20 Mart 2018 Salı

Zaferin ve yenilginin diyalektiği - ORHAN GÖKDEMİR

1961 Anayasası ile Türkiye’de tarihinde ilk kez sola kapı aralanmıştı. Anayasanın ilanıyla aynı yıl 12 sendikacı tarafından kurulan TİP, 4 yıl sonra katıldığı ilk genel seçimde 15 milletvekiliyle Meclise girmeyi başardı. Üzerine bütün dünyayı sallayan 68 dalgası geldi. Düzenin efendileri ürkmüştü. Seçim yasasını değiştirdiler. TİP bir sonraki seçimde aşağı yukarı aynı miktarda oy almasına rağmen Meclise sadece 2 milletvekili ile girebildi. Ama sol dalga sokakları kasıp kavurmaya devam ediyordu. Zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a göre, “toplumsal bilinç ekonomik gelişmenin önüne geçmişti” ve bunun durdurulması gerekiyordu. Ordu 12 Mart 1971’de hükumete muhtıra verdi. Sıkıyönetim ilan edildi, sokaklarda solcu avına çıkıldı. TİP kapatıldı, Behice Boran ve parti yöneticilerin çoğu tutuklandı. Düzen zafer kazanmıştı.

Dört yıl kapalı kaldıktan sonra, 1 Mayıs 1975'te yeniden kuruldu. Behice Boran genel başkan oldu. TİP yoluna devam ediyordu ve 12 Mart darbesi yapanların zaferi hiçbir şeye engel olamamıştı. Solu durdurmak üzere paramiliter güçleri saldılar sokaklara. Kendine ülkücü diyen halk düşmanı faşist çeteler devlet desteğinde sola savaş açmıştı. Fakat bu da hiçbir işe yaramadı. Büyük ve karanlık bir organizasyon dalgayı durdurmak üzere 1977 1 Mayısında Taksim’de iş başındaydı. O gün alanda toplananların üzerine ateş açtılar, onlarca kişiyi öldürdüler. Bir yıl sonra 1 Mayıs’ta toplanmayı da yasakladılar. Sokakları durdurmak için yeni bir zafere ihtiyaç vardı.

***

12 Eylül 1980’de Memduh Tağmaç’ın izinden gidenler yeniden darbe yaptı. Bütün partileri, dernekleri, örgütleri kapattılar. Kapatılan partiler arasında TİP de vardı. Milyonun üzerinde insanı gözaltına aldılar, işkence ettiler, yıllarca yargısız hapislerde tuttular. Tek amaçları ekonomik gelişmenin önüne geçen toplumsal bilinci köreltmekti. Baskının yetmeyeceğine karar verip dini kamu yaşamına soktular, din dersini zorunlu yaptılar, başta Fethullahçılar olmak üzere pek çok tarikatı el altından desteklediler. Darbenin başı Kenan Evren il il dolaşıp “ben de imam çocuğum” diye başlayan zafer konuşmaları yapıyordu. O konuşurken Diyarbakır, Metris, Mamak cezaevlerine doldurdukları solculara, Kürtlere ağır işkenceler yapılıyor, Nazi toplama kamplarını aratmayacak sahneler yaşanıyordu. Dediklerine göre başlarına bela olan o toplumsal bilinç sıçraması böylece durdurulmuş, yine zafer kazanılmıştı.

Fakat tam toplum derin bir sessizliğe büründü derken bir avuç militan 1984 yılında Eruh ve Şemdinli’de askeri noktalara saldırdı. Ülkenin nur topu gibi yeni bir sorunu olmuştu. Generaller bu “bir avuç eşkıyanın” tez zamanda üstesinden gelineceğini müjdeledi. Özal “halka sesleniş” konuşmasında pahalı kalemini halkın gözüne sallayarak garanti verdi; ekonomik gelişmeyi baltalayanlar “Allah’ın izniyle” bertaraf edilecekti.

Sonra olayın bir avuç eşkıyanın işi olmadığı anlaşıldı. PKK ülkenin her yerini yangın yerine çeviriyordu. Bulabildikleri tek çözüm içinde Kürt geçen bütün kelimeleri yasaklamak oldu. DGM’ler sansür kurulu gibi çalışıyordu, polis insan avındaydı. Mehmet Ağar “1001 operasyon yapıyor” ama yine de toplumsal bilincin ilerlemesi durdurulamıyordu. Zafer yine kadük olmuş, yaydıkları hukuksuzluk ve sınırsız şiddet devleti çürütmüştü.

***

Laiklik alanında kazandıkların zafer daha dramatik bir sona doğru götürüyordu ülkeyi. 12 Eylül generalleri “İslamcılık gerekiyorsa onu da biz yaparız” diyerek devletin kontrolünde bir din yaratmayı planlamışlardı. Genelkurmay ve ona bağlı Toplumla İşler Başkanlığı bu amaçla yurt dışı seferlere bile çıktı. Laik subaylar halkı “bölücü ve yıkıcı hareketlere karşı” bilinçlendirmek için dini vaazlar verdi. Dediklerine göre, böyle böyle irticaya karşı zafer kazanmışlardı.

Fakat tam zafer ilan edecekken seçimlerden Erbakan’ın İslamcı partisi birinci çıktı. Onlar da 28 Şubat’ta muhtıra verdiler İslamcı partiye. Muhtıraya veren generale göre Türkiye Cumhuriyeti 1000 yıl laik kalacaktı. Birkaç yıl sonra “Ergenekon Lobi” adlı bir belge dolaşmaya başladı ortalıkta. Sonra o belge büyük bir davaya dönüştü. Laiklik lafı eden bütün askerleri topladılar, laiklik lafını unutturana kadar içeride tuttular. Bıraktıklarında hepsi kekeme olmuştu. O arada ülke İslamcı bir çete tarafından ele geçirilmiş, laiklik de, cumhuriyet de tepelenmişti.

Sola karşı düzenin cıngılında 10 kaplan gücünde olan o Fantom kılıklılar, İslamcılardan 10 yıldır hayatlarının dayaklarını yiyorlar. Ağzı burnu yamuldu hepsinin. Kimi AKP’nin, kimi CHP’nin kapısını tırmalayıp duruyor, vatanı kurtarmak için!

***

Malumunuz, Nurettin Yıldız nam ilahiyatçı kız çocukları ile ilgili sözleri nedeniyle bir yazımda “pedofil” dediğim için bana ve soL’a dava açtı. soL’un haberine göre Adalet Bakanı müsteşarı hazretin hayranıydı. Aleyhimize sonuçlandı dava haliyle. Yetinmedi, hem davaya konu yazıya, hem de davayla ilgili bütün haberlere erişim yasağı koydurdu. Zafer kazanmış gibi görünüyordu.

Ama eli ayağı duracak gibi değildi. İşi bebelerden çıkarıp asansöre, ketçaba, hardala, yatağa, yorgana falan vardırınca devletin tepesinden sıkı bir zılgıt yedi. Sonra Diyanet işleri başkanı haşladı. Ardından Devlet Bahçeli ağzına geleni söyledi. En son Yargıtay başkanı “sapık, yobaz, gerici” diye saydırıyordu. Gıkı çıkmıyor artık.

***

Yazarken bir de ne göreyim, önde ÖSO, arkada TSK, Afrin’in fethini tamamlamışız. İstanbul’un fethinden uzun sürdü gerçi ama olsun, Kıbrıs’tan sonraki ilk ve tek zaferimizdir. Haliyle devlet büyüklerimizi biraz fazlaca heyecanlandırdı. Haşa, aralarında Çanakkale Zaferi’ne de benzetenler var ki, sonu benzemesin, külliyen bidattir. Çanakkale 1915’te geçilememişti ama bir iki yıl sonra Gelibolu yarımadasını ellerini kollarını sallayarak geçen düşman donanmaları İstanbul önlerine demir atıp İmparatorluğun başkentine asker çıkardı. Demem o ki arkasını getiremedikten sonra zafer kazansan ne kazanmasan ne?

Bu sebeplerle biz o anki zafere değil, sonrasında olacaklara bakarız. Afrin’i fethettim derken Diyarbakır’ın elden kayıp gitmesinden korkarız. Fetih işi netameli bir iştir çünkü. Hesabı, kitabı iyi yapmadın mı elinde patlaması büyük ihtimaldir.

***

Roma İmparatorluğu, yüzlerce medeniyeti ve ülkeyi fethede fethede gelişip yayılmıştı. Haliyle ilerlerken pek çok meydan okumayla da karşılaşmıştı. Epir kralı Pirus’un (Pyrrhos) meydan okuması en bilinenlerden biri. Pirus, M.Ö. 3. yüzyılda Romalıların işgalinden korkan Helen şehri Taranto’nun yardım çağrısı üzerine 25 bin askeriyle Adriyatik denizini geçti. Askeri dehasıyla Romalıları iki savaşta mağlup etti Pirus. Fakat bunu askerlerinin ve kaynaklarının çoğunu kaybetme pahasına yapabildi. Gelin görün ki Romalıların kaynakları ve gücü hiç tükenmeyecek gibi görünüyordu. Savaşa devam etmenin anlamsız olduğunu fark etti. Geri döndü ve Roma böylece Güney İtalya’nın kontrolünü eline geçirdi. Plutark’ın aktardığına göre Pirus son zaferinde şöyle mırıldanmıştı: “Tanrım bana bir daha böyle bir zafer yaşatma.” “Pirus Zaferi’’ bu karşılaşmanın mirasıdır.

Meraklısına not edeyim, Pirus geri döndükten sonra da rahat durmadı; Sparta’yı fethedeyim derken Argos sokaklarındaki bir gece çatışmasında öldürüldü.
Demek ki olup biteni anlamak için meydanda gözükene takılıp kalmayacaksın. Belki de zafer çığlıkları büyük bir hezimeti gizlemektedir!

***

12 Mart’ın etkisi 1973’te CHP-MSP koalisyonun kurulmasıyla dağılmaya başlamıştı. Hükumetin kurulmasının hemen ardından ilan edilen genel afla hapishaneler boşaldı. Türkiye kaldığı yerden yürüyüşüne devam ediyordu.

Bir yıl sonra, 1974’de Kıbrıs çıkarmasına karar veren de CHP-MSP koalisyonuydu.  Kıbrıs müdahalesi toplumda büyük başarı olarak algılanmıştı. Koalisyon ortakları bu algının oya dönüşeceği sandı. Ama öyle olmadı. Koalisyon dağıldı, Ecevit indi ve Milliyetçi Cephe hükumetleri dönemi açıldı. Türkiye kanlı bir iç savaşın içine doğru sürükleniyordu.

Zafer havai bir şeydir, havaya girmeye gelmez. Bazen kazanıyorum sanırsın fakat bir süre sonra kaybettiğini anlarsın. Bazen kaybedersin ama zafer sana daha yakındır.
Ne çok zafere tanık olduk ve ne çok yenildik. Ayaktaysak hâlâ, görmemizden gideni ve gelmekte olanı. 

Biliyoruz çünkü eninde sonunda kazanacağımızı…

Orhan Gökdemir / SOL

Arabesk ekonomi - OĞUZ OYAN

Çanakkale Köprüsü'nün finansmanı hakkında Başbakan B. Yıldırım: "10 ülkeden 24 bankanın katıldığı bir sendikasyon imzalandı. 1,6 milyar Avro, toplam kredinin yüzde 70'i. Daha ilginç tarafı bu 1,6 milyar için 3,6 milyar Avroluk teklif geldi. Alamadıklarımız da gönül koydular" diyebiliyor (Hürriyet 17 Mart 2018). Bu cümleden, sermayenin çıkarını ençoklaştırma güdüsünün yerine gönül-hatır ilişkilerinin geçtiğini sanırsınız; ya da yabancı sermayenin, itibarı tavana vurmuş Türkiye'ye kredi açmak için yarıştığı sonucunu çıkarırsınız, ama hangi büyük çıkarlar peşinde koştuğunu göremezsiniz. Benzer fonlamalarda olduğu gibi bu köprü için de öngörülen araç geçiş garantileri hakkında bilgi sahibi olamazsınız. Bereket Çiğdem Toker gibi örnek araştırmacı gazeteciler var da kamuoyunun bilgilenme hakkına saygı gösterilebiliyor.

***

Şimdi gelelim tekrar TürkŞeker'in özelleştirilme meselesine ve etrafını ören yalanlara. Bu bağlamda ZMO'nın 46. Genel Kurulu'nda yayınlanan deklarasyona (Bkz. 15 mart 2018 tarihli Cumhuriyet) bakmak da yeterli olur: Türkşeker Fabrikalarında çalışan işçi sayısı, sektörde ciddi bir özelleştirme olmamasına karşın, AKP döneminde 19 binden 8 bine indi; şeker pancarı eken çiftçi sayısı 460 binden 105 bine geriledi. 25 devlet fabrikasına tahsis edilen şeker üretim kotası 1,3 milyon ton iken, 8 özel fabrikanınki 1 milyon ton, yani Türkşeker bilerek tam kapasite çalıştırılmıyor, hatta dört fabrikası kapalı tutularak hiç çalıştırılmıyor ve bunların zararı üzerinden Türkşeker'in konsolide bilançosu zararda gösteriliyor, vb... Bu arada, Şeker Fabrikalarının birçok taşınmazının satılmasını, Maliye Bakanı'nın bir soru önergesine verdiği yanıta göre sadece 2017'de satılan taşınmazların sayısının 48'e ulaştığını da eklemek gerekir.

Le Monde Diplomatique'in Başkan ve Yayın Yönetmeni Serge Halimi, yayının Mart 2018 sayısındaki başyazısında, Fransa'da Macron'un yeni toplu özelleştirme girişimlerine, özelleştirme yöntemindeki stratejik dalavereleri "bir piyasa ekonomisini doğurma yolları ve sanatı" çerçevesinde itiraf eden bir eski sosyalist ekonominin bakanının 2000'li yılların başlarındaki sözleri üzerinden değiniyor: "Adım adım ilerlemeyi denemeyin. Hedeflerinizi açıkça belirleyin ve onlara ileri doğru niteliksel sıçramalarla yaklaşın ki çalışanların hak talepleri harekete geçme ve size çamur atma zamanını bulamasın. Asıl önemlisi hızdır ve hiçbir hız yeterince hızlı değildir. Reform programı bir kez uygulanmaya başlayınca, tamamlanmadan önce asla duraklamayın: Hasımlarınızın ateşi, hiç durmayan hareketli bir hedef söz konusu olduğunda, fazla isabet kaydedemeyecektir".

Bunun aslında IMF/DB telkinlerinden öğrenilmiş veya onlarla uyumlaştırılmış yöntemler olduğuna hiç kuşku yoktur. Kuşkusuz eski sosyalist ekonomilerin piyasa ekonomilerine dönüştürülmesi için özel bir program ve hız gerekiyordu. Hız açısından bakıldığında Türkiye de zaten özelleştirme programı bakımından bunu (daha önce ağır aksak giden ama hukuki altyapısı bu arada hazırlanmış süreci) IMF/AKP koalisyonu döneminde bütün veçheleriyle uygulamıştı. Özelleştirmeler 9 Aralık 1999 tarihinde IMF'ye verilen Niyet Mektubunda yeniden tanımlanmış ve genişletilmiş, AKP döneminde de buna olağanüstü bir hız kazandırılmıştı: 70 milyar doları aşkın özelleştirme az buz şey değil. Şimdiki MG'in  yüzde 10'u düzeyinde. (Herbir özelleştirmenin gerçekleştildiği dönemlerdeki daha düşük MG düzeylerine göre kuşkusuz çok daha yüksek). Demek ki, devasa bir program. Öyle ki, özelleştirmelere karşı harekete geçen demokratik kitle örgütleri hangisine karşı çıkacaklarını şaşırmış durumdaydılar ve bir bölümü de (özellikle kendi sektörleri hemen gündeme gelmeyen sendikalar) 'nasıl olsa bize sıra gelmez' rehaveti ve şaşkınlığı içindeydiler.

Bu olağanüstü hız ve kapsamdaki süreçte tek eksiklik Türkşeker'in özelleştirilmesi konusu olmuştu; zamanında genel furya içinde becerebilseler bu kadar gürültü kopmayacaktı. Şimdi sona kaldığı için, savaş gündeminin baskılayıcı ortamına rağmen, toplumun çeşitli kesimleri tepkilerini harekete geçirebilecek bir ortamı gene de bulabiliyorlar. O nedenle iktidar kanadı hem kitlesel tepkinin gücünden ürkerek saçmalama derecesinde yalana dolana sarılıyor (bu arada Nişasta ve Glikoz Üreticileri Derneği/NÜD'ün 11 Mart 2018 tarihli gazetelerdeki çıkan tam sayfa karşı-saldırısına da dikkat), hem de kafaları karıştıracak sözde geri adımlar atıyor. NBŞ için kotanın sözde %5'e indirilmesi gibi. Türkiye'de hangi denetim var ve atı alan Üsküdar'ı geçtikten sonra kim dönüp kotaların tekrar yükselmesiyle ilgilenecek? Fakıbaba'nın akıllara ziyan açıklamaları ('Devlet olarak biz de özelleştirilen şeker şirketlerine talip olabiliriz' deyip Tarım Kredi Kooperatiflerini alıcı olarak göstermesi ve sonra Başbakan'dan zılgıt yemesi) bile bu "tepkileri yatıştırma" hamlelerinden (kuşkusuz en şaşkınlarından) biri olarak görülmeli. (İsterseniz arabesk ekonomi yönetimi tarzı içinde de sınıflandırabilirsiniz).

***

Çiftlik Bank'a para kaptıranlardan biri, Posta Gazetesi'ne manşet olan şu gerekçeye sığınmış: "Bu kadar insan aptal olamaz diye girdim". Şaşkınlığa bakar mısınız? Onbinlerce kişinin aptal olamayacağını düşünüyor. Oysa bunlar, milyonlarla sayılıyor. "İslami Holdingler" denilen dolandırıcılık ağlarına yaklaşık 10 milyar Avro kaptıran yüzbinlerce kişi bizim insanlarımız değil miydi? Hem de devletin himayesi altında. Jet Fadıl batıp çıkıp halkı tekrar tekrar dolandırmadı mı? Kastelli gibi çok sayıda banker bu ülkede fütursuzca "saadet ağları" kurmadılar mı? 1980'lerde battıktan sonra 1990'larda bir daha sahneye döndüklerinde yeniden rağbet görmediler mi?

Katılımcı sayısı arttıkça, bunun, argo tabiriyle "keriz silkeleme" operasyonunun çapını büyüteceğini her zaman bizzat deneyerek mi öğreneksiniz benim canım vatandaşlarım? Katılımcı sayısı arttıkça, başlangıçta işler de yürür gözüktükçe (yani bir süre için "getiri" ödemeleri yapıldıkça), sisteme katılımlar artar. Sisteme katılımlar yavaşladığı andan itibaren bu Ponzi modeli (ilk dolandırıcı Charles Ponzi'nin adıyla ünlü model) kağıttan piramid gibi içine çökmeye başlar.

Tabii burada aptallık veya cehaletin bir açgözlülüğe/tamahkârlığa koşut gittiğini görmek gerek. Piyasadaki getiri oranlarının birkaç katı getiri vaadeden bir saadet zincirinden şüphelenmek neden akla gelmez? "Az tamah çok zarar verir" güçlü özdeyişininin neşet ettiği bir toplum, bu kadar kör olabilir mi? Burada kapitalist sistemin, satın alma gücü sınırlı olan geniş kitlelerin gözü önüne hergün boca ettiği lüks tüketim nesnelerini, küstahça savurgan yaşam tarzlarını, gelir dağılımının habire bozulmasının kitleleri içine düşürdüğü çaresizliği, bütün bunların kolay yoldan (beleşten) zenginleşme hayallerini körüklediğini dikkatten kaçırmamak gerekir. Yani arka plandaki "suça ve tamahkârlığa" teşvik etkeni, yalnızca eşitsizlik üreten kapitalist sistemin ta kendisidir.

Peki ama kapitalist sistemin devleti, onun regülasyon kurumları, bu dolandırıcılık ağlarına neden zamanında müdahale etmez? Bu da "arabesk" bir çevre kapitalist devletinin icaplarındandır. Kaldı ki, Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, o istismar çarklarına destek verenler, 1990'larda İslami Holdingler hesabına kampanyaya katılanlar, bu ülkede iktidar katlarına bile çıkmadılar mı? Bu nedenle, devletin teftiş kurullarını ve kurumlarını dağıtmak, kalanların içini boşaltmak en öncelikli görevleri olmadı mı? İslami holdingler konusunda bir Meclis Araştırması oluşturulmasına bile direnebildikleri kadar direnip, tepkiler nedeniyle dirençleri kırılınca da Araştırmanın sonuçsuz kalması için ellerinden geleni yapmadılar mı? Peki bu dolandırıcılıklara karşı gereğini yapmayan siyasilere siyasi olarak ceza kesmesi gereken seçmenler neden gereğini yapmazlar?

Meseleye daha genelden bakalım: Kendi sınıf çıkarları aleyhine, yerli ve uluslararası sermayenin çıkarları lehine siyaset yapan siyasi partileri bıkmadan usanmadan iktidara taşıyan milyonların durumu, saadet zincirine katılanlardan ne ölçüde farklı? Din istismarı ve sahte cennet vaadlerinin peşine takılmak, "Çiftlik Bank" gibi düzenbazlıkların ağlarına takılmaktan ne ölçüde farklı? Hatta sonuçları bakımından sadece kendilerinin değil bütün bir toplumun geleceğini karartması bakımından daha beter değil mi? Çiftlik Bank olayına girenler en azından bir Rus ruleti gibi zararı kendilerine olan bir iş yapıyorlar; oysa siyasi tercihlerini dinci otoriter sermaye partilerinden yana kullanan geniş emekçi kitleler, bunun dışında kalanları da peşlerinden sürüklemiyorlar mı?

Dolayısıyla kapitalist sistem bu sahte hayalleri, hem ekonomide hem siyasette sürekli üretecektir. Mesele, beyni kuşatan zincirlerden kurtulabilmek. O nedenle de sosyalizm, insanlığı cehaletten ve açgözlülükten kurtarmak için olduğu kadar insanı insan yapmak için de şarttır.

Oğuz Oyan / SOL

Bir 18 Mart daha - AYDEMİR GÜLER

Çanakkale Deniz Savaşının bu yıldönümünde iktidar cephesinde iki şey vardı. Bir; Afrin kent merkezinin -belli ki ÖSO aracılığıyla- kontrol altına alınması 18 Mart’a denk geldi. Bunun üzerine yine kontrolden çıktılar; Afrin ile Çanakkale’yi bulamaç yapmaktan kendilerini alamadılar! Cahillik ve akılsızlığa devam yani… 103 yıl önce olan, emperyalist savaşta nafile gelecek arayan Osmanlı’nın, duvara çarpıp ülke savunmasına çekilişiydi. 18 Mart 1915 emperyalist donanmalara karşı direniştir. Afrin’e ise kendileri fetih diyor! Gerçek daha da uzak: ABD’nin Suriye’yi bölme senaryosuna AKP eklemlenmiş oldu. 
Ne Çanakkale’si!

Bu eklemlenmenin anti-Amerikan bir demagojiyle hayata geçirilmesine çok yerinde yanıtı Türkiye Komünist Partisi veriyor. Hadi çıkalım o halde NATO’dan! Kapatalım üsleri!
İkinci olay Erdoğan’ın Çanakkale Belediye Başkanını konuşturmama talimatı. Demek ki, Çanakkale’nin yalnızca tarihini değil, bugünkü özgünlüğünü de anlamamışlar. Başka yerde başka bir CHP’li ambargoya çok üzülürdü. Bizim orada olmaz. Belediye Başkanı Ülgür Gökhan’ın sosyal medyada yayınlanan konuşmasından, halkın zaten sırtını döndüğü, şeriatçı, bindirme kuvvetlere dayalı bir devlet törenine katılmaktan duyulan üzüntünün izi yoktu.

Zaten AKP yıllardır 18 Mart törenlerini halka yasaklıyor. Kentin iki yanıtı bu sayede artık gelenekselleşti: Akşam olur, AKP gider. Halk fener alayı halinde sokakları doldurur. Memleketin haliyle çelişkili görünen bir neşeyle üstelik. Ama bakmayın siz meselenin o çelişkili tarafına. Çanakkale akılsızların ambargosunu delmenin keyfini sürmektedir.
Diğer gelenekse TKP’nin… Parti üyeleri takibe alınır, bina kuşatılır. Pankart asıldığında kapısı kırılacak, pankart indirilecektir. İyi de asacak başka yer mi yok koca şehirde? Hele sabahtan akşama boğazı geçip duran “arabalılar” varken! Ne yapacaksınız gelecek yıl? Seferleri de mi durduracaksınız? Pankart sözdür. Yeter ki sözünüz olsun. Balkona asılmazsa Boğazda salınır, orası da olmazsa illa ki bulur kendine bir geçit. TKP 18 Martlarda Çanakkale’nin, Türkiye ilericiliğinin sözü olmuştur.

Türkiye ilericiliği imam hatiplerin çoğalmasını durduramadı. Ama okuldan başka her şeye benzeyen bu binaların sıralarını boş bırakmayı bildi. Türkiye medeni nikaha saldırıyı da durduramadı. Ama, daha önce de söyledik, müftüler çok bekler, kapıda sıra olmasını genç çiftlerin.

Bu durum, siyasallaşan İslam’ın, devletleşen gericiliğin gördüğü halk tepkisidir. Evet Türkiye dincilerin de itiraf ettiği ve iktidarın endişeye sürüklenmekte halkı olduğu gibi, “bu dinden” çıkmaktadır. Ateistler çoğalıyor diyor, İhsan Eliaçık; uğraş didin, ancak yüzde onunu engelleyebiliyormuş! Ateistlerin çoğalıp çoğalmadığı başka konu; ama İhsan bey misyonunu itiraf etmiş. AKP yüzünden eksilen dinciliği kurtarmaktır işi. Oysa o da beceremez. Çünkü dinin siyasallaşması Türkiye ilericiliğinin duvarına çarpmaktadır.
Çanakkale’nin yeni sayabileceğimiz gelenekleri aynı mekanizmanın başka görüngüleri olarak düşünülmelidir. 18 Mart’ta geçilemeyen artık Çanakkale değil, daha fazlası…
Dönelim ambargo delen belediye başkanına… Dinlemediyseniz, bir kulak verin derim önce: Kendi adıma söyleyeyim; Ülgür beye bir daha saygı duydum.


Metnin edebi tonunu ve kurgusunu beğenirsiniz beğenmezsiniz, o ayrı. Ama popüler edebi bir seslenme olarak başarılı olduğu kesin. Üstelik milliyetçi demagojiye çok kurban edilmiş bir konuda popülerliğin tuzaklarına da fazla düşmüyor. Ülgür Gökhan, şahsına yönelen taciz karşısında geri basmamakta, dahası saldırıyı Çanakkale Deniz Savaşı ve Gelibolu Savaşları özelinde değil, oradan yola çıkarak çok daha geniş bir cephede göğüslemektedir. Bu genişlikte göğüsleniyorsa saldırı, artık söz konusu olan savunma değildir. Bu konuşma sağlam bir karşı saldırıdır. Gökhan, dinselleşmeden Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığına, kadına şiddetten çocuk tecavüzüne, çevre yağmasından ayrımcılıklara, yozlaşma ve kirlenmeden savaş kışkırtıcılığına kadar bir dizi kritik ve çarpıcı başlıkta yobazlara gereken yanıtı veriyor. Ülgür Gökhan “boğazına kadar çamura batanlara”, “vatanı satanlara” işaret etmesiyle, günümüzün değme sosyal demokratına taş çıkartmıştır ve ne kadar kutlansa azdır.


Nokta. Ve: Ülgür beye saygı, sosyal demokrasi kuyrukçularına uyarı.
Çanakkale Belediye Başkanının 18 Mart konuşmasından yeni bir sosyal demokrasi aşkı türetmek çok yersiz olacaktır. Şu basit nedenle ki, konuşma metni günümüz Türkiye’sinde bir cesaret örneği olmakla birlikte, sosyal demokrat bir içerik dahi taşımamaktadır. Türk sosyal demokrasisi Afrin’de ÖSO’cular Demirci Kawa heykelinin üstünde tepinirken zafer şarkılarına eşlik eder! Kılıçdaroğlu TSK’ya her zaman çok güvenmişmiş…
Ama hal böyle diye Ülgür Gökhan’ın konuşmasını politik olarak yükseklere koymak da manasız olur. Ülgür beyin gündemine “sınıf sorunu” bir tek “Fakirlik içinde zafer yazan, zenginleşmek için zulüm yapanı bir yerlerden izliyor” sözleriyle girmiştir. Saygıyı ve kutlanmayı fazla fazla hak eden Gökhan dört dörtlük bir demokrasi manifestosu okumuştur. Güzel ve o kadar.

Türkiye bu kadarına bile aç. Ama Türkiye daha fazlasına ihtiyaç duyuyor. Üstelik daha fazlasını hak ediyor. Türkiye bu demokrasi çizgisinin ilerisindedir.

Bir süre önce başbakanın köprü vesilesiyle “Çanakkale geçilmez dediler, işte geçiyoruz” diye kendini kaybetmesinin kaynağı karayolu inşaat şirketlerinin, otomotiv patronlarının kârlarına açılan yeni ufuktu. Çanakkale’nin su kaynaklarının, doğasının yok edilmek istenmesinin arkasındaki güdü, enerji şirketlerinin başı çektiği yağmacı kapitalistlerden ileri geliyor. Eğer Gelibolu yarımadasında savaş tarihi niyetine abuk sabuk evliya hikayeleri anlatılıyorsa, nedeni, bunlara inananların kendilerini bir daha asla emekçi yurttaşlar olarak hissedemeyecek olmalarıdır.

AKP’nin resmi muhalifleri demokrasi mücadelesinde nal topluyor diye, Türkiye ilericiliği demokrasiye fit olmamalı, yobazlığın sınıf karakterine odaklanıp yüzünü sosyalizme çevirmeli. 
Samimi demokratlara saygıyı ihmal etmeden…

Aydemir Güler / SOL

13 milyar kimin cebinden çıkıyor? - ÇİĞDEM TOKER

Daha, aniden iptal edilmiş, birkaç haftaya kalmadan da iptali durdurulmuş metro hatlarında ne tip pazarlıklar geçtiğini topluma doğru düzgün açıklayamamışlar. 
“Ekonomik değildi” (ki, gerçekten öyleydi) gerekçesiyle iptal edilen ihaleler, nasıl olup da iki ayda ekonomik hale geldi anlatamamışlar. Bulabildikleri gerekçe, -ihale tarihi
üzerinden bir yıl geçmemişken üstelik- bu hatların gecikeceği varsayımı olmuş. 
Büyükşehir Belediyesi olarak, tersi yapılmalıyken, ihaledeki uzmanlarca belirlenen keşif bedellerinin yüzlerce milyon TL üzerindeki tekliflere, bundan bir yıl önce neden imza atıldığının hesabı verilmemiş. 

Ve “fazla” verilmiş teklif büyüklükleri, 1.2 milyar TL’ye ulaşmış (misal; yaklaşık keşfi 2 milyar 58 milyon TL olan Çekmeköy- Sancaktepe-Sultanbeyli hattı için 2 milyar 342 milyon TL teklifin kabul edilişi). 

Görevlerinin olmazsa olmaz parçası olan bu hesapları vermeyi lütfetmemişler. 
Şimdi kalkıp, imzasını bir sene önce attıkları metro sözleşmeleri üzerinden, geniş geniş gülerek “en fazla oy aldığımız yerlere öncelik” diyebilme hakkını kendilerinde görebiliyorlar.
***

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Mevlüt Uysal’ın “en fazla oy aldığımızyere metro önceliği” lafı, -dini inançlardan önce ve öte- anayasaya aykırıdır. Bu ülkede belediye başkanları dini kurallara göre değil, hâlâ hukuk kurallarına göre seçilmektedir. Bu ülkede vergiler, dini kurallara göre değil, Meclis’in verdiği Bütçe Kanunu’na göre toplanmaktadır. 
İktidar partisi siyasetçisi ve yöneticilerinden on altı yıldır “eşitlik” kelimesini fazla duymamış olsak da, bir belediye başkanının, “Metroda da birinci önceliğimiz, en fazla oy aldığımız yerler olacak inşallah” deme hakkı bulunmamaktadır. 
(Sözler tam olarak şöyle: “Birinci önceliğimiz metro. Metroda da birinciönceliğimiz en fazla oy aldığımız yerler olacak inşallah. Sultanbeyli ihalesi yapıldı. İnşaatı devam ediyor. İnşallah bu yıl içinde de Vezneciler - Arnavutköy ihalesini yaparız.”)

Metro finansmanı nasıl? 
Bunun kadar önemli bir diğer mesele; istifa ettirilmiş Kadir Topbaş’ın giderken “borçsuz bıraktık” dediği, ancak o daha bunu derken 2017 bütçesinde 4.6 milyar TL borçlanma yazan İBB’nin, metro yatırım finansmanını nasıl sağlayacağıdır. 

Meraklısı, Topbaş döneminde İBB’nin 925 milyon Avro borçlanma yetkisi aldığını hatırlar. Şimdi de aynı İBB’nin yatırım ve hizmet faaliyetleri için 1.5 milyar TL borçlanacağını okuyoruz. 

Her ne kadar Mevlüt Uysal, bu yılın başında raylı sistem yatırımlarına bütçeden 6 milyar TL ayrıldığını açıklamasa da, metro konusunda İBB’ce yanıtlanması gereken birkaç temel soru vardır. Bunların başında beş metro hattı ihalesinde yaklaşık 1.2 milyar TL keşif bedeli üzerindeki tutarların, müteahhit şirketlere ödenip ödenmeyeceği gelmektedir. 

(Bir yıl önceki ihalelerde beş hattı üstlenen firma: Makyol-Astur-İçtaş-Kalyon,Gülermak-Nurol, Doğuş-Özaltın-Yapı Merkezi, Alsim-Alarko-Cengiz, ÖzgünYapı-Söğüt-Şenbay, Makyol-Astur-İçtaş.) 

İkinci olarak geçen yıl yetkisi alınan 925 milyon Avro borçlanmanın gerçekleşip gerçekleşmediği ve en nihayet de son 1.5 milyar TL borcun kaynakları. 

Bu soruların cevabı, geçen yılın fiyatlarıyla sözleşme büyüklüğü yaklaşık 13 milyar TL olan metro yatırım bedelleri; aralarında HDP’nin, CHP’nin, MHP’nin, SP’nin olduğu farklı partilere oy vermiş bu ülkenin bütün yurttaşlarının vergilerinden ödeneceği için önemlidir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Dışa bağımlılık tavan yaptı - HAYRİ KOZANOĞLU

Uluslararası Yatırım Pozisyonu’nun (UYP) dış yükümlülükleri yeni bir rekorla 714 milyar dolara yükseldi. Türkiye’nin yurt dışı varlıkları ise ancak 233 milyar dolar. Böylelikle net UYP pozisyonu eksi 481 milyar dolara fırladı.

Uluslararası Yatırım Pozisyonu (UYP) bir ülkenin yurtdışı âleme olan tüm varlıklarını ve yükümlülüklerini gösterir. Bir ekonominin dış bağımlılığının en yaygın bilinen ölçütü, Türkiye için şu anda 438 milyar dolar düzeyinde bulunan dış borçlardır. Halbuki finansal küreselleşmenin yaygınlaşmasıyla birlikte, özellikle doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını ve portföy hareketlerini de içeren UYP’nin daha anlamlı bir gösterge haline geldiği söylenebilir.

Her 1 varlığa 3 yükümlülük
Dün açıklanan UYP’nin dış yükümlülükleri, yeni bir rekorla 714 milyar dolara yükseldi. Türkiye’nin yurtdışı varlıkları ise ancak 233 milyar dolar. Böylelikle daha önemli bir kriter olan, net UYP pozisyonu eksi 481 milyar dolara fırladı. Kaba taslak her 1 dolarlık dış varlığımıza karşın 3 dolarlık yükümlülüğümüz bulunuyor. 2016 yılına göre, yükümlülükler tam 132 milyar dolar, net pozisyon ise 115 milyar dolar artmış görünüyor. Bu, haliyle çok vahim bir gidişata işaret ediyor.
Rakamların ayrıntılarına girmeden önce metodolojik bir açıklama yapmakta yarar olabilir. Örneğin 2016 sonuyla kıyaslayınca, yabancıların hisse senedi portföyünün 35.5 milyar dolardan 2018’de 54.8 milyar dolara yükselerek, 19.3 milyar dolar sıçramasının üç açıklaması olabilir: Birincisi, yabancıların borsaya taze yatırım yapması; ikincisi, borsa endeksindeki artış; üçüncüsü TL/dolar paritesindeki hareket. Fiilen de üçünün kombinasyonu sonucu bu noktaya ulaşılmış durumda.

Şimdi rakamların biraz ayrıntısına girersek:
»Türkiye’nin 233 milyar dış varlığının yarısını Merkez Bankası’nın 115.3 milyar dolarlık rezerv varlıkları oluşturuyor. Rezervlerde, son 1 yılda parasal altın stokunun 11.2 milyar dolar artarak, 25.3 milyar dolara sıçraması dikkat çekiyor.
»Yurtdışına yapılan doğrudan yatırımların tutarı 42.5 milyar dolar. 3.1 milyar çok sınırlı bir portföy yatırımının yanı sıra, yurtdışındaki mevduatları ve açılan kredileri içeren “diğer” kalemi de eklenince 232.7 milyar dolarlık varlık toplamına ulaşılıyor.
»Türkiye’nin yükümlülüklerindeki 132.1 milyar dolarlık artışın; 54.1 milyar doları doğrudan yatırımlardan, 42.5 milyar doları portföy yatırımlarından, 35.5 milyar doları ise kredilerden kaynaklanıyor.
»Doğrudan yatırımların 2017’de hız kestiğini biliyoruz. Değişim daha çok, yabancı şirketlerin ve yabancıların gayrimenkullerinin dolar cinsinden değerinin artışından kaynaklanıyor.
»Portföy yatırımlarının bileşenlerine gelince: 54.8 milyar dolar hisse senedi (son 13 ayda 19.3 milyar dolar artış), 130.7 milyar dolar borç senedi bulunuyor (Aynı dönem 24.2 milyar dolar artış). Ayrıca, bankaların 93.1, hükümetin 25.9, dış ticaret sektörünün ise 47.1 milyar dolar kredi borcu bulunuyor.

‘Sıcak para’ tavan yaptı
»Sıcak parayı; yabancıların hisse senedi yatırımları, elde tuttukları yurtiçi borçlanma senetleri ve mevduatlarının toplamı olarak tanımlayabiliriz. Bu hesaba göre uçar-kaçar nitelikli, ülkeyi terk ettiğinde döviz kurlarını ve piyasa faizlerini sarsabilecek sıcak para tutarı tam 142 milyar dolarla tavan yapmış durumda.

Son söz: AKP’nin iktidara geldiği dönemde UYP eksi 85.5 milyar dolardı. 5 yıllık sürede, “yerli ve milli” hükümetler dış yükümlülüğümüzü 5.6 kat artırarak, eksi 481 milyar dolara fırlattılar. 

Yorum sizin…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Afrin soruları - İBRAHİM VARLI

Ne Afrin’i ne öncesindeki Fırat Kalkanı’nı ne de sonrasında vuku bulacağı dillendirilen Menbiç harekâtını, fotoğrafın bütününe bakmadan anlamak mümkün. Fotoğrafın bütününde karşımıza çıkan ise Suriye’deki hegemonya, paylaşım, nüfuz savaşının kendine özgü denklemi. Bu gerçekliği dikkate almayan her analiz eksik kalır.

Doğu Guta’da Şam, zafer ilan etmeye yakın. İdlib’in de temizlenmesiyle Suriye’nin “cihatçılar” sorunu –küçük cepler dışında- büyük oranda bitmiş olacak. Radikal İslamcıların beklenen yenilgisiyle savaş, Kürtlerin merkezinde olduğu yeni bir kavgaya dönüşmek üzere.

Bütün emareler, göstergeler bu yönde. Fırat’ın doğu yakasına yerleşen ABD, varlığını Kürtler üzerinden meşrulaştırıyor. Benzer şekilde iki bölgeden Suriye’nin kuzeyine giren Türkiye’nin görünür nedeni de Kürtler. Astana masasında Kürtlere statü veren Rusya’nın da Kürtler üzerinden birtakım hesabı var.

Cenevre ve Astana masalarında pazarlık yapması için Türkiye’nin eline önemli iki koz geçmiş oldu. Bu yadsınamaz. Bu kozlarından birisi Afrin, diğeri de Cerablus-Azez hattı. Ve şayet gerçekleşirse buna Fırat’ın batısına düşen Menbiç’i de eklemeli.

Bir anlaşma mı söz konusu?
Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile sürdürülen Zeytin Dalı Harekâtı’nın 58. gününde Afrin kent merkezine girildi. Beklenilenden de hızlı bir şekilde Afrin’e girilmesi soru işaretlerine neden oldu. 8 Mart’ta Avusturya’nın başkenti Viyana’da konuşan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “Zeytin Dalı Harekâtı mayıs’a kadar biter. Afrin devam ediyor olursa da hem Irak’ta hem Suriye’de operasyon yapıyor olacağız” demişti. On gün sonra 18 Mart’ta Afrin kent merkezine girildi.

En az iki ay daha sürmesi beklenen harekâtın açıklamadan on gün sonra hedefine ulaşması haliyle birtakım soruyu gündeme getirdi. YPG’nin geri çekildiği, gizli bir diplomasinin yürütüldüğü, kapalı kapılar arkasında birtakım pazarlıklar yapıldığı dillendirilmeye başlandı. Afrin’de bir kent savaşına girişilmemesi de soruları besleyen unsurlardan. Perde arkasında neler oldu meçhul.

Tabii YPG özelinde üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da kentin neden Suriye devletine devredilmediği, bunun yerine göz göre göre Türkiye’nin denetimine girmesine izin verildiği.

Rusya ne yapmaya çalışıyor?
Afrin eksenli gelişmelerde Rusya’nın tavrı belirleyici. “Türkiye’ye komşu bir ülke topraklarında bu kadar rahat oyun kurmasına izin veren koşullar nedir” diye bakıldığında yanıtların Moskova’da saklı olduğu görülecektir. ABD’nin Suriye’deki oyununa çomak sokan Rusya’nın kurmak istediği oyunu ve vermek istediği mesajları kısaca şöyle özetlemek mümkün.

»Kürtlere sınırı göstermek: Rusya, özellikle Fırat’ın doğusunda ABD’yle sıkı ilişkiler Kürtlere bu “aşırı” yanaşmanın kendilerine yol açacağı faturayı görmelerini istedi. Bunun yanında Kremlin’in belirlediği statünün dışında bir talepte bulunulmaması mesajı vardı. Bu etkenler nedeniyle Suriye Kürtleri’nin talep ve hareket alanlarının törpülemesi için Türkiye’ye yol verildi.

»ABD-Türkiye hattında çatlak oluşturmak: Suriye arenasında ABD ile birçok konuda karşı karşıya gelen Türkiye’yi, bu gerilimden yararlanarak yanına çekmek isteyen Moskova, Ankara-Washington ilişkilerine çomak sokmak, iki ülke arasındaki makası daha da açmak için Afrin hamlesine icazet verdi.

»Kozları birbirine karşı kullanmak: Şam yönetimi, Türkiye ve Suriye Kürtleri arasında denge tutturmaya çalışan, birini kaybetmeden diğerini kontrol etmek isteyen Kremlin, her üç aktörü birbirine karşı birer koz olarak kullanıyor. ABD ile doğu-batı ekseninde Suriye’yi paylaşan Rusya, Batı Suriye’de “al-ver” hesabıyla dönemsel müttefiklerini ürkütmeden oyununu icra ediyor. Afrin’e karşılık İdlib’i alırken, Kürtlere de Astana masasında yer açtı.

AKP/Saray rejiminin sıkışmışlığı giderilir mi?
Ankara, uluslararası kamuoyundan ve Suriye’den gelen eleştiriler üzerine kentte kalıcı olmadığını “Afrin’in Afrinliler tarafından yönetileceğini” açıkladı. “Bölge gerçek sahiplerine teslim edilecektir” denilerek Afrin merkezine girildiği saatlerde Antep’te bir araya getirilen “güdümlü” muhaliflerle “Afrin Kurtuluş Kongresi” düzenlendi.

Afrin’i içeriye tahvil ederek milliyetçi-muhafazakâr kitlesini konsolide eden AKP/Saray rejimi, milliyetçi hezeyanı hamaset edebiyatıyla bir süre daha pompalamaya devam edecek. “ABD’nin desteğiyle Akdeniz’e kadar uzanan Kürt koridoru projesini engelledik” denilerek içeride yol alınmaya çalışılacak. Ancak bu milliyetçi, şovenist histerinin barutu da bir yere kadar. Buradan başkanlık seçimine kadar sürecek bir yıllık bir malzeme çıkmaz. Bunun için de yeni “kızıl elmalar”a ihtiyaçları var.

Suriye denkleminde ABD ile Rusya arasında sıkışıp kalan, iki küresel aktörün manevralarından doğan boşluklardan nemalanmaya çalışan AKP/Saray rejiminin yaşadığı sıkışmışlık Afrin, Cerablus, El Bab gibi küçük ceplerin alınmasıyla giderilecek gibi değil. Suriye’ye rejim ihraç etme hevesiyle çıkılan yolda harekete geçirilen fay hatlarının yarattığı sarsıntı bütün bir Suriye politikası çökmüş, AKP/Saray rejiminin yaşadığı sıkışmayı daha da artırıyor. Olası bir Menbiç ya da Sincar harekâtı da bu sıkışmışlığı aşmasına çare olmayacak. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtı nasıl bu sıkışmışlığı gideremediyse yeni operasyonlar da yaşanılan çözülmeyi engelleyemeyecek.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Afrin - L. DOĞAN TILIÇ

Suriye’de neler olup bittiğini yalnızca bizim medyadan değil de farklı kaynaklardan izlemeye çalışanlar, “Afrin düştü” haberleriyle birlikte “Doğu Guta düştü/düşüyor” haberlerini birlikte gördüler. Pazar günü, Erdoğan Afrin’in düştüğünü müjdelerken,  Esad da Doğu Guta’da zafer turu atarcasına cepheyi dolaşıyordu.

Afrin ve Doğu Guta’daki gelişmeleri birlikte okumak, Türkiye’nin uzun vadede 
Suriye’de nelerle karşılaşacağını öngörebilmek açısından önemli.
TSK ve ÖSO’nun Afrin merkezine girişi, Türkiye’nin ilan ettiği ilk hedefe ulaşması açısından önemli bir gelişme ve beklenenden çok daha “kolay bir zafer” oldu. Yarın seçim olsa, bunun –tıpkı Suriye dahil dışarıdaki “başarıların” Putin’in zaferinde payı olduğu gibi- Erdoğan ve AKP hanesine puan yazacağı kesin.

Ağır kayıplar verileceği gerekçesiyle “Afrin merkezine girmeyin” diyen ana muhalefet partisi ve liderinin, neredeyse kayıpsız Afrin’e girilmesi karşısında orduyu kutlaması, Suriye operasyonuna ilkesel değil de teknik nedenlere karşı çıkışın yol açtığı açmazı da gösteriyor.

Afrin’in bir çatışma olmadan terkedilmesi YPG saflarında bir moral bozukluğuna ve düzenli ordu savaşında, ABD koruması ve desteği olmaksızın, TSK ile karşı karşıya kaldıklarında kazanma şanslarının olmadığını görmelerine yol açacak.

Aslında, bu görüldüğü için operasyonun başladığı günden beri, Afrin’de direnecekler beklentisi yaratarak sürekli çekilen YPG Afrin’den de çekildi. 10 bin kadar oldukları söylenen silahlı güçlerin neredeyse tümü, TSK ve ÖSO girmeden Afrin’den çıktı.
TürkiyeAfrin’in “kurtarılması”nın bu kadar gecikmesini sivillere zarar vermemek konusundaki titizlikle açıklarken, YPG de Afrin’i terk edişini aynı gerekçeye dayandırıyor.
BMTSK ve ÖSO girmeden önce 48 bin sivilin Afrin’i terk ettiğini söylerken, farklı kaynaklar son günlerde Afrin’i terk edenlerin sayısını 150-200 bine kadar çıkarıyor. Bu saptamalar, Türkiye’nin “teröristler sivillerin çıkışına engel oluyor” söylemiyle örtüşmezken, TSK ve ÖSO’nun girişinin Afrin’de zaten pek kalmamış sivil halkın coşkusuyla karşılandığı da söylenemez.

ÖSO’nun kente girişteki ilk işinin Kürt ve İran mitolojisinin önemli sembollerinden Demirci Kava’nın heykelini yıkmak olması, ağırlıkla Sünni Araplardan oluşan bu gücün Kürtlere dönük etnik temizlik yapabileceği endişesini destekleyen bir gelişme oldu.

Bölge uzmanı Batılı gazeteciler tarafından, “Afrin’i gerçek sahiplerine vereceğiz” ve “teröristlerden arındırıldıktan sonra Türkiye’deki Suriyelilerin Afrin’e yerleştirileceği” söylemi de, Türkiye’nin sınırda bir Sünni Arap bölgesi yaratacağı şeklinde değerlendiriliyor.

Bu olasılığın gerçekleşmesi, Türkiye’ye dönük olarak on yıllar sürecek ve hem içerde hem dışarda sosyolojik temelleri olan bir Kürt kırgınlığına ve öfkesine yol açacaktır.
YPG’nin çekilişi, onlar açısından moral bozucu bir büyük yenilgi olsa da, Türkiye’ye, hangi formda olursa olsun, bölgede kaldığı sürece yaygınlaştıracakları bir vur-kaç savaşının da başlangıcına işaret ediyor.

Afrin düştü, peki bundan sonra ne olacak?
Türkiye sonraki hedefin Münbiç ve hatta Irak sınırına kadar bütün bölgenin temizlenmesi olduğunu ilan etmişti.

Tam da bu noktada, Suriye ordusunun Doğu Guta’daki ilerleyişi, oradaki “muhaliflerin” kaybetmekte oldukları gerçeği önem kazanıyor.

Gelişmeleri İsrail cephesinden değerlendiren analistler; Doğu Guta’nın düşüşünün iki anlamı olduğu söylüyorlar: Birincisi İran’ın Şam’ın tartışmasız ağabeyi olması ve bunun da İsrail için sürekli tehdit anlamına gelmesi, ikincisi de ABD’nin Suriye’yi Rusya’ya kaptırması.

ABDPYD/YPG’yi Türkiye karşısında yalnız bırakırsa, bu Kürtlere ilk ihaneti olmaz. Ancak, sahada YPG/PYD’den başka dayanağı olmaması, Kürtleri terk etmesinin  Suriye’yi de terk etmesi anlamına gelecektir ki, bu bundan sonraki adımlarda  Türkiye’nin ilk kez ciddi çatışmalara gireceği anlamına gelir. Daha uzun vadeli baktığınızda ise, AfrinDoğu Guta’yı düşürüp muhaliflere karşı gittikçe güçlenen Şam yönetimiyle karşılaşmanın alanına dönüşebilir.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

19 Mart 2018 Pazartesi

Burjuva basını ‘görev’de! Paris Komünü, I. Enternasyonal ve Marx hedefte! - SERPİL GÜVENÇ

İlk emek iktidarı olan Paris Komünü’nün burjuvaziyi ne denli korkuttuğu açıktır. Sömürücü sınıf, Komün’e karşı verdiği mücadelede altmış bin insanı vahşice katletmek dahil olmak üzere görülmedik ölçüde zor kullanmanın yanı sıra basından büyük çapta yararlanmıştır. Burjuva basınının Komün döneminde oynadığı rol, bu kurumun, burjuvazinin en önemli ideolojik aygıtlarından birisi olduğunu bir kez daha gözler önüne serer.  

Avrupa, İngiltere ve ABD’de – sol ve komünist gazete ve dergiler dışında – tüm basın organları, Komün, I. Enternasyonal ve lideri Marx’la ilgili olarak ağız birliği etmişçesine asparagas haberler yayımlarlar. Komün’ün Paris’i, Fransız 1789 Devrimi’nde olduğu gibi bir “vahşi hayvan mağarası”na dönüşmüştür. Sokakları kan götürmekte, anarşi ve suikastların ardı arkası kesilmemektedir. Kenti çetelerin terörü yönetmekte, daha da kötüsü “vahşi Kızıllar” gerçek cumhuriyetçiliği ve bireysel özgürlüğü yok etmektedirler. Komün’ün dünya çapında bir büyük yangının habercisi olduğunu ve 1. Enternasyonal tarafından yönetildiğini iddia eden Versay hükümetinin bildirileri basında büyük puntolarla tam metin olarak yer alır. Bu da yetmez; kişilerle ilgili yalan haber rüzgârı da hızla iletilir okurlara. Komün’den bir gün önce tutuklanarak hapse atılan devrimci önder Auguste Blanqui, nasıl olmuşsa hapisten çıkmış ve Komün Genel Komitesi’nde yer alarak hareketi yönetmeye başlamıştır! Fransa halkının desteklediği Komün sosyalisttir ve bu nedenle hükümet olamaz çünkü sosyalizm demek şiddet demektir; Komüncüler komünisttir ve Enternasyonal tarafından yönlendirilmektedirler; Enternasyonal onları Paris’ten sonra diğer ülkelere saldırtacaktır. Sonunda dünyanın her ülkesi bu şiddet dolu çete yönetimine geçmek zorunda kalacaktır!

Burjuva basını yapılacak işi de tanımlar sütunlarında. Paris’e Louis Napolyon Bonaparte gerekmektedir! Komün’ü şiddet severlikle suçlayan yazar takımı, Louis Napolyon gibi eli kanlı bir diktatöre olan özlemini haykırmaya başlar. Paris’teki bu “zehirli devrimci düzensizliği” ancak Bonaparte’lar gibi düzgün “doktorlar”tedavi edebileceklerdir. İmparator serbest bırakılmalı ve başkente yürüyerek bu çılgınlığı halletmelidir. Eğer o bu işi beceremezse Fransa’nın savaş açtığı ve yenildiği “düşman” Alman ordusu devreye girmelidir!

Burjuva basınının diğer hedefi ise, Komün belâsını Fransa’nın başına sardığı iddia edilen Marx ve Enternasyonal’dir. Enternasyonal’in başı “Alman komünist doktor” Marx, Bismarck ile gizlice görüşmekte, onun ajanlığını yapmakta ve Alman hükümetinden para almakta ve bu parayla Londra’da çok lüks bir yaşam sürdürmektedir! Fransa’da büyük burjuvazi ve asillerin organı olan ve Marx’ın “petite presse – küçük basın” olarak nitelediği bu yayın organlarından Le Gaulois gazetesi, “Paris Devrimi Londra’dan örgütleniyor” başlıklı haberinde Marx’ın , hapisteki Blanqui ve biri İngiliz diğeri ise İtalyan iki düşsel hükümet görevlisi ile gizli toplantılar yaparak Fransa aleyhine komplo ve suikast düzenlediğini yazar! Fransız Versailles polisini kaynak gösteren bu düzmece haberler özellikle Fransız basınının düzen yanlısı gazetelerinin başlıklarından hiç eksilmez. Daily News, Marx ve Enternasyonal’in Fransız köylülerini tüm şatoları yakmaya çağırdığına dair bildiriler yayınlar. Tutucu İngiliz The Standard gazetesi, 19 Haziran 1871 tarihli başyazısında Londra enternasyonalistlerinin eski toplumun yıkılmasının zorunluluğunu işaret eden, kamusal yapıların ateşe verilmesi, rehinelerin öldürülmesi gibi olayları destekleyen çağrılar yayınladıklarını ballandırarak yazar. Fransa’ya ulaşmak isterken Belçika’da tutuklandığı haberinin La Situationisimli Fransız gazetesinde çıktığı gün, Marx, ABD’den kendisiyle röportaj yapmak üzere gelen The Worldmuhabiri R. Landor ile görüşmektedir. Muhabir ve Marx Londra’daki haberi evde birlikte okurlar!

İş çığırından çıkmıştır ama bir bakıma istenen de budur.  Amaç, Marx’ın işçi sınıfları nezdinde kazandığı haklı ünü kirletmek ve Marx’ın ifadesiyle, amacı “siyasal iktidarı ele geçirerek işçi sınıfının kurtuluşunu sağlamak ve siyasal iktidarı toplumsal hedeflere ulaşmak için kullanmak olan”ve kurulduğu günden itibaren “dünyanın en ileri işçilerini birleştiren ulusal bir bağ”ı simgeleyen 1. Enternasyonal’i kitleler önünde küçük düşürmektir.

Komün’ü Marx ve Enternasyonal mi yarattı?
“Kendiliğinden doğan” Komün’ün yaratıcısı Marx ya da Enternasyonal değildir. Almanya ile savaş, kuşatılma acıları, proletaryanın işsizliği, küçük burjuvazinin uğradığı yıkım, yığınların yeteneksiz üst sınıflara ve yönetime karşı duyduğu öfke, durumundan hoşnut olmayan işçi sınıfının başka bir toplumsal örgütlenmeyi özlemesi, Fransız Ulusal Meclisinin gerici bileşimi ve benzeri etkenlerin Paris halkını 18 Mart Paris Komünü eylemine götürdüğünü yazar Lenin.

Komün yönetimi içinde sadece birkaç Enternasyonal üyesi işçi vardır ve azınlıktadırlar. Buna karşın Engels, Komün’ün “Enternasyonal onu yaratmak için parmağını oynatmadığı halde, entelektüel açıdan Enternasyonal’in çocuğu olduğundan kuşku duyulmaması” gerektiğini yazar. Marx ve Engels, devrimci bir işçi partisinin yokluğu, Versailles hükümetine karşı verilen mücadelede yaşanan gecikmeler, Fransa Devlet Bankası’na hemen el konmaması ve benzeri bir dizi eksiklik ve yanlışlığı eleştirdikleri halde “Paris’teki mücadele ile birlikte işçi sınıfının kapitalist sınıfa ve onun devletine karşı mücadelesinin” yeni bir evreye girdiğini ve sonuç ne olursa olsun “dünya tarihi açısından önemli bir hareket noktasının kazanıldığını” düşünmektedirler, bu nedenle de Komün’ü sonuna dek  desteklerler.

Enternasyonal, Marx’a Paris Komünü konusunda örgütün görüşlerini ortaya koyacak ve olayları inceleyecek bir Genel Konsey tebliği yazma görevi vermiştir.  Büyük düşünürün deyişiyle sınıf egemenliği artık kendisini “ulusal bir üniforma altında” gizleyemez ve düşman Alman ve Fransız hükümetleri proletaryaya karşı el ele vererek 28 Mayıs günü son Komün savaşçılarını da kanlı bir katliamla yok ederler. 30 Mayıs günü Marx, Enternasyonal Genel Konseyi’nin kendisine verdiği görevi tamamlar ve Komün’ ün tarihsel anlamını çok zengin bir biçimde sunar. Tebliğ ya da “Fransa’da İç Savaş”, Marx’ın Kapital başta olmak üzere birçok yapıtı gibi aynı zamanda büyük bir edebî yapıttır ve Paris devrimcileri için kalıcı bir anıt özelliğini taşır. Tebliğ şu sözlerle sonlanır;
“İşçi Paris, Komün’ü ile birlikte yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının soylu yüreğinde yaşayacaktır. Cellâtlarını ise, tarih, daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çiviledi ve rahiplerinin tüm duaları onların günahlarını bağışlatamayacaktır.”

Enternasyonal’e baskı artıyor ama…
Basındaki bu kampanya ve Tebliğ sonunda sadece iki Enternasyonal üyesi, Odger adlı bir sendikacı ve eski İngiliz Çartist Lucraft istifa ederler. Hiçbir sendika Enternasyonal’den ayrılmaz ama baskılar artarak sürer. Komün cellâdı ve Fransız Cumhurbaşkanı Thiers Fransa’da Enternasyonal’i yasa dışı ilân eder ve İngiliz başbakanı Gladstone’na da kendisi gibi davranması çağrısında bulunur. Papa devreye girer. Ona göre, bu “Enternasyonal sekti” tüm Avrupa’yı Paris’e dönüştürmek istemektedir. Bu baylardan korkulmalıdır çünkü onlar Tanrı’nın ve insanlığın ezeli düşmanlarının yanında saf tutmaktadırlar!
Sonuçta, Fransa ve İspanya hükümetleri Komün göçmenlerini Pireneler üzerinden sınır dışı etme, Belçika ve Danimarka kendi ülkelerindeki Enternasyonal örgütlerine baskı uygulama kararı alırlar. Almanya ve Avusturya hükümetleri de Kasım 1872’de ortak bir toplantı yaparak Enternasyonal’ e karşı bir dizi önlem almaya karar verirler. Onlara göre, Enternasyonal burjuva toplumu ile çelişki içindedir ve dışlanmalıdır. Enternasyonal toplanma özgürlüğünü kötüye kullanarak tehlikeli eylemlere başvurmaktadır. Tüm Devletler bu kuruluşa karşı çıkmalı ve ortak yasalar çıkarmalıdırlar.

Başta Fransa olmak üzere birçok Avrupa ülkesindeki Enternasyonal büyük baskılarla karşı karşıya kalır. Üyeleri tutuklanır, düzmece suçlarla yargılanırlar ve cezalandırılırlar; şubeleri kapatılır.

Ne var ki, baskı girişimleri ters teper. Komün sonrası Enternasyonal güçlenir. Belçika ve İspanya’da şube sayısı artar. Portekiz’de yeni şubeler açılır. Danimarka’da sendikalar Enternasyonal’de birleşmeye başlarlar. İngiltere’de İrlanda bölümü açılır ve önemli işçi liderlerinden John Macdonnell Genel Konsey’in İrlanda sekreteri olur. Sadece Avrupa içinden değil ama aralarında Yeni Zelanda, Kalküta, Avustralya, Buenos Aires’in de bulunduğu birçok ülke ve kentten üyelik başvuruları gelmeye başlar. Birçok ülkede Enternasyonal toplantılarının sayısı katlanır.

Avrupa’da bir başka çarpıcı gelişme daha yaşanır. İtalya’nın kurucusu, büyük yurtsever ve halk kahramanı Guiseppe Garibaldi, “Enternasyonal geleceğin güneşidir”sözleriyle Enternasyonal’e üyelik başvurusunda bulunur.

Sol basında da olumlu gelişmeler yaşanır. Cenevre’deL’Égalité, Milano’da Gazettino Rosa; Leipzig’de Sosyal Demokrat İşçi Partisi organı Der Volksstaat, Madrid’de İspanya Federasyonu resmi organı olan La Emancipacion, Danimarkalı işçilerin gazetesi Socialisten, Rouen’daki La Réforme Sociale Enternasyonal’i desteklemeye başlarlar. Enternasyonal ile ilişki kuran bu gazetelerin satışları her gün biraz daha artar.
Enternasyonal’e verilen destek çok anlamlıdır. İşçi sınıfı, eşit, özgür bir yaşamı yaratmak, yeni bir dünya kurmak için devrimin mümkün olduğunu görmüştür. Ne var ki, maziyi “ta kökünden silmek” ve “bir başka âlem kurmak”isteyenler mutlaka örgütlü olmak zorunda olmak zorundadırlar.

Komün’den öğrendiklerini eleştirel bir biçimde uygulayan Rus işçi sınıfı, Bolşevik Partisi ve Lenin önderliğinde, yarım yüzyıldan daha az bir süre sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni kurdu. Komün’ün başlattığı ama bitiremediği tüm kazanımlar ikinci sosyalizm denemesinde yaşama geçirildi. Zincirin zayıf halkasını kıranlar bu kokmuş düzeni paramparça ettiler ve gelecek kuşaklara çok yararlı tecrübeler bıraktılar.
İç ve dış koşullar bu iki büyük sosyalist iktidar deneyinin daha uzun ömürlü olmasına olanak tanımadı. Ama ne gam! Kapitalizmle gelen acımasız, dayanılması olanaksız yaşam koşullarında ezilenler başkaldırmayı, direnmeyi sürdürüyor, en güzel dünyayı arama çabalarına aralıksız devam ediyorlar.

Dünya egemenleri, para babaları hiç sevinmesinler. Ne son söz söylendi ne de son kavga verildi.

Mücadele sürüyor, sürecek de.

Ta ki insanlık kazanana dek.

Serpil Güvenç / SOL