30 Mart 2018 Cuma

2017 yılı büyümesi: Madalyonun öteki yüzü - HAYRİ KOZANOĞLU

Büyümenin öncelikle işsizliği aşağı çekmesi, iş bekleyen yurttaşları işgücüne dahil etmesi beklenir. Ne yazık ki, böyle bir yılda dahi işsizlik oranı tek haneli rakamları görememiş. Neredeyse ‘istihdamsız bir büyüme’ yaşanmış.

Bugün yandaş mecralardan Türkiye ekonomisinin parlak büyüme performansına ilişkin çokça methiye duyacaksınız. Biz de madalyonun öteki yüzünü bir tartışalım bakalım dedik. Yüzde 7,4 olarak açıklanan büyüme rakamının çağrıştırdığı soruları, hangi maliyetlerle sağlandığını ve kimlere yaradığını madde madde tartışalım istedik.

1-Yıllarca, küresel likidite koşullarının elverişliliği nedeniyle Türkiye ve benzer ülkelere hızlı sermaye akımları gerçekleşti. Bu sayede TL reel olarak değerlenirken, hükümet yetkilileri dolar bazında artan GSYH ve kişi başına gelirle böbürlenip durdular. Şimdi süreç tersine dönmüş durumda. Ekonominin doludizgin büyüdüğü bir yılda dahi, 2016 sonunda 10 bin 883 dolar olan kişi başına gelir, 2017’de 10 bin 597 dolara geriledi. Toplam GSYH de 863 milyar dolardan 851 milyar dolara düştü.
2- TÜİK’in dünkü bültenine göre, işgücü ödemeleri 2017 yılında yüzde 12,9 artmış. Ekonomide emek-sermaye arasında zaten bozuk olan bölüşüm ilişkilerinin devamı için bile, işgücü ödemelerinin (büyüme+enflasyon) kadar artması gerekirdi. Bu da yüzde 19.3 bir ücret ayarlamasina denk gelirdi. 2017’de ortalama tüketici enflasyonu yüzde 11,1 iken, işgücü ödemeleri sadece bunun yüzde 1,8 üzerine çıkabilmiş. Diğer bir ifadeyle büyümenin aslan payı sermayeye gitmiş. Nitekim net işletme artığı, yani kârlar yüzde 26,2 sıçramış. Tüketici kredileri 2017’de yüzde 17,7 arttığına göre, nihai tüketim harcamalarındaki sıçrama gelirlerin yükselmesinden değil, borçlanmanın artışından kaynaklanmış. Emegin 2016 sonunda yüzde 36,5 olan katma değerdeki payı yüzde 34,5’e inmiş.
3- Büyümenin öncelikle işsizliği aşağı çekmesi, iş bekleyen yurttaşları işgücüne dahil etmesi beklenir. Ne yazık ki, böyle bir yılda dahi işsizlik oranı tek haneli rakamları görememiş. 2016’da yüzde 12,7 olan ortalama işsizlik yüzde 10,4’e düşmüş. Üstelik, işgücündeki artışların yaklaşık yüzde 42’sinin, “çırak, stajyer ve kursiyerlerden” oluştuğunu DİSK-AR’ın araştırmalarından biliyoruz. Neredeyse “istihdamsız bir büyüme” yaşanmış.
2017-yili-buyumesi-madalyonun-oteki-yuzu-445014-1.4- 2017 yılı büyümesinin büyük ölçüde Kredi Garanti Fonu’ndan verilen 200 milyar TL’nin üzerinde hazine garantili krediden ve tüketime yönelik KDV ve ÖTV indirimlerinden kaynaklandığını biliyoruz. Merkez Bankası Kasım 2017 Finansal İstikrar Raporu’ndan KGF kredilerinin ortalama vadesinin 35 ay olduğunu öğreniyoruz. KGF uygulaması 2017 başında hızlandığına göre, 2019 Başkanlık seçimlerine endeksli bir programla karşı karşıyayız. Aynı raporda, döviz mevduat hesaplarındaki artışla KGF’nin “iltisaklı”olduğu da itiraf ediliyor. Yani şirket bankadan TL kredi alıyor, gidip dövize yatırıyor… Tüm teşvik vaatlerine karşın, 2018’de benzer bir hormonlama için ne Türkiye’deki tasarruflar, ne de yurtdışı borçlanma olanakları uygun.
5- 2017 yılında yurtiçi yerleşiklerin döviz mevduatları 20 milyar dolar artmış. 2016 sonundaki 145.5 milyar dolardan 2017 sonunda 165.5 milyar dolara yükselmiş. Yani, büyümeden istifade eden hane, halkları ve şirketler yükselen refahlarını dövize istiflemeyi tercih etmişler. Ekonomiyi her an pimi çekilebilecek bir bombayla karşı karşıya bırakmışlar.
6- 2017 yılındaki büyüme dış bağımlılığı artırma pahasına sağlanmış görünüyor. 2016 yılına göre 2017’de dış yükümlülükler tam 132 milyar dolar arttı. Döviz varlıkları ile döviz yükümlülükleri arasındaki farkı yansıtan net pozisyon ise 115 milyar dolar kötüleşti. Türkiye’nin dış borçları da, 2016 sonundaki 405 milyar dolardan, 2017’nin üçüncü çeyreğinde 437 milyar dolara fırladı.
7- 2002 yılında iktidara gelen AKP, tüm “yerlilik ve millilik” iddialarına karşın, yurtdışı finans çevrelerinin himmetine muhtaç bir ekonomi yarattı. Merkez Bankası’nın rakamlarına göre 2017 yılında ödenmesi gereken 185 milyar dolar yükümlülüğümüz bulunuyor. Bunun üzerine 50 milyar dolarlık tahmini cari açığı ekleyince, 2018’de 235 milyar dolar taze paraya ihtiyaç var. Uluslararası piyasaların bir ekonomiye ne denli sıcak baktığını, döviz kurlarından ve piyasa faiz oranlarından izlemek olanaklı. Doların 4 TL’den salındığı, 2 yıllık Hazine kâğıtlarının faizinin yüzde 14’ün üzerinde dalgalandığı göz önüne alınırsa, piyasanın yüzde 7,4’lük büyüme verisinden fazla etkilenmediği söylenebilir. Bu da 2018 için gerekli finansmanı sağlamanın kolay olmayacağını gösteriyor. Haliyle benzer bir büyüme temposu tutturmanın güçlüğünü de…

Kısaca, tüm yaldızlı söylemlere karşın; sade yurttaşın yüzünü fazla güldüremeyen; ona tatminkâr alım gücü sağlayamayan, istihdam kapıları açmayan bir büyüme söz konusu… Üstelik bu büyüme, ekonominin kırılganlıklarını, dışa bağımlılığını artırma pahasına sağlandı.

                                                          *****
Halka faydası DOKUNMADI
CHP Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Aykut Erdoğdu, büyümenin Türkiye’de ne geçime ne de istihdama olumlu bir katkısı olmadığını belirterek, “2017’de yüzde 7,4 olduğu iddia edilen büyüme vatandaşın ne aşına ne de işine yansımadı. Çift haneli enflasyon, çift haneli işsizlik aynen sürüyor. Dolar cinsinden baktığımızda ise büyüme bir yana yüzde 1,35’lik bir küçülme söz konusu” dedi.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Boğaziçili komünistler - GÖZDE BEDELOĞLU

İdeolojisi, dünya görüşü ne olursa olsun herkesin öğrenim hakkı vardır. İlk ve temel safhalar mecburi ve parasızdır. Yüksek eğitim, liyakatlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır ve bu öğretim insan şahsiyetinin gelişmesini, insan haklarıyla hürriyetlerine saygının kuvvetlendirilmesini hedef almalıdır. İnsanlar eşittir. Öğretim bütün milletler, ırk ve din grupları arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu teşvik etmeli ve barışın sürdürülmesi için çalışmalıdır. Dolayısıyla barış içinde, huzurlu bir ortamda yaşama talebi anayasal bir hak olduğu gibi; okulların, öğretmenlerin savunmak ve korumakla yükümlü oldukları bir meseledir. Elbette bunlar İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni kabul etmiş, “kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz” diye yazan kendi anayasasını rafa kaldırmamış ülkelerde geçerli. Aksi halde öğretmenler dava edilip tutuklanabilir; öğrenciler dövülüp okuldan atılabilir. İnsanın, bizatihi sahibi olduğu hakların herhangi biri tarafından geri alınabildiği yerler de, geçmişte olduğu gibi, ‘demokratik hukuk devleti’ gibi bir titrle anılmaz.

•••

TSK ve ÖSO’nun Afrin kent merkezine girmesinin ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde lokum dağıtan bir grup öğrenciye itiraz eden başka bir grup öğrencinin “işgalin, katliamın lokumu olmaz” yazılı pankart açmasıyla olaylar gelişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, lokum dağıtanlarla pankart açanları ikiye ayırdı: ‘yerli ve milli olanlar’, ‘vatan haini ve ‘komünist’ olanlar... “Komünist olanlara bu üniversitelerde okuma hakkını vermeyeceğiz!” Emri alan ‘bağımsız yargı’ harekete geçti ve 11 öğrenci, “kafanıza vurursak daha az zeki olursunuz” diyen polislerce gözaltına alındı. Zira zeki olmak sıkıntılı. Şüphe oluşturuyor. İtiraz ettiriyor. Sorumluluk aldırıyor. Kampüste, iki grup arasında sözlü dalaşmayla sınırlı kalmış bir olay böylece öğrencilerin ev ve yurtlarından darp edilerek gözaltına alınmasıyla çığırından çıktı; çünkü iktidarın ülkeyi hainler ve yerliler olarak ikiye ayırışından kimse azade değil. Eğitimli gençlerine umutlu bir gelecek sunamayan, kızlı erkekli oturmasından internetine kadar her şeyine karışan, bilgi çağından bir haber tutumuyla zamanın çok çok gerisine düşen iktidar, işi yetişemediği/algılayamadığı gençleri okutmamaya kadar vardırdı; çünkü tepeden konduruluş rektörlere sırtlarını döndüler, ihraç edilen öğretmenlerine sahip çıktılar, ifade ve özgür düşünce hürriyetini savundular ve ülkenin en iyi üniversitelerine, af edersiniz, çöreklenip kaldılar.

•••

İktidar istediği rektörü, istediği öğretmeni atadı ancak ‘dinine ve kinine’ sahip çıkan ‘yerli ve milli’ gençlerin başarıları eğitim ve kültür alanında arzu edilen ilerlemenin kaydedilmesine yetmedi. Bundan sonra da yetmeyeceğine inanılmış olacak ki, rekabetten yok etme safhasına geçildi. Her ne kadar akademik özerkliği baltalayan pek çok olumsuz şey yapılmış olsa da ODTÜ ve Boğaziçi gibi akademik başarının ön şartının özgür düşünce olduğunu bilen ve öğrencilerine bu alanda destek olan üniversiteler nicedir iktidarın hedefinde. Zira oralardan çok ‘komünist’ çıkıyor, iktidarın kamusal alanda görünmesini istemediği şeyleri göze sokuyorlar. Tek bir baskıcı yönetim yoktur ki gençlerden ve kadınlardan korkmasın! Dün olduğu gibi bugün de tarihin akışını değiştiren devrimsel süreçler hep onların isyan etmesiyle başladı. İktidara yaşam destek ünitesine bağlanır gibi tutunmuş; bunun için her türlü farklı sesi, itirazı nicedir varlığına tehdit sayan AKP’nin gençlerin bağırmasından, kadınların itirazından rahatsız oluşu klişe bir totaliter rejim refleksi. Nitelikli eğitimin bir ülkenin can damarı oluşu bir yana; kimsenin eğitim hakkı siyasi görüşleri neden gösterilerek elinden alınamaz. Ya da engellenir ve biz her şeyin ‘tek’ olmasının istendiği bir düzende, ‘çok’ olması gerektiğinin ne kadar hayati bir şey olduğunu yeniden idrak etmiş oluruz.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN

Tablet, Kuran ve silah - ÜNAL ÖZMEN

12 Haziran 2011 genel, 30 Mart 2014 yerel, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın elinde tablet vardı. 15 Haziran 2015’te tabletin yerini Kuran aldı. Öyle görünüyor ki iktidarın seçmenine vaadini sembolize eden bu iki ikna aracı hükmünü yitirdi ve önümüzdeki seçimlerde ‘artık sizin için yapabileceğim bir şey yok’un sembolü silah kullanılacak. Seçim meydanlarında kalabalıklar üzerinde uçurulan yerli ve milli SİHA’lar görürseniz şaşırmayın.


FATİH projesi topluma eğitim hamlesi olarak sunuldu, tablet de sembolüydü. Projenin odağındaki imam hatip öğrencileri seçim meydanlarına getiriliyor Erdoğan’ın elindeki tableti izlemeleri sağlanıyordu. Tablet salladıkça alan dalgalanıyordu. Erdoğan için eğitim artık geleceği inşa etmenin değil, geçmişi yaşatmanın yolu. Bu nedenle seçim meydanlarında “AK Parti gençliğinin elinde tablet bilgisayar, kalem, kitap var; bu böyle biline!” diye haykırmayacak bundan sonra.

Tablet, sadece teknolojiye verilen önemi sembolize etmiyordu; internet, akıllı tahta ve tabletle yazılım dehaları çıkarıp, yazılım bağımlılığından kurtulacaktık. Projenin hayata geçmesi için seferberlik ilan edildi. Sürecin sorunsuz bir şekilde ilerlemesi için ihale yasası değiştirildi. 20 milyar dolarlık dijital altyapı iki yıl önce (2016’da) tamamlanmış olacaktı, olmadı! Çünkü bilgisayarın dili, eğitim dili yapılmaya çalışılan Arapça, bilgisayarın vaat ettiği hayat da böyle yaşamalısınız diye müfredata eklenen Peygamber’in hayatı değildi. Tabletle Kuran’ın aynı amaç için birlikte kullanılamayacağı kısa sürede anlaşıldı; sonunda olması gereken oldu ve FATİH projesi çöktü.

Tabletin vaat ettiği bu dünyaya ilişkin beklentinin gerçekleşme olasılığı ortadan kalkınca Erdoğan, Haziran 2015 seçimlerinde kürsüye elinde Kuran’la çıktı. Kuran, eğitimden umudunu kesen toplumun huysuzlanma ihtimaline karşı, sıfır maliyetli ve ancak ölümle ulaşılacak bir hayata şiddetsiz rıza üretecekti. Fakat ne yazık ki insanlar, öteki dünyayı bekleyecek kadar sabırlı değil. Rüyasında Peygamber’le konuştuğunu söyleyen din âlimi bile öte dünyaya cenneti buradan taşıma telaşı içinde terlik pazarlarken vatandaş neden sabretsin ki!
Umutlarını öte dünyaya erteleyenlerin gözünün önünde bu dünyanın talan edilmesini hoş gören kimi dindarların, sıra öte dünyanın pazarlanmasına gelince “Peygamber dinine dönelim” dediklerine tanık oluyoruz. Enflasyonun, işsizliğin, cari açığın, dövizin düşmesine; eşitsizliğe, adaletsizliğe çarenin dinde olamayacağı kanaati saf dindarlar arasında da yaygınlaşıyor. Bu da, haliyle kutsal kitabın seçim malzemesi olarak kullanılmasını zorlaştırıyor. Bu durumda İslamcı parti sadece muhaliflerini değil, çevresindekileri de ikna edecek başka ve etkili yeni bir araç bulmak durumunda.

Önümüzdeki üç seçimin sembolü silah olacak; olmak zorunda... Bir milyon olan tuvalet ücretinin altı sıfır atınca bir lira olarak okunması, geliri aynı oranda düşen adama milyon katlık refah artışı olarak anlatılmak zorunda kalınmışsa söz bitmiş demektir. Silah, sözün bittiği yerde girer devreye...

Seçim mitingi havasında gerçekleşen her il kongresinde, TSK’nin öldürdüğü düşman sayısının, günlük kazancını hesaplayan borsa yatırımcısı gibi anlatılmasından anlıyoruz ki önümüzdeki seçimlerin ilham kaynağı korku olacak! Yaratandan ötürü sevdiği insanların ölümünü bu denli şehvetle anlatan kişiden herkes korkar...

Tabletin yerini silaha bırakmış olması, şu kısacık sürede başka bir paradigma değişimine işaret ediyor. FATİH projesini ve sembolü tableti pedagoji içinde eleştirirdik. Savaşı, silahı, ölümü yücelten; çocukları savaşa hazırlayan bu yeni eğitim anlayışına pedagojiden yanıt bulmak mümkün değil. Ancak silah, kullanıcısının elinde bile patlama ihtimali olan iyi bir araç değil diyebiliriz.

Ünal Özmen / BİRGÜN

29 Mart 2018 Perşembe

Şimşek hangi çatıyı onarmaktan söz ediyor? - GÜLAY DİNÇEL

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in geçen hafta Uludağ Ekonomi Zirvesi’nde yaptığı konuşmadaki değerlendirmeleri heyecan yarattı. Şimşek, izleyen günlerde de benzer değerlendirmeler yapmaya devam etti. soL’un hafta başında yaptığı kısa değerlendirmeye Şimşek’in önceki günkü yeni açıklamaları ve Başbakan Binali Yıldırım yaptığı eklerle katkı yapmak yerinde olur.

Heyecanlananların bir bölümü Şimşek’in sözlerini krizin, ekonomik risklerin siyasi iktidar katında kabulü olarak değerlendiriyor. Buradan Şimşek’in her şeye rağmen doğruları söylediği, Bakan ile Saray arasında bir açı olduğu sonucuna ulaşmadan açıklamanın bütününü ele almak gerekiyor. Bir diğer heyecanlanan kesime bakmak yeterli aslında. Uludağ Ekonomi Zirvesi’ne katılan sermaye çevreleri, hem bankacılık hem de reel sektör temsilcileri yapılan konuşmayı büyük bir coşkuyla karşıladı.

“Hava güneşliyken çatıyı onarmak gerekir. Gelecek günler belirsiz. Özellikle reel sektör borçluluk düzeyi yüksek, döviz borçlarının yönetiminde zorlanıyor. Buna yönelik tedbirler alacağız” şeklinde özetlenebilecek konuşmanın doğrudan mesajı, geçen yıl Kredi Garanti Fonu üzerinden sağlanan desteğin, önümüzdeki dönem de yeni bir mekanizmayla devam edeceği, iflaslara izin verilmeyeceği olarak okunabilir. Yani Şimşek, sermayenin tepesindeki çatıyı onarmaktan, yeni bir “koruma şemsiyesi” açmaktan söz ediyor.
AKP iktidarı tekil sermayedarları tasfiye etmek konusunda bir kas geliştirmiş olsa da bir bütün olarak sermaye sınıfına hizmet konusunda eksiği olmadığı açık. Döviz borçlarını yönetemeyen bir reel sektörün bankacılık sistemiyle birlikte büyük bir çöküşü tetikleyeceği de. Şimşek’in alacaklarını söylediği tedbir, reel sektörün döviz bazındaki borcunun yüzde 84’ünü taşıyan 2 bin 184 şirketin verilerinin incelenmesi, dövizle borçlanmaya sınırlama getirilmesi. Nitekim, Merkez Bankası’nın bir çalışma yapmaya başladığı, daha önce KOBİ’lere getirilen sınırlama nedeniyle yasal altyapının da hazır olduğunu vurgulamış.

Bu tedbir konusunda ne bankaların ne de büyük sermaye gruplarının hoşnutsuzluk ifade etmediği, aksine memnun oldukları görülüyor. Bunu en açık ifade edenlerden biri Türkiye Ekonomi Bankası Ümit Leblebici oldu. Lebleci kurun stabilize edilmesinin gerekliliğinden, firmaların pozisyon alışlarına denetim getirilirse bunun mümkün olduğundan, yeniden finansmanların sorun olmayacağı, bankacılık sisteminin bugünkü batık kredi oranının yarım puan üzerini kaldırabileceğinden ve bankacılık sisteminin sendikasyonlarla daha fazla kaynak sağlayabileceğinden söz ettiği söyleşide Şimşek’in önerisine destek verdi. Normal koşullarda “serbest piyasa ekonomisine müdahale” değerlendirmesi yapacakların da sesi çıkmıyor. Çünkü herkes esasında yapılacak düzenlemenin toplam döviz borç stokunu değiştirmeyeceğini biliyor.

Yurtiçi döviz borçlanmalarının kaynağı, bankaların yurtdışı borçlanmaları. Bankalar döviz bazında borçlanıp daha fazla TL kredi verecekler. Bunun sonucu bankaların üstlenecekleri döviz riskini kredilere faiz olarak yansıtması olacak, yani faizler yükselecek. Reel sektör borcunun bir bölümü de doğrudan yurtdışından borçlanma. Sınırlamayla birlikte bu kanal da Türkiye’deki bankalara yönlenecek. Bankaların daha fazla sendikasyona çıkması, daha fazla kaynak bulması gerekecek. Ki bugünkü koşullarda daha fazla kaynak maliyetlerdeki artışla mümkün görünüyor. Daha pahalıya daha fazla kaynak getirip daha yüksek faizlerle borç verecekler.

Buradan da Şimşek’in faiz lobisinin yanına geçip açılandığı düşünülmesin. Buradaki hesap belli. Ekonomiyi 2019’a kadar ne yapıp edip yüzdürmek. Reel sektörün değil bankaların daha fazla borçlanmasında aslan payını kamu bankalarının alması olasıdır. Ki artan faizlerin bankaların tümü için daha fazla faiz marjı anlamına geleceği, üstelik doğrudan dış borçlanmanın yurtiçine kaymasının hacim artışı da sağlayacağı açık. Batıkların artmasının maliyetiyle karşılaştırıldığında bu tür düzenlemelerin maliyeti siyasi iktidar, bankalar, reel sektör, herkes tarafından kabul edilebilir oluyor neticede.

Son olarak dün Şimşek’in ithalat bağımlılığın azaltılması ve yerlileştirme çalışmaları hakkındaki sözleriyle Binali Yıldırım’ın 128 milyar liralık stratejik yatırımın teşvike bağlandığı ve bankaların kredilere erişimi kolaylaştırmaları için tedbir alınacağını yönelik sözleri de bu kapsamda değerlendirilmeli. Bugün ithalata bağımlılığın azaltılması, buna yönelik belirlenen alanlarda yerli üretimin artırılması, “süper projeler” belirlenmesi gibi politikalar da Türkiye sermaye sınıfının artık sürdürülemez hale gelen yapısına palyatif bir müdahale amacı taşıyor. Kısa vadede kamu kaynaklarından sermayeye stratejik yatırımların teşviki adı altında fon aktarılacak. Orta vadede, olur da bu yatırımlar hayata geçerse, uluslararası işbölümünden ek roller kapılacak. Toplam ithalatı 20 milyar dolar civarında olan 43 ürünü seçip bunları üreterek ithalat bağımlılığının azaltılacağını öne sürmek ayrıca ele alınması gereken bir tuhaflık. Temel endüstrilerdeki altyapı eksikliği, ileri-geri bağlantılar çok da fazla dikkate alınmadan politika oluşturmak uluslararası sermayeyle dengeleri kollamakla yakından ilgili.

Elbette aynı çatı altında da açılar mümkün. Ama Şimşek’in uç okumayla korumacılığa yorulabilecek sözlerinin sermayeyi koruma odaklı olduğu, Partisiyle bu konuda ayrı köşelere düşmesinin mümkün olmadığı da açık.

Gülay Dinçel /SOL

Benzin yandı vergisi yaktı - SEMİH GÜVEN

Enerjide dışa bağımlılık akaryakıt fiyatlarında her geçen gün yeni zamlarla güne uyanmamıza yol açıyor. Son 6 günde benzine 27 kuruş zam yapıldı. Benzinden alınan KDV ve ÖTV ise benzinin fiyatından 2 kat daha yüksek durumda.


Akaryakıt fiyatlarında yaşanan yükselişler yurttaşların yola çıkmasını adeta lüks haline getirdi. Benzine geçtiğimiz günlerde yapılan 15 kuruşluk zammın ardından şimdi de dün 12 kuruşluk zam yapıldı. Böylece son 6 günde benzine 27 kuruş zam yapılmış oldu. Zamla birlikte İstanbul’da benzinin ortalama litre fiyatı 5,93 liraya yükseldi. 2018 başından itibaren benzin yüzde 6,5, motorine ise yüzde 4,5 zamlandı.
Hükümet ise benzin ve motorine yapılan zamları ‘fiyat güncellemesi’ olarak duyuruyor ve yükselişi dış etkenlere bağlayarak akaryakıttan alınan rekor vergiyi gizliyor.

Akaryakıtta fiyatların nasıl oluştuğunu ve fiyatların neden yüksek olduğunu sizler için derledik:
Vergisi akaryakıtın kendisinden yüksek
Fosil yakıt rezervlerinin Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılamada yetersiz kalması ve yenilenebilir temiz enerji politikalarının yetersizliği nedeniyle Türkiye enerjide dışa bağımlı durumda ve enerji açığını büyük ölçüde ithalatla karşılamak zorunda kalıyor. Buna karşın akaryakıt, hükümet için bütçe açıklarını kapatmakta en önemli silah haline gelmiş durumda. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu tarafından en son Aralık 2017 dönemine ait açıklanan ‘Petrol ve LPG Piyasası Fiyatlandırma Raporu’na göre, aralık ayı fiyatlarıyla 1 lira 77 kuruş olan 95 oktan kurşunsuz benzinin fiyatı toptancı marjı, gelir payı, dağıtımcı ve bayi marjı ve toplam vergilerle birlikte 5 lira 57 lirayı buluyor. Söz konusu oluşumda ezici bir üstünlüğü vergiler oluşturuyor. Aralık 2017 fiyatlarıyla 1 lira 77 kuruş olan benzinin fiyatından neredeyse 2 kat fazla olan 3 lira 23 kuruş vergi alınıyor. Oluşan nihai fiyatının yüzde 57,92’lik kısmını vergi, yüzde 31,81’lik kısmını ürün maliyeti ve yüzde 10,27’lik kısmını piyasada faaliyet gösteren şirketlerin brüt kâr marjı ve gelir payından oluşuyor.
Bir diğer önemli akaryakıt olan motorinde de tablo vergi yükünün oldukça ağır olduğunu gözler önüne seriyor. 1 lira 88 kuruş olan motorin üzerinden 2 lira 56 kuruş vergi alınıyor. Böylece nihai fiyatın yarısının vergilere gittiği sonucu ortaya çıkıyor.

Tüm şirketlerin vergisi akaryakıtın ÖTV’si kadar!
2018 yılı için hükümet 66 milyar lira bütçe açığı öngörürken, sadece petrol ve doğalgaz ürünlerinden alınması planlanan ÖTV geliri 68,5 milyar lira olarak belirlenmiş durumda. Yine 2018 bütçesine göre Kurumlar Vergisi tahsilatının 70,7 milyar lira olması bekleniyor. Rakamlar hükümet için halktan akaryakıt için aldığı ÖTV’nin ‘olmazsa olmaz’ hale geldiğini gösteriyor. Petrol ve doğalgazdan alınması planlanan ÖTV hem toplam bütçe açığı rakamından yüksek, hem de neredeyse Türkiye’deki tüm şirketlerin ödeyeceği toplam vergi kadar.

Dolar dünyada düşüyor, Türkiye’de yükseliyor
Akaryakıt fiyatları belirlenirken dolar kuru ve uluslararası piyasadaki ham petrol fiyatları iki temel belirleyici durumda. Dolayısıyla liranın dolar karşısındaki değer kaybı, ürünün fiyatının artmasına yol açıyor. Dolardaki yükselişe ise Türkiye’nin yıllık 50 milyar dolara ulaşan cari açığı, yüzde 10’un altına inmeyen yüksek enflasyon, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından 6 kez uzatılan OHAL’in yarattığı belirsiz ortam ile kredi kuruluşlarının Türkiye’ye dair açıkladıkları olumsuz kredi notları yol açıyor. Dünyada dolar birçok para birimine karşı değer kaybederken, Türkiye ekonomisinde yaşanan kriz durumu nedeniyle lira karşısında yükseliyor. Aynı anda dünyada da petrol fiyatlarının artış yaşaması, akaryakıtta yükselişin daha da fazla olmasına yol açıyor.

Fiyatlar daha da yükselir mi?
Dolarda lira karşısında yaşanan soluksuz yükselişin sürmesi akaryakıtta ceplerin daha da yanacağı yönünde endişeleri kuvvetlendiriyor. Yılbaşında 250 liraya dolan ortalama 45 litrelik benzinli otomobil, şimdi 266 liraya doluyor. Öte yandan, petrol üreticisi ülkeler tarafından fiyatı artırılmak için arzı kısılan Brent Petrol’ün varili 70 doları aşmış durumda ve 100 dolara kadar yükselebileceği uzmanlar tarafından dile getirilmeye başlandı. Dolar ve petrol fiyatında yaşanan çifte yükseliş eğiliminin sürmesi, akaryakıtta her geçen gün yeni zamlar görebileceğimizin kuvvetli bir işareti olarak görülebilir.

***
Vergiler enerji lobilerine gidiyor
Türkiye’nin yanlış politikalarla enerjide dışa bağımlı hale getirilmesini eleştiren CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, hakın vergilerinin enerji lobilerine gittiğini söyledi. Partisinin grup toplantısında konuşan Kılıçdaroğlu hükümete şöyle seslendi: 2016’da ithal enerji için 27 milyar dolar, 2017 için 37 milyar dolar, 2018 en az 40-50 milyar dolar olacak. Niye enerji sorununu çözmedin? Bu ülkede fakirden vergi topladın, götürdün vergileri ödedin. Bu hırsızlığı da aşan bir şey. Hırsız dediğin açtır, bunların karnı tok. Badem sütü ile besleniyorlar. Uçağa biner, arabaya biner, her şey emrinde, ne hırsızı ya!”

Semih Güven / BİRGÜN

Sisi ve Mısır’ın sırları - Nilgün Cerrahoğlu

“Kahire Sırları/The Nile Hilton Incident” bu kış gördüğüm en sürükleyici filmlerden biriydi. “Mısırlıların Fatih Akın’ı” diyebileceğimiz Mısır asıllı İsveçli yönetmen Tarık Salih tarafından yapılan film, gerçek bir cinayeti anlatıyor. 

Uluslararası medyada yıllar önce günlerce gündemde kalan konuyu hatırlıyorum... 
Suzanne Tamim isimli genç, alımlı bir Arap şarkıcı, Dubai’de bir otel odasında ölü bulunmuştu. Şok yaratan cinayeti, hâlâ o dönemde Mısır Devlet Başkanı olan Mübarek’in çevresinden Talat Mustafa adlı bir emlak kralının azmettirdiği anlaşılınca olay daha da büyümüş, skandala dönüşmüştü. 

“Tamim cinayeti”nde bir bestseller için gerekli her malzeme vardı; aşk, intikam, şan, şöhret, para, kirli siyaset ve derin devlet ilişkileri. 

Tarık Salih de işte öykünün bu potansiyelini görmüş ve perdeye aktarmış. Etkileyici hikâyeyi Dubai’den Kahire’ye taşıyarak köklerinin olduğu ülkenin siyasi içeriğine yerleştirmiş. 

Cehennemin içyüzü 
Olaylar silsilesi, Nil Hilton Oteli’nde Arap Baharı arifesinde ünlü bir şarkıcının boğazı kesilmiş olarak bulunmasıyla başlıyor.

Sudanlı kaçak bir göçmen olan kat hizmetçisi Selva, o sırada koridorda. Birtakım bağırış çağırışların ardından odadan çıkan katili görüyor... 

Gerisi “tek görgü tanığı” olarak hayatı tehlikeye giren Selva’nın kaçışı ve olayı kovalayan rüşvetçi polis Nurettin’in serüveni hakkında. 

Selva ile Nurettin’in kaçış-kovalamacası ardından tam bir Ortadoğu cehennemine savruluyoruz. 

Mısırlı-İsveçli yönetmenin, cinayet üzerine dayalı öykü kurgusu ne denli sağlamsa, ‘70’lerin neorealist filmlerini andıran “Mısır cehennemi tasvirleri” de o denli güçlü ve etkileyici. 

Salih’in kamerasıyla örneğin Kahire’nin yeni küresel evrenine dalıyoruz. 
İş güvencelerinden yoksun kaçak göçmenlerin sahipsizliğini, Mısırlılar arasındaki uçurumları, güçlünün güçsüzü birer sinek gibi ezdiği cangılı, tepeye uzanan rüşvet piramidini, iktidarı kuşatan dokunulmazlık halkasını, “Reis”e çıkar ilişkisiyle bağlı olanların yargı üstündeki konumunu ve derin devletteki araçlarını.. yönetmen, baştan sona salt bir cinayet öyküsü gerilimi içinde anlatmış. 

Polis Nurettin’in “şüpheli emlak kralı” ile görüşmeye gittiği süper lüks siteler, örneğin bize Mısır’ın tüm çarpık toplum yapısını anlatıyor. 

Çölde yemyeşil golf sahaları ve özel güvenlik korumalarıyla çevrili yaşamların, ülkenin gerisiyle hiçbir ilgisi bulunmuyor. 

Maskaralığa dönüşen seçim 
Sisi Mısır’ının da şimdi işte bu “Kahire Sırları”nda anlatılan Mübarek Mısır’ından farkı yok. 
Bilakis... Hafta başından bu yana üç gün süren son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sayılıp dökülenlerden, Salih’in anlattığı tezatların misliyle büyüdüğünü anlıyoruz. 
“Figüran” makamından Reis’in yandaşları arasından cımbızla seçilen göstermelik tek bir rakip adayın yer aldığı son Cumhurbaşkanlığı seçimindeki Mısır da, Salih’in naklettiği gibi tam, devasa bir şantiyeye dönüşmüş durumda. 

Mısır “Reis”inin tek bahsi, Ortadoğu’daki çok ülkede olduğu gibi “inşaat sektörü”
Halen Kahire’ye 70 km. uzaklıkta, bu itibarla mesela yeni bir idari başkent inşa ediliyor. İçinde ramazanda açılacak muazzam bir cami barındıran yeni mega kentte 663 hastane ve 40 bin odalı oteller bulunacakmış. 800 bin işçinin çalıştığı “çılgın proje”, 2019’da bütünüyle işlev kazanacakmış. 

Mısır’da inşaatçılığın en faal dallarından biri de bu arada ne var ki “hapishane inşa etmek” olmuş. 

Sisi’nin işbaşına geldiği 2014’ten bu yana tam 17 yeni hapishane inşa edilmiş ve boş kalmasın diye hemen içlerine 60 bin siyasi tutuklu doldurulmuş. 54 gazeteci de bu meyanda demir parmaklıkları boylamış... 

Hal böyle olunca seçimler baştan sona OHAL şartlarında, “Reis”in borazanı olan bir medyayla yapılıyor. 

Bu ortamda biricik sorun “katılım”ı yüksek tutmak. 

Sandıkların üç gün açık tutulmasının tek nedeni bu. 

Sandığa gitmeyenleri “hain” ilan etmekten, din adamlarından alınan “şeriata uygun” fetvalarına kadar.. “Reis” her yöntemle, seçmeni(!) oy kullanmaya zorluyor. 

Dünyanın “maskaralık” gözüyle baktığı, sonuçları önden belli “Sisi seçimi”nde katılım bir de istendiği gibi çıkmazsa, bu “meşruiyet şovu” zira boşa gitmiş olacak.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Cehalet ile bilginin kavgası; Boğaziçi - AYŞE YILDIRIM

Polis, gözaltına aldığı Boğaziçili öğrenciye “Kafanıza vurursak daha az zeki olursunuz” diyor. 

Rektör yardımcısı “Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede” diyor. 

Biri polis, diğeri öğretim görevlisi. Aslında bu iki cümle Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik operasyonun nedenini apaçık ortaya koyuyor. 

İtiraz etmeyen, sorgulamayan, farklı bir görüş açıklamayan, bilimsel değil dinsel düşünen ‘yerli ve milli bir gençlik istiyoruz’ diyorlar. Kısaca, AKP’li ya da Erdoğan’a biat eden de diyebilirsiniz. 

2015’te Erdoğan çocuklarının öğrenimi hakkında konuşuyor: 
“Kartal Anadolu İmam Hatip’ten mezun olan evladım, Boğaziçi Üniversitesi’ne gidebilecekken katsayı yüzünden gidemedim. Kızlarım bu akıbete uğradı.” 
Erdoğan’ın iki oğlu Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde okumuştu. Ve onlar okurken katsayı meselesi ortada bile yoktu. Ama bunun bir önemi de yoktu. Nasılsa soru soran bir iki medya organı vardı onlar da zaten ciddiye alınmıyordu. 

Bu mağduriyet iz bırakmış olmalı ki Erdoğan, bu yıl 5 Ocak’ta aynı konuyu yine açıyordu: “Benim çocuklarım kendi öz vatanında okuma hakkına sahip olmadıkları için yurtdışına gittiler. Aldıkları üniversite puanı çok çok yüksek olmasına rağmen. Mesela erkek oğlum katsayı engeline takılarak ki o zaman aklımda kaldığı kadarıyla Boğaziçi’ne tutuyordu puanı. Mesela katsayı engeli nedeniyle farklı bir üniversiteye gitmesi gerekti. Kızlarım başörtüsü nedeniyle yurtdışında okumak zorunda kaldılar.” 


Oğlu gidemediği için üzüldüğü Boğaziçi’ni bu sözlerinden üç gün sonra Boğaziçi’nin kalbinde eleştiriyordu. Boğaziçi Üniversiteliler Derneği’nin genel kurulunda “Milletin değerlerine yaslanmadığı için uluslararası alanda beklediği başarıya ulaşamadı. Belli bir fikrin savunucusu olanlara kapıyı aç, bu fikrin savunucusu değilse kapat” diyordu.

Buyurun bakalım… 
Uzun zamandır Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik algı operasyonlarının sinyali veriliyordu. 2016 yılında, tarihinde ilk kez Boğaziçi’nin bir öğretim görevlisi “barış” dediği için tutuklanıyordu. 

Dünyadaki en iyi üniversiteler sıralamasına Türkiye’den 1. sırada giren üniversitenin rektör ataması da tarihe geçecek cinstendi.

Rektör seçimlerinde mevcut rektör Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu oyların yüzde 86’sını alarak üniversite tarihinde bir rekor kırmıştı. Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan, akademisyenlerin oylarını, üniversitenin iradesini yok saymış ve seçimlere bile girmeyen AKP milletvekilinin kardeşi de olan Prof. Dr. Mehmet Özkan’ı rektör olarak atamıştı. 

Ama bu da istenileni vermedi. Özgür ve bilimsel eğitime inanan hocaların yetiştirdiği öğrenciler ilk mezuniyette atanan rektöre arkalarını dönerek “OHAL’e ve KHK’lere” karşı çıkan, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın yanında olduklarını bildiren pankartlar açarak “ele geçirilemeyeceklerini”söylemişlerdi. 

İşte, bilimsel, çağdaş ve özgür üniversiteyi yok etmeye kararlı bu zihniyet Afrin için lokum dağıtan öğrencilere karşı açılan “işgalin, katliamın lokumu olmaz” pankartını fırsat bildi. 

Çünkü onların “yerli ve milli” üniversiteden anladıkları şey; “Kadınla tokalaşmak ateş tutmaktan daha korkunç”, “Nuh tufanı sırasında Hazreti Nuh cep telefonu kullandı, gemisini nükleer enerjiyle çalıştırdı, insansız hava aracı kullandı” diyen, akademisyenlere kep yerine sarık öneren, cehaleti öven hocaların eğitim verdiği kurumlar. 

Onun için ODTÜ’yü de Boğaziçi’ni de “solcu”, “ateist”, “komünist”, “terör yuvası” olarak görüyorlar. 

Solcuyu, ateisti, komünisti, barıştan yana olan herkesi “terörist” damgası vurarak dünyanın sizi kıskandığını sanıyorsanız ... siz sanmaya devam edin...

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Arapça resmi dil mi oluyor? - BATUHAN ÇOLAK

Modern devletler; genel kaideler esas alındığında benzerlik gösterseler de, kendilerine has yönetim usulleri, kontrol mekanizmaları ve uygulamaları ile birbirlerinden ayrılırlar.

Türkiye ve Avrupa'daki devletleri esas aldığımızda, "ulus-devlet" modelinin öne çıktığını ve bu bağlamda devletle birey arasındaki bağın "vatandaşlık" üzerinden kurgulandığını görüyoruz.
Bu yönetim biçiminin sürdürülebilir olmasının temelinde "devlete güven" esastır. Devlet ile vatandaşlar arasındaki "güven" bağı da "kimlik" temelinde oluşturulur.

Kimlik, farklı yönetim şekillerini arzulayan zümreler tarafından yıpratılmak, anlamsızlaştırılmak, ana değerinden saptırılmak istenebilir.

Kimliğin ortadan kaldırıldığı, ortak paydanın azaltıldığı toplumda devlete olan güven sarsılır.
Beraberinde ortak tarihe olan saygı ortadan kalkar. Vatandaşlar arasında sınıf farklılıkları çatışma noktasına dönüşür. Bu durum; vatandaşların farklı ülkelere gitme, göç etme taleplerinde patlamaya neden olur.

Dünya tarihi, tıpkı bu şekilde gerileyen, esir olan ve nihayetinde yıkılan devletlerle doludur.

***

Millî devletleri ayakta tutan vatandaşlık bağının ana harcını dil oluşturur. Konuşulan ortak dilin kaybolması, çeşitli etnik gruplara ait derme çatma dil yapılarının resmileştirilmek istenmesi son derece tehlikelidir.

Hollanda gibi bağdaşık olmayan devletlerde resmi diller birden fazla olabilir. Ancak Türkiye gibi en büyük dayanak noktası ortak dil olan ülkelerde bunu yapamazsınız.


Resmi dil bakımından dağınık olan; sokağında, okulunda, Meclisinde farklı dillerin konuşulduğu bir ortamda devleti ayakta tutamazsınız.
Fransa Parlamentosu dildeki yıpranmanın önüne geçebilmek için, tabelalarda Fransızca dışında bir dil kullanımını yasaklamıştı. Yabancılaşmaya karşı dillerini korumak için sürekli bir arayış içerisindeler.
Türkiye ise en çok ihtiyaç duyduğu ortak dil kullanımını her geçen gün yıpratıyor.
Çözüm sürecinde Kürtçe yaygınlaştırıldı, Doğu ve Güneydoğu'da Türkçe tabelalar söküldü, onlarca Kürtçe kursu açıldı, Kürtçe seçmeli ders haline getirildi.

Öğrenciler daha ilkokulda bile yanında sıra arkadaşının farklı olduğunu hissediyordu. Halbuki geçmişte kimse kimsenin etnik kökenini araştırmaz, ders seçimlerini buna göre yapmazdı.
Çözüm sürecinde alınan kararların, uygulanmak istenen yöntemlerin hiçbiri karşılık bulmadı. Aksine 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarında görüldüğü gibi tam tersi bir etkileşim oluşturdu.

Ama vazgeçmediler!

Şimdi bambaşka bir süreci dikte ediyorlar.

Yeni moda; Arapçanın yaygınlaştırılması. Bunu da "ümmet" kılıfıyla pazarlıyorlar. Halbuki amacın ve niyetin çok başka olduğu ortada.

Kurumlarıyla çalışan, üreten bir "millî devlet" modelinde, yönetimde kalmalarının mümkün olmadığını çok iyi biliyorlar. Çünkü o modelde adalet var, hesap var, sorgulama var.

Bu yüzden millî devleti temellerinden sarsıp, yönetim süreçlerini uzatıyorlar.
Türk Standardları Enstitüsü (TSE) yeni bir karar aldı. Birçok haber sitesi ve ajans "Yabancı tabelalara kısıtlama" diyerek haberleştirdi.

Karara göre, Türkçe dışında bir dil kullanılması durumunda tabelada kaplayacağı alan en fazla yüzde 25 olacak!
Bu bir sınırlama değil, aksine serbestleştirmedir!
Özellikle Arap nüfusunun göç ettirildiği, büyükşehirler ve sahil kentlerinin belediyeleri aldıkları kararla Arapça tabelaların önüne geçebiliyorlardı. Birçok tabela bu sayede düzeltildi.
TSE'nin bu düzenlemesiyle artık böyle bir işlem yapılamayacak!
Tabelalarda göstermelik bir Türkçe, hemen altında ise Arapça veya İngilizce kelimeler olabilecek.

Bu adı konmamış bir resmi dil değişimidir.
Ticari tabelaların içine konulan Arapça yazıları kimse denetlemeyeceği için bir süre sonra tabelanın yarısını kaplayacak, sonraki yıllarda ise tamamını.
Ticarethanelerdeki serbestlik yakında trafik levhalarında da çıkar. Sonrasında kurumlara sirayet etmesi çok zor olmayacaktır!

"Bir millet kendine nasıl yabancılaştırılır" diye soracak olursanız, Türkiye'nin bugün uyguladıklarını dikkatle takip edin.


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

Türkiye, hangi tünelin altında kaldı? - Arslan BULUT

Başbakan Binali Yıldırım, "20 yılda 3 kilometrelik Bolu Tüneli'nin altında kalan bir Türkiye'den bugün Ovit, Zigana Tüneli'ni, Marmaray'ı, Avrasya'yı yapan, dünyanın en büyük havalimanını yapan bir ülke haline geldik. Ülkemizle gurur duyalım." dedi.

Elbette bu hizmetler önemlidir, değerlidir. Gerçi yeni havaalanı projesine bilimsel itirazlar vardır, henüz başlamamış Kanal İstanbul projesi için de çok büyük uyarılar vardır. Meselâ Semih Kalkanoğlu, "İstanbul kanal projesi, son 1000 yılın en büyük ihanet projesidir." diyor.
Kalkanoğlu, "Bu projenin arka planında ne olduğu mutlaka araştırılmalıdır.  Maliyeti nereden bakarsanız bakınız, en az 60 milyar Dolar düzeyinde bir rakam olup, bu rakamla Türkiye'de kirada oturan en az 10 milyon aileye üç oda bir salon konut yapılır, dağıtılır. Bu parayla Türkiye'de okulsuz köy kalmaz. Bu parayla 10 milyon gence lise ve üniversitede okumaları için burs verilebilir. Ve böyle bir kanal, Türkiye Cumhuriyeti'nin en büyük uluslararası başarılarından biri olan, 20 Temmuz 1936'da İsviçre'nin Montreux kentinde imzalanan Uluslararası Boğazlar Sözleşmesi'ni de tüm dünyada tartışmaya açar. Bugün İstanbul Boğazı'ndan ton başına 0.9 Dolar bedel ödeyerek geçen ticaret gemileri, petrol tankerleri, yeni kanaldan, ton başına 5,5 Dolar bedelle kesinlikle geçmeyeceklerdir. Türkiye için bir çöküş, İstanbul'u coğrafî olarak bitirecek bu saçma sapan proje mutlaka durdurulmalıdır." diyor.

CHP İstanbul Milletvekili Gülay Yedekçi de "Bu proje, doğanın ve eko sistemin idam fermanıdır" uyarısında bulunuyor.

***

Bir de Türkiye'nin Bolu tünelinin değil ama 15 Temmuz gecesi Kastamonu Ilgaz tünelinin altında nasıl kaldığını en iyi Sayın Binali Yıldırım bilir! 15 Temmuz'u yapan FETÖ'cülerin, o güne kadar ordu, yargı, emniyet, üniversiteler ve eğitim camiasına hâkim olmasını kimler sağladıysa, Türkiye'nin o dar tünele sokulmasına da onlar sebep olmuştur. Üstelik bu bahaneyle, Türkiye'nin rejimi değiştirilmektedir. Asıl altında kalınan tünel budur!

***

Binali Bey, "Stratejik yatırım türünden 128 milyar liralık yeni yatırım teşvikini onayladık. Bunu kamuoyuyla önümüzdeki günlerde paylaşacağız. İkincisi, bankaların, piyasaları rahatlatmak ve krediye erişimi kolaylaştırmakla ilgili aldıkları tedbirler var, bunu da paylaşacağız. Son 15 yılda, AK Parti iktidarında Türkiye'ye 191 milyar dolar doğrudan küresel sermaye geldi. Bu, az bir rakam değil. Bu, Türkiye'ye olan güveni ve istikrarı gösteriyor." dedi.

Güzel de 15 yılda satılan kamu kurumları, petrol tesisleri, haberleşme sistemi, limanlar, ne olacak? Şimdi bu kurumlar kime hizmet ediyor, kime para kazandırıyor?
Ve 15 yılda yapılan yaklaşık 800 milyar dolarlık ihalenin komisyonları ne oldu?
Kimse, "Ne komisyonu?" demesin. Amerikalılar bu komisyonların, hangi ülkelerde, hangi bankalara, kimlerin isimleriyle yatırıldığını biliyor ve bu bilgileri, Türkiye'ye karşı siyasi şantaj malzemesi olarak kullanıyor.

Türkiye işte böyle dar bir tünelin altında kalmıştır! Kurtuluş mümkündür ama mevcut kadrolarla değil!

***

Bütün medyayı yandaşlaştırmak, kalanları da mahkeme kararıyla tehdit ederek susturmak, bir ülke için darboğaz değil midir?
Artık AKP'li seçmen de bu baskıları görmekte ve Türkiye'nin geleceğinden endişelenmektedir. AKP'yi destekleyen medyada da "Afrin'e pirince giderken, Hatay'ı kaybetmeyelim!" deniliyor artık!

Bu kadar baskı, elbette bize de zarar verebilir ama yapanlara hiçbir hayır getirmeyecektir. Bunu görmek için de fazla beklemeyeceğiz!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

28 Mart 2018 Çarşamba

‘Azıcık adalet olmaz’ - ÇİĞDEM TOKER

OECD tarafından düzenlenen konferans, yolsuzluğun bütün Avrupa’nın derdi olduğunu ortaya koyarken yurttaşların adalete ilişkin inançlarını kaybettiğini de gösterdi.

PARİS - Kısa adı OECD olan Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nce düzenlenen “Yolsuzluğa Karşı Küresel ve Entegrasyon Forumu” Paris’te başladı. 
Bu yıl altıncısının düzenlendiği ve dünyanın dört bir yanından iki bin kişinin kayıt yaptırarak izlediği forum, geniş ölçekli katılımın yanı sıra canlı tartışmalara sahne oluyor... Yolsuzluğa Karşı Küresel Entegrasyon Forum programının ilk günü başbakan, bakan, uluslararası kuruluş yöneticisi gibi siyaset ve bürokrasi figürlerinin yanı sıra akademi, medya ve sivil toplumdan da temsilcileri bir araya getirdi. 

Forumun ana teması daha adil bir dünya ve güvenin yeniden inşası. 

Açılış konuşmalarının yapıldığı ilk oturum, güçlü kadın lider figürlerin katılımı ve anlattıklarıyla da ilgi odağı oldu. 

OECD merkezinde; İzlanda Başbakanı Katrin Jakobsdottir, Norveç Başbakanı Erna Solberg, Arjantin Başkan Yardımcısı Gabriela Michetti, Uluslararası Şeffaflık Örgütü Başkanı Delia Matilde Ferreira, Avrupa Komisyonu’nun ilk başkan yardımcısı Frans Timmermans’ın konuştuğu salonda yer kalmazken izleyiciler için ayrıca barkovizyonlu bir salon daha tahsis edildi. 

OECD Genel Sekreteri Angel Gurria, yolsuzluğun bittiği bir dünyanın uzak bir hayal değil, çok acil bir zorunluluk olduğunu söyledi. 

Gurria açılış konuşmasında  “Yurttaşlar krizlerle kötüleşen bu dünyada, güvenlerini ve inançlarını kaybediyorlar çünkü” dedi. 

Avrupa Komisyonu’nun ilk Başkan Yardımcısı Timmermans, “Birazcık entegrasyon olamayacağı gibi, adaletin de birazcılığı olmaz. Ya adilsinizdir ya da değil” sözü salonda alkış aldı. 

- Uluslararası Şeffaflık Örgütü Başkanı Ferreira, Nasrettin Hoca’nın “Un var, şeker var, yağ var” diye sıralayıp helvanın neden yapılamadığını sorduğu fıkrayı hatırlatan bir vurgu yaptı: “Yasalarımız var, kurallarımız, kurumlarımız var, peki neden yolsuzluk  artıyor, sorun nerede” diye soran Ferreira, yolsuzlukların, yaptırımların zayıf, uygulamaların eksik olduğu alanlarda kökleştiğini, yolsuzluğun, yolsuzlukların ortaya çıkarılması ve yaptırıma bağlanması konusunda araştırmacı gazeteciliğin yaşamsal rol oynadığının altını çizen Ferreira, yolsuzluktan şikayet eden bütün kişi ve kurumlara, gerçeğin peşindeki gazetecilere daha çok sahip çıkılması çağrısında bulundu...

Mücadele formülü 
Ferreira, yolsuzlukla mücadelenin formülünü dört maddede özetledi: 
- Daha çok bilgi, daha fazla entgrasyon, 
- Daha az cezasızlık, daha az umursamazlık. 
Arjantin Başkan Yardımcısı Gabriela Michetti, yolsuzluğun azatılması ve mücadelenin başarılı olabilmesiyle, ülke kültürü arasında derin bir bağ olduğunu söyledi. Michetti, “Eğer liderleriniz ve kamu görevlileriniz örnekkişilikler değilse, o ülkenin yolsuzlukla mücadele çabalarına entegre olmasımümkün değildir. O nedenle kamu görevlileriniz rol model olmak zorundadır”diye konuştu. 
Michetti, ülkesinde yolsuzluklarla mücadele ederken gerçekleştirdikleri uygulamalardan da örnekler verdi: 
- Modernizasyon Bakanlığı adı altında yeni bir bakanlık kuruldu. 
- Yolsuzlukla Mücadele Ajansı’nın kurumsal kapasitesi güçlendirildi. 
- Bilgi teknolojileri konusunda yeni bir yasal düzenleme yapıldı.

386 gazeteci öldürüldü
Öğleden sonra düzenlenen bir oturumunda “Araştırmacı GazeteciliğinYolsuzlukla Mücadelede Rolü” tartışıldı. Kısa adı OCCRP olan Organize Suçlar ve Yolsuzluk Haberciliği olan örgütün direktörlerinden Camille Eiss, araştırmacı gazeteciliğin dünya ölçeğinde saldırı altında olduğunu söyledi. 

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün verilerine göre 2012 yılından bu yana yolsuzluk dosyaları üzerinde çalışan 386 gazetecinin öldürüldüğü aktarıldı. Bir başka oturumda Küresel İç Denetçiler Kurumu’nun başkanı Richard Chambers, yolsuzluk karşıtı kurumlara ve etik kodları taahhüt eden liderlere ihtiyaç olduğunu söyledi. 

Daha adil bir dünya için yolsuzlukla mücadele yöntemlerini bir hafta boyunca tartışmayı programına alan OECD’nin, Avrupa açısından bir özeleştiri gayreti olduğu anlaşılıyor. Temel mesele ise köklü değişimler gerektiren bu özeleştirinin hayata nasıl geçeceğinde düğümleniyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Barbie, sen nelere kâdirmişsin! - TAYFUN ATAY

Tam da üniversitede “Popüler Kültür ve Çocuk” dersinde “Barbie’nin marifetleri”ni tartışmaya açtığımız gün düştü önüme Diyanet bünyesinden bir "Barbie-bebek" değerlendirmesi. Basına yansıyan bir haberle…

Haberin dayanağı, kurumun kalbi durumundaki Din İşleri Yüksek Kurulu’nda uzman Murat Kalıç’ın Diyanet dergisinde yayımlanan ve kapitalizmle Freudyen psikanaliz arasında pozitif yönde ilişki kuran yazısı.

“Ulema-i rüsum”dan hocamız Kalıç’ın yazısı, “Kapitalizmin görünmez eli: Psikanalizm” başlığını taşıyor. Yazıda kadını nesneleştirirken o kadının bilinçaltına çalışan kapitalizmin Freud’ün psikanalitik kuramından, özellikle onun yeğeni Edward Bernays’ın marifetleriyle nemalandığı; hem de  “Barbie bebekler"in bu bakımdan nasıl belirleyici bir "eğitsel" etkiye sahip olduğu iddia ediliyor. Elbette “Kurtuluş, İslam’da”, yazının ana fikri!..

Amcasının insanlık, bilim ve sosyal bilim tarihi açısından çığır açıcı nitelikli eşsiz kuramını kapitalizmden yana “operasyonel” kılmaya yönelmiş Bernays’ın görüşleri doğrultusunda makaleye atılan başlığın Freud’ü mutlu etmekten çok kemiklerini sızlatması beklenir! Çünkü Freud’ün psikanalitik kuramı, esas olarak kapitalist uygarlığın insanda yarattığı “hoşnutsuzluklar”ın tespit, tetkik ve tenkidine hasredilmiştir. Nevroza yol açan baskılanmaların endüstriyel kapitalizmin sonucu olduğu iddiası içkindir Freud’ün kuramında.

Evet, Freud’ün “haz ilkesi”, tüketime endeksli “geç-kapitalizm” çağında öne çıkartılmıştır ama bu, Freud’ü bağlamaz; çünkü o, “haz ilkesi”nin değil, Kalvinist “dünyevi-çilecilik” ahlakının itici güç oluşturduğu erken (endüstriyel) kapitalizm bünyesinde düşündü ne düşündüyse ve de o kapitalizmi sorguladı, sorunsallaştırdı.

Geçelim asıl gümbürtü koparacak kısmına yazının… Kadınlarla ilgili, Barbie bebekle de ilişkili söylenenlere:
“Meseleye ahlaki açıdan yaklaşıldığında, belli mihrakların çıkarlarını ihya etme adına, içinde olup biten her şeyi dışa vurması istenen ve güçlü/özgür birey imajıyla ifsat edilen [düzeni bozulup ‘fesatlaştırılan’] kadın özelindeki toplum, moda anlayışa hizmet eden tüm ürünlerle her geçen gün kan kaybetmeye devam etmektedir. Nitekim Barbie bebeklerle yetiştirilen dünün kız çocukları, bugün moda dergilerinin tutkulu takipçilerinden olmuştur.”


Bu sözler yalınkat bir ataerkil cinsiyetçilik işareti olmanın ötesinde anlam ifade etmiyor. Öyle ki, ah şu “içinde olup biten her şeyi dışa vurması istenen kadın” yok mu?! Tüm musibetlerin sebebi o! Onun yüzünden oluyor ne oluyorsa!..

Moda endüstrisinin, tüketim ekonomisi ve kültürünün temel besin kaynağı, böylesine içinde olup biten her şeyi dışa vuracak ölçüde (“güçlü/özgür birey imajıyla”) özgürleş(tiril)miş kadın yani!.. Eğer onun içinde olup biten her şeyi dışa vurmasının önüne geçecek bir kültürel-ahlaki düzenleme gerçekleştirilirse (ki bu da “İslam”dan başkası değil), o zaman tüm zehirli akış engellenecek, “kan kaybı” duracak!..

Barbie ile ilgili sözlere bakıldığında da sanki bu oyuncak bebekler olmasaydı moda tutkunluğundan, tüketim çılgınlığından azade olacaktı çocuklar gibi bir noktaya varılmış. Barbie’nin sebep değil sonuç olduğunun altının daha belirgin çizilmesi gerekir. Tabii Barbie eleştirisinin/alerjisinin itici gücü hakikaten bu mudur, yoksa tüm sorunlu yanlarına karşın onun “seküler/laik” bir kültürel simge oluşu mudur, bu da ayrı bir soru ve sorun...

Ama asıl, Barbie’yi bu şekilde moda ve tüketimin baş müsebbibi sayarken İslami moda dergilerini; gayet “çekici/cezbedici” tesettür defilerini; billboardlarda alımlıca seyrimize sunulan “Barbie-bebek gibi” tesettürlü modelleri; “kozmetik Müslümanlığı”nı; “helâl kapitalizm” peşinde koşanları da görmek ya da hiç olmazsa görmezden gelmemek gerekir!..

Onları da mı “Barbie bebekle yetiştirilen dünün kız çocukları”na borçluyuz?!

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Metal yorgunluğu’ndan ‘diriliş’e, Afrin’den nereye? - FATİH YAŞLI

31 Ocak 2018’de bu köşede yayımlanan “Afrin’le seçime mi?” adlı yazıda şöyle demiştik:“Erdoğan partisinin kongrelerini birer miting meydanına çeviriyor, operasyonla eş zamanlı mitingler düzenliyor, halka cepheden gelen haberleri anlık olarak aktarıyor, kitleleri savaş söyleminden büyülenmiş bir şekilde adım adım seçim atmosferine hazırlıyor.”

Malumun ilamı birkaç gün önce geldi ve Erdoğan partisinin Samsun il kongresinde aynen şu ifadeleri kullandı:“Şimdi diriliş hareketini Afrin ile başlattık. İnşallah bu ümmeti parçalamak isteyenler, bu milleti parçalamak isteyenler gerekli tokadı, gerek mart yerel seçimleri gerekse kasım Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi seçiminde yiyeceklerdir.”

Buradan hareketle çok basit bir soru soralım: YPG’nin kentten çekilmesi neticesinde Zeytin Dalı Harekâtı’nın kimse tarafından öngörülmeyen bir şekilde erken bitmesi, iktidarın işine geldi mi?

Neden “kimse tarafından öngörülmeyen” diyoruz? Çünkü Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu 8 Mart’ta “Harekât Mayıs’a kadar biter” demişken, büyük ihtimalle Erdoğan’ın “Afrin bu akşam düşer” dediği 14 Mart’ta, henüz ayrıntısına vakıf olamadığımız birtakım pazarlıklar neticesinde YPG kentten çekilmiş, “zafer” açıklaması ise ne tesadüftür ki 18 Mart’a, yani Çanakkale Zaferi anmalarına denk gelmişti.

Şimdi sorumuzun yanıtına geçebiliriz ve “Hayır, gelmedi” diyebiliriz. Çünkü harekâtın bir süre daha devam etmesi, iktidar partisinin il kongrelerine eşlik ederek “metal yorgunluğu”nu ortadan kaldırması ve İslamcılarla milliyetçiler arasındaki “Cumhur ittifakı”na kan taşıması açısından işlevseldi, dolayısıyla harekâtın zamansız bitişinin iktidar açısından arzu edilmeyen bir durum olduğunu söylememiz mümkün görünüyor.

Peki bu soruyu niye soruyoruz? Çünkü aylar öncesinden seçim konjonktürüne giren Türkiye’de, iktidarın ve kurduğu yerli ve milli ittifakın yeni savaşlara ihtiyacı var; ülkenin seçime savaş üzerinden yaratılan bir teyakkuz haliyle, bir beka mücadelesi söylemiyle, estirilen milliyetçilik rüzgârlarıyla götürülmesi gerekiyor, bu nedenle de Zeytin Dalı bir son değil başlangıç. Dolayısıyla Zeytin Dalı’nın öngörülenden önce bitmesi, “Afrin’den sonra nereye?” sorusunu da beraberinde getiriyor, evet madem Zeytin Dalı iktidar partisindeki “metal yorgunluğu”nu ortadan kaldırdı ve “diriliş”i başlattı, o halde soralım: Afrin’den sonra nereye?

Verilen ilk mesajlar bu sefer Suriye’de değil Irak’ta, Sincar’da bir operasyon düzenleneceği yönündeydi. Ancak geçen günlerde PKK bir açıklama yaparak IŞİD tehdidinin sona ermesi nedeniyle bölgedeki güçlerini geri çektiklerini açıkladı ve çok geçmeden de Irak hükümeti ordunun bölgeye yerleştiğini duyurdu. Sınırda olmayan bir bölgeye Irak’la anlaşma yapmaksızın ve sadece Irak’taki üsleri kullanarak bir operasyon düzenlemek zaten çok kolay bir iş değildi, Irak ordusunun Sincar’a yerleşmesiyle birlikte operasyonun gerekçesi de ortadan kalkmış oldu. Dolayısıyla Sincar’a bir operasyon olasılığı şu an itibariyle son derece zayıflamış durumda.

Peki ya Menbic? Afrin’de ABD yoktu ama Menbic’te var. Afrin için herhangi bir müzakere heyeti kurulmamıştı ama Menbic için kurulmuş durumda. Belki birtakım blöf niteliğinde girişimlerde bulunulabilir ama ABD ile herhangi bir sıcak çatışmayı göze alma ihtimali pek mümkün görünmüyor. Dolayısıyla YPG güçlerinin Fırat’ın doğusuna kaydırılmasıyla ve ABD ordusu ile TSK’nin bir tür “güvenli bölge” oluşturmasıyla burada bir uzlaşıya gidilebilir, bu nedenle burada da bir operasyon ihtimali son derece zayıftır.

O halde neresi? Şimdilik en yakın hedef Tel Rıfat’tır, çünkü buranın alınmasıyla İdlib’le El Bab birleştirilmiş olacak ve Menbic dışında Fırat’ın batısına yerleşilmiş olunacaktır. Buradaki esas mesele ise Rusya ve Suriye’nin ne yapacağıdır. Çünkü böylesi bir birleşme TSK ve ÖSO’nun Halep’i kuzeyden basınç altına alması anlamına gelecektir ki, Halep’in Şam yönetimi açısından stratejik önemi ortadadır. Dolayısıyla böyle bir girişim, Rusya izin verse dahi, İran ve Suriye’yle sahada karşı karşıya kalma riskinin artması anlamına gelecektir.

Tel Rıfat’la birlikte Suriye siyaseti üzerindeki esas etken ise pazartesi itibariyle başlayan yeni krizdir. ABD ve AB ülkeleri öncülüğünde başlayan Rus diplomatların sınır dışı edilmesi ve buna Rusya’nın verdiği yanıtın Suriye’de yansımaları olacaktır ve bir süredir ısıtılan “kimyasal saldırı” provokasyonunu da hesaba katarak söyleyecek olursak Suriye’nin ABD/Batı merkezli yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya kalma olasılığı giderek artmaktadır. Bu ise “hem S-400 hem Patriot alma, hem ABD’yi hem Rusya’yı aynı anda idare etme” siyasetinin yavaş yavaş sonuna gelinmesi demektir ki, bunun sahada yeni birtakım gelişmeler ve sonuçlar yaratması kaçınılmaz görünmektedir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

27 Mart 2018 Salı

Hangi güçlü kadınlar? - SEMA KARADAL

Vuslat Doğan Sabancı... “Kadının Gücü” konferansının açılış konuşmasını yapıyor. Kadının güçlenmesinin önündeki engelleri ve yapılacakları anlatıyor. Hürriyet ailesi olarak habercilik açısından, kadına şiddet meselesinde oynadıkları büyük rolü anlatıyor. “Çok yol aldık” diyor, “Artık üçüncü sayfa haberi değil kadın cinayetleri.” Kadına yönelik şiddet, taciz ve cinayetlerdeki artışın, yıllardır işbirliği içinde oldukları gerici AKP hükümetinin eseri olduğundan ise hiç bahsetmiyor. 

Onu dinlerken düşünmeden edemiyor insan. Sahnede böylesi bir riyakarlık ve özgüven içinde konuşan bu kadın, gücünü nereden alıyor? Hepimiz biliyoruz, herhangi bir kadın değil o, bu ülkedeki en büyük sermayedarlardan biri. “Güçlendirmek” için adına konferanslar düzenledikleri kadınlar ise bizzat sömürdükleri milyonlarca emekçi.


Konferans devam ediyor... İstanbul’un en lüks beş yıldızlı otellerinden biri. Işıl ışıl parlıyor A’dan Z’ye her şey. İş dünyasından başarı öyküleri anlatılıyor… Alanında ün yapmış isimler fırsat eşitliğinden, girişimci kadınlardan bahsediyorlar. Biz emekçi kadınlar ise soruyoruz kendimize ve çevremize: “Güçlünün güçsüzü, patronun işçiyi ezdiği mevcut düzenin içinden çıkacak güçlü kadınlar kimler? Gerçekten kadının toplumdaki konumlanışını önemsiyorlar mı? ‘Kadını güçlendiriyoruz’ diyenler aslında ne yapıyorlar?” diye...

Konferansın sponsorlarından biri Dove, çoğunlukla kadına hitap eden bakım ürünleri satan bir şirket. “Kadın ve özgüven” başlığını kapmış. Özellikle gençleri önemsediğini, toplumun güzellik dayatmalarıyla mücadele ettiğini söylüyor. Buraya oynadığını reklamlarından anlıyoruz aslında. Bu marka dünyada feminist reklamcılık (femvertising) denen yeni bir akımın öncüsü. Reklamlarında “bedeni ile barışık”, “özgür” ve “biricik” kadınlar var. Bu isyankar kadın figürü tabii ki kimlik arayışı içindeki genç nüfusta oldukça alıcı buluyor kendine. Dove duyarlı politikasıyla gençlere şunu söylüyor: “Siz de bu kadınlar gibi olabilirsiniz, elbette ürünlerimizi kullandığınız sürece.”

Migros da burada tabii ki, “kadın elçileri” ile birlikte. Kadınlar fikirleriyle ilham versin, bir araya gelsin, güçlensin diye kurmuşlar bu “elçilik” makamını. Kadın elçiler, yaptıkları alışverişleri, beğendikleri ürünleri değerlendirerek “sihirli puan”lar kazanıyorlar. Sonra bu sihirler birikiyor, birikiyor, birikiyor. Sonunda bir bebek bezi almaya bile yetmiyor ama olsun birikiyor ve geçici süreliğine “teselli” ediyor kadınları. Biriktiren kadınlar, zincirin büyümesine epey hizmet etmiş oluyorlar. Ya alışveriş köleliğine layık görüyor ya kasa başlarında nefes aldırmadan çalıştırıyor ya da reyon önlerinde üç kuruşa saatlerce ayağa dikiyor kadınları Migros. Migros her türlü kazanıyor. Kazanırken önüne çıkanlara da hiç acımıyor. Sendikalı oldukları için hiç düşünmeden işten çıkarıyor çalışanlarını. Çay molasında direnen arkadaşlarına destek oldukları için de kapı önüne koydu işçilerini, hafızamıza kazıdık.

Kapitalizmin iki yüzlülüğünün bir örneğidir aslında bu konferans. Dünyanın dört bir yanında göz boyayan büyük markaların fabrikalarında, insanlık dışı koşullarda çalışıyor işçiler. Sermaye bir yandan kadının emeğini sömürürken öte yandan “bir başka kadın”a sahip çıkıyor. Önce kadının emeğini sömürüyor, sonra zaten hakkı olanları bir lütuf gibi sunuyor. Modern, eşitlikçi, kadın haklarını gözetiyormuş gibi görünen her girişimin arkasında ayrı bir hesap var, olmak zorunda. Kapitalizm başka türlü sürdüremez varlığını. İşçiler zaman zaman daha iyi koşullarda, bazı hakları korunarak çalıştırılmak zorunda. Kadınları bazen öne çıkarmak, desteklemek zorundalar. Zaman zaman özgürlük rüzgarları esmek zorunda. Başka türlü kontrol altında tutamazlar milyonlarca emekçiyi. Ara sıra nefes aldırmak zorunda ki, ölmesinler ama ölesiye çalışmaya devam etsinler.
Ve konuşmaya devam ediyor Vuslat Doğan Sabancı: "Bu mesele güçlü kadınlar ve güçlü erkeklerin el ele, omuz omuza vermesiyle çözülecek.” 

Güçlü kadınlar ve güçlü erkekler dediği onlar, yani sermaye sahipleri, patronlar, yönetenler. Çözeceklerini iddia ettiği mesele ise geriye kalan milyonlarca emekçinin insanca yaşam hakkı. Çözemezler. Çözemeyeceklerini bildikleri için atıyorlar bunca taklayı. Bu mesele bizim meselemiz. Bir araya geldiğinde yenilemez güçte olan halkın meselesi. 

Er ya da geç çözülecek, kazanacak insanlık.

Sema Karadal / SOL