Haydi gelin şu korkunç gerçeğimizle yüzleşme denemesinde bulunalım: Acaba hayatı boyunca karşısına çıkmış insanlar arasından birini, birilerini öldürmeyi hiç aklından geçirmemiş kimse var mıdır?..
Ne kadar sert bir soru değil mi?!
Bir tacizci, bir hak hırsızı, bir zorba veya sizi herkesin önünde aşağılayan; küçük, aciz, komik düşüren biri, birileri… İlla ki hepimizin hayatından böyleleri geçmiştir ve evet, cezai müeyyideleri dahi göze alarak onları öldürmeyi içimizden geçirmişizdir.
Ama yapmayız. Çünkü insanda vicdan var ve vicdan, bilinçle muteber. (İngilizcede “conscience” vicdan, “consciousness” bilinç demek ve her ikisi de Latince “consire”den köken alıyor ki “yanlışı bilmek” anlamına geliyor o da.)
Bilinci “bilinç” kılan en önemli nörofizyolojik işlev de hafıza, yani hatırlama yetisi…
Peki ya o işlev kaybolursa?.. Bu, bilincin ve dolayısıyla vicdanın devre dışı olması ihtimalini beraberinde getirip sonuçta yapılan bir kötülüğü, haksızlığı, alçaklığı “karşılama” yolunda öldürme arzusunu zincirlerinden boşandırabilir mi?..
Ay Yapım’ın dijital platformda yeni başlayan dizisi Şahsiyet, böyle bir ihtimalin son derece “gerçekçi” bir kurgusu olarak seyrimize düştü.
(Dikkat, bundan sonra “spoiler”!)
Adli kâtiplikten emekli Agâh Beyoğlu (Haluk Bilginer), karısını kaybedip kızı da uzak diyarlara (Avustralya) göçtükten sonra bir yalnızlık dolambacında ve hafızasına gem vuramadığı için de unutmak istese bile unutamadığı kötü/acı hatıraların girdabındadır. Bunu aşma yolunda o hatıraların merkezine yerleştirdiği bir ağır ceza hâkimini birkaç kez öldürmeye teşebbüs etmişse de yapamamıştır. Dedik ya, insanda bilinç, bilinçte vicdan var ve vicdan da cinai dürtüyü bastırmakta.
Fakat Agâh Bey ciddi bir sağlık sorunuyla karşı karşıya kalır: Alzheimer başlangıcı teşhisi konmuştur ona ve insanın “hafızasını yiyen” bu hastalık tedavi edilememekte, sadece geciktirilebilmektedir. Bu noktada o, önce gerçekle hazince yüzleşir; doktorunun, “Alzheimer olduktan sonra 20 yıl yaşamış olanlar var” sözüne şu cevabıyla: “20 yıl yaşamış da ne yaşadığını hatırlıyor mu acaba? Bütün hatıralarım, yaşadıklarım silinip gidecek. Ben n’olucam?! Yani, telefon numaraları bir şey değil de… Benim şahsiyetim n’olacak?.. Yaşıyorsun, ama yoksun! İnsan nasıl dayanır buna?..”
Yine de bu korkunç gerçeği bir parça sindirdikten sonra olaya farklı açıdan bakmaya başlar; bir arkadaşının zorla götürdüğü partide onunla aralarında geçen konuşmanın tetiklemesiyle…
Bir şeyler içme önerisini reddedip içki içenleri işaretle onların birazdan sarhoş olup dağıtacaklarını, sabah ayıldıklarında ise pişman olacaklarını söylediğinde arkadaşından şu karşılığı alır o: “Ya Oğlum, ne pişman olacaklar?! Sabah kalktıklarında hiçbir şey hatırlamayacaklar ki!..”
Agâh Bey’in cevabi sözleri, arkadaşına olduğu kadar kendisinedir de:
“Ne âlâ dünya! Hiçbir şey hatırlamıycam, her haltı yiyim!.. Ömür boyu unutmak… Unuttuğunu bile unutmak… Ben her şeyi unutucam… Hiçbir şey hatırlamıycam ki!.. … … … [İki elindeki kadehleri birbiriyle tokuşturarak] Agâh’a! Heh he he!..”
Böylece Agâh Beyoğlu, Alzheimer’daki “hayrı” keşfederken doktorunun, “Hayatınız boyunca yapmayı çok isteyip de yapamadığınız şeyler vardır mutlaka; onları yapın” tavsiyesine de kulak vererek yıllardır içinde kalmış o en çok istediği şeyi yapma arzusuyla harekete geçer: Öldürülmeyi hak ettiğini düşündüğü ve öldürme arzusu duyduğu bir dizi insanı öldürmek…
Artık bir seri katildir o.
Bu çerçevede vicdan ve hınç ikileminde, Freudyen terminolojiyle “süper ego-id” çatışmasında şekillenen insani varoluşun derinliklerine doğru bizi yolculuğa çağıran dizi, yüzeyinde gayet tempolu, sürükleyici ve heyecan dolu bir polisiye-gerilim olarak seyre açılıyor. Bunu yaparken de karşımıza belli ki Agâh Bey’in peşine düştükçe onunla yolları acı hatıraların dehlizlerinde kesişecek olan, cinayet büro amirliğinde görevli ve orada bir “maşist erkekler oymağı” içinde tek kadın polis olarak nefes alıp vermeye çalışan Nevra’yı (Cansu Dere) çıkarıyor.
Bu doğrultuda bir ataerkillik sorunsallaştırmasına, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, ayrımcılığı tartışmasına yol tutulacağı da kesin gibi… Hatta, Nevra’nın baş belası görünümünde karşımıza çıkan (Fırat Topkorur’un başarıyla ve seçkinleşerek canlandırdığı) Firuz karakteri üzerinden dizinin bir “erkeklik” sorgulamasına; “erkeklik kabuğu” altında inim inim inleyen “insanlık” hallerinin çözümlemesine gitmeyi vaat ettiğini düşünmek de mümkün.
Bütün bunların ötesinde Şahsiyet, ilk bölümünde gayet çarpıcı biçimde aksettirildiği kadarıyla yaşadığımız dünyada asıl Alzheimer teşhisi konması gerekenin bireyler değil, (Durkheim’ci perspektiften konuşacak olursak) bireylerin toplamından öte bir varlık alanı teşkil eden toplum, toplumsal yapı olduğu mesajı veren bir yapım…
Evet, Agâh Bey nöro-fizyolojik olarak unutma/hatırlayamama sorunu, Alzheimer ile karşı karşıya. Fakat asıl, yaşadığımız hayatın yarışmacı, rekabetçi, tüketimci akışı ve işleyişi doğrultusunda insan ilişkilerimizde, insan-insana diyalog ve etkileşimlerimizde bir unutma, hatırlamama, “hatırsızlaşma ve hatırasızlaşma” şeklinde, kültürel-psikolojik çerçevede bir Alzheimer’laşma sorunumuz var!..
Hayatın hayhuyu içinde yakınların (ana-babaların, evlâtların) dahi birbirlerini unuttuğu, ihmal ettiği, umursamaz olduğu; insanların birbirini dinlemediği, duymadığı; her şeyin otomatiğe bağlandığı; hayatın “trafik”ten ibaret olduğu…
Ve ömrü Beyoğlu’nda geçmiş, soyadı bile “Beyoğlu” olan birinin, Beyoğlu’nu tarihiyle-kültürüyle hiç mi hiç bilmeden hoyratça orada yaşayan bir kalabalığın içinde kendisini yapayalnız, kimsesiz ve “hatırasızlaşmış” hissettiği bir toplumsal iklimde Alzheimer, Agâh Bey’in beyninde midir, yoksa yaşanılan hayatın kalbinde mi?!
İşte bunları düşünmeye davet Şahsiyet ve bir Hakan Günday şaheseri olarak edebiyatın dizi zeminine taşındığını düşündürürcesine ayrışıyor, seçkinleşiyor.
Göz ardı edilmemesi gereken bir yapıtla karşı karşıyayız.
Tayfun Atay / CUMHURİYET