24 Mart 2018 Cumartesi

‘Yay’ıyordu sonunda ‘Sat’tı: Çare kimde? - ERK ACARER

Seçimler yaklaştıkça kaybetmeye tahammülü ve seçeceği olmayan iktidar ülkenin nefes alma imkanını tamamen ortadan kaldırmak istiyor. Atılan telaşlı adımlar erken seçim sinyali de veriyor. Bir haftaya sıkışanlar, Türkiye’nin biraz daha karanlığa gömülmesine neden oldu.

Hakim ve savcıların görev yeri kuralarının Beştepe’de çekilmesi, ‘Saray yargısı’ imajını pekiştirirken, adayların Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ayakta alkışlaması, gönüllü biat boyutunun hangi aşamaya geldiğini gösterdi.

Verimli çay saatleri ve düğmeli cüppe
Saray’da atanan hakim ve savcıların 100’den fazlasının AKP’de görev aldığı ortaya çıktı. Atamaların pek çoğu Başkent’e gerçekleşirken, Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’ün 2017’de hakim olarak atanan kızı Gonca Hatinoğlu, 1 yıl dolmadan Yargıtay teknik hakimi oldu. CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, atamalar ile 2019 seçimlerindeki ilçe seçim kurullarının da şekillendirildiğini ifade etti. 7 kişiden oluşan seçim kurullarına, 2 kamu görevlisi bu hakimler tarafından atanacak. Böylece, AKP-MHP sandık ittifakı pekişip, manipülasyonlar kolaylaşacak.

2. etap yol temizliği yapıldı
Yasama, yürütme ve yargı, ‘3 kuvvet’ olarak kabul ediliyordu. Medya ise bunlardan sonra gelen 4. güç olarak tanımlandı. Bir haftaya sıkıştırılan önemli gelişmelerden birinin ‘medya’ ayağında gerçekleşmesi tesadüf değildi. Erdoğan iktidarı; şovla, göstere göstere ve kurumsal olarak, zaten çökertilmiş olan tüm kuvvetleri kendisine bağladı. 15 Temmuz darbesinin ardından yargı ile medyaya vurulan darbenin ikinci ve son perdesi böylece kapanmış oldu.

İlk etapta yapılan yol temizliğinde kapatma-tutuklama-sindirme etkiliydi. Son temizliğin yöntemi daha keskin oldu; tamamen ele geçirip, kendine bağlama! 890 milyon dolar hisse değeri üzerinden el değiştirip, Demirören Holding A.Ş.’ye geçecek olan Doğan Medya ile operasyon tamamlandı.

Gezi Direnişi’nin ardından, Erdoğan Demirören’in ağlayarak, o dönem başbakan olan Erdoğan ile yaptığı, kamuoyuna yansıyan utanç konuşması ve “Ben bu işe kimin için girdim patron?” ifadeleri operasyon, dönüşüm ve sonrası ile ilgili seçkin bir ana fikir gibi. Doğan Medya’nın satışıyla medyanın yüzde doksanı iktidarın eline geçti.

Zaten ‘Yay’ıyordu, şimdi ‘Sat’tı
Şüphesiz Aydın Doğan bir basın kahramanı değil. Gazeteciliği bitiren patronların bayrak tutanlarından. 1994 yılındaki büyük tenkisat ile birlikte sendikayı basından silen isim. Babıali’yi plazaya, basını medyaya, haberi piar’a çevirenlerden. Basın çelebiliğinin medya soytarılığıyla değişimindeki mihenk taşlarından biri.

Şüphesiz, uzun zamandan beri 4. kuvvet ve o kuvvet içerisinde yönünü tayin eden bir amiral gemisinden söz etmek mümkün değildi. Belki de Türkiye’de hiçbir zaman bağımsız ve tarafsız sayfalar olmadı. Ancak tüm bunlara rağmen medya bayrağı, kalkmamak üzere yere de hiç düşmemişti. Final kısmı ilginç oldu; Doğan medya ‘Yay’ıyordu, sonunda ‘Sat’tı.

Olayı basit bir hadise gibi geçiştirmek olanaksız. Geride ‘tek’ basın bırakma çabası var. Ama sadece bu kadar da değil. Doğan Medya dağıtım şirketi Yaysat da satış paketinin içinde. Muhalif basının yüzde 10’u ise Yaysat’a mecbur.

Yeni basın tekelinin; ‘boş tüp medyası’nın, “dağıtmıyorum” demesi de dağıtımı erişilmez fiyata çekmesi de yüksek olasılık dahilinde. Yine aynı şekilde haber akışına kota koyması, muhabir emeğini bir ortak değer gibi değil alınır-satılır bir mal gibi kullanması ve içini boşaltması da olasılıklar kefesinde.

AKP gemisi, ‘o kadarına bile tahammül edemeyip’, içini boşalttığı havuzu, leğene çevirdi, orada yüzecek. Amiral gemisi filan yok artık. Doğan Medya’nın satıldığı gün, internete denetim getiren RTÜK yasasının Meclis’ten geçmesi ise planın son parçası.

Çare var, çare sizsiniz
Gerekçi olmak gerek. Evet umut ışığı az ama çare var. Tespitten, ziyade elbirliğiyle çare tartışma zamanı. ‘Bu tartışmadan’ ise endişeli halk azade olamaz. Patronsuz, özgür, halk medyasının işlevi büyük oldu.

Bir eksik bomba patladıysa, bir çocuğun istismarına engel olunduysa bu, toplam tirajı 50 bini ancak zorlayan, BirGün, Cumhuriyet, Evrensel, Özgürlükçü Demokrasi gazeteleri sayesinde oldu. ArtıGerçek TV, Halk TV ya da Tele 1 de elini taşın altına sokuyor. Destek şart.

Biz malumunuz; peki siz kimsiniz?
Bizde çare var…
Biraz geçmişe gidelim. İkinci Meşrutiyet’in henüz başı…
“Babıâli Caddesi’ndedir ahır,
Numro dörttür, iş düşerse gel anır.
Notaya muafık her türlü anırtı kabul edilir.
İnsanlara ders-i edep verir. Sahiplerinin eşekliği tutunca neşrolunur, muti, mütehammil ve beynelmilel hayvan gazetesidir.”

‘Şiddetli Eşek’ denilen derginin yönetim adresinin bu şekilde yazılmış olması bile onun hakkında yeterli bilgiyi verir. Derginin pek çok orijinal fikri vardır. Bunlardan biri de “sövmek” üzerine bir anket açılması olur. Ankete Neyzen Tevfik de katılıp her zamanki gibi içtenlikle içinden gelenleri paylaşır: “Küfür lisanın tuzu biberidir… Herkes bir kaderi imkan sövmelidir…”

Neşriyatın isminin onaylanmış olması bile başlı başına bir hadisedir. O dönemde, “ayı”, “eşek”, “katır”, “sıpa” ya da “deve” gibi türlü mahlûkatla birlikte “bal kabağı”, “hıyar”, “karpuz” benzeri zerzevat isimlerinin de bir yayım organında kullanılması matbuat müdürlüğünce yasaktır.

Seçtikleri isimle piyasaya çıkmayı kafalarına koyan Eşek ekibi ise, bu sorunu kurnazlıkla çözecektir. İmtiyaz sahibi Fuad Sâmih, Arap harflerinin üzerine “Şedde” işareti koymadan müdürlüğe başvurur. Şedde olmadığı için “eşk” yani “gözyaşı” olarak okunan dergi ismine izin mührü böylece vurulur. İmtiyaz alındıktan sonra, “küçük bir sahtecilikle” başta olmayan şedde evraka eklenir. Eşek istendiği haliyle böylece piyasaya çıkmıştır. Derginin kapağı da ismine uygundur. Ceketli, papyonlu jilet gibi bir eşek masada oturmuş, ciddiyetle önündeki sayfaya bir şeyler yazmaktadır.

Eşek dağıtılır dağıtılmaz beklenen olur ve derhal kapatılır! Ne var ki ekibin vazgeçmeye niyeti yoktur. İkinci sayı “Kibar” ismiyle fakat aynı kapakla çıkarılır. Fakat o da kapatılır. İsmi gibi kapağıyla “hassasiyet” zorlayan Eşek, içeriğiyle de pek çok kişiyi üzerinden düşen karpuza çevirir. Anarşist bir çizgisi olan Eşek, “tepecekleri” arasında da ayrım yapmaz, Ahmet Haşim ve Namık Kemal gibi devrin önemli edebiyatçılarını bile hışmına uğratır.

Derginin ikinci kez feshedilmesi, tüm ekibi daha iştahlı hale getirse de yavaş yavaş onların da sinirleri gerilmeye başlar. Bu nedenle üçüncü sayı baştan bir protesto niteliği taşır. Kapaktaki eşek yine sabit kalmak kaydıyla, neşriyat “Yuha” ismiyle çıkarılır. O da kısa süre içerisinde kapatıldıktan sonra, “Eşekçiler” son bir hamle yapar. Kapaktaki eşek masa arkasına gizlenmiş sadece iki kulağı gözükmektedir. Üzerinde ise, derginin yeni adı okunmaktadır: “Malum!”

Ey sayın okuyucu, izleyici, dinleyici biz; ‘malumunuz’. Ya siz kimsiniz? 

Daha önemlisi, ışığa tutunacak mısınız?

Erk Acarer / BİRGÜN

İstiklal Caddesi duyarlılığı! - TARIK ŞENGÜL

Modernleşme sürecinin en önemli boyutlarından biri toplumsal yaşamın, katmanlaşması, çeşitlenmesi ve alanlara ayrılmasıdır. Ortaya çıkan bu çeşitlenme ve işbölümü ve yeni alanların doğuşu rastlantısal değildir. Her bir alan, bilimin ve teknolojinin ürettiği bilginin eşlik ettiği toplumsal mücadelelerden doğar. 

Bakın yargı alanına; kadıdan yola çıkıp, karmaşık bir hukuk sistemi ve farklı uzmanlık alanlarının çıktığını görürsünüz. Tıp alanına bakın; her şeyden anlayan hekimin yerinde artık sayısını bilmediğimiz alan ve o alanların uzmanı doktorlar var.

Bu alanların her birinde, kendine özgü bir oyun, oyunun oynanışına ilişkin kurallar ve oyuncular var. Örneğin sağlık alanında oynanan oyun, kurumlar ve işleyiş, eğitim alanındakinden çok farklıdır. Üniversite hocası olarak doktorun önüne hasta olarak çıktığında, kim olduğunun bir önemi yoktur; süt dökmüş kedi gibi olur. Aynı şeyi hukuk sisteminin önünde de hissederiz; davanız olduğunda, konuyu ne kadar bildiğinizi düşünürseniz düşünün, bir avukatınızın olmasını gerektirir.

Diğer bir anlatımla, modernleşme sürecinde yaşamımız giderek birbirinden özerkleşme eğiliminde olan alanlara ayrılıyor, sonra o alanların içinden de alt alanlar doğarak, toplumsal alanların çeşitlenmesi sürüyor. Medya alanına bakın; önce yazılı basın vardı. Sonra radyo, televizyon geldi. Yakın dönemde, internet medyasının ortaya çıkışına, son dönemde de sosyal medyanın yükselişine şahit olduk. Genel bir medya alanı varsaysak da, biliyoruz ki bu alanların her biri alt alanlar olarak kendi içinde farklı işleyişlere sahipler.
Modernleşme sürecinin doğrusal olmadığını, zaman zaman karşı çıkışlar ve kesintilere uğradığını biliyoruz. Bilmenin ötesinde, şimdi öyle bir meydan okumayı yoğun biçimde yaşıyoruz da! 

Erdoğan liderliğinde AKP, siyasal alandan toplumsal yaşamın neredeyse tüm alanlarına yönelik ciddi bir müdahale yapıyor. Bütün bu alanlardaki işleyişlerin, siyasetin işleyişinin belli bir biçimine biat etmesi isteniyor. Geçtiğimiz dönemde, başta eğitim, hukuk, medya, ekonomi olmak üzere birçok alan özerkliğini tümüyle yitirme noktasına geldi.

Son günlerde bu aşınmayı en ciddi yaşan alanlardan biri olan medya alanına yeni bazı “dokunuşların” yapılışına şahit oluyoruz. İnternet medyasının RTÜK kontrolüne geçmesini bir yana bırakırsak, son günlerin en önemli gelişmesi iktidar yanlısı Demirören Grubu’nun Doğan Medya Grubu’nu satın alması oldu.
Buradan nereye gideceğiz. İçinde yaşadığımız toplumlarda tek bir alan ve olandaki hâkim anlayış yaşamın tüm alanlarına nasıl işleyeceğini dikte ettirebilir mi? 
Böylesi bir modernleşme karşıtlığı 21. yüzyılda başarılı olabilir mi?

Bu soruları yanıtlamak için Demirören Grubu’nun bir başka alandaki macerasına bakmakta yarar var. Hepimizin bildiği gibi, son dönemde her yerde mantar gibi alışveriş merkezleri bitiyor. Toplum alışveriş merkezlerini önemli ölçüde kanıksadı; özellikle büyük alışveriş merkezleri insanların tüketim ve boş zamanlarını harcadıkları ana mekan haline geldi. Bu durumu fırsat bilen Demirören Grubu diğerlerinden farklı olarak İstiklal Caddesi gibi bir yerde, imar düzenlemeleri ve şehircilik ilkelerini hiçe sayarak Demirören İstiklal AVM’yi açtı. Ancak ortaya çıkan durum bekledikleri gibi olmadı! İnsanlar akın akın Demirören AVM’ye gitmiyorlar! İyi de birçok yerde olan AVM niçin İstiklal Caddesi’nde olmadı?

Fransız felsefeci Marc Auge havalimanları, kapalı otoparklar, oto yollar ve AVM’lere “yersiz yerler” (non-places) diyor. Son dönemin bu yükselen mekanları her yerde çeşitliliği, tarihi, farklılıkları öldürerek tek bir aklı empoze eden mekanlar olarak, aslında mekansızlığı ve yersizliği yaratıyor. Bu nedenle birçok yerde işleyen AVM mantığı, İstiklal gibi farklılığın, mekânsal çeşitliliğin, kimliklerin ve tarihselliğin son derece yoğun olduğu bir yerde işlemedi.
Aynı durum medya içinde geçerli değil mi? 

Çıkarın, BirGün’ü, Cumhuriyet’i, Evrensel’i, biraz da Sözcü’yü, geriye kalan medya manşetleri, spotları, yorumları ve mesajlarıyla AVM tip medya değil mi? Bir başka anlatımla artık karşımızda, medyasız medya var!

Aynı durumu, bir süre sonra şehir hastaneleri devreye girdiğinde sağlık alanında da göreceğiz! Yargı da resim geçtiğimiz günlerde benzer yönde netleşmiş bulunuyor!
O zaman alt alta dizelim;
Yersiz yerler
Medyasız medya
Yargısız yargı
Sağlıksız Sağlık
Sporsuz Spor
Eğitimsiz Eğitim

•••

Diğer bir anlatımla; tek bir aklı, her biri kendi iç mantığına sahip alanlara kayıtsız koşulsuz sokmak isterseniz, bir süre sonra bu alanların her biri Demirören İstiklal Alışveriş Merkezi’ne dönecektir! Mesele, toplum bu gelişmeler karşısında İstiklal Caddesi duyarlılığını gösterecek mi, göstermeyecek mi?

Tarık Şengül / BİRGÜN

23 Mart 2018 Cuma

Gazetecilik... Satış mı? Yoksa bitiş mi? - ÖZLEM YÜZAK

Doğan Medya’nın gazeteleri, dergileri, televizyon kanalları, internet siteleri ve dağıtım şirketi ile 1.2 milyar dolara Demirören’e satılması “ana akım medyada bir devrin sona erişi” olarak tarihteki yerini alacak. Şaşırdığımızı söyleyemeyeceğim, bekleniyordu bir şekilde; ama üzüldük... Mensubu olduğumuz basın işkolu adına, toplumun “doğru haber alma özgürlüğü” adına, ülke adına.. Duayenlerimizden Haluk Şahin’in dediği gibi Hürriyet gazetesininki satış değil bitiş. Bir devrin bitişi, bir kültürün bitişi, bir kültün ve markanın bitişi. Nasıl satış, bir gazetecilik kurumu olarak Abdi İpekçi’nin Milliyet’ini bitirmişse bu da Simavi’nin Hürriyet’ini bitirecektir. 
Çok acı.
Ama bugünlere öyle bir anda gelmedik. Bu ülkede kelimenin tam anlamıyla “kendi söküğünü dikemeyen terzi” kıvamındadır medya sektörü. Sonun başlangıcını; özellikle 1990’lardan başlayarak “medya-banka-siyaset” üçgeni içinde sürekli el değiştirmelerde, sendikasızlaştırmalarda, patronların iki dudağı arasında işten atmalarda bulabilirsiniz...
Medya sahipliği ile banka sahipliğinin at başı gittiği dönemleri, özelleştirilen kamu bankalarını satın alıp içlerini boşaltılan medya patronlarını da hatırlarsınız.. İktisat Bankası, Show TV ve Cine 5’in eski patronu Erol Aksoy, Star TV’nin sahibi aynı zamanda İmarbank ve Adabank’ın patronu Cem Uzan, NTV’nin kurucusu İnterbank’ın sahibi Cavit Çağlar... Kimler geldi geçti: Etibank’ın eski sahibi Sabah gazetesinin kurucusu Dinç Bilgin’den, Yapı Kredi Bankası ve Pamukbank’ın eski sahibi Digitürk’ün eski patronu Mehmet Emin Karamehmet’e... 

Batan 25 bankadan 10 tanesinin sahibi medya patronlarıydı...
Hızla kirlenen bir yapının içinde güç bela yapılan bir meslek oldu daima gazetecilik. Patronun çıkarlarına ters düşmeden gazetecilik yapmak, giderek hem patronun hem siyasi erkin çıkarına ters düşmeden gazetecilik yapabilmeye dönüştü. Başı dik, sözünü sakınmayan, sadece gazetecilik yapmak isteyen gazetecinin kaderi ise daima patronun iki dudağı arasında şekillendi. Sonuç: 10 bini aşkın işsiz gazeteci... Basın özgürlüğünde 180 ülke arasında 155.’yiz. 


İşte o günlerden başlayarak gelindi bu günlere... “Yandaş medya”, ardından daha da ileriye giderek “havuz medyası” yaratıldı. Temel amaç iktidarı övmek, yüceltmek. Birçok gazete, dergi, internet sitesi ve televizyonun tek bir havuzdan beslendiği “aynı anda aynı yönde yayın yaparak” beyin yıkama ve algı operasyonlarının gerçekleştirildiği yapılar dönemindeyiz. Ama işin doğası gereği her şey değişiyor ve bu da değişecek; kaçınılmaz olarak farklı mecralara evrilecek.

Dağıtım tekeli
İşin gazetecilik yapmanın da ötesinde olan vahim boyutu ise “dağıtım ağında”. Zaten topu topu 2 büyük dağıtım ağı vardı. Yaysat’ın Demirören’in bünyesine girmesi ile iktidarın istekleri doğrultusunda şekillenecek bir tekel oluşması mümkün. İşlerine gelmeyen ya da biat etmeyen gazete ve dergileri dağıtmayacaklardır.
Doç. Dr. Ceren Sözeri’nin “Hürriyet’in Sabah ya da Milliyet gazetesine dönüşmesinin ya da CNN Türk’ü A Haber’e çevirmenin bir faydası yok. Aksine bu haliyle değerliydi hükümet için, çünkü hem onlara oy vermeyen yüzde 50’yeerişebiliyor, hem de kontrolü altında tutabiliyordu” sözleri önemli.

Bundan sonra?
Peki, bundan sonra ne olacak? Siyasetin, toplumun ve medyanın geldiği noktada kısa sürede “umutlu olmayı” beklemek hayalperestlik olur. Okurun yapacağı belki önemli katkı, medya için ayırdığı bütçeyi hâlâ ayakta durabilen birkaç kuruma yönlendirebilmek; onların yaşamasını sağlamak... Nereden bakarsak bakalım bu ülkede doğru, tarafsız haber almak isteyen onbinlerce insan var.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

‘Cinnet’ içinde mi? - Meriç Velidedeoğlu

R.T. Erdoğan, ünlü (!) sarayında, “15 Mart” günü topladığı lise öğrencilerine yaptığı konuşmada, “Dil Devrimi’ adı altında, tatsız, tuzsuz, ruhsuz, renksiz kelimelerin tasallutuna sokularak, milletimizin medeniyeti ile arasındaki bağ zayıflatılmaya, koparılmaya çalışılmıştır” demiş. 

Ne var ki değerli dostlar, şu söylemi oluşturan “19” sözcüğün, “11”i Türkçe, “7”si Arapça, biri Farsça; demek neredeyse “yüzde 58”i (%58) Türkçe... 
Ardından gelen, “Aslında damarlarımız kesilmiştir”de de, Türkçe oranı “%66”. 
Sürdürürsek, “Tarihle olan bağımız kesilmiştir” vurgusunda da bu oran “%75”. 
“Dil Devrimi”ne bu denli karşıysan bu Türkçe oranların anlamı ne?
 
Yanıt vermeyeceğine göre “dil” konusunda yaşananlara şöyle bir değinerek, biz versek diyorum değerli dostlar, umarım katılırsınız... 

Türk dilinin, iki büyük olay yaşadığı konunun uzmanlarınca onaylanır; ilki dilimizin “%65”e varan oranda yabancı -özellikle Arapça, Farsça-sözcüğü içine alması, böylece Türkçe olmaktan uzaklaşması, ötekisi de yine özüne dönmesi, benliğine kavuşması. 

Türklerin İslam dinini kabul edip Orta Asya’dan, Batı’ya doğru göç etmeleriyle birlikte yabancı sözcükler de akın akın dilimize girmeye başlamış, bu durum yüzyıllarca sürmüştü. 

Osmanlı döneminde, Türkçe konusunda bir iki kıpırdanış görülmüşse de başarılı olamamış, ancak “Büyük Millet Meclisi”nin açılıp, “Kurtuluş Savaşı”nı yürütecek olan “Hükümet”in kurulması ve “İlk Hükümet Programı”nda, “Türkçe” sorununun da yer almasıyla somut bir adım atılacaktı.
 
“Dil Devrimi”nin yapıtaşı olan “Yazı Devrimi”, “1928”de gerçekleştirilince, sıra Türkçe’nin yeniden yaşama geçirilmesine gelir.
 
Peki, bu nasıl olacaktı? 

1932 yılına gelindiğinde çözüm için ilk adım, sivil bir kurum, “Türk Dil Kurumu” oluşturularak atılır. Kurumun üyeleri, Anadolu’ya dağılarak yaşayan, unutulmak üzere olan, kaybolan sözcükleri, deyimleri derledi topladı; cilt cilt “Tarama Sözlüğü” oluşturuldu. 

Bir süre sonra, belirli bir aşamaya gelince, yüzde doksanı Arapça olan yasa dilinin, “Medeni Kanun” bölümünün Türkçeleştirilmesine başlanır; neredeyse “yüzde yüz” Türkçe olarak yeniden düzenlenir; artık kapı açılmıştır, yürüyüş sürdürülür. 
Peki, bu arada öteki diller, özellikle yoğun alıntı yaptığımız Arapça ve Farsça ne durumdaydı? 

Anımsanacağı gibi, Araplar, “sekizinci yy”da “Aristo” çevirilerine başladıklarında, karşılaştıkları pek çok kavrama, Arapça karşılıklar “yaratma” çabası içinde oldular, neredeyse “iki yüzyıl” boyunca. 

20. yy”da, “Batı tekniği”nin getirdiği sayısız kavrama, sözcüğe de, kurdukları “Arap Dil Derneği”, bir bir “Arapça” karşılıklar bulur, “mikroskop”   için   “michâr”,   “teleskop”“mikrab”, ilk örneklerdir. 
Ayrıca, günümüzdeki uluslararası adların kimilerini de Arapçalaştırmaktan çekinmemişlerdir: Posta’ya “berîd”, telgrafa “berkîye”, radyoya “mizya”, istasyona “mahatta”, asansöre “mîsad” gibi... 
Farsçada da, bu süreç yaşanmıştır; bu dilde de, bisiklete “düçerha”, istasyona “istagâh”, gazeteye “rûzname”, kültüre de “ferhenk” gibi karşılıklar üretilerek, “dil bilinci” içinde bir dönem, Erdoğan’a göre bir “cinnet dönemi” yaşamışlardır; sanırım yer yer de sürdürmekteler... 

Kuşkusuz, Batı’da da bu olgu, bu bağlamda gelişti; “Alman Dil Derneği” ve çalışmaları en bilinenlerdendir; özellikle Macarca’nın öyküsü, Türkçe yönünden ilginçtir; Macarca da, iki dilin, “Latince” ve “Almanca”nın yoğun saldırısına uğramıştı; “Macarca” erimeye başladığı gibi, ‘Macarlık’ da tükeniyordu...” 

Bu durum yaygınlaşınca, Macarlar -bir bakıma-“yeniden bir dirilişle”, daha “19. yy”da, yabancı “on bin” sözcüğü dillerinden söküp attılar; böylece “Almanlaşmak”tan kurtuldukları bilinir. 

Bizim için de dikkate alınacak bir durum... Ne ki Erdoğan’a göre, Macarlar, bir “cinnet dönemine” girmiş olmuyorlar mıydı? 

“15 Mart” günü Erdoğan, tabelalardaki “alıntı” sözleri de eleştirdi; haklı; bu konuda öneri de sundu: “İnternet Kafe” yerine “Kıraathane”... Eh, dört dörtlük bir öneri; çünkü, “kıraat”Arapça“hane”de Farsça... Ne demişler, “olursa ancak böyle olur!”...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

İktidarın içini boşaltmak - RAHMİ ÖĞDÜL

“Siyasi iktidar mekâna hâkim olur ya da hâkim olmayı amaçlar; anıtların ve meydanların önemi buradan gelir… ama şehirli yurttaşlar o anlamı ve hedefi başka yöne çevirir… mekânı kendilerine mal ederler”.


İktidarın tasarladığı mekân ve zamanda yaşıyoruz. Kamusal alanlardan tutun da yaşadığımız konutlara dek iktidarın planları bedenlere dayatılmıştır. Zaman da iktidarın zamanıdır, emeğimizi ücretlendirdiği saat zamanı ve resmi tarih. Duvarlar ve saat. Duvarların arasındayız ve saatin tik takları yankılanıyor içimizde. İktidar mekânı ve zamanı sabitleyerek işliyor. “Nasıl mahaller bir güzergâhın uğraklarını sabitliyorsa, törenler de takvimin dönüm noktalarını belirler. Birinciler mekânı kurarken, ikincilerse süreyi kalıcı hale getirirler” (Lévi-Strauss). İktidar her ikisini de kendi imgesinde yaratmıştır. Haritalandırdığı mekânın ve zamanın içinde kıstırmakla kalmıyor, anlam da dayatıyor bize. Antropolog Geertz’in söylediği gibi, “insan kendi ördüğü anlam ağlarında asılı kalmış bir hayvandır.” Egemen anlam ağlarını biz örmüyoruz, ören iktidardır ve biz bu ağlara yakalanıyoruz. Aman, dikkat edelim! Bu ağlarda “ürün yerleştirme vardır”. Ölümün reklamını yapan, promosyon olarak ölüm dağıtan eril iktidar, tebaasına yeryüzünü olumsuzlayan çileci bir hayatı satabilir ancak. Kendi bekası için ölümü satmak zorunda; kederli, ölüm sever varlıkların güçsüzlüğünden alıyor gücünü.

Kederli varlıklar yaratmaya çalışsa da işi o kadar kolay değil: “Siyasi iktidar mekâna hâkim olur ya da hakim olmayı amaçlar; anıtların ve meydanların önemi buradan gelir… ama şehirli yurttaşlar o anlamı ve hedefi başka yöne çevirir… mekânı kendilerine mal ederler.” Henri Lefebvre ve Catherine Régulier, Ritimanaliz, Sel). İktidarın mekâna ve zamana hakim olma çabasını, sivil yurttaşlar boşa çıkarır. Yatay hareketler mekân ve zamanı yersiz yurtsuzlaştırmış, dayatılan anlamın içini boşaltmışlardır. Hazır bulup kafamızı soktuğumuz konutlar mesela; dayatılan kalıbı olabildiğince içeriden dönüştürerek kendimizin kılmaya çalışırız. Meydanlar ve sokaklar da öyle; yukarıdan dayatılan plan, yatay ilişki ağlarınca dönüşüme uğratılır. Bir meydana iktidar kendi imgesini dikebilir ama bu imge göçebeleştiğinde artık iktidarın yüklediği anlamı yitirecektir. Kadıköy, Altıyol’daki Boğa Heykeli de bir zamanlar bir çemberin içinde ölü bir noktayken göçebeleşmiş ve tek anlamlı iktidar sembolü olmak yerine yatay ağların kesiştiği bir buluşma noktasında çok anlamlı yatay bir imgeye dönüşmüştür.

Fransa-Almanya sınırında bulunan Alsas-Loren bölgesi 1800’lerde zengin kömür rezervleri nedeniyle iki ülke arasında sürekli el değiştiren, iktidar savaşlarının yaşandığı bir bölge. 1860’larda Fransa’nın eline geçince Boğa Heykeli bir iktidar, güç sembolü olarak Fransızlar tarafından yaptırılmış ve bu bölgeye yerleştirilmiş. 1870’te Almanlar Alsas-Loren’i yeniden geri alınca bizim boğa Almanların eline geçer. Almanya-Osmanlı ittifakı nedeniyle 1917’te Boğa, İttihat ve Terakki Partisi’nin başındaki Enver Paşa’ya hediye edilir. Sarayların, köşklerin bahçesinde dolaşır. Savaş sonrası Enver Paşa’nın yurtdışına çıkmasından sonra Boğa bir köşede unutulur. Ardından 1953’te Hilton Oteli’nin bahçesine yerleştirilir. Boğa daha sonra Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nın önünde ve Taksim Gezi Parkı’nda görülmüştür. 1970’li yılların başlarında Boğa Kadıköy’e taşınmış ve Şehremaneti binasının, yani bugünkü Kadıköy Tarih, Edebiyat ve Sanat Kütüphanesi’nin önüne konulmuş. Boğa, 1987 yılında Altıyol’daki şimdiki yerine yerleştirilmiştir.

Kadıköy’ün Boğası eril iktidarın dikine gücünü değil, aksine dayanışmacı ilişkilerin yatay gücünü temsil ediyor artık. Göçebeleşen Boğa erilliğini yitirmiş, yaşamın saf kudretinin imgesine dönüşmüştür. Bu boğanın erkekliğinden de şüphe edebilirsiniz; “queer”leşmiştir. “Boğa”dan başlayan feministlerin ya da LGBTİ’lerin yürüyüşlerinde boğa kılıktan kılığa girmiş, sürekli form değiştirmiştir. Tepeye yerleşen her şey yeryüzünü kendi imgesinde kurmak isteyecektir. Oysa yeryüzü tek bir imgeye sığmayacak kadar çoktur. Gökten yeryüzüne indirdiğinizde her şeyin içini kolayca boşaltabilirsiniz. 
Anlamı, yeryüzünde kurduğu ilişkilerce belirlenen ve sürekli değişen gündelik yaşamın sıradan bir imgesine dönüşmüştür. Sabitliği, tek anlamlılığı göklere çıkarmayalım artık. Yeryüzüne yerleşelim ve yeryüzünde sınayalım her şeyi. Hep arada duralım, olabildiğince yatay bağlantılar kurabilmek için. Bağlantı kurdukça var olabiliyoruz çünkü. Yatay bağlantılar kurdukça ölümü değil, yaşamı çoğaltıyoruz. Yeryüzünde oyunlar oynadıkça göksel iktidarların “ölüm yerleştirme”sini yerinden edebiliyoruz: “Ritüel takvimi sabitler ve yapılandırır, oyun ise… takvimi değiştirir ve tahrip eder” (Agamben, Çocukluk ve Tarih, Kanat).

RAHMİ ÖĞDÜL / BİRGÜN

2017’de istihdam ve işsizlik - KORKUT BORATAV

Türkiye nüfusundan işgücüne katılanların payı 2017’deki ılımlı tempoyla artarsa, işsizlik oranını düşürmek için milli gelirin yüzde 7’nin altına inmeyecek bir tempoda büyümesi gerekecektir. Ekonominin bugünkü yapısal özellikleri içinde olası görülemez.

2017 ile ilgili istihdam ve işsizlik istatistikleri yayımlandı. Durum pek parlak değildir: Geçen yıl boyunca istihdam artışı yetersiz kalmıştır; bu nedenle hem işsiz sayısı, hem de işsizlik oranı yükselmiştir. İstihdamın ve “yedek emek ordusu”nun niteliği de bozulmuştur. Kayıt-dışılık ve gençlerde “boş oturanlar, boşta gezenler” artmaktadır.
İki “iyi haber” de var: Faal nüfustan işgücü piyasasına akan nüfus (“katılım oranı”) artmaktadır. İş aramayan (“pasif”) işsizlerin, düzensiz istihdamın payları ise gerilemiştir.

İstihdam artıyor; işsizlik azalmıyor. Niçin?

2017-de-istihdam-ve-issizlik-442296-1.
Sorunun yanıtını Tablo 1’deki sütunları izleyerek verelim.

Türkiye’nin 15-64 yaşındaki insanları, “çalışma yaşında” kabul edilir; “faal nüfus” diye adlandırılır. 2017’de bu nüfus dilimine gençlerin katılımı, yaşlanıp ayrılanları aşmış; faal nüfus yüzde 1,7 yükselmiştir (sütun 1).

Ne var ki, faal nüfusun bir bölümü çalışma hayatına katılmaz. İstihdama yönelenlerin payına “katılım oranı” denir. Bu oranın OECD ortalaması yüzde 70 civarındadır. Türkiye’de ise (özellikle kadın nüfusun düşük katılımı nedeniyle) çok daha düşüktür; ama, son yıllarda artmaya başlamıştır ve 2016-2017 arasında yüzde 57’den yüzde 58’e çıkmıştır (sütun 2).

Katılım oranında bir puanlık bu yükselme, 2017’de emek arzında 1.047.000 kişilik artışla sonuçlanmıştır: Yüzde 3,5’i aşan bir artış hızı (sütun 3)… Ne var ki, bu toplam içinde iş bulanların sayısı 926.000 kişidir: Yüzde 3,5’in altında bir artış oranı (sütun 4)… Aradaki küçük fark, 2017’nin tümünde ortalama işsiz sayısında 121.000 kişilik, yani yüzde 3,7’lik yükseliş anlamına geliyor (sütun 5).

İşsizlerin (yani “iş arayan insanlar”ın) toplam işgücü arzı içindeki payı da (bk. son sütun) bir yıl içinde yükselmiştir: %11,1◊%11,2.

İşsizliği düşürecek büyüme temposu ne kadar?

Özetleyelim: 2017’de işsizlik iki nedenle artmıştır: (1) Faal nüfustan emek arzına katılım oranı yükselmiştir. (2) Ekonominin büyümesi, emek arzındaki artışı istihdama çekecek tempoyu tutturamamış; yetersiz kalmıştır.

Bu ikinci tespiti açalım: İşsizlik oranının düşmesi bir yana, sabit kalması için emek ordusuna yeni katılanları tümüyle çalıştırabilecek bir ortam gerekiyor. Bu da emek arzındaki artışı karşılayacak bir büyüme temposu ile gerçekleşebilir. Demek oluyor ki 2017’de ekonomi, işgücü piyasalarına taşan yüzde 3,5’lik artışı “emebilecek”, üretime çekebilecek oranda büyüyememiştir.

Peki, 2017’de Türkiye ekonomisi ne kadar büyümüştür? Resmî istatistikleri beklerken istihdamdaki yüzde 3,5’e yaklaşan artıştan hareket ederek bir kestirim yapalım. Bu konuda DİSK’in eleştirel bir tespiti var: “2017’de Türkiye İstatistik Kurumu, istihdam verilerine stajyer, kursiyer ve çırakları katmış; toplamı abartmıştır.” Yetkililer yanıtlayıncaya kadar TÜİK verisini kabul edelim ve soralım: Bu istihdam artışı ekonomiyi ne kadar büyütmüş olabilir?

“Normal” olarak millî gelir, istihdamdan daha yüksek bir tempoyla büyür. Zira, ortalama emek verimi artış eğilimi gösterir. Nedeni, teknolojideki ilerlemeler ve ekonomik yapının yüksek verimli sektörler lehine değişmesidir.

Bu farklılaşma istatistiklerde ortaya çıkar: Son yıllarda millî gelirdeki büyüme temposunun istihdam artışına karşı duyarlılığına bakalım. Eski milli gelir verilerine göre geçerli katsayı (“esneklik”) 1’in üzerinde seyretmiştir. Ortalama katsayı geçerli olursa, 2017’deki istihdam artışı yüzde 6,6’lık bir büyümeye refakat etmelidir. 2017’de sanayi üretiminde gerçekleşen yüzde 6,3’lük artış temposuyla tutarlı bir tahmin… Mart sonunda 2017 millî gelir verileri ilan edilince, bu öngörüyü veya TüİK hesaplarını yeniden tartışırız.
Buradan hareketle geleceğe bakalım: Türkiye nüfusundan işgücüne katılanların payı 2017’deki ılımlı tempoyla artarsa, işsizlik oranını düşürmek için millî gelirin yüzde 7’nin altına inmeyecek bir tempoda büyümesi gerekecektir. Ekonominin bugünkü yapısal özellikleri içinde olası görülemez.

İstihdamın, emeğin niteliği.

İstihdamın ve “yedek emek ordusu”nun nitelikleriyle ilgili bazı göstergeler Tablo 2’de yer alıyor.

2017-de-istihdam-ve-issizlik-442297-1.
On iki aylık 2017 ortalamalarına göre Türkiye’de yetişkin (15+ yaştaki) nüfusun 9,6 milyona yaklaşan bir bölümü herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı değildir. Bu güvencesiz vatandaşlarımızın sayısı bir yılda 460.000 artmıştır. 2016-2017 arasında faal nüfustaki payı da (sütun 1) yükselmektedir: %17,4◊%18… AKP’nin sosyal devlet bilançosundan bir sayfa…

Peki, işçi sınıfı, yani “ücretli nüfus” bakımından kayıt dışılık? 2017’de herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydolmadan çalışan işçilerin sayısı 3.468.000’dir. Bir yılda 122.000 artış gerçekleşmiştir. Kayıt-dışı ücretlilerin oranı da (sütun 2) yükselmiştir: %18,2◊%18,3... AKP’nin orta vadeli programlarında ısrarla yer alan “istihdamda esnekliğin artırılması” hedefinin bir sonucu daha…

ILO bir süreden beri, 15-24 yaş aralığındaki nüfusun, “eğitimde olmayan, çalışmayan, iş aramayan” bölümünü belirleyen istatistikler yayımlıyor. Bu istatistiklerde Türkiye, bazı Ortadoğu ülkeleri ile birlikte son sıralarda yer alıyor. Genç kadınların ağırlığı nedeniyle tabloda bunlara “boş oturanlar” başlığını yakıştırdım. 2017’de 2,872.000 “boş oturan genç” belirlenmiştir. Bir yılda 34.000 artış, toplam genç nüfus içinde “boş oturanlar”ın paylarını (sütun 3) da yukarı çekmiştir: %18,2◊%18,3… “Muhafazakâr-demokrat-dindar” AKP dünyasının Türkiye gençlerine katkısı…

Son sütun, iş aramadıkları için dar anlamda “işsiz” sayılmayan karışık bir grubu içeriyor: “Pasif işsizler”, yani “iş aramadıkları halde çalışmaya hazır” olanlar… Bunlara “mevsimlik işçiler” ve “eksik istihdamı” katalım. 2017’de bu grupta 131.000 kişilik, yüzde 3,6 oranında bir daralma var… Olumsuz göstergelere bir nebze “iyimserlik” eklenmiş oluyor…

DİSK’in bu konulara ışık tutan, bilgilerimizi zenginleştiren ve Şubat 2018’de yayımlanan Türkiye İşçi Sınıfı Gerçeği başlıklı araştırma raporuna da dikkat çekmek isterim.

Korkut Boratav / BİRGÜN

22 Mart 2018 Perşembe

Doğan grubu satışı: Sermayeye 'düşük maliyetli' ayar - GÜLAY DİNÇEL

Doğan grubu satışı, siyasi iktidarın önemli bir hamlesi. Hiç kuşku yok. Aydın Doğan’ın tüm eğilme, bükülmelerine, 15 Temmuz’da CNN Türk yayınıyla elde ettiği “kredi”ye rağmen Erdoğan’ın özel nefretine mazhar olduğunu düşünmek için de çok fazla neden var. 

Ancak siyasi iktidarın hamlesi, medya üzerindeki kontrolü artırmaktan daha fazlasının hedeflendiğini, sermaye sınıfına yönelik bir ayar amacı taşındığını da düşündürüyor. Dış politikada kaygan bir zeminde kalkışılan büyük numaralar, üç seçimli 2019, ipleri germe ihtiyacını artırıyor. Sadece seçimler bile düzen içi alternatif arayışlarının güçlenmesi, sermaye sınıfının birden fazla seçeneğe yatırım yapması için yeterliyken dış politika dengeleri -daha doğrusu dengesizlikleri- de Erdoğan’ın tehdit algısını artırıyor. Aslında tasfiyesi büyük ölçüde gerçekleşmiş, önemli bir siyasi ya da ekonomik sarsıntıya neden olmayacak, ama gözdağı etkisi yine de olacak, kullanışlı bir isim Aydın Doğan.  

Türkiye kapitalizminin taşıdığı kırılganlıkların, artan uluslararası belirsizliklerin büyük sermaye gruplarının huzurunu kaçırdığına şüphe yok. Garantiye alınmış tatlı kârlar siyasi iktidardan mutlak memnuniyet duymak için yeterli değil. Kaldı ki patronların önemlice bir bölümü Erdoğan’la açık ya da örtük özel gerilim de taşıyor. Birbirinin arkasından iş çevirme, dağılmış uluslararası dengeler içinde bugüne kadarki teamüllerin ötesine geçen ilişkiler kurma, her şey mümkün…

Doğan grubunun özellikle 1990’lar ve 2000’lerde üstlendiği rolde, siyasi iktidarlardan aldığı vizede, kendi gücünün çok ötesine geçen bir etki yaratmasında, büyük sermaye gruplarının desteği vardı. Koç, Sabancı, İş Bankası ile iş ortaklıkları, aile bağları bir tür tetikçiliğin karşılığının misliyle alınmasını sağladı. Tofaş bayiliğinden gazete sahipliğine, tek bir gazeteden medya patronluğuna, medya patronluğundan Petrol Ofisi ve başka sanayi şirketlerinin ortaklığına Türkiye tarihinin en büyük çıkış hikayelerinden biri oldu Aydın Doğan’ınki. Kazanma biçimi yani bir tür sermaye tetikçiliği tabii aynı zamanda kaybedişinin de nedeni oldu. Özel olarak AKP iktidarı genel olarak medyanın dünya ölçeğindeki dönüşümü, sözünü ettiğimiz türden bir tetikçiliğin habercilik dolayımıyla, görece inceltilmiş yöntemlerle icra edilmesi ihtiyacını ortadan kaldırdı.

Evet Aydın Doğan’ın tasfiyesinin medyanın dönüşümü anlamında bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. 12 Eylül sonrasında haberciliğin ideolojik, siyasi manipülasyonlar için kullanılması, basının bu doğrultuda dönüşüp “medyalaşması” konusunda Doğan grubu özel bir rol üstlenmişti. Ama görünen o ki halka gerçekleri taşımak yerine manipüle etmeye odaklı medya anlayışı, gittikçe erimiş olsa da ana omurgası gazetecilik olduğu oranda gereksizleşmiş durumda. Doğan grubunun fişini siyasi iktidar çekmiş olmakla birlikte aynı zamanda sermaye sınıfı için büyük hizmetler verip kendi kendini tasfiye ettiklerini söylemek de mümkün. Tabii kenara kuşaklarca yetecek bir servet koyup.

Peki siyasi iktidarın Dinç Bilgin ve Aydın Doğan “medya geleneği”nden devralıp en uç noktasına kadar taşıdığı manipülasyondan, açık bir linç enstrümanından mı ibaret olacak Türkiye’de basın? Bu kadar dolayımsızlaşma toplum üzerinde, emekçiler üzerinde yeni bir tahribat dalgası yaratıyor ve bugün halka gerçekleri taşıma çabasının kendisi önemli bir siyasi mücadele başlığı. Yıllarca sadece ekonomik anlamda değil insani olarak da ağır koşullarda habercilik yapmaya çalışan basın emekçilerinin daha doğrudan, daha güçlü bir şekilde parçası olması gereken bir mücadele.

Gülay Dinçel / SOL

"Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan 25 namaza bedeldir" - AYDIN TONGA / ODATV

Geçen yıl “Ben genel başkanımızın (Tayyip Erdoğan) Mardin temsilcisiyim. Biz Milli Nizam’dan beri, 50 yıldır bu davadayız” diyerek dikkatleri üzerine çeken Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Ahmet Ağırakça şimdilerde de sarıkla ilgili sözleriyle gündemde. 
Ağırakça konu ile ilgili sosyal medya hesabından şu açıklamayı yaptı: “Rektör ve akademisyenler için kep değil, sarık daha uygundur, sayın rektör arkadaşlarıma arz ederim.”

Rektör Bey’in ilgisine mazhar olan sarık ve pek tabi olarak sarıkta cisimleştiği düşünülen değer ve fikirlerle ilgili pek çok şey söylemek mümkün. Lakin biz bu yazıda, Ahmet Ağırakça’nın genel yönetimini üstlendiği, ilmi redaksiyon ve inceleme kurulunda da görev aldığı bir ansiklopediden İslam ansiklopedisinden bahsetmek istiyoruz. Zira Ansiklopedi de dile getirilen kimi görüşler oldukça düşündürücü. Dahası siyasi konularda yer ver verilen bazı açıklamalar kabul edilecek gibi değil ve hatta tehlikeli bir içerik taşımakta. Bu görüşlere birazdan değineceğiz. Lakin ona geçmeden önce meşhur sarıkla ilgili anılan ansiklopediden kimi bilgiler aktarmak istiyoruz. Buna göre sarığın, Hz. Muhammed döneminden önce de kullanıldığı belirtilirken, bu kıyafetin zamanla Müslümanlara özgü bir giysi haline geldiği bilgisi de eklenmiş. Öte yandan, Ansiklopedi bize sarıkla ilgili uydurma hadislerin yer aldığını da aktarmakta. Misal mi; “Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan 25 namaza, sarıklı Cuma da sarıksız 70 cumaya bedeldir Melekler sarıklı olarak Cuma namazını müşahade eder ve güneş batıncaya kadar, sarıkla namaz kılınarak dua ederler”. Yine bir başka uydurma hadis, “Sarıklı kılınan iki rekat, sarıksız 70 rekattan daha hayırlıdır. Sarıkla kılınan namaza on bin sevap vardır”. [i]
İNANILIR GİBİ DEĞİL
Şimdi geçelim asıl konumuza. Ahmet Ağırakça yönetiminde hazırlanan İslam ansiklopedisindeki o çarpıcı(!) değerlendirmelere... Bakınız, o ansiklopedide Nüşüz bahsinde neler söylenmiş:
“Geçimsizlik çıkarma; serkeşlik yapma; kocaya karşı itaatsizlik etme; kadının kocasına karşı buğz edip asi olması anlamında bir hukuk terimidir Nüşüz. Kadın peşin konuşulan mehrini alıp, kocası onun nafakasını sağladığı sürece, kocasının meşru emirlerine uymak zorundadır...”
Hamdi Döndüren tarafından kaleme alınan Nüşüz maddesindeki şu ifadeler ise, konunun vahametini gözler önüne sermekte:
“Allah’a isyan söz konusu olan yerde kula itaat yoktur (Buhari, Ahkam, ; Müslim, İmare, 39) buyurmuştur. Ay hali olmadığı zaman, kocasının cinsel isteklerine boyun eğmesi de bu itaatin kapsamına girer”. Kadın, erkeğin isteğini yerine getirmezse Allah’a isyan olurmuş, İnanılır gibi değil!  
Kadınlarla ilgili Ansiklopedi de geçen şu satırları da sizin yorumunuza bırakıyorum: “Kadının kocasına karşı itaatsizliği halinde izlenecek yol Kur’an’ı Kerim’de şöyle belirlenir: 'Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; önce onlara öğüt verin, vazgeçmezlerse yataklarında yalnız bırakın, yine yarar sağlamazsa hafifçe dövün'. (Nisa 4/34)"
Bu arada Hamdi Döndüren, dövmenin de ölçütünü koymuş: İz bırakmayacak kadar dövün!
SOSYAL DEMOKRASİYİ KABUL EDENLER "MÜRTED" Mİ
Ansiklopedinin siyasi değerlendirmeleri ile devam edelim. Bakalım o değerlendirmelerde kimler kafir ilan edilecek ve haklarında ölüm emri istenecek. İlgili yayının “mürted” maddesine aynen şunlar söylenmiş:
"Kafirleri tekfir etmemek, kafirler hakkında şüpheye düşmek ve uydukları İslam dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak; anıt mezar ve ölülere tapınmak; Yahudilik, hristiyanlık, komünizm, kapitalizm, demokrasi, sosyal demokrasi vb. şirk düzenlerini doğrulamak. Allah Teala bunların hepsinin küfür olduğuna hükmetmiştir. Bu, kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Buna göre bunların küfür olduğunu kabul etmeyen, Kur’an’ı Sünnet’i ve icma’ı yalanlamıştır. Müslüman olduktan sonra bu şekilde düşünmeye başlayan kimse irtidat etmiştir".
Evet, ansiklopedi de aynen bunlar yazılı. Sosyal demokrasiyi kabul edenler bile irtidat suçunu işliyorlarmış! Peki, irtidadın cezası nedir? Bu soruya da şöyle cevap vermiş ansiklopedi:Müslüman’ın irtidadı; görülmesi, duyulması, itiraf etmesi veya iki adil Müslüman tarafından şahitlik edilmesi hallerinde sabit olur. Mürtedin cezası, eğer tevbe etmezse öldürülmektir”.

Ömer Tellioğlu tarafından kaleme alınan, Ahmet Ağırakça’nın onayından sonra da İslam Ansiklopedisi'ne konulan bu satırlara göre, sosyal demokrasiyi kabul edenler bile “mürted” hükmünde sayılıyor. Korkunç bir durum, fakat maalesef zihniyet bu!
"SOLCULUK" VE "SAĞCILIK"
Hüsamettin Erdem tarafından yazılan “solculuk” maddesi, yukarıda yer verdiğimiz ifadeler kadar kabul edilemeyecek türden. Birlikte okuyalım:
“'Solculuk' sadece siyasi ve fikri bir özellik değil, aynı zamanda dini değerlerle ilgili ve inançla da ilgili bir vasıftır. Kur’an sağda olanlardan bahsettiği solda olanlardan da bahsetmektedir. Kur’an’a göre sol ehli; kendi yaptıkları yüzünden yalanlanacak olanlar, uğursuz bedbaht ve Allah’ın kendilerini zillete düşürdüğü, inançsızlık ideolojisini benimsedikleri için Allah’ın huzurunda sol tarafta bulunanlardır. Bu sol ehli Allah’ın emrini tanımayan, namaz kılmayan, fakire yardım etmeyen ve yedirmeyen, Allah’ın kullarına acımayan, boş konuşan ve beyhude ve batıl işler peşinde koşan, zaman öldüren, gafillerle gaflette yarışan, ceza gününü yalanlayan ve inanmayanlardır”. 
Diğer taraftan “sağcılık” maddesinde şunlar söylenmiş:
“Kur’an’a göre kitapları sağ taraftan verilecek olan ashabü’l-yemin veya allah’a itaat edenler yaptıkları yüzünden ahrette kurtuluşa erenler, cennete girenlerdir. Bunlar aynı zamanda el üstünde tutulan, Allah’ın lütuf ve inayetine mazhar olan, uğurlu, bahtı açık ve iyi, saadet sahibi kimselerdir”. Peki, bu ifadelerle sağ ve sol kelimelerinin Kur’an'daki analizi mi amaçlanmıştır? Eğer öyle olsaydı söz konusu amaç “sağcılık”, “solculuk” başlığı adı altında incelenmezdi. Oysa, öyle yapılmamış açıkça, siyasi söylemler hedef alınmış, politik söylemlerle birlikte dini açıklama yapılmıştır.
DEMOKRASİYE İNANARAK İRTİDAT MI ETMİŞ OLDUK
Darwin bahsinde geçen şu satırlar da oldukça vahim. Dahası bir “İslam Ansiklopedisi”nde bu tür ifadeler nasıl yer alır, hangi “ilmi” yaklaşımla bu satırlar kaleme alınır anlamak mümkün değil. Bakınız o satırlarda neler yazılı: “Darwin, doktrininin eksikliğini bizzat itiraf eder ve evrimi açıklamakta düştüğü başarısızlığın farkında olduğunu mektuplarında belirtir. Teorisini kanıtlayamaz, tabii ayıklanmaya inandığını açıklar. Ancak teorisinin çağdışı ve kavramlarının aşırı derecede zayıf olmasına rağmen, Darwin hala akademisyenlerden saygı görmektedir. Ama 'bilimin sapıklıklarının ve uzun vadede Darwinizm’in neden olduğu insandan tiksinmenin boyutlarını bir an olsun akıldan çıkarmamak' gerekmektedir.”
Ansiklopedi bahsinde incelenmeye değer daha nice madde var. Düşünün Nihilizm incelenirken şu ifadelere yer verilmiş: “Ülkemizde Nietzsche’nin nihilizminden ve inkarcı varoluşçuların ateist nihilizminden güç alarak ve Marksistlerle birleşerek İslam düşmanlığı yapan, kökleşmiş İslami kurumları ve değerlerini yıkmak tahrip etmek isteyen bir takım inkarcılar ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi de ünlü şair Tevfik Fikret’tir.”
Şimdi Profesör Ahmet Bey’e sormak lazım: Bu ifadelere şimdi de aynen katılıyor musunuz? Demokrasi, sosyal demokrasi vb. düzenler şirk düzenleri, bu düzenleri kabul edenler de mürted midir? Eğer öyle değilse, bu satırlara karşı bir “reddi mirasınız” olacak mı? Yönetmenliğini yaptığınız İslam Ansiklopedisi’nde Sait Kızılırmak, “İslam dışı fert ve toplum hayatında doğruluğun bir anlamı yoktur. Çünkü düzenler zulüm üzerine kuruludur. Beşeri sistemlerin işleyişi yalancılık temeline dayanır” sözleri yer almakta. Peki siz bugün de Kızılırırmak’ın sözlerini katılıyor musunuz? Nihai olarak Ağırakça’ya soralım; demokrasiye inanarak irtidat mı etmiş olduk şimdi? Farkında mısınız bilmiyorum ama kitabı alan ve bu satırlara inananlar bizim için öyle düşünüyor şimdilerde. Peki ya siz? Size göre demokrasiyi, sosyal demokrasiyi vb sistemleri kabul eden milyarlarca insan “irtidat” suçunu işlemeye devam mı ediyor hala? Cevabınız nedir Ahmet Bey?
Aydın Tonga / Odatv.com
[i] İslam Ansiklopedisi, Şamil yay.