26 Mart 2018 Pazartesi

Üniversite ne yetiştirir? - TAYFUN ATAY

Bizde üniversite hiçbir zaman “5’inci kuvvet” olmadı. Yani yasama, yürütme, yargı ve medyadan sonra demokratik bir ülkenin sağlıklı işleyişinin gereği diye zikredilen bu dört güçle eşit, simetrik ve denk konumda bir eğitim, bilgi, düşünce “sitesi”…

Tabii bunların hangisi bu memlekette ne zaman bağımsız birer "güç" olabildi ki diye hemen yükleneceksiniz!..

Ötekileri geçelim! Tamam, üniversite de hiçbir dönemde “5’inci kuvvet” olamadı ama yine hiçbir dönemde bugünkü kadar doğrudan bir “5’inci kol” durumuna da gelmedi.

***

BAK imzacılarına yönelik cezai yaptırımlarla ivme kazanan süreçte hemen her vesile ile iktidar ve onun zirvesindeki Cumhurbaşkanı, üniversiteyi kendinde eritme yolunda ne gerekiyorsa yapmaya devam ediyor.

En son Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar: Afrin operasyonunda hayatını kaybeden askerler için lokum dağıtmak üzere bir grup öğrencinin açtığı standa başka bir öğrenci grubunca saldırıda bulunulmuş.
Ne, nasıl, hangi dinamikler ve kışkırtmalar sonucu oldu bilemiyoruz ama emniyet güçleri müdahale etmiş. Üniversite yönetimi de olayı kınayan bir açıklama yapmış; ifade özgürlüğünü engelleme kapsamında bir saldırı olarak değerlendirdiğini belirtmiş, sorumlular hakkında gerekli inceleme ve disiplin işlemlerini de başlattığını açıklamış.

Yetmez! Cumhurbaşkanı müdahil olacaktır ve olmuştur!..

Onca yıllık ve dünyaca ünlü, saygın (“prestijli”, “popüler”, “marka”) üniversite, durumun ciddiyeti karşısında gerekli girişimlerde bulunacağını bildirse de hayır, yetersizdir; Cumhurbaşkanı müdahil olacaktır, olmuştur.

Çünkü parti gibi, yargı gibi, medya gibi, devlet gibi, üniversite de tektir ve Cumhurbaşkanı’nındır!..
“O gençler komünisttir, o gençler vatan hainidir, o gençler teröristtir!..”

Komünist, artı vatan haini, artı terörist!.. İster böyle okuyun…

İster, komünist, eşittir vatan haini, eşittir terörist diye okuyun!.. 

Her iki okumadan da çıkarılacak sonuç, teröre destek ve vatan hainliği yaftası yemeksizin bu memleketin üniversitelerinde bilgiden, düşünceden, felsefeden, sosyolojiden, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkilerden bahsetmenin de, belli düşünürlere, ideolojilere referansla konuşmanın da artık imkânsızlaştığıdır.

***

Elbette üniversite terörist yetiştirmez. Tedris, tedhişi önlemek için var.

Ama elbette üniversite, iktidarların tam tekmil dümen suyuna girmiş bir gençlik de yetiştirmez. Bu, üniversitenin kendini inkâr etmesi olur.

Üniversitenin yetiştirdiği gençliğin “vatana millete hizmeti” de iktidar şakşakçılığından değil, iktidar tasarruflarını tartışma, eleştirme, sorgulama yetkinliğinden çıkar.

Üniversitenin siyasi iktidarın “5’inci kolu” olmaya itmek de en büyük zararı o iktidarın kendisine verir.

***

Meydanlarda verilen talimat doğrultusunda dün gözaltılar başladı öğrenci yurtlarına, evlerine düzenlenen operasyonlarla...

Ayrıca, “Bunların okuma haklarını da ellerinden alacağız” dedi Cumhurbaşkanı.
Asıl böyle terörün ekmeğine yağ sürülür!..

Yıllar önce çalıştığım üniversitede başıma gelmiş olayın da düşündürdüğü gibi…

Karşıt görüşlü öğrenci gruplarının kavgasının olmadığı gün yok. Her gruptan öğrencim var. 

İşin en hazin yanı şu ki bu öğrenciler ilk başladıkları yıl sınıfta can ciğer kuzu sarması. Anadolu’nun dört bir yanından, hatta kimisi aynı yöreden gelmişler. İlk yıl derste her şeyi güzel güzel tartışıyoruz. Fikirler farklı, karşıt ama konuşabiliyoruz ve hepsi sarmaş dolaş çıkıyor sınıftan…

Sonra ikinci dönemden itibaren bakıyorum sınıfta yerler ayrılmış, araya mesafe girmiş, karşılıklı keskin bakışlar belirmiş. Sınıf dışında da boğazlaşmalar başlamış.

Bu duruma “Hocalar” olarak çare bulalım diye dekanlık marifetiyle bir grup öğretim üyesi bir araya geldik. Tabii bizim de düşüncelerimiz, ideolojilerimiz, siyasi tercihlerimiz var ama hepimizin paylaştığı bir bilim insanlığı kimliği de var. Bu doğrultuda fikir tartışmasına evet ama ideolojik kavgaya kapışmaya son demek üzere buluştuk.

Ancak daha ilk anda anlaşıldı ki balık baştan kokuyor! Çünkü söz alıp, ilk yıl derste birbiriyle arkadaş olan öğrencilerimin sonra sınıf-dışı dinamiklerle kanlı-bıçaklı hale gelmesinden yakınarak dedim ki “Öğrencilerimi ya ‘ocak’lara ya da ‘dağlar’a kaybediyorum”!..
Bir meslektaştan zıpkın gibi soru geldi:
“Siz ocağa gidenle dağa gideni bir mi tutuyorsunuz!..”

Aslında soru olmaktan çok yargı yüklü bu ifade karşısında nasıl boşa kürek çektiğimizi de anlayarak şöyle bir cevap verebildim:
“Onların hepsi öğrencimiz! Böyle soruyorsanız, biz dağa daha çok öğrenci kaybetmeye devam ederiz!”

***

Aynen bu hesap, şimdi de “terörist” diye etiketlenen öğrencilere “okuma hakkı da vermeyeceğiz” deniyor ya işte…

Demek ki daha çok öğrenci kaybetmeye devam edeceğiz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Vicdansız bankacılık - REMZİ ÖZDEMİR

Bu banka ile ilgili sigorta şikâyetleri ilk değil. İşte bir yenisi daha:
"Remzi Bey;
Ben sizin daha önce gündeme getirdiğiniz süt izni kullanan annelerin işten atıldığı bankada portföy olarak çalışıyorum. Size yazmamın nedeni vicdanen rahatsız olmam. Yabancı sermayeli bankamız yine yabancı bir sigorta şirketinin poliçelerini de pazarlıyor. Bu sigorta şirketi sürekli olarak yurt dışı kampanyası düzenleyip hiçbir zaman riske dönüşmeyecek poliçeleri bize zorla kestiriyor. Son kampanya Londra gezisi. Bankanın Ege Bölgesi'ndeyim. Bölge müdürü bu geziye gitmek istediği için bize anormal derecede baskı yapıyor. Kredi Kartım Güvencede diye saçma bir sigortayı kesmemiz zorunlu. Eskiden mail atarlardı şimdi size yollamayalım diye şube müdürlerine whatsapp ile grup baskı yapıyor. Dolayısıyla da şube müdürleri de bize. 2 bin lira bile kredi almaya gelen zor durumdaki vatandaşa 580 liralık bu kredi kart sigortası kesiyoruz. Hatta vatandaşın kredi kartı olmasa bile T.C. numarası ile kesiyoruz. BDDK, bankamızın sadece Ege Bölgesi'nde İzmir şubelerinde son 1 ayda kesilen sigortaları incelesin lütfen. Kaç vatandaşın bu sigortalardan haberi var bir araştırsın."

***

Daha önce de Amerika kampanyası için Boğaziçi Bölge Müdürü'nün baskılarını yine gündeme getirmiştim.
Bir kez daha buradan BDDK'ya suç duyurusu mahiyetinde yazıyorum:
Avrupa sermayeli bu bankaya neden bu kadar tolerans tanınıyor. Bu bankanın çalışanının da bana yazdığı gibi sadece İzmir bölgesi şubelerindeki son bir aydaki Kredi Kartım Güvencede sigorta poliçelerini lütfen inceleyiniz. Bu sigortaları yaptırdığı iddia edilen vatandaşları arayıp sorun.
Bu sigortadan haberi var mı?
Her gün bir bankacı bu kampanya için günlük toplam 1500 liralık Kredi Kartım Güvencede Sigorta Poliçesi kesmek zorunda. Bu bankanın şube sayısı ve portföy sayısını çarptığınızda ortaya korkunç bir soygun çıkıyor. Sigorta poliçesi ihtiyaç halinde talep edilmesi ile yapılır.
Gelin görün ki, genel müdürü bayan olan bu Avrupalı banka, bankacılığı bırakmış sigortacılık yapıyor. Bu bankanın KGF'deki yaptıkları da ortada.
Alınan dosya masrafları ve kesilen sigortalar can yakacak boyutta.
BDDK'dan bu banka ve poliçelerle ilgili kamuoyuna bir açıklama yapmasını bekliyorum. Özellikle bankanın kestiği poliçelerin haberli olup olmadığının mutlaka müşteri sondajı ile tespit edilmesi lazım.

Banka sigortacı mı?
Son dönemde bankalar özellikle yabancı sigorta şirketlerinin elinde oyuncak oldu. Hiçbir zaman riske dönüşmeyecek saçma sapan poliçeler üretip bankaya yüzde 40-50 kâr marjı ile kampanya adı altında sattırılıyor. Özellikle yabancı sigorta şirketleri birkaç bölge müdürünü yurt dışına götürme vaadi ile on binlerce poliçeyi bir ay gibi kısa sürede kestiriyor.
Bu konuda Hazine Müsteşarlığı'nın da harekete geçmesi lazım.
Bankaların bankacılık yapması için bazı sınırlamalar getirmeli. Özellikle sigorta acentesi gibi çalışmalarına sınır getirilmeden bu soygunun sonu gelmeyecektir. Vatandaş bankaya zorda olduğu için kredi almaya gidiyor. Burada kendisine ne imzalatıldığı veya ne kesildiğinin farkında bile değil. O bir an önce parayı alıp ihtiyacını gidermek istiyor.

Vicdan nerede?
Bu ahlaksız çarka sırf Londra'ya bedava gideceğim diye insanlara akıl almaz baskı yapan Ege Bölge Müdürü'ne de seslenmek istiyorum;
Elimde şube müdürlerine yazdığın whatsapp mesajları var. Sende hiç vicdan yok mu? Allah korkusu yok mu? Ayda yaklaşık asgari ücretin 20 katına yakın maaş alıyorsun, bir de üstüne üstlük yıl sonu binlerce dolar prim alıyorsun. Kendi paranla gitmeyip, insanları soyarak tatile gitmeye çalışıyorsun. Senin bin dolarlık tatilin için yabancı sigorta şirketine 300 bin dolar kazandırıyorsun. Buna kazanç bile denilemez. Çünkü senin yöntemlerinle yapılana ne ticaret ne de kazanç denir. Buna soygun denilir.
Zor durumda kaldığı için senin bankana kredi çekmeye giden o gariban insanlara 585 liralık sigortayı yalan ve dolanla zorla sattırıyorsun.
Unutma o gariban insanların sırtından yaptığın tatilin bedelini bu dünyada değilse bile ahirette ödeyeceksin...
Şube çalışanlarına benim tek tavsiyem; bu tür insanların ahlaksız baskılarına direnin ve çocuklarınızın kursağına haram lokma sokmayın. Unutmayın ki, bunun acısı sizden olmasa bile onlardan çıkar.


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

25 Mart 2018 Pazar

Rusya’da devlet ve sermaye - GÖZDE KÖK

Rusya’nın en zengin adamlarından Oleg Deripaska 2006 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda bugünkü Rusya liderliği ile Rus sermaye sınıfının ilişkisini özlü biçimde açıklıyordu.


Deripaska ülkeyi yöneten kişinin iş dünyası tarafından kontrol edilebilecek ve ekonomik verimliliği güvence altına alan kararlar verebilecek biri olması gerektiğini söylüyordu.
Putin’i yetkilerinin sınırlarını kesinlikle aşmayan biri olarak tanımlıyordu. Devlette her şeyin yakın geçmişe göre çok daha fazla ekonomi ve iş hayatı lehine geliştiği izlenimini aktaran Deripaska sermayedarları üzecek hiçbir durum olmadığını bu nedenle de Putin’e destek verdiklerini ekliyordu.

Madencilik, metal, enerji, tarım ve finans sektörlerini kapsayan dev bir sermaye imparatorluğunun başında bulunan Deripaska başka sınıfdaşları gibi servetinin büyük bölümünü Putin'li yıllar sırasında edindi.

Kapitalist sınıf ve devlet oluşumunun özgün tarihsel gelişimi nedeniyle devlet-sermaye ilişkileri bakımından ülkeler arasında kimi farklılıklar olabilir. Ancak bugünkü Rusya’nın yalın gerçekliği Deripaska’nın özlü ifadelerinde yatıyor.

Rusya’da büyük bir nüfusun her şeye muktedir bir lider olduğuna inandığı, dış düşmanlarının “Sovyetik bir despot” olarak nitelendirdiği Putin’in gücü oligarkların ona verdiği destekle orantılı. Ve bu destek koşulsuz bir destek değil.

Batıdaki liberal koro Rusya siyasetini ve ekonomisini analiz ederken bugün hükmünü bir hayli yitirmiş ancak revize edilmesi pek mümkün görünmeyen neo-liberal tezlere başvuruyor. Buna göre bir yerlerde var olduğu ve tıkır tıkır işlediği varsayılan liberal demokrasi ve serbest piyasa ikilisinin karşısında Rusya’da otoriter rejim ve yolsuzlukla malul devletin kontrol ettiği bir ekonomi var. Bu ikiliyi tanımlayan sisteme çok farklı isimler yakıştırılıyor. İşte birkaçı: Hibrid otokrasi, ahbap-çavuş kapitalizmi, faşist kapitalizm, neo-feodal devlet, neo-KGB devleti.

Aslında meselenin özünü kavradıktan sonra siz de yeni kavramlar üretebilirsiniz, oldukça eğlenceli oluyor.

Buna göre Rusya Putin’in etrafında kümelenen ve dikkate değer bir kısmı Putin’in güvenlik bürokrasisinden arkadaşlarından oluşan bir grup etkili adam tarafından yönetiliyor. Suyun başını tutmuş olan bu adamlar arasında bir işbölümü var. Bir kısmı devlette siyasi görevlerde bulunurken bir kısmı Rosneft’in başındaki İgor Seçin gibi büyük enerji, savunma sanayi ve finans şirketlerinin yöneticiliğini yapıyor. Operasyonları devletle iç içe geçmiş Deripaska gibi bir grup oligark da aynı dar grubun parçası. Hep beraber kişisel ilişkilerin ve çıkarların belirleyici olduğu, şeffaflığın ve kurumsallığın olmadığı, kanunların kolayca baypas edilebildiği ya da keyfi uygulandığı, yolsuzluğun ve rüşvetin gırla gittiği baskıcı bir rejimin omurgasını oluşturuyorlar.

Aslında bu söylenenlerde hiçbir olağanüstülük yok. Günümüz koşullarında her kapitalist ülkede şu ya da bu ölçüde devletlerin çıkar grupları tarafından parsellenmesi, egemenlik mekanizmalarının çürümesi ve toplumu çürütmesi kural haline gelmiş durumda.
Ancak Rusya söz konusu olduğunda ortada bir olağanüstülük varmış izlenimi uyandırılıyor. Merkezinde devletin olduğu ve devlet görevlilerinin asıl gücü ve iktidarı temsil ettiği bir yapıdan söz ediyorlar.

Devlet-sermaye bağlantısı bilinçli bir biçimde kopartılıyor.

Oysa kapitalist devlet sermaye çıkarlarının kimi zaman doğrudan, kimi zaman dolaylı taşıyıcısı ve kendi başına bir gücü temsil etmiyor. Rusya’da kapitalist devletin ortaya çıktığı özgün koşullar hem Putin gibi siyasetçileri hem de Deripaska gibi oligarkları yarattı. Rusya’da egemen sınıf sosyalizmin yıkıntıları üzerinde yükseldi. Çözülüş sırasında suyun başına yakın olanlar, devletteki halihazırdaki pozisyonları ya da bağlantıları sayesinde ilerleyen yıllarda siyasi ve ekonomik gücün merkezine yerleştiler.
Rusya’nın bir özgünlüğü varsa bununla sınırlı bir özgünlük.

Rusya’da egemen sınıfın sosyolojik özelliklerine bakarak ya da Rusya kapitalizmini ayakları üstüne oturtmak için başvurulan politikalara referansla bugünkü yönetime piyasa karşıtı, anti-liberal gibi sıfatlar yakıştırmak bütünüyle saçmalık.

Putin iktidara geldikten hemen sonra Hodorkovski, Berezovski gibi oligarkların tasfiyesinin mantığı ile, bugün ayyuka çıkmış kuralsızlığı ve keyfiliği sınırlandırmak için Putin’e çok yakın isimlerin de dahil olduğu bir dizi siyasetçi ve bürokratın tasfiye ediliyor olmasının mantığı aynı yere işaret ediyor: Rusya’da kapitalizmi sürdürülebilir kılmak.
2008 krizi sonrası devletin kilit sektörlerdeki ağırlığını artırması ile özelleştirme programlarını sürekli güncelleyip bu programları her fırsatta hayata geçirmesi arasında bir çelişki bulunmuyor.

Batıda koparılan yaygaraya rağmen Rusya devletinin pusulası şaşmaz biçimde sermaye çıkarlarını gösteriyor.

Gözde Kök / SOL

Medyanın rejimi, rejimin medyası - FATİH YAŞLI

Eskiden “medya” yoktu, “basın” vardı; “basın”ın “medya”ya dönüşümü aynı zamanda Türkiye’nin dönüşümüdür. 24 Ocak Kararları’yla ve 12 Eylül Darbesi’yle birlikte liberal talana açılan Türkiye topyekûn bir dönüşüme uğrarken, basın da kaçınılmaz olarak bundan nasibini almış ve “medyalaşmıştır.”

Ne demektir “medyalaşma” peki? Gazeteciliğin giderek bir sermaye faaliyeti halini alması, gazete sahipliğinin başka alanlardaki yatırımlarla iç içe geçmiş bir sermaye sahipliğine dönüşmesi nedeniyle gazeteciliğin kamusal niteliğini yitirerek özel çıkarların hizmetine sunulması, holdingleşme, tekelleşme ve gazetelerin sermaye-iktidar ilişkisinin temel araçlarından birine dönüşmesi…

“Basın”dan “medya”ya doğru yaşanan dönüşümün mimarı Aydın Doğan’dır; onun basın sektöründeki payının büyümesine ve tekelleşmesine paralel bir şekilde Türkiye’de kamu yararına gazetecilik giderek zayıflamış, o basın dışı alanlardaki yatırımlarını çoğalttıkça gazetecilik ve televizyonculuk da bu yatırımları korumanın bir aracı haline dönüşerek kamucu niteliğini yitirmiştir.

Sadece bu değil, 80’lerin ikinci yarısından itibaren ve özellikle 90’lar Türkiye’sinde, Dinç Bilgin’in Sabah’ıyla birlikte Aydın Doğan’ın Hürriyet ve Milliyet’i neoliberalizmin Türkiye versiyonu olan köşe dönmeci, tüketime dayalı, bireyci Özal ideolojisinin taşıyıcılığını üstlenmiş, toplumsal ahlaksızlık dalga dalga bu gazetelerin sayfalarından toplumun bilincine nakşedilmiş, medya ülkeyi çürütme operasyonunun merkezi olmuştur.

Ertuğrul Özkök, Serdar Turgut, Hadi Uluengin ve diğerleri… Köşelerinde her gün kendi geçmişlerine ve dolayısıyla, sosyalizme, sola, solun değerlerine küfür etmeleri için beslenmiş, bol sıfırlı ve dolara endeksli maaşlarla semirtilmişlerdir. Doğan’ın ve Bilgin’in yarattığı medya rejiminin temel hedefi budur: Toplumsal aklı yok etmek, bireyi aptallaştırmak, ahlaki bir çürümenin parçası haline getirmek, kişiliksizleştirmek…

Türkiye’de medya sermaye sınıfına ait bir “aptallaştırma makinesi”dir ve bugünkü iktidar da bu makinenin ürünlerinden biridir; tam da bu nedenle iktidar partisi “Türkiye sermaye sınıfının kendine yakışanı giymesi”dir, kırk yıl arayıp nihayet bulduğudur, vazgeçilmezidir. Sol düşmanlığıyla açılan kapılardan girilmiş, akla, bilime, sola karşı kurulan ittifaklarla bugünlere gelinmiştir; beslenilip büyütülenin bu makineyi adım adım ele geçirip kendine tabi kılması ise tarihin muazzam bir ironisidir.

Aydın Doğan “dünün kahramanı” ise zamanımızın kahramanı da Doğan Medya’yı alan Demirören’dir. 2004’e kadar 8 şirketi olan Demirören’ler, 2004 sonrası mermer, gayrimenkul, liman, inşaat, petrol ve medya sektörüne girecekler ve 50 yıllık büyümelerinden daha fazlasını son 10 yılda gerçekleştireceklerdir. İktidarla cemaat arasındaki kavga kızıştığında ortaya saçılan ses kayıtlarından anladığımız kadarıyla medya sektörüne girmelerinin esas nedeni, iktidarı ve tepesindeki ismi memnun etmek ve diğer alanlarındaki yatırımlarının büyümesini bu memnuniyet aracılığıyla garanti altına almaktır.

İktidarın uzun zamandır bir “kum torbası” olarak kullandığı, yani “küçük adam”ın sınıfsal öfkesini “Bak bunlar seni ‘bidon kafalı’, ‘göbeğini kaşıyan adam’ diye aşağılayan kalantorlar” diyerek manipüle etmek için bir araç olarak gördüğü Doğan Medya’ya artık bu anlamda ihtiyacı kalmamıştır. Doğan, artık kavga edilmesi gereken bir güç odağı değil, tarihin çöplüğüne atılması zafer nişanesi olarak sunulacak bir figürdür artık iktidar açısından. Bu da rejim inşasında geldiğimiz yeri göstermektedir ki, söz konusu satışın esas önemi buradan kaynaklanmaktadır.

Evet artık rejim inşasında bir aşamayı daha geride bırakmış bulunuyoruz. Çünkü Türkiye tarihinde ilk kez tek bir kişinin gazetelerin ve televizyonların tamamına yakınını vekilleri aracılığıyla yönettiği, fiilen hepsinin gerçek sahibi haline geldiği bir medya rejimine geçmiş durumdayız ve bunu “rejim medyası” olarak adlandırmakta hiçbir sakınca yok. Bugünkü medya rejiminin kavuştuğu veçhe tam olarak budur: Medya artık “rejimin medyası”dır.

Bu dönüşümün tamamlanmasının tam da Türkiye bir seçim konjonktürüne girmişken ve o seçimin sonuçları rejimin kaderini belirleyecekken gerçekleşmesi ise elbette ki bir tesadüf değildir. Artık medyada tek bir çatlak sesin dahi çıkmasına izin verilmeyecek, medya “rejim medyası” olmanın hakkını vererek muazzam bir propaganda aygıtı olarak çalışacaktır. Dağıtım tekeli ise sayıları bir kaça inmiş muhalif medya üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanacak ve tehdit arz ettikleri düşünüldüğü anda bu gazetelerin dağıtımı yapılmayacaktır.

Peki manzara buyken, rejim inşasının medyaya yansıması bu şekilde olmuşken, artık tek bir “patron” varken, seçime bunları görmeksizin, bunların sonuçlarıyla yüzleşme iradesini göstermeksizin, her şey normalmiş gibi girmek siyaseten ne anlama gelmektedir? Sanıyorum ki öncelikle sorulması ve yanıtının verilmesi gereken soru, esas olarak budur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Üst akıl: Cambridge Analytica - Nilgün Cerrahoğlu

Hangi taşı kaldırsanız, Trump’ın eski “baş stratejisti” Steve Bannon çıkıyor... 
Dünyayı sarsan “Cambridge Analytica” (CA) skandalında da böyle oldu. 
Skandalın baş figürü Steve Bannon çıktı. 

2014-16’da CA’nın başkan yardımcılığını yaptığı gibi, Bannon’ın CA’nın kurucularından olduğu anlaşıldı. 

Türkiye Doğan Grubu’nun satışı ile çoksesliliğe indirilen ölümcül darbeyle meşgul olduğundan, “Cambridge Analytica” gibi adı bile “uzak” yabancı bir skandalla ilgilenecek durumda değil. Ama biz ilgilenmesek de CA bizimle ilgileniyor. Gaipten bir ses olmak pahasına, ahtapot gibi dünyayı saran bu CA meselesinden söz etmek durumundayız. 
 
Demokrasilerin Frankeştaynlaşması 
CA, içleri boşalan, ideolojik referanslarını ve temsili niteliklerini yitiren demokrasilerin Frankeştaynlaşmasının son noktası. 

Siyasi bir danışmanlık şirketi olarak kurulan CA, adı dahi Orwell’in siyasi kurgu romanlarından ödünç alınmış gibi duran “Stratejik İletişim Laboratuvarları/Strategic Communication Laboratories-SCL” isimli bir şirketin yan kolu olarak 5 yıl önce faaliyete geçmiş.
 
Seçim olan ülkelerde siyasi danışmanlık hizmeti veren şirket, Nijerya, Kenya, Çek Cumhuriyeti, Hindistan’da çalışmış. Ama en büyük namı, son ABD seçimlerinde Trump ve Brexit’te kıl payı kazanılan zaferleri belirleyerek elde etmiş. 
Basından izleyebildiğimiz kadarıyla CA’nın Türkiye ile de bağlantıları var. 2019’un kader seçimi öncesinde bizden de iki parti CA ile temas kurmuş. İçlerinden biri bu şirketle anlaşmış! 

Vaktiyle nasıl siyasi partiler “reklam şirketleri” ile iş yapıyorlardı ise, bugün, bu işbirliğini “siyasi danışmanlık hizmeti” veren şirketlerle kotarıyorlar. CA da şimdi bu hizmeti sağlayan ve mantar örneği gibi çoğalan bu şirketler arasında (Trump, Brexit zaferleri nedeniyle) en tanınanı oluyor. 

Kirli çamaşırları ortalığa döküldüğü için artık iç yüzünü çözdük. Ama karanlık yüzü ifşa olan CA’nın kapısına yarın kilit vurulsa, aynı işlevi başka şirketler yerine getirecek. 
 
Nabza göre şerbet 
CA ne yapıyor? 
Potansiyel seçmenler üzerinde “veri madenciliği/data mining” denen işlemi gerçekleştiriyor. 
Facebook ve Google’da kullanıcıların yaptıkları aramalardan/“app” uygulamalarından, “arkadaş grupları” da dahil olmak üzere bir “kişisel” bilgi bankası oluşturuyor. 
Davranış, düşünce, hayat tarzı, beklentilerden.. “psikografi” denilen bir harita meydana getiriyor. Sonra bu “psikografi haritası” üzerinden, danışmanlık verdiği parti/aday namına; “algı operasyonu” hedefli, tümüyle “kişisel” siyasi pazarlama ve propaganda yapıyor. 
Buna bir nevi “nabza göre şerbet”in teknolojik versiyonu da diyebilirsiniz. 
Düşünün... 
Grup ya da cemaat olarak değil.. hedefteki kişiler, tüm bireysel zaaflarıyla, siyasi bir propaganda kampanyasında nokta atış, ince ince “algı operasyonuna” tabi tutuluyor. 
CA bu amaçla, FB bilgilerinizi ve Google taramalarınızı, arkadaş bağlantılarınızla birlikte aşırarak yürütüyor. Dünyanın şu ara odaklandığı bu “kişisel bilgi hırsızlığı” tabii başlı başına skandal, ancak bu, büyük fotoğraftaki sadece bir ayrıntı. 
Büyük resim, tek tek hepimizin.. “zaaflarımız”dan yararlanılarak ayrı ayrı birer propaganda hedefi haline getirilmiş olmamız. 
Propaganda bundan böyle artık miting meydanlarında değil, bilgisayar ekranında yapılıyor. 
Hafta başında Channel 4, CA’yı ifşa eden bir belgesel yayımladı. Belgeselde gizli kameraya konuşan bir yönetici şunu söyledi: 
“Seçim kampanyalarını biz artık gerçekler üzerine değil, duygular üzerine inşa ediyoruz. Seçim, duyguyla kazanılır. İnsanları harekete geçiren iki baş anahtar vardır: Korku ve umut. Korku ve kaygıya ne kerte hitap ederseniz, o kadar kazanırsınız!” 
Trump ve Brexit’in önünü açan anahtarlar nitekim tam da bu; “göçmen”, “küreselleşme” ve “Müslüman” korkuları olmuştu. Görüyoruz ki süreçte CA’nın parmağı varmış. 

Nasıl olmasın? 
CA’nın başstratejisti, ABD “alternatif sağ”ının temsilcisi Steve Bannon. 
Projeyi fonlayan Bannon’ın mülti milyarder sponsorları Robert ve Rebekah Mercer
Hedef ise Avrupa’yı Brexit’le bölmek ve Beyaz Saray’a Trump’ı çıkartmak suretiyle liberal demokrasileri çaptan düşürmek. 

Türkiye’de “üst akıl, üst akıl” deniyor ya, “üst akıl” artık böyle çalışıyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Çakma tarih, satılık coğrafya! - Mine G. Kırıkkanat

Cehalete terk, cahillere emanet edilen cinnet vatanda, püsküllü püskülsüz Kadir’ler ve televizyon dizilerinden öğrenilen “yeni” tarihin mimarları, parodi dalında efsaneler yazıyor! Birkaç yıl öncesine kadar Çanakkale Zaferi’ni evliya taburlarına kazandıran zevat, zamanla ustalaştı ve görünmez evliya yalanından vazgeçip, görünür gerçeği tersyüz etmek taktiğini seçti: Çanakkale’de artık evliyalar muzaffer değil. Ama ortada pek övünülecek bir zafer yok, zaten olanı da Mustafa Kemal komutasında kazanılmadı. Dolayısıyla Çanakkale Zaferi’nin 103.’üncü yıldönümü çoğu yerde, zaferi kazanan komutan anılmadan kutlandı.
Eğer Türkiye gelecek yıla da aynı siyasal şablonla girecek olursa, yeni tarihçilerin 104.’üncü yıldönümü için hazırladığı parodiyi şimdiden söyleyebilirim: Çanakkale Zaferi’ni Almanlar kazandı, boşuna bir savaştı, işgal orduları zaten üç yıl sonra Çanakkale’yi çatışmadan geçtiler, onca askeri orada heba etmeseydik, halifeliği savunurduk, Osmanlı parçalanmazdı…
Nasıl parçalatmayacaklarına dair ne uydururlar, bilemiyorum.
Hangi yönde saçmalayacaklarını rahatlıkla seziyorum, ama rasyonel mantığımla saçmalıkta hangi düzeye çıkacaklarını öngörmem çok zor!

***
Gülüp geçmeyin.
Tarihin bariz deformasyonu olsa da bu parodi tarih yazılımına devletin en üst düzeyi rağbet ediyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bile hataya düşebiliyor. Örneğin bu yıl Çanakkale Zaferi’ni kutlayan konuşmasında, lafı bir ara
Osmanlı’nın toprak kaybına getirerek, “30 milyon km2’den 780 bin km2’yedüştük” diye hayıflandı.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu sanrısı (yanlış algı), “İkinci Abdülhamit hiç toprak kaybetmedi” çarpıtmasının devamı ve hızla süren tarih deformasyonunun bir parçasıdır.
İkinci Abdülhamit döneminde, Ruslar Erzurum’u; İngilizler Kıbrıs ve Mısır’ı, Fransızlar da Tunus’u almıştır.
Osmanlı Devleti’nin yüzölçümüne gelince, hiçbir zaman 30 milyon km2’yi kapsamadı.
En geniş hacmi 1595 İkinci Murat döneminde olup 19 milyon 902 bin km2’ye yayılıyordu.
1913’te 180 bin km2’si Avrupa’da, 1 milyon 800 bin km2’si Asya’da, 3 milyon km2’si Afrika’da olmak üzere, toplam 4 milyon 980 bin km2’yi buluyordu.
1913’ten 1923’e, sadece 10 yılda 4 milyon km2 toprak kaybedildi, evet.

***

Tıpkı İkinci Abdülhamit’in kaybettiği topraklar gibi, bu topraklar da insanlığın sosyolojik dönüşümü gereği, geopolitik bir zorunluluk olarak kaybedilecekti, öyle de oldu!
Çünkü 19. yüzyılın sonuna doğru halklar, yurttaşlık ve millet bilincini sahiplenmiş, kulluk ile ümmet toplumsallaşmasının sonu gelmişti.
Elbette ki tüm sömürge imparatorlukları gibi Osmanlı da dağılacaktı!
Hatta en köhne, en geri kalmış, en cahil ve yoksul imparatorluk olduğu için elbette hepsinden önce parçalanacaktı…
Japon İmparatorluğu, 1868’den 1945’e kadar 7 milyon 400 bin km2 toprak kaybetti.
Bugünkü Japonya’nın yüzölçümü 127 milyon nüfusuna karşın sadece 377 bin 962 km2.
Güney Amerika fatihi Portekiz İmparatorluğu, 1824’e kadar 10 milyon 400 bin km2’ydi. Koca Brezilya’nın sahibiydi.
Bugün sadece 92 bin 212 km2’lik bir ülke.
Güney Amerika’nın öteki fatihi İspanya İmparatorluğu, 1898’de Osmanlı’nın dört katı, 19 milyon 200 bin km2’lik bir yüzölçümüne yayılıyordu.
Bugünkü İspanya’nın yüzölçümü, 505 bin 990 km2.

***

Üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu, 19. yüzyılın sonunda Osmanlı’nın zirvedeki yüzölçümünden iki kat büyüklükteydi: 33 milyon 700 bin km2’ye yayılan mülkünde zamanın dünya nüfusunun yarısı, 458 milyon insan yaşıyordu.
Bugün Britanya, İskoçya’yı saymazsak 242 bin 495 km2’den ibaret bir ülke…
İkinci Fransa İmparatorluğu, 12 milyon 898 bin km2’ydi. Bugün Fransa, 643 bin 801 km2.
Liste uzun.
Dünyadaki bütün imparatorluklar, fethettikleri topraklardaki halkların millet bilincine kavuşması ve bağımsızlıklarını elde etmek için başlattıkları mücadele sonunda dağıldılar.
Osmanlı da dünyadaki sömürge imparatorluklarından biri ve 18. yüzyıldan öteye bunların ne en büyüğü, ne de en güçlüsü ya da gelişmişiydi.
Oysa Atatürk’ün başlattığı Kurtuluş Savaşı sayesinde Türkiye Cumhuriyeti, bugün Rusya hariç eski emperyal rakiplerinin hepsinden daha geniş bir yüzölçümüne sahip: 783 bin 562 km2. 

Tarihi yalan dolanla tahrif edenlerin, sata sata bitiremedikleri kadar büyük bir coğrafyadır, Türkiye.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

24 Mart 2018 Cumartesi

Basın basanındır - ORHAN GÖKDEMİR

Aydın Doğan emaneti sahibine teslim etti, gitti. Kontrolündeki basın artık devletindir. Daha önce de devletindi zaten. Şu kadarını hatırlatayım; basın patronu olduğu ilk yıllarda Hürriyet gazetesinin kapısından bile geçemediği konuşuluyordu Doğan’ın. Sahibi kâğıt üzerinde o görünmesine rağmen, boyunu aşan bir dükalıktı Hürriyet. Sonra Hürriyet’i kendisine ait binasından tüpçülere satıldığı için göçen Milliyet’in yerine taşıdılar. Ancak ondan sonradır ki Hürriyet bir Doğan Medya matbuatı haline geldi. Kazandıklarını ışıklar içinde harcasın, siyasi ve tarihi ömrü böyle tamamlanmıştır.


90’lı yıllarda o kadar güçlüydü ki, başbakanları üzerinde pijamalarıyla karşılardı. Hoş, başbakanlar da kapısından ayrılmazdı hazretin. Çünkü iktidara giden yol onun malikânesinden geçiyordu. Mesut Yılmazlar, Tansu Çillerler el pençe divan dururdu önünde.

Fakat gelin görün ki ideolojisi ile örtüşen merkez sağ partiler derin bir çürümenin içindeydi. Her geçen seçimde biraz daha eriyip, zayıflıyorlardı. O erimeden yararlanarak aradan sıyrılmayı başaran Necmettin Erbakan’ın partisi ise 28 Şubat duvarına çarpmış, kaynaşıp duruyordu. Ecevit’in içinde olduğu koalisyonlar dönemi işte bu şartlarda açıldı. DSP-ANAP-MHP ortaklığı ile başladı, sonunda bir eksilerek DSP-MHP koalisyonuna dönüştü.

Ama patronlar daha sağlam, daha hızlı ve daha güvenilir bir iktidar arayışındaydı. Formülleri basitti; Ecevit’i indirecekler ve yerine mutemet bir adamlarını geçirerek yola devam edeceklerdi. DSP içindeki sağlam adam Ecevit’in sağ kolu Hüsamettin Özkan’dı. Özkan, Aydın Doğan’a da yakını olduğundan TÜSİAD ve generaller bu formüle sıcak bakıyorlardı. Fakat Ecevit’in koltuğu Özkan’a bırakmakta ayak sürüyeceği çabuk anlaşıldı. Karı-koca Ecevitler kendilerine karşı düzenlenen komployu çabuk anlamıştı. Tez zamanda Hüsamettin Özkan’ı etkisiz hale getirdiler.

Özkan düşürülünce, Ecevit’e ve partisine karşı büyük bir Doğan Medya kampanyası başlatıldı. Hasan Cemal yurt gezisine çıkmıştı kampanya için. En acımasız yazılar ise Emin Çölaşan’ın kaleminden çıkıyordu. Doğan gazetelerinin kaleminden kan damlayan ünlü yazarları Ecevit'in çok hasta olduğunu, belden aşağısının tutmadığını, tırnaklarını kesemediğini, konuşamadığını, yürüyemediğini yazıyorlardı. Ecevit gitse yerine Hüsamettin Özkan gelse her şey yoluna girecekti. Sonunda baskılara dayanamayıp hastaneye kaldırdılar Ecevit’i. Başbakan “Başkent” Hastanesinde bir süre yattı. Abluka altındaydı odası, kimseyle görüşmesine izin verilmiyordu. Yatması uzayınca, iktidar partisinin yetkilileri başbakanın hastanede rehin tutulduğunu fısıldadı basına. Ve Türkiye tarihinde ilk kez bir başbakan hastaneden kaçtı!

Ecevit, hastaneden kaçtıktan sonra da tüm baskılara rağmen istifa etmeyip görevine devam etti. Doğan merkezli vezir düşürme operasyonu başarısız olmuş görünüyordu. Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan partiden istifa etti. Onu İsmail Cem ve başka vekiller izledi. İstifa edenler “Yeni Türkiye Partisi”ni kurdu. İktidar partisi iktidardayken bölünmüştü. Koalisyon ortağı Devlet Bahçeli erken seçim istedi. 3 Kasım 2002'de yapılan seçimlerde Ecevit'in DSP'si baraj altında kaldı. Yeni Türkiye Partisi, Kemal Derviş’in son dakika manevrasıyla CHP’ye geçmesi üzerine ortada kaldı. Silinip gitti. Tayyip Erdoğan’ın AKP’si o seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Yani AKP iktidarı bir Aydın Doğan operasyonunun sonucuydu.

soL’da Ali Ufuk Arıkan’ın Aydın Doğan’ı uğurlama yazısına bir daha bakmanızı öneririm. AKP’nin gelişini bir sosyal patlama, bir sosyal devrim olarak sunmuşlar, büyük tezahüratlar yapmışlardır.

***

Bir sonraki oyunda hedef, Kemal Kılıçdaroğlu’nu İstanbul’a atamaktır. Fakat Kılıçdaroğlu evinin yolunu bulamayacak kadar İstanbul’a yabancıdır. Zaten oy kullanmayı bile beceremediği seçimi kazanmasının imkânı yoktur. Kılıçdaroğlu’nu İstanbul’a atayamamış fakat CHP’nin başına atamayı başarmıştır. Hızlı yükselişinde Aydın Doğan ve matbuatının büyük rolü vardır.

Doğan bunlarla meşgulken Tayyip Erdoğan kontrolden çıkmaya, sağa solu zarar vermeye başlamıştı. Onu Cemaatle frenleme çabalarının sonucu malum. Ama açık olan şu ki Tayyip Erdoğan’ı desteklemeleri kadar Cemaate destek sunmaları da çok doğaldı onlar için. Hatta bir ara kavga çıkınca Cemaatin kazanacağı zehabına bile kapıldılar. Sonuç hüsran oldu.

Bunun üzerine yeni bir operasyona kalkıştılar. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’yi o güne kadar adı sanı duyulmamış Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstermeye ikna ettiler. CHP tabanının gericiliği tescilli bu unsura oy vermekte tereddüt edeceği çok belliydi. Bu yönde bir soru üzerine Kılıçdaroğlu “tıpış tıpış verirler” demişti.

Aydın Doğan ve temsil ettiği güçler Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanı yaparak kurtulacaklarını sanıyorlardı. Ekmeleddin’in aday gösterilmesi aslında Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanı seçtirme hamlesiydi. Öyle de oldu. Fakat Tayyip Erdoğan’ın yeni koltuğunda da boş durmayacağı anlaşıldı. O Abdullah Gül’ün kumaşından değildi. Nerede olursa olsun ipleri hep elinde tutmak istiyordu.

***

Son yerel seçimlerde İstanbul adayı Mustafa Sarıgül’dü. Bu çok yıpranmış ismi sırf Aydın Doğan’ın adamı olduğu için, matbuatından destek alır diye aday yaptılar. Oy verirken CHP’liler bile ayak sürüdü. Sonuç yine hüsran oldu.

***

28 Şubat muhtırasında da matbuatı aracılığıyla dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’ı terbiye etmeye kalkışmıştı. Zamanın etkili generali Çevik Bir, İsrail’le içli dışlıydı. İsrail ise Erbakan’ın “kontrolsüz” davranışlarından çok rahatsızdı. Muhtıra ile kanırttılar, Erbakan’ı doğrudan aleyhine olan pek çok kararı imzalamaya zorladılar. Bir iki psikolojik harp operasyonu geldi ardından. Bir zavallı tarikatçı yobazı yatak odasında basarak güya irticayla mücadele başlattılar. 
O sırada basında da büyük bir temizliğe giriştiler. “Büyük” demem zamanın ölçülerine göre. Benim de aralarında olduğum 7-8 gazeteci hakkında gazete patronlarına yazı yazdılar. İşsiz olanlar bir daha iş bulamadı, işi olanlar kovuldu. Şu kadarını söyleyeyim, o zamanın mağdur gazetecileri arasında bir tek İslamcı yoktur.

Bir parantez açayım: Hürriyet’in operasyon için attığı 28 Şubat manşetlerinden biri Fethulllah Gülen’in “Beceremediniz, bırakın” sözüdür. Gülen, Erbakan’a karşı askerlerin yanında saf tutmuştur. Sonra, Mavi Marmara girişiminde de İsrail’in yanında saf tutacak, AKP’ye cephe alacaktır. Bakmayı bilene her zaman her şey yerli yerindedir.

28 Şubat davası hâlâ sürüyor. İddia o ki Aydın Doğan o davadan dolayı kendisinin de tutuklanması riskini göze alamadığından basını bıraktı. Ama gelin görün ki Nasuhi Güngör’ün “Yenilikçi Hareket” adlı kitabında bugünkü iktidarın önde gelenlerinin de o operasyonun içinde olduğu ileri sürülmektedir. Yani önemsiz bir davadır ve bunu Doğan’ın bilmemesi mümkün değildir. Esası başkadır; Emrederler alırlar, emir gelir bırakırlar. Böyledir!

Öyle veya böyle, sonuçta emaneti bir tüpçüye bırakıp gitti. Hoş tüpçünün de emanetçi olduğunu herkes biliyor. Basın gerçekte devletleştirilmiştir ve bu işlem her şey özelleştirilirken gerçekleşmiştir.

***

Aydın Doğan basından çekildiği gün CHP koltuğuna oturmasına aracılık ettiği zat olup bitenden habersiz imamlığa soyunmuştu. 
Sabah, “Müslümanlıkta güncelleme olmaz, dayanağımız Kuran'dır” dedi. 
Öğle tüm İslam âleminin Regaip Kandilini kutladı. 
İkindide birlikte basın toplantısı yaptığı Alman Büyükelçi’yi “Afrin’e işgal diyemezsiniz” diye haşladı. 
Akşam, "İslami kurallara uymayan bir ülkeyiz biz” diye yakındı. 
Yatsıda "CHP dinsiz partidir diyorlar, doğru değil” diyerek nedamet getirdi. 

Dediklerine göre rüyasında da “Hukukçuların üzerinde mutabık kaldıkları gibi ilk evrensel İnsan hakları beyannamesi Veda Hutbesidir” diye sayıklıyordu. Baktım, hukukçuların böyle bir mutabakatı yok. Sadece AKP’li komisyon başkanının bu yönde bir beyanı var. Bir önceki gün Diyanet İşleri Başkanı’nı Çanakkale anmalarında Mustafa Kemal’in ruhuna fatiha okumamakla eleştiriyordu. Sanki içine Aydın Doğan kaçmıştır.
Önemsiyor değiliz; emrederler otururlar, emir gelir kalkarlar. Böyledir!

***

Bu tuhaf, tepetaklak ilişkinin esası şu; Bizde devlet doğrudan patronun devletidir. Yoksuldan alır zengine verir. Böylece patronlar Batıdaki sınıfdaşları gibi işçiyi, emekçiyi soymak için ekstra çabalara girişmekten kurtulur. Devletle ilişkiyi sıkı tuttun mu gelsin ihaleler, vergi indirimleri, teşvikler, destekler, kar garantili işler. Yani devlet patronlara, patronlar devlete doğrudan göbeğinden bağlıdır bu topraklarda. Bizde “son tahlilde” yoktur, “işin başında” vardır. O yüzden çabuk zenginleşirler ama servetleri de çabuk el değiştirir. Baksanıza Özal’ın prenslerinden hiçbiri kaldı mı ortalıkta? Aydın Doğan dünkü ilişkilerin cambazıydı. Şimdi yeni ilişkiler ve yeni cambazlar var. Sermaye kiminse düdüğü çalan odur. Öyleyse basın basanındır!

Ama yavaş ilerlese de evrim inkâr edilemez. Süleyman Demirel’i Tayyip Erdoğan’a, Bülent Ecevit’i Kemal Kılıçdaroğlu’na, Aydın Doğan’ı “Koyarım Cengiz”e dönüştüren bir evrimdir bu. 

Deniz bitiyor bir başka deyişle. Yeni bir dönemin ve yeni bir hayatın doğum sancılarıdır duyduklarınız…

Orhan Gökdemir / SOL

Fransa’nın utancı Sarkozy - Nilgün Cerrahoğlu

Evvela bir yabancı diktatörün finansmanıyla seçilmiş ve işbaşına gelmiş, sonra, seçimini sağlayan “finans kaynağı”nı, kirli çamaşırlarını ortaya çıkarması korkusuyla yok etmiş… 
İki günlük gözaltının ardından, adli denetim koşuluyla serbest bırakılan Sarkozy skandalı böyle özetlenebilir. 

Yolsuzluk”, “yasadışı finansman” ve “Libya fonlarını alıkoymak”la itham edilen Sarkozy hakkındaki suçlamalar kanıtlanırsa, eski Fransa Cumhurbaşkanı on yıla dek varan hapis cezası alabilecek. 

Skandalın düşündürücü olan iki temel boyutu var: Biri, Batı demokrasilerinin açık değerler krizi ve erozyonu; diğeri bu değer krizine rağmen demokratik mekanizmaların bir biçimde hâlâ eski bir cumhurbaşkanını yargı önünde çıkaracak reflekslere sahip bulunması… 

Hukuk devletine yakışan bir adalet arayışının ne kerte gerçekleştirileceğini ve bu refleksin ne oranda sürdürülebileceğini hep birlikte göreceğiz. 

Libya halkının kayıplarını ve acılarını hiçbir şey telafi etmeyecek ancak, belki bir ümit… Fransa’da kirli emellere alet edilen “devlet raconu”nun masaya yatırılışına tanık olacağız.

‘Demokrasiden sonra’nın imgesi
Bunlar başlı başına Sarkozy skandalını, “Fransa’nın Watergate”ine dönüştürmeye yetecek nitelikte. 
Fransa “devlet başkanlığı”nın gangster raconuyla hareket eden bir tek adama alet olması, gerçekte rastlantı değil. 
Sarkozy’nin Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğu yıllarda bu köşede sıklıkla bahsettiğim tarihçi Emmanuel Todd’ın “Demokrasiden Sonra/Après la démocratie” isimli kitabı, bu bağlamda hayli zihin açıcı. 
Sarkozy meşrebindeki birisinin Cumhurbaşkanlığa gelmesinin Fransa gibi bir Batı demokrasisinde bir yol ayrımı olduğuna işaret eden kitap, “Agresif, dengesiz, narsisist, zenginlere hayran, ekonomi ve diplomaside kifayetsiz birinin nasıl olup ta cumhurbaşkanı olduğuna” mim koyuyor ve de bu soruyla başlıyordu. 
Todd, Sarkozy’nin, Fransızların, “iş bitirici”, “karar alıcı” ve “güçlü adam” arayışlarıyla birlikte “güçlü kimlik” manivelasını kullanarak bulunduğu konuma sahip çıktığını anlatıyordu.. 
Bu yolda Sarkozy kendisini, “Fransızları iç-dış tehditten koruyan alternatifsiz lider” kisvesiyle tanımlayarak kodlamıştı. 
İç tehdit”, Müslüman göçmenler... 
“Dış tehdit” de AB kapısından püskürtülen Türkler oluyordu...
Sarkozy, artık bugün Batı demokrasilerinde yaygın paradigmaya dönüşen “kimlik saplantısını”, ülkede ilk kez bir “ulusal kimlik bakanlığı” kurmaya dek vardırmıştı.

Despotlar cesaretlendi 
Kişiselleştirilmiş ve ulusun kaderine, kimliğine yön veren bu Cumhurbaşkanlığı tarzı, Fransa da o güne değin Cumhurbaşkanlığında görmeye alıştığımız Chirac ve Mitterand’ın “kurumsal” tarzından çok farklıydı. 
Sarkozy bu nedenle çok bariz bir yol ayrımı. 
Ve sade Fransa da değil, Trump Amerikası’nda da bugün gördüğümüz destursuz “one man show/tek adam şov” rejimler için de bir dönemeç sayılıyor. 
Avrupa demokrasilerinde popülizme kayışın başlangıcı 2000’ler başında Berlusconi idi ise; kendisini yasalar ve kuralların üstünde sayan, “ben merkezci”, “narsisist”, “yaptım oldu”cu “tek adam sendromu”nun fitilleyicisi, Kaddafi skandalı ile şimdi Fransa’nın utancına dönüşen Sarkozy oldu. 
Avrupa ve Batı demokrasilerinin “başkalaşma” süreci, böylelikle 2010’lar başında tamamlandı. 
Her şeye maydanoz Başkan baba” şablonu, şoke edici bir istisna olmaktan çıkıp, dört dörtlük model oldu. 
Batı bu kalıba devşirilince, postmodern “Çar”lar , “Reis”ler, “imparator”lar önünde totaliter icraatlarının kıyaslanacağı, yargılanacağı ölçü/kriter kalmadı. 
Çin’in “son imparator”u Xi Jinping örneğin kendisini “ömür boyu başkan” ilan etti. 
Trump’ın Jinping’i kınamak bir yana, kıskandığı söylendi. 
Putin de yüzde 70’le seçilmeyi hedeflediği son başkanlık seçiminde, “bingo” yüzde 75’in üstünde oyla istediği hedefi 12’den vurdu. 

İşler artık önden istenilen kesin oy miktarını tutturmaya dek vardırıldı. 
Putin de artık Batı tarafından yargılanmak, itham edilmek ve yalnızlaştırılmaktan hiç çekinmiyor. 

Niye çekinsin ki? Batı’nın liderleri de bundan böyle kendisine benziyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Her şeyi sattılar sıra suyumuzda - ALİ SİRMEN

22 Mart “Dünya Su Günü” ülkemizde fazla yankı yapmadan geçti. 
Oysa su kıtlığının, ülkemizde, dünyada ve artık bütün sorunlarına kafadan daldığımız Ortadoğu’da vardığı boyut, son zamanlarda su konusunu en büyük sorunlar listesinin üst sıralarına yerleştirmiş durumda. 
22 Mart günü bu sütunda Ahmet Davutoğlu konuk olduğundan konuyu biraz gecikmeyle bugün ele almaya çalışacağım. 
Küresel ısınma, sanıldığının aksine, su sorununu yaratan tek etken değil, başka bir deyişle küresel ısınma olmasaydı bile dünyadaki nüfus artışı (2050’de 9 milyar olacağız) başlı başına su sorununu ağırlaştırmaya yeten bir etkendi. Ama bazı bölgelerinin 2040 yılından itibaren çölleşme tehlikesini de doğuracağı Türkiye için olduğu gibi, dünyanın birçok bölgesi için de küresel ısınma artık su sorununu ağırlaştıran etkenler arasında yer alıyor. 
Su, hava gibi yaşamın kaynağı. O yüzden son zamanlarda ayırdına varılan su konusunda yeni egemen görüş suyun bir ihtiyaç değil, bir hak olduğudur. Su hak olunca, bütün insanların yaşamın bu onsuz olmazına engellenmeden ulaşabilmesi ve suyun kâr aracı bir meta olmaktan çıkarılabilmesi zorunlu oluyor.

***

Ortadoğu bölgesinin önemli su kaynaklarından sınır aşan su havzalarının üçünün menba ülkesi olduğundan ve GAP ile bunları değerlendirmeye başladığından bütün bölge ülkelerinin iştahlarının su kaynaklarına yönelmiş olduğu Türkiye, tüm ilgiye karşın sanıldığının aksine kişi başı 1513 m3 suya sahip olduğundan su zengini değil, su streslisi bir ülke. 2030’da ise 1400 m3 eşiğinin altına, 1100 m3’e düşerek su fakiri ülkeler arasına girecek. 
Küresel ısınmanın etkisiyle kimi bölgelerimizde oluşacak çölleşmenin de etkisiyle 2030-2040 yıllarından başlayarak ulusal ve uluslararası devasa boyutta su sorunlarıyla karşı karşıya geleceğiz. 

Bu durum, su konusunda içeride ve dışarıda sağlam, istikrarlı, kamunun istemlerini yanıtlamaya yönelik bir devlet su politikasının oluşturulmasını zorunlu kılmakta. 
Su sorununun çözümünün yalnız fiziksel planda kalmayan, sosyo-ekonomik planı da kapsayan, sürdürülebilir, rasyonel ve adil, ortak kullanım kavramlarını da içeren bir biçimde ele alınması kaçınılmaz olmaktadır artık. 
Bu da ancak su hizmetlerinin kâr öğesini önde tutan özel sektöre değil, kamuya bırakılması ile mümkün. 
Zaten, su hizmetlerinin Asya’da yüzde 99, Afrika’da yüzde 97, Ortadoğu ve Güney Amerika’da, özel sektörün cenneti Kuzey Amerika’da yüzde 95’i kamunun elindedir. 
Yalnız, son dönemlerde özellikle uluslararası şirketler bu alana büyük ilgi göstermeye başlamışlardır. “Su savaşları” dönemi ile suya çokulusluların el atması eşzamanlı olmuştur.
***

Doğal kaynaklarının yağmalanmasını ve tarımsal yapısının çökertilmesini, 50 yılda 3 Van Gölü kadar su kaynağının yitirilmesine bigâne kalacak kadar büyük bir vurdumduymazlıkla izleyen Türkiye’de 22 Mart 2018 Dünya Su Günü’nün en ilginç haberi, neydi dersiniz? 
Hemen söyleyeyim: Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün (DSİ) Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Tasarası’nın komisyonda görüşülmesi. 
Bu tasarının 6. ve 8. maddelerinde getirilen düzenlemeyle DSİ’nin gerek gördüğü hallerde bir veya birden çok havzada su kaynakları, su kullanım izni verilmek suretiyle özel veya tüzelkişi veya şirketlere verilebilecek, bu durumda suyun ücreti faturalama dönemi sözleşmeleri ile saptanacak, su faturaları zamanında ödenemediği takdirde şirketler suyu kullanan çiftçileri icraya verebilecek, iflaslarını da isteyebilecektir. 
Tasarının görüşüldüğü komisyon toplantısının yapıldığı salonun önünde toplanan çiftçi temsilcileri hep birlikte haykırmışlar: 
- Ne varsa sattınız, bari suyumuzu satmayın! 
Şeker fabrikalarından sonra suyu da özelleştirmeye çalışan AKP bu feryada kulak verir mi dersiniz?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Yeni “medyamız”… - MUSTAFA K. ERDEMOL

Napolyon’un cezasını çekmekte olduğu Elbe adasından kaçışı haberi, eski imparatorun başkente kadar gelebileceğini olası görmeyen Paris gazetelerinin manşetlerine ilk gün şu cümlelerle yansır: “Diktatör Elbe’den kaçtı.” İktidardan düşürülmüş, tahtını tacını kaybetmiş eski hükümdara layık görülen bu ifade biçimi, Napolyon Paris’e yaklaştıkça değişmeye başlar. Gazeteler ikinci gün biraz daha temkinlidirler. Haber, “Kral Paris yolunda” cümleleriyle duyurulur bu kez. Üçüncü gün, yani devrik imparator başkente sadece bir günlük uzaklıktayken manşetler artık son şeklini alır: “Majesteleri yarın Paris’te.”

Çok ikiyüzlü bir davranış olduğu kesin, ama zoru görünce Napolyon için ağzından bal damlayan Fransız basınının ayıplanacak bir tarafı yok bana sorarsanız. Koca imparatorun dönüşünün, gidişinden daha görkemli olacağını ilk anlarda fark etmek kolay iş değil.

Saygının ancak korkuyla sağlanabildiği dönemlerde, “Tanrı’nın yeryüzündeki elçilerine” yani krallara, padişahlara saygıda kusur etmenin bedeli canla ödenirdi. Komuta ettiği askerlerin arasında disiplini sağlayamadığı, Karaman seferi sırasında asker sayısının doğru dürüst hesabını veremediği için Fatih Sultan Mehmed’in önce kırbaçladığı sonra da tekme tokat dövdüğü Yeniçeri Ağası Kazancı Doğan’ın, öfkeli sultanın hışmından kolay kurtulduğuna bakmayın siz, kellesinin gitmesi an meselesiydi. İyi asker oluşu, dayak yerken Padişah’a ima yoluyla bile en ufak bir saygısızlık göstermeyişi, canının bağışlanmasını sağlamıştır.

Bir hükümdar ile konuşurken, neredeyse bir sanat haline gelmiş hitap biçimlerine başvurmaması halinde bir “kul”un ne hale sokulduğunun örnekleri çoktur. El pençe divan durmak varken, sululuk yapmak kimin haddineydi? Eğer kral ya da padişah izin vermişse, ölçüsünü bilmek koşuluyla şakalar yapılabilirdi belki. Bunun da bir “lütuf” olduğu hissettirilirdi önceden tabii. Kralın ya da padişahın ola ki her şeyden kuşkuya kapılmak gibi bir huyu vardır, yakınındakilerin bunu bilmeleri, dolayısıyla korkmaları çok doğaldır.  

Abdülhamid zamanında, ufak bir dizgi hatası Servet-i Fünun dergisinin sahibi, matbaacı Ahmet İhsan Tokgöz’ün sürülmesine yol açacaktı az daha: Tokgöz’e devlet salnamelerinin basılması işi verilmiştir. Salname, devlet örgütüne, memurlarına ilişkin istatistiki bilgilerin yer aldığı yıllığa deniyor. Yıllığın Abdülhamid’in tahta çıkışını bildiren bölümünde “hak kazanarak”  anlamına gelen “ve’l- istihkak” sözcüğü, “hak etmeden” anlamını taşıyan “ve la istihkak” biçiminde yazılır yanlışlıkla. O zamanlar Abdülhamid’in kardeşi  Sultan Murad henüz hayattadır. Abdülhamid’e karşı olanların bir kısmı Murad’ı tahta çıkarma çabası içindedir. Böyle bir niyeti olmayan diğer muhaliflerini bile Murad yanlısı saymaktadır Abdülhamid. Bu yanlışlığı kasıt sanması, hatta bunu Murad yanlılarının özellikle yaptığını düşünmesi olasılığı vardır.

Üstelik salnamedeki söz konusu yanlış fark edilmediği gibi o haliyle ilgililerce onaylanır bile. Allahtan Tokgöz, son anda farkına varır, hem durumu hem de kendini kurtarır. Korkusu boşuna değildir. Çünkü aynı salname daha önce devletin kendi matbaasında bastırılmak üzereyken Abdülhamid’le ilgili bir sayfa ters konmuştur. Matbaa çalışanları imparatorluğun çeşitli yerlerine sürülmüşlerdir bu yüzden.

Hükümdarlar birbirlerine benzerler. Fransız basınının da buna benzer gerekçelerle Napolyon’dan korkmakta hakkı vardı demek istiyorum. Bir zamanlar sadece krallara, padişahlara değil, imparatorluk mensuplarına da kelimeler düzeyinde bile saygılı olmak bir gelenekti.

Tarihi gerçekler bunlar. Medyamızdaki büyük el değiştirme yüzünden geldi bunlar aklıma. AKP Genel Başkanı çok hassas biri malum. İçinde tek bir hakaret sözcüğü geçmeyen cümleleri yüzünden sanatçı Zuhal Olcay  hakkında dava açıp onu on ay hapise mahkum ettirebiliyor örneğin. Bu tarafını bildiğinden Aydın Doğan Genel Başkanı üzmemek için bir hayli çaba sarfetti ama kendisini affettiremedi bir türlü.


Bir zamanlar telefonda Genel Başkan karşısında ağlayan yeni “medya baronu” Erdoğan Demirören’in “gazetecileri” bence Napolyon dönemi Fransız “gazetecileri” kadar dikkatli bir “gazetecilik” yapacaklardır kuşku yok.
Koskoca Demirören’i ağlatacak değiller herhalde.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN