cumhuriyeti adına ilan ettiği MEB de kabullenilmiş olacak. Türkiye uluslararası alanda tanınan Güney Kıbrıs’ın adanın tamamını temsilen gaz arama faaliyetinde bulunmasına karşı. Güney Kıbrıs’ın sondaja başlamasına misilleme olarak Kuzey Kıbrıs ile kıta sahanlığı anlaşması imzalandı. Güney Kıbrıs’ın ilan ettiği 13 parselin yedisi Türkiye’nin parselleriyle çakışıyor.

5) Doğu Akdeniz gazı neden önemli?
Akdeniz’in doğusundan çıkarılacak gazın sadece o ülkelerin değil, Kıta Avrupası’nın da uzun yıllar ihtiyacını karşılayacağı varsayılıyor. Doğalgazda Rusya’ya bağımlılığı azaltmak isteyen Avrupa Birliği bu nedenle Avrupa pazarına ulaşacak ve Rus doğalgazına rakip olacak bu rezervlere büyük önem veriyor. Gaz ihtiyacının büyük kısmını Rusya’dan karşılayan Avrupa için alternatif bir enerji kaynağı ve hattının oluşması, Rusya’ya bağımlılığın azaltılması demek. Güney Kıbrıs’ın üyeliğe alınmasıyla da AB, sınırlarını Doğu Akdeniz’e kadar uzatmış oldu.

6) Küresel aktörler paylaşımın neresinde?
Avrupa Birliği gazın en büyük alıcısı konumunda olduğundan denklemin merkezinde. Bölgede doğalgaz arama çalışmalarını büyük petrol ve doğalgaz tekelleri yaptığı için ABD’den Rusya’ya, İngiltere’den İtalya ve Fransa’ya kadar diğer küresel aktörler de denklemin bileşenleri. İtalyan Eni, Fransız Total, Rus Rosneff ve Novatek, İngiliz BP ve Shell, Amerikan Noble Enegy ile ExxonMobil bölgede faaliyette. Eni-Total ortaklığının İsrail, Güney Kıbrıs, Mısır ve Lübnan ile ayrı ayrı anlaşmaları var. Benzer şekilde Amerikan Noble Enegy ve ExxonMobil’in de birden çok ülkeyle anlaşması söz konusu.

7) Çıkarılacak gaz Avrupa’ya nasıl ulaştırılacak?
Çıkarılacak gazın uluslararası pazarlara nasıl taşınacağı da bir diğer sorun. Birkaç alternatif üzerinde durulsa da uzlaşmaya varılabilmiş değil. İsrail ve Kıbrıs gazının Avrupa’ya ulaştıracak iki güzergâh gündemde. Birinci seçenek gazın Girit üzerinden Yunanistan’a oradan da Avrupa’ya iletilmesi. İkinci seçenek de Lübnan ve Suriye hattından Türkiye’ye, buradan da Avrupa’ya ulaştırılması. Suriye ve Lübnan krizlerinin siyasi, Girit seçeneğinin de ekonomik nedenleri projelerin önündeki şimdilik en büyük engel. İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs 2013 tarihli ‘Lefkoşa Bildirisi’yle “İsrail ve Güney Kıbrıs’ın hidrokarbon yataklarını birleştirerek Yunanistan üzerinden Avrupa’ya taşıyacak bir boru hattı oluşturulması” kararı aldı. Avrupa Birliği de Doğu Akdeniz’den Güney Doğu Avrupa’ya bir enerji koridoru oluşturulmasını destekliyor. Avrupa Komisyonu, Doğu Akdeniz Doğalgaz Hattı’nı ‘Ortak Çıkar Projesi’ kabul ederek mali destek taahhüt etti. Hattın uzunluğu 1300 kilometre.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Cari açık psikolojik sınırın da üstünde - HAYRİ KOZANOĞLU

Ocak 2018 verileri, yıllık cari açığın 51.6 milyar dolara çıkarak psikolojik sınır olarak kabul edilen 50 milyar doları aştığını gösterdi. GSMH’ye de oranlayınca cari açık yüzde 6’yı aştı.

Dün açıklanan cari işlemler açığı beklentilerin de üzerinde 7.1 milyar dolar olarak gerçekleşti. Böylelikle son bir yılın cari açığı 51.6 milyar dolara, psikolojik sınır 50 milyar dolar eşiğinin de üzerine fırladı. GSMH’ye oranlayınca da cari açık yüzde 6’yı aştı. Daha geçen yıl ocak ayındaki 33.6 milyar dolarlık cari açık rakamıyla karşılaştırınca da, bir yılda tam 18 milyar dolarlık bir artış ivmesiyle karşılaşıyoruz.


Dış ticaret açığı yüzde 146 arttı
Carı açığın çok önemli bölümü dış ticaret açığından kaynaklanıyor. Hükümet sözcüleri durmadan ihracat başarılarıyla böbürleniyorlar. Tüm “ticaret savaşları” tartışmasına karşın, gerçekten dünya ticaretinde bir kıpırdanma gözleniyor. Bavul ticareti de katılırsa, Ocak 2018’de ihracatın yüzde 10,5 arttığını gözlemliyoruz. Ne var ki, ithalatın bu oranın çok ötesinde yüzde 38.5 sıçramasıyla birlikte, dış ticaret açığı yüzde 146 zıplayarak 7.6 milyar dolara yükseliyor.

Bunda altın ithalatının 2.3 milyar dolara ulaşmasının da önemli payı var. Altına gösterilen ilginin kaynağını tam olarak açıklayamıyoruz. Ancak Merkez Bankası’nın Kasım 2017 Finansal İstikrar Raporu’nda hanehalkının elinde tuttuğu kıymetli madenlerin, Eylül 2017’de bir önceki yıla göre 2 milyar dolar arttığı bildiriliyor. Bu stokun büyük ölçüde altın olduğunu varsayarsak, artan enflasyonun ve OHAL döneminde iyice yaygınlaşan tedirginliğin yurttaşları altın yatırımına yönelttiğini söyleyebiliriz. Yurt içinde yerleşiklerin döviz mevduatlarının son bir yılda 18 milyar dolar artışla 157.3 milyar dolara yükselişi de, aynı ruh halinin diğer bir yansıması. Gerçek kişilerin döviz mevduatı da, bir yılda 9.5 milyarlık bir ivmeyle 91.5 milyara ulaşmış durumda. Sırf bu gösterge dahi, bütün ekonomi yöneticilerini tedirgin edecek bir saatli bomba niteliğinde.

Hizmetler dengesine baktığımızda ise, bir önceki yıla göre artışın sadece 288 milyon dolar olduğunu, cari açığın kapanmasına fazla katkı sağlayamadığını gözlemliyoruz. Net turizm geliri ise, 695 milyon dolardan 822 milyon dolara çıkarak ancak 127 milyon dolarlık bir artış gösterebilmiş.

cari-acik-psikolojik-sinirin-da-ustunde-438246-1.

Yurtdışı finansman tahvil satışından
Gelelim cari açığın finansmanına; doğrudan sermaye yatırımlarından kaynaklanan net girişlerin bir önceki yıla göre 149 milyon dolar azalarak, 288 milyon dolara gerilediğini görüyoruz. Kısaca, Türkiye uzun vadeli perspektifi bulunan dış sermayeyi cezp etmekte gittikçe başarısız oluyor.

Buna karşılık portföy yatırımlarında önemli bir artış var. Ocak 2018’de bu kalemde 5.3 milyar para girişi olmuş. Özellikle borç senetlerine 5 milyar dolar civarında yatırım yapılmış. Bu dönemde Borsaya 289 milyon dolar, devlet iç borçlanma senetlerine 1195 milyon dolar, toplamda yaklaşık 1.5 milyar dolar “sıcak para” girişi olmuş. Finansmanın büyük kısmı ise, bankaların 1.2, şirketlerin 0.5, Hazine’nin ise 2 milyar dolar tahvil satışından kaynaklanmış. Bunun yılbaşına özgü, bir kez daha tekrarlanması zor bir finans kaynağı olduğunun altını çizelim.

Ödemeler dengesinin finans hesabında en dikkat çeken nokta, bankaların yurtdışı hesaplarını 2.9 milyar dolar, diğer sektörlerin 0.8 milyar dolar azaltmaları. Bu net 3.7 milyar dolar para girişi gibi yapay bir görüntü yaratıyor. Bu refleks, muhtemelen süren yurtdışı soruşturmaların yarattığı tedirginlikten kaynaklanıyor.

2011 Ocak döneminde bankalar 1.3, şirketler 2.6 milyar dolar kredi kullanmış, böylelikle toplam finansman kaynakları 12.7 milyar doları bulmuş. Bu sayede, geçen ayın aksine Merkez Bankası rezervleri 4.4 milyar dolar artmış. Net hata noksan ise, bu kez 1.2 milyar dolar para çıkışına işaret ediyor.

Cari açık 60 milyar dolara gidiyor
Cari açıktaki bu tehlikeli eğilim, 2018’de 60 milyar dolara doğru bir gidişe işaret ediyor. Geçmişte de bu civarda açıkların söz konusu olduğunu biliyoruz. (Örneğin: 2011’de 74 milyar dolar) Gelgelelim, dünyadaki uygun likidite koşullarının değişmesi, bir anda şemsiyenin ters dönmesine neden olabilir. Eğer böyle bir durum ortaya çıkmazsa dahi, cari açık verilmesi, son tahlilde başta dış borçlar olmak üzere yurtdışına yükümlülüklerin artması demektir.
***
Doların tepkisi sert oldu
Cari işlemler açığında yaşanan sert yükseliş doların lira karşısında sert değer kazancı yaşamasına yol açtı. Sabah saatlerinde 3 lira 81 kuruşun hemen altında seyreden dolar, cari açık verisinin ardından yüzde 1’e yakın değer kazanarak 3 lira 84 kuruşu aştı ve son 1 ayın en yüksek seviyesine çıktı. Avro da 4 lira 73 kuruş seviyelerine dayanarak rekor seviyelerine oldukça yaklaştı.

HAYRİ KOZANOĞLU  / BİRGÜN

Laiklikten vazgeçmeyegör... - ALİ SİRMEN

Son zamanlarda saçmalamalarıyla kamuoyunun dikkatlerini üstüne çeken Sosyal Doku Vakfı Başkanı “ehli ulema”dan Nurettin Yıldız’ın kadına şiddeti caiz gören fetvasına karşı Tayyip Erdoğan tepkisini dile getirmiş: 
- Bunlar İslamın güncelleşmesini bilmiyorlar. İslamın 14 asır öncesi hükümlerini kalkıp bize uygulayamazsınız. 
Bunları ekrandan dinlerken düşündüm: Acaba aynı şeyleri Kemal Kılıçdaroğlu söylese neler olurdu? Kendisine, AKP cenahından ne suçlamalar yöneltilir, nasıl kıyamet koparılırdı? 
Nitekim bu sözler ağzından çıkar çıkmaz Tayyip Erdoğan da gelecek tepkileri düşünerek hemen eklemiş: 
- Birçok hoca efendi tefe koyup çalacak şimdi beni. 
Tayyip Bey haklıdır. Yobazlığı sınır tanımayanlar, şimdi onu da hedef tahtasına yerleştirebilirler. Bir zamanlar çoğunluğun düşünse hayra yormayacağı bir olay gerçekleşmiş ve AKP’nin lideri de dini siyasete alet eden ve saçma sapan konuşanlardan rahatsız olmuş ve onları alenen halka şikâyet ederken, bu güruha karşı savunmaya geçmek durumunda kalmıştır.

***

İslamın güncelleştirilmesinin gerekliliğinden söz edip “14 asır öncesi hükümlerini kalkıp bize uygulayamazsınız” diyen Tayyip Bey, bu haklı çıkışından sonra açıklama yapmak zorunda kaldı: 
- Dinde reform aramıyoruz. Dinimiz İslam ve kitabımız Kuranıkerim Rabbimizin emri gereği kıyamete kadar caridir. 
Bir zamanlar hayali bile güç olan bu yaşadığımız olaylarda şaşacak bir şey yok. 
Siyasal yaşamı bir kere laiklik çizgisinden çıkarıp dini siyasetin ortasına, siyaseti dinin göbeğine oturttunuz mu, bu tür şeyler kaçınılmazdır. Bir kere, toplumu, Uğur Mumcu’nun deyişiyle “tarikat- ticaret- siyaset” üçgeninin, baskıcı, kahredici üçgeninin dar alanı içine hapsetmeye başladınız mı, bütün bunlar olur ve birtakım hikmeti kendinden menkul kişiler fetvalar yağdırarak herkesi din adına hizaya sokmaya başlarlar. 
- Bunlara kulak asmayın! Bunlar birtakım cahil cühela. Siz yetkilileri dinleyin! 
Bu tür çıkışların da bir kıymeti harbiyesi yoktur. 
Nitekim son olayların kaynağındaki, 6 yaşında çocukla evlenilebileceği fetvasının, asansörde halvet cinnetinin faili Nurettin Yıldız sıradan bir adam, alelade bir meczup değil, temel din eğitimini İstanbul Gaziosmanpaşa İmam Hatip’te tamamladıktan sonra, Mekke Ümmü’l Qura Üniversitesi Fıkıh Bölümü’nü bitirmiş, büyük muhaddis Abdülfettah Ebu Gude, Hintli âlim Ebu Has’an En Nedvi ve son dönem Osmanlı ulemasından Mehmet Emin Saraç’tan icazet almış ehl-i ulema’dan birçok çevrede makbul bir kişidir. Hatta, Nurettin Yıldız devletin tepesine şöyle seslenmek cüretinde bulunursa da kimse şaşırmasın: 
- Din konusundaki vukufunuz benimle tartışmaya yetecek ölçüde değildir!

***

Evet, bir kere toplumsal ve siyasal yaşamda laiklikten ayrılıp, “tarikat - siyaset - ticaret” sarmalına girmeyegörün, bütün bunlar olur! 
Tarikat egemenliği konusunda İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibinin raporunda şunlar var: 
- Türkiye’de belli başlı 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu var. 
- Çoğunluğu İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Adıyaman, Batman, Van, Hakkâri, Şırnak, Muş, Bitlis, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere 800’ü aşkın medrese bulunuyor. 
- Büyük kentlerde kaç apartman medresesi faaliyet gösteriyor bilinmiyor. 
- Tarikat okullarındaki öğrenci sayısı 210 bin. 
- 4 binin üzerindeki özel yurdun 2 bin 400’ü bir tarikata bağlı. 
- Dört + dört + dört uygulanmasına başlandığı 2012’den bu yana 4 bin 22 okul kapandı, yerlerine tarikat okulları geçti. 

İşte manzara budur. 
Ortalığı din adına safsata uyduranlar sarmıştır. Ve, dinin siyasete alet edilmesinin tekelini ellerinden kaptıranlar da bunlara bir şey yapamamaktadırlar. 

Bir kez laiklikten vazgeçmeyegör, olacağı budur!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Bağımsızlık, bağımlılık ve karşılıklı bağlılık - EROL MANİSALI

Türkiye’nin dış politikası tartışılırken bağımsızlık, bağımlılık ve bağlılık kavramları (ve uygulamaları) çok defa karıştırılmaktadır: “kişisel ideolojik yaklaşımlarla gerçek dünyanın koşulları” iç içe geçirilmektedir. 

- Bugün yaşanan dış ekonomik, politik, askeri ve kültürel ilişkilerin dayandığı zemin, “nesnel olarak kendi koşullarını da yaratmıştır.” Aynen, kutuplarda portakal ağacı yetiştirilemeyeceği gibi. Bağımlılık değil, “bağlılık” vardır. 

- İletişim olanaklarının gelişmesi, malların, sermayenin ve teknolojinin olağanüstü akışkanlığı, vazgeçilemez bazı koşulları, “karşılıklı bağlılığı”zorunlu kıldı. 

- ABD ve Çin, AB ve Rusya “iç koşulları ile dış koşulları” birlikte değerlendirerek ulusal çıkarlarını korumaya çalışırlar. Trump bile bu gerçeği değiştiremez. “Önce Amerika”  derken bile, uluslararası koşulların gereklerini tamamen dışlayamaz. Çeliğe yeni vergiler getirdiğinde, AB de karşı önlemlerini alır. Buna karşılık, NAFTA üyeliği dolayısıyla ticari kapılarını Kanada ve Meksika’ya karşı açık tutmak zorundadır. 
Bugün Çin’in “bir kalemde buhar olup uçtuğunu varsayalım”; bundan en büyük zararı AB ve ABD görür. Çünkü aralarında, ortadan kaldıramayacakları “bir bağlılık”  oluşmuştur. İki taraf da karşılıklı çıkarlar doğrultusunda bağlıdırlar. 

Çin, içerdeki özel koşulları sayesinde daha hızlı büyümekte ve güçlenmektedir. Bu sonuç, “uluslararası koşulların yarattığı bir determinizmdir.”

Gelelim Türkiye’ye 
Bizim sorunumuz dış politikada, “karşılıklı çıkarlarımızı koruyacak, dengeli bir bağlılık oluşturamamamızdadır.” Karşılıklı çıkarlar korunamadığı için, “karşılıklı dengeli bağlılıklar yerine, bağımlı bir Türkiye” oluşmuştur. 

Köy Enstitülerinden imam hatip okullarına gelişimizden NATO’daki bağımlılığımıza: AB’de “içeri alınmayacak olan Türkiye’nin gümrük birliği ile karar mekanizmaları dışında bırakılarak” haksız rekabetle arka bahçe durumuna düşmesine: hükümetlerimizin günü kurtarmak için, “Türkiye’nin bütünlüğünün simgesi olan kamu kurumlarını, emperyalist ülkelerin kartellerine terk etmesine”; İncirlik Üssü’nü, Kürdistan kurmak isteyen emperyalist ülkelerin emrine verilmesine kadar süren gelişmeler “karşılıklı çıkar bağlılıkları yerine ülkenin bağımlı hale gelmesine yol açtı.” 

Diğer devletler ile söz düellosu ve kavga etmek yerine hükümetin, “karşılıklı çıkarlara dayalı dengeli bağlılıklara girmesi gerekir.” Bugün somut örneğini Ankara ile Şam arasında yaşıyoruz. Türkiye ve Suriye arasında karşılıklı ortak çıkarlar var. Kürdistan projesine karşı birlikte hareket etmek yerine, “hain Esad sloganları ile en çok FETÖ’nün ve ABD’nin yararına hareket ediyoruz.”

Siyasal İslam, bağlılık ve bağımlılık 
Dış ilişkiler siyasal İslam tercihi doğrultusunda uygulandığında, “dış bağımlılık kaçınılmaz hale gelir”. Örneğin mezhepçilik üzerine oturtulmuş bir dış politika Türkiye’yi demokrasiden ve laiklikten tamamen koparıp, “ulusal iktisadi, siyasi ve askeri bir uygulama yapma olanağı ortadan kalkar.” Çünkü rejim, ülkeyi 57 İslam ülkesinin içinde bulunduğu “havuza” taşır. Çin’in, ABD’nin ya da Rusya’nın arka bahçesi olursunuz. 

Yeşil kuşak Batı emperyalizmi tarafından bu amaçla Türkiye ve diğer Müslüman ülkelere dayatılmıştır. Afganistan’ın, Sudan’ın, Irak’ın ve Suriye’nin geldiği duruma bakın. Müslüman Kardeşler’den IŞİD’e ılımlı ya da ılımsız bataklığın içine gömülürüz. 
Erbakan’ın Milli Görüşü bu tehlikeyi gördüğü için, içerde ulusal sanayiyi geliştirmek istiyordu. Siyasal İslamın zaafını örtmeye çalışıyordu. AbdullatifŞener’in AKP’den kopmasının gerisindeki nedenlerin başında bu geliyordu. 

“Siyasal İslam rejimi” sonuçta, içimizdeki “Batıcıları” ve İslamcıları birleştirerek emperyalizmin emrine sunar: FETÖ olayında bunu fiilen yaşamadık mı? 15 Temmuz’a bu yüzden gelmedik mi? İmamlar ve kimi askerler birlikte, emperyalizmin emrine girmediler mi?

Erol Manisalı / CUMHURİYET

3. havalimanında şirket gelirleri - ÇİĞDEM TOKER

3. havalimanında açılış süresi yaklaştıkça, haber trafiği de hızlandı. Güncel ve kritik mesele taşınma. İnşaat tamamlanıp yeni havalimanının operasyona hazır hale gelmesi için, faal durumdaki Atatürk Havalimanı’nın taşınması ciddi bir operasyon. Bu ölçekteki bir operasyonun dünya havacılık tarihinde benzerinin olmadığı vurgulanıyor. Peki, tamam. Ama gurur vesileleri ve başarı hikâyeleri anlatılırken, toplum çıkarları açısından gerçeklerin üzerinin örtülmemesi gerekiyor. 


Bu girişi niye yaptım? 

İGA Havalimanı İşletmesi İcra Kurulu Başkanı Kadri Samsunlu’nun dün Hürriyet’te Vahap Munyar imzasıyla yayımlanan röportajı nedeniyle.
 
Devlet bir çukurdan 35.2 milyar euro alacak, dünya ‘Vay be’ diyecek” başlıklı söyleşide, şu ifade Samsunlu’ya atfen: 
“Cengiz-MAPA-Limak-Kolin-Kalyon Ortak Girişim Grubu, inşaata 10.2milyar Avro harcayacak. Havalimanını işletme süresince, devlete toplam 25 milyar Avro kira ödeyecek. Yani devlet bir çukurdan 35.2 milyar Avro almış olacak.” 
( Not: İGA A.Ş, yukarıdaki beş şirketin kurduğu ortak şirketin adı) 

Bu yaklaşımda iki ciddi sorun mevcut: 
1. Su havzaları, ormanlar ve kuş göç yolu coğrafyası “bir çukur” diye tarif edilince, doğal alan değersizleştiriliyor. Diğer yandan binlerce ağaç kesilmemiş, doğa yıkımı yapılmamış gibi yapılıyor. 2. İGA A.Ş’nin, 35. 
2 milyar Avro olarak hesaplanan yatırım ve kira bedelini devlet ve millet aşkına karşılıksız verdiği izlenimi yayılıyor. 

Malum, 3. havalimanı yap-işlet-devret modeliyle yaptırılıyor. 
İGA ile Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) arasındaki Uygulama Sözleşmesi’ne göre, işletme süresi 25 yıl. Şirketin devlete ödeyeceği yıllık kira, toplam kira tutarı ve işletme süresine göre hesaplanıyor. Limak internet sayfasında, toplam kira bedeline yüzde 18 KDV eklenmesi gerektiği ve böylece, devlete ödenecek toplam kira bedelinin 26 milyar 139 milyon Avro olduğu yazılı. Bu da basit hesapla İGA’nın DHMİ’ye her yıl 1 milyar 45 milyon Avro kira ödeyeceği anlamına geliyor.

Yolcu garantisi 12 yıl 
Fakat halka açıklanmayan bu sözleşmenin, bir de şirkete tahsis edilen gelirler ve garanti kısmı var. 
Devlet talep garantisi veriyor. Dış hat giden yolcu servis ücreti 20 Avro, dış hattan gelip dış hatta giden için 5 Avro. İç hat giden yolcu için 3 Avro. Garanti süresi 12 yıl. Toplamda da 6.3 milyar Avro. Eğer gelir, belirlenen tutarın altında kalırsa DHMİ şirkete, üstünde çıkarsa da İGA, DHMİ’ye farkı ödeyecek. 
Fakat İGA beşlisi, 3. havalimanında asıl kazancı, gelir kazandıran sahalardan elde edecek. 

Sözleşmeye göre o kalemler de şöyle:
23 gelir kalemi 
Yolcu servis gelirleri, (İç, dış, Dış/ Dış, İç/Dış transfer yolcu), Köprü, 400 Hz, Su, PCA gelirleri, Konma, konaklama gelirleri, Her bir etaba ait kira hasılat payı Hasılat Payı, Arazi Tahsis, Yer Tahsisi, Baz İstasyonu, Airport City, Genel Havacılık Gelirleri Dahil ve Reklam Gelirleri, Aydınlatma Gelirleri, EmniyetTedbirleri Gelirleri, ‘Follow me’ gelirleri, Diğer PAT saha gelirleri, Havalimanında kamu kurum ve kuruluşları dışındaki kişilere tahsis edilen yerler için tahakkuk ettirilen iklimlendirme, havalandırma gelirleri ile buralara sağlanan elektrik, doğalgaz, su ve arıtma tesisi gelirleri, Kontuar Gelirleri, CIP Gelirleri, Otopark Gelirleri, Uçuş Bilgi, Telefon, Teleks, Anons, Diyafon vs. gelirleri, Film Çekme Gelirleri, Emanet Odaları gelirleri, Akaryakıt İkmal İmtiyaz gelirleri, Muayene Tedavi Gelirleri, Konferans ve Toplantı Salonu gelirleri, Otel Gelirleri, Kargo gelirleri, Yer Hizmetleri (Royalty) gelirleri, Havalimanı giriş kartı gelirleri, Araç özel plakası gelirleri. 
Bitirirken: İGA’yı oluşturan Cengiz-MAPA- Limak-Kolin-Kalyon, DHMİ’ye 25 yıl boyunca ödeyeceği 1 milyar Avro kirayı, devlete bağışlıyor değil. 

Şirket bu kirayı fazla fazla çıkaracak. İsterseniz, 3. havalimanının büyüklüğüyle gurur duyarken, yukarıdaki gelir kalemlerine bir daha bakın. 

Ve düşünün.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

12 Mart 2018 Pazartesi

Gençlerimiz bu iktidarın neşeyi yok ettiğini gördü - MELTEM YILMAZ / RÖPORTAJ

Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve akademisyen Prof. Dr. Tayfun Atay: Gençlerimiz bu iktidarın neşeyi yok ettiğini gördü.
AKP iktidarında büyüyen genç nüfustan yüksek oranda Hayır çıktı. Gençler bu iktidarın, gündelik hayatın akışını bozmaya çalıştığını, o hayat iklimindeki neşeyi, rengi, canlılığı yok etmeye çalışan bir yönelimi olduğunu gördüler.(01/05/2017)

Akademisyen ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Prof. Dr. Tayfun Atay, referandumun sona ermesiyle başlayan sürece ilişkin BirGün’ün sorularını yanıtladı.

Referandumla birlikte Türkiye’de “seküler” ve “İslami” olmak üzere iki ayrı “ulus”un kristalleştiğine dikkat çeken Atay, “Ancak böylesi bir yüzde 50-50 ayrışması, mevcut dinbaz iktidarın otoriter istikrar sağlama hedefinin gerçekleşmesine imkân vermez” ifadelerini kullanıyor.
“Seküler toplumda yılgınlık, çaresizlik, teslimiyet olmadığı gibi, muhafazakâr kesimde de ‘Artık yeter Reis’ deme durumu var gibi” diyen Prof. Dr. Atay, Üsküdar, Fatih, Eyüp gibi ilçelerden çıkan Hayır ağırlıklı oyların, muhafazakâr kesimin, iktidarın farklı yaşam tarzları üstünde kurduğu baskıya karşı da Hayır mesajı verdiğine dikkat çekiyor.

AKP iktidarında büyüyen genç nüfustan çıkan Hayır oylarını ise, “Bu iktidarın, gündelik hayatın akışını bozmaya çalıştığını, o hayat iklimindeki neşeyi, rengi, canlılığı yok etmeye çalışan bir yönelimi olduğunu da görüyorlar” sözleriyle yorumluyor.

»Türkiye gündemini aylarca meşgul eden Anayasa değişikliği referandumundan, 51.5- 48.5’in ötesinde, yalnızca bugünün değil, geleceğin Türkiyesi’ne de dair ne gibi sonuçlar çıktı?
Şerif Mardin, 1989’da kaleme aldığı bir makalede, 2000’ler Türkiyesi’nde, “seküler” ve “İslami” olmak üzere, kültürel anlamda iki ayrı “ulus” çıkma ve bu iki ulusun şiddet dinamiği üzerinden karşı karşıya gelme olasılığından söz eder. AKP’nin 2011-2013 döneminde Ortadoğu’da kendini kabul ettirme yolunda belirgin bir İslami profil çizme çabasıyla bağlantılı şekilde, Türkiye’de seküler toplum üzerinde kurduğu baskının tepkisel patlamaya dönüştüğü Gezi olayları, bu olasılığın önünü açtı. İşte bu referandumda da, Mardin’in sözünü ettiği o iki ayrı “ulus” oluşumunun artık kristalleştiğini gördük. Öncelikle bu… İkinci sonuç, böylesi bir yüzde 50-50 ayrışmasının, mevcut dinbaz iktidarın otoriter istikrar sağlama hedefinin gerçekleşmesine imkân vermeyeceği. Zira otoriter istikrar, çok daha büyük bir kitle “Evet” deseydi, acımasız bir rahatlıkla gerçekleştirilebilirdi. Şimdiki durumda ise imkânsız. Deneyen, denedikçe batar. Üçüncü sonuç da, “Hayır” cephesinin böylesine konsolide olmasının, Cumhuriyet’in başarısına işaret ediyor olması. Yüzde 48.5 ve belki oylar çalınmasaydı yüzde 50’yi geçen oy oranı, seküler Türkiye’nin karşılığı. Kemalist modernleşme sorunsuz değildir tabii ama ne olursa olsun bu siyasal ve bürokratik seküler modernleşme girişiminin bir toplumsal karşılığı var. Bunun netleşmesi, özellikle iktidar cephesinden ha bire aksini iddia edenlere karşı önemli. Diğer yüzde 50 oy ise bir kara deliğe verildi. Zira AKP, bugün tepede bir lider, altta da troller ordusu ile fark edilen bir kara delik. Bu partiyi var eden pek çok insanın nasıl tasfiye edildiği ortada. Onların yerinde Erdoğan’a “inanmışlar”dan müteşekkil, kimsenin “Kral çıplak” diyemediği, diyenlerin linç kampanyasına uğratıldığı bir yapı var.

»Dahası, bugünlerde Kral’ı kim daha çok seviyor kavgası yapılıyor.
Doğru.

»Peki, sizin de vurguladığınız gibi, kurucu kadronun tasfiye edildiği, içinin bu kadar boşaltıldığı bir parti, referandumda böyle bir sonuç almasaydı dahi, yoluna nasıl devam eder ki?
AKP’nin geleceğe dönük bu şekilde gitmesinin imkânsızlığı ortada. Ama sürekli çatışmacı bir siyaseti hayata geçiren, Türkiye içinde ve Türkiye dışındaki gelişmelerden beslenerek hep bir çıkış noktası da bulan, tehlikeli bir önder aklı var.

»O zaman bahsettiğiniz aklın, hele ki referandumdan alınan sonuçtan sonra, varlığını sürdürmek için çatışmayı da sürdürmesi gerekiyor.
Şu anki sonuç hiç de baskıyı artırabilme noktasına gidebileceğini işaret etmiyor. Yine de çıkış bulamadığı noktada baskı ve şiddeti artırırsa yüzde 50’nin ya da daha fazlasının çok daha şiddetli tepkisini karşısında bulacaktır. Bunun karşılığında, o toplumun üstüne güvenlikçi çerçevede daha çok gittiğinde de, aynı şiddette çatışmaların doğmasına neden olur.

»Ama Gezi’de herkes gördü ki, seküler kitle hiç de şiddet yanlısı değil. İktidarın baskı atmosferini sürdürmekte bir sakınca görmemesinde, bu gerçeği biliyor olmasının rahatlığı da yok mu? “Yüzde 50’yi zor tutuyorum” derken bu rahatlık yok muydu?
Zor tutuyorum dediği yüzde 50’yi Gezi sonrası süreçte bol bol sokağa döktü zaten. Pek çok sokak gösterisinin yanı sıra ve referandum sürecinde “Hayır” için çalışanların maruz kaldıkları sivil şiddet olayları, o yüzde 50’yi nasıl aktive ettiğinin göstergesi. Ama sonuçta eğer çatışmacı bir noktaya gidilirse, bu durum Türkiye’nin yarı yarıya birbirinin boğazına sarılmaya kalkışması anlamına gelir.

»Belki de tam bu yüzden, bir balkon konuşmasına yetişmemekle birlikte, kucaklayıcı söylemler yeniden başladı. Peki, “Hayır” cephesini ikna etmek, bunca deneyimden sonra, mümkün görünüyor mu?
Türkiye’nin seküler toplumu daha önce yaşadıklarından hareketle AKP’yi inandırıcı bulmayacaktır. 7 Haziran’da yüzde 41’e düşmüş ve koalisyon noktasına gelmiş bir siyasi hareketin diyalog ve barıştan söz etmesi gerekirken Kürt coğrafyasında savaş kartını öne çıkaran bir siyasi stratejiye yönelmiş olduğu gerçeğinden sonra, nasıl samimi bulalım? Selahattin Demirtaş’ın durumunda en ufak bir netleşme yokken, bir dolu seçilmiş milletvekili, 150’ye yakın gazeteci içerdeyken, OHAL’ler, KHK’ler devam ederken, akademisyenlere reva görülenler ortadayken nasıl samimi olduklarını düşünelim? Ama referandum tablosundan en azından otoriter bir rejim istikrarı çıkmayacağı, parti içinde anlaşılmış durumda.

»Sözünü ettiğiniz savaş kartı, haksız-hukuksuz tutuklamalar, OHAL ve KHK’ler gibi nedenler, referandumda kentli nüfusun AKP’ye desteğinin azalmasının da en temel gerekçeleri olsa gerek.
Evet. Zaten bu sonuç, toplumu korkutma ve sindirme girişiminin, kutuplaştırmanın, ayrıştırmanın başarısızlığıdır. Bu kutuplaştırma, arzu ettikleri bir Türkiye yaratmadığı gibi, tersine, kendisine bağlı görünen kesimde bile soru işaretleri ve rahatsızlığın dışa vurulmasına neden oluyor artık. Metropolleri yanında bulsaydı totaliter bir rejime gidiş konusunda belki hiç tereddütsüz hareket ederdi ancak olmadı. Demek ki seküler toplumda bir yılgınlık, çaresizlik, teslimiyet olmadığı gibi, ters yönden, muhafazakâr kesimde bir yılgınlık, rahatsızlık ve “Artık yeter Reis” deme durumu var gibi.

»Peki, muhafazakâr kesimde sözünü ettiğiniz yılgınlık hissi neden? 15 yılda AKP ile beraber şekillenen ve yükselen kentli muhafazakarların, yılgınlıktan ziyade, 90 yıllık referanslarla hareket eden seküler kesime kıyasla çok daha enerjik olması beklenmez mi, zira AKP ile birlikte yeni dil, söylem ve yöntemlerle tanıştılar, yeni referanslar edindiler.
Yılgınlık, kutuplaştırmacı siyasetteki ısrara yönelik duyulan bir yılgınlık, ben onu söylemek istedim. Yoksa yükselen kentli muhafazakârlar, ekonomi-politik işleyiş noktasında enerjilerini hâlâ kaybetmiş değiller. Kentsel dönüşüm projelerine, inşaata dayalı büyümenin, kredi sisteminin bu kesim tarafından nasıl benimsenip hayata geçirildiğine bak, bütün buralarda gayet uyumlu ve enerjik hareket ettiklerini görüyoruz. Ama esas kültürde, sanatta, edebiyatta, düşüncede, eleştirel akılda neredeler? İşte oralarda yoklar. Çünkü o alanlar ancak seküler bir iklimde şekillenir.

»AKP ile yetişen genç neslin çoğunluğunun Hayır oyu kullanmasını da bu bağlamda mı değerlendirmek gerekir?
Twitter’ı yasaklayabilecek bir irade öncülüğündeki siyasi harekete gençler yönelebilir mi? Bu gençler AKP iktidarında büyüdüler, daha öncesini görmediler, pek çok nimeti AKP iktidarında gördüler, tamam ama bu iktidarın, gündelik hayatın akışını bozmaya çalıştığını, iklimindeki neşeyi, rengi, canlılığı yok etmeye çalışan bir yönelimi olduğunu da görüyorlar. Hani dindar nesil yetiştireceğiz denildi ya, dindar nesille kastedilen aslında dinbazlığı, yani din adına insanların her yapıp ettiğine kendi bildiğince karışmayı, gençlere bir şekilde siyasal norm olarak benimsetmekti.

»Yani mahalle baskısında gençleri aktör yapmak, öyle mi?
Evet, böyle de ifade edilebilir. Aslında çok karmaşık, derinlikli ve ayrıntılı içeriği olan sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlara siyaseten toptancı şekilde dinbaz bir mühendislik faaliyeti ile yaklaşımda bulunmak bu. Sosyolojik, sosyal-antropolojik, psiko-kültürel yaklaşımlarda bulunmak gerekirken “Ben yukarıdan bir dindarlık boca ederim, böylece kiri-pası dindarlıkla yıkarım” demek. Bir zorla-kültürleme, daha doğrusu zorla-dindarlaştırma girişimi. Gençler de tabii bunu hissediyor, bu söylemi, onu dillendiren şahsiyeti, onun tavrını, meydanlarda nasıl bağırdığını görüyorlar ve sanırım çok da haz etmiyorlar. Hâlbuki bu kuşak, çok esprili, mizaha açık, radikallikten uzak, yumuşak başlı, uzlaşmacı ve en önemlisi dinle barışık. Ama din adına gelenekçi, cemaatçi ve zamanın ruhuna ters dayatmaları da kaldıracak cinsten bir kuşak değil.

»Kentli seçmen ve genç nüfusun dışında, referandumun en çok dikkat çeken sonuçlarından biri de Üsküdar, Eyüp, Fatih’te çıkan “Hayır” ağırlıklı oylardı. Bu oyları, Saadet’in bu referanduma özgü “Hayır”a çalışmış olmasından çıkan bir sonuç olarak mı okumak lazım ya da siz nasıl yorumluyorsunuz? 
Bu ilçeler muhafazakârlığın Osmanlı’dan bu yana tarihsel olarak kök saldığı ilçeler ama aynı zamanda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde modernleşmenin havasını da solumuş ilçeler. Buralar muhafazakârlığın olgun ve “medeni” olduğu ilçeler. Bu referandumda buralarda daha önce kendini AKP’de bulmuş insanlar “Hayır” dediler. “Bu kadar da olmaz” dediler. “Bu toplumda içki içen de var, serbest yaşamak isteyen de var ve bunları yok etme çabası olmamalı” dediler. “Neden bu kadar zorluyoruz, isteyip de gerçekleştiremediğimiz ne var” dediler. Buna karşılık, örneğin Sultanbeyli için benzeri bir değerlendirme yapamayız, çünkü bu bölgenin sosyo-ekonomik ve kültürel-demografik yapılanması, yapılanma süreci çok farklı.

»O zaman bu değerlendirmenizden şu sonucu çıkarabilir miyiz: Söz konusu ilçelerde “Hayır” diyen muhafazakâr kesim, sadece Başkanlık’a değil, aynı zamanda farklı hayat tarzlarının yok edilmeye çalışılmasına da “Hayır” dedi. Muhafazakâr kesimin mesajını böyle okumak mümkünse, bu tablo, iktidarın yarattığı karşıt kutuplar arasında yeni bir dönemin, iktidara rağmen, başlangıcı olarak yorumlanabilir mi?
Bir kesim muhafazakârın mesajı bu. Aslında sözünü ettiğimiz karşıt kutuplar, yani Türkiye’nin seküler ve muhafazakâr yarımları arasında farklı bir ilişki durumu daha önce kendisini göstermişti ve bir ayrışmaya değil sarmaşmaya doğru gidişin işaretleri vardı. Örneğin, 2000’ler sürecinde. İnsanlar, özellikle de gençler, kültürel sağırlık içinde oldukları karşı dünyalara kulak vermeye başlamıştı. Tartışmalar diyaloğa, çekişmeler etkileşime, husumet ve soğukluklar muhabbete doğru bir kültürel evrilme içindeydi. Ekonomide, gündelik yaşamda ve popüler kültür alanında pek çok işareti vardı bunun. Bu, 2011 sonrası süreçte, siyasi olarak tam ters yönde bir aktivasyona uğratıldı. AKP’nin “İnşa dönemi” retoriği eşliğinde... Gezi’de de “Yarım”larımızın şiddetle yarılması yoluna girildi.

»Peki, AKP gibi bir parti için muhafazakâr semtleri kaybetmek, Müslüman burjuvaziyi ya da genç nüfusu kaybetmekten daha mı kritik?
Biraz daha damardan bir etkisi olur tabii. Çünkü siz bu muhafazakâr alanları çantada keklik sayıyorsunuz. Dolayısıyla oradaki sarsıntı büyük olur. AKP bu referandum sonrasında ilk defa sırtını dayadığı bu kaynaktan da o kadar emin olmaması gerektiğini, orada da artık bir sorun olduğunu hissetti.

                                                                   ***
Din, meta olarak döndü
»İslamın sekülerleşmesi konusunda dikkat çekici yaklaşımlarınız var. Bugün bu anlamda nerdeyiz?
İslam’ın sekülerleşmesi dediğimde yanlış anlaşılıyor. AKP’nin siyaseten yapıp ettikleri, dayattıkları doğrultusunda “ne sekülerleşmesi kardeşim” deniliyor. Kültürel ve sosyolojik plânda dindar muhafazakârların kapitalizme ilişik şekilde sekülerleşmeye dönük yüzleri görmezden geliniyor. Bir dolu örnek var ama ilk akla gelenleri sıralayayım. Acun Ilıcalı’nın “O Ses Çocuklar” programında çocuğunu yarıştıran dindar muhafazakâr aileler, tesettür moda dergileri, tesettür defileleri, “Ben Bilmem Eşim Bilir” ve benzeri yarışmalarda kan-ter içinde kalan, kazanınca hepimizin gözü önünde kucaklaşan mütedeyyin çiftler, el ele, sarmaş dolaş flörtleştiklerini gördüğümüz dindar gençler, Başakşehir’in dindar muhafazakâr zenginler için yasak aşkların yaşandığı yer haline gelmiş olması ve daha pek çok örnek, dindarlığın dünyevileşmesi, İslami deyişle “masiva”ya, yalan dünyaya teslim olmasıdır. Bu sadece bize özgü bir durum da değil, bir dünya hali. Postmodern dönem, dini modernitenin kıyıya ittiği noktadan aldı, yeniden hayatın merkezine getirdi ama din, hayatın merkezine modern öncesi dönemlerde olduğu gibi özne olarak dönmedi, meta olarak döndü, sermayeye dönüşerek döndü.


Meltem Yımaz /Röportaj -  BİRGÜN (01/05/2017)

"Bu ülkede solcular daha ahlaklı ve dürüst. Dinde güncellemenin sebebi, muhafazakâr gençlerin dinden soğuması" - MELTEM YILMAZ / RÖPORTAJ

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dinin güncellenmesi gerektiği şeklindeki açıklamasının yankıları devam ediyor. 
Bu haftaki Pazartesi Söyleşisi’nin konuğu olan ilahiyatçı yazar Cemil Kılıç, İslam’da güncellemenin kaçınılmaz olduğunu ancak söz konusu açıklamanın muhafazakar gençlerin dinden soğuduğu gerçeğinin görülmesi üzerine yapıldığına dikkat çekiyor. Kılıç, Cumhuriyet rejiminin, İslam’ı güncellediğini, Mustafa Kemal Atatürk ve ilk diyanet işleri başkanı Mehmed Rıfat Efendi’nin, İslam’ın son çağdaki en büyük yenileyicileri olduğunu söylüyor.

»Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam’ın güncellenmesi gerektiği yönündeki açıklamasının yankıları sürüyor. Peki, İslam’ın güncellenmesinden kasıt tam olarak nedir? Bu açıklama, her şeyi tek elde toplamış olan Erdoğan’ın şimdi de dini tek elde toplama çabası olarak okunabilir mi?
Bugün elbette Kur’an’da anlatıldığı ileri sürülen cari İslam, büyük ölçüde uygulanamaz hale gelmiş durumda. Bu krizin aşılması için Kur’an’ı ve aklı esas alarak İslam’ın yeniden yorumlanması ve güncellenmesi kaçınılmazdır. Ben şiddetli bir şekilde İslam’ın güncellenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ne ki, güncelleme olsun ya da olmasın, zaten soysal gelişmeler güncellemeyi dayatıyor. Retorik düzeyde karşı çıkanlar dahi kendilerince farkında olarak ya da olmayarak pratikte güncellemeye gidiyorlar. Bu kaçınılmaz.


»Öyleyse neden tepki çekiyor?
İslam’la ilgili konuşurken kullandığınız tabirler Arapça kökenli değilse, İslami kaynaklarda geçmeyen kelimeler ise dinci çevrelerin tepkisini çekiyor. Güncelleme yeni bir terim, reform ise Batılı, dolayısıyla dini literatürde yok. Bunun yerine, dini terminolojide “tecdid” sözcüğünü görüyoruz ki bu da “yenilenme” anlamına geliyor. Bu işi yapana da müceddid deniyor. Eğer Erdoğan, güncelleme tabiri yerine, geleneksel İslami literatürdeki tabirlerle konuşsaydı, dinci çevreler daha sıcak bakarlardı çünkü tecdid, İslami kesimlerce özümsenmiş ve kabul edilmiştir.

»Yani buradaki sorun dil, öyle mi? 
Evet. Zaten her cemaat ve tarikat, kurucu liderini yenileyici, müceddid olarak görür. O lideri İslam’ı özüne döndüren, İslam’ı yenileyen, İslam’daki hurafeleri temizleyen dolayısıyla İslam’ı yeniden gün yüzüne çıkaran olarak görür. Ancak tabii rakip gruplar kendileri gibi olmayanları ve onların liderlerini de İslam’ı tahrip etmekle suçlar.

»Bu konu neden şimdi gündeme geldi?
Bir tıkanmışlığın ifadesi. Gerek dinen gerekse siyaseten. Zira marjinal dini grup ve hocaların yüzyıllar önceki hali yansıtan fetvaları hem genel anlamda İslam’a zarar veriyor hem de bu fetvalar laik kesim ile birlikte yeni, genç nesli dinden soğutuyor. AKP bunun farkında. Muhafazakar ailelerin çocuklarında, giderek tırmanan şekilde, “İslam bu mudur, din bu mudur” algısı oluştu. Muhafazakar ailelerden gelen gençlerin, dinle ilişkisini yeniden sorgulama noktasına gelmesi, siyasi iktidarda yeni kadrolar ve genç seçmenleri açısından kaygı verici bir boyuta ulaştı. Çünkü muhafazakar kesimi partiye bağlayan en önemli bağ din unsuruydu. Eğer din, bu gençler nezdinde sorgulanma noktasında geldiyse, din üzerinde yapılan siyasetin etkili olmayacağı da ortada. Bu sebeple dinde açılım, güncelleme çıkışları geldi.

»Muhafazakâr gençlerdeki sorgulamanın gerisinde tam olarak ne var?
Çevremdeki pek çok tesettürlü genç hanım, artık, tesettüre dinin emri olduğu için mi yoksa mahalle baskısı nedeniyle mi girdiğini sorguluyor. Yani tesettürün, dinin emri olup olmadığını sorguluyor. Son birkaç yılda ardı ardına gelen “fetvalar” gerçek mi diyorlar. Çünkü bizim toplumumuz, Müslüman olmasına rağmen, dini gelenek olarak yaşayan, Kuran okumaya gerek duymayan bir toplum. Müslüman’ım diyoruz ama toplumda Kuran’ı anlamak için okuyanların oranı yüzde 3- 5’i geçmez. Arapça okuyup anlamayanları saymıyorum. Zaten din adamlarının Arapça okunmasını istemesinin sebebi de bu. Kimse anlamasın da kendilerinin tekelinde kalsın istiyorlar. Dahası, gençler, AKP döneminde dinsel inançların dünyevi menfaatler için kullanıldığını açık bir biçimde gördü. Dini inanışları siyasi ve dünyevi menfaatler için çok pervasızca kullananların büyük bir güce ulaşarak, alternatifleri sindirmeleri ve artık rol yapma ihtiyacı da hissetmez hale gelmeleri son derece itici bir tablo olarak karşılarına çıktı. Tüm bu nedenlerle gençler dinden uzaklaştı, hatta bazı kesimlerde deizme yönelik de büyük bir ilgi var. Muhafazakar ailelere sahip gençler bu düşüncelerini kamuya açmıyorlar ama daha özel toplantılarda ve sohbetlerde bu görüşlerini dile getiriyorlar.

»İslam’ın güncellenmesi konuşulurken, özellikle işaret edilen konular nelerdir?
Dinin üç temel alanı vardır, inanç, ibadet ve ahlak. Güncelleme daha çok ahlaki alan, günlük yaşamdaki eylemlerle ilgilenir. Kadınların statüsü ve hakları, bu anlamda en çok tartışılan alanlardan biridir. Kur’an’daki bazı ayetlerden çıkan sonuçlara göre, iki kadının şahitliği bir erkek şahitliğine eşittir. Mirasta, kız çocukların hakkı yarımdır. Erkek aynı anda 4 eşe kadar evlenebilir. Ayrıca tesettürle ilgili tarihsel hükümler var ancak tesettür kavramı Kur’an’da yok. Yani kadın hakları ve kadının statüsü ile harem selamlık anlayışı konusunda güncelleme şart.

»Hukuk devletiyiz, dikkat çektiğiniz konuları tartışmaya gerek bile yok.
Cumhuriyet rejimi, kabul edilsin veya edilmesin, İslam’ı güncellemiştir. Laik, hukuk devleti, dinin güncellenmesidir. Mustafa Kemal Atatürk ve ilk diyanet işleri başkanı Mehmed Rıfat Efendi, İslam’ın son çağdaki en büyük yenileyicileridir. Örneğin dindar hanımlar, geçmişte başörtülerini özgürce takamamaktan şikayetçi olurlardı ama hiçbir zaman, hiçbir Müslüman kadının “Kur’an’a göre bizim miras hakkımızın yarısını almamız lazım, yarısını alalım”, ya da “şahitliğimizin yarım sayılması lazım” dediğini duymadım. Demek istediğim, en dindar kesimler bile bugün laik hukuka uymuşlardır.

»Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibinin yaklaşık bir yıl boyunca sahada çalışarak hazırladığı “Eğitimde Tarikat ve Medrese Gerçeği” raporuna göre Türkiye’de 2.6 milyon kişinin bir tarikatla organik bağı bulunuyor. Bu rakam size ne ifade ediyor?
2.6 milyon insan çok şaşırtıcı bir rakam. Zira dinin siyaset ve ticarette bu kadar öne çıktığı bir zaman diliminde dahi, halkın 2.6 milyonu tarikat ve cemaatle irtibatlı haldeyse bu, tarikat ve cemaatlerin toplumsal bünyeye ne kadar yabancı olduğunu gösterir. Bakın, Türkiye’de doğrudan doğruya parti kuran tarikatlar oldu. Haydar Baş’ın Türkiye Partisi, ya da tutunamadı ama İskenderpaşa cemaatinin Sağduyu Partisi gibi… Ama bugün AKP aslında Türkiye’deki cemaat ve tarikatların koalisyonu şeklindedir. Zamanında buna eklemlenmiş başka kesimler de oldu, liberaller ve soldan bazı isimler vitrin için kullanılmıştır. Bugün din devlet ilişkisi açısından, artık siyasi iktidar halka, devlete yurttaş olmak yerine dine mümin olmak kavramını ulaştırmaya çalışıyor. Yani yurttaşlık yerine müminlik kavramı öne çıkıyor.

“Türkiye’de iyi ki sol düşünce var”
»Toplumu keskin hatlarla bölen strateji bu…
Evet. Allah’ın dini, devletin dini haline getirildi. Devlet de Allah yerine konuldu. Devlet adamları da Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi algılanmaya başlandı. Şimdi bazı çevrelerde, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi algılanıyor, sorgulanamaz, eleştirilemez. Eleştiren de cezalandırılmak isteniyor. Zaten bu nedenle Cumhurbaşkanı’na hakaret nedeniyle hakkında cezai işlem başlatılanların sayısı tarihte hiç olmadığı kadar fazla. Cumhurbaşkanı, Allah’ın gölgesidir onu eleştirmek Allah’a yönelik eleştiridir diyorlar. Ben muhafazakar dindar kesimden geliyorum ama bugün ulaştığım noktada, Türkiye’de iyi ki sol ve sosyalist düşünce var diyorum. Dinin temel değerleri açısından baktığımda, kendisini sol olarak niteleyen insanların daha ahlaklı, dürüst ve daha tutarlı olduklarını görüyorum.
***
İslam’ı güncelleyecek olan alimlerdir
»İslam’ı güncelleme meselesi konuşuluyor ama güncelleyecek olan kim, kime işaret ediliyor?

Kuran dinin güncellenmesi gerektiğini de, kimin güncelleyeceğini de söylüyor. Raad suresi 38. Ayet: “her zamanın bir hükmü vardır.” Yunus suresinde bir ayet: “aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağar”. Bu ve başka ayetler zaten İslam’ın güncellenmesi gerektiği yorumu ortada. Bunu kim yapacak: Ali İmran suresinde bir ayet: “Kuran’ın yorumunu ancak Allah bilir ve ilimde derinleşmiş olan alimler bilir”. O zaman demek ki güncelleme işini, ilimde derinleşmiş alimler yapacak.

                                                                  ***
Tarikat ve cemaatler için artık ortak düşman yok
»Tarikatlar ve cemaatler arasında çatışmacı söylemler hız kazanıyor. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün cemaat ve tarikatlar, dini manevi bir oluşum olmaktan çok ticari oluşum şeklinde yaşıyor. Büyük holdinglere, şirketlere, televizyon kanallarına sahipler. Bu tarikat ve cemaatlere mensup kitlenin büyük bir çoğunluğu yoksul olsa da önder kadrosu çok zengin bir hayat yaşıyor. Bu da aslında toplumdaki sınıfsal ayrılıklarını derinleştiren ve daha acıklı hale getiren bir görüntü sunuyor. Bugün, Gülen cemaatinin tasfiyesinden sonra açılan büyük alanda yer kapma mücadelesi devam ediyor. Tarikat ve cemaatler yarış içindeler. Birbirleriyle ilişkileri de geçmişe göre daha çatışmalı. Geçmişte birbirlerinden pek hazzetmeseler de açıkça bir çatışma içine girmiyorlardı çünkü karşılarında bir “ortak düşman” vardı: Laik Kemalist sistem. Şimdi bu sistemin yıkıldığını vehmediyorlar. Artık birbirimizle olan ilişkilerde de çatışmalı bir döneme girebiliriz, rakibimizi zayıf noktalarından vurabiliriz gibi bir yaklaşıma yöneldiler ve bunun tezahurunu görüyoruz.

MELTEM YILMAZ / BİRGÜN

Çok yorgunuz, bizi bekletme Kaptan! - TAYFUN ATAY

31 Ekim 2016 Pazartesi sabahı okula, derse, öğrencilere gitmek üzere ailecek telaş içinde hazırlanırken sanırım 7-7.30 arası eşimin telefonu çaldı. Arayan yakın bir arkadaşıydı ve telefonun öbür ucundan gelen sorulara eşimin verdiği heyecanlı karşılıklara kulak misafiri oluyordum. Birden kocaman bir “NEE” ünlemesiyle sarsıldım. Belli ki kötü, belki “ölümlü” bir haberdi! Ardından onun “Ne diyorsun yaa!” diye devam eden tepkisiyle birlikte, bir kulağında telefon bana dönerek “Cumhuriyet’e operasyon yapıyorlarmış” sözüyle dondum kaldım.

Hemen televizyona ve telefonlara daldık. Ekranda gözaltına alınan arkadaşlarımı izliyor, bir yandan da gazeteden birilerine telefonla ulaşmaya çalışıyordum. 
Tabii bunları yaparken kulağımız da endişe içinde kapıdaydı!.. 
Eşim, kızım ve ben, korkunç bir kilitlenme içine girdik o sabah. Ne yapacağımızı düşünemiyor, ne olacağımızı bekliyorduk sadece. 
Bir yandan da ders saati yaklaşıyordu!..

Nihayet gazeteden Bülent’e (Özdoğan) ulaşabildim, o, gazeteye doğru yola çıkmışken... Televizyonda aktarılanlardan hareketle Vakıf Yönetim Kurulu’na yönelik bir operasyon mu gibisinden bir şeyler sordum ona... “Yok Hocam, teröre yardımla suçluyorlar bizi” dedi. 
“Hangi teröre Bülent” dediğimde de “Muhtelif, Hocam” diye cevap aldım.
Evet, “muhtelif”ti: FETÖ, PKK, DHKP-C, hepsini kafamızdan aşağı boca etmişlerdi. Haber, bilgi, analiz; yani dürüst, bağımsız, demokratik gazetecilik adına yaptığımız her şey, “teröre yardım” diye, hukukun yüzünü karartacak bir iddianame içinde önümüze sürülmüştü. 
Arkadaşlarımızı topladılar, götürdüler. 

Biz, ailecek hayatımızın en dehşet dolu anlarını yaşadık. Bekledik, gelen giden olmadı, gittik, dersimize girdik, acıyı, kaygıyı, öfkeyi bastırarak...
Derse ara verdim, odama girdim, haberlere baktım, gün ortasına doğru Kadri’yi de (Gürsel) aldıklarını öğrendim. 
Demek bitmemişti!.. 
Tekrar derse girdim, tekrar çıktım, haberlere baktım, öğleden sonra tekrar derse girdim, çıktım... Ve saat 16.00 civarı derslerimi tamamlayıp gazetenin yolunu tuttum. Öğrencilerden sonra şimdi okura karşı sorumluluğu yerine getirme vaktiydi. Şişli’deki binaya akın edenleri sakinleştirmek ve desteklerine teşekkür için...

Böyle başladı her şey ve özgürlük, aydınlık, demokrasi adına bir “kara delik”ten geçercesine neredeyse bir buçuk yılımız (içerde- dışarda olmak fark etmeksizin) koparılıp alındı bizden... 

Şimdi nereye vardık? 

Suç adına kanıt diye ortaya atılan traji-komik safsatalar; hukuk adına skandal belgeler; utanç verici, mide kaldırmaz tanıklıklar... Ve onların yanında tarihe altın harflerle geçecek muhteşem savunmalarla ayrımsanacak bir mahkeme süreci. 

Ya sonuç? 

Cumhuriyet, bir büyük şairin dizesiyle, “Yüzünde bin analık memelerin akı” ile ve bir diğer büyük şairin dizesiyle de “Yeniden mihenge vurdum inandığım şeyleri; çoğu katıksız çıktı çok şükür” dercesine, uğradığı esareti insanlık onuruna katık etmiş halde, “1 eksik”le başı dimdik karşınızda!.. 

“Kaptan”, hâlâ içerde; “Sizi biraz daha misafir edelim, malûm, gemiyi en son kaptan terk eder” denilerek!.. 

Tabii “teşbih”te ciddi hatalar olsa da “Kaptan” benzetmesini Akın Atalay’a kondurma “feraseti”nden dolayı mahkeme başkanını kutlamak gerek!.. 

“Kaptan Akın Atalay”, Cumhuriyet’e operasyonla gazete çalışanları gözaltına alınıp sonra da tutuklandığında yurtdışındaydı. Onun hakkında da gözaltı kararı vardı ve başına gelecekler belliydi. Kendisi deneyimli, yetkin bir hukukçu olarak ne olacağını gayet iyi biliyordu. Buna rağmen aslanlar gibi döndü geldi! Kendisiyle görüşen herkese de “Ben önce arkadaşlarımı çıkaracağım bu karanlıktan, benim için sonrası Allah kerim” dedi. 

Öyle de oldu! Geçtiğimiz cuma, Murat ve Ahmet’in tahliyesiyle hepimiz buruk, eksik ve “kanayan” bir sevinç yaşarken o, “Beni sakın merak etmeyin” diyerek zindana dönerken hepimizden daha ferah, huzurlu, mutlu idi!.. 

Hâkim Bey, adeta ortada suç-muç kalmadığını “zımnen” ifade edercesine diyor ki: “Sizi biraz daha misafir edelim, malûm, gemiyi en son kaptan terk eder.” 
“Batan gemi” ne peki? Akın’ın gemisi Cumhuriyet ve Akın zaten şu anda o “gemi”de değil... 

Dolayısıyla bir “lapsus” gibi sarf edilmiş bu sözlerde “gemi” olarak ilk akla gelen, bazılarının yazdığı üzere “Silivri”... Ama ben bunu daha geniş ölçekte, kendisiyle birlikte tüm ülkeyi, “Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete”dercesine felakete götüren  “iktidar gemisi” olarak telakki etmekten yanayım. 

Akın, aslında bir “felaket gemisi”ni arkadaşlarını “tahliye” ettikten sonra en son terk edeceği kadar, bu memleket için hâlâ bir umut, bir çıkış, bir selamet olan kendi gemisine de en son binecek olan kaptan!.. 

Yine de acelesi yok! Şimdi herkesi dışarı çıkarmış olmanın huzuru içinde, yalnızlığıyla zengin, kafasını dinliyor büyük ihtimal!..

Mahkemelerde hep mahcubiyetle fark ettik; biz dışarıda dimdik ayakta kalmaya devam ederken yine de zaman zaman yorgun hissetsek de o, içeride her daim zinde, dinamik ve güçlüydü. Hâlâ da öyledir kuşkusuz... 

Ama artık yeter! Yine şiire sığınıp Nâzım’ın, “Çok yorgunum, beni beklemekaptan”  dizesini aşkla çarpıtma pahasına seslenelim ona: Çok yorgunuz, bizi bekletme Kaptan!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Selçuk Kardeşler ve Hacı Bektaş-Ayşe Emel Mesci

Türkiye Cumhuriyeti açısından en kritik yıllardan biri, belki de birincisi 1919’dur. Çünkü Milli Mücadele o yılın içinde şekillenmiş, bu mücadelenin yıkılmakta olan bir imparatorluğun ve neredeyse 8 yıldır sürekli savaşmaktan bitap düşmüş bir toplumun bünyesinde hangi güçlere dayanarak ayakta kalabileceği, sonra da muzaffer olabileceği, Mustafa Kemal’in 1919’da izlediği güzergâhta ifadesini bulmuştur. 
Nedense çok fazla dile getirilmez, yeterince bilinmez, ama bu güzergâhın en önemli duraklarından biri Gazi’nin 22 Aralık’ta gerçekleştirdiği Hacı Bektaş ziyaretidir. Bu ziyarette Çelebi Cemalettin Efendi ve Salih Niyazi Baba ile görüşür. Onların o güne kadar “sultan-halife” hükümetinin tüm baskılarına karşın Milli Mücadele’den yana aldıkları tavır, bu ziyaretle en açık ve net ifadesine kavuşur: Alevi-Bektaşi dergâhları artık birer Kuvayı Milliye ocağı haline gelir.

Tarihten bugüne 
“Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan / Halka müderris olsa hakikatte asidir” (Yunus Emre) diyerek, Anadolu denen coğrafyanın harcına 1200’lerden itibaren nefesini katan Batıni tasavvuf ehli, Cumhuriyetin kuruluşunda da yerini almıştır.
Üstelik Anadolu yolculuğunun başından itibaren, sanatı ibadetle, mizahı ve eleştiriyi inançla birleştirmeyi, bu özellikleriyle sadece Anadolu’da değil, Balkanlar’da da “yetmiş iki millet”in gönlünü fethetmeyi başarmış bir yoldur izledikleri.
2005 yılında İlhan Selçuk ve başka arkadaşlarla birlikte bir yemekte buluşmuştuk. İlhan Selçuk kurucularından olduğu Hacı Bektaş Festivali’nden yeni dönmüştü ve çok sevinçliydi. Kendisi ve ağabeyi Turhan Selçuk için Hacı Bektaş’tan mezar yeri almışlardı, ona seviniyordu. 

İki kardeşi peşpeşe Hacı Bektaş’a uğurlayalı 8 yıl oldu. Turhan Selçuk 11 Mart’ta, İlhan Selçuk 21 Haziran’da aramızdan ayrılıp Hacı Bektaş toprağına karıştılar. “Bilge insan kaç yüzyıl önce dile geldi: ‘Enelhak’ dedi. Söyleyenin derisini yüzdüler, ama bir söz bir kez söylendi mi dünya değişir; artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz” diyen İlhan Selçuk da; unutulmaz karikatürleri ve çizgi roman kahramanlarıyla, mizah ve sanat tarihinde silinmez bir iz bırakan Turhan Selçuk da doğru topraktalar bence...

Osmanlı tokadının gerçek muhatapları 
Mustafa Kemal’in Hacıbektaş’ı ziyaret etmesinden çok kısa bir süre sonra, Kuva-yı Milliye güçlerinin ve Ankara’da kurulan genç hükümetin karşısındaki yakın tehlikenin “Hilafet Ordusu” olduğu ortaya çıkacaktı. Kuva-yı Milliyeciler ancak bu iç düşmanı yendikten sonra, Kurtuluş Savaşı rayına oturabildi. 
Turhan Selçuk mizah ve çizgi dünyamıza “şaheser” bir kahraman bıraktı: Abdülcanbaz... Onun sayesinde İstanbul sokakları müstemlekecilere “hem geniş hem dar” oluyor, onun sayesinde dünyanın, hatta uzayın her noktasındaki zalimler, çektirdikleri zulmün hesabını veriyor, onun meşhur “Osmanlı tokadı”nı yiyip “yer ile yeksan” oluyorlardı. 
Tam 8 yıl önce bugün (11 Mart) yitirdik seni, ama hep bizimlesin Turhan Selçuk, sana selam olsun; Abdülcanbaz’ın “Osmanlı tokadı” da asıl muhataplarının, “Gözlüklü Sami”lerin kulağına küpe olsun... “Milli Mücadele”ler önce “Gözlüklü Sami”leri alt ederek başarıya ulaşır, her zaman, her yerde...


*

Sevgili Ahmet Şık ve Murat Sabuncu sonunda özgürlüklerine kavuştular, daha doğrusu kapalı cezaevinden yarı açık cezaevine nakledildiler, darısı 16 Mart’ta Akın Atalay’ın başına...

Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET